5-B-C-D SINIFLARI SEÇİLEN MASALLAR KİBİRLİ KELEBEK İLE İYİ KALPLİ KIZIL BÖCEĞİ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken; ben annemin beşiğini, tıngır mıngır sallar iken; ben bağda üzüm bekler, derede odun yükler iken sözü fazla uzatmayalım, masalımıza başlayalım. Bir kelebek varmış. Kibirli mi kibirliymiş. Ormanda dolaşıp herkese caka satarmış. Ormanın en güzeli olarak seçildiği için kimse ona laf edemezmiş. Kelebeğe herkes imrenirmiş. Onun o güzelliğini gören kişi bir daha unutamazmış. Rüyalarına girer, bütün gece onu düşlermiş. Yine ormanda dolaşıp herkese caka sattığı bir gün kızıl böceği ile karşılaşmış. Kızıl böceği de kelebek gibi güzel olmak istiyormuş. Bu onun için imkansıza yakınmış. Dayanamayıp sormuş kelebeğe, “Sen nasıl bu kadar güzel olabiliyorsun?” Kelebek ise “Sen beni mi kıskanıyorsun? Sen istesen de bu kadar güzel olamazsın.” demiş. Kızıl böceği kelebeğin bu cümlesine çok üzülmüş. Ağlayacak gibi olmuş ama bir kitapta okuduğu hikâye aklına gelmiş. Hikâyede bir tavşan ve kaplumbağa yarışıyor, tavşan kendinden çok emin olduğu için yarış sırasında uyukluyor ama uyuyakaldığı için kaplumbağa onu geçiyormuş. Kızıl böceği de kelebeğin bu cümlesi karşısında hiç sesini çıkarmamış. Zaten bahar geliyormuş. Bahar geldiğinde güzellik yarışmaları yapılır ve seçilen böcek ormanın güzeli tacını almaya hak kazanırmış. Kelebek yedi yıldır bu tacı alıyormuş. Bu nedenle artmış kibri. Derken bir ilan duyulmuş. Mayıs sineği duyurusunu yapıyormuş. Bu duyuruda mayıs sineği güzellik yarışmalarının bir ay sonra yapılacağını anlatıyormuş.
Hemen gözler kelebeğe çevrilmiş. Kelebek kıvanç duygusuyla sağa sola bakışlar atıyormuş. O sırada kızıl böceğinin aklına bu yarışmaya katılmak gelmiş. Çok istiyormuş ormanın güzeli tacını almayı. Bir yanı kendine güveniyor, diğer yanı ise bu işten başarısızlıkla çıkacağını söylüyormuş. Haydi artan kibrinden dolayı kelebek başarısız olsa, güzelim uğurböceğini nasıl geçecekmiş? Kafası fena halde karışıkmış. Ama son kararı o yarışmaya katılmakmış. Kararını asla değiştirmemek üzere kayıt noktası olan ağaca yönelmiş. Kelebek, kızıl böceğini kayıt noktasında görünce gülesi gelmiş. Ama bu durum kızıl böceğinin umurunda bile değilmiş. Kelebek çok rahatmış. Kazanacağından eminmiş. Kızıl böceği, nasıl bu kadar rahat olunabileceğini bir türlü anlayamıyormuş. Kelebek evine kapanmış. Eskiden güzellik yarışmalarına çok çalışırmış. Kendine en iyi bakımlardan yapar, ormana çıkıp bitki toplar, bu bitkileri ise havanda döverek özel bakım yağları yaparmış. Kısacası fırsatlarını en iyi şekilde değerlendirirmiş. Lakin bu yıl çalışmaya gerek duymuyormuş. Kelebeğin bu halini gören kızıl böceği, kelebeğin başına çok kötü işler geleceğini sezmiş. Kelebeği uyarmak istemiş. Yavaşça evinin kapısını çalmış. “Ooofff! Sen mi geldin çirkin böcek? Ben de siparişim geldi sanmıştım. Senden ricam beni böyle boş işlerle oyalama.” Kızıl böceği kelebeğe alışkın olduğu için uyarısını yapmaya karar vermiş. “Seni uyarmaya geldim kelebek kardeş. Yarışmaya hazırlanmazsan, kazanamazsın benden söylemesi.” “Senin anlamsız uyarılarına ihtiyacım yok benim. Ben kendi başımın çaresine bakabilirim. Ayrıca ormanın en güzeli benim. Hazırlanmama hiç gerek yok. Bence sen yarışmaya bile katılma. Umut etme. Sonra kazanamayınca üzülen sen olursun.”
Kızıl böceğinin gerçekten kalbi kırılmış. Anlamış ki kibir kelebeğin gözlerini kapatmış, kalbini ele geçirmiş. Kızıl böceğinin son lafı “Sen bilirsin.” olmuş ve oradan uzaklaşmış. Arkadan bakan kelebek “ezik seni” diye laf saydırırken kızıl böceği arkasına bile bakmamış. Çünkü ormandan “güzellik otu” toplamaya gidiyormuş. Güzellik otu sadece nisan ayında ve senede bir yetişirmiş. Ayrıca yetiştiğinde bir demet çıkarmış. Bu nedenle kızıl böceğinin acele etmesi gerekiyormuş. Çünkü her an gelip birisi güzellik otunu koparıp gidebilirmiş. Kızıl böceği, ormanın derinliklerine doğru ilerlediğinde çok büyük bir kalabalık görmüş. Anlaşılan herkes bu mucizevi otu almaya gelmiş diye düşünüp panik olmuş. O otu kendisi alamazsa birinciliği unutmak zorunda kalırmış. Kargaşanın içine girip güzellik otunu bulmaya çalışmış. İki kayanın arasındaki boşluğa bakınca otun orada olmadığını fark etmiş. Çevresine kulak vermiş. “Oh! Olamaz bu ot nereye gider? Kim aldı acaba? Kamera görüntülerine bakar mısınız lütfen? “Kamera görüntülerini inceledik. Bizim ormandan olmayan bir kuş almış bu değerli otu.” “Nasıl yani biz bu kuşu bulamaz mıyız? Türünü tespit edemediniz mi? “Türü belli, bir posta güvercini. Nereye gittiğini bulursak kuşu da buluruz. Ve cezasını veririz. Etrafındaki dehşet verici konuşmaları duyan kızıl böceği çok üzülmüş. Güzellik otu yoksa birincilik de yok demiş. Kızıl böceği tam evine dönerken aklına kelebeğin siparişi gelmiş. Tabii kelebeği suçlayamazmış, bir günde çok fazla kişi sipariş veriyormuş ama kelebeğin bu kadar fazla rahat olması…
Polis memuru olan çekirge ile konuşmak istemiş. Konuşması daha iyi olurmuş. En azından aklındaki soru işaretleri yok olurmuş. Kütük sandalyenin üzerine oturmuş ve çekirgeyle konuşmaya başlamış. “Öncelikle merhaba Çekirge Bey. Size güzellik otunun çalınmasıyla ilgili bir olaydan bahsedeceğim. Az önce kelebeğin evine gitmiştim. Kelebek bana sipariş verdiğinden bahsetmişti. Tabii kelebeği suçlamıyorum. Ama yine de kelebeğin bu kadar rahat olmasına bir anlam veremiyorum. Lütfen beni anlayın.” “Size de merhaba Kızıl Hanım. Kelebek Hanım’ın evindeki kamera kayıtlarına bakarak gerçekleri ortaya çıkartabiliriz. Sizin hiç şüpheniz kalmasın.” “Peki o halde, gidip bakalım.” Kızıl böceği ile çekirge yapraktan yapılmış arabaya binerek hızla kelebeğin evine doğru yol almışlar. Kızıl böceği kelebeğin evine yaklaştıkça kendini suçlu hissetmiş. Belki de kelebek aç kalmamak için kurabiye kırıntısı siparişi vermiş. Bunu ancak kelebeğin evine gidince görebilecekmiş. Kelebeğin evine gelmişler. Kapıyı tıklatmışlar. Açan kelebek olmuş. Kızıl böceğine laf söyleyecek olmuş ama polis memuru çekirgeyi görünce laf söylemekten vazgeçmiş. “Evet, ne olmuştu?” Polis memuru çekirge: “Kelebek Hanım bize lütfedip kamera kayıtlarınızı gösterebilir misiniz? “Niçin?” “Güzellik otunun kaybolmasıyla ilgili.”
“Ne yani, benden mi şüpheleniyorsunuz? Bana hırsız mı diyorsunuz! Kusura bakmayın ama bunu asla kabul edemem.” Tam kapatırken polis memuru çekirge, kapıyı tutmuş: “Bakın Kelebek Hanım size hırsız demiyoruz. Sadece ııı… şey yani… Lütfen, bu görüntüler bize gerekli. Kelebek foyasının ortaya çıkmasını istemiyormuş. Kendini sonuna kadar savunacakmış. Gururunun yerle bir olmasını istemiyormuş. “Gidin lütfen. Sizinle uğraşamam ben.” “Kelebek Hanım neden kamera kayıtlarına bakmamızı istemiyorsunuz? Kelebeğin yavaş yavaş gözleri dolmaya başlamış. Yaptığı kötülükten çok pişmanmış. Ve sonunda yaptığı kötülüğü itiraf etmiş. “Ben yaptım. Ama hasta olduğum için yaptım. Yakalandığım hastalık beni yeterince yıprattı. Birinciliği kaçıramazdım. İşimi şansa bırakamazdım. Bunun için önceden plan yaptım. Posta güvercinini güzellik otunu alması için görevlendirdim. Lütfen bana ceza vermeyin. Zaten çok hastayım. Halime acıyın lütfen.” Polis memuru çekirgenin gözleri dolmuş. Kızıl böceği de çok üzülmüş. Şimdi daha iyi anlıyormuş kızıl böceği, kelebeği. Polis memuru çekirge, kelebeğe ceza vermemiş. Onun yerine ormanın güzeli tacını kızıl böceğine takmasını istemiş. Ormanın güzeli tacını alan kızıl böceği, sevinçten havalara uçmuş. Kelebeğin durumu gittikçe daha kötüye gidiyormuş. Kelebeği orman hastanesine kaldırmışlar. Kızıl böceği sık sık kelebeği ziyarete geliyormuş. Ona şifa otları ile yaptığı çorbayı içirip, onunla bolca sohbet ediyormuş. Kısa zamanda kelebeğin en iyi arkadaşı olmuş. Aradan iki ay geçmiş. Artık kelebek yavaş yavaş toparlamaya başlamış.
Kelebek kibrinden iyice arınmış. Çok iyi kalpliymiş artık. Kimseyi kıskanmıyor, kötü niyetli davranmıyor ve herkesi çok seviyormuş. En fazla da kızıl böceğinin kalbini kırdığı için pişmanmış. Kızıl böceği en başından beri arkadaş canlısıymış. Ona haksızlık yaptığını düşünüyormuş. Ama şimdi kızıl böceği ile harika bir dostluğu varmış. Ve kızıl böceği olmasaymış onun böyle iyi duruma gelmesi imkansızmış. O hastayken ona çok iyi bakmış ve iyileşmesine yardım etmiş. Kelebek şimdi harika durumdaymış. Sapasağlam olmuş ve kızıl böceği ile bir pastane açmışlar. Pastanede pastalar, börekler, çörekler, kekler, kurabiyeler, şekerler, çikolatalar, poğaçalar, simitler, açmalar, çaylar, kahveler, meyveler varmış. İki dost bu pastaneyi mükemmel yönetmişler. Müşterilerine çay, kahve ikram etmişler. Gelen çocuk böceklere şeker hediye etmişler. Akşam yemeği olmayan böceklere poğaça vermişler. Böylece herkes o ikiliye hayran kalmış. O pastanenin adını da “İki Dost Pastanesi” koymuşlar. Pastane hiç boş kalmamış. Kâh ağlamışlar, kâh gülmüşler… Sonsuza kadar mutlu olmuşlar. Gökten üç elma düşmüş; biri bana, biri dinleyene diğeri de bütün iyi insanlara olsun. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. ECE SERT 5/C CESUR ALPARSLAN Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Alparslan adında bir genç yaşarmış. Alparslan kralın kızına âşık olmuş. Ve kral da kızını evlendireceğini bildiren bir bildirge yayınlamış. Alparslan bu yarışmaya katılmak istemiş. Ve gidip kayıt yaptırmış. Kral kayıt yaptıranları toplayıp onlara yapmaları gerekeni bir bir anlatmış. Kral “Bambu ormanındaki kuyunun dibine inip oradaki üç kapıdan altın olanı seçer, devin gül bahçesine girmek için bilmecesini bilir, Gerçekler Nehri’ni geçerek altın yapraklı papatyanın gümüş yaprağını ilk olarak kim getirirse o kızımla evlenecek.” demiş.
Alparslan hemen annesinin iznini alıp yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; bambu ormanına varmış varmasına ama kuyuya nasıl ineceğini bilmiyormuş. Etrafa bakmış, bakmış ve kurumuş sarmaşıklar dışında hiçbir şey görememiş. Umudunu yitirmeden belki bu sarmaşık canlanır diye düşünmüş ve elindeki sudan birazcık sarmaşığa dökmüş. Bir de ne olsun, sarmaşık canlanıvermiş. Sarmaşık: - Beni ölümden kurtardın. Dile benden ne dilersen, demiş. Alparslan: - Şu kuyuya inmemi ve oradan sağ salim çıkmama yardım eder misin? Sarmaşık: - Elbette sen benim hayatımı kurtardın, demiş. Sarmaşıkla beraber Alparslan aşağıya inmiş. Sonra karşısına altın, gümüş ve bakır kapılar çıkmış. Altın kapıdan içeri girip biraz ilerleyince de karşısına kralın bahsettiği dev çıkmış. Dev: - Sana üç tane bilmece soracağım, bilmecelerimi bilirsen gül bahçesinden geçebilirsin. Ama bilemezsen midemi boylarsın, haberin olsun. Demiş. Alparslan: - Tamam kabul ediyorum, demiş. Dev: - Küçük küçük dişleri var ne de büyük işleri var? Alparslan:
- Buldum, cevap tarak. Dev: - Aferin şimdi ikincisini soruyorum. Gelişi aslan gibi, duruşu kaplan gibi, yayılır hasır gibi? Alparslan: Bunun cevabı da kedi. Dev: - Bunlar basitti ama bunu asla bilemezsin. Ağzı var konuşmaz, yatağı var uyumaz? Alparslan: - Cevap akarsu bundan basit ne var? Dev: - Tamam, delikanlı geçebilirsin ancak Gerçekler Deresi’nden geçerken “Herkes gerçekleri bilmeli!” demeyi unutma. Yoksa geçerken seni yutar. Bizim Alparslan gül bahçesini geçip Gerçekler Nehri’ne gelmiş. Alparslan: - Herkes gerçekleri bilmeli! Hemen sonra Gerçekler Nehri ikiye bölünmüş ve Alparslan da geçmiş. Biraz yürüdükten sonra karşısına altın yapraklı papatya çıkmış. Altın yapraklı papatya: - Niçin buralara kadar geldin delikanlı? Alparslan:
- Senin o gümüş yaprağını koparıp sevdiğimle evlenmek için. Papatya: - O iş o kadar kolay değil. Sana üç tane bilmece soracağım bilirsen gümüş yaprağımı koparırsın. Alparslan: - Tamam, kabul ediyorum. Demiş. Papatya: - İlk olarak burada konuşulur, orada duyulur bilmecesini cevapla. Alparslan: - Bunun cevabı telefon. Papatya: - Aferin, ikinci olarak uzundur ip değil, ısırır köpek değil bilmecesini cevapla. Alparslan: - Bu yılan. Papatya: - Bunları bilmiş olabilirsin ama şimdi soracağımı asla bilemezsin. On iki oğlu var, dört kızı var. Bil bakalım, o kim? Alparslan uzun uzun düşünmüş ve cevabını vermiş. - Yıl. Papatya: - Aferin, hepsini bildin. Gümüş yaprağım senin olsun.
Bizim Alparslan papatyaya veda ederek çıkışa ulaşmış. Ve sarmaşığa seslenerek yukarı çıkmış. Sonra koşturarak saraya gitmiş ve gümüş yaprağı krala uzatmış. Kral: - Aferin gümüş yaprağı getirdin. Şimdi ikinci ve son görevini sana söyleyeceğim. Eğer kızımla evlenmek istiyorsan ‘Kimsesizler Şatosu’nda yatan devin burnundan kıl alıp getireceksin. Demiş. Alparslan: - Elbette kralım. Başüstüne, demiş. Hemen hazırlıklarını yapıp ertesi gün yola çıkmış ama bu sefer yanına atı Gülsarı’yı almış. Kimsesizler Şatosu’na doğru yola çıkmışlar. Yolda bir ebabil kuşu görmüşler. Gözlerine inanamamış, ebabil kuşları yeryüzüne inmezmiş. Yanına gittiğinde ebabil kuşunun yaralı olduğunu görmüş. Ona yardım ederek yarasını sarmış ve su içirmişler. Ebabil Alpaslan’a teşekkür ederek: - Sen bana çok yardımcı oldun. Ben de sana zor durumda yardımcın olması için bir cümle öğreteceğim. O cümleyi söylediğinde zor durumdan kurtulacaksın, demiş. Ve kuş uçmuş, gitmiş. Yoldaşı Gülsarı ile gide gide Kimsesizler Şatosu’nun önüne gelmişler. Kimsesiz kılığına girmiş. Sonra gece devin odasına girmek için plan yapmış. Horul horul uyuyan devin yanına girmek onu çok korkutuyormuş. Ama cesaretini toplayarak ebabil kuşunun öğrettiği cümleyi söyleyip devin yanına yaklaşmış, burun kılını koparıp hemen Gülsarı ile kaçmış. Krala devin burun kılını gösterince çok mutlu olmuş. Kral, kızı prenses Hüma ile Alparslan’ın kırk gün kırk gece süren düğünlerini yapmış. Ve onlar da mutlu mesut yaşamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. ELİFSU GÜRBÜZ 5/B
UNUTKAN ZOZO Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ninem düştü beşikten, babam düştü eşikten. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Hemen kaçtım oradan. Az gittim, uz gittim; dere tepe düz gittim, bir de baktım ki ne göreyim bir arpa boyu yol gelmişim. Sözü fazla uzatmayalım, masalımıza başlayalım. Çok uzaklarda, Kaf Dağı’nın bile ardında, sadece çocukların, hayvanların ve bitkilerin yaşadığı çok güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin adı Sevgitopya’ymış. Her ülke gibi bu ülkenin de bir yöneticisi varmış. Ülke yöneticisi çocukların, hayvanların ve bitkilerin ortak oylarıyla seçilirmiş. Bu ülkenin yöneticisi de Zozo adında bir balıkmış. Ama balıkların hafızası iyi olmadığından Zozo da hangi konuda, ne karar verdiğini hemen unutuyormuş. Bu durumda ülkede ciddi sorunlara yol açıyormuş. Zozo yönetici seçildikten birkaç yıl sonra ülkede su sorunu ortaya çıkmış. Neredeyse hiçbir canlı su bulamamış, bu yüzden açlık ve hastalık baş göstermiş. Ülkenin güzelliği ile dillere destan olan, selvi boylu, kıpkırmızı yapraklı, pespembe gövdeli çiçeği Camgüzeli bu duruma daha fazla dayanamamış ve Zozo’nun yanına gitmiş. Sorunu Zozo’ya anlatmış. Zozo her şeyi dinledikten sonra Camgüzeli’ne şöyle demiş: “Camgüzeli üzülme, sen git şimdi evine. Ben bu sorunu çözerim, yoksa uyku girmez gözüme.” Camgüzeli sevinçle, halka sakin olmalarını, Zozo’nun bu sorunları çözeceğini söylemiş. Fakat günler ayları, aylar yılları kovalamış ama Zozo her şeyi unutmuş. Ülkede açlık, susuzluk, hastalık günden güne artmış. Zozo ne yapacağını şaşırmış. İki gözü iki çeşme bir gölün başında ağlarken yanına ilginç giyimli, başında renkli tüyler olan bir çocuk gelmiş. “Niye ağlıyorsun balık kardeş?” demiş. Zozo, çocuğa bakarak: “Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Ben bu ülkenin yöneticisiyim. Ülkemin sorunlarını, unuttuğum için çözemiyorum. Ülkemde açlık, susuzluk aldı başını gidiyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.” demiş. Sonra
gözyaşlarını silip çocuğa dönerek; “Sen kimsin, nereden gelip nereye gidersin?” diye sormuş. “Ben bir Kızılderiliyim. Adım Mika. Çok uzaklardan geliyorum. Farklı yerler, farklı kültürler tanımak için diyar diyar geziyorum.” demiş. Geçtiğim bir yerde insanlar, robotlar ülkesinden bahsediyordu. Orada her şey bilgisayarla yönetiliyormuş. Orayı bulursak belki senin sorununa da çare buluruz, demiş. Bu fikir Zozo’nun çok hoşuna gitmiş. Hemen yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, sonunda robotlar ülkesine gelmişler. Bu ülkede ne insan ne hayvan ne de bitki varmış. Her yer dağlık ve her yerde robotlar varmış. Mika ile Zozo bu ülkeyi hiç sevmemişler. Robotlar bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturup duruyorlarmış. Ülkede savaş hazırlığı yapılıyormuş. İki robot gelip Mika ile Zozo‘yu yakalayarak ülkenin yöneticisine götürmüşler. TK3 dedikleri bu robot, robotların başıymış. Çok büyük olan bu robotun karnının ortasında ve başında renkli ışıklar yanıp sönüyormuş. TK3, Zozo ve Mika’yı görünce öfkeyle bağırmış. “Bu ülkeye benden izinsiz hiçbir canlı giremez! Siz ne cesaretle benim ülkeme girersiniz!” demiş. Mika korkuyla, “Kötü bir niyetimiz yok. Biz sizden yardım istemeye geldik.” demiş. Zozo, “Ben Sevgitopya ülkesinin yöneticisiyim. Adım Zozo. Unutkanlığım yüzünden ülkemin sorunlarını çözemiyorum. Ülkem zor durumda ne olur bana yardım et.” demiş. TK3 bugüne kadar buraya bizi hep yok etmek için geldiler, ilk defa birileri benden yardım istiyor’’ demiş. Zozo “Benim ülkemde sevgi var, dostluk var, barış var. Biz hiçbir şeye zarar vermeyiz. Benim ülkeme kötülük giremez.” demiş. Bu sözlerden çok etkilenen TK3 “Size yardım ederim ama karşılığında bize sevgiyi ve barışı öğreteceksin.’’ demiş. Zozo hem şaşırmış hem de çok sevinmiş. TK3 elinde bir çift ayakkabıyla Zozo’nun yanına gelmiş. Bunlar akıllı ayakkabılar. Bunları giydiğin zaman hiçbir şeyi unutmazsın. Her şeyi not eder ve sana hatırlatır. Yeni fikirler verir. Böylece ülkeni rahat ve huzurlu bir şekilde yönetirsin, demiş.
Zozo çok mutlu olmuş. Hemen ayakkabıları giymiş. TK3’e sevgiyi ve barışı öğretmiş. Robotlar artık savaşa değil barışa programlanmışlar. Zozo ile Mika vedalaşarak Sevgitopya’ya gitmek üzere yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler sonunda Sevgitopya’ya gelmişler. Mika ile kısa sürede ülkenin bütün sorunlarını çözmüşler. Halk eski huzurlu ve mutlu günlerine kavuşmuş. Kırk gün kırk gece kutlama yapmışlar. Mika bu ülkeden çok etkilenmiş. Bütün canlıların birlikte barış içinde sevgiyle yaşamalarını çok sevmiş. Çünkü Kızılderililer de savaşçıl bir toplummuş. Mika da kendi kabilesine sevgiyi, barışı öğretmeye karar vermiş. İki dost tekrar görüşmek üzere sözleşmişler. Mika’yı sevgiyle uğurlamışlar. Zozo ve halkı uzun yıllar sevgi ve barış içinde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü biri bana, biri Başak öğretmenime, biri de bu masalı okuyan arkadaşlarımın başına. ONUR ALP ASLAN 5/B CESUR PRENSES Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ip koptu beşik devrildi. Anam kaptı maşayı babam kaptı meşeyi döndürdüler dört köşeyi. Zor attım kendimi dışarı. Kaç kaç kaçmaz mısın? Vardım bir pazara, bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim; at bir tekme salladı geri dur diye. Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri, cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne'ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar, delidir diye. Babamdan haber geldi onun eski huyudur diye. Bereket inandılar tutup beni saldılar. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım.
Çok eski zamanlarda büyük ve sakin bir ülkede bir prenses yaşarmış ama bu prenses bildiğimiz prenseslerden değilmiş. Pembe elbiseler giyip pofuduk saçlar yapmayı sevmez, bunun yerine atına binip ormana gitmeyi, zorlu sporlar yapmayı ve tehlikeli işlere kalkışmaya bayılırmış. Kızının bunları yaptığını gören kralın aklı çıkarmış. Kral ise kızının iyi bir adamla evlenmesini ve gözünün arkada kalmamasını istiyormuş. Prensesin annesi de böyle biriymiş. Kraliçe de böyle tehlikeli bir işe kalkışınca ölmüş. Bu yüzden sakınırmış kızını dünyadan. Kızını da kaybetmekten korkarmış. Bir gün prenses dışarı çıkmış gizlice. Malzemelerini almış ve karşıki dağa tırmanmak için yola çıkmış. Çok da yüksek değilmiş aslında. Kız varmış, dağa tırmanmaya başlamış. Çok iyiymiş bu konularda. Tam zirveye varacakken prensesin ayağı kaymış ve bacağı yaralanmış. Zirveye varmış ve hızlıca şatosuna dönmüş. Babası korku içinde onu taht odasında bekliyormuş. Prenses bacağını çantasıyla örtmüş. Kızını gören kral korkudan ne söyleyeceğini şaşırmış prenses yarasını gizlemeye çalışıyormuş. Kral kızının yanına yaklaşıp çantayı almış. Kral kızın bacağındaki yarayı görünce kanı donmuş. Prenses ise babasının korkmaması gerektiğini açıklamaya çalışıyormuş. Kral kızına dönerek ona yaptığı işin tehlikeli olduğunu açıklamaya çalışmış. Prenses babasının laflarını aldırmadan odasına dönmüş. Prenses üstünü değiştirip yatağa yatmış. Kısa sürede uykuya dalmış. Kral prensesin odasına girmiş ve hafifçe kızının saçlarını okşamış. İçinden de “Ben bu kızla nasıl baş edeceğim?” diye düşünüyormuş. Karısına ölmeden önce kızını koruyacağına söz vermiş. Güneş açar açmaz prenses yatağından kalkmış ve koşarak taht odasına gitmiş. Dün babasından gizlice dağla gittiği için özür dileyecekmiş. Taht odasına girdiğinde odanın boş olduğunu fark etmiş ve yakındaki bir hizmetçiye babasının nerede olduğunu sormuş. Hizmetçi ise bunu prensese söyleyemeyeceğini açıklamış. Prenses ne olup bittiğini anlayamamış. Tüm sarayda babasına aramaya başlamış. En sonunda kralı toplantı odasında bulmuş. Yanında prensesin yaşlarında iki kız varmış. Kral teşekkür edip kızlarla odadan çıkmış. Prensesi gören kral kızına hafifçe sarılmış ve toplantı odasındaki iki kızla tanıştırmış. Prenses ne olup bittiğini babasına sormuş. Kral da kızına her şeyi anlatmış. Meğerse bu iki kız prensesin yeni yardımcılarıymış. Prensesin tehlikeli işlere
kalkışmamasını sağlayacaklarmış. Kral prensesin bunu kabul etse de etmese de katlanmasını söylemiş. Prenses babasının ona bunu yapmasına çok bozulmuş. Aslında yeni yardımcıları hiç fena değilmiş. Bir gün prenses yine karşıki dağlara tırmanmaya gitmek istemiş fakat prensesin yardımcıları buna izin vermemiş. Prenses bu işe iyice bozulmaya başlamış. Bir gün sarayın en alt katına inip camdan kaçmış. Prensesi bulamayan iki yardımcı kız ne yapacaklarını şaşırmışlar. Prenses sonunda dağa tırmanmayı başarmış ve şatosuna geri dönmüş. Prensesi bulan iki yardımcı kız kızın yalvarmasıyla olanları krala söylememeye karar vermişler. Bir gün yakınlardaki bir krallıkta hırsızlık olayları olmaya başlamış ve bu ülkenin kralı prensesin babası ile çok yakınmış. Kral arkadaşına yardım edeceğine söz vermiş ve çalışmalara başlamış. Ne yaptılarsa hırsızları bulamamışlar. Prenses bu olayı öğrenmiş ve hırsızları bulmaya karar vermiş. Önce bir kaçış planı hazırlamış. Ardından da olayları araştırmaya başlamış. Anlamış ki bu hırsızlar yakınlardaki krallığın orta meydanında görülmüş. Prenses hemen çantasını hazırlayıp bu gece kaçmaya karar vermiş. Siyah bir cübbe giyip atıyla yakınlardaki krallığa gitmiş. En sonunda geceleyin orta meydanda korkutucu görünüşlü bir adam görmüş. Ama bu adamla tek başına baş edemeyeceğini anlamış. Ancak yanına yardıma gelecek kimsesi yokmuş. Prenses atına binmiş ve gizlice gördüğü ilk ara sokağa girmiş. Aniden prensesin aklına bir fikir gelmiş. Yan taraftaki tezgâhtan atının en çok sevdiği meyve olan elmayı almış ve yanında getirdiği ipe bağlamış. İpi hafifçe çekerek atını peşinden getirmiş. Prenses hırsızın yanına yaklaşmış. Tam atını hırsıza yaklaştırıp bir hamle yapacakmış fakat hırsız son anda prensesi fark etmiş. Hırsız prensesi kovalamaya başlamış. Prenses atına binip kaçmaya başlamış. Hırsızın hamlesiyle prenses atından düşmüş. Hırsız prensesi yakalamış ve kızı bağlamaya başlamış. O sırada prensesin sadık atı hırsızın kafasına çifte atmış ve adamı bayıltmış. Prenses iplerden kurtulmuş. Hırsız yerde bayılmış ama prenses bu kadar hırsızlığın tek bir kişiyle olmadığına eminmiş ama başka kimseyi görmüyormuş. Prenses bu şartlar altında yakaladığı adamı bağlayıp şatosuna dönmüş. Acele ile babasını uyandırmış ve olanları anlatmış. Kral duyduklarına inanamamış. Hem korkmuş hem de kızıyla gurur duymuş. Krallığın en iyi şövalyeleri ve mahkemeleri adamı sorguya almış ve en sonunda tüm
çeteyi yakalamışlar. Bu olayların sonunda kral kızıyla gurur duymuş ve onu büyük bir törende madalyayla ödüllendirilmiş. Artık kızının kendi ayaklarının üzerinde durabildiğini ve ona bir eş aramaması gerektiğini anlamış ve kızının kararlarına saygı duymuş. En sonunda prenses ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Beril Nil Topaç 5/D İYİ KALPLİ PRENSES VE CAN Bir varmış, iki yokmuş. Üç şaşırmış, dört korkmuş. Sıra beşe gelince, Gürgür Baba gürlemiş: “Kalkın bulun bakalım, kayıp kardeş neredeymiş?” Eksiği fark edince tüm suratlar ekşimiş, altı ile yedi de yemeğini yememiş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ormanda yaşayan beş çocuklu fakir bir aile varmış. Evin en büyük oğlu Levent on beş yaşında, üçüz çocuklar olan Gül, Lale ve Nergis on bir yaşlarında, en küçükleri olan Can ise sekiz yaşında imiş. Bu aile, geçimlerini ormandan topladıkları odunları satarak sağlıyorlarmış. Ormana gittiklerinde birkaç gün geri dönmüyorlar ve bu sürede çocukları evde bırakarak en büyük oğulları Levent’e teslim ediyorlarmış. Bir gün yine odun toplamak için çocukları evde bırakarak ormanın derinliklerine doğru gitmeye karar vermişler. Can, o gün anne ve babasıyla birlikte odun toplamaya gitmek istemiş ve onlara çok yalvarmış. Fakat, annesi çok uzaklara gideceklerini, ormanda çok tehlikeli devlerin ve hayvanların olduğunu, onların olduğu yerlerden geçeceklerini anlatmış ve bu uzun yolda yorulacağını ve tehlikeye girebileceğini anlatarak götüremeyeceklerini söylemiş. Ona evde kardeşleriyle birlikte kalmasının daha doğru olacağını söyleyip evden ayrılmışlar. Anne ve babasından ayrı kalmak istemeyen Can, onların sözünü dinlemeyip evden uzaklaştıklarını görünce kardeşlerinden habersiz evden çıkarak bir süre onları gizlice takip etmiş. Fakat birkaç saat sonra yorularak anne ve babasının izini kaybetmiş. Can, bir süre sonra korkmaya başlamış, anne ve babasını telaşla aramaya ve bulmaya çalışmış. Can’ın
aklına ormandaki devler gelmiş, devler tarafından ezilme ve aç kurtlar ile ayılar tarafından yenme tehlikesi olduğunu düşünmüş. O sırada, kardeşleri evde Can’ı göremeyince endişelenmişler ve her tarafı arayıp taramışlar ancak hiçbir yerde kardeşlerini bulamamışlar. Kardeşlerini bulamayan çocuklar bu durumu anne ve babalarına nasıl açıklayacaklarını düşünüyorlarmış. Can, ormanda anne ve babasını bulabilmek için çok yol yürümüş, yüksek dağları geçmiş. Artık tamamen kaybolmuş, anne ve babasını bulamadığı gibi evlerinin yolunu da kaybederek hiç bilmediği yerlere gelmiş. Yorgunluktan bitap bir şekilde bir mağaraya sığınmış ve uykuya dalmış. Bir ses ile uyandığında garip horultular duymuş, sesi dinlediğinde mağarada başkalarının da olduğunu anlamış. Dikkatlice baktığında derinliklerde kocaman bir şeylerin yattığını görmüş ve devlerin de orada uyudukların anlamış. Hemen sessizce oradan kaçmış ama bir süre sonra karşısına kocaman bir ayı ve yavruları çıkmış. Şimdi bir tehlike ile daha karşı karşıya kalmış. Hemen bir kayanın arkasına saklanmış, anne ayı onu görmemiş ancak yavru ayı bir ara yanına gelmiş onu koklamış koklamış ama geri dönmüş. Çok şanslı olduğunu düşünmüş. Ayılar oradan uzaklaştıklarında tekrar koşarak kaçmaya başlamış, sonunda kralın sarayına kadar gelmiş. Can, biraz dinlenebilmek için sarayın önünde oturmuş. Bir ara başını sarayın bir penceresinden içeriye doğru uzatmış ve merakla ne olduğuna bakıyormuş. İçeride kral, kralın kızı ve bir hekim varmış. Aralarında konuşuyorlarmış, hekim krala şöyle demiş: - Kralım kızınızın artık bu sarayda yaşaması çok zor, kapalı bir alan olduğu için rahatça gezemez ve hava alamaz. Bu nedenle, bir dağ evinde ya da ormanlık alanda küçük bir evde rahatça yaşayabileceği bir yer gerekiyor. Yoksa kızınızın hastalığı ilerler ve kötü şeylere neden olabilir demiş ve saraydan ayrılmış. Kral, hekimin dediğini yapmaya karar vermiş ve kızını mecburen bir dağ evine yerleştirme kararı almış. Kızına eşyalarını toparlayıp saraydan ayrılması gerektiğini hüzünlü bir şekilde söylemiş.
O sırada sarayın önünde oturan Can’ı gören kötü kalpli bekçi, Can’ı yakalamış ve kucağına alarak saraya götürmüş. Can hakkında kötü planları varmış. Ertesi gün kral kızını ormandaki dağ evine yerleştirilmek üzere yola çıkarmış, ayrılmadan önce kızına şöyle demiş: - Oralarda kendine çok dikkat et, bana her gün mektup yolla, ben de sana yollayacağım. Ne olup bittiğini bana mutlaka yaz. Diyerek kızını uğurlamış. O sırada Can’ın annesi ve babası olanlardan habersiz bir şekilde ormanda odun topluyorlarmış. Can’ın kardeşleri ise artık çok endişelenmeye ve dışarı çıkıp onu biraz da dışarda aramaya başlamışlar. Can’ın annesi ve babası ormanda odunlar ararken çok yorulmuşlar ve karşıda bir ev görmüşler. Biraz soluklanmak için o eve doğru yürümüşler. Bir de ne görsünler, bu ev kralın kızını kalması için gönderdiği evmiş, kız onlardan kısa süre önce oraya gelmiş ve yerleşmiş. Korkan ve çekinen anne ve baba evden uzaklaşmaya çalışırken evin camından dışarıyı seyreden kralın kızı onları görmüş. Merhametli kız, onları içeriye almış, karınlarını doyurup evinde misafir etmiş. Anne ve baba orada bir gece kalmış, prensesle sohbet edip dertleşmişler. Daha fazla kalamayacaklarını belirterek ayrılamaya karar vermişler. Tam evden çıkarlarken, kızının hasretine dayanamayan kraldan bir mektup gelmiş. Hemen mektubu açan prenses okumaya başlamış, mektupta söz verdiği gibi sarayda ne olup bittiği, ne yaşandığı ve kendisi hakkında bilgiler varmış. O sırada kız, mektubu dışından okuyormuş. Mektupta, sarayda Can adında bir çocuğun misafir edildiğini duyan anne ve baba kıza; - Sevgili prenses, çocuk hakkında daha fazla bilgi var mı? Diye sormuşlar. Prenses de diğer bilgileri onlara okumuş, mektubun devamında ise kötü kalpli bekçinin kraldan izin alarak çocuğu bir aileye vereceği yazıyormuş. Can’ın anne ve babası duydukları karşısında çok kormuşlar ve çocuğun kendi çocukları olabileceğini söylemişler. Hemen saraya giderek çocuğu görmeleri gerektiğini prensese anlatmışlar, prenses de onların saraya götürülmesini görevlilerden istemiş. Merhametli ve çok iyi kalpli olan prenses görevlilere giderken bir de babasına verilmek üzere bir mektup yazmış.
Saraya ulaşan anne ve baba hemen kralın huzuruna götürülmüş, olan biteni Açıklamalı [md1]: Bitirme cümlesi yazılacak. anlatmışlar. Çok geç kaldıklarını ve bekçinin onu götürdüğünü söylemiş. Kral kızından gelen Açıklamalı [12R1]: Tamamlandı mektubu da okuyunca hemen aileye yardım etmeye karar vermiş ve etrafına emirler vererek çocuğu bulmalarını istemiş. Bir taraftan anne ve babası bir taraftan görevliler Can’ı bulmak için aramaya başlamışlar. En sonunda anne ve babası bekçi ile Can’ı ormanda bir dere kenarında bulmuşlar. Görevliler de gelerek bekçinin elinden Can’ı kurtarmışlar. Umutsuzca Can’ı arayan kardeşleri onu bulamadan eve üzgün bir şekilde dönmüşler. Anne ve babalarına bu acı haberi nasıl vereceklerini düşünürken eve girdiklerinde Can’ı anne ve babası ile sohbet ederken görmüşler. Mutluluktan havalara uçmuşlar, koşup birbirlerine sarılmışlar. Kötü kalpli bekçi ise çocuğu bir aileye teslim etmeyip ormana götürdüğü için kral tarafından en ağır cezayla cezalandırılmış. Masalın sonunda kazanan yine iyiler olmuş. Gökten üç elma düştü; birisi bana, birisi dinleyenlerin başına, birisi de iyi olanların başına. CEYDA YEŞİLYURT 5-B
Search
Read the Text Version
- 1 - 19
Pages: