Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ve Harvard Üniversitesi’nden Dok- tor Jeff Lichtman ile ekibinin yer aldığı “İnsan Konnektom Projesi” ile, solucanda yapılan bu haritalandırma, insan beyni için yapılmaya çalışı- lıyor. İnsan beyninin konnektomu, solucanınkinden çok daha karmaşıktır. Çünkü bizim beynimizde 100 milyar nöron ve bundan 10.000 kat daha fazla bağlantı vardır. Bu bağlantı sayısı, genomumuzu (canlıyı oluşturan genlerin tümü) oluşturan harflerden bile bir milyon kat daha fazladır. Hafızamızın, bilgilerimizin, hatta bizi biz yapan kişiliğimizin, nöronlar arasındaki bu bağlantılarda depolandığı düşünülmektedir. Yaşamımız boyunca, beynimizdeki nöronlar, birkaç uzantısını kaybede- bildiği gibi, yeni dallar, yeni bağlantılar, sinapslar kazanabiliyor. Ya da bu sinapslar büyüyüp küçülebiliyor. Tüm bu değişimler belli bir noktaya kadar genlerimiz tarafından kodlanıyor olsa da deneyimlerimiz, düşün- celerimiz de bu bağlantıları ve dolayısıyla sinirsel etkinliği değiştiriyor. Yani, konnektom için, “doğuştan getirdiğimiz ve sonradan kazandığımız özelliklerin bir bileşimidir” ve dolayısıyla, “her konnektom eşsizdir” de- nebilir. Nitekim Sebastian Young, bunu şöyle sloganlaştırmıştır: “I’m my connectome.”* (Konnektomum neyse, ben oyum.) Bir piyanonun tuşlarına art arda ve doğru olarak basmak gibi eylemler, beynimizde “sinaptik bağlantılar zinciri” olarak saklanır: Zincirdeki ilk nöron etkin hâle getirilirse, sinapslar boyunca, bu etkinlik diğer nöron- lara iletilir. Bu işlem domino taşlarının devrilmesi gibi devam eder. Ve 49
böylece piyano çalma eylemi gerçekleşir. Bu bilgiden yola çıkarak, bir eylem gerçekleşirken, birbirini uyaran nöronlar zinciri takip edilerek, o hareketin beyindeki bilgisi böylece tahmin edilebilir. … Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Sebastian Young ve ar- kadaşlarının çalışma yönteminden kısaca bahsedecek olur- sak: Bir farenin beyni çok ince dilimlenerek, elektron mikroskobunda yüz- lerce görüntüsü alınıyor. Bu görüntüler üst üste yerleştirilerek üç bo- yutlu bir görüntü elde ediliyor. Bir nöronun her katmandaki parçası, bilgisayarda aynı renk boyanıyor. Böylece üç boyutlu bu yapının içeri- sinde, her nöron da üç boyutlu bir yapıya kavuşmuş oluyor. Bu işlem, her nörona, farklı renklerle uygulanıyor ve birbirleriyle olan bağlantıları anlaşılmış oluyor. Fakat, yapılan bu işlemin, insan beyninden kat kat küçük olan fare bey- ninde ve ancak mikroskoba sığacak boyutlarda yapılabildiğini düşünür- sek, tüm bir konnektoma ulaşmak şimdilik zor görünebilir. Ama önü- müzde “İnsan Genom Projesi” gibi örnekler varken, bir gün gelişmiş bilgisayarlarla, gelişmiş teknolojilerle bu projenin de tamamlanabilece- ğine neden inanmayalım ki? Eğer konnektom projesi bir gün gerçekleşirse ve teknoloji, beynin tüm bağlantılarını ortaya koyabilirse; alzhemir, anoreksi gibi beyni ilgilendi- ren hastalıklarda, beyinde hangi bağlantıların normalden farklı olduğu, yanlış olduğu bulunabilir. Sanıyorum ki, konnektomun bize sağlayacağı en büyük faydalardan biri bu olacaktır. Tüm bu bilgiler bize, bu projenin, gerçekleştiği takdirde insanlık tari- hinde büyük bir dönüm noktası olacağını gösteriyor. Çünkü insanların yüzyıllardır gizemini çözmeye, anlamaya çalıştığı “beyin”in büyük bir sırrı daha çözülmüş olacak. Peki, sırlarının tamamının çözüldüğü gö- rülebilecek mi? Belki de bu sonsuz sırrın bir sınırı olmadığı görülecek. 50
KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] BAŞKA HAYATLAR Psikolojik olarak sağlıklı olmak, bireyin içinde bulunduğu ortamlarda karşılaştığı olaylara uygun duygusal tepkiler verip uygun başa çıkma yöntemleri kullanarak yeni ortama uyum sağlamasıdır. Birey gerçeklik algısını korumakta ve olaylaratoplum tarafından kabul edilen uygun tepkileri vermektedir. Psikolojik bir rahatsızlık ise kendisini çeşitli şekillerde belli eder. Duy- gu, düşünce ve davranış şekillerindeki değişimlerle kendisini gösterir. Hastalıklar kendinize olan algınızı, insanlarla iletişiminizi, insanların size olan algısını etkileyebilmektedir. Herkes belli bir dönemde psikolojik ra- hatsızlık geçirebilmektedir. Ancak psikolojik rahatsızlığın şiddeti kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Kendisine, çevresindeki insanlara ve olaylara karşı gerçeklik algısını yitirmiş kişilerin psikolojik rahatsızlıktan en fazla etkilenen grup olduğunu söyleyebiliriz. En yaygın görülen ruhsal hasta- lıklar depresyon, anksiyete, panik atak, bipolar kişilik bozukluğu, şizof- reni kişilik bozukluğu, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olarak örnek verilebilir. Psikiyatri alanında tanı, teşhis ve tedavi için üzerinde çokça çalışmalar yapılan bu rahatsızlıkların yanında az rastlanılan psikiyat- rik sendromlar bulunmaktadır. Bu yazımızda David Enoch ve Harrian Ball’ın “Az Rastlanır Psikiyatrik Sendromlar” kitabında geçen bazı ra- hatsızlıklara ve vakalara göz atacağız. Capgras Sendromu: Hastanın genellikle yakın akraba olduğu bir kişinin tıpatıp benzeriyle yer değiştirdiğine inandığı az rastlanır bir sendrom- dur. Bu durum ilk olarak 1923’te benzerler yanılsaması terimini kullan- mış olan Capgras ve Reboul-Lachaux tarafından tanımlandı. Sunulan olgu kronik paranoid psikozu (başkalarından abartılı bir şekilde şüphe duyma, süreğen kuşkuculuk haline sahip olma) olan ve çevresindeki 51
değişik insanların yerlerine benzerlerinin geçtiğinden yakınan bir ka- dınla ilgiliydi. İkinci vaka 1924’te tanımlandı. Şizofreni tanısı almış bir kadın hastanede iken düzelme gösteriyor ancak eve dönünce hastalığı hızla nüksediyordu. Hastanede iken kendisini ziyaret eden anne ve ba- basını onların yerine geçmiş benzerleri olmakla ve kendi anne-babası- nın yerine geçmekle suçluyordu. Daha sonraları Capgras sendromu ile ilgili bildiriler artarak devam etmişti. Capgras fenomeni edebiyatta da tanımlanmıştır. Sözgelimi Dostoyevs- ki Eccinniler romanında fenomenin çarpıcı bir tanımını yapar. Psikopat Marya Timofyevna gizlice Stavrogin ile evlenmiştir. Ancak kasabadaki bir sosyal etkinlik sırasında adam onunla hiç ilişkisi yokmuş gibi davra- nır. Onu bir kenara çekerek şöyle der; “Sen kendini sadece genç bir kız olarak gör; ben de senin sadık dostun olmakla beraber bir yabancıyım, ne kocan ne baban ne de nişanlınım.” Birkaç gün sonra StavroginMar- ya’yı ziyarete gittiğinde Marya onu tanımayı reddederek ona şöyle der; “Ona çok benziyorsun, çok benziyorsun, hatta belki akrabasınız- aranız- daki tek fark onun parlak şahin ve bir prens, seninse bir baykuş ve bir tezgahtar olman.” Couvade Sendromu: “Nasıl oluyor da oluyor iyi hanımın karnı şişiyor, ama kocası onun için doğuruyor ve önce hastalanıyor.” Wiliam Wycherley, Köy Kadını,( IV. Perde, IV. Sahne) Couvade sendromu, baba adaylarının eşlerinin gebelikleri boyunca veya doğum sırasında ya da her ikisinde birden, çeşitli fiziksel semp- tomlara yakalandığı bir bozukluktur. Bu semptomlar gebe kadınların gösterdikleri semptomları andırır. Çok nadiren diğer akrabalar ve ço- cuklar da bunlara tutulabilir. Couvade terimini antropolojik bağlamda ilk kullanan Tylor’dır (1865). Sözcük Fransız Bask dilinde bir yüklem olan couver, kuluçkaya yatmak, yumurtadan çıkmak kelimesinden türetilmiştir. Özde bu sendrom ba- banın yatağa yatması, oruç tutması, belli yiyeceklerden uzak durması, doğum sancılarını taklit etmesi ve genellikle gebe olan eşe gösterilen il- ginin kendisine de gösterilmesini istemekten oluşur. Couvade ritüelinin çok eskilere dayandığı bilinmektedir. M.Ö. 60 yılında DiodorusSiculus “Crynos adasında bir kadın çocuk doğuracaksa adam hasta gibi yata- ğa yatar ve belli gün doğum yatağından çıkmaz,” şeklinde bir gözlem yapmıştır. 52
Bildirilen benzer vakalardan birisinde “29 yaşında, yaşamını gezici ba- danacı olarak kazanan bir erkek vardı. Karısı ilk doğumu için hastaneye yattığında kendisini aynı hastanenin acil servisine başvurmuştur. Do- ğum sancısı çektiğini ve karnında bir gerilme olduğunu ifade etmektey- di. Geriye doğru bakıldığında da karısının gebeliği zamanında bulantı ve bebek tekmelemesine benzer hisler gibi çeşitli semptomları olduğu anlaşıldı. Karısı doğumdan sonra bebeğini emzirirken baba göğüslerin- de ağrı olduğunu ifade etti. Kadın doğum sıkıntılarını atlattıktan sonra adamın da bütün semptomları yok oldu.” Cotard Sendromu: Merkezdeki belirtisi nihilistik bir sanrı (değiştirile- meyen yanlış inanışlar) olan ve hastayı kendisinin ve dış dünyanın varlı- ğını yok saymaya yönelten az rastlanır bir durumdur. Cotard bu durumu 1880 yılında Mediko-psikoloji Birliği’nin bir toplantısında tanımladı. Bu- rada “beyni, sinirleri, göğsü, iç organları bulunmadığına yalnızca deri ve kemikten ibaret olduğuna,” “ne tanrının ne de şeytanın var olduğu- na” ve “kendisinin ölümsüz olduğuna ve sonsuza dek yaşayacağına” inanan 43 yaşında bir kadın vakasını bildirdi. Bundan daha önce de Fransız bir hekim olan Charles Boonet, 1788 yı- lında ölü olduğuna inan bir kadın hasta bildirdi. Bu hasta kefenlenip kendisini bir tabuta koymaları için ısrar eden bir hastaydı. Bu duygusu yok olana dek haftalarca tabutta kalmıştı. Benzer bir vakada da 1973 yılında götürüldüğü akıl hastanesinde 31 yıl boyunca aralıksız olarak yatan 59 yaşındaki hastada görülmekteydi. Ni- hilistik sanrıları 32 yıl öncesine dayanıyordu ve ağır depresyon dönem- lerinde belirginleşmeye başlıyordu. Sık sık “ben ölüyüm, ben bir haya- letim,” şeklinde konuşuyor bazen de organlarını ve vücut parçalarını yok sayıyordu. Söz gelimi “bende hiç kan yok,” diyordu. Tedavileri geçici rahatlama sağlamsına karşın tam olarak hiçbir düzelme olmamıştı. Ekbom Sendromu:Bu sendrom hastaların böceklendikleri, kurtlandık- ları yolunda sanrılara kapıldıkları bir durumdur. Hasta böcekler, bitler, kurtçuklar veya başka küçük parazitlerin bedeninde yaşadığına veya bir şekilde buradan beslendiğine mutlak bir şekilde inanır. Sendroma belir- tileri tanımlamış olan İsveçli nörolog Ekbom’un adı verilmiştir. Bununla birlikte büyük olasılıkla ilk kez Fransa’da 1894’te Thiedierge tarafından daha sonra da 1896’da Perrin tarafından tanımlanmıştır. Bunların her ikisi de dermatologdur. 53
Bildirilen vakalara bakarsak ilk hasta 43 yaşında bekar bir kadındı ve bir dermatolog tarafından sevk edilmişti. Bu hastalığa sahip olanların ilk olarak dermatologlara gitmesi muhtemeldir. Kadının sorunu ilk olarak yaygın bir kaşıntı halinde başlamıştı. Hasta bunun sebebini iki yıl önce evinin çatısında yuva yapan kırlangıçlardan kaynaklandığını düşünüyor- du. Birçok kez haşereler tarafından ısırıldığını ancak nedenini bulama- dığını söylüyordu. İkinci bir vakada ise23 yaşında Jamaika kökenli bekar bir kadın hasta, saçlarında ve bedeninde gezinen böcekler olduğuna dair sabit inanış- la gittiği dermatolog tarafından gönderilmişti. 8 yıldır bu inanış devam ediyordu ve semptomları kazara kanalizasyon çukuruna düştükten son- ra başlamıştı. Saç derisinde hiçbir şey görmemiş olmasına karşın orada böcek gibi bir şeylerin gezindiğini, bu böceklerin saç derisini ısırdıkla- rını ve çıtırtılar çıkardıklarını hissediyordu. Araştırmacılar tedavilerin etkili olabileceğini söylüyorlardı ancak tedavide kullanılan ilaç taburcu edildiğinde hiçbir düzelme sağlamamıştı. Burada bahsedilen hastalıklar ve vakalar psikiyatri camiasında az rast- lanılan cinslerdendir. Nitekim bu hastalıklara özellikle sanrıları olan hastalara daha başka şizofreni, paranoid gibi psikiyatrik hastalıkların eşlik ettiği söylenebilir. Hem yaygın görülen hem de az rastlanan bu hastalıkların tanısı mutlaka bir uzman tarafından koyulmalıdır. Bunun dışında zaman zaman psikolojik olarak kendimizi yorgun ve yıpranmış hissedebiliriz. Yaşamımızı gerçeklik algısından koparmayan ve klinik düzeyde olmayan bu sorunlardan psikolojik danışmalarla üstesinden gelebiliriz. Yine de bazen bu rahatsızlıkların biyolojik ve fizyolojik yön- leri bulunabilir. Psikolojik danışman veya psikolog bizi psikiyatriye sevk edebilir. En nihayetinde araştırmalar göstermektedir ki psikiyatrist ta- rafından reçete edilen ilaçların kullanımı ve psikolojik danışmalar ikisi birlikte götürüldüğünde en sağlıklı sonuçları vermektedir. 54
YERYÜZÜ NOTLARI Ayşe Rümeysa ÖZDEN [email protected] 2020 Mart’ının 15'inde Paydos Dergi ekibi olarak yeryüzünden notlar okumaya devam ettik. Ekibimizden, “Seyirlik”lerimizin yazarı Taha Sular bizlere “Ürdün'de Dil Eğitimi” tecrübesini anlattı. Konuşmacımız öncelikle çok sevdiği okulu İstanbul Şehir Üniversitesi’n- de yürütülen Arapça ve İngilizce hazırlık programından bahsetti. Her iki dilde de Avatar çizgi filmini defalarca kez izlediğini, özellikle Arapça öğreniminde çizgi filmlerin oldukça etkili olduğunu; Şehir Üniversitesi İslami İlimler Kulübü’nün oluşturduğu web sitesinden1Arapça'yı geliş- tirmek için kullanabileceğimiz çeşitli çizgi filmlere, sesli kitaplara ulaşa- bileceğimizi söyledi. İngilizce hazırlık programında izledikleri ve dinledikleri şeylerle alakalı notlar alıp sonrasında bu içerikler hakkında en az 5 dakika konuştukla- rından; bu yolla dinleme, yazma ve konuşma becerilerini aynı anda ge- liştirebildiklerinden ve sınıfta hiç Türkçe konuşmadıklarından bahsetti. Dil öğreniminde not almayı, küçük bir kelime defterine sahip olmayı önemsedi. 55
Arapça hazırlık derslerinde hocalarının onlardan çeşitli metinlerin çe- virisini istediğini, bunu yaparken kelimesi kelimesine (mot à mot) değil de düzenleyerek çeviri yapmanın dil eğitiminde daha geliştirici ve daha doğru olduğunu söyledi. Hazırlık programının onun için öneminden bahseden konuşmacımız ar- dından Ürdün’e gidiş süreçlerini ve oradaki tecrübelerini anlattı. Ürdün’ün başkenti Amman’da yakın zamanda Maarif Vakfı’nın erkek yurdunun açıldığını, kendilerinin de orada kalan ilk öğrenciler olduğu- nu söyledi, gidecek erkek öğrencilerin yurtta kalmalarını tavsiye etti. (Yurdun yemekleri çok güzelmiş ve evde ev işleriyle uğraşılmamalıymış) Anlattıklarına göre, Ürdün’de Arapça eğitimi alınabilecek başlıca iki eği- tim kurumu varmış: Qasıd (Qasid Arabic Institute) ve Îvan (Ewan Institute). Kendileri ne yazık ki Îvan’da ders görmüşler ve çok memnun kalmamış- lar, bu sebeple eğitim için Qasıd’ı tavsiye ettiğini defalarca kez vurgu- ladı. Qasıd’da pek çok farklı iş kollarından ve ülkelerden öğrencilerinin bulunduğunu, aynı dili konuşan iki öğrencinin aynı sınıfta bulunmama- sına dahi dikkat edildiğini, işlerini özenle yaptıklarını söyledi. Dil eğitimi için yalnızca bir kursa devam etmenin, özellikle Ürdün gibi bir ülkede, yanlış olduğunu; sokaklarda yerli halk ile muhabbet edil- mesi gerektiğini çünkü Ürdün’de yerli halkın yabancı dil eğitimi için gelen kişilere alışkın olduklarını ve bu durumu sevdiklerini söyledi, Vasatu’l-Beled olarak adlandırılan şehir merkezini önemsedi. Bununla birlikte Ürdün’de halkın geceleri de sokaklarda olduğunu bu sebeple güvenli olduğunu söyledi. Konuşmacımızın dil eğitimi ve Ürdün seyahati için önemsediği diğer yerler ise Mehtap Kafe olarak adlandırılan eğitim merkezi, Ürdün Üni- versitesi, camilerdeki ders halkaları ve Amman’ın kitapçılarıydı. Bilhas- sa Dendîs (Mektebetü'l-Dendîs) ve Ehliyye (el-Ehliyye) isimli kitapçıları ve sahiplerini çok sevdiğini söyleyip Arapça kitap almak isteyenlere bu- raları tavsiye etti. Meşhur Petra Antik Kenti’ne çok pahalı olduğunu için gidemediklerini söyleyen konuşmacımız Mujib Vadisi’ne (Wadi al-Mujib) mutlaka git- memizi tavsiye etti. 56
Son olarak; sorduğumuz sorulara binaen Ürdün’de Arapça eğitimine gitmek için daha öncesinde bir miktar Arapça bilmek gerektiğini, oraya baştan sona dil öğrenmekten ziyade “bir dilin nasıl yaşadığını”öğren- mek için gidilebileceğini söyledi. Giderken beraberimizde, hem özledi- ğimiz ana dilimizde muhabbet edebileceğimiz hem de masrafları payla- şabileceğimiz, aynı dili konuştuğumuz en az iki arkadaşımızın olmasını tavsiye etti. Tecrübelerini bizlerle paylaştığı için Taha Sular’a çok teşekkür ediyor en kısa zamanda sizlerle başka “Yeryüzü Notları”nda buluşabilmeyi ümit ediyoruz. Sağlıkla kalınız. (1)https://sehirisifkulubu.com 57
KALE’M Elif KARTLAR [email protected] ÖLÜMSE Alışamadım vücudumu saran şu sertliğe Babamın tenini kavurduğunda güneş, Yer annemin ayaklarına ağır geldiğinde, Kahkahaların ardına acının doğum sancısı gizlendiğinde, Bir de ben her acının eşiğine oturup şeytanları kovarken Hem yakınken Alışmalıydım vücudumu saran şu sertliğe. Kaç mermiye kulak verdimse delip geçmişti inandıklarımı Ama öldürmedi bir şey Ağzımdan kan geldi Gözlerim sarıydı Acı eteğime yapışırdı şımarık bir çocuk gibi Sonra avuçlarım doluydu. Avuçlarım kazanılacak şeylerle doluyken İnancımı almadı benden. Kelimelere ihtiyacım oldu Ağzım harf gevelerken sürekli bir şeyler kusuyordum Şarkı söyleyecek sesim olmayacak mı benim? Burnumun direğini sızlatırken bütün çirkin kokular Derin bir nefes almaya başladığımda direnemedi hiçbir kötülük İçime dolardı simsiyah bir zulüm Boğulan çocuklar söndürüyorken yangını Kaç çocuk yanarak düştü önüme. Koşarak gelen, Yaşamayı seven bir çocuk dokununca yüzüme Sevdiği kadının göğsünden çıkan beyaz bir su sertleşip ağzına dizilirdi. Ve insanda ihanet bir çocuğun süt dişinin çürümesiyle başlardı. Hiç gülümsemesi olmaz mıydı ölümün? Gülümseseydi eğer, çocuklar daha çok yaşardı. 58
KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] SEMİH KAPLANOĞLU’NUN YUSUF ÜÇLEMESİ ÜZERİNE Tüm dünyanın maruz kaldığı korona salgınından ülkemizinde etkilendi- ği bu zamanlarda evde kalarak üzerimize düşen görevi yerine getirme- ye çalışıyoruz. Bu yüzden epeydir ertelediğimiz işlerimizi yapmak için kaçırılmaz bir fırsat elde etmiş olduk. Ben de bu yazıyı epeydir erteli- yordum, bu fırsatta üç filmden oluşan bu seriyi tekrar rahatça izleme fırsatı yakaladım ve sizin de gündeminize taşımak istedim. Şarkıya, Kalbine, Evine Dönen Yusuf: Yumurta Yusuf isimli karakterin yaşamının belirli dönemlerine ışık tutan ve Se- mih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi” diye adlandırdığı filmlerin ilkidir Yumurta. Diğerleri Süt ve Bal. Filmlerin ana teması, Yusuf karakterinin, çeşitli yaşlarda annesiyle yaşadığı anne-oğul ilişkisidir. Yumurta; olgun- luk çağındaki Yusuf’un annesinin ölümünden sonra, doğduğu kasaba olan Tire’ye dönüşünü ve orada kendini yeniden keşfedişini konu edi- niyor. Süt; aynı karakterin gençlik döneminde annesinden ayrılışını, Bal 59
ise yine Yusuf’un çocukluğunda babasının ölümüyle beraber annesiy- le baş başa kalışını ele alıyor. Dolayısıyla kronolojik olarak değerlen- dirilirse Yumurta serinin son filmidir. Semih Kaplanoğlu üçlemeye son filmden başlama nedeni olarak bir tür geriye dönüş gerçekleştirmek olduğunu belirtmektedir. İsmi yönetmen tarafından Hz. Yusuf kıssasına göndermeli olması için bilinçli bir şekilde seçilen Yusuf, şairdir. Kendini anlamlandırma yolunda genç yaşta şehre yerleşmiş, burada bir şiir kitabı da çıkarmıştır ancak şairane bir tavırla kendini bir yere ait hissedememiştir. Bu yüzden as- lında film, vefat eden annesinin bıraktığı izleri süren Yusuf’un eve, yani köklerine dönmesinin yolculuğudur. Filmin şiirselliği sadece Yusuf’un şair olmasına indirgenemez. Filmin di- yaloglardan çok sessizliğe, birtakım metaforlar ile derinlik ve minima- list bir bakış açısının yakalanması şiirselliği destekleyen diğer unsurlar- dır. “Şiir nasıl ki sözcüklerin itinayla terkip edilmesiyle beraber imgeler oluşturmak suretiyle hakikati ve estetik bütünlüğü aramanın ürünü ise bu film de metaforlar yardımı ile seküler gibi görülen bir hayatın arka planını hissettirme, görme çabasına denk düşmesi ile şiirin engin coğ- rafyasından bir nefes sunmaktadır izleyiciye”. Filmde başlı başına bir metofor olarak kullanılan yumurta; kırılganlı- ğın ve hayatta aranılan anlamın bulunması için anneye olan ihtiyacın simgesidir. İlk olarak Ayla’nın daha sonra çocukluk arkadaşının ve son olarak bir köpeğin, annesinin bıraktığı diş fırçası Yusuf’un kabuğunu kırmasına vesile olacak öğelerdir. “Yusuf bir akşamüstü kasabadan kaçmak isterken bir köpek önünü keser ve bütün gece onu bırakmaz, ta ki Yusuf yazgısını kabullenip de yönünü kasabaya çevirene dek. An- nesinin vefatına ağlamayan Yusuf burada gözyaşlarına hâkim olamaz, kaderine teslim olup içini döker adeta. Yusuf’un kuyudan çıkıp selamete kavuşma şansını burada yakaladığını söyleyebiliriz. Köpek nefsi sem- bolize etmektedir. Nefsi Yusuf’u esir almıştır ve ondan kurtuluşu ancak yönünü kendi değerlerine çevirmesi ile mümkündür”. Şairin Gençliği: Süt Sakin bir bahçe görüntüsünde bir kâğıt parçasına not alan ayağı çizmeli orta yaşlı adamın içine yılan kaçmış kadını bir merasimle bundan kur- tarmasını anlatarak başlayan bir film Süt. Filmin yoğun alt metni içe- risinde birçok meseleye değinilmiş. Modernlik eleştirisi, kapitalist dü- 60
zene karşı yerel üretimin öne çıkması, kadın meselesi açısından alttan alta işlenen kırılma noktası, yeni bir kadının yükseliş sancıları, taşradan son derece çekici görünen metropollere ve yeni yaşantılar açılma süre- ci gibi konular bu meselelerdendir. Bu açıdan baktığımızda Süt, nesne- lerinde insanlar kadar önemli olduğunu vurgulayan, her nesnenin dile gelip konuştuğu bir film haline dönüşüyor. Yusuf, Yumurta’daki şairin ilk gençliği, liseyi bitirip üniversiteyi kazana- mamış bir kasaba gencinin şiir yazarak her şeyin üzerine çıkma azmini temsil etmektedir. Yönetmenin “gençliği, bütün rüzgarların içeri girdiği 61
camları kırık bir eve” benzetmesi de dikkate alındığında film boyunca içinde birikenleri nasıl dışa vuracağını bilemeyen, üzgünlük hali içinde yol olan Yusuf’un iç dünyasının dışavurumunu izlediğimizi anlamakta- yız. “Filmde kadınlarla olan iletişimindeki aksaklık, eylemsizlik ve çekingen- lik halinin ve annesi olan ilişkisindeki kriz döneminin şiirsel bir dille ek- rana yansıtılması aracılığıyla onun iç dünyasındaki şairlik istidadından doğan gerilimin kodları açık edilmektedir. Köprü üstündeki modern gö- rünümlü kız ile muhabbet kuramaması, geri çekilmesi, kendini tanımla- ma çabasında annesinden bir türlü takdir görememesi, hastalığı dola- yısıyla askere alınmaması ayrıca annesinin istasyon şefi ile arasındaki gönül ilişkisini fark ettikten sonra annesinden uzaklaşması ve artık bir birey olarak ayakta kalmayı başarması gerektiğini anlaması ve ertesin- de gidip arkadaşının çalıştığı inşaat şantiyesinde çalışmaya başlaması… tüm bunlar Yusuf’un yaşadığı gerilimlere, sancılara kaynaklık eden ge- lişmelerdir. Süt filmi, içeriğindeki karşıtlıkların meydana getirdiği kur- gusal döngü ile aslında bir şairin taşıdığı sancılardan neşet eden şiir işçiliğine dair sabırlı bir yürüyüşe eşlik etmemizi istemektedir.” “Süt filminde taşranın dönüşümü ile kendini iyiden iyiye hissettiren şe- hir-taşra çatışmasına dair unsurlar Yusuf’un haletiruhiyesinde de şiiri- nin ana iskeletini kurması açısından ona bir imkân sağlıyor. Yusuf’un yaşamının bir şiire karşılık geldiğini varsayarsak filmde varolan çatışma şiir işçiliği esnasında bir şairin kelimelerle, mısralarla, şiirin yapısı ile yaşadığı cedelleşmeyi andırırken şairi şiirin hangi ırmak boyunca akma- sını istediğine dair ipuçlarına da götürüyor.” Şaire Dair İpuçlarının Açılması: Bal Yusuf, ilkokula yeni başlamıştır. Okuma yazma öğrenmektedir. Babası Yakup, ormanda yüksek ağaçların tepesine kurulmuş kovanlarla balcılık yaparak geçimini sağlar. Annesi Zehra ise çay tarlasında çalışır.Yusuf gör- düğü rüyayı babasına anlatır. Rüyanın ne olduğu sırdır. Aynı gün okulda öğretmeni Yusuf’tan kitaptaki metni okumasını ister. Yusuf kekelemeye başlar, metni okuyamaz.Yakup bir gün bal için ormanın derinliklerine gi- der. Günler geçer, Yakup geri gelmez. Babasının geri gelmediği her gün Yusuf biraz daha sessizliğe gömülüp içine kapanır. İnsanlardan kaçar. Annesi, Yusuf’u konuşturmak için elinden geleni yapar. Yusuf babasının geri döneceğine inanırken Zehra da Yakup’u arar. 62
“Babasından başka kimse ile konuşamayan minik Yusuf, kesinlikle film- de ajitasyon unsuru olarak kullanılmamış. Bırakın Yusuf’un hissettiği acılardan dolayı ağlamasını; enteresan şekilde Yusuf’un konuşamama- sına, arkadaşları ile oyun oynamayışına, okuma bilenlere verilen kurde- leden alamayışına dahi üzülmüyorsunuz. ‘Susmak da erdemdir.’Sözü- nünvücuda gelmiş halidir Yusuf ve ona ağlayacaklar varsa eğer, oturup kendilerine de ağlamalılar. Yusuf’un suskunluğu, kendini bastırılmış his- setmesinden dolayı değil, sahip olduğu rüyanın (belki de) ona kazandır- dığı derin bir ruh halinden sebeptir.” Bal filmi bol miktarda simge ve metafor içerse de esas gücünü sade- liğinden alıyor. İnsanın en saf halini ortaya koyuyor. Matematik öde- vini yapmayan Yusuf, ödevini yapmış sıra arkadaşının defterini kendi önüne koyar. Kendi defterini de arkadaşının önüne koyar. Çünkü Yakup, Yusuf’un sıra arkadaşına ilgi göstermiştir. Bunu gören Yusuf, sıra arka- daşından intikam alır. İnsanoğlu böyledir. Tüm mahzunluğuna rağmen karşısındakine kolayca haksızlık edebilir. Pişmanlık yaşasa bile düzel- mez. Film benim için hem en etkileyici hem de yönetmen Semih Kaplanoğ- lu’nun anlatı başarısını gösteren sahneden biri de evdeki sohbet sahne- sidir. “Filmde bir ara Yakub, bal toplamak ümidiyle evden ayrılır. Yusuf’a iki gün sonra geleceğini söylemesine rağmen gelmez ve bu durum ka- rısının ve oğlu Yusuf’un kaygılanmasına neden olur. Bunun üzerine An- nesi, Yusuf’u fazla üzülmemesi için yaylaya gönderir. Yusuf’un yaylaya gittiği akşam genç ve yaşlı kadınlar bir evde toplanmışlar ve dini sohbet yapıyorlardır. Sohbetin konusu ise ‘Mirac’ hadisesi:” “… Üçüncü semada Yusuf ile dördüncü semada İdris ile beşinci semada da Harun ile karşılaştım. Onlara selam verdim, selamımı aldılar, arka- sında ‘Hoşgeldinsalih kardeş, salih peygamber.’ Arkasından bana bir kap şarap, bir kap süt ve bir kap bal getirildi. Ben sütü aldım.” Sonuç olarak “üçlemeyi baştan sona veya sondan başa okumak müm- kün. Bu iki anlamda da böyle; hem Yusuf en nihayet evinde tekrar sükûn bulduğu için hem de, eğer Bal’ı bir geriye bakış, bir hatırlayış ola- rak düşünürsek, çocukluğuna orta yaşından bakan Yusuf, çocukluğun- daki evine tekrar dokunduğu, onu tekrar kavradığı için. İşte bu çember, her çember gibi bize ebediliğin bir imgesini veriyor ve ebediliğe işaret ediyor. Bir baş ve son kurgusundan uzaklığıyla bir ebedilik düşüncesine taşıyor bizi; ebediliğin ta kendisine değil”. 63
ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] TÜNELLER “Gözleri henüz zayıfken –ki gözleri yeniden karanlığa alıştırmak uzun bir zaman ister- bu mağaradan daha önce hiç çıkmamış t u t s a k l a r l a birlikte gördükleri gölgelerin ne olduğunu söylemek zorunda olsa, gü- lünç duruma düşmez mi? Oradakiler, onun yukarıya çıktığını, ama dön- düğünde gözlerini kaybetmiş olduğunu, bu yüzden yukarı çıkmayı düşünmenin bile iyi bir şey olmadığını söylerler. Eğer, içlerinden biri, bir diğerinin zincirlerini çözüp onu yukarıya, ışığa doğru götürecek olsa, yakalayıp öldürmezler mi bu kişiyi?” (Platon-Politeia) --- Dün gece rüyamda evli ve bir çocuklu olan arkadaşımı eşiyle kavga ederken gördüm. Eşi, bütün nefretiyle arkadaşıma bağırıyordu. Evin her odasında ayrı ayrı yeniden kavga ediyorlardı. O ev, bizim eski evimizdi. Küçük kızları bazen masa sandalyesinde bazen örümceğinde onları hiç duymuyor ve elindeki oyuncakları ağzına götürmeye devam ediyordu. Sık sık göz göze geliyorduk ve bana gülümsüyordu. Bir süre rüyada ben var mıyım yoksa yanlışlıkla onların rüyasına mı girdim diye düşündüm. Evet, artık rüyamda düşünebiliyorum. Bilincimi kaybetmek için daha ağır şeylere ihtiyacım var. Temelli ölmek gibi. Aslında aralarında geçen şey kavgadan çok çığrından çıkmış ve öfkeden gözü dönmüş bir ada- mın arkadaşıma bağırmasıydı. Ben müdahale edemiyordum. İçten içe korktuğumu anlamıştım. Aslında beni görmüyorlardı da. Kimse bana bakmıyor, benimle göz teması kurmuyor ya da yanımda kavga ediyor olmaktan çekinmiyordu. Bazen yüzleri karışıyor bir anda anne ve baba- mı görmeye başlıyordum. Çocukluğumun geçtiği evde gerçek hayatta mutlu bir aileyi kavga ettirerek ne halt etmeye çalıştı bilinçaltım hiçbir 64
fikrim yok. Kavgaları o kadar sonsuz o kadar bitmez bir hâl almıştı ki! Yorgun, sinirli ve acı içinde uyandım. --- Meraklı olmanın birtakım dezavantajları olabilir. Mesela uykunun çok hafif olması gibi. Bazen bizimkiler, kavga etmek için çocukların uyuma- sını beklerdi. Ya da babam o saatte eve gelmeye tenezzül etmiş olur- du. Babamın bizim uyku saatimiz geldiğinde evde olmaması merakımı tetikleyen ilk unsur olarak gecenin açılışını yapar, akabinde uyumuş gibi yaparak annemi kandırırdım. Babamın gerçekten kaçta geleceği- ni merak ederdim. Gerçekten uyumuş olduğum zamanlarda da bizim asla duymayacağımızı düşündükleri için yükselttikleri sesleriyle bir tek ben uyanmış olurdum. Kim bilir belki de diğer kardeşlerim de uyanırdı ama hiçbirimiz bunun gerçekten yaşanıyor olduğunu kabul etmemek için birbirimize uyandığımızı belli etmezdik. Gözlerim kapalı bir şekilde kaç gece bu kavgaları dinlediğimi aklımın ermediği kaç cümleyi ertesi gün sürekli düşündüğümü hiç saymadım. Çünkü işlerin raydan çıkması o kadar da uzun sürmedi. Artık kimse kavga etmek için bizim uyuma- mızı beklemiyordu. Yine de beni en çok üzenler hep bizden sakladıkla- rını sandıkları o gece tartışmalarıydı. O yetişkin dünyası bana o kadar çaresiz, o kadar zavallı geliyordu ki! Annemi uyumuş gibi kandırabili- yor olmak bana hayatım boyunca herkesi aptal yerine koyabileceğimi düşündürtmüş olmalı ki bu küçük oyunlardan hiç vazgeçemedim. Gizli bir haz verdiği kesindi. “Siz beni uyutamazsınız. Ben uyurum.” Keşke uyusaydım. Keşke yetişkinlerin dünyasını hiç anlamamış, bu yüzden kimsenin ciddiye almadığı bir çocuk olarak kalsaydım. “Büyümüş de küçülmüş” övgüleri benim hayatımın laneti sayılır. Çünkü bu döngü ger- çekten büyüdüğümde tam tersine döndü. Çocukken çocuk olamamak, büyüdüğümde çocuk olmama neden oldu. Yaptığım hatalardan ders alamayışımda bir çocuk umudu ve masumluğu olduğunu sen gördün, değil mi Allah’ım? Beni masumiyetle cezalandırmadığını nereden bile- bilirim? İçimdeki çocuk dedikleri, mecazen değil sahiden oradaydı. Ar- tık yetişkin kavgalarını, kimin eve ne zaman geldiğini hiç umursamadı- ğım zamanlar geldiğinde her şey için çok geçti. O karanlık dünyaya beni de bulaştırmışlardı. Kavgalar esnasında sözde bizi korumalar, yerini fır- tınanın gözünde olmaya bırakmıştı. En azından ergenliğimde kendimi odama kilitleme lüksüm vardı. Bu bana hayatın yaptığı en büyük kıyak. Sabaha kadar ağlayarak beklemek, sonra fabrikanın içinden doğan gü- neşi izlemek ve sessizliğin içindeki kuş sesleri. Bu anlarda hep ruhu- mu teslim etmek istemişimdir. Gece biri geçtiyse ve hâlâ uyumadıysan 65
önce iştahın kapanır. Gözlerin yanar ama uykun yoktur. Bedenindeki yorgunluğa inat içinde seni ayakta tutan bir güç vardır. Böyle durum- larda ruhum çekilmiş, bedenim kendi başına takılıyor gibi hissederim. Tuhaf ve güzel bir his. O geceler ilhamın ve saçmalamanın dorukları- na çıktığımız geceler olur. Şiirler yazılır. Mumlar yakılır. Kahveler yapılır ama içilmez. Annem evlenmemi en çok da evin her yerine bıraktığım yarım kahve bardaklarından kurtulmak için istemişti. Basit bir rüyadan nerelere geldik. İşte gözlerimi böyle kaybettim. Rüya görerek. Her gece daha çok. En sonunda istediğim rüyaları da görene dek. Gündüzleri ka- patarak yaşamak zorunda olduğumuz ne varsa geceleri onları açarak yaşadım. Hababam sınıfının kaçış maceralarında kazdıkları tüneller gibi ben de hep Mahmut hocanın sınıfına çıktım. Gündüzleri yaşa, geceleri kaz. Bedenim beni otomatik olarak kapatmayı öğrendi. Her yerde, her koşulda beş dakika uyuyup kazıya devam edebiliyorum. --- Zamanla o tünellere bazı insanlar yerleştirdim. Tıpkı mağaranın için- dekiler gibi elleri bağlıydı. Bir ateş yaktım onlara ve gölgeleri izlediler. Öldürülmekten korkmadım yanlış olmasın. Gün ışığını görünce onların kendilerini öldürmesinden korktum. Tünelin sonundaki gerçek dünya- dan ya da mağaranın dışındaki güneşten onlara hiç bahsetmedim. Çocukken bütün kavgaları anladığımdan, onları kandırabildiğimden, yalan söylediğimde inandıklarından… Onlarla alay etmekten zevk alı- yor olduğumu zannetsem de ne kadar zavallı olduğumdan… Bazen insanlara içimden gizlice veda ettiğimden… Büyük hataları çok kolay affedebilirken, küçücük ve belki de gerçek bile olmayan cümleleri nasıl hiç unutamadığımdan… Bunlardan kimseye bahsetmedim evet. Bir gün mağarada öğrendim ki hep birlikte güneşe baksak da hiçbirimizin gü- neşi diğeriyle aynı olamazdı. O gün kelimeler tünelleri terk etti. Sonra kalan herkesi de ben azat ettim. İnsanla kelime arasındaki kavga böy- lece sona erdi. --- Artık kimse kimsenin hikâyesini dinleyecek kadar cesur ve kelimelerin gücünü görecek kadar basiretli değildi. Peki ya böyle olmayan bir kişi varsa? 66
KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] YALNIZ OLMAYAN HİÇ GURBETE GİTMEMİŞTİR “Beni bir kadının iyi yazabileceğine Nazan Bekiroğlu inandırdı.” Bu ay, dergimizin dosya konusuna aykırı davranıyorum. Böyle olmalıydı çünkü entelektüel birikimi de olan üniversite hocamın yukarıdaki ab- sürt tespitini ve Setterhan’ın ciğer delen gurbetliğini daha fazla içimde tutamazdım. İlk cümlenin neden söylendiğini, psikolojik alt yapısını ve diğer gereksiz her şeyini umursamadım, siz de öyle yapın. Sadece Na- zan Bekiroğlu kitaplarına karşı inanılmaz bir merak duymaya başladım. İsimle Ateş Arasında, Lâ, Mücella, Cam Irmağı… Okudum, okudum. Fark ettim ki okurken sayfalarda aradığım bir şey vardı. İkna edici kusursuz cümleler bulma hırsı, kibar kelimelerle ifade edersem, okuma zevkimin üstüne çöreklenmişti. Ben de bıraktım. Sevgili Nazan Bekiroğlu’na ken- 67
di gözlerimle bakabilene kadar okumayacaktım. Yıllardır kitaplığımda duran ve kardeşimin her fırsatta “Yok böyle bir kitap” diyerek önüme sunduğu Nar Ağacı’nı da. İnat etmek bir direniştir, sonuna kadar gittim. Bu, afili bir cümle olurdu ama öyle olsaydı başka bir kitaptan bahsedi- yor olurdum. Direnemedim, kendimi ikna ettim ve Nar Ağacı’nı okuma- ya başladım. Fakat ikinci bölümden sonra kitapla aramdaki samimiyet artık ikna edilmişliği kaldıramazdı; ikimiz de öncesini unuttuk. Yeni bir çağ başladı. Nar Ağacı Benim Bahçemde Köklendi “Kitaptaki cümlelerin yoğunluğu beni yordu.” Birkaç kitap kritiğine ka- tıldıysanız bu tarz cümlelerin kulağınıza çalınmış olması hatta söyle- yenlerden biri olmanız muhtemel. Bu kitap içinse durum biraz farklı. Cümleyi değiştirerek şu iddiayı ortaya atıyorum: “Bu kadar ağır cümle bir araya gelip ancak bu kitapta güzel durabilirdi.” Bunca ümit ve ümi- din boşa çıkması, bunca his ve insanın kendini fark etmesi, bunca yol ve yolu gözleyiş, bunca yorgunluk… Evet, yorulmak bile. Bu kitapta her şey güzel duruyordu. Büyülü eller, iyi kötü ne olursa güzelleyip öyle yol- luyordu. Nar ağacı. Kaderin öyküsü. İstemeyerek ve fakat başka yolunun olma- dığını bilerek çıkılan gurbetin öyküsü. İçli bir roman için gurbet, kaçı- rılmaz bir fırsattı ve Nazan Bekiroğlu bunu kaçırmayacak bir yazardı. Kimseyi ikna etmeye ihtiyacı yoktu. Ona ihtiyaç vardı. Kitabındaki in- sanlar, onun ağzından çıkacak her kelimeye muhtaçtı. İlk kez bir kita- bı okurken, yazar tam burada ölse ne yazık olurdu, diye içim ürperdi. Sanki yazması dursa Setterhan sonsuza kadar nereye gittiğini bilmeden yürüyecekti. Zehra, çizdiği resimde durmaksızın göğün maviliğini bul- maya çalışacaktı. İnsan İnsana Karışır Setterhan, bununla kastettiğimizin başrol olduğu artık anlaşılmıştır sa- nırım, konağından kilometrelerce uzakta bir kahvehanede tabureleri birleştirip uyurken ben gurbetin ne olduğunu sorguladım ve kafamda kendiliğinden şu türkü çalmaya başladı: Gurbette ömrüm geçecek Bir daracık evim de yok Oturup derdim diyecek Bir vefalı yârim de yok 68
Gidilen yeri gurbetlik yapan aradaki yol muydu yoksa varılan yerde evi- nin, dert dinleyecek sevdiğinin olmaması mı? Bu kelimenin hangi yanı bu kadar içimizi acıtıyordu? Arkadaşla gidilen yurt dışı eğitimi, çoluklu çocuklu çıkan tayin de gurbetten miydi? Nar Ağacı bana öğretti ki gur- betin ilk harfi uzaklık değil yalnızlıktı. Yalnız yemek, yalnız gülmek, yal- nız ağlamak, yalnız hastalanmak, yalnız yaşamak ve belki yalnız ölmek. Ahmet Kaya gurbetteydi, bu yüzden “Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?” demişti. Tüm bu drama rağmen şu üç günlük ömrümüzde gurbet, insanın vazge- çilmezi. Bir farz-ı kifaye. Çünkü insan insana karışmalı. Karışmalı ki yeni hikâyeler çıksın, yanık türküler yazılsın. “İnsan sadece kendisinin değil başkasının da kaderinden sorumlu.” gibi ömürlük cümleler söylensin. Setterhan onca yol gitsin, onca yük binsin sırtına, sonra bir gece zavallı bir adamın hayatını kurtarsın ve desin ki, “Birilerinin mucizesi olmak lazım, belki tüm yaşadıklarım sadece bu adamla karşılaşmam içindi.” Ben de tüm gece oturayım ve kaderin ne demek olduğunu düşüneyim. Nar Ağacı; evet birini ikna edebilir, onu karşısına alıp tokatlayabilir, ken- dine getirebilir. Aradığım cümleyi aramaktan vazgeçtiğimde bulmuş- tum: “Allah'ım dedi, ne zaman istersen al canımı ama bugün değil. Bu duygu kalbimdeyken yazık olur.” Biz yine de ikna edilmeyi değil, öğrenmeyi seçelim. Kitaplar, yaşayama- dığımız çok şeyi öğretebilir. 69
KALE'M Büşra SÜTÇÜ [email protected] İZOLASYON Hayatta kalmaya mecali yok saniyelerin Başını alıp gidiyor sorgusuz sualsiz Sandıkta yıllanan yüzler hatrına Su rengi düşlerin, küllerini izliyoruz Ellerini açmış bekliyor avuntular, yol kenarında Kalabalık sözler dökülüyor dimağlardan -Yalnız’ı yalnız yalnızlar yalnızlaştırır... İçsel dönüşüm zamanı, hasata hazır Fazlasını harcadığımız nefesler Uzak geçmiş yakın gelecek çıkmazı Paradoksal bir döngüde çırpınıyor Baygın adımların eteğini tutuşturan Bir gurbet türküsü gibi iken zaman... İçimizde doğan her yeni güneş Gövdesinde taşıyor kahırları Umutla ve sabırla... 70
ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] Duyuyor musun? Birtakım sesler geliyor. Yaklaşıyorum. Yaklaştıkça güneş vuruyor yüzüme, ılık bir rüzgâr yakmıyor beni, yakla- şırken çimler yumuşak yumuşak eziliyor ayağımın altında. Seslere yaklaşıyorum. Bir müzik aletinin sesini duyuyorum. Güzel notaların birer birer sıra- lanışını. Beni kendine çeken bir müzik, bir “Journey”... Hafif hafif gı- cırtılar ekleniyor ve kuvvetli sürtüşlerini de gerçekleştirince tanıyorum “kamança”nın sesini. Hayranlığım artıyor bu müziğe. Narin gıcırtılara, bir parmağın tuşlar üzerinde yumuşak geçişleri ekleniyor. Bir piyano... Artık bu sentezden ayrılmam mümkün değil. Müziğin taa içindeyim. Ayakkabılarımı çıkarıp bir iskeleye oturuyorum. Sarkıttığım yalın ayak- larıma, denizin dalgaları bir hafif, bir şiddetli çarparken, notalar da ke- sik kesik yükselip alçalıyor. Tenimdeki suyun kayıp gidişinin verdiği gü- zel his henüz geçmezken, yenisi ekleniyor sürekli, tazeliyor. 71
Hüzünlü seslerin verdiği bir neşe içindeyim. Uzağında olduğum bir şeyi sever gibi sanki. Alçalıyor, alçalıyor sesler. Ardından yumuşak yumuşak yükseliyor. Par- mağım ritim tutuyor artık. Rüzgârın şiddeti artıyor. İçimi ürpertiyor, hızını artıran müzik. Düzenli bir ritim başlıyor sonra. Sakinleşiyor gökyüzünün rengi, gece oluyor. ... Omzumu bir elin sarsmasıyla irkiliyorum ve açıyorum gözlerimi. Bir müzik sesi de duymuyorum. Okulun bankında seninle oturuyorum. Omzuma dokunan senin elin. Anlamsız bakıyorsun. Duymamış gibi ba- kıyorsun. Nasıl görmezsin güneşi, geceyi? Deniz nerede? Rüzgârı da his- setmedin o hâlde? Bak, anlatıyorum işte. Susuyorsun anlamamış gibi. ... Tamam, susmaya devam et dostum! Ben anladım. Sana anlatmaya başlayınca kulaklık düştü kulağımdan, denize... “lık\" sesiyle gözlerim de açıldı. Müzik bitti. Görüntüler de yok oldu. Aslında, Anlamını benim bilmediğim birtakım yoğun duygularım vardı. Müziği kulağıma özel, görüntüleri gözlerime... Hazine yüklü bir kayığın gelip oturmasıydı, kıyı’ma. Bana onu gizlemek, gözlemek ve bir gün sahibine teslim etmek düşüyordu. Paylaştıkça azalıyordu değeri. Anlattıkça eksiliyordu, Eksiliyordum. 72
KAMUS Ayşe ACAR [email protected] FİKRETMEK YA DA DÜŞ(ÜN)MEK İnsan yaşadığı her çağda karanlığa bir çare aramış. Ateş, kandil, avize… Güneş, göğün kandili, gündüzleri ışığını esirgemediğinden karanlık yal- nızca o ışığını topladığı zaman var olabilirmiş. Karanlığa bir dert bilen insan, yalnızca gözünün önünün aydınlanmasına değil, gönlünün nur- lanmasına da ihtiyacı olduğunu anlamış elbette. Onun için güneş göğün kandili ise, fikir de canın ve kalbin kandilidir manasında: “Sirac-ı kalb ü vicdandır tefekkür Giderse fikr kalmaz kalb için nur”* dedi Atâullah İskenderî. Güneş ateşten bir küreydi, düşünce ise nurdan. “Cehaletin karanlığından çıkmak ve doğruyu bulmak için nura ihtiyaç vardır. İnsan dünya ile ahiret, nefsi ile hak arasında ne yapacağı konu- sunda kararsızdır. Bunun için marifet nuruna ihtiyaç duyar ki; bu nur tefekkürden doğar.” İmam Gazzâlî “Mutluluğun Kimyası” adını verdiği eserde böyle tanıttı bize tefekkürü. Biz de kitabımız düşünmeye, aklını kullanmaya, tefekküre çokça atıfta bulunduğu için, Gazzâlî'nin tefekkürü âdeta hayatımızın merkezine yer- leştirmesine ayak diremedik. Zaten fikir sözcüğünün “kabuğu özünden ayrılsın diye bir şeyi el ile sür- tüp ovmak” anlamına gelen kelimeden türetildiği söyleniyordu. İKabuklarını soyarsak hayatlarımızın tefekkür özüne ulaşabileceğimizi düşündük. Bu düşünme, kendi iç âlemimize doğru yol alırken ıskalan- mamak için ayağımıza dolanan kâinat ayetlerine takılıp düşmek gibiydi. *Tefekkür kalbin kandilidir. Tefekkür giderse kalbin ışığı söner. 73
“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] 74
“Buğday renginde ve aralarına yalnızca serçe parmağı girecek şekilde çiller serpiştirilen ya- naklarına kadar gelmişti. Biraz sonra burnu- nun sağında ve solunda Tuna’nın hırçınlığını andıran iki nehir gibi akıyordu. Nihayet, suyun çekildiği kuru toprağın çatladığı gibi çatlamış dudaklarının kenarındaki keskin kıvrımları ıs- latmak üzereydi duygu yüklü gözyaşı. Yüzünde dışarıdan gören bir kimsenin gülüyor mu yoksa ağlıyor mu olduğunu anlayamayacağı bir ifade vardı.” Betimlemedeki maharetim bu kadardır benim. Edebiyatçılar yapar daha iyisini. Benim işim yazmak değil, çekmektir çünkü. Tasvirler oku- duğumuzda gözümüzde yazarın hayal dünyası canlanır. Ben ise gerçek dünyayı fotoğraflarım ve inceleyen kimsenin hayal gücüne bırakırım gerisini. Yüzlerdeki ifadelerden, yaşadığı dra- mı ya da mutluluğu, ortamdaki ışıktan günün hangi saati olduğunu, dökülen ya da yeşeren yapraklardan yılın hangi mevsimi olduğunu ve daha pek çok detayı kendi yorumuna bırakırım. 75
NOT EDİN ! Endülüs’ün Narin Şehri Gırnata’da 528 Yıl Aradan Sonra Ezan Okundu Öncü Gençlik Öğrenci Platformu @oncugenclik42 Öncü_Gençlik_Öğrenci_Platformu
Search