Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 26_Paydos_Aralık'19

26_Paydos_Aralık'19

Published by bimesele TV, 2022-07-21 20:46:14

Description: 26_Paydos_Aralık'19

Search

Read the Text Version

gezilecek görülecek yerlerini yazacak kadar bilgim yok. Ama edindiğim tecrübeler, muhakkak herkesin gönüllü olarak elinden geldiği ölçüde oralar için bir şeyler yapması gerektiğini söylüyor. Muhakkak herkesin yapacağı bir şey vardır. Önemli olan, bu fedakârlığı yapabilecek cesa- reti göstermektir. Çünkü dünya bu çağrıya kulaklarını tıkamış, bari biz tıkamayalım. 49

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] DÜNYA SAVAŞI KADAR BÜYÜK BİR TRAJEDİ Eve dönüş saatini epey geçirmişti. Böyle bir zamanda, böyle bir ülkede yaşayıp bu saatte dışarıda olmak… Hava da giderek kararmıştı. Yüksek, hem de heybetli binaların arasında kalmış dar sokakları olabildiğince hızlı adımlarla geçti. İçinden birçok şey geçiriyordu. Çoğu da o masada konuşulan şeyler; çıkar çatışmaları, sağ-sol kavgaları, ülkenin durumu falan: “Benim ülkemde çocuklar ölüyor, yok yere.” Binlerce yıllık insanlık tarihi ve günün sonunda gelinen nokta: Herkesin herkesle kavgalı olduğu bir zaman ve herkesin önce kendiyle kavgalı olduğu bir coğrafya; Herkesin herkesi hem herkesten fazla tanıyıp hem de hiç tanımadığı. Yürümeye devam etti. Buralarda öğrenmişti ne öğrendiyse, elleri tü- tün kokan babasından. Annesi koluna girerdi. Annesi. Yerde kan izleri, taptaze. Eve yaklaşmıştı.Terk edilmiş dükkanlar: camları indirilmiş, isten kapkara olmuş duvarları yer yer yıkılmış ama gene de ayakta, içine gir- meye hiç kimsenin -artık- cesaret edemediği… İstasyonu geçti, artık kullanılmayan, sadece taş. Her yer ıpıssızdı. Tık, diye bir ses duyar gibi oldu,tam köşeyi döneceği sırada. Bir anda sokak lambaları söndü. (Onlar da mı öldü?) Adımlarını sıklaştırdı. Uzaklardan, bekçi düdüklerinin o ürpertici sesi duyulmaya başladı. Adımlarıyla be- raber nefes alış-verişi de hızlandı. Evet, evde kimse yoktu, ama yine de kapıyı çaldı. 50

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] SISTEMIN ÇARKLISINA LEVYE ATMAK YA DA ÇAĞDAŞ BIR ÜRPERTI Filmleriyle dünya sinemasına hırıltılı bir soluk getiren, son dönemin en özgün ve vizyon sahibi yönetmenlerinden biri olarak tanıtıyorlar Bon- gJoonHo’yu. Şuursuzca güldüren mizahı, boğazda takılan dramı, yürek hoplatan aksiyonu ile izleyiciyi tez canlı bir çocuktan kederli bir ihtiyara saniyeler içinde dönüştürebilecek filmleriyle öne çıkan yönetmenler- dendir. Kısaca, BongJoonHo, 14 Eylül 1969 yılında Daegu, Güney Ko- re’de doğdu. Ortaokuldayken bir sinemacı olmaya karar verdi. Entelek- tüel bir çevrede yetişen BongJoonHo’nun babası BongSang-gyun grafik tasarımcı, dedesi Park Tae-won ise “A Day in the Life of NovelistGubo” kitabıyla tanınan ünlü bir yazardır. Abisi Joon-soo, Seoul Ulusal Üni- versitesi’nde İngiliz Edebiyatı bölümünde profesör, ablası Jee-hee ise modacıdır. Film tutkusuna rağmen ailesiyle anlaşmazlığa düşmemek için üniversitede tiyatro bölümüne gitmeyen BongJoon-ho, 1980’lerin sonlarında Yonsei Üniversitesi’nde sosyoloji bölümüne gider. Burada bir film kulübüne üye olmasıyla sinema kariyeri başlar. 51

Bu yazıda, entelektüel bir çevrede yetişmesine rağmen toplumsal ça- tışmayı temel dert edinen, 2013 yılında çektiği Snowpiercer filmi ile kısa bir süre önce vizyona giren ve girdiği günden itibaren bütün ilgileri üzerine çeken Parazite filmine göz atmaya çalışacağız. Kompartımanlar Çatışması: Snowpiercer Mitolojik dönemde şiirin, site devletlerinde heykelin, imparatorluk- larda mimarinin, kapitalizmin erken döneminde romanın başat sanat olduğunu söylemek mümkündür. Geç kapitalizmin sanatı ise kolayca belirlenebileceği gibi sinemadır. Sinema, hem güncelliği yakalayabil- me hızında üretilebilmekte hem de çok kolay bir şekilde geniş kitlelere ulaşabilmektedir. Bu ilgiyle mevcudun meşruiyetinin dilini ürettiği ka- dar eleştirel bakışların ve alternatiflerin ortaya konulabilme olanağını taşımaktadır. İnsanlar arası eşitsizlik ve doğanın tahribatının olumsuz sonuçlarına eleştirel olarak ele alan bir film Snowpiercer. Film, 1 Temmuz 2014’te küresel ısınmaya önlem olarak atmosfere CW7 adlı bir yapay soğutucu salınması ve hesaplanmadık bir etkiyle bu mad- denin Dünya’yı buzul çağına döndürmesiyle başlıyor. Wilford adlı bir zengin, bu maddenin yapacağı etkiyi tahmin ettiği için bütün servetini Snowpiercer adını verdiği, yapay bir ekosisteme sahip olan dev bir tren inşa etmek üzere kullanıyor ve aynı zamanda farklı ülkelerin demiryolu ağlarını birleştirerek Dünya’nın etrafını dolaşan bir ray hattı inşa edil- mesine öncülük ediyor. Çocukluğundan beri trende yaşamayı hayal et- miş biri olan Wilford, inşa ettirdiği trene elit bir tabakayı alıyor fakat 52

trenin kuyruk bölümüne bir grup kaçak insanın binmesiyle hikâye evri- liyor. Trende tarım, denizcilik, eğitim, eğlence… etkinliklerinin yapıldığı kompartımanlar ve farklı kompartımanlarda farklı sınıflar bulunmak- tadır, hatta karantina, su tankeri ve hapishane gibi bölmeler de ihmal edilmemiştir. Sistem en önde Wilford’un yönetiminde olan Lokomotif tarafından işletilmektedir. Bu tren kapitalist sistemin metaforudur: “Lo- komotifi kontrol edersek tüm dünyayı kontrol ederiz. Geçmişteki tüm devrimler lokomotifi ele geçiremedikleri için başarısız oldu. Lokomotifi ele geçirip onları öldüreceğiz.” Her türlü karşı duruş ağır bir şekilde cezalandırılmakta ve kurulu düzene karşı gelme en büyük suç sayılmaktadır. Güvenlik şefi Mason, “Düzen bizi ölümcül soğuktan koruyan tek şeydir. Bize tahsis edilen yerlerde kalıp belirlenmiş işlerimizde meşgul olmalıyız. Ayakkabı ayak için, şapka kafa içindir. Ben şapkayım, siz ayakkabı. Ebedî düzen Kutsal Lokomotif için hazırlanmıştır. Her şey Kutsal Lokomotif’ten geçer. Her şey yerli ye- rindedir. Kutsal Lokomotif’e saygı gösterin. Özellikle de tahsis edilmiş yerleriniz için. Yerinizde kalın. Ayakkabı olun.” diye nutuk çeker halka. Bu konuşma, Platon’un organizma analojisine dayalı tabakalaşma ideo- lojilerinin bir benzeri olarak görülebilir. Organik bir görev bölümü anla- yışıdır bu; filmde de sıkça tekrar edilerek bir eleştiri konusu yapılmaya çalışılır. Bu anlayışın temeli, her organın bir yeri ve görevi olduğu dü- şüncesidir. Snowpiercer’daki herkese bir konum ayrılmıştır, herkesten bu yeri kabullenmesi beklenmektedir. Ancak devrim yapılacaksa eğer tahakküm altındakiler egemenlerin sö- zünü dinlememelidir. Tahakküm altındakiler egemenlerin açıklamala- rından, propagandalarından, yorumlamalarından ve türlü gerekçelen- dirmelerinden mümkün olduğunca uzak durmalıdır. Nitekim Curtis’in, Wilford’un açıklamalarını dinledikten sonra trenin yeni liderliğini ka- bul etmeye ikna olması, ideolojinin ikna edici boyutuna dikkat çeker. Snowpiercer, egemenlerin her şeyi gözlediği, kontrol ettiği ve denet- lediği komplosuna aşırı bir rol bahşetmektedir. Wilford’un hâkimiyet unsurlarını olduğu kadar muhalif unsurları da kontrol ettiği izlenimi aşı- rıcı bir tutumdur. Teknolojik rasyonaliteye ve her şeye hâkim bir kud- ret varsayımı, tahakküm altında olanların sinikleşmesine ve kaderci bir çaresizliğe gömülmesine neden olmaktadır. “Analizlerini bölüşüm ilişkilerindeki eşitsizliğe dayandırması, kurtarıcı bir kahraman mitine yaslanarak ‘iyiliği’ ve ‘kötülüğü’ kişilere atfetmesi, siyasal-insansal bir örgütlenme sürecine gönderme yerine, kurtuluşun 53

bir doğa romantizmine işaret etmesi mevcut işleyişin dilini yeniden üretiyor Snowpiercer’da.” İki Aile Arasındaki Çatışma: Parazite BongJoon-Ho, farklı sosyal sınıflara mensup iki aile üzerinden etkileyici bir toplumsal eleştiri çıkarmayı başarıyor. İki aile arasındaki tuhaf iş bir- liği sürerken sınıf atlama çabası ve servet kibrinin yol açtığı trajikomik olaylar ardı ardına gerçekleşiyor. Bong-Joon-ho film esnasında bizi iki çocukları ile yaşayan Ki-Taek ai- lesine sürüklüyor. Neredeyse yeraltında yaşayan, işsiz, Kore rüyasının dışında kalan bu aile daha iyi günler görmek için sabırsızlanıyor. Bu bireyci ve tüketimci toplumda tek dönüm noktası olan aile, 20. yüzyıl Kore senaryosunun inşa edildiği ana temalardan biri. Ana karakterler de aile bağlarına derinden bağlı. Mesela, ailenin iki gencinin evde wifi aradığı ve sonunda sadece tuvalette buldukları sahne, Kore toplumu- nun (ve genel dünyanın) yeni teknolojilere olan bağımlılığına dair bir eleştiri niteliğinde. Parazit’in temelini oluşturan diğer öge ise karşıtlıklar. Ki-Taek ailesinin fakirliğinin yanında Park ailesinin zenginliğinin verilmesi, toplumun farklı kesimlerine ışık tutulduğunu gösteriyor ve Ki-Taeklerin oğlunun, Park ailesine İngilizce dersi vermeye başlamasıyla bu ailelerin yolları kesişiyor. Bir diğer yandan ailenin mali durumlarına rağmen, bilgisayar bilimleri ve yabancı dil eğitiminden uzaklaşmayarak tamamen sistem dışına çıkmadıkları da gözlemleniyor. 54

İlk önce parazitlerin Ki-Taek ailesi olduğunu düşünülebilir. Ancak koca- man evleri, uşakları, güzel çocukları ile mükemmel gibi görünen Park ailesinde de yemek yapmayı beceremeyen anne figürü, başarısız çizim- ler yapan çocuk karakteri ve tahammülsüz baba figürü ile yine “Parazit” ismine referansta bulunuyor. Sonuç olarak kim olduğu bilinemeyen bu “Parazit” kavramı da nihayetinde filmi bu kadar başarılı kılan belirsizli- ğin temeli. Ancak iki farklı sosyal sınıfa mensup iki aileyi aynı ortamda sunan yönetmen, trajikomik öyküsüyle, Batılılaşan ülkesine kapitaliz- min getirdiği tahribatı gözler önüne seriyor. 55

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] KALPLERİNİ İNCELTENLER Bir Omuza Kaç Dünya Sığar? Artık sıklıkla duyabileceğimiz bir diyalog: – Kaç çocuğun vardı amcacığım? – Dokuz. – Hepsi mi şehit düştü savaşta? – Allah kabul ederse öyledir. – Ya hanım? – Çocukları benden evvel buldu o. Kısa süreli sessizlik… – Peki amca, buraya geldiğinden beri insanlar seni bir kez ağlayıp sızla- nırken görmemiş. Kimin derdi varsa onu sahipleniyormuşsun, mahalle- nin kedileri bile tanımış seni, öyle dediler. Bunca acı nasıl unutulur da yaraya merhem olacak kadar iyileşir insan? Hiçbir zaman diliminde sıklıkla duyamayacağımız bir cevap: – Acı unutulur mu evladım! Ciğer yandı mı anca kül kalır geriye, iyi bir şey değil. Fakat ben dünyayı yalnızca kendi acımı görecek kadar kü- çültmedim hiç. Dünyayı dedi. Kendi acımı görecek kadar dedi. Küçültmedim dedi. Onun acısı bizim deneme kabini kadar dar ve kendine dönük dünyalarımıza oturdu, o ise acımı büyütmek dünyayı küçültmektir dedi. Belki bunca hikmeti acısından devşirdi, tek tek derdinin dikenlerle çevrili çiçekleri- ni topladı. Çok kanadı ama kucağını gülle doldurdu. Kalbini kendinden 56

uzak, başkalarına yakın tuttu. Adı hüzün oldu. Daha neler denir de bazı şeyler denmiyor işte. Dendikçe bayağılaşıyor, tadı kaçıyor. Bir parçamızı burada bırakıp devam edelim. Nuri Pakdil ya da Ateşten Kelimeler Yontmak Hüznü hiç, bir duygu olarak göremedim ben. Duygular atlılarla gelir ve bir zaman sonra aynı gürültüyle geri dönerler. İhtimali vardır. Hüzünse ince bir sabırla çağırılırsa ancak nazla gelir ama yerleşir. Kalıcıdır. Üzülmek; duyguların içinde en yakını ona. Ama iki ayrı kelime, iki ayrı anlam demekti. Farkları olmalıydı. Şunu buldum; gam, keder yaşamak- tan çalarken ve insanı kıpırdatmazken hüzün daimi bir yürek kamçısıy- dı, dağlayıcısıydı. Kamçıladıkça harekete geçiriyor ve dağladıkça iyileş- tiriyordu (Vay ki kamçıyı atlılara yeğ tuttuğum günler geldi). Belki bize lazım olan o soylu öfkeyi getirecek olan da kazanılmış bir hüzündü. Bu sonuçtan çıkardığım şey, hüznün bir mertebe olduğuydu. Arkasında kalabalıkların galeyanını değil, düşünmenin sağlam sessizliğini taşıyan ve kalpleri dönüşü olmayan dağlara tırmandıran bir kıymık mertebesi. Elmastan kıymık. Saplandığı yerden irin boşaltıp içine koca dünyayı dol- duran kıymık. Zor olduğunu söylemişti onu tanıyan: “Hüzün; hissedilmesi kolay olmayan, çok narin, ince bir sestir.” Nuri Pakdil. Hüzün ne menem bir şey deyip kurcalamaya başladığımda karşıma çıkan ilk isim. Sanki ömrünü onu anlamaya ve ulaştığı hazine- sini korumaya adamış. Tılsımının “an kadar süreklilik” olduğunu bilmiş, bildirmiş: “Bilirim ve bildiririm ki insan vicdanıyla sürekli hesaplaşıyorsa genç ka- lır, tığ gibi.” Bu hesaplaşmaya hüznün dâhil olduğunu nereden çıkardık: “Hiç alışamadım gülmeye, hüzün vicdanıma daha çok yakışıyor.” İddiam o ki, hesaplaşmasından onu alnı ak çıkartan, gençleştiren sırrı hüznüydü. Ve belki Kudüs, bu hüznün nişanesi. Kudüs’ü hiç yaşlan- mayan bir ateş olarak avuçlarında taşımak, onunla anılır olmak böyle bilinçli bir insafın eseriydi. Çünkü hüznü onu dağlayarak bir dağ kadar büyütmüştü. Durmak ihanetti: 57

“Bildiğim her şeyden sorumlu olmazsam nasıl hak ederim yaşamayı?” Nuri Pakdil’i anlamadan hüzün nasıl anlaşılır? Bilmiyorum. Ben o yol- dan yürümedim. O yüzden benden duyacaklarınız; onun tek bir kita- bını değil, kimliğini anlamak üzere olur hep. Kudüs’ü kol saati gibi taşı- mak ne demek? Her kitabında okuduğumuz neyin hesaplaşmasıydı? İç sesler onun muydu yoksa bizim mi? Daha çok şey denir de bazı şeyler denmiyor işte. Dendikçe bayağılaşıyor, tadı kaçıyor. Bir parçamızı da burada bırakıp devam edelim. Kuşlar Yasına Gider ya da Acıya Güzelleme Dosyanın hüzün olduğunu öğrendiğimden beri içimde bu kitabı yazma- ya dair durduramadığım bir istek var. Bir süre bağlantısını kuramadım, neden bende hüznün portresi olarak kaldığını anlayamadım. Anlatıcı- nın bahsettiği kendi acısıydı, keşfettiğim hüznün kilit noktası ise ikinci şahıslar. Olmaz dedim. Yazar çelişkiye düştü dedirtmem. Zaman geçti. Yazmam gecikti. Bunu yazmasam olmayacaktı. Romandaki anlatıcının, babası Aziz Amca’nın ve çevrelerindeki herkesin yaşadıklarını üzüntü- den ayıran bir şey vardı. Adını koyamadığım ama sezinlediğim bir fark. Hüznün bir başka kanadı. Buldum. Geciktim ama buldum (Burada editörümüze selam edilir). Acı- yı bağırarak anlatmamak. Onu eline alıp iyiden bakmak. Acıya ve acıyla birlikteyken kendine bakmak. Özüne inip özümsemek. Örnekleme: “Bunu dedikten sonra tekerlekli sandalyenin üstünde aniden ağlamaya başladı. Sandalyeyi tuttuğum için o sırada ben onun arkasında dikiliyor ve bu nedenle yüzünü göremiyordum ama yeşil yeşil dökülen gözyaş- larını görüyordum. Her damla benim içime düşüyordu çünkü. Üstelik her damlada, hiç kımıldamadığım hâlde, tepeme balyoz indirilmiş gibi darmadağın oluyordum.” Hırpalamadan, yormadan acıdan öğrenmek ve büyümek. Belki bu kez de dikenli bahçelerden taze cümleler toplamak. O cümlelerle hep bir- likte yürümek artık. Örnekleme: “Demek seni gözünün içine baka baka aldattı ha, dedi bana dönerek yeniden; bir şey söyleyeyim mi, sana da zaten aldatılmak yakışırdı oğ- lum.” Bunlar olduğunda duygu haddini aşıp kalbi mesken tutuyor, onu incel- 58

tiyor, dönüştüğü şeyle dönüştürüyor. Bu kez sahip olduğu incelik onu acımanın gizli kibrinden sıyırıp mahcubiyetin zarafetine bırakıyor. Adı yine hüzün oluyormuş. Örnekleme: “Adım atmakta zorlanan babamın gözleri önünde böyle koşmakla, ister istemez, onun güçsüzlüğünün altını çizmiş gibi de oldum aynı zamanda. Kendimi kötü hissettim bunu fark edince. Bakışlarımı nereye çevirece- ğimi bilemedim.” Daha neler denir de bazı şeyler denmiyor işte. Dendikçe bayağılaşıyor, tadı kaçıyor. Bir parçamızı burada bırakıp son sahneye geçelim. “Bundan sonrasına” demiştik dertlenmekten bahsettiğimiz zaman. “Bundan sonrasına kitap yazılmaz, türkü yakılır yalnız.” Hüznün en so- nunu da Neşet Ertaş’ta gördüm: “Mevlam ayrılık vermesin Göğde uçan kuşa Leylam” Bilincin, hissetmenin kaçıncı aşamasında yerdekileri bitirip havadaki kuşun olmamış derdine tasalanır insan, adına dua eder? Gerçi belki de kuşlara bir vefa borcuydu bu: “Şurda bir yiğit ölmüş Kuşlar yasına gider” Bu türkünün hatırına döndü dolaştı bir kitap yazdı Hasan Ali Toptaş. Türkü kitap oldu, kitap türkü. Hüzün, sen ne güzelsin! Kuşdilini de mi öğretirsin? Hüznün bendeki karşılığı önceleri kış sakinliğinde bir soba yanı roman- tizmiydi. “Evi olmayanlar şimdi ne yapsın?”dı. Okul dönüşü işten çıkan amcalarla aynı otobüse denk geldiğimde elimdeki market poşetlerin- den utanmaktı. Suyundan bir suydu. Başlangıçtı. Bu dili kalbime bir zemberek gibi yerleştiren herkese vefa borcum vardır. Bu borcu ancak dağıttığım parçalarımdan kendimi yeniden kurarak ödeyebilirim. “İn- san kendine hep yeniden başlamalı.” demişlerdi. 59

ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] Merdiveni çıkıp dar koridorda numaralara bakarak ilerlerken nihayet yerimi buluyorum. Pencere kenarı almıştım tabii. Koridor tarafının kötü oluşundan değil de, benim penceresiz yapamayışımdan. Herkes yerini bulup oturdu. Muavin, tüm valizleri bagaja yerleştirdik- ten sonra, büyük bir adımla içeri atladı ve kapılar kapandı. Böylece oto- büsümüz harekete geçti. Bu küçük şehri sağımızda bırakıp gidiyoruz şimdi. Önümüzdeyse bir ova, ardında dağlar, onun ardında köyler, dağlar, ovalar... tüm bunlar 7.5 saat ediyor yaklaşık. Sonrası, aylardır göremediğim şehrim, ailem, dostlarım. Kıştan ilkbahara geçişteki o görüntü var penceremde, içimdeki kıpırtı- ya, canlılığa denk. Yanı başımda çok hızlı akan bir yol, ileride daha yavaş değişen bir man- 60

zara... Erimeye yüz tutmuş kar öbekleri ve çoktan erimiş olanların ye- şerttiği çimler. Dağlara, yemyeşil ovalara dalıp gidiyorum. Cama yaslandığımda omzuma ve başıma, dışarının soğuğu değiyor, güneşe ve içerinin sıcağına karşı. Camın, başıma tıkır tıkır değişine de alışıyorum ve biraz dalıp gidiyorum, bu kez uykuya. Uyandığımda güneşin batışı, son bir saat kaldığını haber veriyor kavuş- mak için. Güneş battıkça, ben yaklaştıkça değişiyor, güzelleşiyor gökyü- zünün rengi. Hava iyice kararıp ufukta sadece az bir açık mavilik kaldığında, şehre varmış oluyoruz. Tanıdıklaşıyor çevrem. Hiç ayrılmamış, hep buraday- mış gibi oluyorum. Ama kendimi toparlayarak, uzak yerlerden geldiği- me ve burayı özlediğime ikna ediyorum kendimi. Otogara giriyor ve kendisine ayrılmış yerine duruyor aracımız. Teker te- ker boşaltıyoruz otobüsü. Valizimi alıp bakınarak kalabalığa ilerliyorum. Gülümseyip neşeyle el sallayan ailemi görüp yanlarına gidiyorum. Hoş geldinler, özledimler, sarılmalar, gülümsemeler... Karşılama töreninin ardından arabamıza binip eve gidiyoruz. Bu sefer farklı bir pencereden seyrediyorum dışarıyı. Şehre girdiğimde azalmaya başlayan duygularım neredeyse bitecek gibi oluyor. Öyle ki, bu kaybın acısıyla bir hüzün bile kaplıyor beni. ... Yatağıma yatıyorum. Yorgunluğa rağmen bu çelişkilerle uyumak müm- kün mü? Düşünüyorum, düşünüyorum ve kendime, kendimce güzel bir cevap bulup huzurla uykuya geçiyorum. “Yol bitti. Yolculuk bitti. Ve duygular da bu yüzden bitti. Bir yolcu olarak hâlâ burada olduğuma göre, Yeni duygular için yeni yolculuklara çıkma vakti.” 61

KAMUS Ayşe ACAR [email protected] SEFER Akarsular henüz kaynağından çıkmışken, neden denizde değil de dere yatağında olduklarına üzülürler mi? Yahut nasıl olsa akarsuya umman vardır diye dereyi denizden ayrı görmezler mi? Görmezler elbette, çün- kü yol menzilden ayrı değildir. Yol kat edilmeden, menzile ulaşılamaz- ken… Yolda en güzel sonucu bir adım daha ötenizde bulursunuz. Men- zile varmak değildir hedef çünkü. Suyun, ilkin toprağı yara yara kendine bir yol açtığı gibi insanda yürü- ye yürüye, engelleri kaldıra kaldıra kendine bir yol açmalı. Tüm bunları bize anlatan tek bir kelime var aslında. Sefer: Bir nesneyi gizleyen, ka- patan örtüyü veya perdeyi açmak, kaldırmak. Misafir diyoruz biz yolcuya çünkü mekânından ayrılarak perdesini kal- dırdı, karanlığını yırttı ve bir yola girdi. Varmak mı? Mevzû bahis değil, çünkü yol zaten sonucun kendisi, insana en temel gayesini kazandıran yol, yolda olmak zaten. Yeter ki elinden geleni yap. Varsın yolda öl! Kö- tülüklere pişman olmuş olarak, seni yoldan çıkaracakları terk etmiş ola- rak yola çık ve emin ol, ruhun rahmet meleklerine emanet. Diyeceğim şu ki, insan hakikatı görebilmek ve ona ulaşabilmek istiyor- sa önünü tıkayan hakikat perdelerini sıyıra sıyıra yola devam etmelidir. Hem zaten ne demişler: Su testisi, su yolunda kırılır. 62

“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] Fotoğraf galerimi, gezip gördüğüm yerlerin anılarıyla doldurmayı se- verim. Hani derler ya “O kadar fotoğraf çekiyorsun, sanki dönüp baka- caksın.” Evet, defalarca dönüp bakarım hepsine. Bir şairin eski şiirlerini okuması; bir ressamın, eskiden çizdiği resimlerini incelemesi gibi ben de çektiğim fotoğraflara bakarım tekrar tekrar. Çünkü her baktığımda yeni bir detay gözüme ilişir, bir hazineye rast gelmiş gibi sevinirim. Rabat caddelerinde gezinirken parlamento binasının önünde olduğumu fark ettim ve anlık bir hareketle binayı fotoğrafladım. Zira yapının kendisi kadar sarmaşıklara bürünmüş palmiyeler de dikkat çekiciydi. Günlerce galerimde durdu bu fotoğraf ama sıradan olduğunu düşündüğüm için önemsememiştim. Ta ki bir tarafında sarı bisikleti diğer tarafında renkli balonları olan bu ağabeyi fark edene kadar. Manasız bir fotoğrafa anlam kattı bu ağabey. Akıp giden hayat içerisinde balon satarak kendi yolunu bulmaya çalışan birisini konu ediniyordu yani sıradan bir fotoğraf değildi artık. İşte hayatımızda da sıradan zannettiğimiz pek çok şeyin içinde bizi mutlu edecek güzellikler olabilir. Dilerim ki bunu erken fark edebilelim. 63

Aldığım son nefes karıştığında semâya Bir ülkü zafer elde edemediyse Bir canın canına değmediyse Bir davaya başlar gitmediyse Bir aşka ömür yetmediyse Bil ki Yazık olmuştur Çok yazık olmuştur.... Bizi Sosyal Medyadan Takip Edebilirsiniz... Öncü Gençlik Öğrenci Platformu @oncugenclik42 Öncü_Gençlik_Öğrenci_Platformu


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook