Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 23_Paydos_Ağustos'19

23_Paydos_Ağustos'19

Published by bimesele TV, 2022-07-21 20:51:20

Description: 23_Paydos_Ağustos'19

Search

Read the Text Version

Farkı Fark Edemeyenlere Aylık Ortaya Karışık Bülten - Ağustos'19 - Sayı 23 Böyle Şeyler İdrak ve Boşluğa Filmlerde Olur Detaylar Tanımlanan Fazlasına Full Kaç Anne Gerek Yok Serbest Daha... okumalık kitaplık serbest dosya tarih düşünce kale'm



PAY DOS Aylık Ortaya Karışık Bülten Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe KAYA Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL İllüstratör Ayşe Rümeysa ÖZDEN Esma ATEŞ Muzaffer FIRAT Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim bultenpaydos@hotmail.com oncugenclik42@hotmail.com Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Ayşe ACAR 04İDRAK VE DETAYLAR Bahaeddin ATABEY 06 FAZLASINA GEREK YOK Enes SÜSLÜ 07FARKINDALIK Hümeyra ÜNALDI 09 KAÇ ANNE DAHA... Bahar EŞREFOĞLU 14KANAVİÇE Ayşe Rümeysa ÖZDEN 17 FULL SERBEST Esma ŞAFAK 20BU YAĞMUR Beyza KARADEMİR 27 BOŞLUĞA TANIMLANAN Beyza YILDIZ 24UZAKLARDAN BİRİ Muhammed URAL 27 BİR GÜNDÜZ RÜYAMDA İZLAL BÖYLE ŞEYLER FİLMLERDE... 28 Ayşe KAYA 30 ODUR SEBEP ONA İZLAL 32THE RETURN Taha SULAR 34 OBJEKTİFE TAKILAN AYET Merve ER

BAŞLARKEN Ayşe ACAR aayseaacar4@gmail.com Beton şehirlerin taş kaldırımlarında yürürken bir çiçekle muhabbet edi- yor, bir kedinin peşine takılıyor, bir çocuğun kaçan topuna tekme ile birlikte bir tebessüm gönderiyorsanız sevgili okur, geçmiş pişmanlıkla- rınızdan kurtulmuş, gelecek kaygılarınızdan sıyrılmış ve ana odaklanma zekiliğini göstermiş bir “ibnü’l-vakt”sinizdir. Dolayısıyla sizi tebrik eder ve selamlarız. Farkındalığa dair söylenenler, “ Göreceli kavramdır.” mazeretine sığınılıp kalıptan kalıba sokulmuş esasen. Ama temelde, bilinçlilik hâli, yaşanılan anın içinde olma ve olan biteni tahlil edebilmeyi anlatmış. Detaylı kısmı, ilerleyen sayfalarda sizin şimdiyi ıskalamayan zihninizi ve gözlerinizi bek- liyor olacak. Bana sorarsanız insanoğlu olarak en basit meseleleri bile en karmaşık hâle getirip öyle sunmayı seviyoruz. Oysa mevzu basit: “Geçti gün ferdâyı ko Sâat bu sâat dem bu dem” (Şeyh Galip) 3

DOSYA Bahaeddin ATABEY neyzen.atabey@gmail.com İDRAK VE DETAYLAR Her şey nasıl da hızla yok olup gi- Denizlere koşar gibi çağlayanlarla diyor. Bedenlerimiz maddi dünya- nihayete sürüklenen bedenimize da kayboluyor. Anılarımız zaman- bu yolculuğunda ne eşlik ediyor. la geçip gidiyor. Temaşa bittikten Bir tek şey, yalnızca bir tek şey… sonra sessizliğe gömülen bir ti- Bu noktada biraz duraklayalım. yatro sahnesi gibi mekânlarımız. Marsel Aurelius, o bir tek şeyi; aklı Duyularımızla algıladığımız bütün kullanma prensiplerini kapsayan, nesneler, özellikle de verdiği hazla düşünmeyi önceleyen bir kavram bizi kendimizden geçiren, yaşattı- olarak felsefeyi sunuyor bizlere. ğı acıyla korkutan ya da anlamsız İdrak etmenin, ayırt edip fark et- bir şekilde zevk almamızı sağla- menin, künhüne vâkıf olmanın yan şeyler, nasıl da dünyaya ait, biricik anahtarı... Kimi felsefeyle aşağılık, geçici ve ruhsuzlar. Bede- kimi hislerle kimi mantıkla kimi nimize dair her şey bir nehir gibi gelişigüzel bir yol tutuyor. Herke- sürüklenip gidiyor. Bir sirkülasyon sin yolculuğu bu kadar farklı iken içinde, yaşam döngüsünün bir ba- insan kendisine eşlik edecek biri- samağında umarsızca tüketiyor cik şeyin ne olacağına bizzat ken- ve tükeniyoruz. Zihnimizin bütün disi karar vermeli, yol arkadaşını ürünleri rüyalar ve sanrılardan tanımalıdır. Ne demişler: “Evvel ibaret. Hakikat ışığı, gönül pen- refîk, bade’l tarîk (Önce yoldaş, ceremizi ikindi güneşi gibi ısıtıp sonra yol)”. Yol dedik, uzun ve ışıtacak ancak ya hava bulutlu meşakkatli. İstikameti ve güzer- ya perde kapalı. Ziyasına ihtiyaç gâhı belli olan varış mekânı. Yolda duyduğumuz anda ise istihkakını olmak, bir yere varmaktan daha doldurmuş olan topraklar, dağları zordur çoğu zaman. aşan sırasını beklemede. Bu uzun Fark etmek böylesi pürüzsüz bir döngüde aydınlıktan faydalanıp, dünyada, hiç de kolay değil. Ek- etrafımızdakileri idrak edip, iyiyi sik kalacak olsa da her şeyin mü- kötüden, faydayı zarardan, güzel- kemmel olmayacağı bu imtihan liği çirkinlikten ayırt etmek nasibi- mekânında, mükemmelliğin yani mize kalmış. 4

eksiksiz ve kusursuzluğun dayatıl- attığım adımı güzelleştiren bir dığı bir düzenin içerisinde Taniza- şeyler var. Bana acizliğimi hatırla- ki’nin gölgeye övgüsünde söz etti- tan, kâinatın içinde çöle fırlatılmış ği biçimiyle meseleye yaklaşmak bir yüzük kadar küçük bir parçası- ufkumuzu açacaktır. “Karanlığın, nı teşkil ettiğim o büyük düzenin zamanın izlerinin, eskinin ve as- içinde kaybolup gitmeden men- lında ‘kirlinin’ ne kadar kıymetli zile ulaşmam gerektiğinin farkına olduğunu” fark ederek başlama- varmak... “Burası dünya, burası lıyız yola. Bu dünya pürüzsüzlerin bu kadar.” diyerek kanaat etme- dünyası. Öyle çok ışıldıyor ki her nin verdiği rahatlıkla, bir çiçeğe şey, aradığımız şeyi dünya gözüyle bakarken yavaşlamanın hazzını, nasıl göreceğiz bilemiyorum. Bu dayatılan mükemmelliğin içinde dünya güzelliğini boyalarla örten- kusurlu, yaratılan mükemmelliğin lerin dünyası. Böylesi bir dünyada içinde aciz olduğumu idrak edişi- doğal olana nasıl dokunacağız bi- min verdiği mutluluğu göğsümün lemiyoruz. ta derinlerinde hissediyorum. Bü- Tüm bunlara rağmen benim bildi- tün bunların farkındayım sevgili ğim bir şeyler var en azından. Bü- okur. Bana yolumda eşlik eden tün bu saçma sapanlığın ortasın- şey, bu farkındalık. Ya sizinki? da evden dışarı her adım atışımda 5

OKUMALIK Enes SÜSLÜ enessuslu96@icloud.com Fazlasına Gerek Yok “Hani olur ya bazen, böyle, bir şeyler eksik gibi gelir, ama ne olduğunu bilemez- sin. Günler, belki haftalar geçer, ama bu his geçmez. İçin sıkılır. Hiçbir şey yap- mak istemezsin, gitmek istersin sadece. Mecbur olduğun yere değil de, başka, hiç bilmediğin, hiç görmediğin bir yere.” Şimdi burada, şehirler arası bir otobüste, kitap okuyormuş gibi yapıyorum. Ya- nımdaki kadın telefonla konuşuyor, aslında onu dinliyorum. Otuzlu yaşlarının başında, açık tenli, sarı saçlı. Konuşurken, bir yandan da sürekli önündeki koltu- ğun sökükleriyle uğraşıyor. “Yani, şu an olmam gereken yerde değilmişim gibi geliyor,” diyor. Birkaç saniye susuyor. “Böyle sürüp gitsin istemiyorum.” “Şimdi ağlamaya başlayacak,” diye düşünüyorum. Ağlamıyor. Onu dinlediğimi fark etmesin diye, düzenli aralıklarla kitabın sayfalarını çeviriyorum. Çantadan kalemi çıkarıp bir şeyler karalıyorum. Görevliden su istiyorum. “Bir şey olsa, farklı bir şehirde, yeniden başlasam, tek başıma,” diyor. “Fazlasına gerek yok.” “Önceden düşünülmüş, belki yazılıp silinmiş, üzeri karalanmış büyük cümleler,” diye düşünüyorum. Normalde, başka birinden böyle şeyler duysam, yapmacık, ezberlenmiş, der geçerdim. Ama şimdi, burada, hepsi gerçek geliyor. Portakal-limon bahçelerinin arasından geçiyoruz. Bir bahçe nerede bitiyor, di- ğeri nerede başlıyor anlamaya çalışıyorum. Sıra sıra palmiyeler ekilmiş. Apart- manların sıklaşmasından, şehir merkezine yaklaştığımız anlaşılıyor. Her trafik ışığının başında, küçüklü büyüklü tezgâhlarda portakal suyu satan ihtiyarlar ve ışıkta bekleyen arabaların arasında gezinen çocuklar var. “Neden böyle oluyor,” diye soruyor kadın. Derin bir nefes alıyor. Bir süre durak- sayıp, “Neden,” diye tekrar ediyor. “Şimdi ağlamaya başlayacak,” diye düşünüyorum. 6

KELİMELER-KAVRAMLAR Hümeyra ÜNALDI humeyraaslantalay@hotmail.com FARKINDALIK Fark: Bir şeyin bir başkasıyla ka- yavaş yavaş hızını almaya başladı- rıştırılmamasını sağlayan özellik, ğında ilk heyecanını atan yolcular ayrım, başkalık. biraz daha sakinleşmiş, uzun bir Sefer ismi anons edilip yolcu alımı- yolculuğa hazırlanmak için koltuk- nın başladığı duyurulduğunda her- larındaki en uygun pozisyonlarını kesin telaşlı yürüyüşlerine nazaran seçmekteydi. O ise başını cama sakin ve umarsız adımlarla ilerledi. yaslamış, adeta koşarak geçen Her zamanki gibi tek başına yolcu- manzarayı seyrediyordu. Şu karşı- luk edecekti. Yanına yolculuk bo- da yolu gözükmeyen yeşilin için- yunca kişisel konularını anlatmak- deki evde acaba nasıl bir aile var- la yetinmeyip kendisi hakkında da dı, peki şu paralelindeki otoyolda meraklı birinin oturmamasını dile- çoktan geride kalmış kırmızı araba yerek sıraya girdi. Kimliğini uzattı hangi menzilin heyecanındaydı, ve onaylanmasının ardından trene birkaç saniyeliğine kendisine eşlik doğru ilerledi. Kendi vagonunun eden şu tarlanın filizleri hangi rız- önüne geldiğinde fazla yük alma- kın sevinciydi? Ya şu dolgun bulut- dığına tekrar sevinerek el bagajını lar, yüklerini indirmek için hangi kolayca yukarı çekti. Tam koltuğu- emri bekliyordu, şu daldaki kuş, na doğru geçerken ellerinde tor- bu duvardaki yazı, o bahçedeki balarla nereye oturacağını bir tür- düzen?.. Derken hızlanıyordu etra- lü anlamayan, ilk seferleri olduğu fında bir düşünce treni. Detayları heyecanlı tavırlarından belli olan görmek düşüncenin çapını geniş- bir gruba tantananın bitmesi için letiyor, geniş düşünmek ise ana yardım etti. Kendi koltuğuna geçip resmi kavratmaya yarıyordu. ustaca yerleşti. Başını cama yasla- Çevreyi düşündükçe kendisini kav- yıp ilgisizce trene gelenleri seyret- rıyor, yolculuktaki konumundan ti. Hareket vakti yaklaştığında ne- başlıyor hayattaki konumuna otur- fes nefese koşanları seyrederken maya ilerliyordu. Kendi hayatında de aynı tavrı sürdürdü. nokta doldurmayan şu detaylar ne Tam vaktinde hareket eden tren büyük paragraflar tamamlıyordu. 7

Avuçlardan sızan mürekkep önce- Çevresini ilgisizce süzerken otur- den kurutulmuş kelimeler doğuru- maktan sıkılmış çocuklar koridorda yordu. Hızlıca eline tutuşturduğu gezinmeye çoktan başlamışlardı. kalemini beceriksizce oynattı. Far- Yanındakinin sıkılmış bir vaziyette kına vardıklarını bir anlama buldu- çevresini gözlediğini anladığında racak, yumuşacık yastıklara kon- radara yakalanmamak için hemen duracaktı. Değer dedi, kendinle başını manzaraya çevirdi. buluşturduğun, kendinden verdi- Her şey bir vardı, bir yoktu. Nere- ğin, kattıkların ile derkennn kalemi de kalmıştık diye iç geçirdiğinde, hızlıca sayfanın sonuna doğru çi- arkasında bıraktığı toz bulutu hari- ziktirdi. Yine dedi, işte yine… Çan- cinde trenden eser yoktu. Dikkatini tasına bir hınçla sokuşturdu her topladı, gözlerini biledi, uzattı ba- telden çalan defteri. şını. Hız her şeyi bulanıklaştırıyor, Derin bir nefesle tekrar oturdu farkları eşitliyordu. Birbirine ben- makinist koltuğuna. Bu sefer an- zedikçe sıradanlaşan, sıkıcı bir film lam dedi, hakikate ilerliyordu ama akmaktaydı gözlerinden. Ne yalan varmak için fazlaca durması gere- söyleyelim hemen bırakmadı işin kiyordu. O bir adım attığında tren peşini, bir süre çabaladı görmek hızını iyice almış son sürat akmaya için. Hatta birkaç kez refleksle başlamıştı raylardan. Yüksek hızla başını ardına çevirdi fakat sonra daha da bir titreyen cam rahatsız kabullendi gözlerini kırpıştırarak. edince yüzünü buruşturarak başı- Yerine iyice yerleştikten sonra elini nı kaldırdı. Başıyla cam arasındaki başıyla camın arasına koyduğunda darbeleri yumuşatacak boyun yas- gözleri yavaştan uykuya geçmişti. tığını almaya neden üşenmişti ki? 8

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU “KAÇ ANNE DAHA KURTARILABILIRDI?” CEVABI BULMAK HER ZAMAN ÖDÜLLENDIRILMEYEBILIR! Viyana’da tıp eğitimi veren Macar asıllı Doktor Ignaz Semmelweis, bu- gün annelerin kurtarıcısı ve antiseptik uygulamaların öncüsü olarak tarihe isim düştü. Ancak nasıl oldu da deli ilan edilip mesleğinden ve canından oldu? Galileo örneğini hepimiz biliriz, 16. yüzyılın başlarında bilinegelenin aksine dünya yuvarlaktır dediği için Engizisyon tarafından yargılanmış ve hapsedilmiştir. Ondan binlerce yıl sonra da olsa benzer bir olay mik- roskobik maddelerle hastalıklar arasındaki ilişkilerin saptanmasında önemli rolü olan bir doktorun da başına gelecektir. 9

19. yüzyılın ortalarında hamilelik humması olarak bilinen bir hastalık, hastanelerde oldukça yaygındır ve ölümcüldür. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, genç Doktor Semmelweis’in çalıştığı Viyana Hastanesi’n- de de birçok yeni anne, kısa süre sonra bu hastalıktan dolayı hayata gözlerini yumarak arkalarında gözü yaşlı bir eş ve öksüz çocuklar bırak- maktadır. 1847 yılında Dr. Semmelweis’in en yakın arkadaşı da, otopsi sırasında parmağını kestirip hamilelik hummasından ölen kadınların gösterdiği benzer semptomları gösterdikten kısa süre sonra ölür. Semmelweis çalıştığı hastanedeki doğum odasına bütün dikkatini ve- rerek araştırmaya başlar. Hamilelik humması, hastanede doğum yapan kadınların %13’ünü öldürmektedir. Yakınlardaki bir doğumhanede do- ğumlar ebeler tarafından yapılmaktadır ve doğum yapan kadınların yal- nızca %2’si hummadan ölmektedir. Bir süre sonra, doktorların ve öğrencilerin otopsi odasından doğum odasına ellerini yıkamadan gidip geldiklerini fark eder. Doktorların ve tıp öğrencilerinin, kadavralarda çalıştıktan sonra ellerini klor çözeltisin- de yıkamaları önlemini alır. Ölüm oranı anında %2’ye düşer. Ancak bu olay beklediğiniz gibi heyecanla karşılanmaz. 10

Hastanenin başhekimi, liderliğinin sorgulandığını düşünür. Semmelwe- is’in görevde yükselmesini engeller. Viyanalı doktorlar, bu Macar göç- menine karşı saldırıya geçerler. Onlara göre bu ölümlerin sebeplerinden bazıları, doğum sırasında kanallardan içeriye soğuk hava girmesinden tutun da anne sütünün yönünü değiştirerek vücudu içerden zehirleme- siydi (Ishak 2015). Semmelweis, bu sırada pek bir girişimde bulunmamakla birlikte sessiz- liğini korumaktadır. Ancak pratikte ise, el temizliğinin de ötesine geç- miş, tıbbi aletlerin yıkanmasına başlamıştır ve ölüm oranlarını %1’in altına düşürmeyi başarmıştır. 1861 yılında metodu üzerine Lohusalık Hummasının Nedenleri, An- laşılması ve Korunma Yolları isimli bir kitap yazar. Ancak bu eseri, tıp camiasının ileri gelenleri tarafından bulgularına bilimsel bir açıklama getiremediği gerekçesiyle eleştirilir. Dahası doktorların birçoğu “ellerin yıkanması” olayını gurur meselesi yapıp rencide olduklarını söylerler ve onlar tarafından bu husus alay konusu edilir. Bazıları hastaların da buna güceneceklerini söyler. Semmelweis’in Viyana’nın en önemli tıp dergilerinden birine gönderdiği yazısı reddedilir. Kendisi bunun üzerine çok hiddetlenmiş ve aynı zamanda da dehşete düşmüştür. 1865 yılında sinir bozukluğundan muzdariptir ve yazılanlara göre bir iş 11

arkadaşı tarafından haince tımarhaneye kapattırılır. Tımarhaneye kapa- tılmasından 14 gün sonra, 47 yaşındayken, sağ elindeki bir kesikte olu- şan enfeksiyondan (Gardiyanlarca öldüresiye kadar dövüldükten sonra olduğu yazılıyor.) kan zehirlenmesinden (piyemi) ölür. Yine aynı yıl, 1865, Joseph Lister’in ameliyatlar esnasında karbolik asit solüsyonunu püskürterek mikropları öldürmeye başladığı zamandır. Lister, şöyle der: “Semmelweis olmasaydı, başardıklarımın hiçbirisi ol- mazdı.” (Lienhard, 1991). Mikroplarla hastalıklar arasındaki bağlantıyı o ana kadar kimse daha bugünkü anlamda tespit edememiştir. Ancak 1025 yılında İbni Sina ta- rafından basit bir formu ortaya atılan Mikrop Teorisi (Germ Theory), bazı hastalıkların mikroplar tarafından nakledildiği nazariyesi, yıllar içinde çeşitli bilim adamları tarafından geliştirilmeye devam etmiş ve nihayetinde Fransız mikrobiyolojisi Louis Pasteur* tarafından bilimsel olarak kanıtlanmış ve bilim camiasında tereddütsüz olarak kabul gör- müştür. Birkaç yıl sonrasında da Lister**, Pasteur’un ve Semmelweis’in çalışmalarına dayanarak geliştirdiği sterilize yöntemleriyle antiseptik ameliyatın öncüsü, modern ameliyatın babası olacaktır. Semmelweis’in ismi aynı zamanda “Semmelweis refleks”ine ad olmuş- tur. Yani insanların oturmuş inanç ve normlarıyla çatışan yeni bir kanıtla karşılaştıklarında onu reddetme veya görmezden gelme eğiliminin adı. 12

*Louis Pasteur: Sultan II. Abdülhamid’in, kuduz aşısını bulması nedeniyle Mecidiye Ni- şanıyla ödüllendirdiği, çalışmaları için on bin Frank gönderdiği bilim adamı. Ayrıca ye- tiştirmesi için öğrenci gönderdiği de bilinmektedir (CNN Türk, 2018). Bunun dışında, “pastörize etmek”’ teriminin de isim babasıdır. **1879 yılında Listerine antiseptik, Lister’in ismiyle bilinegelmiştir. Ameliyatlar için ge- liştirilmiş bir antiseptik olsa da bugün ağız temizliği için kullanımıyla daha çok biliniyor. Bazı mikroorganizmalar da Lister’i onurlandırmak için daha sonrasında onun ismiyle anı- lagelmiştir, Listeria isimli patojen bakteri gibi. Kaynakça CNN Türk (2018) “II. Abdülhamid’in Fransız kimyagere yaptığı yardım ortaya çıktı.” 11 Aralık. Buradan erişilebilir: https://www.cnnturk.com/turkiye/ii-abdulhamidin-fran- siz-kimyagere-yaptigi-yardim-ortaya-cikti?page=1 (21 Temmuz 2019 tarihinde ulaşıldı) John H. Lienhard (1991). “No. 622: Ignaz Philipp Semmelweis.” The Engines of Our In- genuity. College of Engineering, The University of Houston. [Risse, G.B., Semmelweis, Ignaz Philipp. Dictionary of Scientific Biography (C.C. Gilespie, ed.). New York: Charles Scribner’s Sons, 1970-1980’dan alıntıyla.] Natasha Ishak (2015) “How the brilliance of Ignaz Semmelweis ruined his career.” 5 Kasım. Buradan erişilebilir: https://allthatsinteresting.com/ignaz-semmelweis (21 Tem- muz 2019 tarihinde ulaşıldı) 13

DOSYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN arozden@hotmail.com KANAVİÇE Yaşadığımız hayatı sonsuz gözenekli bir kanaviçe kumaşına benzetmiş Gökhan Özcan1. Her birimizin kendi hayatına özgü renklerle kendi motifini oluşturduğunu, yaşarken farkında bile olmadığımız, belki de gözümüze anlamsız gelen pek çok ayrıntının o motifte bir çarpıyla yer edindiğini; yalnızca bizi, bizim rengimizi, tonumuzu, farkımızı yansıtan bir kanaviçe işlediğimizi söylemiş. “Yaşamıma ve içinde bir şekilde yer edindiğim yaşamlara nakşettiğim her bir çarpının önemini fark edip özen gösterme gerekliliği” ise benim bu benzetmeden kendime çıkar- dığım görev. Bu alıntıyı ve kendime çıkardığım dersi buracıkta ve zihinlerimizde din- lenmeye bırakalım izninizle ve farkındalık için neler demişler, biz neler diyeceğiz bir ona bakalım: Farkındalık kelimesi sözlüklerde “farkında olma durumu” olarak tanım- lanmış. Farkında olmak için ise “görülmesi veya bilinmesi gereken şey- lerden haberi bulunmak, kavranması gereken bir şeye dikkat etmek” denilmiş. Pekâlâ, öyleyse neyi fark etmek, neyi görmek, bilmek, neye dikkat et- mek diye düşünmez miyiz? Bu noktada benim zihnimde en genel hat- larıyla iki yol beliriyor: İyiyi fark edip iyiliğe yönelmek, yöneltmek ve kö- tüyü fark edip kötülükten uzaklaşmak, uzaklaştırmak. Hepimizin bildiği tabirle: Emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker2 Kötülüğün bombardımanı altındayken, zihnimiz de hep kötüyü görme- ye odaklanmışken iyiyi fark etmek hep bir durup yavaşlamakla gerçek- leşebiliyor zannımca. İlk aşamada çok da büyük düşünmemek gerek bunun için: Sabahları okula, işe, bir yerlere yürürken caddeden değil de bir arka sokaktan yürüyüp kendini göstermeyen, adını bilemediği- miz kuşların seslerini dinlemekle, kaldırım taşlarının arasından başını çıkarmış bir çiçeğe selam vermekle, şükür ki hala görebildiğimiz Ay’a ve 14

Güneş’e, belki yaz aylarında bir de Mars’a, dikkat kesilmekle bile iyiliği fark etmeye başlamış sayılmaz mıyız? Şu yazıyı yazarken her bir eklemi- min hareketini, kasını, kemiğini, damarını, sinirini, her birinin ince ince işlenişini düşünmekle tefekküre giden bir yol açıyorsam kendime, bu da iyiliği fark etmekten sayılmalı bence. Kendime not: “Dur, yavaşla ve küçük ayrıntıları, güzellikleri fark ederek tefekküre yol aç, kalbinle, dilinle ve fiilinle şükret. Hatta bir defter oluş- tur ve not et: şükür defteri.” Ama dedik ya, bu ilk aşama. Sonra toplumdaki güzellikleri görmeye başlayacağız: Namaz sonrası caminin bahçesinde oturmuş muhabbet eden hacı amcalar düşündüm ben mesela, tatilimi nasıl olsa da daha bereketli geçirsem diye düşünüp her tatil başında okuma, izleme listesi yapan bir öğrenci düşündüm… Örnekler zihnimizde böylece sıralanıp gider. Kendime not: “Yalnızca kötülüğü gören gözlüklerin varsa çıkar, gözle- rin iyiyi de kötüyü görür. Pollyannacılığa da lüzum yok. İyilikle beslenip umut edeceğiz, kötülükten nefret edip kötülükle savaşacağız.” Bunları fark ettikten sonra iyiliğe özendirmek ise nihai aşama. Bir grup gencin öncülük ettiği, “Dünya genelinde Müslümanlar ne yapıyorlar?” temalı bi’ dünya haber3 benim gözümde bunun en güncel örneklerin- den, devamının da olmasını ümit ederiz. Edebiyat ise geçmişten günü- müze iyiliği fark edip iyiliğe özendirmekte en büyük araçlardan, şimdi buna görsel sanatlar da ekleniyor. Hakkıyla kullanabilmek bize kalmış. Kendime not: “İçinde olabildiğin her alanda iyiliğe özendirip kötülükten sakındırabilenlerden biri de sen ol.” Kötülük ve kötülüğü fark etmek hakkında yazmak için ise pek gönüllü değilim şu an. Fazlasıyla duyuyoruz, görüyoruz ve konuşuyoruz, fazla- sıyla farkındayız. Mühim olan bu farkındalığın kötülüğe olan nefretimi- zi kamçılayıp bizi harekete geçirmesi diye düşünüyorum. Bir yerlerde yara varsa yaraya merhem olacak olan da bizleriz. Boşluklar bir şekilde dolacak, iyi ile doldurmaya çabalayacağız. İyiliğin tanımını ise saf bir kalp bilir zaten, kalplerimizi saflaştırmaya çabalayacağız: “İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanla- rın bilmesini istemediğin şeydir.”4 Yazımın bu paragrafa kadar olan kısmında 525 kelime kullanmışım kıy- metli okuyucu. Bu 525 kelimenin senin motifinde güzel bir nakış olması ümidiyle… 15

1. Gökhan Özcan’ın 06.07.2017 tarihli gazete yazısı: Kanaviçe 2. Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: TDV İslam Ansiklopedisi 3. www.bidunyahaber.org 4. Müslim, Birr 14, 15 16

SERBEST ALAN Esma ŞAFAK esmasafak.1996@hotmail.com Full Serbest Bir Anne Portresi Yazmak için kıvranıyorum yine. Hep böyle olur. Dağınık toz bulutlarını hizaya geçirmek için uzun uzun duvara bakarım. Önceden korkardım bundan. Şimdilerde keyif alıyorum. Kelimelerle belli bir hukukumuz var artık. Naz etseler de, diplere köşelere saklansalar da sabırla bekli- yorum onları. Hem baktım gelmediler, tutup kulaklarından getirebiliyo- rum. /Bu kaval çalışın da belli teknikleri var elbet/ Bazen de onlar çekip getiriyor beni. Ellerimden ayaklarımdan sürüyüşlerini hissediyorum. Ne zevk! Şunu duyuyorum: “Akşam oldu, sokaklar şeytanların mekânı artık, eve dön!” Duymuyorum, bunu anımsıyorum. Annem hep bu söz- lerle gelirdi oyunumuzu bitirmeye. Aslında yeni bir oyunu başlatmaya. Son dakikalarımızda bir de ahmakıslatan başlardı. Tüm renkler daha da güzelleşirdi. Ben önde, annem arkada. Hayır, böyle değil. Yağmur önde, ben arkada, annem her şeyin ve herkesin arkasında. Bütün dün- yanın evine girmesini bekliyor. Hep bekliyor. Yağmur? O da tüm hikâye- lerin en hisli kelimesini bekliyor yağmak için. … Mutluluk Yürürken tam o karşıdan karşıya geçeceği sırada yeşil yansa mutlu olur- du. Tam bir mutluluk budalasıydı. … Takıntı Değildi Kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya çalışarak ve oluşturduğu tu- haf görüntüyü dışardan izlediğini hayal edip sırıtarak yürüyordu. Bu -kaldırım sınırlarına basmama- çocukluğundan kalma bir takıntıydı. Doğrusu onu hâlâ eğlendirdiğine göre takıntı değildi. Takıntılar insanı sinirlendirir, rahatsız eder ama eğlendirmez. Gecenin sessizliğinde belli belirsiz gelen tik tak ritmine takılmak bir takıntıdır. 17

Yürürken, birinin arkasında yalpalayarak aniden durduğunu fark etti. Kafasını çevirdi. “muhtemelen” diye geçirdi içinden. Sadece “muhte- melen” diye düşünmez kimse. Saçma. Devam etti. Muhtemelen çirkin sesli trink zili çaldı ama müzik onu susturdu. Kulaklığa elini götürdüğü sırada Alon Walker’den “Alone” çalmaya başladı. Kıyamadı. Zaten ona neden kaldırımdan gittiğini sormaya da hiç niyetli değildi. Ezberlenmiş cümleler kurulacaktı: — Kusura bakmayın — Takmışsınız hepiniz kulağınıza bir şeyler, duymuyorsunuz ki! — Buyrun, buyrun lütfen. Görevini yerine getirdi. Müziğin sesini yükseltti. … İnsan Ne İşe Yarar Elindeki kavanozu yol boyunca sımsıkı tuttu. Yaşlı teyzenin verdiği iki dal “yedikardeşkanı” bir şehirden ötekine taşınıyordu. Bir arılar bir de insanlar üstlenmişti dünyayı renklendirme görevini. … Yirmi Dokuz Yaşında Bir Adam Gözlerini mutfak kapısının eşiğine kadar çıkarıp manzarayı dışarıdan iz- lemeye başladı. Önceki gün bir salon dolusu kravatlı beyden alkış almış bir adam ve ona işin zannettiği gibi olmadığını öğreten annesi diz dize oturuyorlar. — Sen naftaline benziyorsun anne. Bu kelimeyi düşününce bile kokusu burnuna gelir, içine çekmek isterdi. — Tövbee o nerden çıktı şimdi? — Sanki sen beni her sabah aynı saatte namaza uyandırmasan, bir gün unutsan kurtlanacağım. — Otur anlatayım, o iş benden değil namazdan. Mutfağın ortasında oturma bundan sonra başlamıştı. Eğer annesi ciddi bir şeyi anlatması gerektiğini düşünürse hemen karşısına oturtur, tes- bih taneleri aynı boyuttaki cümleleri bir bir dizmeye başlardı. Ocakta- ki iki yumurta, yanı başındaki küçük sinide iki bardak, tezgahta bürülü olan çay, pencerenin dışında buğday toplayan iki kumru. Her şey anla- tıcının sakinliği oranında dikkatle dinliyordu. Bunları düşününce güzel bir tablonun içindeymiş gibi hissetti ve gözlerini alıp mutfak kapısına yöneldi. Güneş her şeyin en güzel tarafını göstermeye yetecek kadar yükseldiği için bu iki insan kusursuz görünüyordu. Sanırım tam bir am- 18

biyans insanı olduğu yargısı doğruydu. Evin her köşesinde böyle fotoğ- raf anıları vardı. — Benim sana olan sevgim bile hep Allah’ın rahmetiyle. Son boncuğunu da sıraya dizmişti. Oğul, sabahları daha bir pembe olan annesinin yanaklarını avuçlarına aldı, yüzünün çizgilerini ezberlemek için dikkatlice baktı, baktı. Sonra dizine yatmaya meyillendi, anlık du- raksadı. Yirmi dokuz yaşında bir adam annesinin dizine başını koyar mı? Gözleri kapalıyken beyaz iki el saçlarını okşuyordu. Her harekette nafta- lin kokusu biraz daha yayılıyordu. … Hep Geriye Sayıyorum Ama Hiç Bitmiyor Kadın her sabah bir dal sakız çiçeği koyardı yarısına kadar su dolu bar- dağın içine, pencerenin dışına. Atladığı tek gün olmazdı. Sürekli tek- rarlanan anlamsız hareketler beraberinde bir giz getirir. Anlamsızdı ama merak ederdi herkes. Sonra. Çok zaman geçti. Hikâyenin beklenen sonu geldi. Bir gün kadın öldü. Çeyiz sandığında siyah beyaz bir fotoğraf buldu komşular. Asker kıyafetiyle bir adam. Arkasında birkaç cümle “Son 38 gün. Geriye doğru sayıyorum artık. Çok özledim be can şenliği. Geçen yazdıydın, civarda bir yere taşınmışsınız. Sakız çiçeği koy pence- reye, ben seni bulurum.” ... Yara İz Taşır Dededen kalma bir kutusu vardı. Dokunmaya kıyamadığı ya da dokun- maya tedirgin olduğu, ömrünün şimdiye kadarki kısmına şahit olmuş ama içini bir kez olsun göremediği bir kutu. Dedesini de görmemişti gerçi. Görseydi, arkasından bırakmak yerine ellerine verseydi bu şeyi belki daha anlaşılır olurdu, hüzünlü bir taraf görmezdi bakarken. Dedesi, henüz dede bile olmadan çekip gitmişti bu dünyadan. Zaman- sız giden herkes geride kalanların da bir taraflarını silip götürüyor. Ka- ranlık izlerine dokundurmuyor onlar da. Şimdi desem ki babam benim için dedemden kalma bir kutuydu. İçinin bir yanı bize hep karanlık kaldı. Altından kalkamayacağım bir hikâye olur. ... 19

ECDADIN DİLİNDEN Beyza KARADEMİR beyzakarademir92@gmail.com 20

Bu Yağmur Bu yağmur... bu yağmur... bu kıldan ince Nefesten yumuşak yağan bu yağmur... Bu yağmur... bu yağmur... bir gün dinince. Aynalar yüzümü tanımaz olur. Bu yağmur kanımı boğan bir iplik Tenimde acısız yatan bir bıçak Bu yağmur yerde taş ve bende kemik Dayandıkça çisil çisil yağacak. Bu yağmur delilik vehminden üstün; Karanlık kovulmaz düşüncelerden. Cinlerin beynimde yaptığı düğün Sulardan, seslerden ve gecelerden. Necip Fazıl Kısakürek 21

KALE’M Beyza YILDIZ uraykit@gmail.com BOŞLUĞU TANIMLANAN Herkesle beraber başlayan bilincin bir aralık Sarı sokak lambasına çarpıp kaçan Pervanesine takılana değin Mutluluğu üzerine fazlalık Ve hüznü karındaş kıldığım rahme dönerek Hatırlamayı mızraklanmak Unutmayı ipe dizmek varsayarak Yinelenen şeylere kader Kadere teğet geçenleri umut diye yazana kadar Dünya pastasından payımı bilmeden Ve hep soluksuz kalmayı arzulayarak Yazmam o ki Anlamayı bu denli bağımlı kılan Zamanı kavrayıp, mekânı sabit Ve gözlerini ikisi arasına bir sarkaç Yokluktan çıkıp gelmeyi Ağaç kovuğunda bulunmaktan ayıran Sistemleri merakla Ve kutsalıma söven hayvanı Kırlarda serbest bırakarak Adına şairanelik dedikleri Baktığın nesneyi dört boyutta çevirerek “Buraya beni kim bıraktı” yı soran Eşyaların diliyle Geceyi gündüze örtü Ve uyumayı bir tür ölüm sayarak Ey içimin anlamları boş dalgaları 22

Ey açlığı ve savaşı tatmayan çocuklar Bana mücadelenin bağımlı bayraklarını anımsatan Ve kabulle başlayan koyun sürülerini Lüzumsuz bulan aklım Bu işine gelenden taraf yalnızlığınla Karıştıkça ayrışan renklerim Bana müebbeten bir yaşam sunun Ölümü çağıran basamaklardan kayan ayaklarım Yeryüzünün sabit direkleri Tutun ve ardıma dağ olun. 23

ÖNDEN GİDENLER Muhammed URAL muhammedural97@gmail.com UZAKLARDAN BİRİ Japonca bir isim duymak bize bir teknoloji markasını ya da ilgilenen- ler için yeni transfer edilecek bir futbolcuyu falan akla getirir herhâlde. Yani bende öyle bir etkisi vardı. Japon bir ismi tefsir dersinde duyaca- ğımı düşünmemiştim. Oysa hocamız Toshihiko Izutsu’nun eserini bize bir konuda kaynak olarak söylüyordu. Batı’dan değil, Doğu’nun en uç noktasından birisinin müsteşrik olması beni heyecanlandırmıştı. Şarki- yatçı, “Doğu üzerine çalışan” demekti ve onların Doğu dediğinden daha doğuda olan biri, aslında kendi Batısı üzerine çalışmıştı. Daha başından bizim bildiğimiz kalıplardan çok farklı olacağını biliyordum. Izutsu’nun hayatı düşüncelerimi ta gençlik yıllarından itibaren doğru- luyordu. Babası bir Zen Budist öğreticisi olmasına rağmen gençlik yılla- rında ilgisini çektiği için Tokyo İslam Merkezi’ne gidiyordu. Bu merkez Bolşevik İhtilali’nden kaçan Müslüman Türklerin kurduğu bir merkezdi. İlmî, kültürel faaliyetler düzenliyorlardı. Bu merkezde Arapça ve Türkçe öğrenmişti. Bu sıralarda ünlü mütefekkir Musa Cârullah, davet üzeri- ne bu merkeze gelmiş ve Tokyo’ya yerleşmişti. Bu olay Izutsu’nun bun- dan sonraki hayatına tesir edecek önemli bir eşikti. Nasıl bir tevafuk- tur bilmiyorum ama iyi olacak hastanın ayağına doktor gelir misali, ilgi 24

duyduğu dinin kaynaklarını muhteşem bir âlimden okuyacaktı. Musa Cârullah’la okudukları bir kitap var ki (Arapça dil bilgini Sîbeveyhi’nin nahiv kitabı) Izutsu’yla bu kitabın müellifi arasında zihnimde büyük ya- kınlık kurdum. Üniversitede İngiliz Edebiyatı okuyan Izutsu, sonra fakültede Yunanca ve Latince felsefe dersleri verdi. Ama onun asıl ilgi alanı Doğu dinleri ve özellikle İslam’dı. 6 ay Lübnan ve bir yıl Mısır’da çeşitli âlim ve mütefek- kirlerle görüştü. Sonra davet üzerine Kanada’da Doğu dinleri üzerine dersler vermeye başladı. 18 yıl Kanada’da yaşadı. Alanı Doğu dinleri olunca İbranice ve Farsça öğrendi. Bunların üzerine bir de Batı dillerini öğrendi. Batı dilleri derken neredeyse hepsini. Fark ettiniz mi bilmiyo- rum ama buraya kadar sekiz on dil oldu. Buraya kadar dedim çünkü Izutsu, Mehmet Bayrakdar hocanın eşiyle yaptığı konuşmaya göre yirmi belki yirmi üç dil biliyormuş. Hayır, yanılma payı kadar dil bilsek görece- ğimiz itibarı siz düşünün. Izutsu’nun görüşlerini öğrendiğimde ise dilin onun dünyasında ne kadar önemli olduğunu anladım. Felsefesini tamamen dil ve düşünce bağlantısına oturtmuş. Bu kadar dil ile haşır neşir olması, ona bu konu- da yetkinlik sağlıyordu (Sîbeveyhi ile benzerliği bu noktadan geliyor). Son- ra sonra düşünmeye başladım ki Izut- su bir oryantalistten çok bir dil bilimci gibiydi. Ama dil ile ilgili geliştirdiği analitik semantik yöntemi Kur’an ve temel kavramları üzerinden sergiliyor- du. Peki, semantik ne demek? “Se- mantik, benim anlayışıma göre bir di- lin anahtar kavramları (terimleri) üze- rindeki tahlilî çalışmadır. Bu çalışma, yalnız konuşma aleti olarak değil, bundan daha da önemli olmak üzere kendilerini kuşatan dünya hakkında anlayış ve düşüncelerinde alet olarak o dili kullanan halkın dünya hakkındaki düşüncelerini kavramak için ya- pılır. Bu suretle semantik, bir çeşit dünya görüşü öğretisidir. Bir ulusun tarihinin şu veya bu önemli devresindeki dünya görüşünün mahiyeti ve yapısı hakkında bir çalışmadır.” Açıklama o kadar güzel ki tamamını aldım. Bu Izutsu’nun baş eseri durumundaki “Kur’an’da Allah ve İnsan” 25

kitabının giriş kısmında yer alıyor. Gerçekten dil, sadece dil değil. İçiniz- den kelimeler olmaksızın düşünmeyi denediğinizde bunu göreceksiniz. Düşünceleri dışarıyla paylaşma aracı olarak varsaydığımız dil, aslında düşüncenin de temel yapı taşı. Semantiği bilimsel metotla Kur’an kavramlarına uygulayan Izutsu, bu alanda Kur’an üzerine çalışanlara yeni bir ufuk açtı. Onun tespit ettiği şey, Kur’an’da aşkın bir varlığın sınırlı bir varlığa hitap ederken kavram- ları kullanışıydı. Bu hitap sınırlı varlığın diliyle olmalıydı ki beşer anla- yabilsin. Bunu yaparken Kur’an kavramlarına izafi manalar eklemişti. Yani bir nevi dil devrimi yapmıştı. Artık iman kelimesi, eski iman değil- di. Cihat, cihat değil; küfür, küfür değil; en önemlisi artık Allah, onların bildiği Allah değildi. Hepsi artık yeni anlamlar içindeydi. Izutsu bunla- rın tarih içindeki anlamlarını, değişimlerini, muhataba bıraktıkları izleri araştırarak, İslam düşüncesinin yapı taşlarını belirlemeye çalıştı. Toshihiko Izutsu, Kanada’dan sonra İran ‘da da dersler verdi ve İran Devrimi’nden sonra Tokyo’ya geri döndü. Eserlerinin çoğunu evinde verdi. O, Müslüman olup olmadığını bilmesek de bizden biri gibi oku- du Kur’an’ı ve bizden biri gibi yazdı eserlerini. Müsteşrikler gibi hedef- li okumaları olmadı. Anlamaya çalıştı. Eserleri ilim adamlarımıza yeni pencereler açtı. 93 yaşında vefat etti. 26

İÇİMİZDEN SESLER İZLAL BİR GÜNDÜZ RÜYAMDA Güneşi arkasına alıp koşan her kısrağın, rüzgârın değip geçtiği ama sa- hip olamadığı beyaz saç tellerinin, ağaç kovuğuna gizlenmiş esrik dü- şüncemelerin akışını izledim. Sorulduğu an anlamını yitiren mahfuz duyguların ve içine kaçılan geniş ovalarda yeni bir esaretin tadını du- yumsadım. Karanlığı boşluk zannederek yürüyünce halı püsküllerine, masa kenar- larına, yerde unutulmuş oyuncaklara takıldım. Orada bir aralık hafıza dedikleri garip dünyaya açıldım. Ellerim bir baş yakaladılar. Bağımsız kollar ve uçan her bir uzvu getirip dikmeye çalıştılar. Günü geceyi, günü geceyi bitmeyecek bir kehanete çeviren beyaz perdede izlemeyi istemedi gözlerim. Körlüğü seçtim. Bil- memeyi diletemez olmuştu olanlar. Hiç başa dönülemez olmuştu her an yeniden başlar olunca. Ve “son” tedavülden kalktı. Eşsiz tekrarlara şahit olunacak bir bilincin hangi taşın altında olduğundan kime ney- di. Uyananlar hep aynı güne uyandıkça benim güneşe hep yeni isimler bulmamdan kime neydi. “Eski” de kalktı lügatten, dediler. Zıddı gidenin kendisi de gidiyormuş. Gün aydı, kolumu yakaladım tavandan. Bulunan başa bir gövde gerekti. Ayaklarımı diktim ve kalktım. İçime bir hava gir- di. Pencere açıkmış, kısraklar hâlâ koşmakta. Bir yanda güneş doğmak- ta, bir yanda ay ulumakta. 27

KİTAPLIK Ayşe KAYA aysekaya113@gmail.com BÖYLE ŞEYLER FİLMLERDE OLUR Bu sayımızda Ketebe yayınlarından hayat bulan bir öykü kitabıyla kar- şınızdayız. Böyle Şeyler Filmlerde Olur kitabı İsmail Kılıçarslan’ın köşe- sinde yazdığı yazıların derlenmesi ile hazırlanmış olup; konusu benzer olan öykülerin aynı başlık altında yer aldığı bir kitap. Kitabımızın dili bazı öykü kitaplarında karşılaştığımız girift yapının ak- sine açık ve anlaşılabilir düzeyde. Sanki yazarımız karşısına hayali bir karakter oturtmuş ve ona anlatır gibi yazıya dökmüş. Hâl böyle olunca yazarımız kelimelerin arkasına saklanmayıp onlarla barışık bir üslubu tercih etmiş oluyor. Aslında bu bir yerde okuyucuların kitabı daha bir sahiplenmesine de yol açar. İnsan anladığını sandığı şeyleri daha bir sahiplenir çünkü. Ki anlatılanlar bizim meselelerimiz olunca… Nedir o anlatılanlar? » Gerçek- hakikat ayrımı, » Kadim(geleneksel)-modern çatışması, » Dert sahibi olmak mevzuu, » “Bilmek” meselesi, » 15 Temmuz, » Mücadele ve amaç, » İdlip’te bir gün, » Ölüm 28

Ve böylece hayat. Anlatılanlara dair tespitleri de yok değil- dir yazarımızın: “Yorgunluk değil, küs- künlüktü o. İnsanı bir kere küstürdün mü artık kalbini onarmak ne de zordur.” Yahut kendini, çocukluğunu, gençliğini anlattığı kısımlarda büyüklerin kendine olan davranışları bir eğitimci gözüyle ir- delenmelidir. Kitabı ilk okuduğumda şu cümleler dik- katimi çekti: “Keşke şu masaya otursalar da biraz daha izlesem” diye geçiriyorum içimden, “şu hikâye dilencisine bir öykü bahşetseler keşke.” Dikkatimi çekti di- yorum çünkü çoğumuz bir yazınının sadece ilhamın gelmesiyle yazıl- dığını düşünüyor ama ilhamın aranmasından kimse söz etmiyor. Evet ilham da aranır, belki biriktirilir ve sonrasında neşvünema bulur. Şayet alışmazsak, duyarsız hâle gelmezsek gözlemlerimiz bize yeni kapılar aralayabilir. Etrafımızda olup biten ne varsa… Her ne oluyorsa… Hayatın yavaşlamak bilmeyen o hızına karşı inatla dikkat kesilebilmeyi, farkına varabilmeyi deneyim haline getirmek güzel bir başlangıç olabilir. Çünkü “İnsan bilmeye bu hayat hakkında hiçbir şey bilmediğini bilerek başlar.” Ve devam eder. Arar arar hiç vazgeçmez aramaktan. Sonrasın- da unutarak yeniden bilmeye niyet edenler bile olur. Yaşamı anlamlı, insanı kıymetli kılanın arayış olduğu söylenmiştir ve aramak bir bakıma yolda olmaktır. “Diyeceğim odur ki hakikate varan yollar pek çoktur. Amma ki kim derse ‘yol da çoktur hakikat de’, korkarım ki yeri uçurumun kenarı ola, hakikate ulaşamadan ayağı kaya. Amma ki kim derse ‘yol çoktur ama hakikat tek- tir’, ol kimesne yolu tuta, hakikatin künhüne erişe. Kuş olsa kanat bula, balık olsa oltadan kaça, aslan olsa ceylana tesadüf ede.” Ve şunu da ekleyelim: “Dünyanın gerçeği var olduğu, hakikatiyse fâni olduğudur.” Hakikati bilip gerçeği yaşamak duasıyla… 29

OKUMALIK İzlal ODUR SEBEP ONA İnsan kuş tüyü yastıklara doğmadı ondandır başlar hikâyemiz Acıyla başlar acıyla biter Arada huzur diye uykular uyuruz Yedi uyur oluruz Uyuyan güzele depresyon teşhisi koyan Ben yaşadıkça sünen çağın iplerine asılmış Acıyı kabule varan kimseler Çitler ardında yeni bir ülke kurarlar İçinde kuşlar ve körler kalırlar Çocukken bir aralık oyun zannedilir hayat Devamı oyunu özleyerek geçer doğrudur İnsanlardan bir kimsesi olarak Kendime şerhler yapmaktan yoruldum Kulpu kırık bir fincanın içine sığarım Orada içimin kovuğunda sırlar üretirim Şiirler de böyle yazılır Savaşırsın, kaçarsın barışacak olursan uçar kelimeler Sulhtan doğmaz heceler Diyelim benim sebep acıma Diyelim ızdırabı terk etmek zor Nereye kaçalım sonsuzdan pay almış Çıkrıklarda eğirilip havanlarda sevilmiş ruhum Hayallerimde seninle Gerçekler bizi boğarken Göğsümüzde oturmuş tepinirken buluttan hafif Kardan ağır pişmanlıklar 30

Nerede yaşayalım seninle Gittikçe kolaylaşmıyor söyleyeyim Gittikçe ölüm çekiyor paçalarımdan Giderek güzelleşmiyor Giderek gidiyorum Gömdüklerim yerli yersiz biterken çitlerin ardında Zombilerin diyarında İçlerinden birini seçiyorum Sen diyorum sen “O”sun O bir kimse değil bir düşünce değil O ne olduğu bilinmeden aranan O öyle kendinde şey ki Bir kez yakalasam ve bıraksam yaşamayı Ancak gözüm açık gitmez Olmuyor bu elime yüzüme bulaşmış hayat boyasıyla temiz kalmak Suyun temizlediğine inanmıyorum Değdiği yeri yakıyor Değdiği yerde hayat başlamadan bitiyor 31

SEYİRLİK Taha SULAR tahasular@std.sehir.edu.tr “Erkekler babaları öldükten sonra erkek olurlar.” Rus sinemasında Andrey Tarkovski’nin veliahdı olarak görülen, oyuncu- luk okulundan mezun olduktan sonra dizi sektöründe de tutunamayan ve bağımsız sinema sektörüne adım atan Andrey Zvyagintsev, kendin- den usta olarak bahsettirecek ilk filmi Vozvrashchenie’yi (The Return) çekme imkânı bulmuştur. Vozvrashchenie, kabaca, iki erkek kardeşin on yıl sonra ortaya çıkan babaları ile geçirdikleri kısa süreli bir yolculuğu anlatıyor. Ivan (Ivan Dobronravov) ve Andrey (Vladimir Garin) isimli bu iki erkek kardeş, an- neleri ve nineleriyle yaşamaktadırlar. Bir gün eve geldiklerinde, daha önce hiç görmedikleri-daha doğrusu hatırlamadıkları- babalarının o an evde olduğunu öğrenirler. Babalarıyla birlikte erkek erkeğe iki günlük bir tatile çıkacak olan kardeşler, yol boyunca hem baba figürünü zihinlerin- de netleştirecekler hem de masumiyetten sıyrılıp olgunlaşmanın tadına bakmak zorunda kalacaklardır. Sembolizmin etkisi altında, Çarlık Rusya’ya, sosyalist Sovyetlere, tanrı kavramına ve baba olgusuna yüklediği imgelerin yer aldığı Zvyagintsev sinemasının bu filminde dikkatimizi çeken en önemli şey, Freud’un “ilkel baba (übermensch)” olarak isimlendirdiği baba olgusudur. 32

“Freud, Totem ve Tabu’da sosyal içgüdünün olumsuzlanması ve Darwin’in teorilerine karşı üstü kapalı yaptığı eleştirileri temel alarak öne sürdü- ğü kalabalık, lider olma ve ilkel göçebe yaşam ile ilgili teziyle ilgili dü- şünceleri arasında bir bağlantı, bir formülasyon kurar. İlkel model, ilkel göçebe yaşam her grupta görülebilen bir şeydir. Oğullarının babalarını öldürmekle ilgili suçluluk hissi ve kıskançlık ile düşmanlık gibi bastırılmış duygular, grubun sosyal duygularında yaşamaya devam eder. Başka bir şekilde, her yapay grup, ilkel göçebe yaşamın karakteristiklerine karşı bir gerileme açığa çıkarır: bireyselliğin boyun eğmesi, duygusallığın hükmü, eleştirmeden verilen görevleri yerine getirme, duygu ve düşünceleri tek bir yön doğrultusuna yöneltme. Böylece Freud’un ‘yapay grup yapıların açığa çıkmak üzere gömülü oldukları’ sözü daha açık hâle gelmektedir: yapay bir grupta ‘ilkel, göçebe hayat’ yine görülebilir. İlk önce, bağımsız olan ve istekleri onay gerektirmeyen bir baba ve oğullar vardır. Bu ‘baba’ figürü insanoğlunun çok erken tarihlerinde de bulunan, Nietzsche’nin ancak gelecekte beklediği biridir.” Film boyunca da katı kuralları olan Baba’nın karşısında sözünü dinleme- yen ve onun hareketlerini sorgulayan Ivan ile ihtiyacı olan baba figürünü bulduğundan mıdır bilinmez, iki arada kalmış Andrey, uzun yıllar sonra gerçekleşen bir dönüşü istemeyerek de olsa felakete çevirerek kendi dö- nüş ve dönüşümlerinin haritasını çiziyor. Filmi izlerken dikkatimi çeken birkaç sahneye sizlerin de dikkatinizi çek- mek isterim. Bunların ilki, çocukların babalarını teşhis ettikleri sahne. Babalarını gördükten sonra çatı katına çıkıp kalın bir kitabın arasına sak- ladıkları bebekliklerinden kalma aile fotoğraflarına bakarlar ve “Evet, oymuş” derler. Resimli bir İncil’in arasında saklanan fotoğrafın arka planında görülen sahne, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı (İncil’deki anlatıda 33

kurban edilen oğul İshak’tır.) kurban etmek üzereyken koçun indirilişini göstermektedir. Baba oğlunu kurban etmek üzere gelmiş olandır ve oğul ise bunu bilmeyendir ve babanın kimliği gibi ancak geriye dönülerek an- laşılabilir. Baba, hep yıllar sonra gelir ama illaki bir yere gitmiş olması gerekmez. Tanımı gereği baba, sonradan gelecek olandır. İkincisi, baba ve oğulun ıssız adada karşı karşıya geldikleri sahne. Bir- birlerine en yakın oldukları an, birbirleri için en tehlikeli andır. Birinin elinde bıçak, diğerinin elinde ise balta. Babayla bu karşılaşma, çocuğu korkularının en zirvesine dek kovalar ve çocuk kendini tekrar kulenin tepesinde bulur. Bu andan sonra iktidar kavgası başlar ve çocuk iktidarı ya babasına verecek, tepeden birlikte ineceklerdir ya da biri bu kavga- yı terk edecek ve tepeden yalnız inecektir. Bu kavgayı oğul kazanır ve baba kuleden düşerek ölür. Bahsedeceğim son sahne ise babanın cesedinin kayıkla birlikte yavaş yavaş suya gömüldüğü sahne. Babayla birlikte suya gömülen kayığın bölmesindeki gizi, ya da babanın hikâyesinin kara kutusu. Burada gizin ne olduğunun hiçbir anlamı yoktur. Esas olan, babanın gizi olmasıdır. Yabancının baba hâline geldiği, oğlun sulara gömülen kayığın ardından ilk kez ve bütün içtenliğiyle baba diye bağırmasıyla kesinleşir. Babalık payesi oğul tarafından verilir. Baba’nın dönüşü ile başlayan, çocukların dönüşümleri ile devam eden ve en sonunda, başta Baba’nın aldığı tüm sorumluluğu kendi üstleri- ne almak zorunda kalarak eve dönüş yolunu tutan bu hikâye böylelikle sonlanmış oluyor. İyi seyirler… 34

OBJEKTİFE TAKILAN AYET Merve ER merver990607@gmail.com “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a âit olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacak- ları yeri de o bilir. Bunların hepsi açık bir kitaptadır.” [Hud/6] 35



Bizi Sosyal Medyadan Takip Edebilirsiniz... Öncü Gençlik Öğrenci Platformu @oncugenclik42 Öncü_Gençlik_Öğrenci_Platformu