Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 35_Paydos_Ekim'20

35_Paydos_Ekim'20

Published by bimesele TV, 2022-07-05 21:29:48

Description: 35_Paydos_Ekim'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Ekim'20 - Sayı 35 tarih düşünce dosya *hindistan’ın müslüman avı *iğneyi, çuvaldızı kime batırmalı deneme kamus *içdöküm *kendini elekten geçiren insan kitaplık izimizm *seksekte ilk kural *eskatoloji -Ayşe ACAR -Bahar EŞREFOĞLU -Beyza YILDIZ -Enes SÜSLÜ -Esma ŞAFAK -Fikriye Bilge BİRCAN -Hikmet Can DAMAR -Muhammed Furkan DOĞAN -Muzaffer FIRAT -Reyhan ATABEY -Taha SULAR -Şeküre KÜÇÜKGÜL -Zeynep Sultan SINIRLI



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İllistritör Muzaffer FIRAT Ayşe Rümeysa Özden İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Şeküre KÜÇÜKGÜL 04 DOSYA Fikriye Bilge BİRCAN 07 NOT Enes SÜSLÜ 08 HINDISTAN’IN MÜSLÜMAN AVI Bahar EŞREFOĞLU 14 SEKSEKTE İLK KURAL Esma ŞAFAK 18 DOSYA Reyhan ATABEY 20 REVAN Zeyenep Sultan SINIRLI 22 MIKRO ÂLEMDEN MAKRO ÂLEME Ayşe Rümeysa ÖZDEN 29 İÇDÖKÜM Beyza YILDIZ 32 ESKATOLOJİ Hikmet Can DAMAR 36 KARANLIK ODA Taha SULAR 38 KENDINI ELEKTEN GEÇIREN İNSAN Ayşe ACAR 40 \"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] Merhaba Kıymetli Paydos Okurları, “Çok hızlı giderseniz içinizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığınızın bir parçası kılacak kadar vaktiniz olmaz.” İnsanın koşarak yaşadığı şu düzende kendisine dönüp ne yapıyorum, nasıl gidiyor sorularını sormaya, istişare etmeye vaktinin de tahammülünün de olmadığını görüyoruz. Böylece düşünce ve fikirleri iç dünyasında sıkışıp kalıyor. Eleştiri kabul etmek şöyle dursun daima kendisini onaylayıp sırtını sıvaz- layacak insanlarla bir arada bulunduğundan gelişimine olanak sağlayabilecek tüm kapıları kapatmış oluyor. “Eleştiri farklı öznelerin akılları arasındaki yüzleş- medir.” Bu tür yüzleşmeler için elbette karşılıklı ahlaki ilkeler şarttır. Eleştiren kişinin buna yetkin olması, yapıcı ve samimi olması, özgür bir akla ve vicdana sahip olması bunlardan bazılarıdır. Niteliği sağlanabilmiş bu tür eleştiriler birçok aydınlanmaya, tıkanıklıkları açmaya vesile olur. Öz eleştiri ise aslında kibrin önüne çekilen bir set görevi yapar. Kibir, insanın ayağına kendi kendine taktığı çelme gibidir. Düşürür, yaralar, yoldan alıkoyar. İnsan var oluş bakımından nisyan ile maluldür. Bu yüzden öz eleştiriye muhtaçtır. Kendi davranış, fikir, hâl ve hareketlerinin üzerinde düşünebilen, hatalarını kabul edip gereği için harekete geçen kimse, hayat yolunda her şeye rağmen ilerlemeye devam eder. Biz de 35. sayımızı tamamladığımız bu dosyada kendimize ne yapıyo- ruz sorusunu sorduk. Öz eleştirilerimizi yaptık. Gündemimize de “Eleş- tiri/Öz Eleştiri” meselesini aldık. Sizlere de aynı soruyu sordurabilirsek bunu bir mutluluk sebebi sayacağız. Keyifli okumalar diliyorum. 3

DOSYA Fikriye Bilge BİRCAN [email protected] İĞNEYİ, ÇUVALDIZI KİME BATIRMALI? Eleştiri deyince aklına iğne gelen sanırım tek ben değilimdir. Aslında bunun bir dayanağı var. Eleştiri kelimesi Tanzimat Dönemi’nde tenkid yerine kullanılmak için türetilmiş. Günümüzde hâlâ kullanılan tenkid kelimesi ise “iğnelemek, gagalamak, sivri birşeyle dokunmak” anla- mındaki n-k-d köküne dayanıyor. Aynı zamanda bu kökten nakit, para kelimesi de türüyor. Arap dilinde eleştiri için nakd, intikal ve tenakkud kelimeleri de kullanılıyor ve bunlar “madeni paranın gerçeğini sahte- sinden ayırmak, sözün güzel ve kusurlu yanlarını ortaya koyup açıkla- mak” manalarına geliyor. İşin özünde, Fransızca kökenli kritik kavramın- daki yargılamaktan çok, elemek var aslında. Tıpkı yeni üretilen eleştiri kavramında da olduğu gibi. Bu anlamda eleştiri/tenkitte bir kıymetlen- dirme söz konusu. Kişinin kendisi veya başkası tarafından tespit edilen ona ve çevresine zarar verecek, onun kıymetini düşürecek düşünce ve davranışlarından elenerek daha iyi bir insan olarak kıymetlendirilmesi olabilir mi eleştiri ve özeleştiri? Eleştiri ve özeleştiri, sağlıklı bireyler ve toplumlar için bir gereklilik- tir. Zamanında yapılan yapıcı bireleştiri, kişinin zihnen hastalığına se- bep olacak durumu önleyebilmesi adına kişiyi tedaviye iten sancılı bir semptom gibidir. Bu yüzdendirki bizi bizden çok düşünen dost, acı söy- ler ve mümin, müminin aynasıdır. Fakat unutulmamalıdırki herkesin benliğinin çok kıymetli olduğu şu zamanda bize yöneltilen eleştiriler hatta kendimize yaptığımız özeleştiriler yapıcı olmayabilir. Bu yüzden, 4

eleştirirken ve eleştirilirken muhakkak filtrelerimiz olmalı. Yoksa eleşti- riyi direct kabullenmek bizi benliğimizden bir vazgeçişe sürükleyebilir. Bu elbette her zaman böyle değildir ama temkinli olmak ve eleştiriyi nötr bir şekilde ele almak gerekir. Meyve veren ağaç taşlanır gibi bir atasözümüz bulunmaktaysa eleştirilerin her zaman hakkı yansıtmadığı önermesine de varılabilir. Ayrıca, psikolojide ele alınan özeleştiri, san- dığımızdan daha çok olumsuz anlamlar içerir ve psikolojik rahatsızlıkla- rın tetikleyicisi ve sürükleyicisi niteliğindedir. Özellikle de bu, kişinin iç dünyasına küçüklükten beri sert bir eleştirmen olarak yerleştiyse kişiyi ve onun ruhsağlığını sürekli aşağı çekebilir. Bu yüzden özeleştiriyi, geliş- tirilebilecek davranışlar üzerinden yapmak ve yapıcı olmak çok önemli- dir. Örneğin; “Hiçbir işi düzgün yapamıyorum!” yerine “Bu işte şu kısmı düzgün yapamadım, bu noktada kendimi şöyle geliştirmeliyim.” gibi. Peki eleştiride ve özeleştiride dengemiz nasıl olmalı? Atasözünde de- nildiği gibi iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmalıyız. İki şekilde şerhedersek; yapıcı bir eleştirinin anahtarı, iyi bir özeleştiridir. Çünkü kişi acıtacak sözü kendinde değerlendirirse bunu başkasına yapmaya çekinir, kırmadan dökmeden ilerler. Çuvaldız iğneden büyük olsa da verdiği acı bakımından iğne daha etkilidir. Öyleki “üstü örtülü, gücen- dirici söz” anlamında“iğnelemek”fiilini kullanırız. Dolayısıyla kişi önce kendinden bilmeli işi ve iğneyi kendine batırmalı. Aslında iğneler ne kadar acıyı çağrıştırsa da yamaları kapatmaya, hastalara şifa vermeye yarayan aletlerdir. Eleştirilerimizin de özeleştirilerimizin de bu minval- de bizi iyileştirecek cinsten olması için yapacağımız eleştirinin başına hangi sıfatı getirebileceğimizi tartmamız gerekir: Yapıcımı yoksa yıkıcı- mı? Hedefine bir ok gibi ulaşan bir eleştiri için aslında tartılması gere- ken birçok etken var. Bunlardan biri de eleştirdiğini yapmıyor ya da en azından bu yolda çaba sarfediyor olmak olabilir. Zira imanlı ama amel- siz bir kimsenin hakkı ve sabrı tavsiye etmesi ne kadar etkilidir? Hakkı ve sabrı tavsiye edemeyen/etmeyenler ziyanda değil midir? Bu durum- da herkesin üzerine düşen bilinçli bir sorumlulukla yüklenmiş irşattır. Konuştuğunun hakk olduğuna ilmiyle varan, davranışıyla konuştuğuna delil getiren ve usulsüz vusûlün olmayacağını bilen bilinçli insanlar an- cak hüsran bataklığını aşabilir. Yani iyinin ve doğrunun hükümranlığı ancak karşıtlarının tenkidi ile mümkündür. Bu düzen bozulduğunda ve paradigmalar değiştiğinde sonuç iyi ve kötünün sınırlarının kaybolması ve doğru söyleyenin dokuz köyden kovulmasıdır. Bu durumda yapılabi- lecek şey ise onuncu köyü iyi bir temelle kurarak yeni paradigm ürete- cek güce gelip dokuz köyü irşat etmektir. Tüm bunlar ise başta sağlam eleştiri ve özeleştiri ile mümkün olur. 5

En son şunu da eklemeden edemeyeceğim: Eleştiri her yönüyle öyle bir yaramız olmuşki üzerine söylenmedik söz, özdeyiş kalmamış sanırım. Bu yüzden eleştiri ve özeleştiride, ifrat ve tefritten kaçınıp orta yolu bulabilirsek kendimizle ve toplumumuzla ideal bir iletişime, dolayısıyla da etkileşime sahip olabileceğiz. Şimdilik belki de yetersizliğimizin bir sonucu olarak sözde özgürlük uğruna feda edilen sözler sayesinde (!) bize dokunmayan yılanların rahatlığıyla (!) yaşamaya devam edelim. Ya da yapıcı (bunu her seferinde belirtmemizin sebebi de maalesef usul bilmezliğimizin eleştirinin yanında olumsuz çağrışımları getirmesi) öze- leştiri ve eleştiriye bir yerlerden başlasakmı? Kendimize gelmek adına iğneyi de çuvaldızı da once kendimize mi batırsak? 6

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] NOT Altı saatlik bir tren yolculuğunun her dakikasını düşünmemeye çalışarak geçiriyorsun. Daha doğrusu, başka şeyler düşünmeye çalışarak. En sonunda yorgun düşüp uyuyakalıyorsun. Tren boşaldıktan sonra kontrol için gelen görevliler uyandırıyor seni. Gözlerin kan çanağı. Özür diliyorsun. Hızlıca topar- lanıp iniyorsun. Bir sigara yakıyorsun. Hiç bilmediğin, adını dahi dün öğrendiğin bir şehir. Bir yağmur- sonrası akşamı. Serin bir hava. Güneş batmak üzere. Sağlı sollu sıralanmış reklam panoları- nın, uyarı levhalarının arasından yürüyorsun. Hiçbirini anlamıyorsun. Garın çıkışında hazır bekleyen taksilerden birinin önüne gelip bekliyorsun.Taksi durağının önünde oturan adamlardan biri, yarım kalan sigarasından son bir nefes çekip söndürdükten sonra yanına geliyor. Kırk, kırk beş yaşlarında. Donuk bakışlı. Uzun saçları yer yer beyaz- lamış. Bavulunu bagaja koyuyor. Arka kol- tuğa oturuyorsun. “Nereye,” diye soruyor şoför. Yani, en azından sen öyle tahmin edi- yorsun. Ceketinin ceplerini alelacele karıştı- rıp, gitmen gereken adresin yazılı olduğu kâğıdı uzatıyorsun. Bu sırada, cebinden küçük bir kâğıt daha düşüyor. Bir süre hiçbir şey yapmadan, öylece bakıyorsun. Uzanıp alıyorsun sonra. Orada ne yazdığını, ve bunun değişmeyeceğini bilen bir kararlılıkla, fakat acelesiz, çabasız okuyorsun: “I’m sorry. I Can’t. Don’t hate me.” Neden sonra, kâğıdı bu- ruşturup camdan dışarı bırakıyorsun. 7

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU ŞAHIN BEY PROTESTOLARI: HINDISTAN’IN MÜSLÜMAN AVI Şubat 2020’de Delhi’de çoğunluğu Müslümanlardan oluşan onlarca insan katledildi. Cockburn (2020) adlı meşhur gazetecinin aktardığına göre, bazı Müslüman kadınlar Hindu taklidi yaparak bu katliamlardan veya tecavüzden kaçıp kurtuldu. Kaçamayan insanlardan birçoğu maa- lesef diri diri yakıldı. Hindu çetelerin çocuklardan bazılarını soyup sün- net olup olmadığına bakarak katliamlarına devam ettikleri kaydedili- yor. Bu gazeteci, Hindistan’da yaşanan olayları, siyasilerin kışkırtmaları sonucu yakılan yıkılan binalar ve katliamları, 1938 Nazi Almanyasında hükümetin kışkırtmasıyla 90’dan fazla Yahudi’nin katledildiği, sinagog- ların yakıldığı, Yahudi evlerinin, dükkânlarının, okullarının yakılıp yıkıl- dığı Kristal Gece’ye benzetiyor (Cockburn, 2020). 8

Şahin Bey protestosu, Müslüman kadınlar önderliğinde Hindistan Va- tandaşlık Yasası’nda yapılan düzenlenmeler sonrası, yasanın Müslü- manlara yaptığı ayrımcılığı ve polisin Jamia Millia Islamia öğrencilerine bu yasaya karşı olmaları nedeniyle yaptığı müdahaleyi protesto etmek için başladı. Keşmirlilerle de dayanışma içinde olduklarını beyan eden göstericilere birçok grup destek verdi. Şahin Bey protestosu ülkenin di- ğer kesimlerinde de yankı buldu ve aynı şekilde protestolar çoğalmaya başladı: Gaya, Kalküta, Prayagraj (Allahabad), Mumbai ve Bengaluru protestoların yapıldığı yerlerden. Protestocular, sadece Vatandaşlık Yasası Değişikliği (CAA) değil; Ulusal Vatandaş Sicili (NRC) ve Ulusal Nüfus Kaydı (NRP) ve polis gaddarlığı ve vahşiliği, fakirlik, işsizlik ve kadınların güvenliği konularında yaşananla- ra karşı tepkilerini göstermek için bir araya gelmişti. 14 Aralık 2019’da çoğunluğu Müslüman kadınlardan oluşan bir grubun Yeni Delhi’de bir yolu kapatmasıyla sessizce, oturarak, barış içinde başladı. Sert kış şart- larına rağmen insanların battaniye, yiyecek gibi paylaşımlarıyla bera- ber, 101 gün boyunca devam etti. Koronavirüs nedeniyle belli sayıdan fazla (50) kişinin toplanmasının yasaklanması, okulların, sinema ve alış- veriş merkezleri gibi kalabalık yerlerin kapatılması nedeniyle, polis zoru ve tutuklamalar yoluyla protestoya devlet eliyle son verildi. 22 Mart’ta Başbakan Modi sokağa çıkma yasağı ilan etti ve protestocuların bu ta- rihten sonra da beş kişi ile sınırlı ve sembolik olarak kendi sandaletleri- ni bırakarak gösteriye devam etmelerini salık verdi ancak bunlara da 24 Mart 2020’de polis müdahalesi ile son verildi. Ve mart sonuna kadar, alan polis zoruyla göstericilerden arındırıldı. Yerel halk, protestolar sıra- sında oluşturulan kaldırım kütüphanelerinden birçok kitabı kurtarmayı başarsa da yapılan sokak sanatları, grafiti ve daha birçok şey polis tara- fından yok edildi. Rakamlar net olmamakla birlikte Yeni Delhi’de şubat- taki protestolarda 51 sivilin ve toplamda ülke genelindeki katliamlarla 79 kişinin öldürüldüğü aktarılıyor. Ancak olaylar noktalanmış sayılmaz. 9

Bu protestoya Hindistan medyası ve partilerin gösterdiği tepkiler ise inanılmaz derecede. Bunlardan birisi Şahin Bey’i Jallianwala Bey’e* çe- virmekten bahsediyordu. Hintli siyasi liderlerin ve medyanın kışkırtma- sıyla, aşırı Hintlilerin bölgeye gelip ateş açmaları dışında, kadınlara da sözlü ve fiziksel tacizler olmuş ve maalesef şiddet ve tecavüz olayları yaşanmıştı. Bu kışkırtmalardan birisi Keşmir’e destek nedeniyle, pro- testocuların Keşmir’de Hintlilerin katliamını savunduğu ve ülke içinde de Hindulara saldırmayı hedefleyebilecekleri imasına yönelikti. Ocak sonunda bir Hindu’nun polisin gözü önünde bir öğrenciyi üniversi- te (Jamia Millia Islamia) yakınında vurması sadece bir örnek. Şubatta yaşanan olaylar üzerine, Delhi Azınlıklar Komisyonu tarafından yayın- lanan rapor, Hint polisinin kendi yaptıkları dışında, bu tarz Hindulara göz yumduğunu ve olayları daha çok ateşlendirecek eylemlerde bulun- duğunu gösteriyor. Raporda siyasilerden ve devlet ileri gelenlerinden birçoğunun olayları nasıl körüklediği ve olayların içlerinde yer aldığına dair bilgiler var. Trump’ın ziyareti sırasında Modi’yi övdüğünü ve dinî özgürlükleri tesis etmek için gösterdiği gayreti takdir ettiğini söylediğini de unutmadan ekleyelim ki dış ülkelerden de nasıl destek aldıkları nok- tasında bir dipnot düşmüş olalım (Cockburn, 2020). Müslümanların çoğunlukta olduğu Cemmu ve Keşmir’de (özerkliği 2019 Ağustos’unda kaldırıldı) Müslümanlara yapılan işkenceler, gözaltı- ları malumunuzdur. Modi ve diğer Hint ırkçı partileri Müslüman karşıt- lığını körüklemeye devam ediyorlar. Bu protestolara neden olan olayda olduğu gibi Müslümanlara çifte standart uygulamanın yanında, Modi ve partisi (Hindistan Halk Partisi, BJP) Hint ırkçılığını körükleyerek Müs- lümanları bölgeden temizlemeye ant içmiş görünüyor. Yukarıda bah- settiğimiz gibi olaylar soykırıma doğru gidebilir. Bugün, Guwahati Merkez Hapishanesi'nde tutulan 1100 mahkûmun, yani Şahin Bey protestocusunun, 600’den fazlasının Kovid-19 testi pozitif çıkmış durumda. Ve maalesef yeterli tıbbi müdahale söz ko- nusu olmadığı gibi, hapishane koşullarının da iyi olmadığı söyleniyor (Mahkûmlardan Sharjeel İmam’ın temmuzda avukatına aktardığı bilgi- ler ışığında). Mevcut durum hakkında maalesef mahkûm yakınlarının ulaşabildiği bilgiler dışında bilgi almak zor. Ancak Hintlilerin mahkûmla- ra yaklaşımı dolayısıyla, mahkûmların gördükleri muameleyi kestirmek çok zor değil. Allah onların yardımcısı olsun. Koronavirüs zalimlerin zulümlerini artırmalarında ellerine büyük imkân- lar veriyor ancak Allah’ın planını kim bilebilir. Dolayısıyla, şu an bildik- 10

lerimizden yola çıkarak geleceği bilmemiz ve bu protestonun başarısız- lıkla sonuçlandığını söylememiz mümkün değil. Çünkü birçok olumsuz durumun yanında, sessiz direniş sırasında bir araya gelen Müslüman çoğunluklu bu gruplarda müthiş paylaşımlar oldu. Bunlardan en güzeli kaldırım kütüphaneleri örneği. İnsanlar sessiz eylemlerinde günlerce kaldırımlarda oturup kitap okudular**, farklı inançta olmasına rağmen insanlık namına birçok duyarlı Hintli de onlara katıldı ve fikir alışveri- şinde bulundu. Umarız attıkları adımlar ve her birinin çabası, Hindis- tan’daki Müslüman nüfusun eğitim hakları başta olmak üzere diğer vatandaşlık haklarını elde edebilmeleri için en güzel şekilde onlara geri döner: Antep’in Şahin Bey’i gibi olur, Yeni Delhi’nin Şahin Bey’i de. 11

*Bu, Amritsar Katliamı olarak da bilinen, 1919’da İngiliz ordusu eliyle yapılan büyük bir katliam. Yüzlerce silahsız insanın katledildiği ve bin- den fazla insanın yaralandığı bu olay için İngiltere 2019’da “pişmanlık\" belirtmiş ama resmî özür beyanında bulunmamıştır. **Ünlü yazar Nilanjana S. Roy (30 Aralık 2019 tarihli yazısında), 16 Aralık’ta üniversitenin Dr. Zakir Husain Kütüphanesine polis tarafından göz yaşartıcı gaz atılması ve öğrencilere şiddet gösterilmesinden sonra gençlerin ve daha sonra kadınların kaldırım kütüphanesine geçiş yap- tıklarını aktarıyor. 12

Kaynakça Muhammet Nazım Taşcı, 1 Mart 2020, “Hindistan’da toplumsal harmoni Hindu milliyetçiliği ile terk ediliyor”. Buradan erişilebilir: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hindistanda-toplumsal-har- moni-hindu-milliyetciligi-ile-terk-ediliyor/1750478 Muhammet Nazım Taşcı, 29 Temmuz 2020, “Hindistan’da Müslümanlara uygulanan ayrımcı po- litikalar yoğun insan hakları ihlallerine yol açıyor”. Buradan erişilebilir: https://www.aa.com.tr/ tr/dunya/hindistanda-muslumanlara-uygulanan-ayrimci-politikalar-yogun-insan-haklari-ihlalleri- ne-yol-aciyor/1925862 Nilanjana S Roy, 17 Eylül 2020, “Protests, pavements, libraries”, Oxford Library 700 Conference, Oxford Üniversitesi Bodleian Kütüphanesi, Online. Patrick Cockburn, 5 Mart 2020, “The Real Modi: Do the killings of Muslims represent India’s Kristallnacht?” (counterpunch 3.3.2020). Buradan erişilebilir: https://johnmenadue.com/pat- rick-cockburn-the-real-modi-do-the-killings-of-muslims-represent-indias-kristallnacht-counter- punch-3-3-2020/ 22 Mart’ta Şahin Bey’e atılan petrol bombası sonrası bir fotoğraf Geniş Bilgi https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hindistanda-muslumanlara-uygulanan-ayrimci-politikalar-yo- gun-insan-haklari-ihlallerine-yol-aciyor/1925862 https://www.aa.com.tr/tr/dunya/hindistanda-toplumsal-harmoni-hindu-milliyetciligi-ile-terk-e- diliyor/1750478 13

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] SEKSEKTE İLK KURAL: KENDINE YAKIN OLANDAN BAŞLA! BEYAZ SAVUNMA Osman Konuk “İnsanın yaşadığı çağ, ona en uygun çağdır.” Böyleyse neden sadece insan, yaşadığı çağı eleştirir? En uygun olması, en kusursuz olan anlamına mı gelir? Eleştiri: Böyle oluyor ama iyi mi oluyorsorusu. Değiştirme ihtimalinin varlığının, başka türlüsünü talep etmenin ilk keşfi. Bu keşif arkasından daima somut adımlar getirir mi? Sevimsiz ama doğru cevap:Çoğunlukla getirmez. Çünkü yanlış olduğu- nu dost meclislerinde söylemek bile iç rahatlatıcıdır ve insan çoğu za- man bu rahatlama ile yetinmeyi tercih eder. Bundan sonrası ise ücretli geçiştir, her durakta ayrı bedel ödemek zorunda kalınan yerdir. Eleştirinin külfetini yüklenmek. Nerede başlar bu yük sırtımıza binme- ye? Dost meclislerinden başka yerde konuştuğumuzda, yanlış dediğimiz her neyse, onu kafamızda değil,somut nesneler dünyasında değiştir- meye kalktığımızda. Neyi yanlış bulabiliriz, eleştirisini yapabileceğimiz kaç seçenek var önümüzde? Bir:Kendimizi. İki:Başkalarını. Ve bu ikisini ortalarda bulamadığımızda üç: Statükoyu-mevcut durumu. Bulduğum 14

tüm diğer kelimeler bu üç kategoriden birinin içine dâhil oluyor. (Lütfen evde deneyiniz.) Dorian Gray’in Portresi/Öz Eleştiri Kendimi eleştirebilmek: Kendime bakmak, görmek, tanımak, önemse- mek ve kayda değer bulmak. Eleş- tiriye tahammülü olmayanlar içleri hakkında kaç cümle kurabilirler? Bugüne kadar kalplerinin ve zihinle- rinin kaç bilinmez köşesini aydınla- tabilmişlerdir? Belki hiç. Kendini bil- mezler. Bir hakaret olarak değil, acı bir tespit olarak. Ya her şey Dorian Gray’in hayatın- daki gibi olsaydı? Yaptığımız her yanlış, resmimize vurulan hatalı bir fırça darbesine dönüşseydi ve port- remiz gözlerimizin önünde değişseydi? İçimize bakabilmek bu kadar somut, artılarımız ve eksilerimiz bu kadar görünür olsaydı? Oscar Wil- de, bu dünyanın tanrısı olup herkesin ruhunu yüzüyle eşitleseydi? O, kendini gerçekten görmek istiyordu, portresinin ne kadarının aydınlık olduğunu, hangi kararlarıyla çizgilerinin çirkinleştiğini. Eleştirmekten ve değişmekten başka seçeneği kalmasın istiyordu. Bu yüzden Dori- anGray’i yazdı. Bizim de böyle bir resmimiz olsaydı? Her şey daha kolay olurdu. Daha sancısız, ağrısız ama tatsız tuzsuz. Oysa kendini görmeye çalışmanın kıvranması insanı ne güzel büyütüyor ve ne güzel şekillerle süslüyor! Sonunda Oscar Wilde oluyor. Görmediklerini bile görüyor, gösteriyor. Kırmızı Pazartesi ve Beyaz Savunma/Toplum Eleştirisi –Santiago’yu gördün mü? –Ona bir şey mi oldu? –Yoo, sadece öldürmek için arıyoruz da. –Peki, onu bu kadar erken saatte neden öldürmek istediğinizi sorabilir miyim? 15

Kitabın ilk sayfasından beri öleceğini bildiğimiz Santiago’yu biz kurtara- mayız; onunla birlikte yaşayanlar ise kurtarmazlar, olacağına inanmazlar, umursamazlar. Santiago, kendisi dı- şında herkesin bilgisine rağmen ölür. Dorian Gray’de Oscar Wilde kendi günahlarını hangi nedenle somut- laştırmak istediyse, Kırmızı Pazarte- si’de de Marquez aynı sebeplerle t oplumun günahlarına bunu yapar: Daha kolay görmek ve göstermek. Yanlış demekten başka çare bırak- mamak. Kitabı okuduğum tarihte arkasına şu notu almışım: “Gerçek bir olaydan alıntılandığı söylenmesine rağmen bir toplumun bu kadar vurdumduymaz, bu kadar toplum olmaktan uzak olması inan- dırıcı gelmiyor. Mesaj kaygısıyla kurgu abartılmış.” Bir zaman sonra Osman Konuk beni aldı ve bu fikirden o kadar uzağa fırlattı ki artık Santiago’nun öldürüldüğünden şüphe duymak bir yana “Ben de onu öldürenlerden biri miyim?” diye soruyorum. Beyaz Savunma; bütün iyiyi ve kötüyü, kötüye susarken bizi nelerin avutup iyi hissettirdiğini, hayallerimizin abartılmışlığı karşısında alış- kanlıklarımızın gülünç ağırlığını sözü uzatmadan, kaçmadan, yaşadığı gibi anlatıyor. Belki bu yüzden bu kadar iyi anlaşılıyor. Görmekten ve değişmekten başka çare kalmıyor. Şu satırlardan sonra gözümü kapa- tabilir miyim: “her kırk bir saniyede on bebek doğuyor her elli iki saniyede onu ölüyor bu on ısrarından hemen vazgeç kayıtlara geçmeyen on birinciden geçme\" Kırmızı Pazartesi’nin son sayfası şu diyalogla bitiyor: –Santiago, yavrum neyin var?! 16

–Beni öldürdüler Wene Hala... Kim öldürdü? Bıçaklayanlar mı yoksa umursamayanlar mı? Cevabını önceki sayfalarda veriliyor: Suçu toplum hazırlar, suçlu işler. Ağustos Böceği/Düzen Eleştirisi Düzen eleştirisi: Parmağımızla gös- terecek kimseyi bulamadığımızda; herkesi kendi şartları çerçevesinde haklı bulduğumuzda ve kendimizi de “benim elimden ne gelir”cilerin için- de saydığımızda oku attığımız hedef- siz boşluk. “Sistem buna zorluyor”lar, “mevcut düzende insanın başka çare- si kalmıyor”lar, “emeklilikten sonra artık ne istersek yapacağız”lar. Ne kadar rahatlatan cümleler. İnsan emeklilikten sonra ortalama kaç yıl özgür yaşar? Ağustosböceği bunun hikâyesi. Toplamda belki yirmi cümleyi geçmeyen ama insana düzenin içinde kendi yerini bulduruveren, büyükler için yazılmış bir çocuk öy- küsü. “Ağustos böceği hep mesaiye kalıyor, işleri bitiriyor. Ağustosböceğine teşekkür yok. Tok tok tok.” Sistem Büyük Ben Küçüğüm Dört kitap, üç eleştiri. Sırası kasıtlı. Özeleştiri, toplum eleştirisi, düzen eleştirisi. Kural: Kendine yakın olandan başlamak. İksirin çalışması için her malzemenin kendi zamanında atılması önemli. Aksi hâlde kendimi- ze bakmayı es geçip ikinci ve üçüncünün yanlışlarını bulmaya başladı- ğımızda cümleler bitmiyor ama içindeki samimiyet kuş kadar kalıyor. Amaç değiştirmek değil, oyalanmak oluyor. Yük almaktan ve bedel öde- mekten kaçmak, kısa süreli iyi hissetmek. Kaybolsam da önemli değil. Yeter ki yara almayayım. Peki ya bir gün Santiago biz olursak? Kayıtlara geçmeyen on birinci? Yaralanmadan ölürsek? 17

DOSYA Reyhan ATABEY [email protected] ELEŞTIRI VE ÖZ ELEŞTIRININ TOPLUMSAL İŞLEVI ÜZERINE BIR DENEME Toplumda bir yapı-fail dengesi olduğunu savunan sosyoloji kuramcıları, toplumdaki her bir kurumun bir işlevi yerine getirerek bu dengenin ko- runduğuna dikkat çekerler. Bir kurum olarak tanımlayamasak da eleş- tirinin bir “disiplin” olarak toplumda belli başlı işlevleri vardır. Eleştiri disiplini toplumdaki işlevleri bakımından tabii olarak vardır. Anlama ve takdir edilme güdüsü insanda var olduğu sürece eleştiri de var ola- caktır. Ancak eleştirinin toplumda doğal seyretmesi onun sınırlarının olmayacağı anlamına gelmez. Sınırları, düşünsel aklın bilgi birikimi ile çizilmiş bir eleştiriye profesyonel eleştiri diyebileceğimiz gibi ucu linç kültürüne varan amatör eleştirileri de görmek mümkündür. Eleştiri başka bir anlamıyla ideolojilere dayandığında bir başına “ideolojiye” dönüşme eğilimindedir. Eleştirinin toplumsal işlevini anlayabilmemiz için onun “öbürleri” için var olduğu ön kabulünü geliştirmek durumun- dayız. Bu ön kabul, bir arada yaşama tecrübesi ile daima bir eleştirinin var olacağını da kabul etmek demektir. Bu noktada eleştirel düşünme ile eleştiri arasındaki farkı izah etmek de gerekiyor. Eleştirel düşünce; bilimsel ve kritik zihniyet ile yeterli bilgi ve veriye dayanarak genelle- melerden uzak, temsil gücü yüksek bir düşünce biçimidir. Oysa eleşti- ride tasarımlanan şeyi tanıtmak için yeterli bilgiye ihtiyaç duyulmadan gözlem yeterli olabilir. Öbürü için eleştiri, kişiyi diğerleri için bir benlik sunumu oluşturmaya zorlar. Sosyal medyanın insan ilişkilerini etkilediği günümüz toplumun- da bir “şeyi” eleştirme diğerini toplumsal kabul için vitrin oluşturmaya itmektedir. Black Mirror’un “Nosedive” bölümünde toplumsal etkile- şimin insanların birbirlerini puanladığı bir ağa dönüşmesinin bir kadın 18

üzerinden kişileri nasıl bir dibe vuruşa ittiği anlatılır. Sosyal medyada bir fotoğrafı beğenmek ya da beğenmemek onu “eleştirmek” demektir. Bu anlamda biz farkında olmasak da bir eleştiri ağının içinde yaşıyoruz. Beğenilecek şeyler yapma arzusu, diğerlerine göre bir vitrin hazırlama, aslında kötü eleştirilerden korkmanın bir yansımasıdır. Esasında eleş- tiri, az evvel bahsettiğimiz şekliyle profesyonel anlamıyla yapıldığında dinamizmi beraberinde getiren bir işleve sahiptir. Toplumsal düzenin yasalarından olan istişarenin bile eleştiriyi içeren bir tarafı vardır. Eleş- tiri, yasa olan özelliğini plastik ortama taşıdığında ister istemez bir linç kültürü neşet ediyor. Çünkü sosyal medya gibi plastik platformlar “eleş- tirmek için eleştirme”ye müsait ve herkese amatör bir eleştiri hakkı ve- ren bir mecra olarak karşımıza çıkıyor. “Ben saygı çerçevesinde yalnıca eleştiride bulunuyorum.” diyen birçok kişinin saygı kurallarını ihlal ede- rek linç ettiğine şahitlik ediyoruz. Linç kültürünün Türk toplumunda bu kadar yaygınlaşmasının en önemli sebebi, öbürü için eleştirinin bir türlü içsel bir hâle gelememesi yani öz eleştiri yapılamamasıdır. Kiloları ile ilgili bir içsel eleştiri yapamamış birisinin bir başkasını “sıska” diye “eleştirdiğine” şahit olduğumuzda ne düşünüyoruz? İçselleşemeyen eleştiri bizim toplum olarak fazla “dış- sal” olamamızdankaynaklanıyor. “El âlem ne der?” düşüncesi bile bir eleştiri olarak değil, linç kültürünün bir ögesi olarak karşımızda duruyor ve bunu göremiyoruz maalesef. Oysa içsel eleştiride ilk adım, kişinin toplumsal kabulü ile değil, kendi kendisini kabulü ile başlar. Kendisi- ni eleştirebilen, iyisi ve kötüsüyle kendisini kabul eden biri gelişmeye müsait bir karakter sahibidir. Böylesi bir karakter dışardan gelen eleş- tirilere de alınganlık göstermez. Aksine onu değerlerinin süzgecinden geçirerek kendisi için bir yarara dönüştürür. Sonuç olarak diyebiliriz ki, eleştiri doğru kanallar ile yapıldığında top- luma yarar sağlayan bir disiplindir. Doğru eleştiri doğru içsel eleştiri- yi, doğru içsel eleştiri de doğru eleştiriyi getiren bir sirkülasyon içinde akıştadır. Neyin linç, neyin eleştiri olduğunu anlamak için ise eleştirel düşünceye ihtiyaç vardır. 19

MİSAFİR Zeynep Sultan SINIRLI REVAN Ne denli zor anlamak beni İnsan, benliğini kendinden öğrenmeli Muhacir olmalı tek pare vücut ve başladığı noktaya tekrar varmalı Varınca bedeni ben olmalı, sen olmalı. Evet, evet en çok sen! Çehrelerin izi bir başka surette anılır mı? Sen şimdi bana ihanet dersin buna karşın, Ama ben, İhaneti kendi hücrelerimi üreten fabrikada gördüm yıllar sonra Meğer meyve, ağacın ruhundan değilmiş beni karnından doğururken. Fabrika sigara sararken tütüne sormazmış ve tütün aslında hep ağla- mış… Zincir ve pas izi kadarsın bende, Yaralayan ama bırakmayan. Öyle uzun zaman duracaksın ki bileklerimde İdama giderken seninle vedalaşacağım. Özlem duyacağıma inandırıp herkesi, öpeceğim kelepçemi. Ben de o herkestenim Pis bir sudan geldim Bir melek gibi beyaz olmama aldırmayın! Ben de sizdenim Bu renk bana has değil. Ölümü siyah sanır insan Azrail’e kara palto giydirir o küçük eller Ölünce göreceğiz rengi yok onun, Ya da hayır! Kırmızıdır pek tabii… Doğmak kırmızıdır. Kandan korkan kadının Kendi kanıyla sardığı cenini öpmesi kadar kırmızı. 20

Kayboldum, Cağaloğlu’ndayım… Vuruyorum kendimi dünyaya, içimden ne çıkarsa; benim. Titrek bir yürüyüş, Beynime vuruyorlar minberi, Binlerce yıllık halılar duvarlarda, Takipteyim askerlerin peşinde, Ben de komutanım ama takipteler beni de Yıkılsa bile, müjde ölümle gelmiş Yine gelecek Kendi cenaze namazımdan sonra seni kefensizken gömeceğim Yapayalnızla, küffarlayım ama bakma sen ben hakka tapanlardanım Bizim minarelerimiz kalemdir; Doldurursan 5 vakit yazar İlk emir ‘Oku!’ ey mümin Rabbini duy! Sana seslenir taş taş dağlar Ağrıdan çatlasın başın, Aklına raylar döşe, Döşe ki ya dümdüz git hakikate, Ya da çık raylardan göğsüne saplansın ışık! Ama döşe o yolu menzil kıl. Ne şeytana ayıracak vakit var, Ne de kubbeleri sarmaya ağaç misali kök verip korumaya bu göğü, Bak! Hava bomboş bulutlarda kaçış Uçuş ki kanat çırpmak nasıl… Yola revan olmak kuşlara mı alışık? Oysa en çok insan kaçmakta yarışır. 21

MAKRO ÂLEMDEN MIKRO ÂLEME Ayşe Rümeysa ÖZDEN [email protected] BANA CIĞERIM DE Çocukken, birbirine “ciğerim” diyen insanları, bilhassa bunu “ciieeğ- rim” diye telaffuz edenleri garipser ve bunu biraz da kaba bulurdum. Sonra, başlangıcı meçhul bir zamanda cânım dostlarımdan biri bana ciğerim diye hitap etmeye başladı. O dost ile aynı sıralarda ciğerlerin anatomisini, histolojisini, embriyolojisini, en önemlisi de fizyopatolo- jisini yani sağlıklı işleyişini ve hastalık hâllerini öğrendik, hâlihazırda uzaktan da olsa öğrenmeye devam ediyoruz. Bu bahsi şimdilik kapatalım ve sayfamızın maksadına uygun olarak, di- ğer bazı organlarımızın aksine sağlıklı olarak işlediğini belki çoğu zaman hissetmediğimiz, tek bir organ olmasına karşın çok fonksiyonlu bir fab- rika misali çalışan karaciğerimiz neler yapıyormuş bir bakalım, “tanıya- lım”: <Karaciğer; vücudun sağ tarafında, kaburgaların hemen altında başla- yıp aşağıya doğru uzanan, yaklaşık 1,5 kilogramlık ağırlığıyla vücudun en büyük organıdır. Bağırsaklar, mide ve safra kesesi ile komşuluğu var- dır. (Şekil 1) Birkaç mm uzunluğa ve ortalama 1 mm çapa sahip, silindir biçimli on binlerce W ise karaciğerin işlev gören birimlerini oluşturmak- tadır. (Şekil 2) Portal ven (içinde sindirim ürünleri olan kanı bağırsaklar- dan karaciğeretaşır) ve hepatik arter (kalpten direkt olarak karaciğere gelir) isimleriyle iki farklı kaynaktan kanlanan karaciğere dakikada top- lam 1350 mL kan gelmektedir ki bu kalp debisinin yüzde 27’si olarak 22

oldukça büyük bir oran ve miktardır. (Kurbanda karaciğer doğrayanlar bu bilgiye çok da yabancı değillerdir bence :) ) Şekil 1 Şekil 2 1. Tanıyacağımız ilk fonksiyonuyla karaciğer, bir tür kan temizleyici filtre olarak çalış- maktadır. Bağırsaklardan sindirim ürün- lerini, bunlarla birlikte bazı bakterileri ve yabancı maddeleri taşıyan portal ve kanı karaciğere girdiğinde, her bir işlevsel birimde (lobül) bulunan “Kuppfer hücreleri” saniyenin binde birinden daha kısa bir sürede bak- terileri yutar, yok eder ve W bakterilerin vücutta dolaşan sistemik kana geçmesine izin vermez. (Videoya bakınız lütfen. İntravital mikroskopi -yani canlı bir hayvanın vücut hücrelerini gözlemleme- yöntemiyle çe- kilmişbu videoda bir farenin karaciğer lobüllerinde kanın ilerlediği si- nüzoidler ve kenardaki Kuppfer hücreleri tarafından yutulan nanopar- tiküller görülmektedir.) Karaciğer hastalığı olan kişilerde sistemik kana geçmemesi gereken bakteriler ve yabancı partiküller Kuppfer hücreleri tarafından tutula- madığından ve başka fonksiyonların da bozulmuş olması dolayısıyla enfeksiyonlara yakalanma ihtimali artar. *Benzer şekilde,dolaşımdaki yıpranmış kan hücrelerinin bir kısmı kara- ciğerde tutularak yok edilir, yapım-yıkım dengesinin korunması ilkesine binaen, kemik iliği yeni kan hücreleri üretir. *Ağızdan aldığımız ilaçların pek çoğu ve hormonların bir kısmıönce karaciğere giderek aktif haline dönüştürülür, vücutta gerekli işlevlerde kullanılır, arta kalan kısmı dışkı ya da idrar yoluyla atılır. 23

Bunun zıttı olarak bazı ilaçlarsa karaciğerde inaktive edilerek vücuttan atılır. Karaciğer yetmezliği olan kişilerin ilaç düzenlemeleri normal bir kişi- den çok daha dikkatli olarak yapılmaktadır. Çünkü bu kişilerde ağızdan alınan inaktif ilaçlar karaciğerde aktif forma dönüşemeden, hiçbir etki oluşturmadan vücuttan atılabilir. Ya da normal şartlar altındakaraci- ğer-safra-dışkı yoluyla atılması gereken bir ilaç atılamadığı için isteni- lenden fazla sürevücutta kalabilir. *Fark etmeden vücudumuza aldığımız az miktarda zehir de (mesela ta- rım ürünlerinde böcek öldürücü olarak kullanılan pestisitler) karaciğer- de etkisizleştirilerek vücuttan atılabilir. Yani, yediğimiz içtiğimiz şeyler bağırsaklarımızdan emilir, önce karaci- ğere giderek temizlenir, ardından kalbe gider ve yabancı maddelerden arındırılmış besin ürünleri ürünleri oksijenle beraber sistemik dolaşıma pompalanarak organlara dağıtılır. 2. Karaciğer, sindirime yardımcı organ fonksiyonuyla ince bağırsağa safra salgılar. Safra esas olarak, yağların parçalanması (mekanik sindirim) ve emilimini sağlayan safra tuzlarından oluşur. Safra tuzları, hidrofobik (sudan kaçan, yağı seven) kuyrukla- rıyla yağ partikülüne tutunur, hidro- filik (suyu seven) baş kısmını ise dı- şarıda bırakarak bir miçel oluşturur ve deterjana benzer bir etkiyle yağ partikülünü daha küçük parçalara ayırır. (Günlük hayatta kullandığımız sabun ve deterjanlar da bir kısmı kire/yağa, bir kısmı suya tutunmak suretiyle iş görür. Bu sayede kirler sabuna tutunur ve su ile akar gider.) Safra üretemeyen ya da bir sebep dolayısıyla safra yolları tıkanmış ve ince bağırsağına safra ulaşamamış kişilerde yağlı ürünler tam olarak sindirilemez, emilemez ve dolayısıyla vücut işlevleri için gerekli yağ asitleri kullanılamaz. Sindirilememiş ve bağırsaklarda kalmış yağ ürün- leri, yağlı dışkılama (steatore) olarak karşımıza çıkar. *Buna ek olarak safra, az evvel de bahsettiğimiz yıpranmış kan hücrele- 24

rinin (alyuvar/eritrosit) parçalanma ürünü olan bilirubini içerir. Karaciğer hastalıklarında görülen sarılığın nedeni bu bilirubinin atıla- maması ve vücutta birikmesidir. *İnaktive edilmiş hormonlar, ilaçlar gibi vücut dışına atılması gereken şeyler de safra yoluyla bağırsaklardan vücut dışına atılır. 3. Bunların yanında, karaciğer tam bir metabolizma merkezidir. Hem karbonhidrat, hem yağ, hem de protein metabolizmasında başlıca görevli organdır. Elbette bu işlerin hiçbiri birkaç cümleyle anlatılacak kadar basit olmuyor ama biz birkaç cümleyle anlatmaya çalışalım: *Kanda fazla miktarda glikoz bulunduğunda glikojene çevirerek depo- lar. Kanda glikoz azaldığında ise depodan takviye sağlar. Bu şekilde kan şekerinin normal konsantrasyonlarda devamına katkıda bulunur. Haddinden fazla miktarda şeker tüketiminin hem karaciğer sağlığı hem de vücutta insüline (pank- reasta üretilip kan şekerinin dü- şürülmesini sağlayan hormon) direnç oluşmaması için ne kadar mühim olduğunu açıklamaya hem gerek yok hem de bu yazıda yer yok diye düşünüyorum :) *Kendisi ve vücudun geri kalanı için yağlardan enerji üretir. Yağ asit- lerinden kolestrol, fosfolipit ve lipoprotein sentezini sağlar ki bu adını saydığımız maddeler vücuttaki her bir hücrenin zarında tuğla görevi görür. Safranın sentezinde de rolü olan kolestrol, üreme hormonları ve kortizolün üretiminde de yapıtaşıdır. *Proteinlerin yıkım ürünü olan ve insan vücudu için zehirli bir madde olan amonyağı üreye çevirir. Bildiğimiz üzere üre de idrar ile atılır. Kan- da pek çok madde için taşıyıcı görev yapan plazma proteinlerini (albü- min, globülin vs.) üretir. Karaciğer fonksiyon göremediğinde amonyak vücutta birikip toksik et- kiler oluşturabilir. 25

4. Kan glikozunu tamponlayan karaciğer, aynı işi demir ve bazı vita- minler için de yürütür. Kandaki demirin, A, D ve B12 vitaminlerinin fazlasını gerektiğinde kullanılmak üzere depolar. Karaciğer yetmezliğinde bu vitaminlerin vücutta eksiklikleri ve buna bağlı etkiler görülebilir. Örneğin; B12 vitamini sinirsel iletimi hızlandı- ranmiyelin kılıfın (sinirlerin dış kılıfını) üretiminde gerekli olduğundan hastalarda nörolojik semptomlar oluşabilir. Belki pek çoğumuzun aşina olduğu unutkanlık, ayaklarda uyuşmalar gibi… 5. Karaciğeri hep kan ile andık, söyleyeceğimiz son işlev de onunla ilgili olsun. Karaciğer, kanamaların durmasını, yaraların iyileşmesini sağla- yan bazı pıhtılaşma faktörlerini üretir. Karaciğer fonksiyon bozukluklarında hatta bazen karaciğer sağlamken bu pıhtılaşma faktörlerinden biri/birkaçı üretilemediğinde hastalarda spontan (durup dururken) kanamalar oluşabilir, hasta bacağını vurdu- ğunu bile fark etmemiştir ama bacağı morluklarla doludur, var olan ka- namalar kendi kendine durmaz, güçlükle durdurulur… Tüm bunlara ek ve aslında bir ümit olarak karaciğer çok ciddi bir yeni- lenme (rejenerasyon) kabiliyetine sahiptir. Bir hastalık ya da nakil se- bebiyle %60’ı alınsa bile -ek bir hastalık yoksa- geri kalan kısmı kısa süre içinde yeniden oluşur. Zaten karaciğer hastalıklarının geç dönemlerde belirti verip sessiz ilerlemesinin sebebi de budur, minimal hasar du- rumlarında karaciğer kendini yenileyerek durumu tolere eder. Başta da söylediğimiz gibi, biz bu yüzden pek fark etmeyiz, ciğerimiz içeride ne işler görüyor? Aslında fabrika misali karaciğerimiz için yetersiz kalıyor, fabrikalar misali desek daha doğru belki: Yapım, yıkım, geri dönüşüm, depo… İngilizcesi olan “liver”kelimesi ise karaciğerin hayati fonksiyon- larını tek kelimede özetliyor.> Yazımın sonuna doğru karaciğerin önemine ve fonsiyonlarına ek olarak; gündelik hayattan, tavsiye niteliğinde birkaç şey söylemek isterim: Hacamat Peygamber Efendimiz’in sünneti, başımız gözümüz üstüne ve aynı zamanda yüzyıllardır uygulanan bir tedavi metodu (wetcup- pingtherapy başlığıyla uluslararası pek çok yayın mevcut). Hastalıkları- mıza şifa olması, sağlığımıza sağlık katması ümidiyle hacamata devam edelim ancak şifa bulacağız derken dert sahibi olmamak için hacamat yaptıracağımız kişinin ağzı dualı olmasını tek kriter olarak koymayalım. 26

İşi bilen, uzman ve hijyene maksimum özen gösteren kişilere hacamat yaptıralım. Çünkü siroza, ardından karaciğer yetmezliğine veya karaci- ğer kanserine (HCC) yol açabilen hepatit B ve hepatit C virüsleri kan yoluyla bulaşıyor. Temizliğe dikkat etmeyen, birçok farklı kişi için tek bir bistüri/jilet kullanan özensiz kişilerin yaptığı hacamatlar sonrasında, şifa uman kişi hepatit riskiyle karşı karşıya kalabiliyor. Aynı durum ma- nikür, pedikür ve tıraş işlemlerinde de tamamen geçerli. Ayrıca dosya konumuza binaen; her insanın “kritik-analitik-eleştirel dü- şünme”yi öğrenme, öğretme ve hayatın tümünde firasetli bir bakış için dua etmesi gerektiği kanaatindeyim. Son zamanlarda sıkça, toptancı bir modern tıp eleştirisi ve toptancı bir “organiklik/bitkisellik” övücü- lüğüyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu işin toptancılığına söz söylemek şu anda benim işim değil ancak karaciğeri anlatmaya çalıştığım bu yazının ardından karaciğer sağlığı için ciddi riskler oluşturabilen “%100 organik, bitkisel” ürünler adıyla yapılan sahtekârlıklara karşı uyanık olunması gerektiğini söylemeliyim diye düşünüyorum. Bir şeyin üzerinde orga- nik diye pazarlanması o şeyin tamamiyle sağlıklı ve güvenli olduğunu göstermez (Mantarlar da organiktir, yılan zehri de organiktir, mantık çok basit.) Mucizevi besin, mucizevi ilaç yoktur bunu bilelim lütfen. Boğazımız ağrıyınca ıhlamur içelim, midemiz bulanınca nane limon kaynatalım, bağışıklığımızı güçlendirmek için soğan, sarımsak yiyelim, yemeklerimize zerdeçal katalım, basit hastalıklarda önce ilaç içmeye- lim, eyvallah… Amma velakin her şeyden evvel vaktinde ve iyi uyuya- lım (gece karanlıkta -yani gözümüz kapalıyken-salgılanan melatoninin bağışıklığa ve pek çok vücut işlevine katkıları vardır), güzel beslenelim, makbul olan güçlü Müslümandır, gücümüzü yerinde tutmak için egzer- sizi ihmal etmeyelim. Başta demiştik ya hani “tanıyalım”diye: Tanıyalım, sevelim, gereğini yapıp çalışalım. Fark edelim, hem hamd hem tesbih edelim. Bu, hem sayfamızın hem de bir Müslüman için tabiatı anlama çabalarının gaye- sidir bence. Şükür amel ile olur, az evvel de dediğimiz gibi sağlığımızı muhafaza et- meye gayret edelim, yediğimize, içtiğimize, uykumuza, uyanıklığımıza dikkat edelim. Hâsılı, hastalık gelmeden önce sağlığımızın kıymetini bi- lelim. Bu sayıda bu başlık altında alışılageldiği üzere bir yeniliğe ve ilginçliğe temas etmedik ama içimizde bir yerlerde bizim için çalışan karaciğerle 27

bir miktar tanış olduk, özelliği ve güzelliği hakkında fikir sahibi olduk sanırım. O hâlde yazının başına dönelim: Biz bu tanışlığı ilk yaşadığı- mızda o dostuma “Sen bana ciğerim diyorsun ya, ciğerlerin yaptıklarını ve önemini düşündükçe bu daha da çok hoşuma gitmeye başlıyor. ❤” demiştim. Aynı şey “ciğerparem” kelimesi için de geçerli. Öyleyse aşk ve şevk ile hep birlikte söyleyelim: “Bana ciğerim de, mu- habbetimiz tazelensin.” Kaynaklar: 1.Guyton ve Hall Tıbbi Fizyoloji kitabı ve birtakım ders notları 2.Kuppfer Hücreleri videosu için: https://www.youtube.com/watch?v=9mUfZEzLaKI&list=LLZdKe83W-PaGDv_xnletL_g&index=4, https://protocolexchange.researchsquare.com/article/nprot-2706/v1 3.Görseller için internet :D 28

DENEME Beyza YILDIZ [email protected] İÇDÖKÜM –Sen de özgürleşmeye başladıkça yalnızlaştığımızı fark ettin mi? –Nasıl yani sahip? –Bak şimdi şöyle oldu: Biz aslında sevilmek için, saygı görebilmek için hep koşullu bir zeminden hareket ediyorduk. İlişkilerimizi de böyle kuruyorduk. İyi olursak, ahlaklı olursak falanca için şöyle davranırsak, filancayı düşündüğümüzü böyle belli edersek seviliyorduk. Ama ne za- man ki gerçekten ne istiyorsak öyle davranmaya başladık, o hani “aş- kımızdan ölenler, her koşulda yanındayımcılar, aman ilk beni aracılar” gitti, \"artık kafa yapılarımız uymuyor, bana güven vermiyorsuncular” geldi. Yani biz değiştik. Biz değişince onlar da değişti. İşin daha tuhafı ne biliyor musun? Biz yaşadığımız değişimden dolayı kimseyi bir yere çekmeye ya da hayatımızdan çıkarmaya çalışmazken ısrarla bütün eleş- tirilerin ve terk edilmelerin öznesi oluyoruz. Şimdi yukarı çıktığım ba- samaktan, bir altta yaşadıklarım ne kadar tuhaf gözüküyor bir bilsen! Hâlbuki içindeyken çok masumdu. Peki, bu durumda içinde bulundu- ğumuz yalnızlık bizi üzmeli mi? Kendimizi terk edilmiş mi hissetmeliyiz? Yoksa ilk defa daha özgür hissettiğimiz için sevinmeli miyiz? –Sahip aslında ben kimse gitsin istemiyorum. Senin haberin yok ama ben çok üzülüyorum bu yalnızlık şarkısını dinlerken. –Ah biliyorum bunu, bana da geçiriyorsun bazen ama böyle yapma- malıyız. Bulunduğumuz yeri net olarak görebilmeliyiz. Peki, bu özgür- lükle ne yapacağız? Menfaatlerimiz üzerine kurulu alışverişi bitirince gerçeğe ulaşmış mı olacağız? Sevmeyi kendisi için, bilmeyi kendisi için istemiş mi olacağız? Bu yüzden bize kızacaklar biliyorsun. Bu dünyayı 29

anlamadığımızı söyleyecekler. Belki de çitlerin ardına gönderileceğiz. Her hareketlerinin altında onlara benzemediğimiz için bizi cezalandır- ma dürtüsü yatacak. Zarar görmemizden gizli gizli haz duyacaklar. On- ları dinlemediğimiz için başımıza ne geldiyse hak ettiğimizi söyleyecek- ler. En çok da onlara hiç benzemediğimiz için... Bu yüzden Tanrı’yı hiç anlayamadılar. –Tanrı’yı biz anladık mı ki sahip? –En azından yaklaştık. Zıtları bir arada tutmayı denedik. Biz Tanrı’yı an- layamayız ama en azından onu anlamadığımızı biliyoruz. Ya onlar, Tanrı adına kurdukları dünyada siyasetle, ahlakla ve toplumla bizi cezalan- dırdılar. Yüksek sesle: “Tanrı sizden bunu istedi. Tanrı senin yaptıkları- nı görüyor ve buna kızıyor.” dediler sürekli, hiç duymadın mı? Tanrı’m madem bana bu kadar kızgındın neden bir kez olsun bunu hissetme- dim? Neden bana hep rahmet ettiğini düşündüm. Yoksa ben gazabı- nı anlayamayacak kadar kör müyüm? Eğer körsem gazabını hak etmiş de olamam. O zaman sen bana sadece merhamet etmiş olursun. Değil mi Tanrı’m? Bütün sorularımız boşlukta yankılanıyor duyuyor musun? Tanrı’nın sessizliğini duyuyor musun? –Sahip, bazen haddini aştığını bile göremeyecek kadar haddi aştığını düşünüyorum. O kadar hızlı gidiyorsun ki aşmaman gereken o ince çizgiyi hiç görmeden geçmiş oluyorsun. Sonrası zaten hep yeşillik. Sen çitin diğer tarafında kalmış ve sana yasaklanmış olan o meyveyi yer- ken “Tanrım bana ne güzel meyveler veriyorsun!” diye bir de teşekkür ediyorsun. Sen var oldun olalı seninleyim ama nasıl oluyor da bana da o çizgiyi göstermiyorsun hiç anlayamıyorum. Sen neye inanırsan o kadar şiddetle inanıyorsun ki aksi sana gösterilse bile kabul etmiyorsun sahip. Eminim bunları da… –Ahhh saçmalama. Bu dediklerinin olmaması için her an teyakkuzda, her an acaba bir çizgiye mi bastım diyerek mi yaşayacağız? O bizden bunu mu istiyor sence? –E hani hiçbirimiz Tanrı’yı anlayamıyorduk? Sen bunu istemediğini ner- den anladın sahip? –Bazen benden çok uzaklaşıyorsun. Düşüncelerimi de kendine doğru çekiyorsun. İpler hâlâ benim elimde. Beni şüpheye düşürmek için böyle yapıyorsun. Kafam karışıyor. Kaygı demir bir yumru gibi mideme iniyor 30

ve bu iyiye işaret değildir. Duygularımızı kontrol edemediğimizde ye- mekle acı ve öfkeyi midemize indiririz. Sonra hasta oluruz. Çok hasta oluruz. Ben hasta mıyım? –Hayır, sen sadece gönül dükkânının kepenklerini hiç açmayan bir tüc- carsın. Kulağına hakikatten kar suları kaçmış ve onlara ulaşmak istiyor- sun. Acele ediyorsun sahip. Acele ediyorsun. Kitabın sonuna nasıl geldiğini anlayamamıştı. İskeleye yanaşan vapurun selam vermek için çıkardığı kendinden büyük korna sesiyle irkildi. Kita- bın kapağını uzun bir süre açmayacağını biliyordu. Olan bitene kayıtsız bir hâlde çantasını omzuna aldı. Arkasında merdivenlere ulaşmaya çalı- şan ihtiyarın kendisiyle birlikte kitabı okuduğundan şüphelendi: –Acele etmeyin evladım. Nereye yetişeceksiniz? 31

İZMİZM Hikmet Can DAMAR [email protected] ESKATOLOJI Başlangıcını yaptığımız bu yazının birazdan sonu da gelecek. Son de- mişken, biraz “theend” edebiyatı yapamaya ne dersiniz? Ben başladım bile affınıza sığınarak. Belki şu an kıymetli gününüz son demlerini yaşıyor, güzelce demlenmiş bir çay eşliğinde. Çayınız da bitmek üzere belki. Hadi yeniden doldura- lım bardağımızı. Yeniden ısınsın ince belli cam bardağımız/fincanımız. Yeniden tadalım tavşankanı çayımızı. Bir yudum. Bugün bu yazı denk geldi çayınıza eşlik etmek için. Dün belki ana haber bülteni, bazen de eş dost. Bir yudum daha. Her günümüz de böyle ısınıyor sabahın ilk ışıklarıyla ve can veriyor; renk, heyecan katıyor yaşantımıza. İçinde bizi hayvanlardan ayıran o akıl melekesini kullandığımız (genellikle), alet edevat yapıp bir şeylerin peşinde koştuğumuz zamana gün diyoruz insanoğlu olarak. Aydınlığın, gelişmişliğin, özgürlüğün, ilmin ve ilerlemenin sembolü olarak kullanı- yoruz günü, gündüzü, ışığı. Bir yudum daha. Artık gün bitiyor. Güneşe sırtımızı dönüyoruz. Hava soğuyor ve kararı- yor. Bunun en az bizim kadar farkında olan vücudumuz da melatonin hormonu salgılayarak yavaş yavaş bizi mayıştırıyor. Bu arada gününüz umarım güzel geçmiştir ve amaçlarınıza ulaşmışsınızdır. Sahi amaç de- mişken, günümüzü akşamın olması, mesaimizi bitirmek için mi yaşadık, 32

yoksa bu sırada başka bir amaç bizi dürtükleyip durdu mu? Öyle olmalı diye demiyorum elbette huzur, güven önemli duygulardır. Günlerimiz hepimizin yakındığı gibi hızlıca geçiyor ve tükeniyor, bitmez denilen sü- reler sonlanıyor. Bu yüzden daha geniş bir perspektifte aylarımız nasıl da geçiveriyor ki bir bakmışız yıllar geçmiş. Dünya dönüyor (şaka değil), soğuyor ve ısınıyor. Aynı sevgili çay bardağımız gibi. Arada sırada yıkı- yoruz bu bardağı tekrar kullanmak için. Neden severek içtiğimiz çayı- mızın kalan tortusunu sevmiyoruz? Çünkü bardak dediğin doldurmaya ve boşaltmaya yarar. Bu yüzden ilk hâli gibi, ilk masumiyeti gibi kalsın istiyoruz. Aslında günlerimiz, haftalarımız, aylarımız, yıllarımız da böyle bir döngü içinde anlatmaya çalıştığım üzere. Ve biz, çay bardağımızı her kullanışımızda temizleyip ilk ve saf hâline getiriyor muyuz? Bir yudum daha. Allah siz okuyucuma daima nasip etsin: Tasasız uyumak ne büyük bir zenginliktir! Gerçi dert sahibi olmak da lazım diye düşünürsek tartış- malı bir konu sanki, tamam susuyorum. Yalnız bugünün biteceğinden eminiz değil mi? Bugün bitmek üzere belki de. Yarın da aynı şekilde bitecek ve bir gün artık yarınımız olmayacak kendi adımıza. \"Derin\" bir nefes alıp realize etmeye çalışalım: Bir gün bu nefesi alama- yacağız. Evet, ölüm hak falan filan, artık bunun da edebiyatını yapmayacağım merak etmeyin. Peki, ölmek istiyor muyuz? Neden ölmek isteyelim ki? Temel bedeni ya- şam amaçlarımızı gerçekleştirmiş olsak bile ölümü isteyemiyoruz ancak aynı zamanda alın yazımız. Sonsuzluk isteğimiz her zaman var olageldi tarih boyunca. Neden sonsuzluk istiyoruz, diye sorduğumda ezelî ve ebedî Allah'ın bize ruhundan üflemesinden başka yanıt gelmiyor aklı- ma. Bir yudum daha. Bu arada başlığımız havada kalmasın sevgili okur. Eskatoloji, kökenini Yunancada bulan bir kelime. Son demek. Dinî bir terimdir. Evrenin ya- ratılışı bakımından lineer bir anlayışla sonlanışını ifade eder. Yazımızda edebiyat yapmayı bırakabilirsem daha geniş açıklamalar yapacağım. Akıldan ve alet edevat yapmaktan bahsetmiştik. İşlerimizi kolaylaştır- mak ve daha büyük işler yapmak için üretiyoruz. Daha güzel bir hayat ve bu hayale yönelik ütopyalar yazıyoruz. Korunma ve güvenlik ihtiya- 33

cımızdan dolayı ideal bir devlet tasarlıyoruz kafamızda. Zulüm görmüş halklar da ideal bir devlet peşindedirler. Örneğin, Hz. Musa ve İsrailo- ğulları. Savaşın, zulmün, haksızlığın olmadığı, aydınlığın hüküm sürdü- ğü bir dünya hayali. Hz. Süleyman'ınki gibi bir barış devleti. Bir Mesih arzusu. İdeal devleti/toplumu kuracak bir Mehdi. Bireyler olarak her zaman daha iyi için çalışıyoruz, en azından gördüğümüzden eksik kal- mamak için. Cenneti tasavvur ediyoruz. Nihai varış noktası olarak cen- net bizim en büyük amacımız değil mi? Cennetin olmadığını düşünelim bir an. Ölmek ne kadar da moral bozucu değil mi? Bu yüzden bir cennet tasavvuru insan için karşı konulmaz bir ihtiyaç olabilir. Ütopya da aslın- da böyle bir arayış olabilir. Dinlerin öncelikli teklifi ölümün olmadığı bir ahiret fikrinde temellenir. Zira ölüm bir son bulmaysa ve ölüm sonrası bir ahiret yoksa dünyevi hayatın tamamı anlamsızlaşır; öncelikler deği- şir, tüm değerler değersizleşir; ahlâk, onur, erdem gibi vasıflar anlamını ve önemini yitirir. (İzzet Erş) Bu minvalde söyleyebilirizki ahiret inancımızla biz, aslında bugünü- müzü yani dünyamızı şekillendiriyoruz. Dünyanın sonu yahut kıyamet derken bir sondan mı bahsediyoruz? Bir bitişten değil de bir amaçtan bahsediyorsak dünya hayatımız anlam kazanıyor. Erdemler, ahlak, iyilik; olması gerektiği konuma ulaşabiliyor. Hristiyanların eskatolojiye yaklaşımı oldukça anlamlıdır. Yahudiliğin bir dünya cenneti tasavvuruna karşı Hristiyanlığın öte dünya cenneti ta- savvuru da bunda etkili olabilir. Barış dini İslam ise hem dünyayı hem ahireti dengeye oturtmaya çalışmaktadır. Bir yudum daha. Doğrusu bütün toplumlarda bir son düşüncesi bulunmaktadır. Kıyamet alametleri bizim için, Ragnarök İskandinav milletleri için, Kalgançı Çak eski Türkler için eskatolojik mitleri ifade etmektedir. Kalgançı Çak içinde bir örnek olarak, “Kalgançı Çak geldiği zaman gök demir, yer sarı ba- kır olur. Hanlar hanlara saldırır, uluslar birbirine kötülük düşünür, katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek (arşın) kadar küçük olur. Başparmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı bey olur. Baba çocuğunu, çocuk baba- sını tanımaz (saymaz). Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez. Ayakaltında altın bulunur onu alacak kimse bulunmaz.” Nuh tufanı insanlığın sonunu getirmiştir âdeta ve Hz. Nuh, İkinci Âdem olarak isimlendirilmiştir. Nuh tufanı eskatolojik bir anlatımdır. (Aven- gersEndgame peki?). 34

Tarih boyunca sıkıntıdan ve adaletsizlikten uzak bir hayat hayal edil- miştir daima. Böylelikle belki de hayata tutunduk ve bugünlere geldik. Ancak bugün geldiğimiz noktada geleneklerimiz tarihî ve kültürel bir bilgiden daha öteye geçebiliyor mu sizce? Modern toplum için gelenek var mıdır? Sonuç olarak eskatoloji dinî terimi, dünyanın ve imtihanın son bulma- sına dair bir kavramdır. Westminster İnanç Açıklaması ve Kısa İlmihali- nin ilk sorusuna baktığımızda “İnsanın varlığının en baş amacı nedir?” sorusunu görürüz. Buradaki “amacı” kelimesi yerine İngilizce’de “son” kelimesi kullanılmaktadır. Bugünü geçirdik, yarını geçirdik, on yıllar geç- ti ve biz hedeflerimize ulaştık. Sonra kendimize yeni hedefler koyduk ve hepsinde başarılı olduk. Bu amaçları şimdiden hayal edebildiğimizi varsayarak dünyadaki son günümüzü hayal edelim. Amacımız nedir? İşte bu soruya vereceğimiz cevap, nihai sonu ve nihai amacımızı ifade edebilir sanki. Yani diyoruz ki, “Her şeyi geçtik azizim, son gün geldiğinde ne yapaca- ğız?”. Eskatoloji kelimesinin, sonu “izm” ile biten bir kelime olmadığı aşikâr. Peki köşemize neden taşıdık bu kelimeyi? İlk yazımızda belirttiğimiz gibi bu kelimeler bir şeyleri arayan fikrî akımları ifade ediyor. İdeoloji, akide, dogma isimleri de kullanılıyor. Bu bakımdan aslında bütün bir bilinmez- liği ve bu çerçevede dogmaları ifade eden ahir zaman, kıyamet ve öte dünyayı inceleme konusu yapan eskatoloji terimini köşemize taşımakta beis görmedik. Sağlıcakla, çayımızı soğutmadan… Kaynakça https://samsunkilisesi.com/2019/06/21/eskatoloji-kiyamet-gunu-bize-neogretir/ http://www.dusunuyorumdergisi.com/utopya-ve-eskatoloji/ https://dergipark.org.tr/en/down- load/article-file/539272 https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahir_zaman https://islamansiklopedisi.org.tr/ahir-zaman https://kayiprihtim.com/dosya/turk-mitolojisinde-kiyamet-kalganci-cak/ 35

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] KOŞ LOLA, ÇÜNKÜ “HER OYUNUN SONUNDA OYUNUN BAŞINA DÖNERSIN” “Run Lola” aslında çok basit bir hikâyeye sahip. Birbirini seven iki ka- rakterden Manni mafyaya ait 100.000 mark parayı metroda unutur ve başı mafya ile derde girer. Lola’nın şapşik sevgilisini kurtarmak için 20 dakikası vardır. Nasıl biz de sevdiğimiz şeyleri kaybetmemek için bir ömür onların peşinden koşuyorsak Lola da sevdiğini kurtarmak için 20 dakikalık bir koşuya başlar. Bu koşu sırasında da aslında seçimlerimi- zin nasıl sonuçlar doğurduğuna ilişkin olaylar sıralanır. Alışılagelmiş bir hikâyeye hizmet ediyor görünse de aynı olay tam üç kez başa sarılarak yeni olaylara hayat veren süreçlerin kapısını açar. Manni’nin şehir merkezinde telefon kulübesinde Lola’dan yardım iste- mesiyle üç farklı olasılık zincirine dahil olmuş oluyoruz. Lola’nın sevgili- sine yetişmek için koştuğu esnada rastlaştığı, çarpıştığı ya da bir şekilde etkileşimde bulunduğu insanların fotoğraf karesi şeklinde kısa kısa ha- yat hikâyelerine yer veriliyor. Film, biz yolumuza devam etsek de birile- rinin hayatında istemeden de olsa bırakabileceğimiz izlerin göstergesi hâlini alıyor âdeta. Ayrıca Lola’nın olduğu sahnelerin el kamerasıyla çekilmiş olması da aksiyon yapısını güçlendirip filme doğallık katıyor. 36

Temelde hayattaki olasılıklara dikkat çekmeye çalışan filmde her se- ferinde Lola’nın başına kontrol edemediği bazı şeyler geliyor. Lola’nın çığlıkları tam bu aşamada kontrol dışı olaylardaki şans faktörünü orta- dan kaldırıyor. Çıkmaza girdiği ve kelimelerinin tükendiği anda olayın seyrini değiştirecek kudretteki o çığlıkla tempo giderek artıyor. Verilen küçük bir karar değişikliğinin, ufacık bir geç kalışın ya da erken harekete geçmenin sonuçta büyük farklar yarattığını çok net görüyoruz. Anlatıl- mak istenen güzel bir şekilde anlatılıp seyirciyi düşünmeye sevk ediyor. Dinamikliğini bir an bile kaybetmeyen film, Lola’nın değişime yetişme mücadelesini izlettiriyor bizlere. 37

KAMUS Ayşe ACAR [email protected] KENDINI ELEKTEN GEÇIREN İNSAN Kelimeleri tanımaya başlayınca onların anlamlı en küçük ses birliğinden daha öte bir mana taşıdığını düşündüm. Ve her kelimenin peşinden gi- dişimde bu düşünce pekişti bende. Dosya konumuzdaki eleştiri kelime- sinin de bu pekiştirmede payı büyük. Eleştiri kelimesinin kökü, bir şeylerin iyisini kötüsünden ayırmaya yara- yan nesne olan eleğe dayanıyor. Eleştirinin Fransızcadaki karşılığı olan kritik kelimesinin kökü ise, süz- mek anlamındaki fiile dayanıyor. Bu mukayeseli kelime kökü araştırma- sında ilk şaşırdığım, birbiriyle bağlantısız iki dilden aynı mantıkla kelime türetilmesi oldu. Sonra dedim ki, aklın yolu bir. Eleştirmek, unu elemek ya da çayı süzgeçten geçirmek gibi bir şey hakikaten. İyi olanla kötü olanı ayırıp iyiyi muhafaza etmek, kötü olanı ise atmak. Bu mantık, eleş- tiride toptancılığın, insafsızlığın önüne geçebilir. Bir iyinin içine birkaç çerçöp girdi diye hepsini atmazsın da, elersin onu. Eleğin güzel olmalı ama. Düşünsene koca koca delikli bir elekten un elediğini. Üstünde kal- ması gereken her şey altına geçer, üstelik un kendini elenmiş bildiği için içindeki tüm yabancıları da undan kabul eder. Şimdi sen bu eleğe elek der misin? Yıkıcı ve kaba bir dil de aynen böyle kişinin olumsuz tutumlarını daha 38

çok sahiplenmesine sebep olur ve ona eleştiri denmez. Peki, neden bir insan unun elenmeye olduğu kadar eleştiriye açık ol- malı? Hatalarını görsün ve onlardan dönsün, başka bir açıdan kendine bakma imkânı kazansın diye belki. İnsanı undan ayıran şey ise, onun öz eleştiri yapabilecek kapasitede olmasıdır. Bunu başarabildiği ölçüde olgunlaşacak, iyiye ve güzele yak- laşacaktır. 39

“O” AN M. Furkan DOĞAN [email protected] 40

Mekânlar, şarkılar, hatta her şey; onlarla yaşadığımız anılar ve onlara yüklediğimiz anlamlar sebebiyle bize çeşitli duy- gular hissettirirler. İçerisinde samimi buluşmalar gerçekleş- tirdiğimiz bir kafe, sonraki ziyaretlerimizde yalnız olsak dahi o eski anıları hatırımıza getirecek ve zamanın damakta kalan duygusunu yeniden tattıracaktır. Yahut yoğun duygularımızı dindirmek ya da coşkulandırmak adına dinlediğimiz müzik- ler, aradan yıllar geçse bile bize geçmişin nidasını işittirirler hafifçe. Bu nedenle güzel müzikleri çirkin, hoş mekânları nahoş anılarla doldurmamaya dikkat etmeli insan. Kasvet, “iç sıkıntısı” anlamına gelmesine rağmen yağmurlu, kapalı havalara neden kasvetli deriz? Tanrı olanca merha- metiyle bize gökten can suyu verdiği hâlde bu yakıştırmada bir yanlışlık yok mudur? Zaten kasvetli olan bir şey yoktur. Kasvet, bizim hatırladıklarımızda ya da yeisimizdedir. 41

Biz bu hikayeye ne bir baş ne de bir son bulabildik Denizin ortasında ve beraberdik Derin sorularla başımız belaya girince Büyük puntolu başlıklar attık. Yeniden başlamak huy olunca Her selamla tekrar doğmaya alıştık İçten sohbetlerle gönlümüz doldu Kelimeleri kucakladık Bütün çocuklar ve şairler adına Uzunca baktık hayata Hangi durakta bir soluk yazgımız varsa O anı ‫ ب‬nin altına nokta yaptık Sırrımız epey duyuldu Ve kurtuldu sır olmaktan Söyleyecekler tükenir mi dersin? Senle çokça aşinayız Hiç sanmam. Paydos Dergi @paydosdergi [email protected]


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook