Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore BEYCUMALI YAZARLAR

BEYCUMALI YAZARLAR

Published by Miray Karabacak, 2021-06-16 16:24:14

Description: KENDİLERİ KÜÇÜK KALPLERİ BÜYÜK YAZARLAR

Search

Read the Text Version

KÜÇÜK KENDİLERİ KÜÇÜK KALPLERİ BÜYÜK YAZARLAR

İÇİNDEKİLER: SUNUŞ ÖNSÖZ BÖYLEDİR BEYCUMA’DA HAYAT - (MEDİNE ERGİN) 5 BEYCUMA ADI NEREDEN GELİYOR? - (TUNAHAN ALTUNTAŞ) 6 ŞEHİT ÖĞRETMEN HAMZA HALİT SÜLÜN’ÜN 8 ANNESİNDEN MEKTUP VAR - (NURTEN SÜLÜN) İŞTE ZONGULDAK - (MEDİNE AKALIN) 10 ATATÜRK ZONGULDAK’A GELDİ - (MİRAY KARABACAK) 11 BEYCUMA - (KADİR YILMAZ) 14 ADNAN AMCA VE ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN - (İREM ÇAKMAKLI) 15 MEMLEKETİM ZONGULDAK - (MEDİNENUR ÇETİNKAYA) 17 HALİME’M TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ - (FATİH EMRE ARICI) 18 ÖĞRETMENİMİN İZİNDE - (ELİF ÖZTÜRK) 20 TUZ, ŞEKER VE PULBİBER BEYLİĞİ - (ESMANUR YALILI) 24 GÜZEL KOKULU ÇİÇEKLER VE PRENSES - (YAĞMUR AKOL) 27 ZONGULDAK İSLAMKÖY’DEN GEÇEN İPEK YOLU’NDA 29 İPEK SULTAN İLE ZAZAN EFSANESİ - (YAVUZ SELİM USTA) ZONGULDAK - (FATİH EMRE ARICI) 31 BEYCUMA’DAN KARELER 32 ÖĞRENCİ ÇİZİMLERİ 39 İTHAFLAR 44 TEŞEKKÜR 48 HAZIRLAYAN-EDİTÖR : MİRAY KARABACAK (TÜRKÇE ÖĞRETMENİ) DİZGİ-MİZANPAJ : BARIŞ DİNÇ BASKI-CİLT : EKİN MATBAASI - DEMOKRAT ÇAYCUMA GAZETESİ Çay Mah. Saray Sokak Oral İşhanı Kat:1 No.6/B Çaycuma/ZONGULDAK Tel: 0372 615 11 94 - Gsm: 0545 349 41 91

İSTİKLÂL MARŞI Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl! Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl, Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar; Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, \"Medeniyet!\" dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın… Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın. Bastığın yerleri \"toprak!\" diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı; Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli: Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım; Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım; O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl; Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl! MEHMET AKİF ERSOY

SUNUŞ Her şey sevmekle başlar. Sevgi, her kapının kilidini açabilir. Hangi işi yaparsanız yapın, eğer o işi sevgiyle yapmıyorsanız başarıya ulaşmanız pek mümkün değildir. Eğitim, bir gönül işidir. Yaptığınız işe gönül bağı ile bağlı olmak gerekir. Eğitime gönül vermiş biri olarak Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulunda müdürlük görevini yürütmekteyim. Eğitim, anne karnından başlayıp ömür boyu devam eden bir süreçtir. İnsanoğlu; her zaman öğrenmeye açık olmalı, kendini geliştirmelidir. Eğitim-öğretimin sadece okullarda olamayacağını, her koşulda ve her yerde eğitim- öğretimin devam edebileceğini şu süreçte görmüş olduk. Ayrıca eğitimde ailenin de ne kadar önemli olduğunu yakinen tecrübe ettik. Yaşamakta olduğumuz pandemi sürecinde, her zaman öğrencilerimizin yanında olmaya çalıştık. Uzaktan eğitim yoluyla çocuklarımızın motivasyonunu hep yüksek tutmak için çaba gösterdik. “Önce insan’’anlayışıyla çıktık yola, bu yolda akademik olduğu kadar manevi olarak da öğrencilerimizin yanlarındaydık ve yanlarında olmaya da devam edeceğiz. Eğitim-öğretim sadece sınava dayalı bir süreç değildir. Önemli olan çocuklarımızı hayata güzel bir şekilde hazırlamak. Bizler Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu personeli olarak bu kapıdan çıkıp ayrılan çocuklarımızın; yere hep sağlam basmasını, hayatta zorluklar karşısında yılmamasını, güçlü bireyler olarak yetişmesini istemekteyiz. Güçlü bireyler yetiştirelim ki ileride kendi kararlarını rahatça alabilen ve aldığı kararları uygulayabilen insanlar olsunlar. Bizim görevimiz, onları hayata hazırlamak. Okumak… Bizlerin de bu yola çıkış süreci okumakla başladı aslında. İnsanoğlu her geçen gün okumalı, kendini geliştirmeli. Çağın ötesine geçmek ancak okuyarak, araştırarak olur. Gayemiz; okuyan, araştıran, sorgulayan bir nesil yetiştirmek. Bu amaç doğrultusunda iyi yol kat ettiğimizi görmek, çocuklarımızın çıkarmış olduğu bu güzel eserde, bu satırları yazmak biz öğretmenler için de çok güzel bir anı oldu. Kitap okuyarak özgürlüğe çıkan çocuklarımız şimdi kendi hikayelerini, şiirlerini yazıyorlar. Dilerim; okumaktan, yazmaktan hiç vazgeçmezsiniz. Bu güzel eseri sizlerle buluşturduğumuz için mutluyuz, gururluyuz. Emeği geçen öğrencilerimize , bu projeyi hayata geçiren Türkçe Öğretmenimiz Miray KARABACAK’a desteklerini esirgemeyen tüm öğretmen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Orhan ISLAK Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu Müdürü

ÖNSÖZ Her çocuk bir şairdir, yazardır, sanatçıdır. Yeter ki kendini keşfetsin, fırsat verilsin… Zonguldak Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulunda öğrencilerimiz; kitapları sevdiler, bir dönemde kırk, elli, altmışlara varan kitaplar okuyarak kitap kurtları oldular. Sonra bu kitap sevgisini bir ileriye taşıyıp kendini, yaşadığı çevreyi tanıyıp yeteneklerini keşfe çıktılar. Düşüncelerine biraz mutluluk, umut, hayal, bolca sevgi katıp yoğurdular . Tüm dünyaya, doğaya, her şeye sevgiyle bakan masum yüreklerin dokundukları her yerde çiçekler zuhur etti. Gökyüzüne merdiven dayayıp şiirin tellerine dokundular, mısra mısra şiirler serpiştirdiler yeryüzüne. Zifiri karanlıkta hikayeden yıldızlarla aydınlattılar kalpleri. Kaf Dağı’nın ardındaki çöllere masaldan sahralar yaptılar. En kıymetli hazineleri olan hayallerini; bonkörce gözlerimizin önüne serdiler, bizlere nefes oldular. Onlar, sözcüklerin de ötesine gittiler. Beycumalı Küçük Yazarlar “Kendileri Küçük, Kalpleri Büyük Yazarlar’’ herkesin hayatlarında yeni bir sayfa açabilmek, rengarenk izler bırakabilmek için yazdılar. Yazma maceramızda kuşlar gibi uçtuk, balıklar gibi yüzdük, az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, kelimelerle gökkuşağından kaydırak yaptık, bir duygudan diğer duyguya seksek oynayarak atladık. Öğrencilerimle birlikte çıktığımız bu yazma maceramızda pusulamız sevgiydi, limanımızsa tecrübe, farkındalık, gelişim ve mutluluk oldu. Beycumalı Küçük Yazarlarla şiirlerimizi, hikayelerimizi, masallarımızı; hayatlarınıza katık yapmaya geldik. Öğrencilerimin ilk defa tecrübe ettiği bu çalışmada onların heyecanını, mutluluğunu paylaşmak benim en büyük kazancım oldu. Beycumalı Küçük Yazarlar’ın bahtları açık olsun, ellerinde sevgiyle tuttukları kalemleri hiç susmasın. Miray KARABACAK Türkçe Öğretmeni

BÖYLEDİR BEYCUMA’DA HAYAT Sabah, güneşin doğuşuyla açılır dükkanlar, Güler yüzlü Beycumalıları beklerler, Kahvelerinde tatlı bir sohbet başlar, Böyledir Beycuma’da hayat. Beycuma’nın çiyceli malayı, Bir başkadır kuyu kebabı, Hiç denediniz mi börek üstü tavuğu? Böyledir Beycuma’da hayat. Yardıma mı ihtiyaç var, hep birlikte koşulur, Dertlere derman olunur, Herkes birbirine selam verir, hal hatır sorulur, Böyledir Beycuma’da hayat. Bahar gelince rengarenk çiçeklerle örtünür kırlar, Bahçelerde hummalı bir telaş başlar, Sofraları hep bereketle dolar, taşar, Böyledir Beycuma’da hayat. Yağmur yağarken geçilir cama, Burcu burcu ıhlamur kokusu gelir burnuma, Yüreğimde, sevgiden bir nakış işler yemyeşil doğa, Böyledir Beycuma’da hayat. Medine ERGİN 7/A SINIFI 5

BEYCUMA ADI NEREDEN GELİYOR? Bir zamanlar küçük, sevimli bir kasaba varmış. Zonguldak’tan yola çıkıp yarım saat gidilince karşımıza çıkan bu doğa cennetinden Ankara yolu da geçermiş o zamanlar. Köyleri, mahalleleri, sokakları dolar taşarmış insanlarla. Bu kasabada herkes birbirini tanır, severmiş. Kasabanın en kalabalık olduğu gün cuma günüymüş. Bunun sebebi de cuma günleri, kasabada pazar kurulmasıymış. Her cuma günü kasabada esnaf, pazarcılar birer tezgah açar; müşteri beklerlermiş. Civar köylerde cami de yokmuş. Yörenin en büyük ve kalabalık yeri bu kasaba olduğu için köylerin ileri gelen beyleri toplanıp bu kasabadaki camiye gelirlermiş. Hatta cuma günü kasabaya inmeyen beyler ayıplanırmış. Şirin mi şirin bu kasabanın manzarasını seyretmek, kasabada çalışan insanların işlerini bir tutkuyla yaptıklarını görmek; beyleri mutlu edermiş. Bu beyleri, kasabaya gelince herkes hoş bir şekilde karşılarmış. Beyler; meyve-sebze pazarına gidip oradaki insanlar ile güle oynaya alışverişlerini yapar, alacaklarını alırlarmış. Beyler; her uğradığı tezgahta veya her girdiği dükkanda ya çay, kahve ya da soğuk ayran, kızılcık şerbetiyle ağırlanırlarmış. Bütün hafta evin gündemi; kasabada olup biten, satılan, yapılanlar olurmuş. Namazlarını kılan beyler, çocukları için de bir şeyler alırlarmış ve daima poşetin içinden beylerin almadığı bir bisküvi veya çikolata çıkarmış; o da dükkan sahibinden çocuğa, küçük bir hediye olurmuş. Beyler daha sonra kahveye gidip oradaki insanlarla muhabbet edip ardından evlerinin yolunu tutarlarmış. Eve gelince çocuklar, hemen poşetleri karıştırıp acaba babam bize ne aldı, diye bakarlarmış. Babaları şaka yapmak için onlara aldığı şeyleri dışarda bırakırmış. Çocuklar kendilerine bir şey alınmadığını sandıklarında yüzleri beş karış olurmuş. Babaları onları öyle görmeye dayanamayıp aldıklarını dışarıda bıraktığını söylermiş. Dükkan sahiplerinin gönderdiği hediyeler çocukları ayrı bir mutlu edermiş. Kasabada akşam olur, herkes yemek sofrasına oturup önce mis gibi kokan tarhana/mısır çorbasını içer, daha sonra da genellikle ıspanak mancarı, ıslama veya kendi bahçelerinde yetiştirilen ürünlerle yapılan yemekler ile devam ederlermiş. Yemekten sonra çaylar alınır, ocak başında dinlenilir, günün yorgunluğu atılırmış. Kasabada, kışın yağan ilk kara, pekmez döküp yemek ayrı güzel bir gelenekmiş. Yazınsa hasat sonrası; kazanlarda pekmez kaynatılır, kışlık konserveler yapılır, buğdaylar pişirilirmiş. Hele hele mısır zamanı; çocukların her biri, bir mısır koçanı alıp getirir, çubuklara taktıkları mısırları közde pişirir, güle oynaya yerlermiş. Geç saatlere kadar köyün genci, yaşlısı,çocuğu bu kazanların etrafında toplanır; hikayeler, masallar, efsaneler anlatırlarmış. 6

Bir gün kasabada yaşayan insanlar, birçok yerleşim yerinin birer ismi olduğunu fark etmişler. Yine bir cuma günü, namaz sonrası kasabanın ileri gelenleri şöyle bir konuşma yapmışlar: Fark ettiyseniz bazı yerleşim yerlerinin resmi isimleri var. Bizim neden olmasın? Herkes haftaya kadar isim düşünsün, demişler. Kasaba halkı düşünmüş, taşınmış; diğer yerlerin isimlerine bakmışlar ve çoğu yerin isminin orada yaşanan bir olay ile ilgili olduğunu fark etmişler. Bazılarının akıllarına Beylerin her cuma günü kasabaya gitmeleri gelmiş. Bu konu ile alakalı akıllarına hangi kelime geldiyse yazmışlar. Aradan günler geçmiş, yine cuma günü gelmiş, namazlarını kılıp yine isim işini tartışmışlar. Bazısı \"Cumabey\", bazısı \"Beyincuması\", bazısı ise \"Beycuma\" demişler. \"Beycuma\" dendi mi herkes bir durup düşünmüş. Kasaba halkı “Bey ile Cuma’’ kelimelerini birleştirip Beycuma denmesini çok anlamlı ve güzel bulmuşlar. Böylece karar verilmiş Beycuma ismine. O günden sonra kasabanın ismi resmen Beycuma olmuş. Kasabanın girişlerine kocaman BEYCUMA yazmışlar. Beycuma’nın adının nereden geldiğiyle ilgili anlatılagelen diğer rivayet de şu şekildedir: Osmanlı Devleti döneminde bölge Rum diyarı iken bu bölgeyi ıslah için gelen Gazi Mehmet Paşa, bölgeyi Türk yurdu yapmıştır. Üç oğlunu Çaycuma, Beycuma ve Mengen’e Bey olarak yerleştirmiştir. Gazi Mehmet Paşa daha sonra Belgrat'ta şehit olmuş ve oraya gömülmüştür. Gazi Mehmet Paşa’nın oğullarından birinin adının ise İsmail Bey olduğu kabul edilmektedir. Beycuma’da halen İsmailbeyoğlu adıyla yerleşim yeri bulunmaktadır. Beycuma ile ilgili kaynaklarda yer alan diğer bir bilgi ise Beycuma Müderrisi Hüseyin Efendi hakkındadır. Milli Mücadele döneminde Beycuma’da müderrislik yapan Hüseyin Efendi, Kurtuluş Savaşı döneminde (1919-1922) köylerde düşman işgaline karşı mücadele edilmesi için konuşmalar yapmış ve halkı bilinçlendirmiştir. Beycuma’nın adı 1928 yılında, Cumhuriyet tarihinin ilk nahiyelerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Beycuma; Mart 1994 yılından itibaren de belediye olma hakkını elde etmiştir. Anlatılan rivayetler ve kaynaklar ışığında görülmektedir ki Beycuma her zaman “Beyler Diyarı’’ olmuş, tertemiz doğası ve yardımsever insanlarıyla kalplerde taht kurmuştur. Tunahan Altuntaş 7 7/B Sınıfı

ŞEHİT ÖĞRETMEN HAMZA HALİT SÜLÜN’ÜN ANNESİNDEN MEKTUP VAR! Beycuma, Zonguldak, Ankara…Türkiye’nin değerli evlatları, oğlumun adının verildiği Beycuma Şehit Öğretmen Hamza Halit Sülün İlkokulu’nun tüm çalışanları, öğretmen ve öğrencileri, oğlumun görev yaptığı okul olan Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu’nun tüm çalışanları, öğretmenleri, öğrencileri, sevgili Beycuma halkı, sevgili Zonguldaklılar; evladım, şehidim, Hamza’m hep özel biriydi, farklıydı. Çocukken, gençken, öğretmenken, aile arasında, sokakta, arkadaşları arasında…her zaman farklı ve özeldi. Hep Rabbimin onu özenle seçtiğine inanırım. Dürüstlüğü, çalışkanlığı, efendiliği, vatanına bağlılığıyla, herkesin yardımına koşan, iyilik dolu, insana, doğaya, herkese, her şeye karşı sevgi dolu; çok büyük, çok güzel bir yüreği olan, odası başarı belgeleriyle, madalyalarla dolu, başarılı bir insandı. Çevresindeki herkesin çok sevdiği, örnek gösterdiği biri oldu hayatı boyunca. Oğlum, Şehit Öğretmen, Asteğmen (şu anki rütbesiyle Yarbay) Hamza Halit Sülün 1966 yılında Ankara’da doğdu, doğduğunda sanki şehadet nurunu yüzünde taşıyordu. İlkokulu Ankara Gülveren’de, ortaokulu Demirlibahçe’de tamamladıktan sonra Kurtuluş Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Gazi Üniversitesi / Beden Eğitimi Öğretmenliği Bölümünü bitirdi.1994 tarihinde Zonguldak Beycuma Beldesi, Beycuma İlköğretim Okulu’nda(şimdiki adıyla Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu’nda) öğretmenlik görevine başladı. Bir buçuk yıl görev yaptığı Beycuma’yı, öğrencilerini öyle çok sevdi ki, tatil için Ankaraya’ya yanımıza geldiğinde hep Beycuma’yı, halkını, öğrencilerini anlatıyordu. Her bir öğrencisi, onun evladıydı sanki. Dönüşte koli koli defter, kalem, silgi, kitap, spor malzemeleri alıp götürüyordu çok sevdiği öğrencilerine. Onları sporla, atletizmle tanıştırıyordu. Onların güzel bir meslekleri olması için öğrencilerinin hayatlarında adeta bir güneş olmuştu. Öğrencilerinin kendilerini tanıyıp yeteneklerini keşfetmeleri, özgüvenlerini kazanmaları için çok çaba sarfediyordu. 8

Sanki elinde rengarenk boyalarıyla her öğrencinin hayatına ayrı bir renk katıyordu. Hamza Halit Sülün, Beycuma’da öğretmenlik yaparken vatani görevi için Asteğmen olarak önce Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda eğitimini tamamladı, ardından da Kayseri Zincidere’de Jandarma Piyade Tugaylığı emrine atandı. Burada görev yaparken 2 Kasım 1995’te Şırnak’ta hain bölücü örgüt militanlarıyla girilen çatışmada şehit oldu. Vatan için, bayrak için kendi canını hiçe sayarak bu vatanın bütün kahraman evlatları gibi şehadet şerbetini içen evladım, vatanı için yaşayıp ölmüş ve kalplerimize gömülmüştür. Evladım, al bayrağa renk oldu; 24 Kasım 1994 Öğretmenler Günü emanet ettiği bu Beycuma/ZONGULAK güzel vatan, ondan bize armağan oldu. Oğlumun geçtiği sokaklardan geçen, soluduğu havadan soluyan Beycumalılar; hepiniz benim evladımdan izler taşıyorsunuz. Hepiniz benim evladımsınız. Benim evladım da sizlerle birlikte, o; okullardaki şen çocuk seslerinde, okulun bahçesindeki ağacın her bir yaprağında, oğlumun isminin yazıldığı tabelanın her bir harfinde, çizgisinde, okul bahçesindeki dalgalanan bayrakta… Oğlum hep yaşıyor. Beycuma’da, Zonguldak’ta, Ankara’da…Oğlumun cennet kokusu ülkemin her karış toprağında yaşamaya devam edecek! Sizlerle olan gönül bağım her zaman yaşayacak. Hepinizi çok seviyorum ve yüreklerinizden öpüyorum. Nurten SÜLÜN 9 20.02.2021/Ankara

İŞTE ZONGULDAK… Sokakları denize çıkan, Manzaralarının eşi benzeri olmayan, Havasında kömür kokan, İşte Zonguldak’tır o güzel şehir. Yüzleri, gözleri kömür olmuş insanlarla, Ne emekler vardır bu şehrin dört bucağında, Uğraşırlar bir karaelmas uğruna, İşte Zonguldak’tır o çalışkan şehir. Sakın küçük olduğuna bakma, İzledin mi güneşin batışını balkonda? Hele de treniyle yolculuk yaptığında, İşte Zonguldak’tır kendine bağlayan şehir. Bir geldin mi buraya, Başlarsın buralı gibi konuşmaya, Kendine çabucak alıştırmasıyla, Zonguldak’tır o muazzam şehir. Medine AKALIN 7/A Sınıfı 10

ATATÜRK ZONGULDAK’A GELDİ Zonguldak Asma mevkiinden kıvrıla kıvrıla ilerleyen yol sizi Zonguldak’ın kalbine götürür. Zonguldak’ın kalbi, bağrında sakladığı hazinesi, kömürdür. İşte bu yol, vatana hayat kaynağı veren kömürün bir pınar gibi fışkırdığı Üzülmez’e çıkmaktadır. O gün Üzülmez ocaklarında çok ayrı bir hareketlilik vardı. Fatih Emre; bu hareketliliği hemen sezmiş, dikkatle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Madencilerin emekle kararmış yüzlerinde ak bir ışık vardı. Bu olağanüstü heyecanı anlamamak mümkün değildi. Fatih Emre’nin ailesindeki erkekler; diğer ailelerin çoğu gibi maden emekçileriydiler. Fatih Emre konuşulanlara kulak kesildi. Birden kulağına ‘’Gazi, Zonguldak’a geliyor!’’ sözü geldi. Fatih Emre, kendini tutamayarak birden ‘’Yaşasın!’’ diye çığlık attı. Madenciler etrafına bakındı, sesin nerden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ancak görünürde kimse yoktu. Zaten öyle heyecanlıydılar ki içlerinden birinin bile böyle bir çığlık atması muhtemeldi. Fatih Emre doğru duymuştu, evet…doğruydu. İnanılır gibi değildi ama duymuştu işte!..Memleketi karanlıktan aydınlığa; milleti yokluktan varlığa ulaştıran, bize yepyeni bir istikbal hazırlayan, cumhuriyet meşalesini tüm yurda yayan Türkiye Cumhuriyeti’nin yegane cevheri Mustafa Kemal Atatürk, Zonguldak’a geliyordu. Hem de yarın sabah geliyordu. Fatih Emre’nin içi içine sığmıyordu, koşuyordu, nereye bilmiyordu ama koşuyordu. Sonra birden durdu, karşısında çocuklar vardı, dalmış oyun oynuyorlardı. Fatih Emre onlara öylece bakıyordu, oyun oynayanlar arasında teyzesinin kızı Beren, dayısının oğlu Kerem Alp ve en yakın arkadaşları Ayşe Nil ve Mustafa Emir; oyundan başlarını kaldırıp baktıklarında karşılarında öylece duran Fatih Emre’yi gördüler, hali her zamankinden çok farklıydı. Hemen Fatih Emre’nin yanına koştular, ne olduğunu bilmeseler de heyecan, onları da sarmıştı. Beren, Kerem Alp, Mustafa Emir ve Ayşe Nil ; Fatih Emre’yi tutup sarstılar ,ne olduğunu öğrenmeye, onu konuşturmaya çalışıyorlardı. Sonunda Fatih Emre’nin dudaklarından şu cümle döküldü:’’Ulu Önder’imiz yarın Zonguldak’a geliyor.’’ Bu sefer donup kalma sırası onlardaydı, şaşkınlıklarını üstlerinden attıktan sonra bağırmaya başladılar: “Büyük Önderimiz Mustafa Kemal, Zonguldak’a geliyor!’’ Yarım saate varmadan tüm Üzülmez; sokaklara taşmış, bu haberin doğru olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Sonunda öğrenildi, söylenenler doğruydu. 11

Üzülmez’de bir şenliktir başladı. Sadece Üzülmez değil; bütün Zonguldak, artık tek bir kalp gibi aynı duygu ve aynı heyecan coşkunluğuyla ATA’sını bekliyordu… Fatih Emre, Mustafa Emir, Ayşe Nil, Kerem Alp ve Beren geç saatlere kadar ailelerine yalvardılar. Atalarını karşılamaya gitmek istiyorlardı, duramazlardı. Aileleri; çok kalabalık olur, hem yürüyerek gidip gelemezler, dayanamazlar, diye onları götürmek istemiyorlardı. Ancak bu minik ama kalpleri büyük olan bedenlerde Atatürk aşkı öylesine büyüktü ki hiçbir zorluk onları yıldıramazdı. Sonunda aileleri çocuklardaki bu aşkı, sevgiyi mutlulukla karşılayıp onları da Atalarını karşılamaya götürmek için razı oldular. Sabah erkenden Üzülmez’den yola çıkıldı. Sanki tüm Üzülmez yola dökülmüştü. Fatih Emre, kuzenleri ve arkadaşları; sabaha kadar heyecandan uyuyamamıştı. Tüm Zonguldak, bayraklarla donatılmış, gururla ATA'sını kucaklamaya hazırlanıyordu. Yolda giderken öğrendiler ki ATA’mız Zonguldak’a aniden gelmeye karar vermişti. Deniz dalgalı, hava şartları da kötü olmasına rağmen kaptan ve etrafındakiler itiraz etse de ATA’mız, kararından dönmemiş ve Zonguldak’a bu büyük şerefi bahşetmişti. İşte 26 Ağustos 1931’de saat 11.30’da, sabah güneşi Karadeniz’in lacivert sularını yalarken üzerinde, bütün cihanın önünde hürmetle eğildiği, büyük Türk milletinin şanlı bayrağını taşıyan bir yat, sahilimize yanaşmıştı. \"Ertuğrul Yatı\" adını taşıyan bu yatın içinde, uzun yıllar hasretle beklediğimiz \"Büyük Önder\" imiz vardı. Onun gelişiyle Zonguldak daha da aydınlanmıştı. Gözlerinde engin denizler barındıran, altın saçlı bu büyük kahraman; Zonguldak’a gelmişti. Ertuğrul Yatı nazlı nazlı limana doğru ilerlemekteydi. Sandallarla denize açılan vatandaşlar, Ertuğrul Yatı’nın etrafında büyük tezahüratta bulunuyordu: \"Kalplerimize sevinç yıldızları saçan, Yaşasın millet! Yaşasın Cumhuriyet! Var olsun Cumhur Reis’imiz Ulu Gazi!..\" 12

Gazi, onları elindeki şapkası ile gemiden selamlıyordu. Gazi, iskeleden ağır ağır indi ve sandala bindi. Halk; Atatürk’ün etrafında toplanmıştı, Atatürk’ün iskeleye çıkmasını alkışlar arasında karşılamıştı. Gazi’nin, ayak bastığı iskeleden itibaren şimdiki hükümet binasının önüne kadar halılarla kaplanmış cadde; Ata’sını görmeye gelen Zonguldaklılarla dolup taşmış durumdaydı. Ata’nın etrafında, ona çiçekler sunan öğrenciler de vardı. Atatürk, Hükümet binasına gidince binanın bayrak direğine Cumhurbaşkanlığı forsu çekilmişti. Burada bir süre kalan Atatürk,sonra Üzülmez’deki maden ocaklarına geçmiş, Üzülmez’den trenle Ertuğrul Yatı'na geçip Zonguldak’tan ayrılmıştı. Zonguldak halkı bir rüyadaydı sanki. Heyecan, sevgi, coşku, gurur…tüm duyguları bir arada yaşıyorlardı. Atatürk, Zonguldak’tan ayrılırken herkesin olduğu gibi onların da gözlerinden yaşlar akmıştı. Bu kısa zaman, Ata’mıza doymaya yetmemişti. O giderken Zonguldak halkı tek yürek ‘’ Bin yaşa Ulu Gazi, gene gel Ulu Gazi, uğur getirdin Büyük Gazi! \" diye bağırlarından coşup gelen seslerle haykırmışlardı. Fatih Emre, Mustafa Emir, Ayşe Nil, Beren ve Kerem Alp; Üzülmez’e doğru giderken Zonguldak’ın kaderine bir güneş gibi doğan Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerini içlerinden tekrarlıyorlardı: “Zonguldak’ın derin toprakları altındaki servet-i madeniyye ne kadar kıymetli ise, bizim nazarımızda Zonguldak da o kadar çok kıymetli bir vilayetimizdir.’’ Mustafa Kemal Atatürk Miray KARABACAK Türkçe Öğretmeni 13

BEYCUMA Beycuma'nın dağları, ormanları, Yeşilin binbir tonu, Ah bu cennet yerin, Ayrı güzeldir, yardımsever insanları . Sütü, yoğurdu, fındığı, Hepsi baldan tatlı, Hele hele mancarı, Beycuma'nın olmazsa olmazı. Zonguldak'ın karaelması, Olur evlerimizin ekmek kapısı. Sobalar şen olur, Sıcacık yapar odamızı. Hacıali'nin dağları, İslamköyü'nün çayları, Karapınar’da, Karadere’de boldur , Doyumsuzdur kestane kebaplı akşamları. Kadir YILMAZ 7/B SINIFI 14

ADNAN AMCA VE ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN Zonguldak’ın bir beldesidir Beycuma. Eskiden çok bilinmezmiş bu belde. Ama çok değerli insanlar yaşarmış bu küçük, tatlı beldede. Dağlarla çevrili; ağaçlarla, yeşilliklerle kaplı, insanın kalbini sıcacık tutan bir yermiş Beycuma. O zamanlarda, insanların akşam saatlerini keyifli hale getirecek bir sinemaları vardı. Beycuma’yı Beycuma yapan, sinemasının dışında pazarıydı. Ankara yolu da Beycuma’dan geçtiğinden her aradığını bulurdu pazarda insanlar. Beycuma denince insanın aklına gelen en önemli mekanlardan biri de, Adnan Amca’nın gazeteci dükkanıydı. Adnan Amca; sadece gazete satmaz, her türlü hediyelik eşya, araç-gereç de Adnan Amca’nın dükkanında bulunurdu. Adnan Amca tonton, orta boylarda, herkesin gördüğünde yüzünde tebessüm uyandıracak bir amcaydı. Çocukları her şeyden, herkesten öncelikli tutar; onları geleceğin umutları olarak görürdü, onları çok sever ve değer verirdi. Dükkanına gelen çocukları, hatta civardaki tüm çocukları mutlu etmeyi çok severdi. Bazı günlerde pasta alır, oyuncak dükkanının önünde çocuklarla beraber güle oynaya yerlerdi. Tüm çocuklar, Adnan Amca’larını çok severlerdi. Her zaman güler yüzlü, şen şakrak olan Adnan Amca’nın; o gün niyeyse hiç neşesi yoktu, dalgındı. Çocuklar onu hiç böyle görmemişlerdi. Onlar; Adnan Amca’larıyla şakalaşmak, oyunlar oynamak istiyorlardı. Adnan Amca’ları : “Çocuklar bugün beni affedin, biraz halsizim. Söz, yarın oynarız, olur mu ?’’ dedi. Çocuklar, kıyamazlardı Adnan Amca’larına. “Tamam, Adnan Amca’mız. Sen yeter ki iyi ol’’ dediler. Ama Adnan Amca’ları, bir daha hiç eskisi gibi olamadı. O gün, Adnan Amcaların evine ve Beycuma’ya ateş düştü. Tüm Beycuma’nın çok sevdiği Adnan Amca’nın oğlu Polis Çağdaş Arslan, Mardin’in Nusaybin ilçesinde şehit olmuştu. Vatan için ,bayrak için ,bu güzel ülke için şehit olan Çağdaş Arslan’ı uğurlamak ve minnetini sunmak için herkes Beycuma’ya akın etmişti. 15

Öyle ki iğne atsan yere düşmüyordu. Şehidimizin annesi Sibel Arslan, \"Oğlum; gül gibi kok, cennete gidiyorsun, vatan için kendini feda ettin yakışıklı yavrum. Çok insan gelmiş cenazene, sana hakkını helal ediyor yavrum, kimseye nasip olmaz. Düğününü yapamadım, bak, çok büyük düğün yaptırdın bana yavrum. ‘Gitme.’ dedim, ‘Benim arkadaşlarım orada, gitmek zorundayım.' dedin.\" diyor ve gül kokulu şehidimizin tabutuna gül suları döküyordu. Şehidimizin kız kardeşi Çağla Arslan ise; ağabeyinin üniformasını ve ceketini giymiş, şapkasını takmıştı. Ağabeyini asker selamıyla uğurluyordu. Şehit Arslan'ın tabutu başında duran meslektaşı da ağlıyordu. Polisin gözyaşını, şehidimizin yakınları siliyordu. Adnan Amca…Adnan Amca’nın canından can kopmuştu. Elini şehit oğlunun tabutundan çekmiyor, sürekli tabutu sevip öpüyordu. O günden sonra Adnan Amca’yı eskisi gibi şen kahkahalar atarken göremedi çocuklar. Ama Adnan Amca, çocukların yine sevgili Adnan Amca’sıydı. Yine onları etrafına topluyor, sohbet edip onlara ikramlarda bulunuyordu. Bu cennet vatan için canını hiçe sayan Şehit Polisimiz Çağdaş Arslan’ın anısını yaşatmak için adı, Beycuma Çok Programlı Lisesi’ne verilerek okulun adı “Şehit Polis Çağdaş Arslan Çok Programlı Lisesi’’ oldu. Ayrıca Şehidimiz için bir çeşme yapıldı. İşte, Adnan Amca her gün oğlunun adını taşıyan çeşmede abdestini alır ve kabri Karadere’de bulunan şehit oğlunu ziyarete giderdi. Günün geri kalan zamalarında; gazete dükkanının önüne taburesini koyar, etrafına çocukları ve gençleri toplardı her zamanki gibi. Bir gün dükkanın önünde, Adnan Amca’larını göremedi çocuklar. Öğrendiler ki Adnan Amca’ları hastanedeymiş…Çok sevdiği çocuklar, hep onun için dualar ediyorlardı. Ama Adnan Amca’ları iyileşememişti. Şehit oğlunun üzüntüsüne dayanamayan Adnan Amca, oğluna kavuşmak için acele etmişti. Dükkanın önündeki taburesi, boş kalmıştı. Mutluluğuyla mutlu olmak diye bir şey var bu hayatta, insanların unuttuğu …Adnan Amca bunu çok iyi bilirdi ve çocukları mutlu ederek kendisi de çok mutlu olurdu. Onun mutlu ettiği o çocuklar, gençler; tonton, güler yüzlü, iyi kalpli Adnan Amca’larını hiç unutmayacaklardı. İrem Nisa ÇAKMAKLI 7/B Sınıfı 16

MEMLEKETİM ZONGULDAK Sitede atar Zonguldak’ın kalbi, Üniversiteden yükselir bilginin meşalesi, Kozlu sahilinde atılır günün stresi, Hamsilerle yarışır deniz fenerleri. Tereyağlı çizleme ekmeği meşhurdur, Gökgöl Mağarası’nda tarihin izi saklıdır, Bu şehir, sevginin harman edildiği yerdir, Karadeniz’in hırçın limanıdır Zonguldak. Emektendir alın teri, madencidir adı. Güneşsiz yer altıdır mekanı, Kömürden gelir ekmeği, aşı, Onlar, Zonguldak’ın siyah pınarları. Devrek’in baklavası, bastonu, cevizli kömeci, Çaycuma’da meşhur manda yoğurdu, Alaplı’nın fındığı, Ereğli’nin çileği, Zonguldak’ın her köşesi bir başkadır bir başka. Medinenur ÇETİNKAYA 7/A Sınıfı 17

HALİME’M TÜRKÜSÜ Kiraz aldım Dikme'den, Halime’m, dallarını bükmeden. Bir armağan ver bana, Halime’m, ben gurbete gitmeden. Tombalacık Halime'm, Yarbaşı’na gel, Ben gidiyorum Bolu’ya düş peşime gel. Ocak başında kaldım, Halime’m, ince fikire daldım. Kapılar açıldıkça, Halime’m, seni geliyor sandım. Alçaklara kar yağıyor, üşümedin mi? Sen bu işin sonunu düşünmedin mi? Tütün aldım Hendek’ten, Halime’m, Hekim gelir Devrek’ten. Hekim buna ne desin? Halime’m, yangınımız yürekten. Algın mısın Halime’m, baygın mısın, gel. Hiç haberin gelmiyor, dargın mısın, gel. 18

Bolu türküsü olarak bilinen \"Halime’m\" türküsünün kökeninin Zonguldak Devrek’e bağlı Hüseyinçavuşoğlu köyüne dayandığını biliyor muydunuz? Hüseyinçavuşoğlu köyü her ne kadar Devrek’e bağlı olsa da Beycuma’ya çok daha yakın mesafede olduğu için yöre halkı tüm ihtiyaçları için Beycuma’ya gelmektedir. Hatta öğrenciler Beycuma’da bulunan okullarda eğitim görmektedirler. Yıllarca dillere destan olan Halime’m türküsünün çok acıklı bir hikayesi var. Bolu’dan gelerek Zonguldak’ta vatani görevini yapan bir asker, Hüseyinçavuşoğlu köyünden Halime’ye vurulur. Ancak Halime’nin babası bu aşka karşı çıkar ve kızını Bolulu askere vermez. Bu sevda öyle büyük bir sevdadır ki asker, ince hastalığa tutulur. Devrek’ten hekim gelir ama bu derde hiçbir çare bulunamaz. Asker Halime’sini, Hüseyinçavuşoğlu’ndaki Yarbaşı denilen mevkide bekler, sevdiğini alıp memleketi olan Bolu’ya götürerek onunla evlenmek ve büyük bir aşkla sevdiği Zonguldaklı Halimesi’yle kavuşmak ister. Halime’nin babası bunu duyar ve kızını eve hapseder, Bolulu askerin; sevdiğine kavuşmasına izin vermez. Aşkından divaneye dönen asker, Halime’ye kavuşamaz lakin bu aşk, türkü olur; dilden dile, nesilden nesile ulaşır. Bu büyük sevda, Halime’m Türküsü her çalınıp söylendiğinde kalplerde ve dillerde sonsuza dek yaşayacaktır. Fatih Emre ARICI 6/B Sınıfı 19

ÖĞRETMENİMİN İZİNDE “Öğretmenlik; öğrencini evladın kabul etmek, onun kalbine dokunabilmek demektir. Sürekli ödev vermek demek değildir öğretmenlik. Sınıftaki her öğrencinin her durumunu bilmek, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmek, hepsininin kendini tanımalarını, yeteneklerini keşfetmelerini sağlamak demektir. Öğrencinin ayrımı olmaz. Hepiniz ayrı bir birey, renksiniz bu hayat için. Hepiniz çok özelsiniz. Kendinizi sevin, ben sizi çok seviyorum.’’ Sonunda bulmuştum bu güzel sözlerin sahibini. Kalbim heyecandan küt küt atıyordu. Öğretmenimin adresini bulmuştum. Ortaokul yıllarım gözümün önünden geçmişti. - Kızım bir heyecan ,telaş var bu sabah üzerinde. Hayır olsun? - Sorma anne… Sosyal medyadan öğretmenimin nerede yaşadığını öğrendim. Oğlunun resmi de var, o kadar büyümüş ki genç bir delikanlı olmuş. - Gerçekten mi? Bu teknoloji nelere kadir… Ben de çok heyecanlandım şimdi. Neredeymiş öğretmenin? - Zonguldak, Beycumadaymış. - Memleketi orasıydı, değil mi zaten? Bugünlere gelmende çok emeği var. Öğretmen olmanı çok istemişti. Sen de ona verdiğin sözünü tuttun. Evet çok emeği vardı. Sadece benim üzerimde değil, her birimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Bir sıkıntımız olsa hemen anlardı. Bize bakarken gözlerinin içi gülerdi. Okumamızı, bir meslek sahibi olmamızı çok isterdi. Onun sözlerinin, yol göstericiliğinin izinde ben de okuyup öğretmen olmuştum işte. Anakara’da bir devlet okulunda iki yıldır öğretmenlik yapıyordum. Her şey onun sayesindeydi… Annem: - “Rahatsızlığım olmasa ben de seninle gelmek isterdim. Benim kadar annelik emeği de var üstünde. Benden çok selam söylersin” dedi. Ben hemen yol hazırlığına başladım, çantamı hazırladım, öğretmenim için aldığım hediyemi itinayla çantaya yerleştirdim ve babamla birlikte yola düştüm. Eski yol üzerinden gidecektik. Önce Kızılcahamam’dan, sonra da Gerede’den geçtik. Mengen’den sonraki yol çok hoşuma gitti. Ağaçların yeşilden sarıya, kızıla her tondaki yaprakları gerçekten görülmeye değer, muhteşem bir görsel şölendi. Böylece eşsiz manzarayı seyrede seyrede ilerlerken bir baktık ki çabucak 20 Devrek’e gelmişiz.

Simidi, bastonu, beyaz baklavası, cevizli kömeci meşhurmuş. Dayanamayıp yemeklerin tadına baktık babamla. Öyle lezzetliydi ki her şey, kendimizi tutmasak beş kişilik yemek yiyecektik neredeyse… Tekrar yola çıktık. Dinlenmek ve o güzel yemekler bizim tüm yorgunluğumuzu almıştı. Küçük,dar köy yollarından da geçtikten sonra “BEYCUMA’’ yazılı tabelayı gördüm. “Az kaldı” dedim içimden, “Öğretmenime kavuşmaya az kaldı.” Nihayet gelmiştik. Beycuma, Zonguldak’a bağlı küçük bir beldeydi. Öğrendik ki 1928’de nahiye olmuş Beycuma. Yani Cumhuriyet’in ilk nahiyelerinden biriymiş burası. Öğretmenimin memleketini de şimdiden çok sevmiştim. Beycuma’ya ilk girişte sağda yeni yapılmış bir sağlık ocağı gördüm, sol tarafta ise bir eczane vardı. Eczanenin olduğu binada ise Beycuma Belediyesi tabelası vardı. Belediye binasını geçince her tarafa giden yollar dikkatimi çekti. Bir tane alt caddeye giden yol, bir tane üst caddeye giden yol göze çarpıyordu. Babam arabayı kenara çekti, pastanenin çaprazındaki bir fırıncıya öğretmenimin çalıştığı Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulunun yerini sorduk.Güler yüzlü fırıncıdan Beycuma’yla ilgili bilgiler öğrenirken bir taraftan da ikram ettikleri Beycuma’nın meşhur Karadere çileğinin hem lezzeti hem de mis gibi kokusuyla mest olduk. Bir yol bizim geldiğimiz Devrek’e gidiyordu, bir tane hem Zonguldak’a hem de Çaycuma’ya giden yol vardı. Beycuma; Çaycuma, Devrek ve Zonguldak’ın tam ortasında ,her birine de yaklaşık yarım saat uzaklıkta bir yerdi. Yani her yol Beycuma’ya çıkıyordu. Beycuma merkezde iki cadde vardı. Biri Atatürk Caddesi, diğeri ise Cumhuriyet Caddesiydi. Ana caddeden ilerlerken yol üzerinde küçük, şirin kahvehaneler, bir pastahane, fırınlar, bir kuyumcu, ihtiyaca göre her türlü dükkan mevcuttu. “Demek ki burada yaşayanların sayısı hiç de az değil” diye geçirdim içimden. Sadece beldedekiler değil, köyden gelenler de alışveriş yapıyorlarmış buradan. Hatta cuma günleri köylülerin yerli ürünlerinin satıldığı bir halk pazarı da kuruluyormuş. Cuma namazını kılan erkekler haftalık alışverişini yapar, ondan sonra köylerine dönerlermiş. O yüzden cuma günleri diğer günlere nazaran daha kalabalık olurmuş. 21

Lokantası, marketleri, dükkanlarıyla küçük, şirin bir beldeydi Beycuma. Üstelik yemyeşildi, dere ve kuş sesi insana ayrı bir huzur veriyordu. Beycuma’da cezaevi olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Beycuma gibi güzel bir yerde bence herkes iyi olur. Buranın iyileştirici, mutlu eden bir tarafı vardı. Beycuma’da üç okul olduğunu da öğrendim, çok mutlu oldum. Bir ilkokul, bir ortaokul ve bir de lise vardı. Her bir okula şehitlerimizin isimleri verilmişti. Bu beni çok duygulandırdı. “Ne kadar özel bir yer” diye geçirdim içimden. Beycuma sanki “Şehitlerimizi bağrımıza bastık” der gibiydi. Öğretmenimin de görev yaptığı ortaokulun ismi Beycumalı olan Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk’ten geliyormuş. 1979 yılında Zonguldak’ta dünyaya gelen Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk, Cihan ve Hayriye Köktürk çiftinin üç çocuklarından ilkiymiş. İlkokul tahsilini Rüzgarlımeşe İlkokulu’nda, ortaokul tahsilini Fener Ortaokulu’nda ve lise tahsilini de Zonguldak Endüstri Meslek Lisesi’nde tamamlamış. Askerlik çağı geldiğinde 1999 yılının Şubat ayında temel eğitimini tamamlamak üzere Foça 4. Jandarma Komando Er Eğitim Tugay Komutanlığı emrine dağıtımı yapılmış. Van Gürpınar İlçe Jandarma Komando Bölüğü Komutanlığınca, Gürpınar ilçesi kırsal alanında icra edilen operasyon esnasında, 4 Eylül 1999 tarihinde bir grup hain PKK terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada kahramanca çarpışırken şehit olmuş. Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk bekar olup, naaşı 6 Eylül 1999 tarihinde Zonguldak ilinde yapılan askeri törenle Zonguldak şehitliğine defnedilmiş. 3 Mayıs 2006 tarihinde valilik oluru ile şehidin adı, okula verilmiş. Yurdun dört bucağında olduğu gibi Beycuma’da kahramanlar diyarıydı. Bu bilgileri okulun girişindeki panodan okurken, Mehmet Akif Ersoy’dan şu mısralar dökülmüştü dudaklarımdan: “Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış, yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.” Bu duyduklarım beni öyle derinden etkilemişti ki sanırım çok uzun zaman bu duyguların etkisinden kurtulamayacaktım. Bu şehit adlarının verildiği okulların her bir evladı, o şehitlerimizin bayrağını devralacak ve her biri bu vatanın askeri olacaklardı. Bu düşünce yoğunluğuyla öğretmenimin çalıştığı okula doğru ilerledik. Geniş bahçeli, yemyeşil ağaçlarla çevrili çok şirin bir okuldu Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu. 22

Okulun içine girer girmez temizlik kokusu burnunuza çarpıyordu. Her yer boyalı, gayet itanalı ve bakımlıydı. “Okul bu kadar temiz ve bakımlıysa okulun müdürü, idaresi çok çalışkan olmalı” diye düşündüm. Güvenlik görevlisi bizi okul müdürüne götürdü. Okul müdürü bizi çok sıcak karşıladı, öğretmenime de haber gönderdiler. O sırada çaylarımızı içerken, bu okulda iki senedir görev yaptığını öğrendiğim okul müdürü Orhan Islak, okulda yaptıkları boya - bakım çalışmalarını anlattı. Bu okulu öyle güzel bir hale getirmişler ki insan burada görev yapmak istiyordu. Nihayet Miray Karabacak öğretmenim geldi, hiç değişmemişti. Beni hemen tanıdı. “Elif…Sen ha?..İnanamıyorum” dedi. Koşarak ona sarıldım. Tekrar öğrenci olmuş, ortaokul yıllarıma geri dönmüştüm. Aynı çocuk coşkusuyla, sevgiyle. Gözlerimi öğretmenimden ayırmıyordum. İkimizin de gözleri dolmuştu, ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk. Hemen çantamdan Miray öğretmenim için Ankara’dan getirdiğim hediyemi çıkarıp verdim. Hediyemi açar açmaz ikimiz de gözyaşlarımızı artık tutamaz olmuştuk. Miray öğretmenime aldığım şal, bizi o yağmurlu günün hatırasına götürmüştü. Okula gelirken üstüme ince bir hırka giymiştim, okula yürüyerek gidiyordum, yolda ilerlerken hava gittikçe soğumuş ve benim küçücük bedenim daha da küçülmüştü. Soğuktan tir tir titriyordum. Miray öğretmenim okul bahçesinde beni görmüş ve hemen yanıma gelip, omzundaki şalı üstüme sararak, beni kalorifer kenarında ısıtmış, bir de bana dumanı üstünde bir çay içirmişti. Hem bedenim, hem kalbim sıcacık olmuştu. O şal, kopmaz bir bağ kurmuştu aramızda. Şalı alıp omzuna koydum, sevgiyle birbirimize sarıldık. Yılların hasreti geçmese de azalmıştı. Uzun uzun sohbet ettik. Öyle mutlu olmuştu ki öğretmenim, neşesi etrafa taşıyordu. Kütüphaneye götürdü beni. Yaptıkları kitap kampanyasıyla İstanbul’dan, Zonguldak, Alaplı, Devrek, Çaycuma’dan getirdikleri ve öğrencilerin seviyelerine uygun kitaplarla yeniden bir kütüphane oluşturmuşlar. Bu kitaplar sayesinde öğrenciler bir dönemde kırk, elli, hatta daha fazla sayıda kitaplar okuyorlarmış. Ayrıca öğretmenim bizim dönemimizde olduğu gibi şiir dinletileri, tiyatrolar, yarışmalar, etkinlikler yapmaya devam ediyormuş. Miray Karabacak öğretmenim, kütüphaneden iki kitap verdi bana. İki kitabı da öğrencileriyle birlikte hazırlamışlar. İlki masallar, hikayeler, fallardan oluşan bir kitaptı, diğeri ise Beycuma, Zonguldak ve Zonguldak’ın ilçelerini konu alan şiir, hikaye ve masallardan oluşan “Beycumalı Küçük Yazarlar” adlı kitaptı. Öğrencilerin yazılarının öncesinde onların hayatlarını anlatan bilgiler vardı. Öğrenciler birer yazar edasıyla yazılarını sevdikleri birine ithaf etmişler ve imzalamışlardı. Kitapta ayrıca o yazıya uygun, öğrencilerin kendi çizdikleri resimler de vardı. Miray öğretmenimin ve öğrencilerinin yaptığı bu çalışmalar beni çok ama çok mutlu etmişti. Böylesine bakımlı, temiz, herkesin çok çabaladığı bir okulda okuyan öğrenciler ne kadar şanslıydılar. Öğretmenime doyamamıştım, ama ayrılık vakti gelmişti. Ankara’ya dönmemiz gerekiyordu; çünkü Ankara’da beni bekleyen öğrencilerim vardı. Birbirimizin telefonlarını almıştık. Mutlaka tekrar ve tekrar görüşecektik. Miray öğretmenime kendi öğretmenleri olan Hamza Halit Sülün, Seval Doğan, Hüseyin Durgut, Ertan Örgen ve Aynur Muslu örnek olmuştu; Miray öğretmenim de bana. Ben de ondan aldığım feyzle kendi öğrencilerime ışık olmaya, onların kalplerine dokunmaya gidiyordum. 23 Elif ÖZTÜRK 6/B Sınıfı

TUZ,ŞEKER VE PULBİBER BEYLİĞİ Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde, Develer tellal iken, Pireler berber iken, Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… İp koptu, beşik devrildi. Dar attım kendimi dışarı. Vardım bir pazara, bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana \"Geri dur\" diye… Neyse, uzatmayalım, masala hemen başlayalım. Bir varmış, bir yokmuş, Beycuma adında bir kent varmış. Bu kentte birçok beylik yaşarmış. Bu beyliklerden en büyükleri ’’TUZ BEYLİĞİ’’ ve ‘’ŞEKER BEYLİĞİ’’ymiş. Tuz Beyliği Beycuma’nın Yeni Mahalle mevkiinde, Şeker Beyliği ise Kasımlar Mahallesi'nde kuruluymuş. Tuz ve Şeker Beylikleri birbiriyle çok uyumlularmış, hep yardımlaşırlar ve birbirlerini kötülüklerden korurlarmış. Hatta anlaşıp aralarında bir gün seçip o günü sadece birbirlerine adarlarmış. O günlerde hep birlikte şarkılar söyler, oyunlar oynarlarmış. Bu iki beylik yine bir gün toplanmış ve her hafta olduğu gibi o gün de çok eğleneceklerini düşünmüşler, ama asla hayal ettikleri gibi bir gün olmamış. Çünkü yıllar yıllar önce Beycuma’yı terk eden Pulbiber Beyliği'nin lideri Pulbiber Bey çıkagelmiş. Onu görenler bir yerlere kaçışmaya başlamışlar, çünkü Pulbiber Beyliği; Tuz ve Şeker Beyliği'nin aksine çok geçimsiz, sert ve sinirli bir beylikmiş. Herkes o beyliğe ‘’Kötülük Beyliği’’ dermiş. Pulbiber Bey, hiç kimseyle anlaşamazmış. Bu yüzden yıllar önce Beycuma'yı terk etmiş. Ama gittiği hiçbir yerde de istenmemiş; çünkü insanlar, ondan korkar ve ona sürekli ön yargılı davranırlarmış .Tuz ve Şeker Beylikleri, diğer beyliklerin aksine ilk önce kaçışan insanları sakinleştirip, Pulbiber Beyliği ile iletişim kurmaya çalışmışlar. Pulbiber Beyliği, bu duruma çok şaşırmış; çünkü onlar, hep dışlanmış ve sevgiden uzak bir hayat sürmüş. Tuz ve Şeker Beylikleri ilk defa Pulbiber Beyliği ile iletişim kuruyorlarmış. Açıkçası bu durum Pulbiber Beyliği'nin de çok hoşuna gitmiş. Şeker Beyliği, önce davranıp sinirli bir ses tonuyla sormuş: ‘’Hayrola? Senin yolun hiç buralara düşmezdi. Ne oldu da geri döndün?’’ demiş. Tuz Beyliği, hemen soruyu düzenlemiş: ‘’Hayırdır Pulbiber Beyliği? Bir sıkıntın, bir derdin mi var?’’ diye sormuş. Pulbiber Beyliği cevap olarak şöyle demiş: ’’Sizi rahatsız etmeyeceğim, sadece kalacak bir yer arıyorum.’’ Tuz Beyliği, onun bu sözleri üzerine Pulbiber Beyliğine, yıllar önce terk ettiği boş araziyi göstermiş. Pulbiber Beyliği, çok sevinmiş ama bunu kimseye yansıtmamış ve hemen evlerini kurmaya başlamışlar. 24

Tuz Beyliği yardıma giderken Şeker Beyliği, sadece onları izliyormuş .Tuz Beyliği, onun neden böyle yaptığını hiç anlayamamış. Pulbiber Beyliği halkı,Tuz Beyliği'nin de yardımıyla evlerini kurmuş ama Şeker Beyliği'nden hala hiç ses yokmuş. Şeker Beyliği aynı şekilde sadece bekliyormuş. Geçmişte Pulbiber Beyliği, Şeker Beyliği üzerinde çok ağır yaralar açmış, Şeker Beyliği'ne savaş açıp onun beyliğini elinden almaya çalışmış; ama Tuz Beyliği'nin yardımı sayesinde Şeker Beyliği bu saldırıdan kurtulmayı başarmış. Bütün olanlar da o savaşlardan sonra olmuş zaten . Pulbiber Beyliği yenilince Beycuma’da daha fazla barınamamış ve Zonguldak’a kaçmış, uzun bir süre kimse ondan haber alamamış. Beycuma’ya yavaş yavaş karanlık çökmeye başlamış. Herkes evlerine dağılıp güzel bir uyku çekmiş. Ta ki sabah olana kadar… Sabahleyin Beycuma meydanında bir gürültü kopuvermiş! Bu gürültünün sebebi Pulbiber Beyliği'nin düşmanları imiş. Ancak bir sorun varmış; Tuz Beyliği kentte yokmuş, çünkü önemli bir durumu görüşmek üzere Karacaören’deki Mancar Beyliği, Karapınar’daki Kestane Beyliği, Beylik’teki Cövüzlü Kömeç Beyliği, Ahatoğlu’ndaki Malay Beyliği ve Karadere’deki Çilek Beyliği’nin yanına gitmiş. Kentte sadece Şeker ve Pulbiber Beyliği varmış. Pulbiber Beyliği çok korkmuş, düşmanları yavaş yavaş beyliğini yıkmaya geliyorlarmış. Geçmişte Pulbiber Beyliği'nin zarar verdiği tüm beylikler birleşip ona savaş açmış. Amaçları Pulbiber Beyliği onlara zarar vermeden ona saldırıp Beycuma’dan Pulbiber Beyliği'nin gitmesini sağlamakmış. Pulbiber Beyliği, Şeker Beyliği'nden yardım istemiş. Çok değiştiğini, hatalarından ders aldığını, tek niyetinin Beycuma’da huzurlu bir şekilde yaşamak olduğunu söylemiş. Şeker Beyliği ne yapacağını bilmiyormuş ama Pulbiber Beyliği'ni de öylece ortada bırakamazmış. 25

Şeker Beyliği hemen hazırlanıp Pulbiber Beyliği'nin yanına gitmiş. Pulbiber Beyliği çok korkuyormuş. Şeker Beyliği onun korkusunu yatıştırmak için kulağına eğilip: ’’Korkma, ben yanındayım ve hep yanında olacağım\" demiş. İkisi birlikte düsmanlara karşı savaşarak bu savaştan galip gelmişler. Pulbiber Beyliği, o gün Şeker Beyliği'nin onu affettiğini anlamış. Savaşta çok şey kaybetmişler ama dostluklarını yeniden kazandıkları için de çok mutluymuşlar. Hemen Tuz Beyliği'ne haber vermişler ve olan bitenin hepsini anlatmışlar. Tuz Beyliği; Şeker Beyliği'ni takdir edip ona ayrıca teşekkür etmiş . İşte o gün Tuz ve Şeker Beyliği, Pulbiber Beyliği'nin içindeki sevgiyi görmüşler. Akşam olduğunda Tuz ve Şeker Beyliği birlikte ertesi güne Pulbiber Beyliği ile konuşup barış yapmaya karar vermişler ve mutlu bir uyku çekmişler. Beycuma’da yavaş yavaş güneş doğmaya başlamış. Pulbiber Beyliği, o sabah erken kalkmış ve camdan bakarak Beycuma’nın şırıl şırıl akan deresini seyrediyormuş, içinde tarifsiz bir mutluluk ve daha önce hiç hissetmediği herkese, her şeye karşı bir sevgi varmış. Sonra aklına birden bir önceki gün Şeker ve Tuz Beyliği'ne layıkıyla teşekkür etmediği gelmiş. Hemen tüm Pulbiber Beyliği'ni toplamış, Şeker ve Tuz Beyliği'nin onuruna sadece şekerli ve tuzlu yemekler hazırlanmasını emretmiş. Büyük bir ziyafet kurulmuş. Şeker Beyliği ve Tuz Beyliği ziyafetin onur konukları olarak baş köşeye oturmuşlar. Pulbiber Beyliği bununla da yetinmemiş. Beycuma’da bulunan diğer beyliklerden olan Çamlık Beyliği, Rahmanlı Beyliği, Bölücek Beyliği, Ayvatlar Beyliği, Beytepe Beyliği gibi geçmişte savaştığı tüm beylikleri de bu ziyafete çağırmış. Davetli tüm beylikler, başlangıçta Pulbiber Beyliği'nin bu davetinden çekinip, şüphelenseler de sonunda meraklarına yenik düşüp gitmeye karar vermişler. Diğer beylikler Pulbiber Beyliği'ne gittiklerinde bir de ne görsünler!.. Sinirli, sert, asık yüzlü Pulbiber Beyliği sanki gitmiş; yerine güler yüzlü, etrafa mutluluk saçan, her misafiri büyük bir sevgiyle karşılayan bir Pulbiber Beyliği gelmiş. Doğrusu tüm beylikler bu durumdan bir hayli hoşnut olmuşlar. Pulbiber Beyliği, tüm beyliklerden özür dilemiş. Hep birlikte yüzyıllarca sürecek bir barış antlaşması yapmışlar. Bu barış antlaşmasının onuruna kırk gün kırk gece eğlenceler, ziyafetler düzenlenmiş. O günden sonra ‘’Güzel Beycuma’’da hep birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı yazanın başına, biri bu masalı okuyanın başına, biri de Beycuma’nın kuyu kebabından yemeyenlerin başına… Esmanur YALILI 7/B Sınıfı 26

GÜZEL KOKULU ÇİÇEKLER VE PRENSES Az gittik ,uz gittik, Dere tepe düz gittik , Çekirgelerle dans ettik, Bir trene bindik, Sonunda Beycuma’ya vardık. Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kaf Dağı'nın ardında Zonguldak denilen; altında kömürden, üstünde cennetten birer köşe olan bir şehir varmış. Yer altı ve yer üstü iki ayrı dünya olan bu şehirden çıkıp dağlar, tepeler aşıp serin sular geçilince \"Beycuma\" denilen yemyeşil bir yere varılırmış. Beycuma, beylerin diyarıymış. Beycuma’nın en güzel köşesinde ise güzel kokulu çiçekleriyle ülkenin dört bir yanına nam salan Hacıali Sarayı varmış. Bu sarayın kralı ise; çok gaddar, huysuz, bencil biriymiş. Halk, bu durumdan hiç de hoşnut değilmiş. Bu kralın bir de kızı varmış. Kız; güzeller güzeli, iyi kalpli, sevgi dolu, yardımsever bir prensesmiş. Tüm Hacıali Krallığı halkı, prenseslerini çok severmiş. Prensesin bu güzel özellikleri, kral babasının tüm kötü huylarını unuttururmuş. Prenses herkesle arkadaş gibiymiş, herkesin yardımına koşarmış. Bu güzeller güzeli Hacıali Prensesi'nin en sevdiği şey ise; Krallığın tüm ülkeye nam salan çiçekleriyle ilgilenmek, onları koklayıp sevmek, sulamakmış. Çiçekler de prensesi o kadar çok seviyorlarmış ki, o gelir gelmez en güzel kokularını etrafa salar; en güzel,en canlı renklerini bürünürler, prenses için en güzel şarkılarını söyleyip dans ederlermiş. 27

Ancak bunu sadece prenses görebilirmiş. Başka hiç kimse çiçeklere böyle davranmıyormuş çünkü. Bu prensesle çiçekler arasında bir sırmış. Günlerden bir gün Hacıali Kralı’nın kötü kalpli komutanı, bahçede dolaşıyormuş. Çiçek bahçesinden sesler geldiğini duymuş, o tarafa doğru yönelmiş. Bir de bakmış ki krallığın çiçekleri dile gelmiş, prensesle konuşuyorlarmış. Kötü kalpli komutan bir köşeye sessizce saklanıp konuşmaları dinlemeye başlamış. Çiçekler prensese ’’Bizim iyi kalpli, güzel prensesimiz; halkınız sizi çok seviyor. Siz babanız gibi kötü kalpli ve asık suratlı değilsiniz. Keşke krallığı siz yönetseydiniz\" demişler. Prenses: “Öyle demeyin, aslında babam çok iyi kalplidir, sadece bunu nasıl göstereceğini bilmiyor” demiş. Kötü kalpli komutan bu duyduklarını hemen krala anlatmış. Kral, bu duruma çok kızmış. Prenses, ne kadar yalvarsa da kötü kral, dinlememiş. Saraydaki o dillere destan çiçeklerin hepsini yok ettirmiş. Prenses, öyle çok üzülmüş ki üzüntüden hastalanıp yataklara düşmüş. Kızının bu halini gören kral; yaptığına pişman olmuş, kızını kurtarmak için ülkenin her tarafından bilginler, şifacılar getirtmiş. Ama hiçbiri prensesi iyileştirememiş. Günden güne sararıp solan prenses, en sonunda vefat etmiş. Halk üzüntüden yıllarca yas tutmuş . Kralsa biricik kızının vefat etmesi üzerine krallıkta daha fazla duramayıp uzak diyarlara gitmiş. Bir daha kralı gören olmamış. Prenses, Beycuma Hacıali Krallığı'ndaki Bayraklıtepe’ye defnedilmiş. O gün bugündür o güzel çiçekler, prensesin defnedildiği Bayraklıtepe’de tekrar büyümüş, kokuları tüm Hacıali’ye yayılmış. Derler ki Bayraklıtepe’ye gidenler her rüzgar esişinde, prenses ve çiçeklerin birbiriyle sohbetini, şen kahkahalarını duyarlarmış. Yağmur AKOL 7/A Sınıfı 28

ZONGULDAK İSLAMKÖY’DEN GEÇEN İPEK YOLU’NDA İPEK SULTAN İLE ZAZAN EFSANESİ İpek Yolu; Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan dünyaca ünlü ticaret yoludur. Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette, daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bu yolda ipek, porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşlar taşınırmış. Kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları, zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri İpek Yolu; tarih boyunca kullanılan bir ticaret güzergâhı olmasının yanı sıra fikirlerin, dinlerin, orduların ya da farklı kültürlerin ve bu kültürel deneyimleri aktaran bilgelerin ve gezginlerin takip ettiği bir yol olmuştur. Dolayısıyla insanlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır. İpek Yolu’nun dünya tarihindeki en önemli rolü; Doğu ile Batının arasındaki kültürel köprüyü sağlamasıdır. Batı medeniyeti, bu sayede yeni ufuklara yelken açmıştır. Bu yol üzerinde yer alan medeniyetler, birbirleriyle daha derin iletişimler kurmuşlardır. Coğrafi konumu nedeniyle eski çağlardan beri doğu ile batı arasında bir köprü işlevi gören Anadolu, İpek Yolu’nun en önemli kavşak noktalarından biri olmuştur. Anadolu’nun kuzeyinden geçen bu güzergahlardan biri de Zonguldak Devrek’e bağlı İslamköy’dür. İslamköy, Devrek’e bağlıdır ancak Beycuma’ya çok daha yakın mesafede yer alır. İslamköy’de bulunan ve İpek Yolu güzergahında olan yolun kenarında, yan yana gömülü olan mezarlar; kuşaktan kuşağa anlatılan bir efsaneyi bizlere fısıldamaktadır. Denilen o ki; son Sasani hükümdarı Şehinşah’ın dillere destan güzellikte bir kızı varmış. Kızının ismi “ipek” anlamına gelen Rodhagh imiş. İsmi gibi ipek tenli olan bu güzel sultan ülkede “İpek Sultan” diye anılırmış. İpek Sultan’ın çok büyük bir derdi varmış: Kral babası, kendisini Roma kralının oğluyla evlendirmek istiyormuş. O dönemde iki krallık arasında sürekli devam eden savaşları durdurup barış yapmak için böyle bir evlilik uygun görülmüş. Gel gör ki İpek Sultan, gönlünü babasının yardımcısının oğlu olan Zazan’a kaptırmış. Zazan’ın adı da “Sasan” dan gelmekteymiş. Zazan’a bu adı, bizzat İpek Sultan’ın babası vermiş. 29

Zazan’ın babası hükümdarına ölesiye bağlıymış. O yüzden Zazan, sevdasını babasına söyleyemiyormuş. Kavuşmaları mümkün görünmüyormuş. Zaten İpek Sultan yakında Roma kralının oğluyla evlendirilmek üzere yola çıkacakmış. Zazan ve İpek Sultan düşünüp taşınıp bir plan yapmışlar. Ertesi gün, ülkelerinden İpek Yolu üzerinden Anadolu’ya gidecek olan bir ticaret kervanı varmış. Zazan ve İpek Sultan’ın aşkını hiç kimse bilmiyormuş. O yüzden Zazan’dan şüphelenen olmazmış. Ama İpek Sultan’ın teni ipek gibi olduğundan hemen fark edilebilirmiş. Zazan fark edilmemesi için İpek Sultan’ı toza, toprağa, küle bürümüş ve ona eski, yırtık kıyafetler giydirmiş. Zazan kendisi de tüccar kıyafetleri giymiş. Artık onları tanıyamazlarmış. İki kara sevdalı, kervanla birlikte düşmüşler yollara. Ancak Kral, İpek Sultan’ın kaçtığını öğrenince çok öfkelenmiş ve sultan da olsa kendisine karşı gelen kızının, görüldüğü yerde öldürülmesini emretmiş. Kral’ın adamları hemen İpek Sultan’ı aramaya koyulmuşlar. Ülkenin dört bir tarafına da haberler salınmış. İpek Sultan, etraflarında birileri varken neredeyse hiç konuşmazmış. Yoksa kim olduğu açığa çıkabilirmiş. Ancak yalnız kaldıklarında, çadırlarında yüzünü silip konuşurmuş. Fakat onlardan şüphelenip takip eden biri varmış. Zazan da takip edildiklerini fark etmiş. Kervanı konakladıkları yerde bırakıp gece yalnız başlarına yola koyulmuşlar. Heybelerinde, sadece üç gün yetecek azık ve sudan başka bir şey yokmuş. İpek Sultan ve Zazan günlerce durmadan, dinlenmeden, uyumadan yol almışlar. Yemekleri, suları bitmiş; ikisinin de adım atacak hali yokmuş. İpek Yolu üzerinde ilerlerken tanınmamak için rastladıkları insanlardan da bir şey isteyemiyorlarmış. Bazen ormandaki yabani meyvelerden yiyip açlıklarını dindiriyorlar,derelere rast geldikçe kana kana su içiyorlarmış. Yol ilerledikçe dereler görünmez, yabani meyveler denk gelmez olmuş. Açlık ve susuzluktan iki sevdalı harap olmuş, sararıp solmuş. Bu halde birkaç gün daha yol almışlar; ancak daha fazla ilerleyemeyerek oldukları yere yıkılıp hayatlarını kaybetmişler. Aşkları uğruna her şeyi göze alan sevdalıların cansız bedenleri, Zonguldak Devrek’te bulunan İslamköy’deki İpek Yolu güzergahında el ele tutuşmuş olarak bulunmuş. Sevdaları yüzlerine vuran bu iki aşığı ayırmaya kimsenin gönlü razı olmamış ve onları yine el ele, üzerlerindeki kıyafetlerle defnetmişler. İki kişi olduğu anlaşılsın diye de başlarına iki ayrı mezar taşı koymuşlar. Tüccarlara,devlet adamlarına ,alimlere, sanatçılara geçit olan İpek Yolu; bu iki kara sevdalıya geçit vermemiş ve aşklarını Ferhat'la Şirin, Leyla ile Mecnun gibi kavuşamayan aşıklar kervanına ekleyerek dillerde, gönüllerde yüzyıllarca saklayıp yalnızca aşık olanların kulaklarına fısıldarmış. Hatta yörede aşıklar birbirine olan sevdalarını ispatlamak için İpek Sultan ile Zazan üzerine yeminler ederlermiş. Böylece maşuk, sevildiğinden emin olurmuş. Bugün kavuşamayan sevdalıların uğrak yeri olan bu mezara gelenler, İpek Sultan ile Zazan’a dualar ederlermiş. İpek Sultan ile Zazan’ın mezarına uğrayıp dua edenin bir gün muhakkak sevdiğine kavuşacağına inanılmaktaymış. Yavuz Selim Usta 30 7/B Sınıfı

ZONGULDAK Her mevsimi ayrı güzel, Her köşesi doludur hatıralarla. Ülkemin mavi gözlü, Kömür kenti Zonguldak. Merdivenli ve yokuştur hep yolları, Ağaçlarında yeşil, sarı, kızıl tonları, Çiçekli bahçeli, şirin evleri, Neşe kaynağıdır Zonguldak. Kimi zaman baba ocağı, Kimi zaman ana kucağı, Sığındığım son liman, Kale gibidir Zonguldak. Denizi hırçın ve asidir, Sebebi, gurbettekilerin memleket hasretidir. Baksan aslında yufka yüreklidir, Emeğin şehridir Zonguldak. 67 plakalı memleketim, Gri-mavinin en çok yakıştığı şehir, İşçinin sesi buradan duyulur, Kalplerde sevdadır Zonguldak. Fatih Emre ARICI 6/B Sınıfı 31

BEYCUMA BELEDİYE BİNASI Tevfik Başakar Cad. No:8, 67980 Beycuma/ZONGULDAK iLETİŞİM: (0372) 211 25 25 32

BEYCUMA ŞEHİT ONBAŞI RIFAT KÖKTÜRK ORTAOKULU ŞEHİT ÖĞRETMEN HAMZA HALİT SÜLÜN İLKOKULU 33

BEYCUMA ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN ÇOK PROGRAMLI ANADOLU LİSESİ BEYCUMA PTT BİNASI 34

MERKEZ BEYCUMA AİLE SAĞLIK MERKEZİ ZONGULDAK MERKEZ 6 NO.LU ACİL SAĞLIK HİZMETLERİ İSTASYONU (112) 35

BEYCUMA M TİPİ KAPALI VE AÇIK CEZA İNFAZ KURUMU BEYCUMA JANDARMA KARAKOL KOMUTANLIĞI HİZMET BİNASI VE TESİSLERİ 36

BEYCUMA MERKEZ CAMİİ (1950) BEYCUMA PİKNİK VE MESİRE ALANI 37

BEYCUMA’DAN KARELER NÜFUS 3280 38

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı Medine AKALIN - 7/A Sınıfı 39

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı Medine Nur ÇETİNKAYA - 7/A Sınıfı 40

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı Tunahan ALTUNTAŞ - 7/B Sınıfı 41

Esmanur YALILI - 7/B Sınıfı Medine ERGİN - 7/A Sınıfı 42

Medine ERGİN - 7/A Sınıfı Elif ÖZTÜRK - 6/B Sınıfı 43

Kadir YILMAZ - 7/B Sınıfı İTHAFLAR FATİH EMRE ARICI MEMLEKETİM ZONGULDAK İLE İLGİLİ YAZDIĞIM ŞİİRİMİ, KUZENLERİM BEREN’E VE KEREM ALP’E İTHAF EDİYORUM. 44

İTHAFLAR KADİR YILMAZ TUNAHAN ALTUNTAŞ ŞİİRİMİ , BİRİCİK DEĞERLİ AİLEME VE ANNEME,BABAMA, MİRAY KARABACAK CANIM KARDEŞİME ÖĞRETMENİM’E İTHAFEN… İTHAF EDİYORUM ESMANUR YALILI MEDİNENUR ÇETİNKAYA BU MASALIMI GÜZEL MEMLEKETİM İLE AİLEME VE İLGİLİ OLAN BU ŞİİRİ KIYMETLİ SINIF ÖĞRETMENİMİZ OLAN CANIM ÖĞRETMENİM BEYCUMALILARA MİRAY KARABACAK’A İTHAF EDİYORUM. İTHAF EDİYORUM. 45

İTHAFLAR MEDİNE ERGİN MEDİNE AKALIN ŞİİRİMİ SEVGİLİ AİLEME BEN BU ŞİİRİMİ VE TEYZEM DÖNDÜ AKYÜZ’E BANA EMEK VEREN, HER ŞEYİ ÖĞRETEN, İTHAF EDİYORUM. HER ZAMAN DESTEK OLAN CANIM MİRAY KARABACAK ÖĞRETMENİME İTHAF EDİYORUM. YAVUZ SELİM USTA ELİF ÖZTÜRK CANIM ANNEM HİKAYEMİ DEĞERLİ MERVE USTA’YA ANNEME,BABAMA,ABLAMA VE DEĞERLİ ÖĞRETMENİM İTHAFEN… MİRAY KARABACAK’A İTHAF EDİYORUM. 46

İTHAFLAR FATİH EMRE ARICI İREM NİSA ÇAKMAKLI HİKAYEMİ HİKAYEMİ CANIM ANNEANNEM BANA HER ZAMAN HABİBE KARABACAK’A VE DESTEK OLAN GÜZEL AİLEME VE ADNAN AMCAM’A CANIM DEDEM İTHAF EDİYORUM. MUSTAFA KARABACAK’A İTHAF EDİYORUM. YAĞMUR AKOL MİRAY KARABACAK BU MASALIMI BİRİCİK OĞLUMA, BABAM BİROL AKOL, KALBİMİN FATİH’İNE BABAANNEM FATMA AKOL, DEDEM MEHMET AKOL, İTHAFEN… KARDEŞİM MEHMET YAĞIZ AKOL’A VE MİRAY KARABACAK ÖĞRETMENİM’E İTHAF EDİYORUM. 47

TEŞEKKÜR Okulumuza Destekleriyle Her Zaman Bizlerin Yanında Olan, Bu Kitabı Hazırlama Sürecinin Her Aşamasında Bizlerden Yardımlarını, Desteklerini Esirgemeyen ; Zonguldak Valisi Sayın Mustafa TUTULMAZ’a Zonguldak Milletvekilimiz Sayın Hamdi UÇAR'a, Zonguldak İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Ali TOSUN'a, Beycuma Belediye Başkanı Sayın Vural KUNDAKÇIOĞLU'na, Zonguldak İl Genel Meclis Üyesi Sayın İsmail TERZİ'ye, Zonguldak Meclis Üyesi Sayın Nebahattin YILMAZ'a Zonguldak İl Milli Eğitim Müdür Yardımcımız Sayın Erdal YILMAZ'a, Değerli İş İnsanı Beycumalı Tat Metal Kurucularından Sayın Akın TATOĞLU'na Değerli İş İnsanı Beycumalı Tat Metal Kurucularından Sayın Hayrettin YAVUZ'a Beycumalı Milli Sporcu ve İş İnsanı Sayın Taner TATOĞLU'na, Beycuma’mızın Değerli Mahalle ve Köy Muhtarlarına, Beycuma'mızın Değerli Esnaflarına, Her Zaman Bizlerin Yanında Olan Okul Aile Birliği Başkanı ve Üyelerimize, Edebiyat Öğretmeni Derya CAFEROĞLU'na, Türkçe Öğretmeni Adem KARABACAK'a, Edebiyat Öğretmeni Aynur MUSLU'ya, Beycuma'nın Gururu Olan Feray AÇIKGÖZ'e, Araştırmalarını Bizlerle Paylaşan Erol ÖZTÜRK ve Muhammet ÖZTÜRK’e, Beycuma'nın Güzide Halkına, Tüm Öğretmen Arkadaşlarımıza, Sevgili Öğrencilerimize, Kıymetli Velilerimize Çok Teşekkür Ederiz. Kitap Hazırlık Sürecinin Pandemi Dönemine de Denk Gelmesi Nedeniyle Ayrıca Çaba Sarf Eden Beycumalı Yazarlarımız Adına İsmini Zikredemediğimiz Tüm Beycumalılardan, Tüm Destekçilerimizden Aflarını Rica Ederiz. Biz Kendileri Küçük Kalpleri Büyük Yazarlar Olarak Sürç-i Lisan Ettikse Affola Diyoruz ve Bu Güzel Yolculuğumuza Sizleri de Eşlik Etmeye Davet Ediyoruz. Miray KARABACAK Türkçe Öğretmeni 48

BEYCUMA ŞEHİT ONBAŞI RIFAT KÖKTÜRK ORTAOKULU


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook