Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 27_Paydos_Ocak'20

27_Paydos_Ocak'20

Published by bimesele TV, 2022-07-21 20:44:54

Description: 27_Paydos_Ocak'20

Search

Read the Text Version

Batman serisinden tanınan Joker karakteri, bu kez kendi başına, muaz- zam bir sinematografiyle ortaya çıkıyor. Öncelikle Joker bir süper kah- raman filmi değil, sıradan bir palyaçonun hikâyesidir; sıradan bir pal- yaçonun hayattan yediği darbeler sebebiyle bir aktöre dönüşmesi, yani zavallı bir adamın devrim liderine dönüşme hikâyesidir. Aynı zamanda film, içinde analiz ve eleştiriler barındırır: Özelde Amerikan sistemini eleştirirken genelde modern çağın sosyopolitik bir analiz ve inceleme- sini yapar. Ayrıca filmde insanın yalnızlığı, çaresizliği ve terk edilmişliği ile kötülük ve şiddet temaları üzerinden bir tartışma yürütülmektedir. Film boyunca insanın tekil bir özne olmaktan ziyade çok yüzlü, belirsiz bir özne olduğu vurgulanıyor. “Joker, bir karakter olarak kimdir?” soru- suna net bir cevap verilememesi de bu yüzden. Hem tarihi ve geçmişi belirsiz (Çünkü evlatlık alınmış ve bir baba problemi vardır.) hem de bugünü belirsiz (Çünkü filmin tam olarak nerede geçtiği, zihinsel mi dış dünyada mı olduğu bilinmiyor.) Maskesi olduğu için kim olduğunu bile- miyoruz, geleceğini sorguladığımızda o da meçhul kalıyor. Tüm bunlar şöyle bir sonuca ulaşmamızı mümkün kılıyor: Joker, meçhulden gelen ve meçhule giden bir karakterdir. Şöyle bir soru sorulabilir öyleyse: Joker neden maske takmaktadır? Antropolojik olarak maske; cansız varlık, hayvan, insan ve tanrı ara- sında dönüşümler sağlamaktadır. Joker’in yarı çıplak görüldüğü bazı sahnelerde biçimsiz vücuduyla bir hayvana benzetilmesi dikkat çekiyor. Hiçbir irade göstermemesi, tekmelenmesi, sürüklenmesiyle cansız bir nesneye; mutlu olmak istemesi, acı çekerken gülmesi, gülerken acı çek- mesi bakımından insana ve nihayet son sahnede arabanın üzerine çıkıp kullarını selamlamasıyla da tanrıya benzetilmektedir. 49

“Palyaço Joker filmde insanları güldürüyor mu?” ya da “Söz konusu film bir komedi filmi olarak incelenebilir mi?” şeklinde bir soru, süreci biraz daha ciddileştirir sanırım. Komedi, ilk bakışta oyalayıcı ve insa- nı eğlendirici olarak görülse de esasında varoluşsal sorular karşısında bir çaresizlik ifadesidir çünkü gülmekten başka bir şey elden gelmez. Karşımızda silah ve medya gücü olan çok keskin bir sistem var. Bütün politik güçlere karşı ise elimizde ironiden başka bir şey yok. Bu daha önce de söylediğim gibi başlı başına bir çaresizlik ifadesidir. Bu yüzden komediyi silah gibi kullanma klişesi, Joker’de estetize edilmiş bir şekilde kullanılıyor. Hegel, Amerika’yı “devletsiz sivil toplum” olarak tanımlarken Locke, “Başlangıçta bütün dünya Amerika’ydı.” diyor. Bu iki söz, Amerika sine- ması üzerinde nasıl bir anlam kazanmaktadır? Silahın yurttaşlık etiğinin bir parçası hâline gelmesi, devlet hiyerarşisinin olmadığı sivil toplum- larda gözlenir. Amerika’da toplum tarafından yurttaş olarak kabul edil- mek için silah bulundurulması gerekir çünkü silah, yapılanları meşru hâle getirir. Özellikle 1970 sonrası Amerika sinemasına bakıldığında si- lah, tam da bu yüzden filmlerin merkezinde konumlanmıştır. 50

Amerikan sinemasının bir diğer özelliği, süper kahraman üretebilme- sidir. Popüler kültür mitolojisinin inşasında bu olgu, Amerika sinema- sının, Amerikalının anlatacağı bir Battal Gazi ya da Tarkan gibi bir kah- ramanı olmadığı için süper kahramanlar üretmek zorunda olduğunun bir çıktısıdır. Dolayısıyla, fantastik hayatla gündelik hayatın iç içe geçtiği bir durum, Amerikan sinemasında rahatça gözlemlenebilir. Bir örnekle açıklamak gerekirse Batman; gündüz medeni, düzenin bir parçası olan ideal bir yurttaş gibi karşımıza çıkarken gece bunun tam tersi olarak Amerika’nın suçluları için bir yarasaya dönüşür. Son olarak, Amerikan sineması suçlularla örülü bir sinemadır. Sürek- li olarak çetelerle mücadele eden, adliye kurumları içerisinde devam eden bir süreç söz konusudur. Amerika’da herkes suçludur ve kimse suçlunun düşmanı değildir. Yani iki konum ortaya çıkıyor: bir yanda dü- zeni, hukuku, modernliği temsil eden süper kahramanlar; diğer yanda ise düzeni tehdit eden, kaosu zorlayan adi suçlular. 51

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] OLMUŞ OLAN EN GÜZEL ŞEKLIYLE OLMUŞTUR ‘Niçin’ Dünyasından Bir Taş Daha “Çünkü mana, yalnız süjenin kavraması ile varlık kazanan bir gizdir. O hâlde her estetik obje, yani sanat eseri, zarurî olarak insana muhtaçtır.” Bu cümle, başlığa aldığım Gazâlî’nin kırk katmanlı sözü ve insandaki hata yapma kabiliyeti olmasaydı çok şey kaçıracaktım. Çok cümle, şimdi olmuş olduğu gibi olmayacaktı. İyi ki böyle oldu. Şöyle bir giriş tasarla- mıştım; “Estetik kelimesi fonetik olarak anlamıyla uyuşmuyor. Bu kelimeye karşı hep mesafe- li oldum. O yüzden onun yerine ‘güzelleme ’ ifadesini kullanacağım.” Bu güzel tabak- lanmış (Masterchef çağrışımını hemen ko- vun zihninizden) fakat vitamini kuş kadar olan çeşnime tam bir klişe ile devam edip geçmiş zamanı övecektim: “Estetik kavra- mı henüz masalarda tartışılmazken hayat sahnesinde çok daha fazla görünüyordu. Eskiden taştan topraktan hep sanat değeri olan şeyler üretiliyordu. Şimdi ise her şey çok hızlı ve fazla yavan.” Ve bahsedeceğim kitaba atıfla lafı camilere köprülere getirip “Drina Köprüsü’nü okuyun.” diyecektim. “Bir estetik nasıl meydana ge- lir görün.” Tutmadı. Bir saat sonra kendi tezimi çürütmekle meşguldüm. Kendi- mi ülkemle sınırlandırmadığımda şimdinin birçok objesinin de geçmişe göre daha estetik olduğunu gördüm. Geçen asrın ibadethanesi güzel- 52

se bu asrın evi, oteli güzel; o çağın el emeği köprüsü güzelse bu çağın dijital şehri. Her çağın güzel yaptığı şeyler var, odak noktalarımız farklı sadece. Şunu deseydim haklı bir tespit olurdu: “Neyi güzelliyorsak ona yönelmişiz demektir.” Cami bezemeleri toplumsallığın, evdeki duvar kâ- ğıtları bireyselliğin ipuçlarını verir. Fakat bu konuya da girmeyeceğim. Sosyolojik olanlardan çok psikolojik tespitlerle ilgileniyorum. Nasıl es- tetik? Geçtim. Neye estetik? Geçtim. Niçin estetik? Kaldım. Öyle kaldım ki art arda çakan şimşeklerle ve belirsiz aralıklarla çıkan “vaaov” efek- tiyle şaşırdım kaldım işte. Defalarca sordum: İnsan niçin güzeli arar? Niçin bağına girince karşımda Aristolar, Farabiler, Hegeller, İbn Azim- ler, Kantlar, Rıza Tevfikler, Cenap Şehabettinler... Aman efendim kimler kimler! Bir beni çağırmamışlar. Meğer bu işin felsefesi varmış, ne derin cevapları varmış. Estetiğin felsefesine baktığımda karşımda derya gör- düm. Boğulmadan size kucağımda balıklar istiflemek istiyorum, oltamı sıkı cümlelerle çekersem ne bahtiyarlık! Bana yakın olandan başladım. Suut Kemal Yetkin ve İsmail Tunalı ne çok makale yazmış! Yetiştirebildiğim kadarını sildim süpürdüm. Okumak o kadar kolay olmuyordu, hiç düşünmediğim şeyleri söylüyor ve ben her sayfada zihnimde yeni odacıklar açmak durumunda kalıyordum. Fakat ilki çok kıymetli: “İntegral Bir Estetik Olarak Ontolojik Estetik”. İsmail Tunalı’dan. Aşağıdaki başlık hep bu makaleden mülhemdir. (Okuması biraz zor olsa da sonuna kadar ilerleyin.) Güzel de Bizi Arar mı? İnsan niçin güzeli arar, neden bizde güzeli bilme kodları var? Bunu ben sormuştum ve dönüp dolaşıp geleceğim nokta burası. Peki, güzel de insanı arar mı? İşte bunu bana İsmail Tunalı sordu. Vuruldum. Şimdi yazının ilk cümlesini getirebilirim tekrar. “Mâna, yalnız süjenin kavra- ması ile varlık kazanan bir gizdir.” Süje yani biz. Bakın neler çıkacak bu karşılıklı iki sorudan. İlk okuduğum makalede estetiğin ne olduğuyla başlıyordu: “Her estetik obje, yani sanat eseri, zarurî olarak iki ayrı ontik yapıdan meydana gelmiştir: Real, duyusal olan bir ‘ön-yapı’ ve irreel, mâna (ruh) veya arka-yapı. Bir heykel her şeyden önce bir taş kitlesidir. Taşın reel formu, onu seyredenden bağımsız bir varlıktır; fakat (onun göster- diği) hareket ve canlılık, yalnız sanattan anlayan bir ruh için bir varlığa 53

sahip olabilir. Bunlar, o halde kendi başlarına değil, bir (anlayan) ruh için vardırlar.” Bu sözlerden sonra estetik objenin dört özelliğinden bahsetti: Nesne, yaşam, ruh, mana. Bu özelliklerde onunla ortak olan tek şey varmış: İnsan. Biz. Yalnız bizimle ortak olan bu “güzel” kelimesi bize neyi göster- meye çalışıyor? Bizi güzele çeken manayı ve gizi şimdi adlandırabilirim: Bilinç. Bu bir haykırış değil midir? Sana güzel geleyim diye böyleyim, gör ki ben senin için ve sen bilmek için varsın demiyor mu düşen her yaprak? Demek, güzelin tek görevi bize güzel görünmek; öyle görün- mek ki arkasındaki şuurlu elin bayrakçısı olmak. Ben bunu anlıyorum ve… Ve arkasından Said Nursi geliyor ve “Bütün mevcudât, lisan-ı hâl ile bis- millah der. Öyle de, her şey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zer- recikler gibi tohumlar başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Bu, Allah’ın ismini taşımaktır.” diyor. Söyleyip durduğum SohrabSepehri şiirini şimdi anlıyorum ve onun hiç tanımadığı Said Nursi’yi anladığını hissediyorum: “Bir şair gördüm, ko- nuşurken bir zambağa ‘siz’ diyordu.” Allah’ın tablacısı olduğunu bilmiş ki şiirindeki şair, bir zambağa hürmette kusur edemiyor. Arkasından Einstein geliyor ve “Bu âlemdeki her zerrenin arkasında var edici bir şuur vardır.” diyor. Herkes hücum ediyor. Hepsi bulmuş. Defalarca geçen “Göklerin ve ye- rin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sâhipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.” âyetiyle ne kastedili- yor? Hem de fark etmeden bulmuş bazısı. Güzel, onlara “Senin için var oldum.” demiş. Şeffaf durmuş. Onlar da arkasını görmüş… İşte estetik. Mana. Giz. Hepimiz İntegraliz Bilinç, inandığımız Tanrı ile ortak noktamız. Onda mutlak olan ve bizde onun istediği kadarı mevcut kuvve. Bu yüzden güzel, bize göründü. Bu yüzden Tanrı bizi seçti. Hangisi önce hangisi sonra bilmiyorum. Ama dünya ve biz birbirimiz içiniz. Sınırları tam bir uyum içinde olan yap- boz parçalarıyız. Sesler var ve bizde onları duyan kulaklar, renkler var 54

ve bizde onları ayıran gözler. Seçilmiş olmak için bu yeterli değil. Bir kedi bizden daha keskin gözlere ve kulaklara sahip fakat kediler duy- duğu sesleri notalara vurup beste yapmazlar, renkleri kullanıp resim çizmezler. İnsan Tanrı’yı taklit eder. Yalnızca insan, Tanrı’yı taklit eder. Bu yüzden seçildik ya da seçildiğimiz için bunu yapıyoruz. Ama özgür değiliz. Kötü taklidin ötesine geçemiyoruz. Bilgisayarda yazılı kodların dışına çıkamamanın hacksiz hâli. Hiç akla gelmeyen bir heykel yapsak da, sürrealist resim çalışsak da, ilham verici bir beste yapsak da yeni bir şey yapmış olmuyoruz. Çünkü heykelimiz taşın dışına, resmimiz eldeki renklerin dışına ve müziğimiz majör minör aralığındaki sesin dışına hiç çıkamayacak. Hepsi daha önce vardı. Yalnız gizdi. Birinin hakikate çıkar- masını bekliyordu. O hâlde özgürlükten kim bahsedebilir? Ünlü heykel- tıraşa ne kadar güzel bir eser yapmışsınız denildiğinde, “Sadece taşın fazlalıklarını attım.” diyor. Bulanlardan. Bütün olanı eksiltiyoruz ya da parçaları birleştiriyoruz ama parça üretemiyoruz, potansiyelde olandan başkasını hayal dahi edemiyoruz. İşte bu yüzden hepimiz integraliz. Ve bu yüzden olmuş olan en güzel hâliyle olmuştur. Biz neyi icat edersek edelim bu en güzelin dışına çıkamayacağız. Keşfedeceğiz. Ve arkamıza yaslanıp tüm hayranlığımızla “Bize verilen dünyada demek bu da olabi- liyormuş.” diyeceğiz. Güzel bizim için var ve biz bilmek için. Söylemiştim. Leyla, bilinmek istiyor. Dip tavsiyeler: - Drina Köprüsü’nü okuyun. O kitap, bir köprünün mana kazanarak estetiğe evrilmesidir. - İsmail Tunalı’nın estetik ve sanat felsefesine dair yazdığı makaleleri okuyun. file:///C:/Users/safak/Desktop/__ntegral%20Bir%20Estetik%20Olarak%20Ontolo- jik%20Estetik[%2315473]-14457.pdf - Suut Kemal Yetkin’in “İslam Minyatürünün Etkisi” makalesini okuyun. Sanatta taklitten en fazla nasıl kurtulmuşlar, sorusunun cevabı onda. (Sadece üç sayfa) file:///C:/Users/safak/Desktop/suut%20kemal%20yetkin.pdf - İsmail Tunalı, Suut Kemal Yetkin, Kant ya da GeorgLukacs’tan siz seçin ama birinden estetiğin felsefesini okuyun. Ben ilk olarak Suut Kemal ile başlayacağım. - Hep okuyalım. Düşünelim ve tekrar okuyalım. 55

ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] B A 56

Toprak, taş veya asfalt değil, “dosdoğru” olarak nitelenen bir yol var önümüzde uzanan. Aslında zihnimizin önünde uzanan. Çünkü görüle- mez, gerçek anlamda üzerinde yürünemez bir yol. Dosdoğru olduğuna göre, sonunda bulacağımız, yine doğru bir şeyler olmalı. Ve başı-sonu doğru olan bu yolda “olabilmek”, “kalabilmek” hu- zur vermeli içimize. Tamam, yolun varlığından, hatta güzelliğinden eminiz. Peki ya, yolda olduğumuzdan..? Bendeki bu tereddütün nedeni, yukarıdaki çizim. Çünkü okuduklarımızı, yaşadıklarımızı bir bir unuturken, hassasiyetle- rimizi ufak ufak terk ederken, gözlerimiz yalancı bir manzaraya dalıp gitmişken; A noktasından B noktasına, fark bile edemeyeceğimiz yavaş- lıkta yönelmemiz çok mümkün değil mi? Bu yönelişlerin çoğunun “bilmeden, istemeden” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğru yolda olduğunu zannederken ve bunu sorgula- mazken olup biter her şey. Bir gün, birisi yoldan uzaklaşmış olduğunu fark ederse hissedeceği en büyük şey, “korku”dur. Yalnızlığın, yanlışlığın korkusu. Ama bir de “umut”. Fark etmiş olmanın umudu. B noktasında, fark edeceğimizin, fark etsek bile yola geri dönebilece- ğimizin bir garantisi yokken, bu umut ve korku bir kenarda ruhumuzu diri tutadursun. Biz yanımıza: - Yolu tarif edecek Kitâb’ı - Yolu hatırlatacak insanları almayı ihmal etmeyelim. 57

KAMUS Ayşe ACAR [email protected] BIR MÂHÎLIK HISSEDIYORUM ŞURAMDA A: Hayat boşluk kabul etmiyor, e napalım biz de dolduruyoruz dibi de- lik hayat heybemize elimize geçen ne varsa. Dolduruyoruz çünkü seçici olunca dolmuyor o heybe, anladın mı? Yetişemiyoruz hayata, o sürekli atarken (boşaltırken) bizim koyduklarımızı, biz de mecburen hızlıca atı- yoruz içine iyi, kötü, çürük, temiz ne varsa seçmeden. Hem baksana etrafına her şey ne kadar hızlı. Biri indirime girmeden diğeri çıkıyor pi- yasaya teknolojik yaşam gereçlerimizin. Biz daha aldığımız eve taşına- madan yeni yaşam alanlarının inşaatı bitmiş oluyor. Biz arabanın kon- tağını çevirmeden, uzaya araçlar varıp geliyor. Şimdi biz tüm bunlardan yoksunken deme bana temizi seç, yavaş ol falan. Bak, yine içim daraldı, tadım kaçtı. Nasıl olacak da şöyle rahat bir nefes alacağız bilmem ki! Kafir de üstümüze üstümüze geliyor zaten. B: Celallenme yahu. Tüm bunları ben söylemedim farkındaysan sana. Senaryoyu kendin kurdun da en son topu bana niye attın, onu anlama- dım. A: Tatmin edici bir cevap arıyorum, belki sende bulurum sandım. B: Yanlış kapıyı çaldın ve doğru insanı görmek istedin, öyle mi? Senin kafan güzel karışmış kardeşim, yine de sen elini hele bir ver bana, seni mutmain edecek bazı şeyler biliyorumdur belki. Gel mutmain olmanın hakikatini bir öğrenelim önce. Sen şu saydığın dünyaya bağlı şeylerle tatmin edici bir cevap ararsan bulamazsın ki dos- tum. Çünkü sen Allah’a kavuşmayı uman ve dünya hayatına razı olma- yan, dahası şu yeryüzü ayetlerinden gafil olmayansın.* 58

Hıphızlı akıyor dediğin hayat ne kadar çok şeyi sıradanlaştırırsa sıradan- laştırsın, geceyle gündüzün art arda gelmesi, ayın menziller belirleme- si, güneşin her gün ışık saçması ve daha benim sayamayacağım pek çok şey sence de sıradışı, mucizevi değil mi? Hem neden mutmain olmayı, tam olarak olmuş birinden öğrenmeye- lim ki? Tam olarak mutmain olmuş bir nefis var. O da kıyamet gününde Allah’ın karşısında ve Allah ona “Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön.” diyor.** E sense durmuş şikâyetleniyorsun ve bende arıyorsun tatmin edici ce- vabı. Elindekilerin kıymetini bilip şükretmeden kimi, nasıl ikna edebilir- sin ki razı olduğuna? Çok konuştuğumun, konuyu oraya buraya dağıttığımın ve senin zaten aşure gibi olan kafanı bir miktar daha fazla karışık hâle getirdiğimin far- kındayım. Ama ben şimdi usulca kenara çekilip suçu kelimemize ata- cağım, müsaadenle. Tatmin olmak; huzursuz, rahatsız edildikten sonra sakinleşmek, rahatlamak veya sukûnet bulmak. Demeki ki neymiş? Önce kafamız karışacak, rahatsız, huzursuz olacak ve şu dünyanın rezilliğini görecekmişiz ki asıl yurdumuz cenneti özleye- lim. Bu huzurun kaçması dediğin şey, bir şeylerin yolunda gitmeyişinin farkında olduğumuza da delil zaten. Yani korkulacak bir şey olmaması bir kenara, kıymetini bilmek lazım. Yoksa şu şekilde azarlanabiliriz: Ol mâhîler ki deryâ içredür deryâ bilmezler.*** * Yunus Suresi, 7.ayet ** Fecr Suresi, 27-30. ayetler *** Hayâlî 59

“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] Evim barkım yoktur benim. Bunlar bir yere bağlar insanı, oysa ben bağ- lanmayı sevmem. Çabuk sıkılırım sokaklardan, caddelerden, binalardan, insanlardan. Aşina olduğum şeyler sıradan gelir bana. İlk tanıdığımdaki o heyecanı hissedemem artık. Bu yüzden sürekli yeni yerler görmek, do- ğayı keşfetmek, yeni mimari yapılarla tanışmak ihtiyacı hissederim. Estetiksel zevklerle inşa edilmiş binaların ruhu olduğuna inanırım. Âde- ta konuşur ziyaretçisiyle. Mesela göğe ulaşmakta yarışırcasına yükselen gökdelenler insana ne denli yüce işler başabileceğini söyleyerek seküler zihin dünyasını beslerler. Kraliyet sarayları şatafatını sergilerken bir yan- dan da asla bu lükse sahip olamayacağını bilen kimse için yalnızca bir ukde olduğunu söyler. Şüphesiz en çok söz hakkına sahip olanlar ise tarih boyunca insanoğlunun olduğu her yerde var olan mabetlerdir. Farklı din- lere ait olsalar da hepsinin ortak bir dili vardır. İhtişamıyla insana acizli- ğini hatırlatırlar. Heybetleri karşısında korkuyla beraber huzuru hisseder, havf ve recanın tadıyla ruhun dünyalık heveslerini dindirirler. İşte tüm bu fısıltıları yalnızca onlara kulak vermekle duyabileceğimizi unutmayalım. 60



Bizi Sosyal Medyadan Takip Edebilirsiniz... Öncü Gençlik Öğrenci Platformu @oncugenclik42 Öncü_Gençlik_Öğrenci_Platformu


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook