Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 33_Paydos_Temmuz'20

33_Paydos_Temmuz'20

Published by bimesele TV, 2022-07-05 21:33:07

Description: 33_Paydos_Temmuz'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Temmuz'20 - Sayı 33 röportaj dosya tarih düşünce *Yerli İnsan Tipi Yetiştirmeliyiz *Mukavemet *George Stinney öykü öykü öykü *Gözyaşı Tek Renktir *Buğu *Kül -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Bahar EŞREFOĞLU -Büşra SÜTÇÜ -Enes SÜSLÜ -Erkam ÇİMEN -Esma ŞAFAK -Hüdanur YILDIRIM -İbrahim OKUYAN -Muhammed Furkan DOĞAN -Muhammed URAL -Muzaffer FIRAT -Nefise ERDEM -Taha SULAR -Zişan BÜYÜKÖZKAN



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Zişan BÜYÜKÖZKAN 04MUKAVEMET Muhammed URAL 08 KÜL Alaaddin GÖÇER 09GEORGE STİNNEY Bahar EŞREFOĞLU 14 BUĞU Enes SÜSLÜ 16KALE'M Büşra SÜTÇÜ 17 RÖPORTAJ Erkam ÇİMEN / İbrahim OKUYAN 26MAVİ, BEYAZ, KIRMIZI Taha SULAR 31 YIKILMADIM DA YAN YATTIM Esma ŞAFAK 35ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM 37 GÖZYAŞI TEK RENKTİR Hüdanur YILDIRIM 40ŞİFA BULMAK MI BİLMEK Mİ? Ayşe ACAR 42 \"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Zişan BÜYÜKÖZKAN [email protected] Selamünaleyküm, değerli paydos okurları. Nasılsınız? Bu süreçte inşallah hepiniz iyisinizdir. İnsanların bir konu ya da başlarına gelen herhan- gi bir olay üzerine mukavemet göstermeleri ge- rektiğini sürekli duyarız. Peki mukavemet ger- çekten nedir ve acaba belli başlı konularda mı yoksa herhangi bir konuda mı geçerlidir? Mukavemet, sözlükte dayanma, dayanık- lılık, direniş, karşı koyma gibi anlamlara geliyor. Ve evet, herhangi bir konuda ge- çerlidir. Oruç tutarken açlığa, susuzluğa karşı koyarız; bir hastalığa yakalandığı- mızda ona karşı direnç gösteririz; savaşa gittiğimizde düşmana karşı geliriz; başı- mıza bir musibet geldiğinde ona dayan- maya çalışırız vs. Örnekler çoğaltılabilir ve fakat bu sonuncusu sanırım sabır kavra- mıyla da ilişkilendirilebilir. Nitekim Allah (cc) kullarına mukavemet göstermeyi öğütler: \"Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın) Allah'a karşı gelmekten sakının ki başa- rıya ulaşabilesiniz.” (Âl-i İmrân-200) Bu devirde ancak Mukavemet göstererek başarılı bir sonuca ulaşabiliriz. Allah herkesi bu kullarından eylesin. Allah'a emanet olun. 3

DOSYA Muhammed URAL [email protected] MUKAVEMET Mukavemet hakkında aklıma ilk gelen, inşaat okuyan arkadaşımın al- dığı dersti diyebilirim. 12 Eylül öncesi mukavemet ders kitaplarını, di- reniş anlamına geldiği için toplatma kararı alan polis müdürü gibiydim. Zihnim bomboştu. -Bu arada böyle bir olay gerçekten yaşanmış OD- TÜ'de.-Hemen kelime kökenine inmem gerekiyordu. Birkaç sayıdır alıştığımız gibi mukavemet de Arapça kökenli ve mastar formda Türkçeye aldığımız bir kelime. Kökeni aslında ayakta durmak anlamına gelen ‫قام‬. Bu kökten ‫ قوام‬kelimesi türetilmiş. Bu yeni kelime- mizin dikkatli bakılmazsa aralarındaki fark kaçırılabilecek iki anlamı var. Dayanım ve direniş. Neymiş bu fark? Bakın bu sabır için de geçerli olan bir çift boyutluluk. Dayanmaya:“maruz kalınan zorluktan en az etkiyle çıkmak” gibi bir anlam yükleyebiliriz. Tahammül gibi yani. Fizikte mu- kavemetin tanımında da bu var. Cismin uygulanan yüke bozulmadan dayanabilme yetisi. Direnmek ise daha aktif olduğumuz bir süreç. Karşı koymak, yani etkiye tepki vermek dersem, kafamdaki kavramı karşıla- yabilirim sanki. Direnişteki aktiflik aslında yine yerini muhafaza etmekle alakalı. Çünkü pasif olan, sahip olduğu güzellikleri muhafaza edemez. Ben iyiyim, iyi biri olarak kalmak istiyorum ama bu bana bir külfete dönüşmesin isti- yorum diyemeyiz. Dünyada istediğimiz her şey için ortaya bir çaba koy- mamız gerekiyor. Çocuğum güzel bir hayat yaşasın istiyor ama çevremi güzelleştirmeye çalışmıyorsam hayaller hayatlar ayrımıyla karşılaşaca- ğım demektir. O zaman erdemli bir toplumda yaşamak ve bu İslam’a göre olsun istiyorsak bunu sağlamanın tek yolu direniştir. Direniş de bence en güzel insan kazanarak olur. Hem kendini temiz tutar hem de etrafını temizlersin. Yoksa elbet bir gün pislik sana da bulaşır. 4

İki anlamda da mukavemetin, insanın mutlu bir hayat sürmesinde önemli olduğu açık. Dayanmak yani tahammül, zaten iki önceki sayı- mızda da ele aldığımız bir erdem olduğu için onun hakkında çok bir şey söylemektense güzel örneklik teşkil edeceğini düşündüğüm iki kısa alıntıyı yazıma iliştirdim. Tabi bu örneklerin ikisini de -tahammül dos- yasında uzunca bahsettiğimiz gibi- tahammülün kabullenme ile ilgisini göz önüne serdiği için seçtim. Tahammül, bir hoşnutlukla olursa mutlu- luğun anahtarı olur kısaca. Psikolog, İntihar, Kısmet Doğan Cüceloğlu, ABD’de doktorada berbat bir duruma gelir. Ailesinin ve hocasının ondan çok büyük beklentileri vardır.Fakat kendine güvenle aldığı üç doktora dersinin okuma listesini bile yetiştiremeyeceğini fark eder. Haftalık en az iki yüz sayfa okuması gereken ve ana dili İngilizce olanlarla beraber aldığı bu derslerde sadece saatte bir sayfa okuyabil- diğini görür. Tam bir yıkım yaşar. İçinden derki “Atacaklar bunlar beni. Bitiremeyeceğim.” İştahı kaçar, uykusu kaçar, başlar düşünmeye.“Onlar beni atmadan ben bırakayım. O zaman hocama ne diyeceğim? Hani ilim adamı olacaktın diyecek. Evdekiler, köydekiler ne diyecek?” Bu sorular o kadar dayanılmaz bir hale gelir ki kurtuluşu intiharda bulur. En iyisi hepsinden kurtulmak diye düşünür. Bu seferde köyde ne konu- şacaklar arkasından? Arkadaşları ne düşünecek? En önemlisi ailesi bu utançla nasıl yaşayacak? İntiharı kafasına koyan Doğan Hoca, bu sorunu aşmanın da bir yolu- nu bulur. Trafik kazası süsü vermek. Hatta bu fikri bulduğundan dolayı kendini tebrik eder. Ertesi gün trafiğin yoğun olduğu bir yerde bu işi bitirmeye karar verir. Sabah kalkar. Yüzünü yıkar. Aynaya bakar vevefat etmiş annesinin \"yavrum kıyma canına\" dediğini duyar. “Yavrum! Kıy- ma canına.” Ağlar, ağlar, ağlar. Sonunda der ki: “Ulan, ben neden kıyacağım canıma. Silifke'nin köyünden çıkmışın gel- mişin buraya. Doktora öğrencisisin. Seni atıncaya kadar dur burada. Öğren. İngilizce öğren. Bırak. Mücadele et. Çabala.” Hoca anlatmaya devam ediyor“Sonra kalktım bir oh dedim. Bir derin nefes aldım. Yüzü- mü yıkadım. Aşağı indim kahvaltımı yaptım. Üç tane sözlük ve kitaplar. Okumaya başladım.Bir saatte bir sayfayı bitiremedim. Hiç dert değil. Anlayabiliyor muyum? Önemli olan o. Bir kelime okuyorum, onun sü- lalesini öğreniyorum. Pırıl, pırıl öğreniyorum ama. Gün sonunda sekiz sayfa okudum anlaya, anlaya. Sonra gelecek hafta baktım bu sefer saat- 5

te sekiz sayfa okudum. Bir ay sonra yirmi sayfa okuyorum. Dönem bitti ve ben o derslerin birinden a, ikisinden b aldım.” O kursları başarıyla bitirince hocanın kendine söylediği ilk şey \"iyi ki kendimi öldürmedim” olmuş.Sonra şöyle devam ediyor: “O benim ha- yatımda bir değişiklik oldu. Şimdi ben sadece şuna bakıyorum: başkası- nın senden beklediğini değil, sen elinden gelenin en iyisini yap. Yapar- kenşevkle yap. Kısmetse olur.” *https://www.youtube.com/watch?v=lTkGjTkbZAw Mum, Tolstoy İşçilerin her daim kaytarma meraklısı olduğunu düşünen gaddar bir kâhya, Ortodokslar için çok önemli olan ve o gün çalışmanın günah olduğunu düşündükleri Paskalya Yortusunda da işçilerin çalışmalarını emrediyor. Bütün köylüler ağızlarında küfürler, asık suratlarla el mec- bur çalışıyorlar. Biri hariç.Kâhya, gün sonunda işçilerin arasındaki ada- mından havadisleri dinliyor: - Peki Pyotr Miheyev? O ne diyor? O da rezilin tekidir; ağız dolusu sövüyor, değil mi? - Yok Mihail Semyoniç, Pyotr sövmüyor. - Neden sövmüyor ki? - Köylüler arasında size sövmeyen tek kişi o. Kurnaz bir adamdır! Beni şaşırtıyor Mihail Semyonıç! - Nasıl şaşırttı? - Öyle bir şey yaptı ki! Bütün köylüler şaşırdı. - Ne yaptı? - Çok tuhaf bir şeydi. Ona uğramıştım. Turkin tepesinin yamacında çift sürüyordu. Ona yaklaştıkça birilerinin şarkı söylediğini duydum; de- rinden gelen tatlı bir sesti. Sabanın arasında da bir şeyler parlıyordu sanki. - Neymiş o? - Ateş gibi bir şeydi parlayan. Biraz daha yaklaştım ki ne göreyim? Beş kapiklik bir mumu sabana tutturmuş meğer; mum yanıyor, rüzgârdan da hiç sönmüyordu. Pyotr ise yepyeni bir gömlek giymiş çift sürüyor, bir yandan da bir yortu ilahisi mırıldanıyordu. Sabanı döndürüyor, sar- sıyor ama mum sönmüyordu. Gözlerimle gördüm, sabanı salladı, ters çevirdi ama mum hiç sönmedi! - Peki ne dedi? 6

- Hiçbir şey demedi. Beni görünce yortumu kutladı ve ilahi söylemeye devam etti. - Peki sen bir şey dedin mi? - Demedim ama köylüler yaklaşıp onunla alay etti: \"Paskalyada çalıştığın için günahın asla affedilmeyecek.\" - Ne cevap verdi? - Sadece, “Dünyada barış, insanda iyi niyet olmalı!” dedi ve tekrar sa- bana sarılıp atları dürterek ince sesiyle ilahi söylemeye devam etti; mumsa hep yanıyor, hiç sönmüyordu. Kâhya gülmeyi kesmiş, gitarı bir yana bırakmış, başını önüne eğerek dü- şünceye dalmıştı. Uzun süre oturduğu yerden kalkmadı, aşçıyla muhta- rı defetti ve gidip perdenin arkasındaki yatağına uzandı;sonra da saman yüklü bir arabayı çekiyormuş gibi ahlayıp oflamaya başladı. Karısı yanı- na gelip onunla konuşmaya çalıştı ama beriki cevap vermedi. Sadece dökülüyordu dudaklarından: - Beni yendi! Şimdi anlıyorum! Kısa Bir Anekdot Cisimlerde yüksek mukavemet için cismin etkilenmesi gerekiyormuş. Yani esneme gibi düşünün.Hani binalar hiç esnemezlerse depremde kolayca yıkılırlar, ancak çok fazla sallansa da bir gök delen ayakta kalır ya. Aynı hadiste de geçtiği gibi “Mümin başak gibidir; rüzgâr onu eğer ama o, hemen kalkar doğrulur. Kâfir ise çam ağacı gibidir. Dimdik durur ama bir devrildi mi bir daha kalkıp kendine gelemez”. Hayatta yaşadığı- nız gitgellere çok da takılmayın. Zihin boşaltma fırsatları olarak görün. Önemli olan geri dönebilmek. 7

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] KÜL Kahverengi yapraklarla resmedilmiş, basma mor menekşeli, kırmızı iki etekti satın aldıkları. Biri ona, diğeri ablasına. Ağızları kulaklarında, eve girer girmez eteklerini giyip dolaşmayı hayal ediyorlardı onlarla. Babası ve ablası, her iki ellerinde poşetlerle önünde yürüyor; o ise ablasının elbisesine yapışmış, peşi sıra onu takip ediyordu. Ablası aniden durup endişeyle “Etekler nerede? Unuttum onları almayı!” dediğinde, tam iki hafta önce bir soba kovasından yenice dökülmüş küllerin; kara, lastik çarıklarını ayaklarına yapıştırdığı o boş tarlanın hemen yanındaydılar. Önden sinirle “Lahavle” çeken bir baba, onun ardında ise iki kız kardeş koşar adım girdiler pazara yeniden. Daha önce arasından geçip gittikleri kavun, erik, kayısı, kiraz ve hatta çilek tezgâhlarının birisi bile ilgilerini çekmiyordu artık. Güzelim kırmızı, mor menekşeli birkaç eteğin daha beklediği tezgâhın yanına geldiklerinde “Abi, biz etek almıştık iki tane senden. Burada unutmuşuz.” dedi pazarcıya ablası, eliyle işaret ederek: “İşte şunlardan.” Pazarcı “Akşam yedide gelin buraya. Belki biri yanlışlıkla almıştır. Geri getirirse size veririm eteklerinizi.” dese de, her saat başı tezgâhın başı- na gitti abla; babasının, yüzüne attığı tokattan utana sıkıla. Nihayet saat yedide, sırra kadem basan menekşeli eteği son kez sormak için pazar tezgâhının başına gitti iki kız kardeş. Ablası olduğu yere çöküp ağlamaya başladığında tutamadı kendini. Ba- caklarını göğsüne yapıştırdı, yüzünü diz kapaklarının üzerinde elleriyle kapadı ve sessizce ağladı o da ablasının yanı başında. “Çocuklar!” Mor menekşeli, kırmızı iki eteği çekip koymuştu bile bir poşetin içine pazarcı iki kız kardeşe böyle seslendiğinde. “Gelin buraya bakiyim. Alın bunu. Haydi, uğurlar olsun. Üzülmeyin artık.” Elinde poşet, poşetin içinde kırmızı, basma iki etek. “O pazarın içinden bir daha geçmem ben.” dedi ablası gülerek. 8

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU 14 Yaşında Elektrikli Sandalyeyle İdam Edilen En Genç Amerikalı: GEORGE STINNEY Siyah hakları geçtiğimiz haftalarda oldukça gündemdeydi. Adaletsizlik- ler devam ettikçe gündemde kalmaya devam etmeli. Bu ayki Tarih-Dü- şünce köşesi eski bir örneği tarihin bir köşesinden çıkarıp gelirken, ülke- mizde belli etiketlendirmelerle siyahilere (ve elbette diğer azınlıklara) nasıl yaklaştığımızı da sorgulamamızı istiyor. George, Amerika’nın South Carolina eyaletinde Alcolu isimli bir kasa- bada yaşamaktadır. 1944’te 7 ve 11 yaşlarında iki beyaz kız çocuğunun ölümünden sorumlu tutularak abisi Johnny ile beraber tutuklanır. Abi- sini serbest bırakırlar ama George yargılanır. Tutuklanmasının ardından babasının işine son verilir ve ailesinden hemen iş yerinin sağladığı evi boşaltmaları istenir. Güvenliklerinden duydukları endişe ve korkuyla tutuklanmasından idamına kadar çocuklarını bir kez görebildikleri kay- dedilir. Hapsedildiği 81 gün boyunca George’nin kimseden herhangi bir destek görmediği kayda düşülmüş durumda -ki, linç edilme tehlikesi nedeniyle bulundukları yerden 50 mil uzakta hapiste tutulmuştur.- Jüri 9

seçimi ve mahkeme bir gün içinde halledilmiştir. 3 polis memurunun, George Stinney’in iki kızın ölümünü itiraf ettiğine dair ifadesi dışında, herhangi bir kanıt olmamasına rağmen George suçlu bulunmuştur. Ge- orge’nin kavgacı bir çocuk olması da elbette işlerini kolaylaştırmıştır. Mahkemede okunan iki farklı sözlü itirafına dahi itiraz edememişti. Bunlardan birisinde Stinney’e bu iki kız saldırmışlar ve onlarla boğuşur- ken kendisini korumaya çalışırken ikisini de öldürmüştü. İkincisinde bu iki kızı da takip etmiş, önce birisini sonra da diğerini öldürmüştü. Siyahların henüz oy kullanamadıkları, jüride yer almayı geçin, mahke- me salonuna izleyici olarak dahi alınmadıkları dönemlerdi. Üç polisin ifadesi dışında, üç de şahit vardı mahkemede: Birisi kızların cesetlerini bulan kişiydi, diğer ikisi de otopsi doktoruydular. Mahkeme iki buçuk saat sürdü, Stinney’in savunma merci konumunda olan belediye her- hangi bir savunma yapmadı, şahit vs. sunmadı. Ve yıllar sonra dahi, savunma olarak müdafaa makamı tarafından mahkemede söylenmiş herhangi bir kayıt mevcut değil. Herhangi yazılı bir itiraf metni imza- lamadığı da resmî olarak tespit edilmiş durumda. Çelişen iki farklı ifa- deye, herhangi fiziksel bir bulguya rastlanmamasına rağmen böylelik- le bu polislerin ifadelerine göre karar verilmişti: Elektrikli sandalye ile idam. 16 Haziran 1944’te akşam 7.30 sularında George’nin canlı bedeni elektrikli sandalyeye sürüklendi. Sandalyeye sığmadığı için yanlarında bulunan İncil’i yükseltici olarak kullanmışlar, elektriği verdiklerinde de yüzüne büyük olan yüz maskesi düşmüş ve dehşet içindeki, gözyaşla- rıyla dolu yüzü orada duranların asla unutamayacakları şekilde göz be- beklerine kazınmıştır. Yıllar sonra, 2004’te Stinney dosyası bireysel birtakım girişimler, özel- likle George Frierson isimli Alcolu’da doğmuş bir yerel tarihçinin giri- şimi ve Northeastern Üniversitesi hukuk bölümünün görüş beyanatı üzerinde yeniden incelenmeye başlanır. George Frierson birçok insanla görüşmeye ve onlarla mülakatlar yapmaya başlar. İsmi geçen bir başka sanık daha vardır. Ancak o görüşmeleri yaptığı sırada çoktan ölmüş du- rumda olmasına rağmen, Frierson’a ailesi ölüm döşeğinde itiraf ettiği- ni söylemişlerdir. İyi tanınan, meşhur, zengin ve beyaz bir ailedir. Yerel tarihçi daha ilginç bir gerçeği daha ortaya çıkarır: Bu aile üyelerinden bir veya daha çok kişinin ilk resmî soruşturmada görevli olmaları ve Stinney’in idam edilmesini önermeleri. Ocak 2014 yılında Stinney için bir mahkeme daha düzenlenir. Mahkemede cesetleri bulan kişi, kızların cesedini çektiğinde etraflarında çok kan olmadığını bu nedenle başka bir yerde öldürülüp oraya getirilmiş olabileceklerini söyler. Soruştur- 10

malara göre, olay öldürmenin ötesinde, maalesef tecavüz olayıdır. Ha- pishanede beraber kaldığı bir tutuklu da, gencin kendisine zorla itiraf ettirdiklerini söylemiştir. Kararın yanlış olduğu resmen kabul edilir, Ge- orge Stinney’in idam edilişinden tam 70 yıl sonra ismi temize çıkacaktır. Stinney için adalet gıyabında da olsa tecelli etti. Ülkemizde farklı din, dil ve ırktan insanlara karşı muamelemizi sorgulama zamanı. Kendinizi oldukça hoşgörülü olarak tanımlıyor olabilirsiniz. Ancak Konya’da yaşa- yan siyahi bir arkadaşımla uzun yıllardır her “dışarıda” buluşmamızda çok farklı şeylere şahit olageldiğim için sadece onun gözünden değil, kendi tecrübelerimden de zannettiğimiz gibi olmadığımızı söylemek isterim. “Suriyeli” etiketine göre hastane ve diğer resmî kurumlarda statüsünün daha yüksek olduğunu gördüm mesela. Önce insanların bakışları ve ilgisi güzel geliyorken, daha sonra bu ilginin masum olmadı- ğını görüyorsunuz. Gelip annesinin izni olmadan çocuklarına dokunma hakkını, fotoğrafını çekme hakkını ve dilediği şeyi söyleme hakkını ken- disinde gören birçok insanla karşılaşıyorsunuz. Fotoğraf çekmesine izin vermediğinizde çirkin şeyler işitmek de cabası. Bunun tek bir sebebi var: Karşındakini bir müze eşyası gibi görmek ve kendini üstün görmek. İkincisinin üzücü bir karşılığı var elbette. Yüzyıllarca süregelen bir köle- lik var, Osmanlı’da da devam etmişti ve şu an, özellikle Batı Anadolu’da köklerinin nerden geldiğini bilmeyen, “Türkleşmiş” siyahi birçok insan yaşıyor. Bu algıdan dolayı olacak, yine Güney Afrika ülkelerinden çalışıp ailesine destek olmak için gelmiş, İzmir’e yakın bir küçük ilimizde bir ailenin engelli çocuklarına bakmak üzere işe alınmış, bir siyahi çalışana telefonda tercümanlık yapmıştım. Siyahi genç kız ve evin hanımı ara- sındaki bir anlaşmazlığı da aynı zamanda anlamak gerekiyordu. Konuş- tuğum kadın Müslüman Türk, namazında abdestinde, hakka hukuka önem veren bir kişi olduğuna işaret eden şeyler söyledi. Anlaşmazlık sebebi aynı dili konuşamamaktan çok kadının ondan bekledikleriydi. Birçok insanın evine yardımcı olarak aldığı insanlara muamelesi malu- munuzdur. Ancak bu siyahi olduğunuzda daha çok şeyin eklendiği bir şeye dönüşebiliyor, siyahi olduğunuzda daha güçlü olup iş tanımında olmasa da daha çok işi yapabileceğinizin düşünülmesi, yemek sofrası- na alınmak şöyle dursun, aile kendi yemeğini yedikten sonra kalanların odanıza gönderileceği ve daha birçok şey. Size sadece kadının, çocuk- larının 24 saat bakımı için işe aldığı bu genç kıza, aylarca gece gündüz demeden ve kendisinden çok daha sabırla, çok güzel ve severek engelli çocuklarıyla ilgilendiğini söylemesine rağmen, bu ve burada zikretme- diğim muameleleri yaptığını söyleyeceğim. Hikâyenin sonunda bu ka- dın kaybetti. 11

Öğrenci olduğum küçük İngiltere şehrinde, Müslüman siyahi bir arka- daşımla çok vakit geçirmeye başlamıştım. Muhabbet ilerleyince evine en sık giden Müslüman beyaz arkadaşı olma şerefine nail olmam yanın- da, kendi ülkesinden insanlarla aralarında yaptıkları iftar davetlerine çağrılan ilk Müslüman beyaz oldum. Kadınlar kısmında çocukların etra- fıma toplanıp, elime dokunup durdukları ve hepsinin, hatta bazılarının iki üç kere, su şişelerinin kapaklarını açtırmaları, saçlarını veya başör- tülerini düzelttirmeleri hâlâ aklımda. İlgiden memnun olabilirsiniz ama konuştukça, daha çok şeye beraber katılmaya devam ettikçe, ve çocuk- ların ve kadınların tavrındaki size karşı sizi üstün gördüğünü hissettir- mesi ve bunun sadece ten renginden kaynaklanması oldukça üzücü bir durum. “Bunu size kim öğretti?” sorusunu geçmemiz gerekiyor, Avru- palı, Amerikalı yapmış yapacağını ve yapmaya devam ediyor. Asıl soru “Bunu nasıl devam ettiriyoruz?” Oradaki toplum içinde çok fazla Müs- lüman olmasına rağmen, her Müslüman grubun ayrı ayrı mescidinin/ camisinin olmasına çok şaşırırım hâlâ. Kaynaşma ve kültürel etkileşim elbette ülkemizdekine göre çok daha fazla ancak Müslümanların azınlık olduğu bir yere göre çok düşük ve üzücü seviyede. Bir arkadaşım da Ankara’da yeni sayılabilecek bir devlet üniversitesin- de okuyan uluslararası öğrenciler üzerine yaptığı doktora çalışmasını tamamlamak üzere. Türk arkadaş (tanışmaktan öte manada, uzun so- luklu) edinmenin çok zor olması yanında, hocaların birçoğunun tutu- munun fakir ülkesinden gelip Türkiye’de nice imkana kavuşmuş olarak “üstten” bir bakışla ve daha kötüsü, “devletin bu imkanlarını sömürü- yorlar” bakış açısıyla karşılaşmaları söz konusu. Bu öğrencilerden biri- si maddi durumu oldukça yerinde olmasına rağmen sokakta eline kaç kere para tutuşturulmuş. Bu elbette çok güzel bir şey, yardıma ihtiyacı olana gözümüzü kapayıp geçmiyor olduğumuzun bir örneği. Ancak na- sıl kalıplaştırıp “fakir”, “yardıma ihtiyacı var”, “dilenci” gibi sıfatlarla ta- nımladığının da bir göstergesi. “Rapçı” bir başka etiketlendirme, hangi müzik tarzından hoşlandığını sormanıza dahi gerek yok. Sadece dışarda uzaktan takılıp, evlerine ve sofralarına davet etmeyen bir başka güruh da var ki o kısmı bu köşede dikkate dahi almıyoruz. Burada din kardeşi olmanın veya insanoğlu ailesinin bir ferdi olarak birbirimize yaklaşımı- mızı sorgulamaya vesile olmak istedim, umarım yapabiliriz. Umarım özellikle bulunduğumuz şehirde, ırk olarak kültür olarak farklılıklarımı- zın farkında olur ve arkadaşlıklarımızın dışında, özellikle iş dünyasında (maalesef Konya sanayide çalışan siyahi bir arkadaşın nasıl sömürüldü- ğü -çok düşük bir ücret karşılığı, sigortasız çalıştırma- ve gencecik yaşta aşırı yüklemeden kaynaklı fiziksel problemlerle uğraştığını biliyorum) 12

haklarının korunması için elimizden geleni yapabiliriz. Hikâyenin so- nunda kaybedenlerden olmamak duasıyla. Kaynakça Karen McVeigh (22 Mart, 2014) ‘George Stinney was executed at 14. Can his family now clear his name?’ The Observer/The Guardian. Buradan ulaşabilirsiniz: https://www.theguardian.com/theobserver/2014/mar/22/george-stinney-executi- on-verdict-innocent Lindsey Bever (18 Aralık, 2014) ‘It took 10 minutes to convict 14-year-old George Stin- ney Jr. It took 70 years after his execution to exonerate him’. Washington Post. https://www.washingtonpost.com/news/morning-mix/wp/2014/12/18/ the-rush-job-conviction-of-14-year-old-george-stinney-exonerated-70-years-af- ter-execution/ Tavsiye kitap bölümü: Mark R. Jones (2007) ‘Too Young to Die: The Execution of George Stin- ney Jr. (1944)’ Beşinci bölüm, South Carolina Killers: Crimes of Passion. The History Press, ss. 38-42. 13

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] BUĞU 10.32 Kapıyı açar açmaz, çan tekrar çalıyor. Yağmurun getirdiği o serin hava kafenin içinde şöyle bir dolaşıyor. Masaların arasından geçip duvarlara çarptıktan sonra tezgâhın arkasına ulaşıyor. Kapının hemen önünde bir kedi, içeri girmek için izin istiyor. Garsona bakıp sen de ondan izin isti- yorsun. Başıyla onaylıyor. Kedi önce iyice silkiniyor, sonra giriyor içeri. 10.34 Yağmur duracak gibi görünmüyor. Önünde nispeten uzun bir yol var. Hızlı adımlarla yürürken, bir yandan da bereni çantandan çıkarıp ta- kıyorsun. Köşeyi döner dönmez, yokuş aşağı yürüyen, renklerisolmuş birçok şemsiye çarpıyor gözüne. Yolun karşısına geçmek için ışığı bekli- yorsun. Saatine bakıyorsun. 14

10.39 Araçlar için kırmızı ışık yanıyor. Beş. Dört. Üç. İki. Karşıya geçiyorsun. Yağmur git gide hızlanıyor.Su birikintilerine basmamaya çalışıyorsun. Daha fazla ıslanmamak için, büyüklü küçüklü kafelerin, çiçekçilerin, marketlerin dış duvarlarına tutturulmuş tentelerin altından geçiyorsun. Adımlarını daha da hızlandırıyorsun. 10.42 Tren garına nihayet varıyorsun. Girişteki büyük ekrandan trenin kalka- cağı peronu öğreniyorsun. Aceleyle o yöne doğru ilerliyorsun. Kimliğini çıkarıp görevliye uzatıyorsun. 10.45 Sen bindikten hemen sonra hareket ediyor tren. Biletini kontrol ediyor- sun. Koltuğuna doğru ilerliyorsun yavaş yavaş. Hemen önündeki sırada oturan donuk bakışlı kadınla, elindeki küçük çöp parçasıyla oynayan, gözleri dolmuş adam dikkatini çekiyor. Bereni, atkını, ceketini çıkarıp çantanla beraber koltuğun üzerindeki bölmeye yerleştiriyorsun. Geçip cam kenarına oturuyorsun. Elinle camın buğusunu siliyorsun. “Hepimiz kendimizde olmayanı, içimizde olmayanı başkalarında ara- mıyor muyuz zaten,” diyor adam. Sesi ağlamaklı geliyor. Kadın cevap vermiyor. Uzunca bir süre sonra, başını cama yaslıyor. 15

KALE'M Büşra SÜTÇÜ [email protected] HİZAYA GEÇMEK Deli deli savrulan harflerin eteğinde Sessiz bir kaçamak vardır Önce sesliler sonra sessizler Tek sıra hâlinde, uygun adım ileri Köpüren kahvenin telvesi birikir Beyazlığına tutunma şerefine Kaskatı esintiler yüz vermezse Papatya falı göz kırpar, hece hece Köprüden önceki son çıkış bu Tanıdık sesler işitilir yol boyunca Hedef on ikiden vurulmasa da Her isabet, sekiz çizer Taklacı kuşlar ile yarışır zaman Vakur bir ifade hâkim suretinde Kara haberden bile tez yayılma arzusuyla Üç dört tur süzülür, hevesle... 16

RÖPORTAJ Erkam ÇİMEN İbrahim OKUYAN YERLİ İNSAN TİPİ YETİŞTİRMELİYİZ Merhaba Kıymetli Paydos Ailesi, Temmuz ayı bizler için artık çok farklı bir yere sahip. Ülke olarak bu zamana kadar pek çok darbelere şahit olduk. En sonuncusunda tarihler 15 Temmuzu gösterdi. Fakat o gün diğerlerinden farklı olarak zorbalığa gösterilmiş en güzel mukavemete ve bir oluşa tanıklık ettik. 34. sayısın- da karşı koyabilme kudreti üzerinde duran Paydos, 15 Temmuz darbe girişiminin yıl dönümüne atfen “darbeleri ve ülkemiz üzerindeki etkileri- ni” değerli hocamız Prof. Dr. Caner Arabacı ile konuştuk. Sizleri bu güzel muhabbetle başbaşa bırakırken faydalı olmasını temenni ediyoruz. Hocam özellikle Türkiye’de vuku bulan darbeleri değerlendirirken hangi sorularla işe başlamak gerekir? Ne gibi sorular daha isabetli ol- mamızı sağlar? Darbeleri değerlendirirken bazı ana soruları tam sormak lazım. Mesela Türkiye’de, Pakistan’da çok darbe olur. Peki, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da niçin olmaz? Onların orduları, aktif güçleri hep iğdiş vaziyette midir? 17

Ülkemizde gerçekleşen darbelerde genelde Türkiye’yi ilerletme, geliş- tirme ve kurtarma söylemi öne çıkar. Hatta cumhuriyetin başlarında- ki darbelerde NATO’ya, CENTO’ya bağlılık söylemleri öne çıkardı. Aynı bağlılık söylemi 15 Temmuz’da da vardı. Ama darbeler Türkiye’yi en iyimser hâliyle bulunduğu yerden elli yıl geriye götürür. Darbeler ileriye götürmek, cumhuriyeti kurmak için yapılırlar ancak asla ileriye götür- mezler, sosyal yönden, düşünce ve teknoloji yönünden geriye götürür- ler. Türkiye’deki darbelerden sadece 1960 Darbesi'nde bir teknolojik atılım yapılmıştır. Üç devlet adamının asılmasının utancını halk nezdin- de azaltabilmek için bir otomotiv kongresi düzenlenir. Ardından 28 mü- hendis görevlendirilir ve dört ayda yerli bir otomotiv, yerli bir motor kaportasıyla beraber üretilir. Adına da darbeyi gölgeleyecek, örtecek şekilde Devrim denir. Test sürüşü yapılır. Ama asla piyasaya sürülmez, kullanılmaya devam edilmez, üretilen yedi motorun ikisi saklanır. Böy- lece teknolojik yönden geliştirme çabası da örnekte olduğu gibi güme gider. Bu darbelerde genelde “bizim çocuklar” -okumuş, yazmış zümre- kul- lanılır. Bu insanlar askerdir, sivildir, bürokrattır, siyasetçidir, gazetecidir. İçeriden aletler kullanırlar. Bu aletlerin de ortak bir yönü vardır. Darbe- yi dışarıdan kim yönlendirirse, 1909-1913 yıllarında olduğu gibi Alman imparatoru, Osmanlı ordusu artık Almanya’nın doğu kolu hâline geldi, diyerek “bizim çocuklar” der. 12 Eylül Darbesi'nde bu ifade Amerika’nın deyişiyle “bizim çocuklar” tarzındadır. Ana sorun şu: Bizim okumuş zümre zaman zaman değişmiş olsa da biri- lerinin maşası hâline niye gelir? Bu soru en başta sorduğumuz \"Neden bizde darbe olurken Avrupa ülkelerinin birçoğunda olmaz?\"ın cevabı- na ışık tutacaktır. Bizim çocuklarımız; askerî bürokrasi, sivil bürokrasi neden bu tür şeylere alet olur? Kendi ülkesinin seçtiği hükümete ne- den darbe vurulmasında rol alır? Konuşulduğunda iyimser söylemler- den başka bir şeyin duyulmadığı bu durumlarda neden tersi durumlar elde edilir? Tam da bu sorulara doğru cevap verildiği, derinlemesine düşünüldüğünde 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı ya da 15 Temmuz’u doğru değerlendirebiliriz. Son olarak şahit olduğumuz 15 Temmuz darbesini de bilinçli olarak bu kategoriye almaktayım. Diğer- lerinden tek farkı diğerlerinde askerî bürokrasi ön plandadır ve orduyla yönetime el konulup istenilen yönde bir yönetim kurulurken, 15 Tem- muz’da ağırlık asker olmak üzere sivillerin de dâhil olduğu bir durum söz konusudur. 18

1913 Darbesi'nde Almanlar Osmanlı ordusunu Almanya’nın doğu or- dusu hâline getirebilmek için 1883’ten itibaren subaylar yetiştirmişler ve ilk meyvelerini de 1913’te devşirmişlerdir. 1960-1980 darbelerini düşündüğümüzde de durum bundan farklı değildir. Amerika 1944’ten itibaren subaylar yetiştirmiştir. Darbeler basit bir emir komuta zincirin- de gerçekleşmez. İçeride emperyalist ülkelerin söylediklerini yapacak yetkili elemanlar yetiştirilerek gerçekleştirilmiştir. Yani temelleri yıllar öncesinden atılır. Biz bunu hep biraz göz ardı ediyoruz. Örneğin, Ameri- ka’nın 1944’ten 1960’a kadar ortaya koyduğu emeğe bir bakın. Bu konu ile ilgili darbecilerin anılarında çok ilginç şeyler vardır. Örneğin Dursun Yıldız, 1960 Darbesi'ndeki 38 kişiden birisidir. Darbeci Milli Birlik Ko- mitesi üyesidir. Babası hafızdır ve Trabzonludur. Hatıratına baktığınızda ise çok acı bir gerçekle yüz yüze gelirsiniz. Bu genç, subayken dil öğ- renmek amaçlı Amerika’ya gitmiştir. Ancak amacının bu kadar masum olmadığını kendi kitabının sonlarında “Biz Türkiye’den bir grup Türk subayla Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın propaganda mekte- binde okuduk.” diyerek itiraf etmiştir. Bunun sonuna oraya ait bir fotoğ- raf dahi iliştirmiştir. Peki, ne anlayacağız buradan? Amerika’ya askerî eğitim için gitmiş bir Türk subayı propaganda okulunda okuyor. 1960 Darbesi sırasında halka yazılan beyannameler, Menderes hükümeti ile ilgili açıklamaları bu gözle incelediğinizde alınan eğitimlerin etkisini çok rahat görebiliyorsunuz. Halkın iradesiyle öne çıkarılmış bir kişinin na- sıl ötekileştirildiğini belgeleriyle görürsünüz. Demek ki en yakın tarih- 19

le söylemek gerekirse Amerika 1960’a kadar 16 yıl emek harcamış ve ürün almış ki Dursun Yıldız’ın Amerika’ya gittiği yıllar 1947-1948’lerdir. Almanya yaklaşık 30 yıl emek harcıyor ve sonuç alıyor. 1918’de Alman subaylarının diğer işgalciler tarafından Türkiye dışına çıkarıldığını düşü- nürseniz yaklaşık 30 yıl. Başta General Von der Goltz’unmüthişçabaları vardır. Kesintisiz olarak 1883-1895 yılları arasında subay yetiştirir. 72 yaşlarındayken yetiştirdiği adamlar kendisini önce birinci ordunun son- ra da altıncı ordunun başına getirirler. Kendisi üzerinde böyle de bir hayranlık oluşmuştur. Birinci Dünya Harbi’nde Bağdat’ta ölür. Bizim insan tipimiz Selçuklu/Osmanlı tarihine baktığımızda alp insan ti- pidir. İnancı ve değerleri için ölümü göze alan, mücadeleci, civanmert insan tipidir. Bu insan tipinin kayboluşuyla Batı etkisine, emperyalist güçler etkisine açık; kendi değerlerine ve inançlarına karşı kullanışlı, edilgen bir insan tipi üretilmiştir. Bu üretimin ardından darbeler fur- yasını görürüz. Osmanlı’nın son devrinden itibaren görülmeye başlan- mıştır. İngiliz irtibatlı kendi devlet başkanını öldüren darbe kadrosuyla 1876 Darbesi buna en iyi örnektir diyebiliriz. Darbeleri salt siyasi güce ulaşma çabası olarak görmek bizi yanıltır. Bunu demokratik seçimlerle de elde etmek mümkünken askerî bir müdahale ile hükümetleri devirmenin altında başka bir şey aramalıyız. Çünkü or- tada ciddi bir şekilde kendi halkına, devletine, değerlerine düşman ola- rak yetiştirilen bir kesim vardır. Bu da değiştirilen insan tipimizle alakalı ciddi bir durumdur. Ne zaman ki biz alp insan tipini kaybettik, darbeler tarihiyle de tanışmış olduk diyebiliriz. Peki hocam, bu değişimin sebebi olarak neyi görüyorsunuz? Şöyle bir örnek üzerinden gidelim: 1902-1907 Paris Jön Türk kongreleri- ne yahut 1903 Boer Savaşı sonrası İstanbul’daki İngiliz lehtarı nümayişe bakın. Buralarda, kendi devletine yabancı devletlerin desteği ile müda- hale etmeyi savunabilen bir tip görürsünüz. Bunların içinde gazeteciler, subaylar, şairler ve aydınlar var. Oysaki böyle bir şeyi hangi namuslu ve vatansever insan yapabilir ki!? Bu insanlar bu hâle nasıl geldi? Örneği biraz daha açacak olursak 1902 yılında Boerler 3 yıllık bir savaş sonucu İngilizlere yenilirler. Bunlar Güney Afrika halkıdır ve bizimle hiçbir ala- kası yoktur. İngilizler o dönemde çok fazla kan dökerler. Çünkü oradan altın ve elmas alacaklardır. Bu tip emperyalist ülkelerde insan hayatının elde edeceği menfaat karşısında hiçbir önemi yoktur zaten. Ve bizimle hiçbir alakası olmayan bu İngiliz başarısını (!) İstanbul’da 28 aydınımız 20

kutlar. Çünkü eş zamanlı olarak Abdülhamit Han ile de mücadele eden İngilizlerin Boer’e karşı kazandığı bu başarı, Abdülhamit Han’a karşı da kazanılan bir başarı gibi görülüp mektuplar yazarak İngilizleri tebrik eder ve kutlarlar. Şimdi düşünelim; aklı başında namuslu, normal bir insanın insan soyunu kurutmaya yönelik eylemlerde bulunan emper- yalist uygulamalar karşısında böyle bir tavır sergilemesi beklenebilir mi? Tarihte birçok kanlı sahnenin mimarı Fransa, İngiltere, Amerika gibi emperyalist güçlere Türkiye’nin tavrı Tanzimat’tan sonra hep kutsayıcı oldu. Onlara daima özendi. Onları örnek medeniyetler olarak gördü ve bu uğurda kendi değerlerini bir an önce kurtulunması gereken şeyler olarak gördü. Böylece bağlarımızdan kurtulma düşüncesi emperyalist güçlere yamanma dürtüsünü de artırmış oldu. Bu şekilde bütünleşiş, kendisine dair ne varsa yabancılaşmış bu insan tipinin ilerleyen zaman- larda halkına olan ihanetleri ve darbelerini de kolaylaştırdı. İnsanı kendi ülkesine düşmanlaştıracak, emperyalist güçlere hayran- lık besletecek psikoloji nedir? Kendinizi aklen ve kalben kime ait hissedersiniz? Sizin kahramanınız kimdir? Mesela Selçuklu ve Osmanlı zamanlarında bizim kahramanları- mız peygamberler, sahabiler, Battal Gazi, Danişmend Gazi’dir. Hz. Ham- za figürümüz vardır bizim. Ona dair yazılmış yüzü aşkın Hamzanâmeler vardır mesela. Model kahramanlarımız inancına, vatanına, değerlerine böylesine bağlı yardımsever insanlarken Tanzimat Dönemi’nde yönü- müz Batı’ya çevrilmiştir. Örneğin Yahya Kemal, 1903’te Avrupa’ya gi- derken kendi devlet başkanı ile savaşmaya gidiyor. Yahut Ahmet Rıza, 21

Paris’e giderken kendi devletiyle savaşmaya gidiyor. İshak Sukuti, Ab- dullah Cevdet Avrupa’ya giderken kafalarındaki model yerli değil. Hatta Abdullah Cevdet bir İslam düşmanı olarak gidiyor. Çünkü onlar için ül- kelerini yüceltmenin tek yolu İslam’dan ve mevcut değerlerden kurtul- mak. Burada insanın kendi aidiyetlerini belirlemesinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Karakter inşasında bunu oturtamamış olan insan- lar gittikleri yerlerin uşağına dönüşmüşlerdir. Bununla ilgili size meşhur bir anekdot aktarayım: 1908’de 2. Meşrutiyet ilan ediliyor. İngiliz elçisi Sirkeci’ye geliyor. Onun geldiğini duyan Jön Türkler de Sirkeci’ye geliyorlar ve onun arabası- nın atlarını boşaltıp kendilerini koyuyorlar. Elçiliğe gelene kadar da at yerine kendilerini koşturuyorlar. 1908 olayında İngiltere Jön Türklere yardım ettiği için bir şükran olarak utanç verici bu sahneyi sergiliyor- lar. Peki, İngiltere niçin yardım etmiştir? Bu sorunun cevabını da filozof Rıza Tevfik’in -kendisi çok donanımlı bir insandır. Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. Ürdün’de yaşamaktadır. Bu sırada gerçekleştirdiği bir İngil- tere ziyaretinde yıllar önce teşekkür etmek için dışişlerine gittiklerini fakat kabul edilmediklerini hatırlayıp bunun sebebini soruyor.- hatırala- rından öğreniyoruz. Halifeliğin kaldırılması için yapılmış olan bu yardım amacına hizmet etmeyince sonrasında İngiltere için bir hoşnutsuzluk yaratmış. Rıza Tevfik bunun üzerine halifelikten ne istediklerini sorun- ca dışişleri bakanı şöyle cevap veriyor: “Bak dostum, biz Mısır’ı elde tutabilmek için her yıl asker ve altın harcarız. Oysaki sizin sultanınız ha- life sıfatıyla Hafız Osman Hattı yazısıyla bir Kur'an-ı Kerim bir de selamı şahane gönderir ve hudutsuz bir sevgi bağı ile halkı kendisine bağlar. İngiltere’nin Mısır ve çevresini rahat sömürebilmesi için önündeki en büyük engelin halifelik olduğu anlaşılıyor.” Halifelik müessesesine vura- cağı darbe için kendi gücü yerine bu ülkeyi geliştirmek söylemlerine sa- hip olan Jönleri kullandığını görüyoruz. Filozof Rıza Tevfik bu söylemleri duyunca gerçeklerin farkına varıp hatıratının sonunda “Allah’ım meğer kimlere hizmet etmişiz!” diye hayıflanıyor ancak tüm bunlar için artık çok geç olduğunu görüyoruz. Yakın tarihimize gelecek olursak bu minvalde 15 Temmuz Darbesi'nde öne çıkan cemaat nasıl kullanılmıştır? Buradaki cemaat oluşumunda sadece ibadetle meşgul, tekke yahut ca- miye kapanmış bir topluluk söz konusu değil. Burada dergileri, gazete- leri, okulları olan her fırsatta askeriyeye adam yerleştiren bir oluşum var. Halk nazarında okul gibi kurumlarının ciddi bir kabulü ve talebi var. 22

Bunun en büyük sebebi ise bizim eğitim kurumlarımızın tatmin edici bir hizmet sunamıyor olmasıdır. Milli eğitimin hedeflediği insan tipi hâlâ bizim istediğimiz o insan tipi değildir. İnanç, düşünce ve değer bağla- mında köşeleri olmayan bir dünya vatandaşı yetiştirme hedefindedir. Bir taraftan laik, bir taraftan Türk-Müslüman ama aynı zamanda Avru- palı; medeniyetin oluşması için gerekli olan o eksenden mahrum ne olduğu belli olmayan bir insan tipidir bu. Halk beklediği kaliteyi devlet- te bulamayınca çocuklarımız en azından alnı secdeye değen insanlarla beraber olsun dediler. Cemaat olarak adlandırdığımız bu zümre de var olan zaaf ve boşlukları değerlendirip ihtiyaca binaen bir hizmet sun- du. İbadet ehli, öğrenci ve ailesi ile yakından ilgilenen, halkla sürekli irtibat hâlinde olan bir zümre oluşturdu. Görünür kısımda yer alan bu zümre ile tepedeki ihanet ekibini karıştırmamak lazım. Diğer niyetleri bilen hiyerarşik tepe yönetim, ihanetin göbeğindedir. Tabandaki zümre ise alet pozisyonundadır. Onların parası alınır, hizmetleri kullanılır ama hiyerarşik düzen içinde yer almazlar. Onların itaatkârlığı kullanılır ve bu başından beri bahsettiğimiz alp insan türünün kaybıdır aslında. Konu- nun anlaşılması için size tersinden bir örnek vereyim. Klasik Yahudi tipi hileci, paragöz, sahtekâr ve korkaktır. Kurtuluşlarını asırlardır Mehdi’den beklerler. Selanik’te, Bağdat’ta onun gelişini göz- leyip Kudüs’te buluşmak üzere ahitleşirler. Siyonizm’in geleneği budur. 1896 yılında siyasi bir siyonizmin oluşması ile beraber bu insan tipi -benzetmemi yanlış anlamayın- bizim alp insan tipi dediğimiz özellik- lere evrilmeye başlar. Mücadele eden, örgütlenen, para ve emek har- 23

cayan bir hâle dönüşmüştür ve böylece 50 yıl içinde bir devlet kurmayı başarırlar. Bizim darbeler dönemine bakacak olursak kendisine aydın diyen okumuş-yazmış tabakanın sürekli dışarıdan bir güçle kurtulacağı- na inandığını görürüz. Bu kurtarıcı bazen Avrupa’dır, bazen Amerika’dır. Onlara göre iyi olan her şey onlardan çıkmaktadır. Üstünlük mutlak su- retle onlardadır. Bakıldığında aslında bu bir çeşit Yahudileşmedir. Oysa- ki alp insan türü genel çerçeve olarak; mümindir, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir, mücadeleci, Allah’tan başka kimseden korkmayan, cesur, çalışkan ve yardımseverdir. Bu tip o dönemin elit zümresi tarafından yobazlıkla yaftalanıp dışlanmıştır. Örneğin Tevfik Fikret, Çanakkale’de savaşan Mehmetçikle neredeyse dalga geçer. Abdullah Cevdet bura- da mücadele eden askerlerimizi kınar. Oysaki yaşanılan tüm tecrübeler bize, yücelmenin ancak alp insan tipiyle mümkün olduğunu göstermiş- tir. Aydınlarımızı kendi toplumlarına, kendi vatanlarına bu denli yaban- cılaştıran nedir? Bu biraz yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan tartışmasına ben- zer. Bunu tek bir dönemle açıklayamayız. Uzantılı bir meseledir. 1830 yıllarına baktığımızda sorunun ilk tiplerini görüyoruz Reşid Paşa üstün- de. Bu ekibin etkileri 1880’e kadar devam eder. Mason, İngiltere’ye bağlı, hatta onlara kendisine sahip çıkmasını aksi durumda Hıristiyan- ların haklarını koruyacak başka kimse bulamayacaklarını söyleyen biri- sidir. Bu insan defalarca devletin önemli makamlarına gelmiş birisidir. Emperyalist devletlerin başka ülkelerde maşa gibi kullanılacak adam bulundurma istekleri hep olmuştur. Bunlar milattan önce var oldukları gibi gelecekte de bitmeyeceklerdir. Burada önemli olan ise talepleri- ne karşılık veren bu potansiyeldeki insanların varlığıdır. Üzerinde dü- şünülmesi gereken asıl mesele budur. Çünkü darbeler tarihimizin en büyük mimarları bu tür emperyalist ülkelere elverişli zemini oluşturan insanlarımızdır. Şu anda da “Zulüm 1453’te başladı.” diyen Rum artığı zihniyetler var mesela. Nasıl bir içsel dönüşüm bu cümleyi kurduruyor acaba? Fatih Sultan Mehmet’in emaneti olan Ayasofya’yı nasıl bir iha- net müzeye çevirebilir? İşte bu zihniyetler, darbelerin oluşmasında el- verişli zemini oluşturan kesimdir. Biz insan tipimizi yerli, milli bir yapıda yetiştiremezsek dış mihraklar açısından daima böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağız. Tüm ülkelerde eğitimin amacı kendi ülkesinin kalkın- masında ve varlığını korumasında çalışacak insan yetiştirmektir. Bura- da yeniden eğitimimizle hedeflediğimiz insan tipini gözden geçirmekte fayda vardır. 24

Konu açılmışken sormakta fayda var. Gündemde Ayasofya meselesi var? Ne düşünüyorsunuz? Ayasofya’yı açmak, ziyarete kapama anlamına gelmez. Ömründe tarihî cami yüzü görmeyen insanların cehaleti kokuyor burada. Örneğin Sul- tan Ahmet Camii’nde Japonundan Çinlisine birçok ziyaretçi görürsünüz. Bir yandan ibadetler devam ederken diğer yandan ziyaretlerin sürdü- ğünü görürsünüz. Bununla birlikte Ayasofya’nın cami yapılması ülkede- ki Hıristiyan âlemine zarar vermek anlamına da gelmez. Ayasofya fethin sembolüdür ve bu tür dönüşümler eski bir usuldür. Diyelim ki Konya fethedilir. Alaaddin Tepesi'nde bir kilise vardır. Buraya bir mescit yapılır ve ilerleyen günlerde de cami yapılır. Bu tür fetihlerde merkezde büyük bir kilise camiye çevrilir ve vakıf eseri yapılır. Kalan kiliselere dokunul- maz. Bu sembolik bir durumdur. Ayrıca Ayasofya bugün varlığını devam ettirebiliyorsa bu zaten Osmanlı müdahaleleri iledir. Fatih’e saygı duyu- yorsak eğer onun yeniden aslına, vakıf eser konumuna döndürülmesi şarttır. Bizans’a saygı duyuyorsak da kiliseye çevrilmesi lazımdır. Burası bir mabeddir. Ya kilise olacaktır ya da cami. İkisinde de ziyarete açık olacaktır. Yunanlıların görüşü oranın kilise olması yönündedir. Yunan’a saygı duyanın, Rum’a saygı duyanın orayı kilise yapması lazım, kendi köküne, tarihine saygı duyanın da orayı camiye çevirmesi lazımdır. Hocam son olarak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Yerli insan tipimizi üretmek zorundayız. Bu mili eğitimin değil hepimi- zin üzerinde bir sorumluluktur. Bunu gerçekleştiremezsek darbelerle çalkalanmaya ve birbirimize düşmeye devam ederiz. Gençlerimiz ken- dilerini yerli insan tipine, alp insan tipine uygun yetiştirmeye özen gös- termeliler. 25

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] TROIS COULEURS: MAVI, BEYAZ, KIRMIZI YA DA ÖZGÜRLÜK, EŞITLIK, KARDEŞLIK Bu ay köşemizde yine filmlerini, dizilerini izlerken başımızın ağrıdığı bir yönetmenin, Krzysztof Kieslowski’nin üçlemesini inceleyeceğiz. 1996 yılında Kırmızı filmini tamamladıktan sonra kaybettiğimiz yönetmen, önceleri Polonya’da sinema okulunda sinema eğitimini alıyor. 60’lı yıl- ların sonunda televizyon filmleri ve belgeseller çekerek kariyerine baş- layan Kieslowski, 1976 yılında The Scar filmi ile kariyerine yenilik geti- rerek ilk uzun metraj filmini çekti. 1979 yılında çektiği Camera Buff filmi ile hem kendi ülkesinde hem de dünya çapında büyük başarı yakaladı. Bugün bu kadar ünlü olmasının sebebi ise ölmeden birkaç yıl evvel çek- tiği üçlemesidir. Üçlemenin ilk filmi Mavi ile Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan dâhil 7 ödül kazanarak rekor kıran yönetmen, ikinci film Be- yaz ile Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü aldı. Son filmi Kırmızı ise ona Oscar ödüllerinde en iyi yönetmen ve en iyi senaryo adaylıkları getirdi. Fransız İhtilali ve Liberté, Egalité, Fraternité 1789 devrimi, binlerce insanın hayatını etkileyen ve Avrupa’nın politi- kasını tamamen değiştiren bir süreç hâline geldi. Genellikle yoksul ke- 26

simin isyanı olarak tanımlanan devrimi, aslında ticaretle zenginleşen burjuvazi meydana getirmişti. Fransız Devrimi, yıllar boyunca etkisini sürdürdü. Terör dönemi olarak bilinen ve binlerce insanın öldürüldüğü yıllarda, yönetimde burjuva kö- kenli bir sınıf olan Jacobenler vardı. Dünya tarihindeki dönüm nokta- larından biri olan Fransız Devrimi, aslında yıllar öncesine ve sonrasına dayanan bir süreçti ve fakat Bastille Baskını ile 1789’da zirveye ulaştı. O yıllarda halk, eşit haklara sahip olmayan tamamen farklı sınıflardan olu- şuyordu. Rahipler ve soylular geniş haklara sahipti ancak tüm ticareti yöneten burjuva sınıfı bu ayrıcalıklardan yararlanamıyordu. Ne burjuva ne de soylu sınıfa dâhil olan işçiler ise korkunç şartlarda yaşıyordu. Ticaretin gelişmesiyle zenginleşen burjuva sınıfı, iktidarı ele geçirmek istedi ancak monarşi sistemi ve aristokratlar nedeniyle istedikleri ko- numa ulaşamadılar. Bu aslında mutlakiyet rejiminin ve yeni doğan bur- juvazinin güç çatışmasıydı. Devrime giden sürecin başlangıcı Rönesans ve Reform hareketlerine kadar uzanıyordu. Aydınlanma çağı filozofları- nın düşünceleri ise ihtilalin “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” denilen ana kavramlarını şekillendirmişti. Fransa'da huzursuzluk çizgiye ulaşmış ve ekonomi çöküş noktasına gelmişti. Ancak, krallar ve soylular bundan etkilenmemiş ve normal yaşamlarına devam etmişlerdi. Burjuvazi, bu krizi bir fırsata dönüştürecek ve işçi sınıfını ve yoksulları alarak lider rol oynadığı yeni bir yönetim yaratacaktı. 1789 yılında, kargaşanın da artmasıyla, Fransa Kralı Louis, uzun yıllardır yapılmayan genel kurulun toplanmasını istedi. Genel kurul asalet, din adamları ve halktan seçilen üç odadan oluşuyordu. Paris’in sarsıldığı ve ciddi bir ekonomik çöküşün yaşandığı bu dönemde kralın amacı vergiyi artırmaktı ancak genel kurul reform istiyordu. Asalet ve din adamla- rının imtiyazlarında herhangi bir kısıtlama olmamakla birlikte, halkın ekonomik sorunlarına çözüm bulunmamaktaydı ve parlamentoda bü- yük bir karışıklık vardı. Sonunda, üçüncü grup kendisini ulusun tek tem- silcisi ilan etti ve halk meclisi adını aldı. Bu grupta burjuva, zanaatkârlar, köylüler ve işçiler vardı. Kaos gittikçe artıyor, üçüncü grup krallığa yeni bir anayasa kabul ettir- meden vazgeçmeyeceğini söylüyordu. Ancak, 16. Louis’nin 200 bin as- keri göndererek halk meclisinin önemli isimlerini öldürmesiyle Paris’te kanlı günler başladı. Bundan sonra halk mutlakiyet rejiminin simgesi hâline gelmiş Bastille Hapishanesi’ni bastı. 14 Temmuz 1789’daki Bas- 27

tille Baskını, Fransız Devrimi’nin başlangıcının bir sembolü olarak tarihe geçti. Halkın hapishanenin taşlarını tek tek söktüğü bu baskın sırasın- da halk meclisinin başkanının elinde bulunan üç renkli kokart bugünkü Fransız bayrağını oluşturacaktı: liberté, égalité, fraternité. Bu büyük ayaklanmanın ardından kral askerlerini geri çektiğini duyurdu ve 1791 yılında bir kurucu meclis toplayarak İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirge- si’ni ilan etti. Üç Renk Üçlemesi: Mavi, Beyaz, Kırmızı Genel görüşe göre Kieslowski’nin bu üçlemesi, Fransa’nın bayrağında- ki renklerin anlamlarından yola çıkılarak Avrupa insanına ve özellikle Fransa halkına ayna tutmaktadır. Mavi özgürlüğü, beyaz eşitliği, kırmızı ise kardeşliği simgeler Fransa bayrağında. “Avrupa Birliği’nin temelle- rinin atılmasıyla yönetmenlere yeni bir malzeme konusunun çıkması üzerine Kieslowski de Birlik üzerindeki iki halktan yola çıkarak bu kav- ramları ele almıştır.” Trajik bir trafik kazasında dünyaca ünlü bir besteci olan kocasını ve kı- zını kaybeden Julie’nin hikâyesinin anlatıldığı Mavi, üçlemenin birinci filmi. Bu kazadan sonra intihar girişimlerinde bulunarak hayatına son vermek isteyen Julie, bunu başaramaz ve kocasından kalan bütün mal varlığını satar. Kendi yağında kavrulmak isteyen Julie, yeni bir yaşam tarzına geçmiş olsa bile geride yaşadıkları onun peşini bırakmamıştır. Kendini dış dünyaya kapatıp yalnızca iç benliğine yöneldikçe aslında iş- lerin tahmin ettiği gibi şekillenmediğini gören Julie, mesaj niteliğinde yaşadığı birtakım olaylardan sonra asıl özgürlüğün bu şekilde elde edi- lemeyeceğini anlar ve kocasının yarım kalmış bestelerini tamamlama- ya karar verir. Kısaca Mavi, yasla baş etmeye çalışan ve tüm duygusal bağlarından kopup yaratıcılık yolunda özgürleşmeye çalışan bir kadını merkeze alır. Üçlemenin eşitlik temasına vurgu yapan ikinci filmi Beyaz, yurt dışında çalışan Polonyalı bir erkeğin, Fransız bir kadınla olan sorunlu evliliğine odaklanır ve buradan hareketle Polonya ve Avrupa’nın farklılıklarına dair fikir yürütür. “Eşitlik, altta kalanın intikam alma çabasını diri tutan bir ütopya olarak görülüyor. Cebindeki iki frank dışında her şeyini kay- bedip ülkesine döndüğünde ise fark ediyor ki 90’ların başındaki yeni kapitalist Polonya, geçmişte bıraktığı gibi değildir. Artık bireylerin bir anda yeni servetlere ulaşabileceği, dinin yerini kapitalizmin aldığı, ko- münist rejimden kalanların değer görmediği bu yeni dünya düzeninde 28

eşitlik, belki de en az ihtiyaç duyulan kavrama dönüşmüş durumda.” Serinin son filminde genç bir öğrenci olan Valentine, kıskanç ve güven- siz sevgilisinden uzakta Paris’te yaşamaktadır. Bir gün arabasıyla evine dönerken Rita adında bir köpeğe çarpar. Köpeği iyileştirdikten sonra onu sahibine, yani emekli, komşularının telefonunu dinleyen, sorunlu bir tip olan yargıca götürür. Bu filmde de Kieslowski birbirinden yaşça ve karakter olarak oldukça farklı olan iki karakterin arkadaşlığını anlatır. Ayrıca Kırmızı’nın finalinde, üçlemenin diğer karakterlerinin de görül- mesiyle kardeşlik teması genişler. 29

Son olarak şunu da belirtmem gerekir ki filmlerde gördüğümüz politik, ekonomik ve ideolojik alt metinler Avrupa toplumlarının bir araya gel- melerinin sonuçlarını dışa vurur. Bu üçleme ile Kieslowski, Avrupa’nın mevcut durumunun bütünlüklü panoramasını ortaya koyar. Kırmızı’nın tamamlanmasının ardından Kieslowski’nin hayatını kaybetmesiyle üç- leme, yönetmenin Avrupa ve Avrupa sinemasına dair vasiyetine dönü- şür. Bu sayımızda Polonyalı yönetmen Kieslowski’nin filmografisinde önem- li bir yere sahip olan Üç Renk üçlemesini, alt gerekçesi olan Fransız İh- tilali ile birlikte ele almaya çalıştık. Bu vesile ile yönetmenin Musevi inancındaki ilk 10 Emir’e atıfla çektiği Dekalog dizisini ve birbirinden hiç haberleri olmadığı hâlde birbirlerinin hayatlarını etkileyen iki ka- rakterin hikâyesini anlattığı Veronique’in İkili Yaşamı filmini de tavsiye ederek yazımızı bitirebiliriz. İyi seyirler. 30

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] YIKILMADIM DA YAN YATTIM “Bir yapı gerecinin dayanabileceği en yüksek gerilim, malzemenin çeşit- li dış etkenlere karşı özelliklerini koruyabilmesi.” Mukavemetin tanımı. “İnsan, kendine uygun olmayan bütün doğa koşullarında hayatta kal- mıştır.” Teoman Duralı. Mukavemetin insan soyu için bilinmeden yapıl- mış en iyi tarifi. “Şuurlu, realist ve uyanık bir mukavemete ne çok ihtiyaç vardı.” Semiha Ayverdi. Mukavemetin işe yarar olanı, ayakları yere basanı. İki isim de birkaç övgüyle geçiştiremeyeceğim kadar kendilerine büyük saygı duyduğum insanlar. Bu yüzden onları, özel birer başlık açmak sö- züyle sonraki bir zamana bırakacağım. Bugünse cümlelerinin açtığı yol- la başka iki kişiyi başrol yapacağım. Üç cümle, üç paylık merdiven. Sırasıyla çıkalım ve neye karşı nasıl da- yandığımızı, en önemlisi neden bunu bırakamadığımızı, direnmeye de- vam ettiğimizi soralım soruşturalım. Bir sonuca varılır mı? Belki vara- mayacağımızı öğretir. Daha iyi sonuç olur mu? “Dış etkenlere rağmen özelliklerini koruyabilme” Yaklaşık bir aydır be- yaz şeker yememe kararımda sebat gösteriyorum ama muz, hurma, bal gibi bulduğum her türlü doğal şekerle alıştığım tatları oluşturmaya çalı- şıyorum. Değişmemek için değiştiriyorum, alternatif üretiyorum. İnsan soyunun en illet fıtratı: pozisyonunu korumak. Daima sınırlarını aşma- sının; havada, karada, suda yaşamanın bir hilesini bulmasının sebebi de içten gelen, durdurulamaz kalma isteği. Yaşamak inadı. Mukavemet, 31

ikamet, mukim olmak, kuvvet. Kökler nerede birleşiyor? Kalıcı olmak ve kuvvet sahibi olmak doğru orantılı. O zaman mamutlar güç, insanlarsa kuvvet sahibi. Bu yüzden daha uzun süredir dünyadayız. Bize rağmen. (Bu sloganik cümleye ani geçişte, yirminci yüzyıl problemlerine karşı toy bir heyecanın kokusu var. Şimdi sahne insanoğlunun sebep olduğu felaketlerde ve küresel ısınmanın kutup ayılarına verdiği zararda mı? Yapma.) Öyle değil. Daha doğru ve daha yeni cümle şu. Bizdeki bilme iştahına ve dünyadaki bu ser verip sır vermeme -deyim yerinde- ah- lakına rağmen; tüm kritik nedenlerin bilgiye değil, inançlar silsilesine dayandığı bu hayatta, her şeye \"Neden?\" diye soran bir akla rağmen uzun süredir dünyadayız. Hazır daha anlamlı hâle gelmişken tekrarla- yalım. Bize rağmen. Mukavemet. Konu insansa inat edip kalmak, kırılıp tükenmemek. Ve rağmen yıkılmamak. Varılmayacağını Bilerek Yürümek İçine doğduğumuz ama bilmediğimiz ne varsa gözümüze batmaya baş- ladıysa son basamağımızı çıkalım. Biz, neyle direniyoruz? Elimizde ne var da yaşamaktan memnun bile kalıyoruz? Kitabımız cevap versin: –Yazmaktan usanmadın mı hâlâ? Yaptığınız; koskocaman, tepeleme meyve ve sebzenin yığılı olduğu pazarda bir adamın gelip bir patates satmaya kalkışması gibi delilik, zırdelilik. Edebiyatmış, sanatmış? Hepsi lakırdı bunların... Yahu sanat, bugünkü günde, bir biftek gibi, içilen bir litre şarap gibi bir mal olabilir ancak. Hangi sanatla uğraşıyor insanlar? Sen istediğin kadar pek zekice, hatta dahice romanlar yaz, “yeye” şar- kılarının en sonuncusu kazandığı zaferlerin ağırlığı ile ezip geçecektir seni. Halk maddi olana gider doğruca, kendisine analık zevki verene, elle tutulabilene, hemen ulaşılana gider. Bir de kendisini yormayacak olanı ister. Ve beynini çalıştırmayacak olandan hoşlanır... Bu saçma, çıl- gın ve yararsız… –Evet, bu saçma, çılgın, anlaşılmaz ve yararsız şeyler yine de insanoğlu- nun her zaman son sınırı, gerçek onur sancağı olacak… Sözünü ettiğin bu budalalıklar yine de bizi hayvandan en çok ayırt eden şey olacak. (Güç ve kuvvet ayrımı) …Atom bombasından, sputniklerden, uzay ışın- larından daha da çok önemi var. Bu budalalıklar ortadan kalktığı gün, insanoğulları, mağara çağındaki gibi çıplak ve yoksul zavallı solucanlar hâline gelecek. Bir karınca yuvası veya kunduzların yaptığı su bendi ile modern tekniğin olağanüstü buluşları arasındaki ayrım, küçücük bir ay- rımdır. 32

Dino Buzzati. Tanrı’yı Gören Köpek. Yazmak ve okumak, çizmek ve görmek, bestelemek ve dinlemek. İnsanın sızısını eser miktarda din- diren güzel illüzyonlar. Anlık bulduğunu, bildiğini, anladığını zannetme nöbetleri. Aklın hazda zirveyi gördüğü bu nöbetler hatırına tüm varlı- ğımızla dayanıyoruz. Hatta bulmacanın çözülmez olması, puzzle’ın her şeyinin tam olup sahibinin ortada olmaması ve bizim de bu resmin tam ortalarında önemli bir parçayı oluşturmamız, ona karşı konulmaz bir cazibe katıyor. Memnun oluyoruz yaşamaktan. Direncimizin nedeni de Buzzati’nin ayak izleri de buralarda bir yerde. Diğerlerini geriye bırakıp kitaba bu öyküyle başlaması boşuna değil. Ulaştığı son noktayı ilk say- fadan tepemize geçiriyor ki olayın ciddiyetini anlayalım. “Yazmanın bir çeşit ayak direme olduğunu, bilmemenin ıstırabını nasıl evirip zevk ala- cağımı keşfettim.” diyor. “Her şeyi bilinçli yaptım.” Şuurlu mukavemet. Semiha Hanım ve Dino Buzzati bu ortak noktaya hangi fasılda geldiler? “Görmeye mahkumuz ama göremiyoruz.” diyen Mahmut Derviş onlara kaçıncı dakikada eşlik etti? “Bu rüyayı biliyorum ve biliyorum bilmediğime gittiğimi. Belki de yaşıyorum hâlâ bir yerlerde ve biliyorum ne istediğimi. Bir gün ne istersem o olacağım.” 33

Mahmut Derviş. Mural. Bütün duvar yazıları aklın bu sınırındayken mi yazılır, şuurun son noktasında? Derviş’in şiirlerini okudukça içinizi üç soru kemirmeye başlar fakat bu öyle usul olur ki ancak son sayfayı kapattığınızda yangınınızı fark edersiniz. Sonra, ilk defa siz bulmuşçası- na ve ilk defa siz yanmışçasına hissederek yılmadan sorar durursunuz: Ben neden? Dünya neden? Ölmek neden? Tekrarla. Ben neden? Dünya neden? Ölmek neden? Buzzati ve Teoman Beyler, Sayın Derviş ve Semiha Hanımım henüz ma- sanın başındalar (bu tamlama ters çevrilse daha anlamlı olur). Aşları sıcak. Ayılma çorbası. Fasıl bitmeden bekliyorlarmış, hatırları kalırmış. Sen ünle, niyeti olan gelir dediler: “Çözmeliyim bu bilmeceyi Enkidu Senin yerine taşıyacağım ömrünü kuvvetim ve iradem yettiğince. Ben kimim tek başına? Hiçliktir etrafımdaki oluş baştan başa. Fakat çıplak gölgene yaslanacağım hurma ağacında. Öyleyse gölgen nerede? Gölgen nerede dalların kırıldıktan sonra? Uçurumdur insanın zirvesi…” 34

ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM [email protected] Yalın ayak toprakta yürüyorum. Ayaklarıma taşlar ve otlar batmaya başlayınca, kaldırıma çıkıyorum. Terliklerim az ötede. Bu sırada gözüm gökyüzüne kayıyor, mavinin sonsuzluğuna dalmış yürürken bir çıtırtı duyuyorum. Sağ ayağımın altından!.. Ayağımı kaldırıp bakınca korktu- ğum şeyin başıma geldiğini görüyorum. Çığlıklar içinde çeşmeye koşup ayağımı suya tutuyorum, elimi sürmeden. Zira böceğe dokunamam. Bedenime temas eden ezik bir böceğe hiç! O çıtırtı anını her hatırlayışımla, içim sanki büzüş büzüş oluyor. Terlik- lerimi giyip salıncağa oturuyor ve sakinleşmeye çalışıyorum. Annem ya da babam yanımda olsa küçücük bir böcekten korkmama anlam ve- remediklerini söyleyip alaylı bir gülüş atarlardı. Biliyorum tabii, “küçü- cük”. Küçücük böcek... Küçücük bir can… Bir ayak, üzerinden geçiyor ve onu öldürüyor. Tıpkı bir kuşun, bir kedinin onu yakalamasıyla ölmesi, Bir hanımelinin, koklanmak üzere koparılıp birkaç gün içinde solup git- mesi Ve aslında, bir insanın ölmesi gibi... 35

Küçücük böcek, Seni, kuşu, hanımelini, insanı öldüren şey aynı değil mi? “Can’ın yokluğu.” Sendeki ve bendeki, “can” dediğimiz aynı şeyse madem, onun kaybına verdiğim tepki aynı olmalı değil miydi? Şimdi bu farkındalıkla, öldüğüne bir hayli üzüldüm. Ezilip suya karışma- mış olsaydın, bir kağıdın ucuyla da olsa seni alır, mezarına gömerdim. Ama nihayetinde böcekler gömülmez, hanımellerine mezar taşı yapıl- maz. Bir kuşun arkasından Yasinler okunmaz. O zaman biz de bir masal yazalım sana. “Bir varmış bir yokmuş...” Bir vardın bir yok mu oldun sen de şimdi, şu an? An? Seni, bir “an” yok etti demek... Nedir an ve zaman, küçücük böcek? Biraz düşününce: Ölümlerin, içine sığabildiği bir şeymiş demek ki, “an”. Üzüntüler, sevinçler hep an’da olup bitiyor; hayaller, rüyalar an’ın için- de. Unuttuğum anlar, unutamadığım anlar var mesela. Bir gün gibi sü- ren saatler, birkaç dakika gibi süren günler var. Onca yılın hatırası; onca yılda değil, birkaç saatte anlatılır ancak. Bazen yok gibi hissettiğim, ama bir de yaşadığımı sonuna kadar hissettiğim anlar, zamanlar var. Neyse geçelim bunları... Aramızda kalsın ama sana bir cenaze töreni yapacağım zihnimde. Ve hayalî mezar taşında şöyle yazacak: Küçücük Böcek ?-2020 Hepsinin adı zaman, hepsinin adı can. Ne ola ki birbirinden farklı kılan? Can çıktığı an, sen oluyor can Neye bakıyorsan, ne hissediyorsan o oluyor zaman. Can, sensin. Zaman, senden ibaret. Ruhuna Fatiha 36

ÖYKÜ Hüdanur YILDIRIM [email protected] GÖZYAŞI TEK RENKTİR Etraftan mis gibi çiçek kokuları yükselirken küçük kız kıvrıldığı yerden gökyüzünü seyretmeye devam etti. Okuldan her çıktığında koşarak bu tarlaya gelir, çiçeklerin içine uzanır ve saatlerce gökyüzünü seyreder- di.Küçük elleri hemen yanı başındaki çimlerde, yoncalarda gezinmeye başladı. Başının çevresinden başlayıp ellerinin yettiği yere kadar uzattı ellerini. Gözlerini kapatıp rastgele bir ot parçası kopardı, gözlerini aç- madan yukarı doğru kaldırdı avuçlarındaki otu. Yaşlı gözleri aralandı- ğında kopardığı şeyin dört yapraklı bir yonca olduğunu gördü. Annesi olsa bu dört yapraklı yoncayı görünce kahkahalar atarak sevinirdi. Ama küçük kız sinirle fırlattı avuçlarındaki yoncayı. Şansmış! Şans ne zaman kendinden yana olmuştu ki? Bu gerçekle daha çok ağlamaya başladı. Sonra annesinin sözleri geldi aklına. Annesi bir sabah saçlarını tararken aynadan gözlerinin içine bakarak demişti ki: “Unutma benim küçük İsa- bella'm. Eğer bir şey için gözyaşı dökecek olursan, bu mutlaka senin o değerli gözyaşlarını akıtmaya değecek kadar önemli bir şey olsun.” Sabahtan beri ne için ağladığını düşünmeye başladı. Okuldaki çocukla- rın kendisiyle alay etmesineartık alışmış olması lazımdı. Neden her se- ferinde bir kenara çekilip ağlamayı seçtiğini kendisi bile anlayamıyordu artık. Hoş, ne yapacaktı ki başka? Etrafında annesinden başka onu se- ven tek kişi bile yoktu. Bir arkadaşı dahi olsa ona yeterdi oysa. Dert edi- neceği ufacık bir şey bile olmazdı belki de o zaman. Bu düşüncelerle kaç zaman oyalandığını ancak soğuyan rüzgarla, kırmızıya çalan gökyüzüyle fark edebildi. Kim bilir annesi nasıl da merak etmişti onu. Hızla ayakla- nıp üstünü silkelerken uzaktan annesinin koşarak ona doğru geldiğini gördü. Annesinin gözleri de tıpkı kendi gözleri gibi yaşlıydı. Kendisini çekip sımsıkı sarılan annesine hıçkırıklarla karşılık verdi. O sırada an- nesinin ettiği türlü teselli sözleri kulağına gelmiyordu bile, ama yine de annesinin sesi onu huzura kavuşturmaya yetmişti. Sonrasında ne anne- 37

38

si bir şey sordu ne de kendisi bir şey söyledi. Çünkü her ikisi de kendisi- ni bu denli üzen şeyi biliyordu. Yavaş adımlarla evlerine doğru giderler- ken yol kenarından bir ağlama sesi duyup hızla oraya yöneldiler. Etrafta birçok insan birikmişti. Küçük bir kızın ailesini kaybettiğini fısıldıyordu insanlar. Kendisi boş bir tarlada hıçkırıklarla ağlarken bu kadar insanın toplanmasını geçin, bir kişinin bile yanına gelmediğini anımsadı kız. Bu farkındalıkla annesinin kolunu çekiştirdi, bir an önce buradan gitmek is- tiyordu artık. Ama annesi onu da peşinden sürükleyerek insanları geçip ağlayan kıza ulaşmıştı. Ağlayan kızı görünce, annesinin ellerini daha sıkı tutmaya başladı. Şimdi karşısında hıçkırıklara boğulan bu kız, kendisiyle alay eden, ona türlü eziyetler eden kızdan başkası değildi. Annesi de onu pekâlâ tanımasına rağmen yine de oradan ayrılmayıp kızın yanı- na gidince daha çok kahroldu.Annesi bile onu anlamayacaksa, ne öne- mi vardı ki bunca şeyin? Hüzünle dolan gözlerini saklamaya çalışırken annesinin o kıza nasıl da sarıldığını gördü. Annesinin kollarındaki kızın ağlaması dinmiş, şimdi olanca mahcupluğuyla kendisine bakıyordu. O mahcupluk her şeyi olmamış sayabilir miydi? Her gün onların dalga geçmesi yüzünden eve koşup ellerini yüzünü saatlerce yıkamasını unu- tabilir miydi, hem de siyah derisi beyazlaşsın diye. İnsanların sanki bir mikrop taşıyormuşçasına yanına yaklaşmamasını unutabilir miydi? Kaç geceler kabuslarla uyanmaları peki? Annesinin şefkatli gözleriyle buluştu gözleri. O, kendisinden çok daha fazla eziyet çekmişti. Şimdiyse kendisine kötülük yapan birisine, sırf ih- tiyacı var diye el uzatmıştı. Onun kadar merhamet dolu olmayı istedi bir an. Annesi uzun uzun etraftaki insanları izledi. Sonra dolugözleriyle kü- çük kızına çevirdi bakışlarını. İnsanların kimilerinde tiksinti kimilerinde merak dolu bakışlar vardı. Güçlükle konuşabildi. “Haydi gel İsabella’m, arkadaşına sarıl ki senin ne kadar büyük bir kalbin olduğunu herkes görsün. Bak üçümüz de aynı hislerle nasıl gözyaşı döküyoruz, görüyor musun benim küçük kızım? “ Küçük kız yerde oturan annesi ve o kızın yanına ilerledi. Arkadaşına sarılmadan önce, oradaki insanları saatlerce düşündürecek kelimeleri fısıldadı: “Tenlerimiz farklı olsa da her çocuğun gözyaşları aynı renk...” 39

KAMUS Ayşe ACAR [email protected] ŞİFA BULMAK MI, BİLMEK Mİ? İnsanın hem iç hem de dış âlemine hitap eden kelimeler, sayıları az olsa da, vardır. Mesela bir insanın şifa bulmasından bahsederken bedenen veya ruhen iyileşmesini kastediyor olabiliriz. Peki, şifa bulmak derken neyi kast ediyoruz? Şifa kelimesi, “ucu, kenarı” anlamındaki kelimeden türetilmiş ve temelde “selametin, esenliğin ucuna veya kenarına gel- mek” anlamını taşımış. Buradan hareketle bir kimsenin hastalığından kurtulması demek, uzağında olduğu esenliğin ve selametin kıyısına gel- mesi demektir, diyebiliriz. Gelmek, öyle kendiliğinden olmaz ya! Bir vasıta vardır muhakkak. Bu- günlerde özellikle kahraman olarak andığımız doktorlar mesela. Peki, iç âlemimizin, kalplerimizin de bir tabibi var mıdır? Varsa kimdir? Aslında beni bu kelimenin peşine takan da bu soru oldu. Nasıl oldu an- latayım: Osmanlıdan günümüze ulaşmayı başarmış nadir âdetlerimiz- den birisinin de özellikle salgın hastalık, savaş gibi afet zamanlarında Buhârî veya Şifâ-i Şerîf okumak olduğunu öğrendim. Normal zaman- larda da özel bir öneme haizmiş Şifâ-i Şerîf büyüklerimizin gözünde. Bu kitap herhangi bir ilacın tarifini vermediği hâlde neden Şifa olmuş ismi diye sorguladım ve işte şimdi buradayım. Tüm bunlardan sonra sorumuza cevap verelim o zaman: Evet, kalplerin de bir tabibi vardır ve kalbi, uzağında olduğu selametin kıyısına getiren şeydir o. Bahsi geçen kitap bir ilaç tarif etmediği hâlde ismi “Şifa” olu- yor bu yüzden. Ve ben yeniden su kasidesini hatırlıyorum: Zikr-i natün virdünü derman bilir ehli hata (Fuzuli) 40

41

“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] 42

Bir fotoğrafçı bilir ki zamanı yoktur fotoğraf çekmenin. Nöbette bekle- yen asker gibi her an tetikte olmalıdır. Çünkü doğru fotoğrafın ne zaman çekileceği pek belli olmaz. Bir gülümsemeyi, bir bakışmayı ya da günba- tımını ancak bu şekilde yakalayabilir. Ufkun kızıllığından iştahlanıp yol kenarında durdurdum arabayı ve bir anı kalsın istedim Mağrib'in batı sahillerinden. Güneş o kadar hızlı kay- boluyordu ki vizörden baktığımda o anın heyecanıyla yanlış bir yere durduğumu farkettim. Manzaramı bozduğunu düşündüğüm bir ağabey vardı. Neyse dedim ve elde olanla yetinmeyi bildim. Zaten hemen sonra güneş batmıştı ve bir daha güneş belki aynı kızıllıkta batmayacaktı ya da battığında ben orada olmayacaktım. Daha sonra incelediğimde farket- tim ki fotoğrafı güzel kılan detay bu ağabeyin özgün duruşu olmuş. 43

Dikkat! Dergimiz “PAYDOS” ağustos ayında kendisine kısa bir paydos verdi. Eylül ayında görüşmek üzere... Paydos Dergi @paydosdergi [email protected]


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook