Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 34_Paydos_Eylül'20

34_Paydos_Eylül'20

Published by bimesele TV, 2022-07-05 21:31:28

Description: 34_Paydos_Eylül'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Eylül'20 - Sayı 34 tarih düşünce dosya *srebrenitsa’yı hatırlamak *muhabbet katarsis kamus *seferden dönen kaptan *kürekleri aheste çekelim kitaplık geleceğin inşası *kralsız taçlar hükümranlığı *kentlerin dokusu -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Bahar EŞREFOĞLU -Beyza YILDIZ -Enes SÜSLÜ -Esma ŞAFAK -Muhammed Asım BACAKLI -Muhammed Bahaddin ATABEY -Muhammed Furkan DOĞAN -Muzaffer FIRAT -Nefise ERDEM -Taha SULAR



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İllistritör Muzaffer FIRAT Ayşe Rümeysa Özden İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Muhammed Asım BACAKLI 04 MUHABBET Beyza YILDIZ 06 FANUS Alaaddin GÖÇER 07 SREBRENİTSA'YI HATIRLAMAK Bahar EŞREFOĞLU 15 KRALSIZ TAÇLAR HÜKÜMRANLIĞI Esma ŞAFAK 18 KİME ÇEKTİ BU ÇOCUK? Nefise ERDEM 21 SEFERDEN DÖNEN KAPTAN Adnan GÖZÜTOK 23 GÜNCE Enes SÜSLÜ 24 KENTLERİN DOKUSU Muhammed Bahaddin ATABEY 26 ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM 28 KARANLIK ODA Taha SULAR 32 KÜREKLERİ AHESTE ÇEKELİM Ayşe ACAR 34 \"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Muhammed Asım BACAKLI [email protected] Selamunaleyküm, Değerli Paydos Okurları, Kısa bir aradan sonra tekrar birlikteyiz. Geçmiş Kurban Bayramınızı teb- rik ederiz. Rabbim sıhhat ve afiyet içerisinde nice bayramlar geçirme- mizi nasip etsin. Bu sayımızda, küresel dünyanın lütfu olan karesel ekranlarda gömülü kalmış çağımız insanının muhtaç olduğu bir meseleyi, muhabbeti ko- nuşmaya geldik. Muhabbet,Arapçada sevgi anlamına gelen \"hubb” kelimesinden türe- miştir. Anlaşılacağı üzere onun temelinde sevgi vardır, yalnızca konuş- mak / sohbet etmek anlamına gelmez,insanların birbirine olan hürme- tini de kapsar. Sevgi olunca muhabbet doğar. Hele ki bu sevgi Allah için olunca (ki olmalıdır) birbirleriyle hiçbir kan bağı bulunmayan insanlar arasında kördüğüm gibi sımsıkı ve sapasağlam bağlar oluşur. Bir de ba- karsınız ki kardeşten öte bir dostluk meydana gelmiştir. İşte bunun adı muhabbettir. Muhabbet, ebedi kurtuluşun bileti olarak gördüğümüz imanı “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olamazsınız” buyurarak böylesi hayati bir noktaya koyan Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olan bizler için ayrıca önem arz etmelidir. Lafı daha fazla uzatmadan sayımızla sizi başbaşa bırakmak istiyorum. Rabbim dostlarımızı bizim için cennet vesilesi ve ahiret azığı kılsın. Bir- birimizi Allah için sevmemizi nasip etsin. 3

DOSYA Beyza YILDIZ [email protected] MUHABBET Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer. Dedemin beni muhatabı kabul edip uzun uzun anılarını anlatmasıyla sohbet/muhabbet etmeye hak kazandığımı fark etmiştim. Büyüklerin bizi erkenden uyutma hevesi, “Çocuklar uyusun da sohbet ederiz.” de- meleri ne tuhaf gelirdi! “Bizi uyutup pasta mı yiyecekler? Nedir bizden tatlı olan?” diye düşünürdüm. Biraz yaş alıp da bir dost muhabbetiyle zamanın nasıl geçtiğini unuttuysanız artık bu balın tadı sizin damağı- nızda da kalmış demektir. Muhabbetin kaynağı koşulsuz sevgidir. Dedi- kodunun verdiği lezzetten farkı da buradan gelir. Dedikodu da insanlar bir araya gelerek “diğeri” üzerinden kendi konumlarını sağlamlaştırır ve onları onaylayan ortaklarıyla da bunu pekiştirirler. Bu belki de insanla- rın topluluklar olarak yaşayabilmesi veya hayatta kalabilmesi için ge- reklidir. Ancak muhabbet bambaşka bir yerden gelir. Bazen söylenenler 4

zehir olsa içilir. Çiğ tavuk olsa yenir. Dost size kusurunuzu allayıp pullar, üzerine ballar şerbetler döker ve öyle sunar. Bunu alır ve yola devam edersiniz. Dost sizde ömür boyu hayırla yad edilecek izler bırakandır. O saf muhabbetin içinde yapılan yanlışlar bile hayra dönüşür. İstemeden verilen zararlar hayat tecrübesi olur. Dost size Allah’ı hatırlattığından onun sohbeti de zikri ve fikri barındırır. Dost güzel, muhabbeti güzeldir eyvallah ama dostlar burada konaklanır mı? Sohbet-i hemdem de ge- çer hesabına birlikte düşünelim. Bir kere ayrılık sizi buldu mu o bitmez tükenmez dediğiniz muhabbetler sekteye uğradı mı… Kısaca tel kopup da ahenk bozuldu mu… İnsan anlar ki güzel dostu da fanidir. “Aldım na- sibimi yeni dersim nerededir?” diye bakar. Çünkü muhabbet ne kadar hoşsa bitmesi de öyle acıdır. Hangi acıda konaklayıp onu baki sanalım? Hepsinde bir geçicilik vardır. Ancak bazısında, mağaranın kapısına ağlar ördürecek, güvercinleri konduracak hakikat nazarı vardır ki, insan ol- maya giderken o nazarı cezbetmek hangimize gerekmez? Geçtik sohbet-i hemdemden ne bulduk derseniz, insan neyi ne kadar bulabilir? Önüne bir tepsi pirinç konmuş insan, taşları ayıklayamaz; tek tek her pirincin taş olup olmadığına bakar. Bu da değilmiş der ve de- vam eder. Ne pirinçler biter ne de “İşte aradığım taşı buldum.” diyebi- lir. Âlemin ve dahi dost sohbetinin de geçiciliği içinde ruhuna kalıcı bir yer ikame etmeye çalışır. Her kimin muhabbeti bir kere onu yaradana isabet etse, orada sonsuz olanın muhabbetine nail olur, kim bilir? Bir büyüğünün sohbeti ile mutlu olan çocuklar, kaynağa ulaşmak için yola çıksa, esmaları ile O’nu yardımına çağırsa, karşısına çıkanlar ne büyük lütuftur, kim bilir? “Bir kez Allah dese aşk ile lisan Dökülür cümle günah misl-ü hazan” 5

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] FANUS Şeytan tırnağı kumaşa takıldığında, montunun cebinde sakladığı elini acıyla geri çekti. Bir damla koyu kırmızı kan, işaret parmağının köşe- sindenusulca belirdi. Midesi bulandı, gözlerinin önündeki kara perde bir türlü çekilmek bilmedi. Kırmızı konversli sarı saçlı kızın, kaküllerini kulağının arkasında toplayışını; sigarasını son bir kez daha dudaklarına götüren yaşlı adamın, izmaritini denize fırlatışını ve yağmur bulutları- nın kış güneşinin önünde umarsızca devinişini göremedi. Sarı saçlı kız yolun karşısına geçtiğinde, boğazdan geçmekte olan İran flamalı gemi- nin,dalgaları yarıp geçişini nihayet izleyebildi. Ayağa kalktı, Kuşkonmaz Camii’ne doğru yürüdü. Elini tutan annesine “Bunlar da insan karınca- ları. Diil mi anne?” dediğini işittiküçük kız çocuğun. Yoluna devam etti, sorunun yanıtını umursamadı. Otobüse bindi, oturdu. Başını henüz yaslamışken, cama birkaç yağmur damlası düştü. Yol boyu buğulu, ıslak camın ardından tabela ve reklam afişlerini okudu. Polis merkezini gö- rünce yanındaki yolcudan müsaade aldı ve indi. Yağmur ve ıslak toprak kokan havayı ciğerlerine doldurdu. Karakolun arkasındaki ufak parka yürüdü. Sırılsıklam vaziyette iki genç, oturdukları banktan ayrıldı. İki avucunun arasında biri turuncu diğeri alacalı iki japon balığının bulun- duğu küçükçe bir fanus taşıyan genç kız, sevgilisine gülümsedi. Saat gecenin onuydu. Adam, şeytantırnağını çekti ve kopardı. Koyu kır- mızı kan çabucak yağmura karıştı. Başını kaldırdı ve siyah bir perdenin ardındaki gözleri, kapkara gökyüzünü seyretti. Bazı şeyleri göremedi, çoğunu ise hiç önemsemedi. 6

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU SREBRENITSA’YI HATIRLAMAK Sizlere, bu yaz yapılan anmalar dolayısıyla dinleme fırsatı yakalayabildi- ğim, Srebrenitsa Soykırımı’nda hayatta kalan birkaç kişinin tanıklıklarını aktaracağım. Üzerinden onlarca yaz geçti ama aslında çok eskilerde kalmadı Srebre- nitsa, tıpkı yeryüzündeki diğer soykırımlar ve toplu katliamlar gibi. Tıpkı Rohingya, tıpkı Holokost, tıpkı Ruanda ve diğerleri gibi... Her soykırımı, her katliamı aynı şekilde lanetleyerek başlıyoruz yazıya. Srebrenitsa’da insanların bizim kıyımızda neler yaşadığı ve Sırp Kasabı lakaplı Mla- dić’in video kayıtlarında bizzat duyabileceğiniz “Nihayet bu topraklarda Türklerden* intikam alma zamanı gelmiştir.” sözleri, bu konuya ayrıca dikkatimizi çekiyor. Çok değil, bundan tam 25 yıl önce (1995) bir hafta- dan biraz fazla bir sürede 8300’den fazla kişi katledilmiş, binlerce kadın tecavüze uğramış ve yerleşim yerleri, ibadethaneler yok edilmişti. Jasmin Yusuf Yusufovic (2020), Srebrenitsa’nın çocuk şahidi. Yaşadık- larını anlatırken benim için en etkileyici olan kısmı, o zaman başka bir dünyayı hayal etmediğini ve dünyayı öyle kabul ettiğini söylediği yer. 7

Savaştan kaçıp ulaştıkları yerde dünyanın öyle olmadığına dair yaşadığı şaşkınlığa ve karışık hislerine tercüman olabilecek kelimeleri bulamayız zannederim. Olaylar ivme kazanmaya başlayınca nesillerdir yaşadıkları köyde (Drinaça), gece amcasının kapısını Sırp bir arkadaşı çalar. Duru- mun ciddi olduğunu, niyetlerinin gerçekten kötü olduğunu ve derhâl kaçmalarını söyler. O gece yola koyulurlar, Drina Nehri’ni geçerler ve ormana saklanırlar. Yanlarında ne yiyecek ne giyecek varken birkaç gün ormanda kalırlar. Geri döneceklerini düşündükleri evlerinin yağmalan- dığını ve yakıldığını görürler. Ormana kaçan Boşnakların sayısı artar, süre geçtikçe evlere dönüş veya evden bir şeyler alabilme ümidiyle gruplar oluşturmaya başlarlar. Bu Jasmin Yusuf’un küçük dayısını son görüşüdür: Dayısı da evlerden bir şeyler kurtarmak için Bosnalı gençle- rin kendi aralarında kurdukları bir gruba katılır ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Buralarda barınamayacaklarını anlayınca Konoviç’e ge- çerler. Dirinaça’nın yukarısındaki bu yerde üç ay kadar yaşarlar. Sırpla- rın hava saldırıları da başlayınca, buradan göçmek durumunda kalırlar. Çünkü bu olaylardan bir ay öncesinde, yani 11 Temmuz öncesinde, okul bahçesinde çocuklar katledilmiş ve yaklaşık 70 kişi öldürülmüştür. 6 Temmuz gecesi sesler duyduklarını söylüyor. Hastanelere yaralıların getirildiği, anestezi olmadığı için kol ve bacakların öylece kesildiği za- manlardır bunlar. O günlerde, 6-11 Temmuz arası, biraz daha ileride 8

evleri olan kuzenleriyle oynamaya gittiğini, annesinin evi temizleyişini ve “normal” yaşamaya ellerinden geldiğince devam ettiklerini hatırlı- yor Yusuf. Burası da bombalanmaya başlanır, şarapneller düşer o yolu geçip kuzenlerine giderken ama ona bir şey olmaz. Annesi o tarafta pat- lama olduğunu duyunca koşup gelir ve onu sağlam görünce dünyalar onun olur. Durum gittikçe kötüleşir ve artık oradan da gitme zamanı gelmiştir. İnsanlar güvenli yer arayışıyla kaçarlar, ormanlık alanlar dâhil hiçbir yer güvenli değildir. Bu nedenle aslında güvendikleri için değil ama hiç değilse kendilerini de korumak için savaşmak mecburiyetinde olduk- larından, Birlemiş Milletler’in askerî birliklerinin oldukları yerlere akın akın giderler. Ancak Birleşmiş Milletler’e bağlı askerler kaçmaya başlar, insanlar onların kamyonetlerine atlayarak onlarla gitmeye çalışır. Baba- sı ve Jasmin Yusuf da öyle bir kamyonet arkasına atlayarak Potaçari’ye gitmeyi başarırlar. Annesi ve anneannesi arkada kalmıştır çünkü yaşlı kadın koşamaz ve annesi de onu yalnız bırakmaz. İşte daha sonrasında ölüm kampına dönüşecek olan bu yere gelişleri böyle olmuştur. Bir fab- rikadır burası. İnsanlar nehir gibi akmaktadır buraya, o ise kapıya göz- lerini dikmiş annesini aramaktadır. Bir süre sonra onu görür, neden geç kaldığını öğrenir. Çünkü askerler fabrikaya girişe izin vermemektedirler, annesi gece bir yolunu bulur, bir şekilde içeri girmeyi başarır. Günler 9

geçtikçe fabrikada durum kötüleşmektedir, insanlar üst üste istiflen- miş ve korkuyla beklemektedir. Yedikleri şeyler çok kötüdür ve temizlik koşulları berbattır. Yanlarında kesici alet bulundurmaları dahi yasaktır, hatta bu nedenle bir gece babasıyla annesi dışarı çıkıp annesinin mü- cevherlerini bile toprağa gömerler teftişte yakalanmamak için. Fabrika içinde Sırpların Birleşmiş Milletler askerlerinin kıyafetlerini giyip fab- rikaya sızdığı söylentileri yayılır. Hatırladığı anılardan birisi bir adamın gelip orada bulunan herkesin isimlerini yazdığı ama annesinin adını al- madıkları. Sebebini bilmiyor. Konuşmalardan hâlâ kulağında olan bazı cümleler var: “O (Sırp askerini kastediyor) bebeğini (oradaki bir kadını kastediyor konuşan kadınlar) öldürdü, yeni doğan bebeği üzerine ba- sarak öldürdü.” 11 Temmuz’a yaklaştıkça, geceleri fabrikanın dışında seslerin, bağırışların ve öldürmelerin arttığını, çığlıklar duyduklarını söylüyor Yusuf. Fabrikanın dışındaki alanda nehre götürülüp öldürülen- ler olduğundan bahsediyor. Bunun dışında “beyaz ev” denilen bir eve kadınların götürüldüğünü ve yedi aylık hamile olan halasını kadınların aralarında gizlemeye çalıştıklarını ve şöyle dediklerini hatırlıyor “Hami- le veya değil, fark etmez.” Jasmin Yusuf, bunun kesinlikle önceden “iyi” planlanmış bir eylem olduğunu söylüyor, sistematik bir şekilde erkekle- ri öldürmek ve kadınları hamile bırakmaya çalışmak ancak etnik temiz- lik maksadıyla yapılabilecek bir eylem zira. Sonra 11 Temmuz günü gelir, kamp hareketlenmiş ve insanlar kam- yonlara bindirilip aktarılmaya başlamıştır. Yusuf, annesinin ve onun bir kamyona binişlerini hatırlıyor, elinde silah olan o gözlüklü adamı ve ba- basını en son gördüğü yeri: Fabrikanın ana girişi. Annesi onu, görün- memesi için elbisesinin altına saklamaya çalışmaktadır ve babası ona susması için işaret eder ve “Git!” der. Üzerinde kahverengi bir yeleği, 10

siyah ayakkabıları ve kırmızı bir ceketi vardır babasının. Yusuf, bütün er- kekler alındığı için annesinin onun üzerini örttüğünü ve sesi çıkmaması gerektiği için nasıl sessiz sessiz ağladığını anlatıyor. Kafasından topuk- larına kadar hiçbir yeri görünmeyecek şekilde saklarlar onu arabada- ki kadınlar, sekiz yaşındadır. Kamyon arada durur, birinde şoför gelip üzerlerindeki örtüyü kaldırıp havalandırır ve “Boğulacaksınız.” der. Za- man zaman askerler tarafından durdurulurlar, o sırada onu arka tarafa doğru iterler ve kadınlar üzerlerinde ne kadar eşya varsa üstüne atarlar Yusuf’un. Orada ondan daha büyük bir erkek çocuk daha vardır, asker onu fark eder ve alır. Kadınların askerlere yalvarışları hâlâ kulağında- dır: “Daha çocuk”, “Sadece çocuk”, “Bırakın”, “Bir şey yapmadı”, “As- ker değil”, “18 yaşında değil”... Ancak kadınların bağrışmalarına kimse aldırış etmez, çocuğu indirirler ve elbette akıbeti bilinmektedir. Taraf- sız bölgeye varırlar, burası 5 km uzaklıktadır. Bosna ordusunun olduğu yere ulaşmak, bu insanların tek hedefidir. İnsanları burada indirirler. Bu kamyonlardan gelen insanlar burada birikmekte ve yakınlarıyla -geriye kalan- buluşmaktadır. Yusuf, halasının ona doğru koşuşunu hatırlıyor. “Babamı aldılar!” çığlıklarını, sesinin vadide nasıl yankılandığını... Ve di- ğer halasının onu ittirip, Yusuf’a sarılışını ve onun da “Oğlumu aldılar!” nidasını… Jasmin Yusuf, o anlarda sadece ağlıyormuş ve onları ittirme- ye çalışıyormuş. Nihayet gitmek zorunda olduklarını fark edip harekete geçmişler. 11

Bu onların “güvenli bölge”ye geçişlerinin hikâyesi. Yusuf, babasının ce- nazesini ise 20 yıl sonra defnedebilmiş. Önce dayısının kalıntıları bulun- muş, DNA örneklerinden teşhis edilince Tuzla’dan aramışlar onu. Sonra babasının kalıntıları bulunmuş. Ama annesine söylememiş, her yıl tö- renle gömüldüklerinden dolayı annesi iki cenazede de bulunamayaca- ğından babasının haberini ve cenazesini bir sonraki seneye saklamış. Babasının tabutunun yanına gittiğinde üzerinde 6 farklı kod okumuş (bir kod sağ el için, bir kod sağ ayağı için ve böyle devam ediyor). Tören- den sonra görevlilere bunun anlamını sormuş. Vücudunun parçalarının altı farklı toplu mezardan toplandığı anlamına geliyormuş. Bu, Sırpların kanıtları saklamak için o dönemde bilerek uyguladıkları bir taktikmiş. Srebrenitsa’nın bölgeye yönelik bir temizlik operasyonu olarak yansıtıl- masına karşı. Bu nedenle tanıklığını sürdürüyor Jasmin Yusuf. Bu, böl- geye değil, oradaki Müslümanlara yapılmış planlı bir operasyon. Müs- lümanlardan temizlenen yer isimlerini tek tek sayıyor Jasmin Yusuf. Almasa Salihovic (2020) bir başka tanık. 18 yaşındaki erkek kardeşini, dayılarını ve amcalarını bu soykırımda kaybedenlerden. Nedzad Avdic (2020) 14 Temmuz 1995’te yapılan toplu katliamlardan birinden sağ ka- lan iki kişiden sadece biri. Sırplar, ele geçirdikleri herkesi yine bir binaya doldururlar ama kimse kaçmaya teşebbüs etmez. Aralarında konuşur- lar ama kimse herkesin öldürüleceğine ihtimal vermez, pencereyi kırıp kaçmaz onca insan veya hep beraber ayaklanıp Sırplara saldırmaz.** 12

Sırplar gelip ikişer ikişer götürür ve vururlar insanları. Durum anlaşıl- mıştır ama çaresizce sıralarını beklerler. Nedzad’ın da üstünü soyup, ellerini bağlarlar diğer erkekler gibi. Bir odaya katarlar ve çıplak ayak- ları yerdeki kan gölünü hisseder, bir tarafta yığılmış kıyafetler vardır. Dışarı çıkartılır, bir şeyler olmaktadır, onları başka bir yere götürmeye karar verirler (Zannederim o mekandaki ölü sayısının fazlalığından do- layı). Arabalara bindirilip dağlık bir mevkiiye götürülürler ve üzerlerine ateş açılır. Nedzad ağır yaralanır, askerler yerde yatanları kontrol edip ölmediği fark edilenlere ateş açarlar. Yıllar sonra mahkemede hâkim Nedzad’a inanmayacak ve onun ölü taklidi yaparak kurtulduğunu söy- leyecektir, ama Nedzad, “Teslim olmuştuk, sıranı bekliyorsun ve zaten yaşamak istemiyorsun.” diyor. O gün ona yakın mesafede yatan bir başka sağ kalanla beraber oradan hızla uzaklaşırlar, ormanlık alanda Tuzla’ya doğru gitme hedefiyle yürümeye başlarlar. Nedzad, sadece 17 yaşındadır o zaman ve aşırı kan kaybı ve açlık dolayısıyla iyice bitkin düşer. Kader, arkadaşına onu bırakmasını söyler (Burada özellikle onun gayretiyle kendisini bırakmadığını ama yaraları nedeniyle hayatta kala- bileceğini hiçbir zaman düşünmediğini söylüyor Nedzad). Ama o bırak- maz ve zorlu bir yolculuktan sonra hayatta kalmayı başarıp âdeta bize o gün orada ne olduğunu anlatmak için hayatta kalır. Sonrasında diğer hayatta kalan kişi Amerika’ya gitmiş ve yaşadıklarını geride bırakmaya çalışmış. Ancak Nedzad, ısrarlara rağmen hâlâ Bosna’da ve hikâyesini anlatmaya devam ediyor. Malumunuz Srebrenitsa’nın suçlularının bazıları yargılandı, bunların birçoğu Sırplardı (Mesela General Ratko Mladić, 2017 yılında soykırım suçundan ömür boyu hapse mahkum edildi). Fakat Birleşmiş Milletler yargılanmadı (Bosna’da onların göndermiş oldukları domuz eti konser- veleri dahi sergilenmekte bugün). Holokost’un yazarı Bauman’ın (2016, s. 299) sözleriyle, aynı şekilde Hiroşima ve Nagazaki’nin suçluları da: “… Gulag’ın, Hiroşima’nın zafer kazanmış failleri, Auschwitz’in yenik düş- müş faillerini yargılayıp, kınayıp mahkum ederken yüz yüze geldiler.” Bugün Filistin de ciddi bir operasyonla ortadan kaldırılıyor ve maalesef planlarına her geçen gün bir başka ortak daha ekleniyor. Korona’yı fır- sat bilip Netanyahu ilhak planını harekete geçirdiyse de Amerika’dan yeterli desteği arkasına alamadığı için operasyona devam edemedi (Khalid Abu Dawas, 2020). Ama Körfez ülkelerinden, birçok Arap dev- letten (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman), Mısır’dan ve nicelerinden resmî olarak dünyanın gözü önünde destek aldı, anlaştı (Dawas, 2020). Filistin Google haritalardan silindi ama hâlâ ayakta. Her 13

insan elinden ne gelir az çok biliyor ve biraz araştırınca yardım edebi- leceği noktaları daha da keşfedebilir (boykot ve farkındalık oluştura- cak diğer eylemler gibi). Ama en önemli noktalardan birisi, dinlediğim şahitlerin altını çizdiği şey, özellikle şahitleri dinleyerek bilgi edinmek, hatırlamak, daima hatırlamak. Çünkü: “Unutulan soykırım tekrarlanır.” (Bauman, 2016). Elbette bu tarihî gerçekleri tam anlamıyla aktarmak ve nesillere öğretmek, en temel vazife olarak karşımıza çıkıyor. Uma- rım bu köşede bu amaca binaen, sizlere gerçekte ne yaşandığını insani boyutuyla ve küçük bir parçasıyla aktarabilmişimdir. Gelecek sayılarda tarihten hatırlamamız gereken hususlarla devam edeceğiz. *Türk tabirinin o dönemlerde Müslüman kelimesi ile eşdeğer olarak kullanıldığından önceki yazılarımızda bahsetmiştik. **Öğrenilmiş çaresizlik denilen durum, benzerini Shoah (Claude Lanz- mann) belgeseli üzerinden Holokost’ta da görebilirsiniz. Kaynaklar: Almasa Salihovic (8 Temmuz 2020) “Remembering Srebrenica: UK’s National Memorial Day, 25th Anniversary”, Londra: Online Konferans. Jasmin Yusuf Yusufović, “Remembering Srebrenica: UK’s National Memorial Day, 25th Anniversary”, 5 Haziran 2020, Londra: Online Konferans. Khalid Abu Dawas (10 Temmuz 2020) “The Annexation of Palestine”, New Jersey: On- line Konferans. Nedzad Avdic (9 Temmuz 2020) “Remembering Srebrenica: UK’s National Memorial Day, 25th Anniversary”, Bosna: Online Konferans. Zygmunt Bauman (2016) Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım. 14

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] KRALSIZ TAÇLAR HÜKÜMRANLIĞI “benden zarar gelmez kovanındaki arıya, yuvasındaki kuşa ben kendi hâlimde yaşarım şapkamın altında” Rüştü Onur “sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım” Arif Nihat Asya İsmet Özel, bu iki şiiri art arda okuyor bir programda.1 Sonra şöyle söy- lüyor: “Biz hangi insanlarız, bunun cevabını şiirlerinde taşıyanlar bü- yük şairlerdir. Ben insan olarak hatta bir baba, dede olarak şu mısraları duyduğumda dehşete kapılıyorum; ‘seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım’. Bu bir şair sözü olamaz. Şiir böyle bir sözü kaldıra- mayacak kadar kıymetli bir şeydir. İnsanî olan şey, insana karşı olmaz.” Kendine has sükûneti ile söylediği her cümlede beni vuruyor ve en uy- gun kelimeyi bulma uğraşında çıkardığı ıılama sesleriyle toparlanmam için mühlet tanıyordu. Ki yeniden vurabilsin, her sözünü esaslıca işit- tirebilsin. Demek şiir bir esrime hâlinden, bir heyecana gelme ve de 15

galeyana getirmeden ibaret değilmiş. Demek ondaki yansıma şırıl şırıl dereler ve tıpır tıpır yağmurlardan çok daha fazlasıymış. Şiir, şair ve şuur. Aynı kökten dallanan budaklar. Demek şair, kelimelerini şuur tı- ğından ilmek ilmek geçirmeliymiş. Ki yazdığının adı gönül rahatlığıyla şiir olsun. Geçelim. Bu, yirmi birinci yüzyıldaki bir grup heyecanlı şairin de katkılarıyla içimde açık kalmış bir yaraydı. Ve sadece yeri gelmişti. Yoksa adamımız bir şair değil. Fakat şuurun dikenli tacını başına gönül- lü geçirenlerin öncülerinden. Cümlelerinden bilincin aydınlığı taşanlar- dan. Az olanlardan. Bu Ülkede Kaç Kişi Kaldık Biri Gidince Cemil Meriç. Bu Ülke. Benim söyleyeceğim şeyler onu hafifleştirirse korkusuyla yaz- maktan hep kaçtığım, maaş almaya baş- ladığımda her ay bir öğrenciye hediye etme sözü verdiğim, beni kendine en çok borçlu çıkaran kitap. Ona bor- cumu böyle ödeyebilir miyim? Zor. İlk kez dört yıl önce okudum ve bana tek kapısını bile açmadı, eşiğinden kov- du. Aklıma, ne dediğini anlamadığım üç beş tumturaklı cümle koyup beni geri gönderdi. Belki tekrar çağırmak için. Ol- gunlaştığımda. Çağırdı da. Ve bundan sonra her yıl o çağırdığı için değil, ben özlediğim için başına oturacağım sanırım. Bu kitap bana hiç “Şuurlu ol.” demedi ama her satırın gerisinde “Bu- ralarda düşüncenin alın teri bulunmakta, bunlar şuurla söylenebilmek için çok çaba harcandı, bütün iddiaların arkasında gece nöbetlerinin sağlam kaleleri var.” diyen bir koro vardı: “Bizi helak eden ne ahlaksızlık ne bencillik ne kafamızın ağır işlemesi. Bir öğrenci kayıtsızlığı içindeyiz. Hoca tanımadığımız için yardım görmemize imkân yok… Hayatı anla- madan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekanın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. İçlerinde böyle bir canlılık, böyle bir hayat coşkunluğu duyanlar dünyanın biricik hakimleridir.” “İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Ki- taptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları aç- 16

mak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek…” Doğuya, batıya, ideolojilere, entelektüellere, dergilere, düne, bugüne, yarına, dünyaya, bütün ülkelere ve bu ülkeye -kendi gözüyle görmek için- bakmak. Düşünmek, düşünmekten yorgun düşmek. Bu haysiyetli tecessüs ile kolay yaşama fırsatlarını, dostlarını, uykularını ve dahi göz- lerini takas etmek. Cemil Meriç zararda ama bize bu zararın meyvele- rini uzatmaktan başka derdi yok. Meyveleri hakkıyla yiyen değil, gören kaç kişidir bu ülkede? Nasıl anlatabilirim duyduğum saygıyı? Benden istediği düşünmek, her an. Giderken, gelirken, gezerken, seyre- derken, okurken, yazarken, dinlerken, konuşurken. En çok da konuşur- ken. Aksi hâlde gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor diyor. Amacı; içimde her şeye neden yapıyorum diye soran ve böyle yaparak iyi mi ediyorum diye rahatsız eden bir dürtü mekanizması inşa etmek. Aksa- mayan. Daima içimi deşen fakat daima öğreten. Kendime öğretmeyi öğreten. Başka hangi kitapta bulabilirim? “Bana bile katılma, okumak- tan dahi şüphe et, kendi fikrini bul.” seslenişlerini. Ondan güç alarak onu sorgulama yeteneği oluşturmak çabası; hakiki öğretmenlik. “Okuma; zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak. ‘Kitapta okudum, gazetede yazıyor’ gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir.” Cemil Meriç’in her söylediğine katılmıyorum, ona saygısızlık etmemek için. Onu anlamak için. İplerimi şuur tığından geçirmeyi öğrenmek için. Teşekkür ederim Allah’ım, Cemil Meriç’le de aynı dünyada olduğum ve bana bakmayı onunla da öğrettiğin için. “Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette. Neden? Efendilerimizi rahatsız eden Türkiye’nin insanı. İnsanı yani kendileri. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır.” 1 https://www.youtube.com/watch?v=fMKBPqXYiGo 17

MIKRO ÂLEMDEN MAKRO ÂLEME Nefise ERDEM [email protected] ANNESİNE mi, BABASINA mı, MİTOKONDRİYAL ANNESİNE mi, KİME ÇEKTİ BU ÇOCUK? Mitokondri, hücrede bulunan organellerin en önemlilerinden biridir. Hücrenin enerji ihtiyacı için gerekli olan ATP’nin sentezlenmesinde gö- rev alır. Hücrenin “enerji santrali” olduğunu söyleyebiliriz. Nükleustaki (hücre çekirdeği) DNA (kalıtım materyali)’nın yanı sıra mitokondri de kendine özgü DNA taşır. Bu, “Mitokondriyal DNA” olarak adlandırılır. Bir bebeğin oluşması için yumurta ve spermin döllenmesi aşamasında, yumurtanın içine spermin sadece baş kısmı girer, mitokondrisinin için- de bulunduğu kuyruk kısmı ise dışarıda kalır. Böylece, döllenme sonucu oluşan zigot, sperm ve yumurtanın nükleusundan gelen DNA ile hem annenin hem babanın genetik bilgisini alırken, mitokondriyal genetik bilgisini sadece yumurtadan (anneden) almış olur. Mitokondrideki genler, tüm bedenimizdeki toplam DNA’nın küçük bir kısmını, %0,1’inden azını kapsamaktadır. Asıl kalıtım materyalimiz, nük- leustadır (%99). Mitokondrinin genetik katkısı küçük olmakla birlikte, işlevini yerine getiremediğinde, bunun sonuçları ciddidir. 18

Mitokondriyal DNA’da ortaya çıkan mutasyonlar ve hücrenin tamir sis- tem kapasitesinin yetersizliği, bazı bozukluklara ve hastalıklara neden olmaktadır. Kalıtım materyalindeki bozukluklar nesilden nesle (anne- den çocuğuna) aktarılabilmektedir. Şu anda bilindiği kadarıyla, mito- kondriyal işlev bozukluğu ile doğrudan bağlantılı 41 hastalık vardır. Mi- tokondriyal hastalıklarda bugün için kesin, etkili bir tedavi yoktur. Bu hastalıklar konusunda dönüm noktası, 2008 yılında gündeme gelen şu tedavi olmuştur: Mitokondri Değiştirme Tedavisi (MDT) Bu yöntemde, hasarlı mitokondriyal DNA’sı nedeniyle sağlıksız bir sitoplazmaya sahip olan anne adayının hücre çekirdeği yani ge- netik materyali ayrılır ve sağlıksız sitoplazma atılır. (Mitokondri ve diğer organeller, sitoplazma dediğimiz yapının içinde bulunur.) Benzer biçimde, bir bağışçı kadının yumurtasından çekirdek DNA çıka- rılarak geriye sağlıklı mitokondri içeren sitoplazma bırakılır. Daha sonra anne adayının yumurtasından ayrıştırılan çekirdek DNA, bağışçıdan ge- len bu sağlıklı sitoplazmanın içine yerleştirilir. Böylece sağlıklı bir yu- murta elde edilmiş olur. Ardından bu yumurta, baba adayının spermi ile in vitro fertilizasyon (IVF/Tüp bebek işlemi) yöntemiyle döllenir ve anne adayının rahmine transfer edilir. İleriki zamanlarda gelişebilecek potansiyel zararları tam kestiremiyor olsak da, bu yöntemle şimdilik, kayda değer bir zarar gözlenmemiştir. Fakat tıptaki birçok gelişme gibi, bu durum da aklımıza bazı soruları ve kararsızlıkları getiriyor. Şöyle ki: Oluşan bu yeni birey, sahip oldu- 19

ğu genetik yapısının çok büyük bir kısmını (%99) anne ve babasından almış oluyor, yani fiziksel ve karakteristik özelliklerini kodlayan çekir- dek DNA’sından. Peki, annesine ait olmayan bir mitokondriyal DNA’yla genetiğini oluşturan yaklaşık %0,1’lik bir oranı göz ardı edebilecek mi- yiz, etmeli miyiz? Bu durumu, basit bir “mitokondri bağışı” olarak mı görmeli, yoksa ciddi etik ve dinî sorunlara yol açabilecek “3 ebeveynli bebek” metaforu olarak mı? Bunun kararını, tedavi edip hayat kurtarmakla sorumlu olan ama bir taraftan ahlaki değerleri de göz ardı etmemesi gereken doktor verecek. KAYNAKLAR Hasan Veysi Güneş, Moleküler Hücre Biyolojisi, İstanbul Tıp Kitabevi, 2018 https://dergipark.org.tr/tr/pub/anadoluklin/issue/54910/673832 https://tr.euronews.com/2019/04/16/3-ebeveynli-bebekler-nasil-mumkun-oluyor-e- tik-mi https://tr.qwe.wiki/wiki/Mitochondrial_replacement_therapy 20

KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] SEFERDEN DÖNEN KAPTAN Yeni bir güne uyandığımızda olabilecek olayların sayısını tahmin ede- meyiz. Ancak çoğu zaman günler birbirine benzemiyor mu? Farklı şeyler olsun ister miydik acaba? Aslında cevap olarak evet faklı şeyler olsun deriz. Farklı şeyler görelim, duyalım. Bunu istemek, istememek- ten daha kabul edilebilir bir şeymiş gibi geliyor. Sırf bu yüzden cevaben böyle söylüyor olabilir miyiz? Fizyolojik, psikolojik olarak enerjiyi koru- mak, zamandan tasarruf, belirsizlikten kaçınmak, risklerden sakınmak için benzer işlerde benzer yolları takip ediyoruz. Bu aynı zamanda man- tıklıdır da. En kestirme yol bildiğin yoldur, evet. Ama eğer biraz gecike- bilecek kadar vaktimiz olsa başka yolları da dener miydik? İster temel fizyolojik ihtiyaçlardan yola çıkalım ister duygulardan yola çıkalım, bunları karşılayabildiğimiz, çevredeki olabilecek olayları kontrol edebildiğimiz ve duygusal dalgalanmalara yol açmayacak kadar sakin uyarıcıların olduğu alanımız konfor alanımızdır. Stres barındırmayan, monoton, sakinleştirici, iyi tanıdığımız bu psikolojik alanda –ki sadece mekân olarak değil, belli vakitler, belli kişiler de bu alana dahildir-güzel 21

ve mutlu yaşam sürdürmeye çalışırız. Ancak bu alan bizi geliştirmeye- cektir. Heyecan ve gelişimin olmadığı yerde biriktirilen mutluluk azabi- lir. Bu alandan biraz dışarı çıktığımızda ya da çıkmak istediğimizde be- lirsizliklerle, sosyal kaygıyla ve korkularla karşılaşabilir konfor alanımıza geri dönmek için mazeretler üretebiliriz. Lunaparkta oldukça yüksekle- re çıkan bir eğlence aracına binmek çok kaygı verici olabilir. Ancak bir kere bindikten sonra kaygı ve korku yerini güzel bir heyecana bıraktığını ya kendimizden ya da arkadaşlarımızdan tecrübe etmişizdir. Bu alandan biraz daha dışarı çıkarsak aklınıza gelebilecek her alanda yeni bilgi öğrenmeyi en önemlisi bunu deneyimlemeyi gerçekleştirebi- liriz. Orta derecede stres ve ideal uygulama alanı başarıyı artırıcı faktör- lerdir. Bu durum mekânsal, kişiler ve zamansal olarak herkes için aynı değildir. Sıcak yataktan kalkarak bilgisayarın başına geçerek bir makale okumak, bir ödev yapmak da konfor alanımızdan çıkabildiğimizi göster- mektedir. En azından kendimi değerlendirecek olsam öyle olmalı ki bu alandan çıkmanın aslında kolay olmadığını kendimden biliyorum. An- cak her alanda konfor alanından çıkmanın mümkün olabileceğini dü- şünmüyorum. Kimisi meslek alanında gerçekleştirir bu cesareti, kimisi insan ilişkilerinde, kimisi kendi benliğinde. Mevcut pozisyonu yeterli olsa bile yeni projeler geliştirmek için çalışan, risk alan, grup çalışmala- rında faydalı olmaya çalışan birisi konfor alanından çıkabiliyor demektir. İnsanların duygu, düşünce ve davranışlarına daha fazla dikkat etmeye başlamış olan, bunların altındaki motivasyonları anlamaya ve empati kurmaya çalışan, eşinin, arkadaşının, komşusunun kendisi ile olan ileti- şimini kolaylaştırmaya karar veren insan ilişkilerinde konfor alanının dı- şına çıkmaya karar vermiş demektir. Kendisindeki amaç eksikliğini fark eden, varoluş sebebini sorgulayan, çevresindeki ağaçlara, bitkiler daha bir dikkatle bakmaya başlayan, yere atılan çöpü yerden kaldıran, sıcak havalarda hayvanlar için su koyan ve bunları neden yaptığının farkında olan insan kişisel konfor alanından çıkmış demektir. Konfor alanlarından çıkalım ve bir daha geri dönmeyelim demek de doğru olmaz. Bu hayat hızlı, yorucu, hayal kırıklıklarıyla dolu. Yoruldu- ğumuzda sığınabileceğimiz limanlarımız olmalı. Bir annenin kucağı, yu- muşak bir yatak, sıcaklığını hissettiğin evcil hayvan, beraber güldüğün arkadaşlar, hoş sözlerle rahatlık veren bir eş… Her seferinde bu liman- lardan ayrılıp tekrar dönebiliriz. Sürekli bu limanlarda dursak ne olur sanki! Bu hayatta her görev birer birer yerine getirilirken, her rol birer birer oynanırken geriye dönüp keşke dememek için bu limanlardan ay- rılıp yeni kıtalar keşfetmek gerekir. 22

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] GÜNCE 18 Ağustos. Çok sıcak. Nefes alınmıyor. 21 Ağustos. Usta geldi bugün. Yeni bir iş getirdi. Küçük bir kayık. Yıllardır kullanılmamış. Üç dört haftaya tamam dedi- ler. Bakalım. 24 Ağustos. Havanın bizimle bir derdi var. Cehennem gibi. 25 Ağustos. Şu kayık bizim Mehmet Hoca’nınmış. Geçen yıl da gelmişti. İyi adam. Sessiz sakin. Ama değişik biraz. Res- sammış bir aralar. Usta öyle anlatıyor. Bir üniversitede de ders veriyormuş. Sonra istifa etmiş birden. Kimse anlam verememiş. Şimdi de yazları müşteri oldukça tekne kirala- yıp birkaç haftalık turlara çıkıyormuş, civar adalara, koylara falan. “Kışı karşılıyormuş,” diyor usta. İnsan özeniyor. 26 Ağustos. Hafta sonu sıcaklar daha da artacakmış. Buhar olacağız herhalde. İşler de birikti iyice. Usta Mehmet Ho- ca’ya “Hocam sen tanıdıksın, seninkini yaparız elbet, şunları bir kolaylayalım,” dedi gün boyu. 30 Ağustos. Mehmet Hoca müşteri bulmuş. İki-üç güne çı- karlarmış tura. Tekne kiralamaya gitti bugün. “Benim çırağı da al,” desin diye ustanın gözlerinin içineiçine baktım. Yok, demedi. 31 Ağustos. Bugün geldi Hoca’nınkiler. Bir baba-kız. Adam ellili yaşlarında, kız da yirmi, yirmi beş falan. Hollandalılar- mış. Adam “Me” diye hitap ediyor Mehmet Hoca’ya. Bizim restoranın barında oturup bir şeyler içtiler. Çıkıp biraz do- laştılar sonra. Kız adaçayı toplamış. Şaşırdık. 2 Eylül. Dün sabah çıktılar yola. 4 Eylül. Restoranın kliması bozulmuş. Şaka gibi. Kızın topla- dığı ada çayları tezgâhın üzerinde hala. Kimse dokunmamış. 7 Eylül. Sıkıldık iyice. Her gün aynı. 10 Eylül. Gitsem nereye gideceğim ki? 17 Eylül. Yağmur yağdı bugün. 22 Eylül. Yağmur yağıyor. 23 Eylül. Yağmur yağıyor. 23

GELECEĞİN İNŞASI Muhammed Bahaddin ATABEY [email protected] KENTLERIN DOKUSU, KIMLIĞI VE KONYA İSTASYON YERLEŞKESI Kent kimliğini oluşturan, kente özgünlük katan etmenler vardır. Her toplumun değer yargıları, yaşam biçimleri vs. doğal olarak farklılık gös- termektedir. Bu etmenler ülkelerde, şehirlerde hatta şehirlerin farklı bölgelerindeki yaşam alanlarında dahifarklılaşır. İnsanoğlu yaşam alan- larını ihtiyaçlarına göre, fiziki ve coğrafi şartlara göre tasarlamaktadır. Her şeyden öte yaşadıkları mekânlara kimliklerini ilmek ilmek işlemiş- lerdir. Yapıların inşasında kullanılan yapı malzemeleri beton, tuğla, ahşap vs. birbirinden bağımsız işlenmemiş malzemelerken insanlar bunlarlakendi kimliklerini, yaşantılarını aktarmış hatta yaşadıkları şeh- rin kimliklerini oluşturmuşlardır. Kentlerin kimlikleri, kimliği oluşturan etmenlerin sürekliliğiyle sağlanmaktadır. Biraz daha açıklayıcı olursak, şehirlerde yaşayan insanların isteklerinin, ihtiyaçlarının devamlılığıyla sağlanabilmekte ve korunabilmektedir. Dolayısıyla gelişmekte olan ül- keler ve şehirler insanlara daha farklı alternatifler sunarak ihtiyaçlarını değiştirmiş bu da haliyle kent kimliğinde ve planlamasında izler bırak- mıştır. Bizde bu ayki yazımızda Konya Kent Kimliğinde İstasyon Caddesi- ni ve İstasyon yerleşkesini ele alacağız. Demir yolları, insanların hayatına 19. yüzyılın başlarında girmiş, bunun- la birlikte ulaşım yapılarına da ihtiyaç artmıştır. Anadolu kentlerinde insanların hayatına dâhil olan bu yenilik istasyon caddesi kavramını oluşturmuştur. Anadolu’da bir şehirde inşa edilecek istasyonun konu- mu özenle seçilir, çünkü istasyon o şehrin gelişme yönünü belirler ve modernleşmeyi o konuma doğru çevirir. Dolayısıyla özellikle Anadolu şehirlerinde “İstasyon Caddesi” kavramı oluşmuştur. Konya, Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olduğu için Ana- dolu’da yapısal gelişimi ve kent kimliği oluşumunu en iyi takip edebile- ceğimiz şehirlerden biridir. Konya, kent oluşumuna Roma-Bizans döne- minde Alâeddin tepesi ve çevresinde başlamış, daha sonrasında kentin 24

güney ve güneydoğusuna genişlemiştir. Mevlâna dergâhının kentin do- ğusunda yer alması şehrin o yönde gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Alâeddin ve Mevlâna aksında oluşan yapılaşma bu dönemde oluşmuş, hükümet konağı ve iki ve üç katlı birçok yapı bu dönemde imar edilmiş- tir. Fakat 19. yüzyılın sonlarına doğru Bağdat Demiryolunun Konya’ya ulaşması ve tren garının inşası, şehre üçüncü bir merkez nokta oluş- turmuş ve etrafında kent kimliğinden çok farklı yapılar oluşturmuştur. Bu dönemde en çok ihtiyaç olan ulaşım yapıları şehre maddi destek oluşturmakta ve şehrin gelişmesine büyük katkı sağlamaktaydı. Bu yüz- den bir an önce Konya Tren Garı Yerleşkesi tasarlanmalı ve inşa edil- meliydi. Dönem şartlarının yetersizliği nedeniyle projenin Alman mi- marlar tarafından tasarlanması düşünüldü çünkü Türk mimarlar ulaşım yapılarıyla yeni karşılaşıyorlardı. Bu da bizim alışageldiğimiz Konya’nın doğal mimari dokusundan oldukça farklı olan Avrupa modern mimari tarzında yapıların Konya’nın üçüncü Gözdesi haline gelecek merkezde yükselmesine neden oldu. Alışılagelen iç avlulu, dış avlulu, cumbalı konutlardan daha modern hatlara sahip geleneksel yapı tekniklerine aykırı binalar yükselmeye başladı. Halkın ihtiyaçları değişmese bile ula- şım şartlarındaki bu yenilik ve çevre dokusunun korunması amacıyla dönem mimarları artık istasyon yapısı dokusuna uygun yapılar tasarla- maya başladı. Bu da kent kimliğinde farklı bir dönem açmış oldu. Endüstri ile başlayan demiryolu ulaşımı Konya’da olduğu gibi birçok şehirde hem kültürel hem de doğal mimari dokusuna hızlı bir etki oluşturmuş oldu. Sürekli değişen ve gelişen şehirlerde böylesine hızlı değişiklikler insan psikolojisinde olduğu gibi kent kimliğinde de kentin algılanmasında, aidiyet duygusunda zedelenmeler oluşturdu. Doğal olarak kentin anlam kazandıran tarihsel-kültürel değerlerinin korun- masında engeller çıkardı. Hızla ve kolaylıkla gelişmek isterken maalesef kentin doğal mimarisi ve dokusu bozuldu. Oysa şehirlerin oluşturduğu mimari değerler, onların ulusal ve bölgesel kimliklerini yansıtıyordu, fa- kat Konya örneğinde olduğu gibi hızla gelişmek adına bu değerler göz ardı edildi. Diğer yazılarımızda bahsettiğimiz üzere her yapının birer kimliği, ifade ettiği bir düşünce, savunduğu akımlar vardır. Bunları anlayabilmek için bu yapıları okuyabilmek gerekmektedir. Bu yazıdan sonra seyahat ede- ceğiniz şehirlerdeki istasyon yapılarını, yapıldıkları dönemleri ve şehrin gelişmesindeki etkilerini daha detaylı incelemenizi tavsiye ediyorum. Şehri daha iyi anlayabilmek ve yapılarını, kent kimliğini ve daha da ötesi kentin insanını tanıyabilmeniz ve yorumlayabilmeniz ümidiyle… 25

ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] Elimden tut! Seninle güzel bir film izleyelim şu kayaların üzerinde. Siyah-beyaz. .... “En parlak olan, bak orada, parmağımın ucuna bak, çam ağacının üze- rindeki..! Gördün mü ufaklık?” Sevimli beyaz elini sıkıyor, yukarı kaldırıyor heyecanla ve minik işaret parmağıyla doğru yeri göstererek “Bu mu?” diye soruyor. Onun heye- canı, heyecanımı artırıyor. “Evet, o işte, çoban yıldızı! Gerçek ismini büyüyünce öğreteceğim, bir 26

kez daha şaşırmanı görebilmek için. Bir yıldız ve bir gezegeni ayırt ede- bilmek çok şeydir, bilir misin? Şu bilgiler dünyasının insanında eksik kalmış en mühim bilgidir. Bunu bilirsen, büyüyüp ışıklar içinde kaldığın zamanlarda, tek bir yıldız bile olsa görünecektir sana, bu bilgin hatırına. Bir yanıp bir sönecek, aranızdaki sırrı bilerek göz kırpacaktır. Yıldızlar ölünce karadelik olurmuş. Öyle diyorlar. Hayır, onlar içlerinde hep bir karadelik’lik taşırlar aslında. Birkaç saniye bakarsan kendine çeker seni, uzayın karanlıklarına uçarsın sonra. Yıldızın küçük görüntüsünden büyük gerçekliğine giderken Uzaklığı, yakın olurken Sen hangi sıfatın hangi kavrama denk geldiğini şaşırırsın. Büyüyen çocuk, günden güne unuttuğunda gökyüzüne bakmayı, kocaman adam oldu- ğunda bir gün, balkona çıkıp tesadüfen bu yıldızı gördüğünde en büyük heyecanını yaşayacaksın. Kavrayışın ve bilginin artmasına karşılık, parlak bir nok- tacığın seni nasıl bu denli heyecanlandırdığına şaşıracaksın. Yıldızın ve yıldıza dair hislerinin değişmeyişi seni mutlu edecek, şu değişimler ve değişimlerin fark edilmeyişleri dünyasında. Beni bir yıldızla hatırlamanı istiyorum. Sana basit, parlak bir noktayı bırakıyorum. Sen ona bakınca çok şey bil, çok şey hisset diye... Evreni, içindeki dünyayı, içindeki seni ve senin içindeki âlemi, seni âlem yapanın bu bakışın ve akledişin olduğunu, sen içinde varsın diye de âle- min âlem olduğunu bil diye... Beni hatırlamasan da olur, vazgeçtim. Bu bilme’ler yetecektir: isimsiz bir varoluş dumanının asılı kalmasına, şu soluduğum zamanın ve mekânın zerrelerinde. “Siyah-beyaz bu filmle, renkli hatıralar biriktirmemiş olsan da, ruhun bir renk kazandı, bir boyayla daha boyandı. Zaten benim umudum nedir, biliyor musun? Yıldıza baktığın gün belki, eksikliğim tamam”olur. O gün belki tamamla- nır bu hayatta görevim, zihnine ve kalbine dokundurabildiğim bir fırça ile.” 27

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] ARABESK: NE BÜSBÜTÜN İÇINDE NE DE DIŞINDA Tüm kültürel değerler toplumsal bir etkileşimin ürünü olarak ortaya çıkan olgulardır. Müzik de kültürel bir değer olarak ortaya çıkan bir üründür. Her kültürel öge gibi müzik, içinde doğduğu toplumu farklı bo- yutlarda etkilemiştir. Bir toplumun insanlarının duygularını yansıtması yanında, onların inançlarını, değerlerini, dünyaya bakış açılarını hatta genel yaşama biçimini de şekillendirir. Ülkemizdeki müzik kültürlerine baktığımız zaman, her biri farklı kül- türlerin ürünü olarak doğmasına rağmen başlarına “Türk” nitelemesi getirilerek millileştirilmek istenmiştir. Bunun en açık örnekleri Türk sa- nat musikisi ve Türk müziğidir. Türk sanat müziğinin kökeni Harun Re- şit’in Arabistan’da kurduğu DarülHükm’e dayanırken Türk hafif müziği ise 1920’li yıllardan sonra tango ya da rumba gibi müziklerin bizdeki yansımasıdır. Arabesk müzik ise çeşitli müzik kültürlerinin birleşmesi sonunda ortaya çıkmıştır. Açıkça görülmektedir ki türün kökenine bağlı bir tutum takınmak ya- nıltıcı olmaktadır. Özellikle ülkemizde batı kökenli müzik ve birçok kül- türel unsur hiç sorgulanmadan peşin kabul görürken doğu kökenli bazı değerler ise ağır biçimde yargılanmaktadır. Batıya öykünmekle doğuya öykünmek arasında ne gibi bir fark olduğu tartışılır. Arabesk müzik ülkemizde işlediği konulardan dolayı büyük tepki topla- mıştır. Bir minibüsün içinde ya da bir taraftar grubu tarafından maç ön- cesinde söylenmesi bir grup insan tarafından duygu sömürüsü olarak yaftalanmasına sebep olmuştur. Umutsuz sevgiler, telefonun başında çaresiz bekleyişler, bitip tükenmeyen yakarışlar duygu sömürüsüymüş. 28

Dünyaya, yaşama karşı olumsuz düşünceler, “Anladım ki bu dünya bir dert meyhanesi gelen içer giden içer kaçmış neşesi,”karşılık bekleme- den duyulan sevgi, “ben seni seveceğim, sen sevmesen de olur” gibi umutsuz aşklar; bireyi karamsarlığa itmektedir. “Eserimde, insanlara hüzün verenlerin hiç de doğru yapmadıkları ile ilgili bir tenkit oldu her zaman… Gencebay, dünyanın batmasını istemiyordum elbet, ama böy- le olacaksa batsın bu dünya dedim.” Ayrıca arabesk müziğin ortaya çıkışında yine bu müziği kötüleyenlerin etkisi görülmektedir. Batıya benzeyemediği her gün kahrından ölen in- sanlar radyolarda batı müziği çalmasını dayatmıştır. Henüz okuma yaz- ma sorununu çözemeyen topluma batı müziğini adeta zorla kabul et- tirme çabaları, ter bir sonucun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halk daha basit, daha anlaşılır olan arabeske yönelmiştir. Arabeskin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan bir diğer ortam ise gece- kondulaşmadır. Gecekondu da yaşayan insanlar ikilem içinde kalmış- lardır. Bir taraftan kırsal kültürel değerlerini devam ettirmek istemişler diğer taraftan ise kent kültürünün çekiciliğine kendilerini kaptırmışlar- dır. Bu çatışma içindeki insan her ikisinden farklı olarak gecekondu kül- türünü oluşturmuştur. Kendi bunalımlarını en iyi ifade eden arabesk müziğini ortaya çıkartmıştır. Arabesk Kültürünün Sinema ile İlişkisi Görüldüğü gibi arabesk müziğin tanımı ve ortaya çıkış sebepleri hakkın- da farklı görüşler ortaya koyulabilir. Ancak unutulmamalıdır ki arabesk 29

bir müzik türü olmaktan ziyade başlı başına bir kültürdür. Bu kültür, bir dönem Türk sinemasına da damga vurmuştur. 1960’lı yıllarda Orhan Gencebay ile gelişim gösteren arabesk müzik, Türkiye’nin o dönemde içinde bulunduğu şartlar da düşünüldüğünde büyük rağbet görmüştür. Kısa bir süre sonra bu tarzda müzik yeni bes- teci ve şarkıcılar çıkmıştır. Zamanla arabesk müzik, popüler kültürün vazgeçilmezi haline gelmiştir. 1980’lerin ortasında Türk sineması ile kapsamını genişleten arabesk müzik sınırları belirlenemeyen ve de- vamlı zenginleşen bir müzik türü haline gelmiştir. Sanatı toplumsal hayattan ayrı bir şekilde değerlendirmek olanaksızdır. Özellikle sinema, yaşadığı toplum düzeninin aynasıdır. Arabesk kültü- rün oluşması ve arabesk müziğin yoğun ilgi görmesiyle birlikte Türk si- nemasında arabesk filmler dönemi de başlamış bulunmaktadır. 1968 yılındaTürkiye arabeskle tanışmaya başlamış ve Orhan Gencebay “Bir Teselli Ver” adlı 45’lik plağını çıkartmıştır. Bir Teselli Ver ile birlikte Orhan Gencebay’ın oluşturmuşolduğu bu tarz, büyük kentlerin çevre- sinde yaşayanözellikle gecekondu kesimlerinin ilgi gösterdiği “minibüs” müziği halinialmıştır. Orhan Gencebay’ın bestelemiş olduğu “Batsın Bu Dünya,” “Hatasız Kul Olmaz,” “Ya Rabbim,” “Feryada Gücüm Yok” gibi şarkılar aynı zamanda Türk sinemasında da kendisine yer bulmuş ve Yeşilçam’da arabesk furyası başlamıştır. Arabesk film furyası Türk sinemasının belirli bir dönemine damgası- nıvurmuş ve izleyiciler çekilen filmlere yoğun ilgi göstermişlerdir. Bu 30

ilginin altındayatan en önemli etkenler ise Türk toplumunun sosyo-e- konomik ve sosyo-kültürel yapısıdır. Filmlerin başrol oyuncularıyla öz- deşleşme ve onlarla aynı sorunlarıyaşama özellikle köyden kente göç eden kitlenin arabesk filmlere olan ilgisini arttırmıştır. 60’lı yıllardan 80’li yıllara kadar geçen sürede arabesk furyası hem kül- türel olarak sosyal yaşantıda hem de sinemada büyük bir etki yarat- mıştır. Ancak arabesk furyası 1980’lerin sonlarına doğru popülaritesini yitirmeye başlamıştır. 1988 yapımı Ertem Eğilmez’in çektiği “Arabesk” filmi ile arabesk sinema furyası eleştirilmiştir. Arabesk filmlerin acı öğesi olan zengin kız, fakir ve dürüst oğlan ilişkisi bir komedi unsuru olarak işlenmiştir. Toplumun her kesimi tarafından büyük bir beğeniyle izlenen “Arabesk” filmiyle bu furyanın da sonuna gelinmiştir. Arabesk furyasının noktalanmasında gecekondu kesiminin sosyal bakımdan sı- nıf atlamasının rolü büyüktür. Kırdan kente göç eden kesimin gelirini artırması ve kentmerkezlerine yerleşmesi de arabesk furyasının bitme- sine neden olan bir diğer özelliktir. Sonuç olarak, her dönem kendi koşulları gözönüne alarak değerlendiril- melidir. Türkiye’nin o dönemki koşulları irdelendiği vakitarabesk filmle- rin kendine has seyirci kitlesini oluşturduğu ve amacına ulaştığı açıkça görülmektedir. 31

KAMUS Ayşe ACAR [email protected] KÜREKLERI AHESTE ÇEKELIM Ağaçlarla aranız nasıldır? Hiç meşe ağacı gördünüz mü? Peki, hiç meyve vermiş meşe ağacı gördünüz mü? İkisi arasında ne fark var ki demeyin hemen. Belki 50 yıllık bir fark vardır. Çünkü meşelerin en sevdiği şey, yavaş büyümektir. Hiç aceleleri yoktur. Meşelerin en belirgin özellik- lerinden biri de, dayanıklı olmalarıdır. Bu sebeple kullanım alanları ol- dukça geniştir. Yavaş ve sağlam büyürler demek oluyor bu. Kaplumbağa ile tavşanın hikâyesini hepimiz biliriz. Ana fikri, yavaş da olsa emin ve sürekli adımlar atmak olan hikâye hani... Küçüklüğümüzden beri bu hikâyeyi biliyor olsak da yavaş ve sakin olmak bizim dünyamızda yer bulamıyor yeterince. Her şey bir tık uzağımızda olsun istiyoruz çünkü. Beklemek diye bir şeye tahammülümüz gittikçe azalıyor. Bununla beraber huzurumuz, rahatımız ve güven duygumuz 32

da zedeleniyor gün geçtikçe. Aslında yavaş demek, yumuşak huylu da demekmiş. Sakin kelimesinin kökleri, zihnen rahatlamayı, huzur bulma- yı ve korkunun ortadan kalkmasını da içinde barındırıyormuş. Ama biz hızlı ve sertiz. Hız, baş döndürür oysa. Başımız dönerse içinde bulun- duğumuz anı yaşayamaz, o andaki ayrıntıları fark edemeyiz. Hâlbuki o anda neler neler oluyordur. Yıldızlar serpilmiştir göğe, dünkü tomur- cuklar şimdi çiçek açmıştır, tebessümüne karşılık vermemiz gereken birinin yanından geçiyoruzdur. Bunlar ruhumuzu besleyen şeyler değil mi? İnsanın sağlamlığı da ruhunun sağlığı ile paralel değil mi zaten? Meşeyi hatırlayalım. Ne kadar yavaş, o kadar dayanıklı. Ama bizim var- mamız gereken bir menzil var. Evet, şimdi de kaplumbağayı hatırlaya- lım. Yavaş, emin, sürekli… Hızlı olsak ne kaybederiz ki? Hız, baş döndürür demiştik. Bir beyitte de şöyle söyler: Erişir menzil-i maksûduna âheste giden Tiz-reftar olanın pâyine dâmen dolaşır.* *Yavaş ve temkinli giden kimse varmak istediği yere ulaşır. Hızlı hareket edenin ise ayağına (elbisesinin) etekleri dolaşır. 33

“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] Bir fotoğraf efsanesi olarak Ara Güler geçti bu dünyadan. Kendisine sa- natçı demeli miyim dememeli miyim bilmiyorum. Çünkü kendisi sanat olarak görmez yaptığı işi. Tarihi zapt etmek olarak niteler. Haddim de- ğildir ama burada biraz ayrılırız kendisiyle. Bana kalırsa suç mahallini fotoğraflayan bir polis değilsen yaptığın iş tam olarak sanattır. Çünkü perspektifi ayarlarken gösterdiğin en küçük bir özen dahi estetik gözeti- lerek yapılır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki bir çay bardağını merkeze alıp fotoğrafını çekmek ve el emeğiyle çalışan bir işçinin damlayan alın terini fotoğraflamak sanatsal açıdan muhakkak farklıdır. Ara Güler yap- tığı işi sanat olarak görmeyip kendisine sanatçı demese de bana göre bu sanatı en iyi yapanlardan birisidir. Fotoğraflarının yanında tespitleri de benim için değerlidir. \"En iyi maki- ne en iyi fotoğrafı çekseydi en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı.\" diyerek güzel bir fotoğraftaki asıl payın makinede değil, fotoğ- rafı çeken kişinin yeteneğinde saklı olduğunu söyler. Fotoğrafçılığa hobi olarak başlamak isteyenlere, büyük meblağlar yatırıp en kaliteli fotoğ- raf makinesi almak yerine düşük bütçeyle de bu işe girişebileceklerini söylemiş olur. 34

35

YAPRAK DÖKER BiR YANIMIZ, BiR YANIMIZ BAHAR BAHÇE... Paydos Dergi @paydosdergi [email protected]


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook