ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] Pencereden yüzüme vuran güneş ışığıyla, bu kış günlerinde alışkın ol- madığım bir şekilde uyanmış oldum. Fırsatı kaçırmamak için kahvaltımı hızlıca yaptım ve suyu ocağa koyup kaynamasını beklerken üzerimi de- ğiştirdim. Demlemek için vakit kaybedemezdim, bir salma çayı termosa koyup üzerine sıcak suyu ekledim. Çantamı sırtıma aldım, botlarımı da giydikten sonra merdivenleri koşar adım indim. Kapıyı açmamla büyük bir ferahlık hissediyorum şimdi. Yüzüme değen kış serinliği, beklediğim ve de istediğim bir şeydi. Sıcaklık konusunda aldatıcı olduğunu tahmin etmiştim zaten güneşin. Son yarım saatteki acelem ve koşuşturmamı içeride bırakarak olabildiğince yavaşlıyorum. Adımlarımı yere her basışımda dinçleştiğimi hissediyorum. Bu şekilde, evimin yakınındaki parka gidiyorum. Kimsecikler yok, tam istediğim gibi. Hangi banka oturacağım konusun- da oldukça seçici davranıyorum. Yaz mevsiminde böyle bir lüksümün olmadığını düşünerek kararsızlığımın keyfini çıkarıyorum bir süre. Ama hangi bankı seçip otursam diğerinde içim kalıyor ve bu saçmalığa bir son verip birine oturuyorum artık. 49
Çayı termostan kağıt bardağa boşaltırken üzerinden sıcak sıcak süzülen buharı seyrediyorum ve sessizliği “lıkır lıkır” bozuşunu dinliy… Aaah! Çayın yarısını elime döküyorum. Yanımda birinin belirmesiyle sıçrıyo- rum çünkü. Beni korkutması sebebiyle, sağıma yaklaşan amcaya içim- den kızıyorum. Yanıma oturunca da şaşırıyorum. Başka yer kalmadıysa demek ki (!) “Günaydın kızım!” diyor. Sesime “Hayırdır amca?” tonu vererek “Gü- naydın!” diyorum ben de. Yarısı dolu olan kendi bardağıma ve çantam- dan çıkarttığım yedek bardağa çay dolduruyorum. O bana, “Bu havada, burada ne yapıyorsun?” diye sorarken ben de ona çayı uzatmış olu- yorum. “Çay!” diyorum gözlerimle bardağı işaret ederek. Verdiğim bu cevaba gülümsüyor. Tebessümüyle ve içtiğim bir yudum çayla içime bir sıcaklık süzülüyor. Bir müddet sessiz kalıp çay içiyoruz. “Kararsız birisin.” diyor. Bir kaşımı şaşkınlıkla kaldırıp “Nasıl bildin?” der gibi bakıyorum. Ama hemen kabullenmiş olmamak için şöyle diyorum: “Sadece 5-10 dakikadır oturuyoruz. Böyle biri olduğuma nasıl karar verdiniz?” Ufak bir kahkaha atıyor ve parmağıyla göstererek “Şu yolun berisinde üç kere bank değiştirdiğini gördüm.” Şimdi ben gülüyorum ve “Üçünü gördüyseniz yine iyi.” diyorum. “Bu, oturduğum altıncı bank.” “Tabii ya! Öncesi olduğunu da düşünmeliydim. Doğru tespitler için ye- terince yaşlanıp tecrübe biriktirememişim demek ki.” deyip göz kırpıyor. Yetmiş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim amcanın şaka niyetiyle söy- lediği bu söz, beni ciddileştiriyor. Yıllardır zihnimde dolaşıp duran bir soruyu canlandırıyor çünkü. İtiraz edercesine ve gerçekten bir cevap arayışıyla soruyorum: “Karar- larıma olan güvensizliğimin bitmesi için sizin yaşınıza gelmem bile yet- meyecek anlaşılan. Doğru kararlar verdiğime inanmak ve kendime net cevaplar verebilmek istiyorum artık. ‘Doğru insan’ olduğunu bilmek için kaç yaşına gelmek gerekiyor, Allah aşkına!?” Elimdeki boş bardakla oynuyorum. Amcanın yüzüne bakmıyor olsam da söze gülümseyerek başladığını tahmin ediyorum: “Ben de bunun bir yaşı olduğuna inanıyorum senin gibi. O yaşa gelene kadar doğruyu bul- ma çabana devam et evlat, kendine kızma!” Kolundaki saate bakıp kalan son çayı da yudumluyor. “Çay ve sohbetiniz için teşekkürler genç bayım!” diyor. “Genç” kelimesini bilmiş bir edayla 50
vurguluyor sanki. Zorlukla doğrulup yavaş ve küçük adımlarla uzaklaşı- yor, küçülüyor… Kitaplardaki gibi gizemli bir yaşlı dedenin yanıma gelmesi, verdiği ceva- bı burada uzun uzun anlamlandırma isteğim falan güzel. Fakat ellerim ve burnum donmadan eve gitsem iyi olacak. …. Yine bir gün, başka bir şehirdeki başka bir bankta oturuyorum. Amca- nın yanıma oturuşunu, çayımızı, sohbetimizi hatırlıyorum. Kırk yıl önce soruma verdiği cevabı düşünüyorum. Şimdi o amcanın yaşlarına gelmiş olan ben, bırak “doğru insan olduğu- mu bilmenin yaşı”nı merak etmeyi, artık “doğru insan olduğumu bil- mek” bile istemiyorum. Aslında, beni anlamlı kılacak şeyin, “doğru insan olma çabasıyla sürdür- düğüm bir yaşam” olduğunun bilincindeyim çünkü. Peki, yine de cevapsız kalmasın gencin sorusu: “O yaş”, bu yaşamın son bulduğu yaş olsa gerek. 51
KAMUS Ayşe ACAR [email protected] EĞRETİ GÜVENCE Issız ve dar çıkmaz sokağın ucundaki ufak parkta, tabiatının aksine ol- dukça muntazam bir görünüme sahip çalı ve sonbahar elbisesini giyip yapraklarına veda eden söğüt, erkenden uyandılar o gün. Ani bastıran soğuk havalar hasta etmişti, uyku tutmuyordu ikisini de. Canları sıkkın olurdu mütemadiyen, parka çocukların uğramadığı bu mevsimlerde. Issız ve karanlık havayı değiştirmek ister gibi bir laf attı ortaya çalı, “Bi- liyor musun?” dedi, “Epeydir seni ve türünü düşünüyorum ben.” Söğüt şaşırdı ama fazla çaktırmadı, “Nasıl? Ne kastettiğini anlamadım.” dedi. Can kulağıyla çalıdan gelecek cevabı beklediği belliydi. “Ne bileyim, her mevsimde o kadar farklı görünüyorsunuz ki! Mesela bu aralar neredey- se tüm yapraklarını döktün, şu eğreti duran iki üç yaprak kaldı ya sade- ce, sanki ağaç değilmişsin gibi.” dedi çekine çekine. Söğüt gülmekle kaş çatmak arası bir yüz ifadesiyle, “Bana odun diye hakaret etmek için lafı bu kadar dolandırdığına göre bugün çok hare- ketlisin, hastalığı da atmışsın anlaşılan.” dedi. Güldü çalı, “Sen de iyiden iyiye hastalanmışsın öyleyse, bu kadar alıngan olduğuna göre… Söyle- diğime bin pişman etme. Demek istediğim o değil tabii ki. Yani ağacı ağaç yapan; yeşilliğiyle insanı ferahlatan, sonbaharda onlarca tonuyla görsel şölen yapan yaprakları ve eğer meyve ağacıysa, o kısa süreliğine takındığı, sanki süsüymüş gibi duran çiçekleri ve meyveleridir gibi geli- yor bana. Bak, sen de odunu hakaret kabul ediyorsun. Halbuki o sadece ağacın yapraksız, çiçeksiz, meyvesiz hâli ama ona yüklenen menfi bir anlamı var sonuçta. Boş ver, can sıkıntısı işte! Düşüne düşüne kafayı bozmasak bari.” 52
“Buraya dikildiğimden beri insanları gözlemliyorum biliyor musun? Sözlerinde ne kadar haklı olduğunu ve bunların aynısının insanlar için de geçerli olduğunu eğer gözlemlersen sen de çok rahat anlarsın. Eli, ayağı, gözü, kulağı, kalbi olan belli bir suretteki her canlıya insan deni- yor. Fakat insanlar, tıpkı senin ağacı ağaca benzetemediğin gibi insanı insana benzetemez ve insanlık öldü, ölüyor falan derler. Ama hâlâ var- lığından bahsedildiğine göre ölmemiştir insanlık. İnsan olmanın gerek- lerinin üzerinde eğreti gibi durmadığı insanların omuzunda bir emanet olarak yaşamaktadır. Emanet yani güvence altında... Eğreti değil yani geri verilmek üzere alınan bir şey gibi, sonradan eklenen bir fazlalık gibi veya takmaymış gibi durmuyor onların üzerinde. Ağaç ve yaprak nasıl birbirlerinden bir parçaymış gibi duruyorsa, onlar için de insanlık kendilerinden bir parçaymış gibi. Aralarında nadir de olsa insanlık için çıkarılan ümmet olduklarını ve insanlıklarını bir lütuf değil, Rablerinin emri olarak gördüklerini söyleyenler. Yazın son günlerinde dibimde pik- nik yaparlarken konuştular da o zaman duydum. Eğreti durmaz insanlık onların üzerinde dedim ya, bunu nereden anladım biliyor musun? Kimi sadece işi düşünce iyi davranır insanlara, kimi sadece üzüntülü anla- rında hatırlar diğerlerinin sıkıntısını. Ödünç alınan eşya gibi işte; lazım oldukça alıyorlar, sonra iade ediyorlar. Ama az bir kısmı, hayatlarındaki tüm iniş çıkışlarda insanlık neyi gerektiriyorsa öyledirler. Onların ahlak dedikleri bir şey var. Yenilir mi içilir mi bilmem ama az önce bahsettiğim insanlar; insanlığın başka değil, yalnızca onunla korunabileceğini sa- vunuyorlar. Heey! Az daha konuşursam uyuyacakmış gibi bakıyorsun. Anlattıklarım masal gibi mi geldi yoksa?” “Yok, hayır. Sadece benim yaprağın ağacı ağaç kılan şey olduğunu dü- şündüğüm gibi insanı insan kılanın da ahlak olması, birbiriyle nasıl bu kadar alakasız ve bir o kadar bağlantılı olabiliyor onu düşünüyorum.” Söğüt bir şey demedi. Tüm konuştuklarını duyan ve onlara katıldığını söyleyen çocuğu, ikisi de o konuşana kadar fark etmediler. Sesini du- yunca o tarafa doğru döndüler, “Gerçekten öyle.” dedi çocuk. “İnsan- lığından soyunmayanlarımız yapraklı bir ağaç gibi faydalıdır dünyaya. İnsanlığını ahlakıyla ispat edenlerimiz, en az çiçek açan ağaç kadar neşe verir etrafına. İyiliği yaymaya, kötülüğü azaltmaya çalışanlarımız meyvesini ikram eden ağaç gibi insanlığı sunmaktadır insanlara. Çok benziyoruz size hakikaten, topraktan yaratıldığımız içindir belki.” dedi çocuk. Sonra parka doğru yürüdü. Bomboştu. Rahatça oynayacaktı. Tek başına sıkıcı oluyordu gerçi biraz. Ama ne yapabilirdi ki? Herkesi zorla getiremezdi ya! 53
“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] Hayatında hedeflerine ulaşmış başarılı kimselerin hikâyelerini dinleriz, okuruz. Bu kimseleri kendimize idol olarak belirler ve hayatlarındaki ufak detayları dahi taklit etmeye başlarız. Bunlar hedeflerimize ulaşmakta daha hırslı, aynı zamanda planlı olmamızı sağlarlar. Çünkü neredeyse hepsi yokluk içerisindeyken çabalayarak ve belirledikleri bazı ilkelere uyarak bir yere gelmişlerdir. Hepsinin ortak bazı tavsiyeleri vardır. Erken kalkmak, vakti boşa harcamamak, bilge kimselerden nasihat dinlemek, daima öğrenmek, motive olmak vb. gibi. Şüphesiz bu ilkeleri benimse- yen kişi, hayatında gözle görülür bir değişim yaşayacaktır. Ancak bu, her- kes hedefine ulaşacak demek değildir. Kişisel gelişim yönünden olumlu gelişmeler sağlasa dahi hedefini bir türlü gerçekleştirememiş kişinin karamsarlığı, tüm bu olumsuzlukların üzerindedir. Az önce saydığım tavsiyeler size bir yerlerden tanıdık geldi, değil mi? Şöyle değiştirelim onları; sabahın bereketinden faydalanmak için dükkanı erken açmak, malayani işlerden uzak durmak, bilmiyorsan bir bilene danışmak, ilim Çin’de bile olsa gidip almak vb. Tüm bu öğ- retiler aslında bizim değerlerimiz içerisinde zaten olan şeylerdi. Ayrıca bunların yanında bir tanesi daha vardı ki o, hayat hikâyelerinin bize ve- rebildiğinin çok daha üzerindeydi. O, tevekküldü. İnsan fıtratı itibarıyla emeğinin karşılığını tam olarak almak ister. Ancak bunu elde edemedi- ğinde içine düşeceği karamsarlık kuyusundan kurtulmak için tevekkülün ipine sımsıkı sarılması gerekir. Bu tevekkül “Elimden geleni yaptım, ge- risini takdir-i ilahiye bıraktım.” diyerek olumlu olumsuz her sonuca razı olmasıdır. Böylece daima müspet sonuçlar elde edemeyeceğinin farkın- da olarak bir işe girişir. Nitekim başarılı olamadığında daha az hüsrana uğrayacaktır. 54
Öncü Gençlik Öğrenci Platformu @oncugenclik42 Öncü_Gençlik_Öğrenci_Platformu
Search