Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 36_Paydos_Aralık'20

36_Paydos_Aralık'20

Published by bimesele TV, 2022-07-05 21:21:31

Description: 36_Paydos_Aralık'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Aralık'20 - Sayı 36 sonsöz kale’m *değişim *kayıp katarsis öykü *yalnız değilim tek başınayım *farz et hiç ayrılmadık öykü izimizm *düşlerin sineması tavan *altruizm (özgecilik) -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Beyza YILDIZ -Elif KARTLAR -Esma Ateş -Esma ŞAFAK -Hikmet Can DAMAR -Muhammed URAL -Muhammed Sina ÇİMEN -Muzaffer FIRAT -Nefise Beyza ERDEM -Sena COŞKUNGÖNÜL -Taha SULAR -Zeynep Sena YILMAZ



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İllistritör Esma Ateş Muzaffer FIRAT İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 SONSÖZ / DEĞİŞİM Muhammed URAL 08 FARZ ET HİÇ AYRILMADIK Alaaddin GÖÇER 09 AÇIK MEKTUP Esma ŞAFAK 11 ÇİZİ-YORUM Nefise Beyza ERDEM 13 MASKE Zeynep Sena YILMAZ 14 RUH SÖKÜĞÜ Muhammed Sina ÇİMEN 15 KALE'M Muzaffer FIRAT 16 KARANLIK ODA Taha SULAR 18 KALE'M Elif KARTLAR 19 DÜŞLERİN SİNEMASI TAVAN Beyza YILDIZ 24 ALTRUIZM (ÖZGECILIK) Hikmet Can DAMAR 27 YALNIZ DEĞILIM TEK BAŞIMAYIM Adnan GÖZÜTOK 29 KAMUS Sena COŞKUNGÖNÜL

SON SÖZ Muhammed URAL [email protected] DEĞIŞIM Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Slogan mı? Havalı bir söz mü? Hatta bir de aynı nehirde iki kere yıkanamazsın vardı? Sıkıldık mı aca- ba bu klişelerden? Herkesin diline dolanmış cümlelerin makus talihi bu olsa gerek. Altında yatan fikirler ne kadar büyük olsa da sadece dilde kaldıkları için yeni karşılaşılan bir fikir kadar değer görmezler. Yaşadığın şehrin merkezindeki tarihî mekân gibi yani. Hep önünden gelip geçer- sin fakat içine girmek aklına gelmez. Şehrine gezmeye gelen birisi için- se orası, bu gezinin odak noktasıdır. Bu cümleden sonra Konyalıların aklına hemen Mevlâna Türbesi gelmiştir mesela. Bu sözleri de ben,işte böylece önünden geçip gittiğimiz eserlere benzetirim. Düşünce tarihi içinse bunlar kırılma noktalarıdır. İşte sayımızında misyonuna uygun olarak gelin “değişim” fikrinin bu önünden geçip gittiğimiz büyük se- bepleri ve etkileyici sonuçları üzerine biraz düşünerek, içinde gezerek, hakettiği değeri verelim. Durduramıyoruz Aslında başta söylediğimiz klişeler(!), düşünce tarihini çok büyük öl- çüde etkilemiş bir antik felsefecinin sisteminin temel sözleri. Heraklei- tos’un Yunanca “panta rei” (varlık oluştur) diye özetlediği bir sistemdir bu. Çok basit ama bir o kadar da sarsıcı sonuçları olan bir varlık dü- şüncesidir değişim fikri. Ne diyor Herakleitos? -Kabaca bahsedeceğim çünkü çok genişlemeye müsait bir konu- Etrafımızdaki her şey değişim içindedir. Bunu çok rahat bir şekilde gözlemleyebiliriz. Ben dünkü ben 3

değilim, şehrim geçen seneki şehrim değil. O meşhur cümle de burada Herakleitos tarafından verilmiş bir örnektir. Nehre girdiğinde artık o ne- hir ilk girdiğin nehir değildir. Her an yeni sular gelmiş, eskiler de akmaya devam etmiştir. Değişim fikri o kadar güçlü ki bundan kurtuluş yok. Yani değişmeyen bir şey “göstermek” -buna tekrar değineceğiz-imkânsız. Hiçbir şey yapma- sak bile değişmeye devam ediyoruz. Bu yazıyı ben yazarken, siz okurken değişiyoruz. Hadi bizi geçtim en sabit zannettiğimiz cansız varlıklar bile değişmeye devam ediyorlar. Belki çok yavaş olduğu için fark edemedi- ğimiz değişimler bile gün geliyor ortaya çıkıyorlar. Buna şöyle çarpıcı bir örnek verelim. Bir kilogramın belirlenmesi için Paris’te bir laboratuvar- da stabil koşullarda korunan küre şeklinde bir ağırlık kullanılıyormuş. Aynı şekilde korunan birkaç kopyası da başka ülkelerde saklanıyormuş. Ancak bunlar belirli periyotlarla bir araya getirildiklerinde aralarında sadece hassas ölçümlerde ortaya çıkan farklılar gözlenmiş. Hatta bu se- beple -geçen yıl olması gerek- bilim adamları kilogramı artık bir cisim değil bir formül tarafından temsil edilmesine karar verdiler. Böyle bir uygulamadan da benim o zaman çıkan haberlerle bilgim oldu. Belki siz de denk gelmişsinizdir. Yani anlayacağınız değişim kaçınılmaz görünü- yor. Her şey her an değişim halinde ise sadece hareket kalıyor elimizde. Gösteremem ama Kanıtlarım Tamam, buraya kadar aşağı yukarı hepimizin gözlemleyebildiği bir ol- gudan bahsettik. Ama biliyorsunuz ki felsefe burada duramaz. Felsefe- nin en sevdiğim kısmı gözlemin ötesine geçebilmeye imkân vermesidir. Sert bir şekilde değişimin varlığın temeline koyan Herakleitos’a karşı, yani bir nevi gözlem merkezli bu anlayışın karşısına bir o kadar etkili bir fikir çıkmıştır. O da Platon’un hepimizin babası dediği -filozofları kaste- diyor- Parmenides’tir. Ne yapmıştır bu adam da tüm felsefe tarihinin kendisine bir şerh olarak ortaya konabileceği bir adam ona hepimizin babası demiştir? Yukarıda demiştik ki değişmeyen bir şey göstermek imkânsız görünü- yor. Evet değişmeyen bir şey gösteremiyoruz belki ama kanıtlayabili- yoruz. Nasıl yani? Göstermeden nasıl kanıtlayacağız ki? İnsanın sahip olduğu harikulade bir şeyle, akılla. Parmenides, Herakleitos’un koydu- ğu değişim yasasına salt akılla yani deney ve gözlemi kullanmadan karşı çıkmıştır. Kısaca, eğer bir değişimden bahsediyorsak diyoruz ki: bir şey önce farklı bir şeydi, sonra farklı bir şey oldu. Bunun açılımı bir şeyi 4

önce muayyen bir varlık sonra başka bir varlık olarak düşünmektir ki bu imkânsız. Çünkü bir şey hem bir şey hem de başka bir şey olamaz. Biraz karışık gelebilir. Aslına bakılırsa hem Herakleitos’un hem de Par- menides’in sistemleri çok daha genişler. Ancak bizi asıl konumuzdan uzaklaştıracakları için ben yalnıza ikisini çarpıcı bir şekilde karşı karşıya getirme çabası içindeyim. Bunun içinde en güzel kaynak Parmenides’in öğrencisi Zenon. Gördüğüme mi İnanayım, Kendime mi? Zenon, değişim ve değişimin sonucu olan hareket fikrine karşı çok çar- pıcı paradokslar ortaya koymuştur. Mesela hareketin mantıksal imkan- sızlığını ortaya koymak için verdiği ok örneği vardır. Yaydan atılan bir okla hedef arasında sonsuz sayıda nokta vardır. Ok ise her an bu nok- talardan birinde durmaktadır. Aynı videoyu durdurmak gibi. Biz her an -ki bunu saniye salise gibi düşünmeyin çünkü onlarda bölünebilmek- tedirler- okun durduğunu söylüyorsak o zaman ok hiç hareket etmiyor deriz. Buradan yola çıkarak şöyle bir örnek de verilir. Ok hedefe varmak için önce aralarındaki mesafenin yarısını sonra kalan mesafenin yarısını sonra yine kalan mesafenin yarısını kat etmesi gerekir ki bu hiçbir za- man bitmez. Çünkü aralarında hep bir mesafe kalacak, sonsuz bölünme mümkün olacaktır. Bir kaplumbağa ile bir atlet düşünün. Yarışacaklar ancak kaplumbağa yarışa daha önde başlıyor. Atletin ona yetişmek için harcadığı sürede kaplumbağa bir miktar mesafe daha kat edecektir. Yani kaplumbağa A noktasında başladığında atlet A’ya gelene kadar kaplumbağa B’ye geçmiş olacaktır. Atlet A’dan B’ye geldiğinde ise kaplumbağa az da olsa mesafe alıp C’ye geçecektir. Aynı şekilde atlet yine C’ye gelmek için az da olsa bir süre harcayacağından kaplumbağa yine farklı bir noktaya hareket edecektir. Böyle devam edip gidecektir. Bir Kere Kandıran Hep Kandırır İşte diyor Zenon, eğer hareketi kabul edersek böyle çelişkilere düşeriz. O zaman aklımızın ortaya koyduğu bu durum karşısında duyularımızın bizi yanılttığını kabul etmemiz gerekir. Ortada değişim, hareket ya da oluş yoktur. Salt varlık vardır. Ancak böyle dersek yukarıdaki çelişkile- re düşmeyiz. Zaten duyularımızın zaman zaman bizi yanılttığını herkes kabul etmektedir. Bir kere yanıltan her zaman yanıltabilir. Sadece aklın ilkeleri sarsılmazdır. 5

Böylece Parmenides ve Zenon duyularımızın bize bas bas bağırdığı bir olguyu muhteşem bir güce dayanarak reddediliyorlardı. Rasyonalite denilen ve görüleni duyulanı aşan bir durumla karşı karşıyayız. Asıl ha- rika olan, felsefeyi inanılmaz yapan da benim için bu. İşte bu güç insana Matrix’de olduğunu düşündüren güçle aynı güç. Doğru olmaları önemli değil, bunu düşünebilmek ve sadece düşünmekle kalmayıp ispatlayabi- lecek olmak muhteşem olan bu zaten. Safsata Tamam harika. Ama felsefe tarihinde ilk bilinçli karşıtlığı oluşturan bu iki görüşün de ilerletilmesiyle çok ciddi sonuçlar ortaya çıkıyor. Ciddi sonuç derken artık insanların hayatlarına etki etmeye başlayan fikirler- den bahsediyorum. Değişim kabul edildiğinde sürekli değişen şeylerin bilgilerinin de durmadan değiştiği için mutlak bilgiden bahsedilemiyor. Aynı şekilde duyularımızın bizi durmadan yanılttığı bir dünyada da hep şüphe kalıyor ortada. Artık doğru ya da yanlış olmayan bir dünyaya doğru gidiyor zihin. Ahlak da bundan nasibini alıyor ve rölativizm ente- lektüeller arasında giderek kök salıyor. Topluma özellikle fikir çevreleri- ne tam bir curcuna hâkim. Hiçbir ortak zemin, üzerinde anlaşılan hiçbir yargı, fikir, önerme yok. Sofist dönem olarak bilinen bu devir, sağduyu- nun kabul ettiği bir şey bırakmıyor. Tartışmak bile imkânsız. Düşülen bu fikri kargaşa halinden çıkış tüm felsefe dünyasının üzerinde hiçbir tartışmaya girmeden kabul ettiği bir adamla son buluyor. Sokra- tes. Sokrates her ne kadar felsefenin konuları açısından üretken olmasa da insanların düştüğü bu buhranı “Hiçbir şeyde ortak olmasak bile ah- lakta ortağız.” diyerek sonlandırıyor. Buraya daha detaylı girmeyelim. Sadece varlıkla ilgili bu görüşlerin bilgi meselesini, oradan da ahlakı na- sıl etkilediğini görmemiz için deyindim. Çözüm: Değişenin Altındaki Değişmeyen Platon’un varlık sistemi bu çıkmazı çözme üzerine kuruludur. Etrafımız- da apaçık görünen bir değişim var. Ama aklım bunun olmaması gerek- tiğini söylüyor. Bu işin içinden nasıl çıkarım? İdealizm bunun üzerine kuruludur. Değişen bir dünyada yaşıyoruz ama bunların değişmeyen asılları idealar evreninde. Orada en mükemmel halleriyle varlar. En güzel matematikle anlayabildiğim bir konudur bu. Bir çember dü- şündüğümüzde zihnimizdeki çember mükemmel bir çember oluyor. Çember tarifi yaptığımızda da net özellik belirtiyoruz. 360 derecedir, 6

alanı yoktur gibi. Ancak çizdiğimiz hiçbir çember mükemmel olamaz. Düşünceden cisme aktarıldığı zaman mutlaka hata payı ve çizdiğimiz çizginin kalınlığı olacaktır. Robotla, lazerle, hangi teknolojiyi kullanırsak kullanalım bir hata payı ve kalınlık belirteceklerdir. Herhangi iki tane çember de mutlaka birbirinden farklı olacaktır. Yani çember fikri ha- yata döküldüğünde artık çember değildir. Yazının başında değişim için verdiğimiz örneği hatırlayalım. Cisim olan 1 kg değiştiği ve aralarında farklar ortaya çıktığı için artık formül olarak kullanılacaktı ya hani. Onun nedeni de işte bu. Yani formülün hiçbir zaman değişmeyecek olması. Dikkat! Gönderme Var Böylece diyebiliriz ki değişim mükemmel olmayanlar için, sabitlik ise mükemmel olanlar içindir. Bizi de değiştiren budur. Ama değişenin al- tındaki değişmeyeni hiçbir zaman kaçırmayın. :) 7

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] FARZ ET HİÇ AYRILMADIK İki parmağının arasında yarısı bitmiş bir sigara olduğu hâlde elini alnına götürdü. Bembeyaz duman, seyrelmiş saçlarının arasına süzüldü. Bisik- let üzerinde bir ihtiyar, mahallenin bozuk yollarında usul usul ilerledi. Onun önünde durup, kasketinin üstünü ve paltosunun yakalarını dahi örten geniş yün atkısının ardından Rafet’e “Len Rafet, sen hiç soğuk almaz mısın len? Bak ben sarıp sarmalandım da çıktım, yine üşüdüm.” deyip güldüğünde Rafet de güldü. Neredeyse bitmek üzere olan sigara- sını bir süre avucunun içinde sakladı ve son bir kez daha çekip ciğerine “Soğuk alıyorum da… Mont alamıyorum işte.” diye mırıldandı, canhıraş izmariti basarken ıslak asfaltın tepesine. Oturduğu kaldırımdan doğrul- du ve ayağa kalktı. Yavaş adımlarla yürümeye koyuldu. Paçasına tutu- nan çamura aldırmaksızın yarım aklıyla düşündü durdu. Tam iki ay işsiz kalan babasının eve gelişini, babasına dedesinden hatıra iki beden bü- yük paltoyu onun üzerinde ilk kez görüşünü, “O palto bol olmamış mı sana baba?” diye sorduğunda, “Ben bol seviyorum evlat, böyle rahat ediyorum.” yanıtını alışını hatırladı. Gözlerini, altında devinip duran ayaklarına dikti. Gök gürledi; gece, ışı- ğını buldu. Gökyüzü suyunu sıkıp yağlı saçlarını ilk yağmur damlasıyla buluşturunca sırılsıklam oldu. Kırmızı konverslerinin üzerine pembe ço- raplar giyen kızı anımsadı, yüzü güldü. Kız, yağmuru sever; ıslanmaktan ise hazzetmezdi. Kirpikleri yağmur damlalarını tutmaya yetmez, bu se- beple gözünü dahi açamazdı. Rafet, atkısını onun yüzüne siper edince kız şaşırır, ardından yanakları kızarır ve gülümseyerek teşekkür ederdi. Yağmur dindi. Rafet cebini yokladı. Islak paketi, son bir tek sigaranın ümidiyle cebinden çıkardı. Paket boştu. 8

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] AÇIK MEKTUP “Yeniden doğup eline günün Yeniden duyup adını gülün Yeniden... Yeniden başlamalı, yeniden anlamalı, yeniden dinlemeli O yiten türküleri Dağılır gider, kara bir bulut Dokununca bir dost eli” Yeni, ilelebet eskiyi güzelleyip tekrar karşımıza oturtmak değil mi? Baş- lamanın heyecanını allayıp pullamak. Yeniden başlamak. Eski duygulara fakat yeni kelimelerle. Hem açık seçik konuşmak taşıyor içimden hem cevâmiu'l-kelim verilsin istiyorum. Siz çok anlayın. Çünkü bu kez tam karşınızdan sesleniyorum, en çok size yöneliyorum. Açık mektup. 9

Kitap ismi yok. Ben, eski bir şarkıya yeniden başlıyorum. Aynı kelime- lerle, başka anlamlarla. Herakleitos haklı ama eksik. Tek taraflı değil, nehir kadar insan da değişiyor. Belki sadece şu: Nehirler hızlı akıyor, insanlar yavaş. “Akşamlar güvercin gibi gelirdi Yeniden güçlenen gençliğimize Günleri bir nakış gibi örerdin Umut bir zırh gibiydi omuzlarımızda Çağı kurtarmanın bir eylemidir Çağ dışı görülen ilgimiz bizim Eylülün kıyısı son durağımdır Bir adım dönemem arkam uçurum Yazma derse yazmam rüya gözlerin Bastığın toprağa şiirlerimi Bozgunlardan çıktım kan içindeyim Yeni bir savaşa kuşandır beni Seninle giyinen kurak yılları Anarak yaşamak istemiyorum Ve tekrar yaşamak tekrar yaşamak Şimşek gibi geçen o saatleri Bir kurşun yağmuru altında kaldık Anıtı dikilse korkusuzluğun Bu yoksul türküler bitsin diyorum Sana hicret ettim yılgınlıklardan Göklerde yollarda senin adına Yeni bir efsane gelişmektedir.” Yeniden başlayın sayın okur, size umut veren satırlara, sorumluluk yük- leyenlere, merakınızı artıranlara, uykusuz bırakanlara. Güzel yazılmış ne varsa yeniden başlayın. Yaralayanlara bile. Dönüp bakmaya cesare- tiniz olduğunda artık kanamadığını göreceksiniz. Son olarak, siz kendi kitabınıza başlayın ama girişteki türküyü dinleyin, türkü güzel. 10

ÇİZİ-YORUM Nefise Beyza ERDEM [email protected] Balkonda oturuyorum. Önümdeki çam ağaçlarının izin verdiği ölçüde, dallarının ve yeşil iğne yapraklarının arasından sokağa bakıyorum. Ak- şamüstünün yoğunluğu belli oluyor arabalardan, insanlardan. Havada bir serinlik var. Gökyüzü mavi, birkaç beyaz bulut... Her şey güzel ve ben oturup seyrediyorum. Ama bir sorun var. Tüm bunları görüyor, du- yuyor, hissediyor değil de sadece bakıyor ve biliyor gibiyim. Öyle, kuru, basit ve anlamsız. Bir robot, bir kukla, bir cisim gibiyim sanki. Arada sırada oluyor bu durum bana: “Yok gibi hissediyorum.” Neden böyle oluyor? Cevabı bulmak için yokluğun ne olduğunu anla- maya çalışıyorum. Ama hayır, anlayamıyorum, akledemiyorum. Şu an hissetmekte olduğum şeyi anlayamamak garip geliyor sonra. Çok yo- ğun duygular mı yaşıyorum yoksa? Sevincim fazla geldi, üzüntüm had- dini aştı, şaşkınlığım son raddede ve ben yoğunluklar içinde kalıp “hiç” hissettim demek ki. Belki...Ama ben bir şey deneyeceğim şimdi, anla- yabilmek umuduyla: “Gözlerini kapat, uzaya fırla! Seni kaplayan bedenini, cismini yok et, beynini, kalbini, ellerini, ayaklarını... Bu şekilde yer çekimini, zamanı, mekânı, hücrelerini, ağrı ve sızıyı, dokunmayı, koklamayı, görmeyi his- setmeyeceksin!” Evet yaptım. Geriye kalan bu şey ne? Tek boyutlu, belki de boyutsuz olan o şeyin adı ne olursa olsun “ben”im, değil mi? Tüm bunları düşü- nebildiğime göre... Tabi ya! Ben “düşünce”yim. Ben’in aslı ve özü bu olsa gerek. Demek ki sadece düşünceden ibaret bir şey olmak, beni var 11

kılıyormuş. “Düşünüyorum öyleyse varım.” diye söyleniyorum kendi kendime. Gülümseyip elimle selam çakıyorum hayalimdeki Descartes amcaya. Bu sırada gözlerimi açıyorum, geri döndüm. Çam ağaçları, so- kak ve ellerim burada. Bu kısa gezintiden sonra, var olduğuma inandım, varlığımı hissediyo- rum artık. Ve böylesine yoğun, karmaşık bir öz/cevherin yok olama- yacağına da inandım. Kitap okuyan, ezberleyen, umut eden, buluşlar yapan, empati kuran, teoriler geliştiren, ağlayan, anılar biriktiren, de- liren, gülen, felsefe üreten, kıskanan, tedavi eden, rüya gören, korkan, sevdaya tutulan, konuşan, anlamlı bakan, kurallar koyan, içi ürperen, eğiten, inanan, öğrenen... Böylesine bir varlığın değeri, yok olabilir mi? Yazık olmaz mıydı? Bu du- rumda, silinip gitmeyi, toprak olmayı, kül olmayı, kabul edemem. Bu cevheri bir süreliğine taşıyan bedenim toprak olabilir ama ruhumum/ özümün kaybolması, düşünülemez. Bu düşüncelerle, geriye dönüp beş dakika önceki hâlime bakınca, “yok gibi hissetmek” normal ve mümkünmüş aslında, ayrıca doğru da bir ifa- deymiş. Yok değilim. Ve yok olmayacağım. “gibi” hissetmek, bu yüzden. Peki her şey tamam, var olacağım da, gerçekten var mı olacağım, yok- sa varlığım var edildiği için mi varım ve var olacağım? Taşıdığım ya da bizzat kendisi olduğum bu değeri veren ve bu değerin zamandan ve mekandan kaybolmasına izin vermeyecek yüce bir değer… “Yok mudur?” Beni ben yapan özü fark etmemi ve bununla önce kendimi, sonra da O'nu bulmamı isteyen yüce bir değer... Hava kararmış iyice, akşam ezanı okunuyor: “Allahu ekber, Allahu ekber… ” Derin bir nefes alıp, tatmin olmuş ruhumla şu cevabı veriyorum kendi- me: “Vardır!” 12

MASAL Zeynep Sena YILMAZ [email protected] MASKE Zamanın birinde bir gezegende insanlar maskesiz yaşarlarmış. Sevdik- lerinde de kızdıklarında da haddi aşmaksızın duygularını yansıtırlarmış. Bir şeyi beğenmediklerinde yalan söylemez, olurunca ikaz ederlermiş. Hüzünlü olduklarında yüzlerine buruk bir tebessüm düşer, soran eden olursa “Bu da geçer yahu!” derlermiş. Güzel olanlar güzelliği bir övünç malzemesi yapmaz, böylece daha az güzel olanlar üzülmezmiş. Varlıklı kimseler her şeyi kendileri elde etmiş gibi kibir maskesine bürünmez “Malın hakkı dağıtmaktır, elde tutmak değil.” deyip paylaşırlarmış. Ma- kam mevki sahibi olanlar o makamı insanların hizmeti için kullanırmış. Bilginleri edipleri insanlara yol gösterir, bilmediğinden dolayı kimseyi ayıplamazmış. Gün gelmiş bir şeyler değişmiş. İnsanlara bir hâller ol- muş. Mutlu değilken mutlu gibi davranmaya, bilmezken bilmişlik tasla- maya başlamışlar. Üç elması varsa elma bahçesi varmış gibi gösterme sevdasına kapılmışlar. Düzensiz oldukları hâlde düzenli, sahtekâr ol- dukları hâlde dürüst numarası yapmışlar. Güzel olanlar olduğumuzdan daha güzel nasıl görünsek derdine kapılmışlar. Biraz daha iyi olanları birçok duruma şahit olup üç maymunu oynamışlar. İnsanların yüzleri birbirine karışmış. Kim mutlu, kim doğru, kim ihtiyaç sahibi, kim bilge, kim hasta, kim doktor hepsi karman çorman olmuş. Bir sabah uyanmış- lar ki bir de ne görsünler! Herkesin yüzünde bir maske. Hepsinin yüzü aynı olmuş. Gülüyor mu belli değil, mutsuz mu belli değil. Güzel midir, çirkin mi? Fakir midir, zengin mi? Bilinmez olmuş. Hepsi de aynı hayatı yaşamaya başlamışlar. Zengin fakir gibi olmuş. Güzelin güzelliği gizlen- miş. Meşhur biri dahi tanınmaz olmuş. İnsanlar çok üzülmüş. Hatalarını anlamışlar. Tek istedikleri bir an önce bu maskelerden kurtulmakmış. Artık sahici davranacaklarına sahte maskeler ile birbirlerini kandırma- yacaklarına söz vermişler. Önceki hatalarına dönmemek için de evleri- ne, iş yerlerine, telefon ekranlarına maskeli fotoğraflarını koymuşlar. Masal da böylece bitmiş. Yani inşallah… 13

MİSAFİR Muhammed Sina ÇİMEN [email protected] RUH SÖKÜĞÜ Ruhumuz büyük devinimlerden, büyük çalkalanmalardan geçiyor, ba- zen büyük darbeler yiyor. Hastalıklar esir ediyor onu, bir dost hançeri yırtıyor direnç perdesini. Tutunacak bir dal, bir dost şefkati arıyor. Bir lav gölünün üzerinde, uçmaktan bitap düşmüş bir serçe gibiyiz şimdi, ya yanlışa düşeceğiz ya da hemen oradaki dala son bir kuvvetler bıra- kacağız kendimizi. Çorap söküğü gibi gelmek derler ya, ruhumuz, verilen ilk taviz yani ona konulan ilk siyah nokta sonrası ruh söküğü olarak geliyor elimize ve elimizde sadece bir hiç kalıyor; eski haline getirilmesi pek mümkün olmayan bir hiç. Ruhumuzu kaybediyoruz. Yaptığımız yanlış bize haz veriyor, bizi yalnızca o seferlik kurtarıyor ve yükseltiyor. Hızla gitmekte olanyanlışlar seline doğru yükseliyoruz. Eğer ki tutunamazsak yüzüs- tü yerdeyiz. Afallayıp kalıyoruz, artık koruyamıyoruz o iyi halimizi.Bir günahı kabullenmiş oluyoruz, bir günaha alışmış oluyoruz. İnsan, bir tutam alışmaktır. Neye alıştığına dur da bir bak! Az da olsa devamlı olan hayra mı alıştın yoksa seni yerle yeksan eden yanlışa mı? Ruhumuzu heveslerimiz için ikinci planda bıraktığımızdan yarı yolda yıkılıyoruz. Büyük iddialarla, fikirlerle çıktığımız yolların birer çileye dö- nüşmesine ve sona erememesine sebebiyet veriyoruz. Yine de ruhudur insanı ayakta tutan. Odur bizi ümitvar kılan, tüm fela- ketlere direnme gücü veren. Odur insana feraset veren, yönümüzü Al- lah'a çeviren. Hayatı bir anlam üzerine inşa etmemize imkân sağlayan... Ruhunda bir huzursuzluk hissediyorsan, eskiden yaptığın yanlışlar se- bebiyledir.Zira sen unutsan da ruhun unutmaz, dedi âmâ ihtiyar. 14

KALE'M Muzaffer FIRAT [email protected] KAYIP Nasıl kaybettim kendimi bu durgun denizlerde Hangi balığın karnında yeminli cümlelerim Ruhum, başımı diksem gökte Ve gözümü kırpsam yerde Savaşların hiç bitmediği o meçhul ülke benim! Benim, kumdan kalelerin bıkmak bilmeyen mimarı Koşturan gelgitli bir hayatın kıyısında Düşüncemden bir nefes ayırsam da eş’arı Görüversem kendimi ömrün yansımasında Takvimler gençliğimin kaldırımlarına döker yapraklarını Yıllarım da tükenir birkaç yudumda Toplayıp doldururum ruhumun paslı çanaklarını Gözlerimden dökülen bir yağmurun altında Yetim pişmanlıklar birikir her savaşın ardında Yankılanır, kalbimin boş odalarında seslerim Geleceği düşlerken Yıldızlı bir gökyüzünün altında Hayaller kurar ve mesnetsiz binalar inşa ederim 15

16

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] TIBET’TE YEDI YIL “Tibet’te Yedi Yıl” Heinrich Harrer ve Peter adında iki dağcının birlikte Himalayalar’ın en yüksek tepesine ulaşmak hayaliyle çıktığı yolculukla başlar. Yalnız olumsuz hava şartlarının tırmanışı etkilemesiyle kurdukla- rı bütün plan alt üst olur. Tüm yaşanılanların üstüne İngiliz askerlerinin iki arkadaşı esir kampına götürmesiyle hayatları neredeyse tamamen değişir. Birkaç başarısız kaçma girişiminden sonra esir kampından kur- tulup, yönetimini 11 yaşında dini bir liderin yaptığı Tibet’e sığınırlar. Hikâyeleri burada tamamen değişen iki arkadaşın hayatları izlettirilir seyirciye. Film baştan sona koca koca Batılıların küçümsedikleri Doğu insanı hak- kında düşüncelerinin nasıl değişebileceğini gösteriyor. Batının dünya genelinde kurmuş olduğu otoriteden ya da yıllardır yapmış olduğu zulüm yazımızla alakalı olmadığı için değinmeyeceğim ancak film Nazi Almanya’sının ve “Kızıl Çin” komünizminin vahşetinin arasında gidip ge- len günümüz Batılı tipini “dost” olarak göstermektedir.Heinrich Harrer dostluğa önem vermeyen, sadece kendini ve şöhretini düşünen biridir. Ancak Tibet’de yaşadıklarından ders alarak “dostluk” duygusuyla tanı- şır, insanlara değer vermeyi anlar. Bu bağlamda filmin temel düşüncesi de açıktır. Harrer, İkinci Dünya Savaşında ülkesinin bazı yanlışlar yap- tığını Tibet’te Kızıl Çin’in komünist vahşetini gördükten sonra anlaması ve Nazi Almanya’sını eleştirirken Tibet’te yaşadığı komünist vahşeti aynı ölçülerde değerlendirmesi, filmin temel düşüncesini vurgulamaktadır. Sonuç olarak hem Harrer’ın hem de arkadaşının iki farklı şekilde karak- ter değişimini görebilmek ve ayrıca 1997 yapımı bir Hollywood filminde nasıl bir Doğu ve Batı insanı inşa edildiğini merak edenler için “Tibet’te Yedi Yıl” filmini izlemeye değer görüyorum. Keyifli seyirler. 17

KALE'M Elif KARTLAR [email protected] Gözlerim doluyor birden. Gözlerim yıllardır süren kavganın, kandırmaların, zulmün ve savaşın önünde duruyor. Gençliğim telaşlandırıyor Yıllarca gördüklerime doyuyorum Geçmişimi düşünüp hatalarıma sövüyorum. Yazıyorsam ve görüyorsam söylemeliyim olanları Fakat kandırılıyorum bu yaşımda. Her zaman zindanların esiri olmadı ayaklarım Ve sade dikenleri yoktu ellerin Çiçekler de açtı göğsümde En güzel gözleri seyrettim birkaç yıl boyunca Fakat kaybedişler yaşadım, erken. Ben’im ayna karşısında ithamlarda bulundu: Sen! Sen! Sen! Bütün ithamların sahibiyim, kabulüm. Artık utanarak bakıyorum aynalara. Savunmalar hazırladım elleri kitaplı celladıma: -Eğer on dokuz yaşımda anlasaydım bütün şiirleri Ve sıkılmadan okusaydım kitapları Ne kalırdı yirmi yedinci yaşıma? Kendimi affettirmem hesaplandı, Kaç kez yürüdüm merhamet kapısına. Ayna! “Bırak peşimi yönümü yanıltan pusula.” 18

ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] DÜŞLERİN SİNEMASI TAVAN Geceleri tavana yansıyan bir projektördü benim beynim. Otuzumu geç- miş, kemal yaşlarına kancayı takmış olsam da her gece bana eşlik eden hayal perdesini hiç kapatamadım. Bu sebepten zaman uzun, yıllar hep aynı yılda takılı kaldı. Doğadan yola çıkardım. Dörde dörtlük tavanım vahşi doğanın sarı soluk renklerinden yeşilin bin bir tonuna dönerken uyuyakalırdım. Yazın sıcağında benim üzerime kar yağardı. Bazen ama- zonda zehirli mantar yerdim, ateşlenip kusmam bundandı. Bazen de safarideydim. Bizonlardan kaçarken kolumu kırardım. Çocukken bu du- ruma: “Aklı hinliğe çalışır Esat’ın, her gün yeni icatlar çıkarır.” dediler. Yaşım büyüdükçe sorun çıkarma potansiyelim de büyüdü. Ben her günü başka bir film konusu heyecanıyla izlediğimi kimseye öyle kolay söyle- yemedim. Babam az parayı az onur zannettiği için yaptığı işkenceleri unutarak uyurdu. Ben tavanda banka soyardım. Annem kulağımdan çe- kerek arkadaşlarımın yanından beni eve getirince “terbiye ettim” diye düşünürdü. Yorgunluktan kafası yastığa değmeden uyurdu. Ben arka- daşlarımla kimsenin müdahale edemeyeceği yerlere kaçardım. Hayat bana neyi nasıl sunduysa ben aksini izledim o tavanda. Çok şanslıyım ki hiç taşınmadık ve hiç kardeşim olmadı. Ne manzaram değişti ne de manzaramın bir şahidi oldu. Bu nasıl anlatılır pek de bilmiyorum ama bulunduğum yerden geçmişe bakınca yeterince yaşadığımı hissedi- yorum. O yüzden olanı biteni anlatmanın vasiyet yazmak gibi bir tadı var. Yirmilerin son çeyreğinde başı beladan kurtulmadık çocukluğuma ve ergenliğime sövmeyi bıraktım. Avucumu açıp baktığımda bilgisayar masasının çekmecesinde bir köşesi katlanmış, üzeri toz bağlamış ve işe yaramaz diplomamı buldum. O kadar kullanılmamış o kadar işime yara- mamıştı ki tozunu üflemeye harcadığım nefese yazıktı. Ne yapacağımı nereden başlayacağımı bilmediğim zamanlarda uzun soluklu boşluklar içine yerleştim. Bu boşluklardan en büyüğü de… Lafı dolandırıyorum aslında. Yazarken kendime gülüyorum. Tavanda bir cinayet işlediğim günü es geçip olaylara doğumumdan başlıyorum. En az herkesinki ka- 19

dar doğum ve herkesinki kadar yaşamak olan bu oyunun nesini çeki- ci hâle getirebilirim? Herkesçe malum bu yirmilerin başı sanırım ha- yatınızın kalanını da belirliyor. O aralıkta oyunu çözdün çözdün. Eğer çözemezsen ondan sonra kaderin hep oyunun dışında kalmak oluyor. Ben oyunu “çok severek” çözdüğümü sandım. Hayatta daha anlamlı ve ayaklarını ciddi manada yerden kaldıran daha ne var ki diye düşünüp tüpsüz bir dalış yaptım. Şansıma karşıma bir su perisi çıktı. Daldığıma değdi. Beni elimden tutup denizin derinliklerine çekti. O hayatıma gi- rince tavanı azalttım. Yatar yatmaz uyumaya başladım. Yaşamak istiyor- dum. Sadece bu duyguları hissederek yaşamak… Yerküre beni çekimin- den muaf tutmuştu. Hayat bir ay olsaydı, benim içine düştüğüm bütün boşlukları Nil adındaki o peri oluştururdu. O periyi içime aldım ve ora- da kaybettim. Mecazen demiyorum, bir gün gerçekten kaybettim. Artık tavanda güzel anılarımızı izliyordum sadece. Zamanla kanlı senaryolar eklendi. Kendimi öfkeden ayıramıyordum. Sessizce hayatımdan gider- ken “hep mutlu ol” demeler yalan olmuştu. Yerini “ben bu hâldeysem sen de mutlu olma”lar aldı. Onlar terfi etti. Bu sefer “bana bunu nasıl yapar”lar geldi. Ayda bir tıraş sonrası annemin “iyi sıhhatli olsun”ları ateş almaya gelip kaçıverdi. Sadece kayıplarımı görebiliyordum. Hoş benim hiç kazancım da olmamıştı ama bir dönem bal yemiştim işte. Bir gün tavanda bir ölüm kurguladım. Uzunca bir not yazıp asacaktım kendimi. Annemin yazmalarını düğümledim birbirine, epey de sağlam oldu. Sonra ne kadar ilkel bir yol diye düşündüm. Beni o hâlde bulacak sevdiklerime ne büyük işkence… Tavanda o görüntü üç beş gün asılı kaldı. Sallanan bedenimin etrafından dolaşarak odadan çıkıyordum. Bir anlatabilseydim. Deseydim ki: “Nil… Hani var ya şu…” onu anlatacak kelimeleri bana öğretmeyenler utansın deyip ne gördümse yansıttım tavana. Benim hayali cesedim asılı bir yandan, tavana Nil ölmesin diye koca bir akvaryum koymuşum, ondan sızan sular parkeleri kabartmış bir yandan. Şu hâliyle benim gördüğüm gibi görseydi birileri odamı diye kendime hayret ederken sabah annem heyecanla odaya girdi. Projek- tör kapandı. - Kazım amcan aradı oğlum? Esat birkaç ay bizim muhasebeye baksın diyor. Adam izne mi ayrılmışmış neymiş. Çok da anlamadım. Sen ara bir konuş da en azından biraz çalışmış olursun. Yolun yol değil annem. Şu kılığına bak. Saçlarını kes, tıraş ol. Rengin kaçtı yavrum. Yapma bana bunu. Başkalarının hayatı film şeridi gibi geçerdi gözünün önünden, benimki projeksiyonla tavana yansırdı. Keşke geçseydi. Geçiiiip gitseydi. Keşke 20

tavanda kendimi asılı bulmasaydım. Keşke tavan maviye boyanıp için- den periler çıkmasaydı. Keşke film şeridi olsaydı, üç beş pozu yakardık. Kiminde diyaframı ayarlayamazdık. E bazen de makineyi evde unutur- duk. Hayatımın en kötü yarısını böyle atabilseydim dışarı belki de o za- man yarın kalkıp işe gitmek bana böyle zor gelmezdi. Her sabah kalkıp aynı işi yapmak üzere evden çıkıyorsun. Yol aynı. Attığın adımların sayısı değişmiyor. Bunu yapabilmenin ne büyük lüks olduğunu anlıyordum. Herkes yapamayacağı kadar yüceliyordu gözümde sabah sekiz akşam beş. Ben kahvaltı masasında kolumu uzatacağım mesafede peynir yok diye hep zeytin yerdim. Çay bitince biterdi. Takatim ağır demliği kaldır- maya yetmezdi. Gerçek hayat hiç benim yıllardır zihnimin içinde kurgu- ladığım ve sonra aksini izlediğim senaryolara benzemiyordu. Muhasebecilik… Öyle ortada herkesin yapabildiği bir iş gibi gelirdi bana. Hesap yapma sanatı diyecek hâlimiz yok. Topla, çıkar, canın isterse du- vardan duvara çarp, mal belli işlem belli. İşte geçen o ilk gün eve gelip de tekrar yatağıma uzanana kadar hiçbir şey düşünmemiştim. Sayıların acıya bu kadar iyi geldiğini bilmiyordum. Öyle dümdüz ve net sonuçla- ra ulaştıkça içimde tarife gelmez bir tatmin oluşmaya başlamıştı. “Bu hesap makinesiyle ben savaşları bitiririm. Ben var ya ben… Bu tuşlara basarak devasız hastalıklara ilaç bulurum. Cebime atarım bununla yü- rüdükçe sokak çocuklarının karnını doyururum.” Hoş kaç kere bunları yapmayı gerçekten istedim bilmem ama Alaaddin’in sihirli hesap ma- kinesi bendeyken bir daha hangi sevda yarım kalırdı diye düşünmeden edemiyordum. Hesaplar karmaşıklaştıkça aldığım haz da büyüyordu. O günün biten iş yüküne göre gece tavanda oynayan filmlerin pikseli bile değişiyordu. Hayatım tavanım ve hesaplarım arasında üç ayın na- sıl geçtiğini anlayamamıştım. Artık arkasından kurulunca işe kadar gi- debilen bir fındıkkıran askeri gibiydim. Otuzlara göz kırparken cebim para da görmüştü. Evdekileri mutlu görmenin verdiği rahatlıkla yeri- ne baktığım adam işe gelmesin ben çalışmaya devam edeyim istedim. Sahiden de öyle oldu. Kazım abi ben istediğim sürece çalışabileceğimi söyledi. Arkamdan annemlere: “Ben böyle bir şey görmedim Semiha abla, inanmazsın sabah oturuyor akşam gidene kadar kalkmadan ça- lışıyor. Saydım iki kere lavaboya uğruyor. Öğlen yemeğini biz odasına bırakınca beş dakikada yiyor. Sonra çalışmaya devam ediyor. Ben bu işte böylesini görmedim.” bile demiş. Ah annemin o ilk defa evladının övülmesiyle yaşadığı saadeti anlatamam. Bütün annelik serüveninde hep bu anı beklemiş gibi karşıladı o gün beni. Akşam yemeğine her za- mankinden fazla özendi. Tabağıma daha bitmeden tekrar etli fasulye doldurdu. O akşam kimsenin yüzünde benden iğrenen bir ifade yoktu. 21

Onlara sorsanız zaten hiçbir zaman öyle bir ifade yoktu. Belki de ben içten içe yaramazlığımı o kadar kuvvetli hissediyordum ki, her bakıştan inciniyordum. Koşar adım kendi çöplüğüme kaçıp tavanda horozlarımı dövüştürüyordum. İlk defa o gece, yirmi yedimden on yedi gün aldığım o gece, sofrada her zamankinden uzun oturduk. Çayımı anne ve baba- mın eski anılarını dinleyerek içtim. Ben de kendime dair birkaç cümle edecek oldum. Bunca yıldan sonra artık yapılması gerekenin sadece onları onaylamak olduğunu fark ettim. Eli ekmek tutan biriydim artık. Herkesin ümidi kestiği o derbeder yoktu. O gün tavanda hiçbir şey izle- meden sadece uyudum. Uykunun kendisi oldum. Nil yalan oldu. Duygusal Ve Hayalperest Okuyucular İçin Alternatif Son Nil, hayatıma jeoloji mühendisliğinden mezun olduğum sene girdi. Uzun süre yanlışlıkla girdiğini fark edip çıkacağı anı bekledim. O da be- nim bu duygudan kurtulduğum anı bekledi. Ben istediğim zaman full hd aşk hikâyeleri izleyebiliyordum. Birinden etkilenmek gerçek hayatın neresine düşüyor hiç anlamamıştım. İlk kez birlikte onun evine kadar yürüdüğümüz günü hatırlıyorum bir de beni iskeleye çağırıp “Olmu- yor.” deyişini. Aynı iskeleye tekrar gidişimin üzerinden üç yıl geçmişti. Zaman bizim o andaki hâlimizi ve konuşmalarımızı orada dondurmuş, gidince bana tekrar izletmişti. Oturduğumuz bankta silüetlerimizi izle- dim. Uzunca bir süre Nil’in rüzgâra karşı koyamayan saçlarının arkasın- da bekledim. Hikâyeyi zihnimde nihayetlendirmek için onu gerçekten su perisi olarak hayal ettim. Bana son sözlerini söyleyip denize atladı- ğını ve artık orada yaşayacağını düşündüm. Bana güzel sözler söyle- diğini, ayrılmadan yanağıma bir buse kondurduğunu ve daha pek çok detayı da ekleyip kurguyu nihayetlendirdim. Kocaman bir farkla tabii ki, artık bunun bir kurgu olduğunu hatırlamayacak kadar inanıyordum. Nil bir su perisiydi ve artık buralarda yaşayamazdı. İnsan acıyı kendin- den sıyırmak için binbir masal üretip hepsine de inanabiliyor. O zaman tavanımla zihnim arasındaki bağın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlamıştım. Benim için gerçek ve hayal diye bir ayrıma hiç lüzum olmamıştı. İkisini ayrıştıranlar, günlerce odamdan çıkmadan nasıl du- rabildiğimi hiç anlamadılar. İşe gittiğim son gün aynı zamanda iskeleye gittiğim gündü. Bir müşteri ve karısı patronumla görüşmek için gelmiş- lerdi. Ben de o on beş dakikalık aralığa sığdırmış gibi tuvalete gitmek için yerimden kalktım. Nil camekânın arkasında patronumun anlattık- larını dinliyordu. “Nil”… O anı tasvir edecek cümleleri kurabilsem yazar olurdum. Sani- 22

yeler içinde olan biten ve sonrasında, lavabodan uzun süre çıkamadım. Nefesim düzelmiyordu. Gözlerimde bir yanma burnumda sızı. En an- latılabilir hâliyle “Nil”… Zerre kadar özgür irademizin olmadığına emin olduğum o gün de, daha beş altı saat önce hiçbir sebebim olmadan iskeleye gitmiştim. Nil’e veda etmiştim. O ise hiç ıslanmadan, yüzgeç- lerini denizde bırakarak, parlayan pullarını derisinden yüzerek karşıma dikilmişti. Bir daha işe gidemedim. Sofrada herkesin iğrenen bakışları- nı yine üzerime çekmiştim. Sebepsiz yere sırf canım istediği için, eşek kadar adam olmuşken üstelik işi bırakmıştım. Herkesin bakışlarından bu cümleleri okudum. O günden sonra epey kitap da okudum. Tama- men özgür olduğumuzu düşünmüyordum ama bu kadarı da fazla deyip kaderle ilgili okudum. Kitapların gerçeğe de hayale de bu kadar yakın olmasından çok etkilenmiştim. Okuduğum roman ve öykülerde, sanki insanların penceresinden gizlice hayatlarını izliyor gibi heyecan ve ya- kınlık hissediyordum. Karakterleri odamın muhtelif köşelerine yerleş- tirip onları konuşturuyordum. “Yeterince yaşamışlık hissi hiçbir zaman tam anlamıyla peşimi bırakmadı.” diye başlayan cümleme Raskolni- kov’un ağzından yanıt veriyordum. Açlık romanındaki yazma tutkusu uğruna dağları ova eyleyen genci yatağıma yatırıp ısıtıyordum. Hayri İrdal her sabah saatimin ayarını bozuyordu. Kızamıyordum ona, çünkü zamanla bir işim kalmamıştı. Odam uzun zaman yolgeçen hanı gibiydi. Kırmızılı saçlı kadınlar, çalıkuşları, katiller, Alice’ler ve tavşanlar, bazen de benim gibiler… Benim dışımdaki herkesi kaygılandıran bu hâlim sa- nırım bir tek bende herhangi bir duygu oluşturmuyordu. Kimilerince hayatımı boşa harcamıştım. Kimilerince çok pişman olacaktım. Anne- min de son sözleri bunlar olmuştu. Kadının içinde hep açık kalan bir yara olmuştum belki de. Tatlı tatlı sohbet ettiğimiz bir günün gecesinde kimse beklemezken, kimse istemezken, kimse yakıştıramazken sessiz sedasız yatağında ruhunu teslim etmişti. Bu şimdiye kadar yaşadığım en acımasız gerçekti. Bende kaçacak hayal, tavanda izlenecek film bı- rakmamıştı. Cenaze, etrafı ormanla çevrili bir mezarlığa defnedildi. Toprak sulandı. Taş dikildi. En sevdiği çiçekleri bağrına ekildi. Kuşlar su içsin diye başucuna küçük su kapları bırakıldı. Ben köşede oturmuş bu ritüelleri izliyordum. Bu acının kendisinden çok bunu unutamayacağımı bilmek canımı yakıyordu. İlerdeki ağaçların orada beyaz bir tavşan gör- düm. Elindeki bozuk saati gösterdi ve beni çağırdı. Takım elbise giyerek cenazeye katılan tavşan etrafımdaki kimsenin ilgisini çekmedi. Anneme veda edip tavşanın ardından ağaç kovuğuna atladım. 23

İZMİZM Hikmet Can DAMAR [email protected] ALTRUIZM (ÖZGECILIK) “Gülmek güneştir; insanın yüzünden kışı kovar.” 19 Ocak 1798’de doğan Fransız filozof İsidore Marie Auguste François XavierComte pozitivist doktrinin kuramcısıdır. Sosyolojinin babası ola- rak tanımlanmaktadır. Comte, altruizm kelimesini İtalyanca altrui’den türetmiştir ki o da Latince alteri kelimesinden gelir. Günümüz İngiliz- ce’sinde “alter” fiili ile aynı kökü paylaşır; diğeri, başkası manalarına gelmektedir. Ileri bir felsefe okuması için; Comte toptan bir cemiyetin üç safhadan geçtiğini anlatır. (1)Teolojik evre, (2)Metafizik evre, (3)Po- zitivist evre. En ileri toplum olan pozitivist toplum için altruizm ahlakını gerekli görmüştür. Comte’un kendi dünyasında kurduğu, ve aslında av- rupada oluşmaya başlayan yeni düzen için düşünülmüştür. İslam literatüründe isar kelimesi benzer bir anlamı karşılamaktadır; “başkasını kendine tercih etmek”. Herkes bir şekilde rızkının peşinde koşuyor. Aslında bizim olan zamanı, başka bir değerle değiş tokuş ediyoruz. Günlük, haftalık mesailerle ta- tillerin peşinden koşuyoruz. Geçtiğimiz ay yine bu köşede değindiğimiz gibi içten içe bir sonsuzluk isteğiyle sona doğru gidiyoruz. Bir döngü içinde olduğumuzun farkında mıyız? Kazanma ve tüketme döngüsü içinde. Peki bu diğerkamlık bize neden iyi hisettiriyor? Onun iyiliğini isterken kendimize bir fayda sağlamıyor muyuz? Biz mutlu olduğumuz için mi iyilik yapıyoruz insanlara? 24

Psikolojik olarak çıkmaza giren insanlar başkalarına fiilen yardım ede- rek iyileşiyorlar. Kromozomlarımızda bulunan birkaç genin diğerkam- lıkla bağlantılı olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca hayvanlar aleminde de başkasının iyiliğini tercih etme durumları gözlemlenmiş. Örnek ola- rak: Mirketlerin(firavunfaresi) çoğunlukla avcı saldırısına karşı diğerleri beslenirken onları uyarmak için hazırda bekleyen bir bekçileri vardır, yiyeceği olan şebekler ve şempanzeler –bir jestin karşılığı olarak – gru- bun diğer bireylerle yiyeceğini paylaşır. Şempanzeler -karşılığında ödül olmaksızın- insanlara ve türdeşlerine yardım eder. Görüldüğü üzere kendinden eksiltip başkasına vermek sadece bize özgü değil. Ancak in- sanoğlu olarak bunu maddi bir beklentiden ziyade manevi bir doyum için yapıyoruz en iyi ihtimalde. Saf iyilik düşüncesinden sonra, mutlu olma isteğiyle hareket etme itkisi, daha sonra iyi bir insan olarak bilin- me arzusu, daha sonra maddi bir beklenti, karşıdakini kazanma isteği, kibir, riya hep diğerkamlığın sebepleri olabiliyor. Olaya farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışarak soruyorum: Kibir insan do- ğasına aykırı mıdır? Bu konuda kim ne düşünüyor bilmiyorum ancak madem Allah bize ruhundan üfledi, bizim de kibir duygusuna sahip olmamız beklenemez mi? Allahutaala'nın bize yüklediği sorumluluk- lardan biri de onu tanımak değil midir? Evet. Bu aşamada evet, kibir normaldir. Peki Allah’ı tanıdıktan sonra? Kaynağımızı, kuşatıcı en yüceyi tanıdıktan sonra kibirlenmek, büyüklük taslamak, kendini âli görmek olur mu? Kibir bu aşamada imtihan oluyor artık. Karşımızdaki insanı ka- zanmak veya maddi bir beklenti veya iyi olarak bilinme arzusu elbette kibir değil ama yine benmerkezci bir yaklaşım. En derine indiğimizde mutlu olmadan iyilik yapabiliyor muyuz? Bizi mutlu etmeyen bir hayrı- mız var mı? Çok zor gelebilir, ancak ne kadar zorlanırsak o kadar mutlu olacağımızı bilmiyor muyuz? Ezcümle diğerkamlık duygusu bile temelinde “ben”i ihtiva ediyor gibi gözüküyor. Her ne kadar bu şekilde olsa bile, böylesine güzel hasletler toplu olarak yaşayan bizlerin cemiyet hayatında daha güvenli, daha hu- zurlu ve daha adilce yaşamasına yardım etmektedir. Bu arada diğerkamlık Müslümanlara has bir özellik değil. Dünya üzerin- de nice insan başkalarına yardım etmek için nice emek ve sermaye har- cıyor. Ancak iki hurmamızdan birini verebiliyorken, bir milyonumuzdan yarısını veremiyoruz. Hiç tanımadığı bir insana böbreğini veren sağlıklı insanlar var. Efektif olarak nasıl yardım edebilirim diye düşündük mü hiç? Ben düşünmedim. Ben, ortalama 80000 saatlik kariyerimi nasıl ya- 25

parım da insanlığa faydalı kılarım diye düşünmedim. Ancak böyle bir site var: https://80000hours.org/ Eğer Müslümanların dünya izzetini düşünüyorsanız, birbirimizin kolundan tutmadan ayağa kalkabileceği- mizi düşünmeyelim. Bu kelimeyi araştırırken gelirimin bir kısmını birik- tirmeyi düşündüğüm kadar yine bir kısmını infak etmeyi düşünmediği- mi farkettim. Ne mutlu bunu düşünenlere! 26

KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] YALNIZ DEĞILIM TEK BAŞIMAYIM Sosyal hayat pek çok açıdan birlikte vakit geçirmek için harika olanaklar sunmaktadır. Tanıdıklarımızla vakit geçirmek için planlar yaparız. Peki, hoş vakit geçirmek için yaptığımız planlardan kaçı tek başımıza yapmak için planlandı? Yalnız başımıza ifadesini kullanmadım. Yalnızlık kim- sesizlik, yalnız olma hali için kullanılsa da bugün ele alacağım konuyu tam karşılamıyor. Evde kimse yokken yalnızım diyebilirsiniz. Ama insan çevresinde pek çok kişi olmasına rağmen yalnız olduğunu hissedebilir. Bu bakımdan yalnızlık aslında fiziksel yoksunluktan ziyade psikolojik bir yoksunluk anlamı içeriyor. Arkadaşlar grupları, aile fertleri, çiftler be- raber vakit geçirirken coşkunun ve sevginin paylaşılması, üzüntülerin teselli bulması, bir arada olmaktan dolayı hissedilen güvenin ifade edil- mesi gibi ihtiyaçları karşılamak istemektedirler. Yalnız hisseden birisi bu ihtiyaçlarını dile getiremiyor, getirse bile çevresi tarafından karşılan- mıyor olabilir. Aynı şekilde sosyal fobisi olanlar, çekingen kişiler, şizoid kişiliğe sahip olanlar yalnız kalmayı yeğlerler. Henüz başa çıkma yolları olmayan bu kişiler için yalnızlık kendilerini bekleyen kaderleri olmuştur. Yani bu bakımdan yalnızlık çoğunlukla tercih ettiğimiz bir durum değil, farklı yaşantı ve zorlukların sonucu olan bir haldir. Tek başına olmak ise bilinçli bir tercihi ifade eder. Yalnızlıkla bu noktada ayrılırlar. Bazılarımız tek başına dışarıda dolaşmayı, sinemaya gitme- yi, bir müze ya da sergi gezmeyi, doğa yürüyüşüne çıkmayı, bir kah- ve içmeyi, yemek yemeyi garipseyebilir. Bu etkinliklerin çoğunu en az bir kişi ile birlikte yaptığını fark edebilir. Belki bazılarımız için hiç göze alınmayacak bir durum bile olabilir. Halbuki bu etkinliklerin beraber- ce yapılmasında tanıdığımız birisinin görüş alanında oluşumuzla az da olsa sosyal kaygı eşlik edebilir. Bu kaygı ile davranışlarımıza daha çok 27

dikkat ederiz, onları yeniden düzenler ortama ve değerlendirecek kişi için uygun hale getiririz. Bu davranışta elbette ki yanlış bir şey yoktur hatta sosyal ortamlarda ilişkiler için gereklidir. Ancak insan tek başına kalmadıkça benliğini tam anlamı ile keşfedemez. Yalnızlığımızı giderme ihtiyacımız olduğu kadar tek başımıza kalma ihtiyacımız da vardır. Tek başına olma hali hayatımızda bir sefer yapılarak bu ihtiyaç karşılan- maz kanaatimce. Hatta bunun için plan bile yapmamız gerekebilir. Tek başına olmak çevredeki canlı cansız pek çok uyarıcıdan kendini kurtara- rak kendine yönelmek, kendi sınırlarını keşfetmek, engelleyici unsurları uzaklaştırmaktır. Bazı işleri insanın tek başına halletmesi gerekir, bazı hayallerin tek başınayken kurulması gerekir, bazı duaların tövbelerin tek başınayken yapılması gerekir, bazı gözyaşları tek başınayken ak- malıdır, bazı acılar tek başına çekilmelidir, bazı kararlar tek başınayken alınmalıdır ve bazen insan tek başınayken gerçek bir birey olduğunu hisseder. Tek başına olabilme gücüne sahip insan yalnız değildir. Sevdiklerini, tatlı acı anılarını, değerlerini, bilgilerini, gördüklerini, duyduklarını iç- selleştirmiştir. Her an ulaşabileceğini bilir. Tevekkül sahibidir. İnandığı yüce varlığın her zaman kendisi ile birlikte olduğunu bilir ona daha ra- hat yönelir. Yalnızlık Allah’a mahsustur çünkü onun maddi-manevi bi- zim ihtiyaç duyduğumuz hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Biz insanlardan ise tek başına kalabilme gücüne sahip olanlar, yalnızlığını bağımlı olmadan, itaat ettirmeden, kalp kırmadan giderebilenlerdir. 28

KAMUS Sena COŞKUNGÖNÜL [email protected] -Kelimeler bazısı tüyden, bazısı demir- Sessizlikle kavranan bütün cümleler kırılmış bir harfi barındırır içinde. Kelimeler kalbin yüze, dile vurmuş can damarları... Kalp deniz, dil kıyıdır. Deryada ne varsa, kıyıya vuran da odur. Kelamın yankısı gönüllerimizin çeperinden bazen deler geçer bazense değinir, değiştirir de geçer. Öyle ya deyim yerindedir \"üzüm üzüm üzülmek\" deriz. Oradaki üzüm asmada temaşa eden üzüm değildir. Üzmek aslında kır- mak, koparmak demek. Gerçekte de kırılınca, bir yerden koparılınca, içimizden bir şey kopunca üzülüyoruz. Kalbimiz kırılınca üzüldüm deriz. Asmadaki üzümü de yiyebilmek için koparmamız, dalından kırmamız lazım ya işte; üzüm de aslında kırılan, koparılan meyve demek. Geriye dönelim üzüm üzüm üzülmek dediğimiz şey, üzüldüm ama geç- medi, kırılmaya devam ederek üzülüyorum gibi ağır bir anlam... Bir acının da geçmemiş olması, başka bir acıdır çünkü. Üzüm faslında çok konuşulur biz bir hakikatin özünü işaret edelim: İnsanların dilleri de üzüm gibidir. Bazen pekmez bazense sirke... 29

esmates


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook