GENÇ-İZ Okul Müdürü Ayhan DURUKAN Önder ÖNER Jale KAYABAŞı Yayın Kurulu Mehmet Ilgar Güzel Pembe KAVALCI Ali FİLİZ Dergi Tasarım Tasarım https://kumlucasbl.meb.k12.tr/ 0242 887 22 11 [email protected] Kasapçayırı mah. , Antalya Caddesi No:3/A Kumluca ANTLAYA
İLK SÖZ Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür Fuzuli Malumunuz hep birlikte bir yolculuktayız. Zamanla ve mekanla sınırlandırılmış bir dünya yolculuğu… Ötesini kimse bilmiyor. Zanlara dayalı açıklamaların, inançların, bilgi kırıntılarına tutturulmuş yorumların havada uçuştuğu bir “öte” var elimizde. Biz, elimizdekine bakıp, onu görüp daha anlamlı ve yaşanır kılabilirsek “öte” de anlamını bulacak fikrimce. Kaldı ki insan; yarına, öteye “bugün”ünü götürür. Yani şu an sen neysen gideceğin yere de onu götüreceksin. İnsan uyuduğunda kimse, uyandığında da o kimse olur; uyurken kalbine ve beynine sihirli bir sopa dokunmaz. Bugün görülmeden ve yaşanmadan dün ve yarın da anlaşılamaz, açıklanamaz. Biz kendi yürüdüğümüz yolu, yolu kateden yolcuyu, hakikate dayalı olarak tanıyamazsak her yanımızı kuşatmış “zanlar”ın arasında yalpalarken sarhoş bir halde ve pişmanlıklar, hayıflanmalar içinde yol bitiverir hedeften uzakta bir yerde. Halbuki hepimizin amacı, dünya yolculuğunu mutlu ve sağlıklı sürdürüp tamamlayabilmek. Bunun için yola, yolcuya ve “yola koyan”a dair öncelikle bilgiye, sonra da bu bilgiyi bilince dönüştürmeye ihtiyacımız var. Burada devreye yoldaki izler giriyor. Bizden öncekilerin açtığı izler… Maddeye şekil verirken işe yarayan geçmiş tecrübeler, maddenin ötesinde bazı fizik ötesi ve sırları tam mânâsıyla çözülememiş donanımlara sahip insana şekil verirken işe yarıyor mu acaba? Daha dünyaya gözlerimizi açtığımız anda başlayan kılavuzlarımızın izlerini takip etmek, bizi yola koymaya ve bizim yolda ilerlememize imkân veriyor mu? Geçmiştekilerin hatalarından ya da eksikliklerinden ders çıkarıp öğütlenmek bizim yolumuzda meydana gelebilecek tıkanıkları açıyor mu? Ya da acaba biz; bizden öncekilerin açtığını iddia ettiğimiz ve takip ettiğimizi söylediğimiz izleri, bağlamından ve hakikatlerden koparıp, kendi konfor alanımıza göre şekillendirip kendimizi ve etki alanımız içindekileri aldatıyor muyuz? Bir yaşam oyunu oynuyoruz da farkında mı değiliz? Ser-mest bir halde dolaşırken izleri karıştırıyor, dolayısıyla idrakimizde olmayan bir yolculuk yapıyor olabilir miyiz? Necip Fazıl doğru söylüyor olabilir mi? Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; Mekânı bir satıh, zamanı vehim. Bütün bir kâinat muşamba dekor, Bütün bir insanlık yalana teslim.
Bundan yüzlerce, binlerce yıl önceki teknolojiyle bugünü kıyaslamak yersiz bir iş olur elbet, ama biz neden bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış din, siyaset, düşünce insanının, insana ve onun yolculuğuna dair izahlarına muhtacız? Aslında insan özünde hep aynı varlık mı? Değişime ve gelişmeye açık değil mi? Akıldaki sorular… Uzar gider. Elbette elindekini daha iyiyle, güzelle, hayat verenle değiştirme mücadelesine giren ve bu mücadeleyi kazanarak mevcut ateşi korumayıp o ateşte korunmayanlar olmuş. Ama onlar mevzu bahis olduğunda da şu soru akla geliyor: İzinden gitmekle, örnek almak arsındaki fark nedir? Eğer yaşamın size sunulmuş eşsiz ve özel bir güzellik, bir hediye olduğunu kabul ederseniz, ki her insan kendi içinde benzersizdir, sizden öncekileri ancak örnek alıp bundan ilhamla kendi yolunuzun izini kendiniz açmalısınız demektir. Sorumluluk bunu gerektirir. Diğer türlüsü konfor alanına sığınıp sorumluluktan kaçmak anlamına gelir. Dolayısıyla elde edilecek karşılıklar da ona göre olacaktır. Peki kendi yolumuzun izini kendimiz açacaksak hata yapmamız mümkün müdür. Tabii ki… Hata yapma hakkımız da var. Ben hata yapmazsam ve bu hatalardan öğütlenmezsem nasıl yürürüm bu yolu? Ben kendi hikayemi yazmayıp benden öncekilerin ya da şimdi kılavuz kabul ettiğim kimselerin bana uygun gördüğü hikâyeyi yazacaksam, kendi kararlarımı verip kendi yolumu çizemeyeceksem yaşamımın biricikliği nerede kalır? Ben kendi kitabımı okuyamıyorsam başkalarının kitaplarını okumam beni ne kadar hayatlandırır? Dedim ya bütün mesele, kendi yaşamımın sorumluluğunu almamla ilgili. Bu; cesaret, ciddiyet, emek, samimiyet gerektiren bir durumdur. Başka türlüsü, en fazla, sızlanma, şikâyet, bahane ile geçen bir yaşam… Nihayetinde sorumluluk insanın bizzat kendisine aittir. Ciddiyetle bu sorumluluğu yerine getirme çabası içine girdiğimizde hem hata yapma hem de değişim hakkımızı elde etmiş oluruz. Böylece daha iyiye, güzele dönüşür ve dönüştürürüz. Aksi halde kendi hayatımızda kendi izimizi oluşturamayacaksak, kendi hayatımıza kendi imzamızı atamayacaksak en fazla, izlerin arasında kayboluruz. Daha önce “Enderun” adıyla, bir edebiyat ve tarih dergisi olarak yayımladığımız dergimize “Genç – İz” adıyla devam etme nedenlerimizden biri de budur. Yani artık bizim ve bizim gençlerimizin, geçmişin tecrübelerinden ilhamla; kendini bilme, insanı tanıma, değerini var etme ya da farkına varma zamanı gelmedi mi? Neyzen Tevfik’le bitirmek isterim sözlerimi: Hicran destanını kendinden oku, Mecnun'dan duyup da rivayet etme. Aşkın Leyla'sını gördünse söyle. Söz temsili bulup hikâyet etme. Önder ÖNER
İÇİNDEKİLER EĞİTİM TEKNOLOJİ 07 .......... 50 .................... 13 SPOR ............ 56 .................... 16 ............ PROJELER 22 61 ........... 64 67 KÜLTÜR-SANAT SAĞLIK 24 .......... 68 ............ 72 ........... 28 GÜNDEMDEN ............ 34 78 .......... ............ 79 ............ 38 80 ............ 80 ........... ........... TARİH 40 .................... YABANCI DİL ÜZERİNE 43 ............ 49 ...........
18
Pek Mayalı Şiir Kilometrelerce şiir dizdim sana Hece hece, şapkalı a harfleri ile. Koydum bir şişeye, Rüzgara üfledim. Ceviz kabuğundan karina, Gül yaprağından flama yaptım. Kibrit çöpündense bir pusulam var ki, Yanacağım yeri gösterecek. Yeni bir şiir yazıyorum sana. Satırlarım beklemekten korkuyor. Oysa gitmek üzerine kurulan cümleler, Zaten ikimizin de ezberinde. Hafifçe dokunacağım Kelebek kanadı gibi okşayacağım onu Sakın küstüreceğimi söyleme bana Çünkü bu sefer başka Hiç bilmediğin diyarlardan Umut kokan papatyalar getiriyorum sana. Kokladıkça mutlu ol diye. Neşeli sarılar, saf beyazlar, Yaşama merhaba diyen yeşil dallar… Cebimde biraz badem de var Bir şiir yazıyorum sana Okudukça mutlu ol diye. SUDE NUR SALUR 4
DOĞA MI ŞEHİR Mİ? İnsanın en yetkin, en olgun, en başarılı olduğu Mantıklı gelen sözler… Ama ne diye biraz an hangisidir? İnsanın “insanlığı” nerede doruk piknikten sonra eve geri dönüyoruz? noktasındadır? Doğada bir çay kenarında Eskiden değil ama şimdi doğaya geri olduğu an mı? Evinde yalnız güvende olduğu dönme şansımız var. Düşünsenize; bir kır an mı? Şehirde insan içinde olduğu an mı? evi, ormanın hışırtısı hatta paramız da Tanrı’sına ulaşmaya çalıştığı çilehanesindeki olmasın. Kendimiz toplayalım ve kendimiz an mı? yiyelim. Günümüzde böyle yaşamayı Belki hepsi, belki hiçbiri. İnanın filozoflar da tercih edenler var. Hepimiz uzlaşamamış bu konuda. Günümüz şehir imreniyoruzdur. Böyle bir hayata geçmek hayatının kalın duvarlarından sıkılmış olan insan çok pahalı da değil. Hatta hiç pahalı değil. bulduğu ilk fırsatta kendini doğaya atıyor. Belki O hâlde hepimiz niye doğaya geri bir nehir kenarında, belki bir çam ağacının dönmüyoruz? altında kendini buluyor. Doğanın müziğinde rahatlıyor. Piknikte gördüğüm insanlar genelde John Locke “doğacı” olanlardan birisi. çok kibardır. Herkes hayırsever, paylaşımcı. Locke insan hakları, barış ve özgürlüğün Bundan mı acaba? Belki de insanlık doğadan olduğu bir ortamın “insanlığın zirvesi” köy hayatına geçmekle hata etti. Eşimiz ve olduğunu söyler. Bu da devletler çocuklarımızla kendi mağaramızda kurmadan, yerleşik hayata geçmeden oturmalıydık. Ne işimiz vardı köy, kale, duvar, önce doğal dönemde gerçekleşmiştir. para… Ardından daha çok para, daha çok para… Ona göre diğer bir deyişle mağaradan Duvar ve daha çok duvar… Ve savaş… İnsanlık çıkıp o ilk evi ve köyü kurmamalıydık. olarak iyi mi ettik yani mağaramızdan çıkıp ilk Doğada hem mutlu hem de barış köyü kurarak? Daha mı olgun ve yetkin olduk? içindeydik. Oraya asla bir daha geri dönemeyiz. Bu yüzden o, liberal demokraside kısmen de olsa özgür ve barışçıl yaşayacağımıza inanır.
DOĞA MI ŞEHİR Mİ? Konuya geri dönelim. Niye Thomas Hobbes da Geldiğimiz bu aşamada o ilk köyü kurduk o zaman? yerleşik hayattan önceki seçim şansımız artık yok. Barınmak için mi? Belki o “ doğal dönem” den Doğayı bıraktık devleti zamanın insanının birlikte devlete zorunlu olarak kurduk. Medeniyetimize yaşamasını açıklıyor. geçtiğimizi söyler. kavuştuk. Bence şu anda Çünkü hayvanların bir Çünkü insan doğuştan “ne yapalım”ı konuşma şekilde barınacak kürkleri bencil ve çıkarcıdır. Bunu zamanı. Medeniyetimizi ve korunacak pençeleri anlatmak için “insan doğadan kopmadan var. İnsanın yok. Ama insanın kurdudur” doğayla iç içe kurma günümüz insanının artık demiştir. Doğal vakti. İlk önce bizi korunmak için çok daha dönemde bu yüzden doğadan uzaklaştıran, fazla “eşyası “ var. Yalnız birbirimizi yiyip zindanda boğan kalın yaşayabilir. Yalnız ve duruyorduk. İnsan duvarlara son vermeliyiz. özgürce… kendisini kendisinden Betonlaşmaya… Öyle bir İşte tam burada aklıma korumak için çok sevdiği medeniyet kuralım ki Erich From geliyor: doğa hayatından hem doğayla hem “Özgürlük yalnızlıktır”. vazgeçti, toplumsal medeniyetle Özgürseniz yalnızsınız. İki sözleşme yazıp devlete yaşayabilelim. kişi beraberseniz bu yani yerleşik hayata özgürlüğünüz yarı yarıya geçti. Evet; doğa mı, azalır. Paylaşmak Rousseau’ya göre ise medeniyet mi, şehir mi? özgürlükten çok daha insan hiç bir araya gelip Kafan mı karıştı? insani bir duygudur ona köyler şehirler Karışması iyidir. göre. Evet, bu olabilir. kurmamalıydı. Belki bu Karışması bir şeylerin İnsan “paylaşmak” için kadar seri konuşamaz, değişmeye başladığının mağarasını terk edip o ilk kitaplar yazamaz, işareti. Değişmeye bir köyü kurmuş olabilir. medeniyetler yerden başlamak Eserlerini paylaşmak, kuramazdık. Ama daha gerekiyor zaten. acısını ve mutluluğunu özgür olurduk. Özgürlük Not: Hiçbir hakkı saklı paylaşmak, yemeğini, ise insanın en iyi hali ona değildir. Yazının bir hatta emek çekip büyük göre. Zaten zenginlerin bölümü ya da tamamı zorluklarla avladığı avını ve felsefecilerin korkak herhangi bir amaçla paylaşmak için. Bu, insana olduğunu, pazarda zorda kopyalanabilir. doğadan daha cazip olan insana sadece cahil gelmiş olmalı. halkın yardım ettiğini SUAT KOÇER Aristoteles de bu görüşte. söyler. Burada o, O, insanın “zoonpolitikon” bilgeliği de küçümser. olduğunu düşünür. İnsan, “Şehir kuramasaydık şehir hayatında yaşayan bilge de olamazdık.” politik bir hayvandı ona diyeceklere ta o göre. En yetkin hâli de zamandan bir cevap budur. Olgunluğuna gönderir adeta. burada, şehirde ulaşır. Bu yüzden insanlar şehirler, ülkeler kurup ustalıkla toplumu yönetmelidir.
10 | EĞİTİM • 2021 AB U HAVA Biz binlerce iklim yaşadık. Kışın en acımasız günlerinde, yapraklar döküldü. Susmalar, karanlıklar düştü peşimize. Karanlıklar dedim ya; biz o karanlıkları buruşturup yaktık. Buram buram aydınlattılar bütün âlemi. O âlem yırtıp attı kurduğumuz beyaz hayal tanelerini. Oysaki gerek yoktu. Biz hiç durmadan kaybolur, hiç durmadan kaybederdik kendimizi. Çok ama çok durgun ve sağırdık kendimize. Ortaya çıkmayı bekleyen yetim bir gölge gibi. Ve o gölgenin kaybolan bedeniyiz şimdi. Mutluluğu arıyoruz, gözlerimiz kapalı. Bir ihtiyaç bu! Bir söğüt gölgesi, taze ekmek kokusu, bir güneş, bir de baba gülümsemesi... YİRMİ BİR SIFIR YEDİ Aybige YILMAZ Ben, dünyanın bütün renklerinden mahrum, gözlerimi açtığım andan beri ölüyorum. Gözlerim, pencereleri kırık, bu kanla karışık ıslak gözlerim. Buruk gülümsemeler içinde koşarken ya da kavuşmaya çalışırken aydınlığa, düşen, küçük bir çocuk gibi, dizlerini kanatan, yara alan ruhuna. Yaralı ruhumun gölgesinde kaldı zaman. Artık ne bir adım ileri ne bir adım geri. Şimdi ise yakın bir geçmiş içindeyim. Dün ile bugün arasında, bugünle yarın arasında, bugün belki, şimdi, şu an, şu ana en yakın sonsuz içindeyim. Denklemi uzun cevaplara gebe bu hayatın, yalanı bol, lakin güneşli günlerindeyim. Yanıyorum... Yanmak, belki üşümektir tepeden tırnağa. Ben yanarım, dışım güler, içimden ağlarım. Sen gülümse. Gülümse, sana biçilmiş bu anın en anlamlı ritmisin! Karanlıkta gölgen dolaşırken ayağına, sen o en asi notanın, en kırılgan çocuğusun. Sen kayıp bir galaksiden bakarken şu dönüp duran dünyaya, alabildiğine sevgi, alabildiğine aşk çınlardı kâinat. Bana ise hep acı, hep kan, gözyaşı... Aybige YILMAZ
SADAKA TAŞI Kültür; tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde barınan bütün maddi ve manevi değerlerden oluşur. Toplumun değerleri, gerçek kimliğini ve o toplumun özlerini barındırır. Bunun yanı sıra kültür gelecek nesillere önemli değerler de bırakmaktadır. Örneğin bizim kültürümüzde bize bırakılan değerlerden biri de \"Sadaka Taşları \"dır. “Sadaka Taşları” kökeni Selçuklulara kadar uzanan, genellikle cami, çarşı, hastane gibi yerlerde ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderebilmesi için altın, para vb. yardım malzemelerinin bırakıldığı özel yerlerdir. Osmanlı Dönemi’nde daha da yaygınlaştırılan bu değerimiz; genellikle antik porfir sütunlardan dönüştürülmüş, tepesinde oyuklar bulunduran dikitlerdir. Duvarlarda oyuk şeklinde olanları da bulunur. İsimleri bölgelere göre değişiklik gösterebilir. İhtiyaçgah (Türkmenistan-Asgabat), Hayat Deliği (Konya), Sadaka Oyuğu, Fukara Taşı(Üsküdar) ve İhsan Kapısı olarak da bilinirler. Osmanlının egemen olduğu farklı coğrafyalarda da bulunmuşlardır. Bir zamanlar İstanbul’da 160 tane Fukara Taşı olduğu bazı kaynaklarda yer alır. Bunlardan en meşhuru Üsküdar İmrahor Camii önünde bulunan kırmızı granitten yontulmuş “Fukara Taşı”dır. “Bir elin verdiğini öbürü bilmeyecek.” hadisinin muhatabıdır sadaka taşı. Alanın mahcubiyetten, verenin ise gösterişten uzak durması gerekmektedir. İşte bu yüzdendir ki geceleri kullanılır. 17. yüzyılda İstanbul’a gelmiş olan bir seyyah bu taşlardan birinin başında beklemesine rağmen bırakılan yardımları almak için kimsenin uğramadığını yazmıştır. Sadaka taşlarının bazıları içine kolunu sokabilecek derinliktedir. Bu yüzden sadaka alanın da verenin de kim olduğu bilinmez. Saygının göstergesi olan bu sadaka taşlarının çoğu, uzun yıllar içerisinde kullanılmadığı için neye yaradıkları bilinmediğinden kıymeti ve önemi unutulmuş; çeşitli faaliyetler sonucu tamamıyla yok olmuştur. Merhametin ideal ölçüsü dediğimiz fukara taşlarına parayı bırakan da parayı alan kadar haysiyetli ve onurluydu. Atalarımız özlerinde saygılı, kimseyi incitmeden sorunu çözebilecek kadar naif ve inceydiler. Eskiden ihtiyaç sahipleri başkalarının da ihtiyacı olabileceğini düşünüp sadece kendi ihtiyaçları kadar yardım alırdı. İnsana olan değerin fazla olduğu bu zamanlarda bir dilencinin alacağı yardım bir ekmek parası kadardı. Zaten fazlasına eli gitmeyen büyükçe bir yürekleri vardı. O kocamanca yüreklerinde karşısındakinin hakkını düşünür onun halinden anlamaya çalışırlardı. Böylelikle ülkede yardıma muhtaç, maddi açıdan sıkıntı çeken insanlar azalırdı. Lakin gel zaman git zaman bu değerimiz kayboldu. Artık insanlar özlerinden uzak, eskisi gibi saygılı ve onurlu davranışlar sergilemiyor. Oysa eskiden veren el de alan el de mutluyken toplumumuz mutsuz depresif ve bencil bireyler yetiştirir halde. Peki, özümüz çiçeklerle dolu bir yol iken biz arabayı neden çivilerin üzerine sürüyoruz? Bir bulutun yağmur olduğu yaşta iken arabamızı tekrar çiçekli yola sürmemizin vakti değil mi? Ben hâlâ özümüze dönebileceğimize inanarak, Zeki Aksoy'un bu konu hakkındaki sözlerini bırakıyorum: \"İnşallah sadaka taşlarının anlayışı yeniden günümüze yansır ve fakir ile zengin arasında yeni bağlar kurulup yeni atmosferler oluşturur ve veren el de alan el de mutlu olur.\" Emine KAHRAMAN
SON SEN Bir plak çalıyor, Zihnimin tozlu raflarında. Binlerce kez… Binlerce kez diyorum , Bu son. Son defa yanışım. Bir şiir okuyorum. İçinde kuşlar çiçekler ve sen… Bulutları izliyorum, Gülüşün beliriyor aniden… Bir gül görüyorum: Bir elinde yaprak, Öbür elinde diken. Bir yol diliyorum, Düşler ülkesinden geçen. Bir şarkı dinliyorum, Ritmi aksak kalbinden… Ve manzaralar izliyorum, İçinde yoksun sen… Emine KARAMAN SOYKIRIM Alafranga bu sonbahar Martılar küs vapurlara Solgun bulutlar Dökülüyor serin duvarlara Bu hadiseler ağır gelir ruhuma Dalgaların tenini yakar Savrulur kâbuslarıma Yön verir Farklı bir soykırıma Soğur kaldırımlar Sol elinde Kanlı bir kasatura Acıtır intizarlar Buruk yürekleri yar kenarında Uygur'un... Emine KARAMAN
18
Günümüzün bilgi çağı olması ve bilimsel Divânü Lügati’t Türk, Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla kaleme çalışmalar doğrultusunda teknolojinin alınmıştır. Kaşgarlı eserini Türk boylarını gezerek yazmıştır. Kaşgarlı, Divânü Lügati’t Türk’te Türk hızla gelişmesi, çeşitlenmesi ve yazı dillerine, lehçelere, ağızlara, söz varlığına ve kültürel unsurlara yer vermiştir. yaygınlaşması bütün dünya toplumlarını Kaşgarlı, eserinde söz varlığını derlerken aynı sözcüğün diğer Türk boyları arasındaki telaffuz, doğrudan etkilemiş ve bu etkilenme ses değişimi ve biçim bilgisi gibi konulara da değinmiştir. Bu açıdan Divânü Lügati’t Türk’ü, küreselleşmeyi beraberinde getirmiştir. Türkçenin ilk sistematik ağız çalışması olarak değerlendirmek mümkündür. Eser, günümüzde de Küreselleşme ile kültürel sınırlar kalkmış, ağız araştırmalarına kaynaklık etmektedir. kültürlerarası etkileşim hızı yükselmiş bu Ağız, ana dilin alanı içinde ses ve söyleyiş yönünden görülen küçük ayrılıktır. Ağızlarda da millî kültürün korunması ve aktarılması sözcükler, ortak dile göre farklı söyleyişler taşımakla birlikte bazı kavram ve nesneler için noktasındaki sorunları beraberinde farklı sözcüklerin kullanıldığı da görülür (Hengirmen, 2009: 18-19). Bu bakımdan getirmiştir. Küreselleşmenin meydana ağızlardaki sözcük ve söz öbeklerinin derlenmesi, o ana dilin söz varlığının zenginliğini ortaya koyma getirdiği bu sorunları çözme amacıyla açısından son derece önemlidir. ulus devletler, dünya genelinde ulusal Ağız araştırmaları, dilbilim alanının en zorlu alanlarından olmakla birlikte disiplinler arası bir kültürün korunması ve gelecek nesillere çalışmayı da gerektirir. Ağız araştırmalarının en önemli amacı, ağız atlaslarını oluşturmaktır. aktarılması amacıyla kültür merkezli Türkiye’de ağız araştırmaları konusunda çalışmalar yapılmış olsa da henüz Türkiye çalışmalar yürütmektedir. Kültür merkezli Türkçesinin ağız atlası oluşturulamamıştır. İş bu noktada Türkiye Türkçesinin ağız atlasının çalışmaların ağırlıklı kısmını dil bilim oluşturulması da Türk milletinin aidiyetinin parçası olan geçmişte atalarının fıtratını, mantığını ve alanında yapılan araştırmalar yaşam tarzını ortaya koyan çok estetik ve günümüz kullanımına çok kolay adapte olabilecek oluşturmaktadır. zengin bir kelime hazinesinin yok olmasını da önlemiş olacaktır (Adıgüzel, 2013: 393). Dil, bir topluluğu millet yapan en önemli unsurdur. Çünkü dil; bir millete ait düşünce, inanç, duygu, yaşam tarzına vb. ait kodlar taşır. Alman filozofu Heidegger “Dil insanın evidir.” der. İnsanlar, evlerini kendi estetik algılarına göre dizayn ederler yani insanın evi bir bakıma duygu, düşünce, inanç dünyasının yansımasıdır. İşte dil de ait olduğu milletten izler taşır. Dili konuşan millet, onu kendi duygu, düşünce, inanç, estetik algısı vb. ile zenginleştirir. Başka bir ifade ile dil, onu konuşan milletin aynası konumundadır. Bu açıdan dil sadece iletişim aracı değil ayrıca kültür taşıyıcısıdır.
Çünkü her sözcük bize milletin duygu, Günümüzde konuşulan dil unsurlarının arkaik özellik göstermesi, o dilin oldukça eski, köklü düşünce ve yaşam tarzı hakkında bilgiler olduğunu kanıtlarken yüksek medeniyete sahip bir millete ait olduğunu da ortaya koyar. verir. Başka bir ifadeyle her sözcük, ait Kumluca bölgesinde yaşayan nüfus, çoğunlukla Yörüklerden oluşmaktadır. Yakın olduğu milletin ruhunun bir bakıma döneme kadar konargöçer yaşam tarzını sürdüren Yörükler, bu yaşam tarzının etkisiyle yansıması olarak değerlendirilebilir. diğer kültürlerden asgari düzeyde etkilenmiştir. Bu nedenle Türk dili ve kültürü Kaplan’ın (2006: 42), Türkçenin en eski orijinalliğini koruyarak günümüze kadar ulaşabilmiştir. kelimeleri uzak köylerde yaşamaktadır. Divânü Lügâti’t Türk ile yapılan Türk kültürünü tanımak için onları da karşılaştırmada yerel dil özellikleri açısından zengin olan Kumluca ağzında arkaik söz kullanıldıkları cümle ile beraber varlığının korunduğu tespit edilmiştir. Arkaik söz varlığı unsurları korunmuş olmakla birlikte derlemeye ihtiyaç vardır, sözü de ağız bazılarında anlam değişmesi ve ses olayları görülmüştür. Bu durum Kumluca ağzının, takip araştırmalarının kültürün tanınması edilebilen en eski yazılı kaynaklara kadar gittiğini ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda noktasındaki önemini vurgulamaktadır. Kumluca bölge halkının kadim Türk tarihi ve geleneğinin günümüz temsilcisi olduğunu Dil, doğası gereği canlı bir varlıktır. Dile ait söylemek mümkündür. unsurlar zaman içerisinde değişme, gelişme, çeşitlenme gösterir. Yine zaman Dil, tüm canlılar gibi doğar, büyür ve sahip içerisinde bazı dil unsurlarının da çıkılmadığı takdirde fosilleşir; sahip çıkılırsa kaybolduğu ya da kaybolmaya yüz tuttuğu gelişimine, değişimine devam eder ve görülmektedir. İşte kullanımdan düşen, yüzyıllarca bir milletin bayraktarlığını yapar. unutulmaya yüz tutmuş bu unsurlar arkaik Diyebiliriz ki bir milletin varlığı, dilinin olarak değerlendirilir. Türk milleti de tarih varlığıyla mümkündür. Dilini koruyamayan, sahnesinde uzun dönemden beri var olan diline sahip çıkmayan milletler tarih ve tarihe yön veren bir millettir. Bu sahnesinden silinip yok olmaya mahkûmdur. doğrultuda Türk milleti, yüksek Dilini koruyabilen, onu bilim, edebiyat ve medeniyete sahiptir. Türklere ait ilk yazılı kültür dili haline getirebilen milletler ise metinler 8. yüzyıldan itibaren takip büyük uygarlıklar kurarak geçmişi bugüne, edilmektir. Türklerin gelişmiş teşkilatçılık bugünü yarına bağlamayı başarabilmişlerdir. ve devletçilik geleneğine sahip olmaları, yazılı kültürlerinin de gelişmesine zemin hazırlamıştır. Günümüze kadar ulaşan bu yazılı eserler sayesinde Türk dilinin gelişim çağları takip edilmektedir. Hatta yapılan güncel araştırmalarda derlenen dil unsurlarının arkaik özellik gösterdiği bu eserler sayesinde tespit edilmektedir.
Divanü Lügati’ Türk’te ve Kumluca Ağzında Söylenişleri ve Anlamları Aynı Olan Kelimelerden Bazıları Ağıl: Koyun yatağı. Oğuzlarca “koyun pisliği”. Bu iki anlam birbirine yakınlığından böyle olmuştur. (Atalay, 2018: 73). Kumluca ağzında “koyunları ağıldan çıkar” şeklinde kullanılmaktadır. Çilemek: yaşartmak, ıslatmak tonuğ çiledi =elbiseyi yaşarttı. (Atalay, 2018: 217). Kumluca ağzında “Ekmekleri çilemiş” şeklinde kullanılmaktadır. Kumluca ağzında “Ne zaman görsen elinde bir çomak var.” şeklinde kullanılmaktadır. Ev(w)mek: “er ewdi= adam acele etti.” (Atalay, 2018: 167). Kumluca ağzında “bu iş için evme.”şeklinde kullanılmaktadır. Irgamak: sallanmak, ırgalanmak ol yıgaç ırgadı= o, meyvesini düşürmek için ağacı salladı (Atalay, 2018: 283). Kumluca ağzında “Oturduğum sandalyeyi ırgadı.” şeklinde kullanılmaktadır. Divanü Lügati’ Türk’te ve Kumluca Ağzında Söylenişleri Aynı, Anlamları Farklı Olan Kelimelerden Bazıları Belek: “Konuğun hısımlarına getirdiği armağan. Bir yerden başka bir yere gönderilen armağana da böyle denir.” (Atalay, 2018: 385) Kumluca ağzında “çocuk kundağı” anlamına gelen kelimeyi “Annem kardeşimin beleğini işliyor.” biçiminde örnekleyebiliriz. Bıçılgan: elde, ayakta ve yeryüzünde olan yarıklar (Atalay, 2018: 519). Kumluca ağzında “vücutta derinin katlanarak birbirine sürtündüğü yerlerde oluşan yara ”anlamına gelen kelimeyi “Bacaklarımın arası sıcaktan bıçılgan oldu.” biçiminde kullanılır. Didek: “gelin giderken yad kimselere görünmemek için örtülen örtü” (Atalay, 2018: 408). Kumluca ağzında “gaga, sivri kısım” anlamını taşıyan kelimeyi “Tavuğun dideği yaralanmış.” biçiminde örnekleyebiliriz. Kes: “Herhangi bir nesnenin parçası. Bir kes ekmek = bir parça ekmek” (Atalay, 2018: 329). Kumluca ağzında “iri saman” anlamına gelen kelimeyi “İnekler samanın kesini çıkarmış.” biçiminde örnekleyebiliriz.
Divanü Lügati’ Türk’te ve Kumluca Ağzında Söylenişleri Aynı, Anlamları Farklı Olan Kelimelerden Bazıları Mayışmak: “ er yerge mayıştı= adam tembelliği yüzünden yere yapıştı. (Atalay, 2018: 189). Kumluca ağzında “gevşemek” anlamına gelen kelimeyi “ babam sobanın krşısında mayıtı, uyuyor.” Biçiminde örneklendirebiliriz. Tokuç: “Çörek. Bu kelime tok er sözünden alınmıştır, tok adam demektir, çörek insanı doyurduğu için böyle denilmiştir. (Atalay, 2018: 141). Kumluca ağzında “çamaşır yıkamada kullanılan yassı araç ”anlamına gelen kelimeyi “Çamaşıra vururken tokucu kırdı.” cümlesiyle örnekleyebiliriz. Toy: Ordu kurağı. Ordu karargâhı. Bu sözden alınarak han toy denir ki hakanın ordu kurduğu yer demektir. (Atalay, 2018: 358). Kumluca ağzında “acemi, yeni öğrenen” anlamına gelen kelimeyi “o daha toy, öğrenecek çok şey var.” biçiminde örnekleyebiliriz. Divanü Lügati’t Türk’te ve Kumluca Ağzında Anlamları Aynı Olan Ses Olaylarına Uğramış Kelimelerden Bazıları Buzagulamak: “Buzağılamak, buzağı doğurmak” (Atalay, 2018: 91). Elgetmek: “ol anı un elgetti, ona un eletti.” Yırak: ırak, uzak (Atalay, 2018: 28). Irak: uzak Kumluca ağzında kelime başında “y” sesi düşmüştür. Yuğa: katmerli yuka (Atalay, 2018: 27). Yuka: yufka ekmeği Kumluca ağzında kelime ortasında k-g/ğ değişimi görülmektedir. Kaynakça Atalay, Besim (2018). Divânü Lûgat’it Türk I-II-III-IV. Ankara: TDK. Kaplan, Mehmet (2006). Kültür ve Dil. İstanbul: Dergâh Yayınları. Yıldırım, Ali ve Şimşek, Hasan (2018). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayınları. PEMBE KAVALCI NOT: 53. Lise Öğrencileri Araştırma Projeleri Konya Bölge Yarışması’na davet edilen projedir. Projede görev alan öğrenciler Kübra KARAÖZ ve Sude Gök.
DİRENİŞ Kaybolan bir direniş, Kaybolan bir direniş var yüreğimizde gizlenen. Gözyaşları ile silinmiş, Korkuyla sindirilmiş bir direniş. Bir mağdur çığlığı kadar derin, Soğuk havanın diriliği kadar sert. Bir akşam vakti Dirilişin yeni uyanmış hali Ve uykulu gözlerle baktığı anlarda Beliriverir ansızın direnişin gurur timsali yüzü Dirilir bütün hücreler. DAHA BİR ÇOCUK Ayaklar ve bir parça fer harekete geçer. Uyuyan kalp uyanır Geziniyorum aklımın boş sokaklarında Ve yeni bir direnişin çağrısını yapar. Bir ışık huzmesi geçiyor önümden. Bir başkaldırı, bir isyan değil Sonsuza gidercesine koşuyorum. Bir duruş ve bir susuş gibi gösterir kendini Birikmiş tonlarca anının hatırına perdelerin önünde. Gökyüzünden bir damla yaş dileniyorum. Ve sonsuz bir umutla gökyüzüne bakar. Bir pamuk şeker tatlılığı ile Mehlika KOÇ Beş yaşına dönerim belki. Çok değil, bir yıldız eşlik eder peşimden. Ay ışığı hükmeder yüzümün her zerresine. Bir çocukluk şarkısı mırıldanır dudaklarım. Birden solar gökyüzünün pembesi. Sesimin tınısına karışır hüznüm Tanıdık bir kokuya dalmışım şimdi Elma şekeri kokar bir uçtan bir uca. Yüzüme yakışmıyor artık tebessümüm Gözlerim ağırlaşıyor esir damlalardan. Ve ben sessizliğimin sesini duyarken değil de Salıncağım göğe çıkarken Daha bir çocuktum sanki. Özge KOCABAŞ
ÇOCUKLUĞUM Çocukluğuma olan hasretim hiç bitmeyecek, çamurdan yaptığım yemeklere olan merakım hiç eksilmeyecek, “Beslenme çantamı neyle doldursam daha çok beğenirler?” tereddütüm hiç gitmeyecek, ışıklı ayakkabılarımla yağmur yağdığında bilerek suya basma hevesim hiç kaybolmayacak, okuma yarışmasında birinci olmak için daha fazla kitap okuma hırsım hiç sönmeyecek, kutu kutu pense oynarken arkadaşımın elini tuttuğumdaki heyecanım hiç azalmayacak, 23 Nisan gösterilerinde en ön sırada olduğumdaki mutluluğum hiç kaybolmayacak. Ne çocukluğuma olan özlemim ne de böyle çocukluğu geçiren son nesillerden biri olmama dair mutluluğum hiç sona ermeyecek. Fahriye Yılmaz
SİYAH HAYATLAR Çaresizliğinden sözler tükenmiş Puslu puslu durmakta Hayaller kırıklarla süslenmiş Bir vazo sanki , Eskiyi hatırlatsın diye parçaları birleştirilmiş Geleceğe yön vermeye eğilimli Kuzey yıldızında ararım Paslanmış pusulam olan kalbini... Derinlerde yitik kadehler içmekte ruhumuzu Beklemekte göz bebeklerimde bakışlar Tütmekte hasret tufanı, Buram buram kokan kahvede . Gökyüzü de şaşıracak Sisli hayatların birleşmesine .. Umutlar da birleşmekte hayatın oyununda, Aslında bahanelere sığdırdık umutları. Bugün siyahtım , Kanadından öpüp özgürlüğe bıraktığın melek gibi Siyah ve mutsuz.. Tutsaktık aslında biz bize Sessizliğinde mühürlenmiş tebessümler Kor ateşlerde unutulmuş özlemler Vedalar da çoğaldı gökyüzünün derinliklerinde. Duygu ERYILMAZ
EŞİT AĞIRLIK BÖLÜMÜ NEDİR VE HANGİ MESLEKLERİ İÇERİR Ülkemizde ortaöğretim kurumlarında eğitim öğretim gören öğrenciler için meslek kararları ve ilgileri doğrultusunda bir bölüm seçmeleri istenmektedir. Bu seçimde sayısal, eşit ağırlık, sözel ve dil bölümleri bulunmakta ve öğrenci, seçeceği meslek doğrultusunda bu bölümlerden birisinde eğitim2 -öÖğrĞeRtimENgCöİrmLEeRktEedir. Meslek seçimi hayat yolculuğunda çok önemli bir basMamEaSğAıJifade eder. Bu seçim insanın tüm hayatını etkilediği gibi başarılı bir gelecek planı için de son derece önemlidir. İyi bir meslek seçimi; uzun araştırmalardan, kişinin ilgi ve yeteneklerinden geçmektedir. 4 - ÖĞRETMENLER, YÖNETİM Sosyal Bilimler Liselerinde ise bölüm alan seçimleri bHuAluFnTmALaImKaKkUtaR, UeLşDitAağırlıklı (Türkçe- matematik) paket perdoegbriaymatuvyegmulaatnemmaakttiakdaırğ.ıÖrElYşıkKitlıÜadLğeEırrRslıklPeAarilYaoLnlAmınŞadIYkaOtaöRdğırre. nim gören öğrencilerin Türkçe, Eşit ağırlık alanında eğitim gördükten sonra üniversite sınavının ilk basamağı olan YKS’nin ilk oturumu olan TYT’ye girmek gerekmekted7ir.-BÖuĞraRdEaNsCeİçKtiğOinNizSEaYlaİn önemli olmadan tüm öğrenciler için aynı tdeemrsellemrinatteemstSaletEirkÇi İtsMeusnLtuEi,lRmsİoaİskPytTaadAl bıLr.ilETimTYTlTeİ’rde çözmeniz gereken testler; Türkçe testi, testi, fen bilimleri testidir. Toplamda 120 soru yöneltilen adayların sınav süresi ise 165 dakika olarak belirlenmiştir. YKS’nin ikinci oturumu olan AYT’de ise kişilerden eğitim gördükleri alanlara göre ilgili testleri çözmeleri istenir. Eşit ağırlık alanı AYT’de; edebiyat-sosyal bilimler-1 testi ve matematik testini çözmesi gerekmektedir. Edebiyat-sosyal bilimler-1 testinde; 24 edebiyat sorusu, 6 coğrafya, 10 tarih sorusu olmak üzere toplam 40 soru sorulmaktadır. Matematik testinde ise; 29-30 matematik, 10-11 geometri sorusu olmak üzere toplam 40 soru sorulmaktadır. Sınav süresi ise 180 dakika olarak belirlenmiştir.
Eşit ağırlık alanı sayısal ya da sözel alanına oranla daha fazla meslek grubuna sahip ve daha çok kişi tarafından seçilen bir alandır. Eşit ağırlık bölümü öğrencileri çok çeşitli alanda tercih yapabilirler. Bu alanda en çok tercih edilen bölümlerin başında hukuk, psikoloji, psikolojik danışmanlık ve rehberlik, sınıf öğretmenliği, işletme ve iktisat gelmektedir. Öğrenciler eşit ağırlık ile daha sayısal olan bankacılık, matematiksel iktisatçılık, ekonomistlik, finansçılık, sigortacılık, işletme yöneticiliği, yönetim bilişim sistemleri, muhasebecilik, uluslararası ticaret uzmanlığı, uluslararası işletmecilik ve iç mimarlık gibi bölümleri tercih edebilirler. Bunların dışında siyaset bilimi ve kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler, insan kaynakları uzmanlığı, sağlık birimleri yöneticiliği, moda tasarımcılığı, arkeoloji,çocuk gelişim uzmanlığı gibi sözel bölümlerin yanı sıra felsefe,-sDoersyyaoSleozjgiign,ibMiabnösilyüomn Öledrüilüde tercih edebilmektedir. Eşit ağırlık bölümü planlı çalışma ve gayret ile öğrencilere birçok meslek seçeneği sunmakta, geleceğe dair farklı seçim olanakları sağlayarak kişinin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda mesleğini seçmesine olanak sağlayan bir bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır. HALİL ÖZENİR REHBER ÖĞRETMEN
İNSANLIK Ben bugün, eski zamanlarda yaşamış da Ölmemiş gibiyim Ben bugün, bütün savaşlara neden olmuş da Her kötülüğü görmüş de Etrafa her hastalığı salmış da İzlemiş gibiyim insanlığın ölümünü… Bilip de her formülü Susmuş gibiyim Bütün çocuklara üzülmüş de Yardım etmemiş gibiyim Ben bugün, insanlık gibiyim Ulviye Nur EKİNCİ EYLEM bir cuma günü yakalıyor seni yalnızlık ateşi, ellerin bomboş, dopdolu evine giderken yakalıyor ağırlaşıyor her iyilik bir nefes altında tanrım, hâlâ söylemedin bana bu yoldan neden geçtiğimi günah ağacı altında dinlenen çocukların sırtı yanık güneşten kimse uğramamış kurtarmak için, bir kişi bile! Kusuyorum bütün bu nefreti artık nefretim içimde şişmanlayınca bana yer kalmıyor oysa güzel günler hep gelir der babaannem biz de gördük yoksulluk, kötülük der babaannem keşke anlasan bu dünya sana farklı, bana farklı Ulviye Nur EKİNCİ
SEVGİLİ BALON İnsan, yalnız kalmak istiyor sonra acısını iliklerine basıyor örgü tutan elleri bir başkası tutuyor Akdeniz'in kokusu yüreğimimi yakıyor parfüm şişesi alay ediyor, koku burun direği sızlatıyor Sevgili Balon emanet nefes barındırıyor ciğerler, kalp sızladıkça nasırlaşmış kalpler, soğukluk kelimeler, gülümseyenler içten deliler elle tutulan gözle görülen bir parça hatırayla taçlanıyor Sevgili Balon Bitiren buluttu, geri dönülmesini sağlamayan rüzgardı bu aşk denilen çamaşırları ruhuma dokun, kirpiklerimi say bitince gidersin sana şiirler vereyim, mısra saçının ayrıklığı kalsın Sevgili Balon Hayat iyi ki zılgat biçmiş ömrüme çok oturdu içime derdimi söyleyince yüzüme çarptın ipini, en ufak zelzelede sevgili balon tasamı kimselere dua ettirmeden gülümsemeyle intikamı bilirim çoğa göz vermeyen, aza aziz olurum sevgili balon aratmasın dünümü bugün, ben ki sılada süngüyü öğrendim ellerim tutamıyor artık seni ipini koparan gidiyor, uçuyorsun birdenbire uluyorum sessizce artık benim için sevgili kalmıyorsun balon sen artık benim için ipi kaçmış, yolu şaşmış balonsun Ey Balon! Deniz Nur KAHRAMAN
ÖZÜMSEMEK Babası mı onu özlüyor yoksa rahatlamak Akşamüstü... Hava henüz kararırken okuldan için kendisi mi kabristan yolunu tutuyor, çıkan öğrenciler servislerine yetişme telaşında. Okul yolunun aşağısında kalan bilmiyordu. Hayattayken görmeye durakta bekleyenler bir yandan da saatlerini kontrol ediyor. Kiminin aklında eve gidince katlanamadığı insanın yanına gitmek için pişireceği yemek var. Kimiyse yuvasını özlemiş, kapıyı karısının mı yoksa çocuklarının can atması, en çok sevdiği çelişkiydi. mı açacağını düşünüyor. Daha hayatın uzun koşturmacasına alışamayanlarsa günün Attığı her adımı bir pirinç tanesiymiş gibi yorgunluğuna sövüyor. düşündü. Babası pirinç pilavını çok Deri kayışı aşınmış çantasının ağırlığıyla bir omzu hafif aşağıda duran genç adam, severdi. Sonra kafasında bir tabak hayal yaklaşık beş dakikadır beklediği durakta sıkılırken yola baktı. Elini cebine attı. Bir etti. Tabağı yere attı. Pilav tane tane buruşuk peçete, ev anahtarı ve birkaç bozukluğa dokundu. Cebini karıştırırken süzüldü. şıngırdayan para sonunda eline geldiğinde bugün harcadığı paranın hesabını yaptı. Yürüye yürüye geçti tüm sokakları. Yol Dolmuşa binmekten vazgeçti. Ölen babasından kalan nadir öğütlerden biri geldi kenarında servi ağaçları tek tük aklına. Acıyla gülümsedi. Kimseye belli etmeden sanki yürümek istediği için durağı görünürken o tanıdık his yerleşti içine. Boş bırakmış gibi umursamaz bir tavırla yürümeye başladı. midesi bulanmaya başladı. Çıkaracak bir Uzun zamandır yaşadığı bu küçük şehre şu sıralar sığamıyordu genç adam. Oysa daha şey olmadığından çok aldırmadı genç geçen yıla kadar ilkbaharın ılık havasında burnuna portakal çiçeği kokusu gelirken ya adam. Yeni yakılmış buhur kokusu burnuna da denize fırlattığı taşların suya çarpış sesini duyarken heyecanını dizginleyebiliyordu. dolunca mezarlığın kapısına geldiğini Hatta kışın kar yağmıyor diye sitem ederken bile bu şehri seviyordu. anladı. Bu yıl kendini kitaplara vermişti. İşinden kalan zamanı kitaplara ayırıyordu. Eskisi kadar Demir kapı uzun süredir yağlanmadığı için gezmiyordu artık. Eskisi gibi gülmüyordu da. Sadece düşünüyordu. Geleceğini, niye acı sesler çıkararak açıldı. Genç adam geldiğini; gideceğini, nasıl gideceğini... Kafasındaki düşünceler kemire kemire usulca aralıktan içeri girdi. Mezarlar dolanan solucanlar gibiydi. Bölündükçe, dallanıp budaklandıkça daha güçlü ve arasında dolandı bir süre. Her bir mezar yenilmez oluyorlardı. taşına dokundu. Elleri daha da soğudu. Kimi zaman kendini fareye benzetiyordu genç adam. Kokuşmuş, pislik içinde ve Tanıdık kabre yaklaşınca duraksadı. Bir an kendisine ayrılan kafeste dönüp duruyordu. Arada bir çarkta koşuyor, nefes nefese için geri dönmeyi düşündü. Hep aynı yerde kalıyor, ağlıyordu. Sahibi yem verince susuyordu. durup aynı şeyleri hatırlamak onu Babası aklına geldi. Bugün ikinci kez yoruyordu. oluyordu. Anlaşılan ziyarete gitme vakti gelmişti. Derken yürüdüğü yoldan sola saptı. Küçük adımlarla babasının yanına geldi. Ayakta, boşluğa dalmış vaziyette durdu. İçinden ne konuşmak geliyordu ne de buz gibi mermere oturmak. Çünkü biliyordu, akşam başını yastığa koyduğu anda kendisiyle tartışacaktı. Neden oraya gittiğini bir avukat edasıyla eleştirecekti. Peki şimdi ne kadar rahattı? Ölü bedene hâlâ nefret besliyor olmak çok mu iyiydi? Belki ertesi gün babasının yamacına oturmadığı için zihninde kendini asacaktı. Sıkılmıştı. İnsan hayatındaki bu yol seçimleri onu çok geriyordu. Anı yaşamak denen kavram bugüne kadar hiç uğramamıştı benliğine. Çocukluğundan beri hakkında verilen kararların hiçbirini kendisi düşünmemişti ki. Nereden bilecekti aklına eseni yapabilmeyi?
ÖZÜMSEMEK Genç adam da diğerleri gibi korkuyordu. Ayrıca vicdanı rahat durmuyordu. Ölümden Oturdu. Pat diye oturdu mezar taşının yanına. korkuyordu. Babasından korkuyordu. Hatta Bir kez olsun düşünmeden yapmak ona iyi üzerine çiçek dikilecek bir mezar olmaktan, hissettirdi. Özgürlüğü çok uzak yerlerde hiçlikten korkuyordu. aramamak gerekiyordu aslında. Bir insana Etrafındaki çürüyen bedenler de bir zamanlar yakınlaşmak da zincirin kırılma sesiydi. korkmamış mıydı? Onlar da kendi sevdikleri için Babasıyla diz dizeymiş gibi hayal etti. O an aynı törenleri tekrarlamamış mıydı? kulağında daha önce önemsemediği bir sürü söz çınladı. Gözleri hafif buğulandı. En sonunda ölüm yorgandan ya da urgandan Ağlamayacaktı. Net görebilmek adına etrafa bir şekilde gelmiş ve onları bulmuştu. bakındı. Kaçamamıştı kimse. Kendisi de kaçamayacaktı. Çevresinde onlarca ölü vardı. Bazı mezarların Sonunu bildiği yolu giderken daha temkinli yeni kazılmış olduğu nemli toprak olmalıydı insan. Daha hazırlıklı, daha sakin... kokusundan anlaşılıyordu. Mermerlerin Öyleyse yersiz korkulara gerek yoktu. üstünde duran taze çiçekler ölen kişiye son hediye sayılabilirdi. Tüm bu düşüncelerinden sonra babasının Bazı mezarlarsa yıllardır buradaydı. Hatta bir öğütlerini hatırlatan bozuklukları cebinden mezarın yanı başındaki kocaman ağacın fidan çıkardı. O para, dolmuş parasıydı, karanlık hâlini hatırlıyordu genç adam. zihniydi, yürüdüğü yoldu, pirinç taneleriydi. Değerliydi. Kimi bir çiçekle gösterirdi sevgisini İnsanlar genç ve yaşlı diye ayrılabiliyorken kimi dua ederek. mezarlar da geri kalmıyordu. Eski mezarlar ve Genç adam bozuk paraları avucunda oynadı bir yeni mezarlar... İnsanlar ölümün ilk acısını süre. Sıkıntıdan terleyen elleri buz tutmuştu. sizce ne kadar yüreklerinde tutabilirdi? Yok Başta istemeye istemeye toprağa dokunmuştu. oluşu gördükleri an ile yokluğa alıştıkları Sonra kabrin üzerindeki yabani otları yoldu. zamanın koru sizce eşdeğer sıcaklıkta mıydı? Kalktı yerinden, az ötedeki çeşmeden su doldurdu. Uzun süredir ilgilenmediği babasının İnsan alışıyordu. Alıştıkça unutuyor, kabrini suladı. Mezar taşını yıkadı. Bir de ruhuna unuttukça öldürüyordu. Yüzleri hafızalardan Fatiha gönderdi. İlk kez dua ederken böylesine yavaş yavaş silinen ölüler zihinlerde tekrar mutlu ve huzurlu hissetmişti. İnsanı yaşadığı can veriyordu. kırıcı olayların değil nefretin bitirdiğini bir kez daha anlamıştı. Bir ölüyle yakınlaşmak ilk kez Tabii insan boş durmamış, bu hareketi ona tuhaf hissettirmemişti. Belki ölen kişi yavaşlatmak adına çözümler bulmuştu. babası olduğu içindi, bilemezdi. Sevdiği biri öldüğü zaman akrabalarına üç gün boyunca yemek veriyordu mesela. Mezar Sıra son göreve gelmişti. Toprakta minik bir başında, güzel kokması adına buhur çukur açtı. Sanki tohum eker gibi bozuklukları yakıyordu. Mezar taşını temizliyordu. Ölünün oraya bıraktı. Çukuru kapattı. Üstünü okşadı. toprağını suluyordu. Hatta güzel görünmesi Yanındaki sudan birazcık döktü oraya. İşlemi adına kabrin etrafını çiçeklendiriyor, ağaç tamamlamıştı. falan dikiyordu. Ancak ölüler, hiçbir zaman Bir süredir adamı gözetleyen mezarlık bekçisi kendi adlarına yapılan bu saygı göstergelerini güldü. Deliye bak, dedi. “Toprağın altına para göremeyecek, görse de cevap gizledi. Sanki birisi gelip onu görse veremeyeceklerdi. çalmayacak.\" Genç adam ne sözleri duymuş ne de bekçiyi İnsan karşılığı olmayan bu anma törenini görmüştü. O an için huzurdan başka hiçbir şeyle neden yapıyordu? Ölüye saygının altında ilgilenmiyordu. Yerden çantasını aldı, çıkışa yatan gerçek aslında korkular ve insanın asıl doğru yürüdü. Bu sefer çanta omzunu kendisine verdiği değer olabilir miydi? eğemiyordu. Çünkü asıl yükünü, mezarlıkta İnsan, bir gün bu dünyadan geçip gideceğini çoktan bırakmıştı. biliyordu. Sadece erken gelmesini istemiyordu. Başkaları ondan önce ölebilirdi, SUDE NUR SALUR sorun yoktu. Yeter ki kendine biraz zaman tanınsındı. Hayatta yapmak istediklerini yapmalı, hayallerini gerçekleştirmeliydi. İnsanın korkusu, “ya yarım kalırsam”dı.
BIRAİK ZANLAR “İnsan iz bırakmak ister. Tarih “yapar”, sanat yapıtları koyar ortaya, anısı kolay kolay silinmeyen iyilikler ya da kötülükler eder. Yazı bırakır, çizi bırakır, üremeyi soya dönüştürür, kanlı (ya da boyaya, çamura bulanmış) elini basar bir duvara, bir taşa, bir kâğıda.” (Bilge Karasu) Bir iz bırakarak okulumuzdan gelip geçen çok insan oldu. Kimi çalışkanlığıyla, kimi eğlenceli yapısıyla, kimi karakteri ile, kimi aktif sosyal yaşamı ile… Dergimizin bu bölümünde yaşama bir eserle iz bırakan, okulumuzun kıymetli öğretmen ve öğrencilerinden bazılarını tanıyacak, eserlerine örnekler bulacaksınız.
BARIŞ EKEN ÖZGEÇMİŞ CUMHURİYET MARŞI Antalya ili Kumluca ilçesinde doğdum. İlkokulu Burdur Cumhuriyet İlkokulunda, orta ve lise öğrenimimi ise Nice yiğit savaştı düştü toprağa Antalya Anadolu Lisesinde tamamladım. Antalya Can verip de kurduk Cumhuriyeti Büyükşehir Belediye Konservatuarında iki sene müzik Dalgalansın hep diye kutlu bayrağa eğitimi aldıktan sonra, 2005 yılında Selçuk Üniversitesi Kan verip de kurduk Cumhuriyeti Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü Müzik Öğretmenliği Bölümünden mezun oldum. Sırasıyla Bu sevda Devlet-i Ebed müddettir Mavikent Ramazan Abacı Ortaokulu, Bingöl Güzel Sanatlar Devleti yaşatan Cumhuriyettir Lisesi ve Kumluca Anadolu Öğretmen Lisesinde görev yaptım. Halen Kumluca Sosyal Bilimler Lisesinde müzik 100 yıl önce yandı kutlu meşale öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Gökte selam durdu yıldız hilale Sanat hayatıma ortaokul yıllarında Ali Demirtaş hocamdan Önde en büyük Türk, Atatürk İle bağlama dersi alarak başladım. Bağlamayla birlikte şiirler Şan verip de kurduk Cumhuriyeti yazıp besteler yapmaya da o tarihlerde başladım. 1996 yılında lise öğrencisiyken \"Merhaba\" adlı ilk şiir kitabım Toprağı yurt yapan tek hürriyettir yayımlandı. Halk ozanlığı ve âşıklık geleneğine bağlı En büyük hürriyet Cumhuriyettir olarak yurdumuzun çeşitli bölgelerinde konserler, festivaller vb. etkinliklerde sahne aldım.1999 yılında Âşık Yirmi Dokuz Ekim bayram millete Sefaî üstattan \"Hak Ozanı\" unvanı alarak sanat hayatıma Kavuştuk en güzel Cumhuriyete devam ettim. 2003 yılında “Hazar Gözlüm\" isimli ilk müzik Zalimin ettiği zulme vahşete albümümü çıkardım. Bu albümle birlikte daha çok özgün Son verip de kurduk Cumhuriyeti müzik tarzında eserler vermeye başladım. 2011 yılında \"Maveradan Esintiler\" isimli ikinci şiir kitabım yayımlandı. Türkiye’m vatandır bize cennettir Ardından sırasıyla 2013 yılında \"Çocuk Düşlerim\", 2018 Türkiye en güzel Cumhuriyettir yılında \"Bir Varmışım, Bir Yokmuşum\" isimli müzik albümlerim yayınlandı. Bu çalışmalarımın yanında birçok Barış EKEN single çalışmam dijital platformlarda yayınlandı. Şiir alanında Kültür Bakanlığının Sivas İl Kültür Müdürlüğüyle birlikte hazırladığı \"Âşık Veysel’i Anlatan Şiirler\" kitabında şiirim yer aldı. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı kutlamaları kapsamında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı koordinesinde İstanbul Çekmeköy Belediyesi tarafından düzenlenen 100. Yıl Marşı yarışmasında, yarışmanın ilk aşaması olan “Bestelenmeye Uygun Şiirler” kategorisinde şiirim dereceye girerek ödüle layık görüldü. Bu proje kapsamında \"Cumhuriyet'in 100.Yılına Şiirler\" adıyla yayımlanan kitapta şiirim yer aldı. Yakın bir zamanda \"Sevda Şarkıları\" isimli dördüncü albümüm müzik platformlarındaki yerini alacak. Halen müzik ve şiir çalışmalarıma devam etmekteyim.
BARIŞ EKEN SENDEDİR EY YAR Görünmez rüzgârın tenime değen, Esen tatlı yeli, sendendir ey yar Ağacı kökünden, devirip eğen Suyun güçlü seli, sendendir ey yar. Düşünce gönüle sözün bittiği, Aklınsa kaybolup kalpte yittiği, Bülbülün hasretten, güle öttüğü Aşkın tatlı dili, sendendir ey yar. Semaya nakşolan varoluş gizi, Her zerrede saklı sevdanın izi, Arıyı cezbeden, çiçeğin tozu Petek olur balı, sendendir ey yar. Sevdanı özleten vuslattır yolun, Dağları volkana döndürür külün, İnsani kâmile erişen kulun, Dosta giden hali, sendendir ey yar. Ay ile güneşi göklerde tutan, Yıldızla geceyi seherle yutan, Sabahın fecrine nurunu katan, Işığın cemali, sendendir ey yar. Bulutlar güneşi gökte saklarken, Beyazı karartıp yağmur eklerken, Tan vakti ağaran günü beklerken, Âlemin ahvali, sendendir ey yar. Kürre-i Arzdaki hakikat özü, Gökkubbe altında çevreler bizi, Dergâhı sohbette dervişin sözü, Aşığın kemali, sendendir ey yar. Kudreti şimşekle gökte seslenen, Toprağı yağmurla doyup beslenen, Her bahar gelinler gibi süslenen, Güzelin ezeli, sendendir ey yar. Barış EKEN
2021• KÜLTÜR-SANAT | 35 Öğrencilerimizin Kaleminden
ÜNZİLE ÖZGÜVEN Müziğe dair ilk adımımı komşumun telleri olmayan, eski bir gitarı bana bırakması ile atmıştım. Gitarı kullanılabilir bir hâle getirdikten sonra başladı her şey. Koca bir hevesle! Biraz çabaladıktan sonra bir şeyler yapabilmenin verdiği mutluluk ile daha da bağlandım gitara. Yaklaşık bir buçuk iki hafta içinde çok çalıştım ve birkaç parça çalar kıvama geldim. Okulda ve sınıfta arkadaşlarıma, evde aileme, komşulara çalıyordum. Alkışı ilk tatmış olduğum günlerdi, çok farklı bir duyguydu bu. Son sene bir müzik öğretmeni gelmişti okuluma, ilk müzik öğretmenim. Kendisiyle ufak çaplı konserler verdik. Bana \"İleride müzikte çok başarılı olacaksın sana inanıyorum.\" demişti. Bu cümle bana öylesine farklı şeyler hissettirmişti ki belki de okul seçimimde bile etkili olmuştu. Gitar çalmayı ilerlettim, aynı zamanda sesim de şarkılar söyledikçe gelişiyordu. Komşum gitarı benden geri istemişti. Tam da ben gelişiyorken... Kırgınlık ve üzüntü yaşamıştım, bir filmin en güzel sahnesinde elektriklerin gitmesi gibi. Ama bu olay çok farklı bir şeye vesile oldu. Her daim yanımda olan ailem, bana çok istediğim o gitarı almışlardı. Başta ablam olmak üzere kuzenim, halam çok kıymetli anne ve babam. Hepsi benim için bir araya gelmiş ve bana ilk gitarımı almışlardı. Beni hep desteklediler, onlara minnettarım. Bu aralıkta kıymetli bir arkadaşım da bana bir enstrüman hediye etmişti,\"ukulele.\" Onu da kısa süre içerisinde çalmayı başarmıştım. Çok çalışıp başarmanın verdiği mutluluk sanki güneş altında saatlerce yürüdükten sonra içilen soğuk su gibiydi. Sevdiğim ve başardığım şeyin peşinden gitmeye karar verdim. Kalbime yakın hissettiğim tek okulu tercih ettim. Ve müzik adına aklımdan çıkmayacak anılar, başarılar yaşayacağım liseye geçtim. İlk müzik dersi... Heyecan, sevinç ve birçok duyguyu aynı anda yaşadığım an. Enstrümanlarla dolu bir sınıf... Bundan dört yıl önceki Ünzile için hayallerinden bile güzeldi. Müzik hayatımın en büyük başarısını kazanmamda en büyük rolü oynayan kişi, müzik öğretmenim ile tanışmıştım. Önce okulumun müzik grubuna dâhil oldum. Ufak çaplı konserler ile devam ettim. Sonrasında liseler arası bir yarışmaya katıldık. Sanki müzik yavaş yavaş yaşantıma işliyordu. Alkışlar, tebrikler... Okulda piyano ile tanışma fırsatı da bulmuştum, kulaktan birkaç parça çalabiliyorum şu an. Kalimba ve keman gibi enstrümanlarla da ilgilendim ama gitar kadar ilerlemedim. Benim için her şey o kadar güzeldi ki. Kendime olan sevgim ve güvenim sayesinde videolar çektim. Cover videolarımı şarkıların asıl sahiplerine ulaştırdım. Mazhar Alanson, Sibel Bilgiç, Melek Mosso ve çok daha fazlasına. Bu sanatçıların beni görüp dinlemesi ve beğenmiş olmaları doğru yolda olduğumu hissettirdi. Kıymetli müzik öğretmenim, Barış hocam ile çok özverili bir şekilde çalıştık. Yepyeni bir grup kurduk. Ve bir yarışmaya daha katıldık. Bu yarışma benim zirve noktam diyebilirim. 23. Liseler Arası Müzik Yarışması’nda Türkiye kız solist birincisi seçildim. Bunun yanında basın özel ödülüne de layık görüldüm. Ünlü bir gazeteci benim hakkımda yazdı: “Doğru insanlara rastlarsa geleceğin parlayan genç müzisyeni olur.” Doğru demişti, çünkü ben doğru insanlara rastladıkça müzik hayatım başarılarla geçiyordu. Asla unutamayacağım bir seneydi benim için. Hikâyem devam ediyor, şimdi de çalışıyorum. Müzik öğretmeni olmak istiyorum. Müziği birilerine ulaştırabilmek, birilerinin de benim gibi başarılar kazanmasını sağlamak istiyorum. Son olarak; bendeki ışığı fark edip çabalayan müzik öğretmenime, her zaman yanımda olan aileme, sırtımda her birinin elini hissettiğim kıymetli arkadaşlarıma, beni destekleyen herkese ve çabalamaktan vazgeçmeyip her seferinde kazanmayı başaran kendime teşekkür ederim. Hayatımın renklerini müziğe borçluyum. Mustafa Kemal Atatürk'ün de dediği gibi “Hayatta musiki lazım değildir, çünkü hayat musikidir.\" Hayatın müzik, müziğin de hayat olduğunu fark edenlerden olmanız dileğimle... Ünzile ÖZGÜVEN
BAŞAK SU AL İnsanların hikâyeleri, yaşadıkları, ait hissettikleri durumları vardır. İşte benim hikâyem: Ben ailemin mesleği ve birtakım nedenler gereği tek bir yaşam yeri olmayan bir çocuk olarak büyüdüm. Kültür denen kavramı ülkemiz için konuşmak gerekirse kapsamlı bir şekilde tattım. İşte benim yazmak için hammaddem buydu. Farklı konulardan, yaşantılardan, düşüncelerden geleneklerden görüp yaşadığım şeylerin kafamda bir “ben” inşa etmesiyle başladı her şey. Bazen neyi yapmamam gerektiğinden emin olduğum için doğru yola gittim bazen kafamda ne varsa onu yaptım hata da yaptım ama bunu kendim olarak yaptım. Eleştirildim, yalnız kaldım, çok sevildim, desteklendim; nefret ettim, hayranlık duydum. Başta sadece kendimle olan bağımı kuvvetlendirmek için yazdım. Sonra yazılar birikti. Okunması için yazmadım ben hiç, teneffüslerde hatta bazen gece uykudan uyanıp yazdım. Sadece yazdım. Yazdıkça daha çok eleştirdim, kopyala yapıştır düşünenlere karşı çıktıkça daha çok yazdım. Ben başta kitap bastırma amacıyla yazmadığım için içimden ne gelirse yazdım. Eleştirilme korkusu olmadan, hor görülmeyi düşünmeden… Ve bir gün kendi ailem yazdığımı duyunca en ağır eleştiriyi almıştım: “Sen yeterli değilsin ki.” İşte o gün benim gibi kendini saklamaktan yorulan kendini arayan insanlar vardır diye yazdıklarımı “kitap yazıyorum” psikolojisiyle yazmaya başladım. Anılarımdan ya da başkalarının anılarından çıkardığım mesajları sembolik bir dille anlattım. Her yazdığım yazıyı öğrenci olmam dolayısıyla kitaba yazmadım çünkü bilirsiniz her ne kadar istediğim gibi bir insan olsam da hitap edilecek insanlar, coğrafya, hayatındaki insanlar için de bir sınır vardır. Ve kitap çıktı. Başak artık yazar olmuştu ve insanlar değişmişti. Altmış sayfa çevremdeki insanların bana olan tutumunu bu kadar değiştirdiyse demek ki onlar da kendinden emin değil, ancak kopyala yapıştır değerlendirmeye güçleri yetti. Beni reddeden yayınevleri kendi sitelerinde kitabımı satıyor, iletişimim olmayan akrabalarımın en favori yakını olmuşum (!) Bu tip insanlara verilecek tek tavsiye şudur ki: Kendinle Buluşmak İçin Acele Et. Teşekkürler altmış sayfalık güzel ilkim: Acelem Var Kendimle Buluşacağım.
BAŞAK SU AL SİNEK PROBLEMİ(!) Bazen elimizde olmadan başımıza kötü şeyler gelir ve şu cümleler standarttır: “Neden her şey benim başıma geliyor, lanet olsun!” Bu tıpkı, havada boş boş uçan bir sineğin gelip üstüne konmasını kontrol edemeyeceğin bir durumdur; fakat düşünülmelidir ki bu minik sineği kovacak gücün ve aklın var. Bu yüzden problemler de sen izin vermedikçe hayatında konaklayamaz. Gardını al başa çıkabilirsin. Piknikteyiz, kimse hava durumuna bakmamış, beklenmedik bir yağmur… Millet oysaki hazırdı semaver çayını güneşe karşı içmeye. Az önce günlük güneşlik havada çay keyfi yapmak üzere içinde kelebekler uçan insanlar sövmeye başlamıştı bile. Ben ise doldurdum çayı, 2 de şeker attım ve kapüşonu da taktım çıktım yağmura. Tadı başkaydı!.. Sövmek yorucu kardeşim ben çayımı içerim. Dolmuş Yaşamak ve nefes almak arasındaki farkı anladığında hayattasındır. İşten çıkmış iki insan düşün, ikisi de yoğun şartlar altında çalışıyor. Dolmuştalar ve dolmuş adının hakkını verir biçimde. Herkes ayakta. Ama onları ayıran bir fark vardı: Biri bıkmış halde artık eve gitmek istiyor, yakınıyor ve söyleniyor; diğeri ise dün dinlemiş olduğu şarkının nakaratını mırıldanıyor yanındakiyle sohbet ediyor. İşte fark bu! Eve gittiğinde sohbet ettiğin insanla geçirdiğin vakti düşünecek baktığın penceredeki manzarayı hatırlatacak anının olmasına izin ver. Alt tarafı bir dolmuş, içini dolmuşa karşı çok doldurma. BAŞAK SU AL
18
Sıla Kozal Wattpad:@silakozal Merhaba. Ben Sıla. Okulumuzun 12. sınıf öğrencilerindenim. Son zamanlarda çok ders çalışmama rağmen kendime ayırdığım boş zamanlarımda yaptığım harika bir aktivitem var. Hikâye yazıyorum. Böyle söylendiğinde biraz sıkıcı ve uzun uğraşlı gelebilir. Ama şöyle bir düşünelim. Kalem sizin elinizde. Senaryo sizin. Yazmak istediğiniz her şeyi yazabiliyorsunuz ve belli bir okuyucu kitleniz oluşuyor. Hayallerinizi, hayal gücünüzü merak edip okuyan birçok insan var. Bunun tadına varmanızı çok isterim. Ben de ilk başlarda okuyan kısımdaydım. Wattpad platformunu keşfedip okumaya başladım. Wattpad bana çok şey kattı diyebilirim. Mesela okumayı daha çok sevdim, hayal gücümü daha aktif kullanıp yeni yeni hikâyeler yazdım. Yazan diğer insanların hayal dünyalarıyla tanıştım. Okudukça tecrübe kazandım, birikim yaptım hatta yeni arkadaşlar edindim. En önemlisi kendi hayal dünyamla tanıştım. İkilemde kaldığım zamanlar çok oldu. Ama kendinize güvenin. Yazmakta en büyük destekçinizin hayal gücünüz olduğunu söyleyebilirim. Sizi gerçek dünyadan bir süre de olsa koparıp kendi düşlerinizdeki yere götürebilir. Benim hikâyelerim de kendi hayallerim. Okuduğunuz her kitapta farklı olayların ve sırların içinde sürekli bir kaosta bulacaksınız kendinizi. Karakterlerle birlikte o temponun içinde hissedeceksiniz. Ve onların sevincine, üzüntüsüne siz de eşlik edeceksiniz. Yani anlatmak istediğim şu ki hikâye yazmak sanıldığının aksine çok keyifli. Tabii ki okumak da öyle. Hayalleriniz elinizdeki kalemin ucunda ve yazar da sizsiniz. Eğer bir hesabınız varsa hemen gelin, hayal dünyamda birlikte gezinelim. Ben yazmaya devam ediyorum ve sizi de aramıza bekliyorum. BAĞIMSIZ (TASLAK) Hikâye Türü: Aksiyon Koştum… Koştum… Karanlık ormanın içinde hiç durmadan koştum. Eğer pes edersem başıma gelecekleri biliyorum. Çok kısa bir an arkama döndüm. Göremedim ama hissediyorum peşimde. Elimdeki silaha baktım. Mermim kalmadı. Karşılık veremem. Peşimdekilere beni öldürmeleri için bir fırsat verdim. Bunu kesinlikle kullanacaklardır. Onlara yakalanırsam özgürlüğümü benden alırlar ve ben buna izin veremem. Çünkü ben BAĞIMSIZIM.
Sıla Kozal Wattpad:@silakozal KESİŞME (TASLAK) Hikâye Türü: Aksiyon Gözlerimi açıp etrafa baktım. Başımdaki ağrı inanılmazken elime gelen kandan sebebini anladım. Sırt üstü uzanıp neredeyse göğe kadar uzanan ağaçlara baktım. Buraya nasıl geldiğim hakkında hiçbir fikrim yok. Ayağa kalkıp ilerledim. Ana yola çıkınca etrafa göz gezdirdim. Yoldan geçtiğim sırada, yolun ortasında bir araba durdu önümde, peşindeki onlarca arabayla birlikte. Etrafım dönmeye başlarken konuşamadım. Yabancı adam gelip tutarken onunla birlikte yere yığıldım. Gözlerim gökyüzüne takılırken yeni bir şey fark ettim. Sadece nerede olduğumu değil hayatımla ilgili hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Üstelik bu adamlar iyi taraf mı kötü taraf mı onu da bilmiyorum. Birilerinin elindeyim. Hem de bilincim kapalı halde… ARAF (YAYIMLANDI)(DEVAM EDİYOR) 16 Bin Okunma 2,11 Bin Oy, 7 Bin Yorum Hikâye türü: Aksiyon, Hayran Kurgu Geçmişte trajik bir olayla ailesini kaybetmiş bugüne kadar kimseden yardım almadan yaşamış genç bir kadın... Ve olayı hala atlatamamış ailesinden geriye kalan tek kişi abisi. Ağabeyi için yıkılmadan ayakta durmuş ve çok başarılı olan genç kadın geçmişinde yaşadığı tesadüfî olayı unutmaya çalışır. Bu sırada abisinin yaptığı büyük hata ikisi için de zor bir dönem başlatacak. İntikam almak için gelen adam ile ortalık tamamen karışırken her olayda başka bir sır patlak verecek ve onları çıkmaza sürükleyecek. Ölümler, sırlar, tesadüfler ve aşk kaçınılmaz olacak. GEÇMİŞ (YAYIMLANDI) 55 Bin Okunma 10 Bin Oy, 21 Bin Yorum 239 Bölüm Hikâye türü: Aksiyon, Hayran Kurgu Geçmiş hep olduğu gibi kalır mı? Arkamızda sessiz sedasız geçer gider mi ya da tamamıyla hayatımızın içine girip yakamıza yapışır mı yaptığımız büyük veya küçük hatalar? Unutulmak için gece gündüz çabalanır veya unutulmuş gibi yapılır. Bu hikâyede geçmişini bilmeyen bir kadın var. O büyüdükçe sırlar da büyümüş. Tesadüf eseri âşık olan kadının hayatı istemediği bir şekilde büyük oranda değişecek. En önemlisi hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi peşinde geçmişten gelen, onu bulduğu ilk fırsatta öldürmek isteyen biri var. Genç kadın hem geçmişinin hem de geleceğinin arasına sıkışıp kurtulmak için mücadele vermek zorunda kalacak. Beklenmedik sırlar bomba etkisi yaratarak ortaya çıkacak.
SEVDA SAHİPSİZ NUR ORUÇ En çok bu havalara sahipsiz güller Ben Sevda Nur Oruç, Kumluca sevindi; Sosyal Bilimler Lisesi 11. sınıf Rüzgârın esintisiyle başı okşandı, öğrencisiyim. On beş Suya aç kökleri ıslandı, yaşındayken “Dilhun” adında Güller zannediyor ki, kâinat ona bir şiir kitabım basıldı. Şiiri tutkun. Nazım Hikmet’ten dolayı Kâinat kalktı gülleri paramparça etti, sevdim her zaman. Kaleminin Sevdiğine kor güller, hiç uğruna gitti. gücü daima örneğim oldu. Yayınevimin sponsorluğu Kaldırım papatyaları çok kızgın dâhilinde 2020, Mart ayında evrene; basılan kitabım hayatıma yeni Sulak arazide bırakıldığı için, bir serüven kattı. Şiir, benim Rüzgâra baş eğdiklerinden taçları için kendime sığınma tutkusu düştü beyaz duvaklıların. oldu. Yıkılmaz duvarlarımın Oysa haberi yoktu papatyaların; penceresi, sarmaşıklarımın Bulut ağladı, papatyalar kurumasın çiçeği... Karanlık havalarımın diye, ışığı oldu. Şiirle kalmak hayati Rüzgâr okşadı başını, sevgisiz bir temennim. Bir gün diyarlara göçmesin diye. geldiğinde, “Avukat ve Şair Sevda Nur Oruç” diye anılmak Hep böyle değil mi zaten, en büyük hayalim! Sevdiğine kör kalp, En çok sevmediği batar damarlara. Aptal âşıkları hep bu havalar kahretti. Sevda Nur ORUÇ
SEVDA CANAN NUR ORUÇ Uçarak kaçmam gereken diyardandır sarmaşığım, Kanadımın kırıklığından yaya kalmışım. Aralanmamış kilitli kapıların ardındayım. Koş bir yolunu bul yetiş bana; Gardiyan başta yordam ol gel bana… Görünmeyen kocaman duvarların pencere kenarında; gün geçiyor, ay yetiyor, haftalar saatin ucunda. Bense yelkovanın aşkı gösterip, akrebin göğsüne yaklaştığı her andayım. Saniyelerin sözünü dinliyor yaşantılarım, Dikenlerim batarken dudağının kenarına, Sana iyi gelen merhemin elindeyim… Avucumda sensizliğim, Sevdiğin her bahar benim. Severek ziyan da etsen benliğimi, Aşkının peşinde , yok oluşunun var oluşunda, serdeyim. Bulutlu havada, rüzgarın ardında yaprağım; Kalabalıkta tenhalaşırım. Kaldırımlarda açan çiçek suyundayım. Senin izlerin altında, adım attığın her toprakta filizlenen aşkımın sardunyasıyım. Gölgenin arşa erdiği gökteyim. Bakışlarının her kavuştuğu vakit göğe; yağmurluyum, kasvetliyim, hasretliyim. Ben ki gözlerinin değdiği ana denk düşeceksem; Düşümün seni sezdiği her yerde, kederdeyim. Sevda Nur ORUÇ
VAR Kalbimin ritmi, ritimsizliğin doruğunda Şu hayalin hep başucumda Kabarmayan kekler ve yarım kalan Varlığın varlığımda rüyalar Ah şu “var” Hüzün damarlarımda volta atar Neden varlığını sorgular Tanrının gözünden düşer virane ruhlar Kalbimde bir “var”, varlığını sorgular Tüm bu şairler yalandan mı ağlar Acının tonlarında aşkı koklar Yoksa bu “varlar”, yalandan mı var Bu kumarbaz ruhlar İşte bu bakış beni yaralar Soluk almakta kalsa “varlar” Tüm bu yalanlar, varlığını sorgular Yetmez Kalbimin ardından süzülen kuşlar Kalbin düşlerinde varlığını sorgular Varlığını doğrular Sokağın köpekleri bile anlar Şiirlerim çığlıklar atar Demem o ki Varlığın mısralarıma dolar Endişelenme yâr Ah şu “varlar” Varlığın yokluğunda bile var Neden varlığını sorgular Şimdi bir varoluş savaşında Atsız bir asi Varlığıyla var olduğum birisi var Düzene karşı yalınayak Gidişlerinde şiirler hep bir ağızdan ağlar Cepheden cepheye Ama artık yetmiyor rüyalar Şimdi en haklı şair benim Sözlerin ve gözlerin En güzel şiir sensin Çelişkinin güzelliğindesin Bir varoluş savaşında Fazla kalma orada, kalbimden Atsız bir asinin kalbindesin düşüverirsin Yine yeniden Arif Cemil ÖZCAN Elim uzanır elbet Ama bir tutuş için, iki yürek gerek
FINDIK YEŞİLİ Kim dedi sana, küçük kız yüzündeki fındık tozunu elindeki fındık yeşilini hırçın dalgaların dövdüğü dağları bırak da yaban ellere düş Sana kim dedi, küçük adam çizmeler kara üzümleri ezip kızıla döndürmeden çocukluğunun bağlarından Phıladelphıa bağlarından bir çiltim üzüm koparmadan, ayrıl Sorular zamanında sorulmalıydı artık çok geç tam mevsiminde olsak da havalar alabık! Çoğaltmadan dolunay arka sokakların karanlığını çıkalım artık küçükler yukarı, salı pazarına yavaş, yavaş kaldırım taşlarını sayıp ad koyarak her birine gölgelerimiz yarışırken lâ lâ lâ Nuri Çakır BİRCAN
MARY SHELLEY’NİN FRANKENSTEIN VEYA MODERN PROMETHEUS’UNDA BAĞLAM İDİL SİNEMİS AYDIN Aydınlanma ve Kayıp Çocuk Mary Shelley'nin 1818 tarihi bilim kurgu romanı -ki bilim kurgu roman türünün ilk modern örneğidir. Frankenstein veya Modern Prometheus; yazarın kişisel hayatıyla ilginç bağlantılar bulunması yanı sıra hızla gelişen bilimi, tam gaz devam eden Endüstri Devrimi ve Romantik Dönem’le mistisizmden ilk defa tam anlamıyla bir kopuş sürecine geçen Avrupa'yı temele alması, üstelik bunu Romantik ekolün dilini kullanarak bilim kurgu temelinde yapmasıyla tam bir zeitgeist ürünüdür. Victor Frankenstein, saygın Cenevreli bir aileye mensup bir gençtir. Küçük yaşta simyacılara ilgi duymaya başlamıştır ve bilim konusunda güncel bilgilere uygun bir yolla yönlendirilmediği için bu ilgisi ileriki yaşlarında bile güçlü bir tutku olarak varlığını sürdürür. Sonsuz yaşama erişmek isteyen simyacıların etkisiyle tıp bilgisini kullanarak bir üst insan yaratmaya çalışır, lakin ne yapıp edip bir araya getirdiği ve canlandırdığı canavarın ne kadar korkunç gözüktüğünü fark edince korkudan dona kalır ve onu tamamen reddeder. Terk edilmiş bir çocuk misali kedere ve yalnızlığa boğulan Canavar, uzaklara gidip kendi kendine okuma yazma öğrenir, önemli eserleri okuyup çalışır, bir ailenin evinde onlardan gizlice yaşar. Lakin onun varlığını fark eden aile tarafından, kendini o kadar geliştirdiği halde, gene dehşetle karşılanınca hayata küser ve Victor Frankenstein’i öldürmek için yola koyulur. BÖLÜM I: Viktoryen İngiltere’si ve Bilim. Mantık Çağı (Age of Reason) olarak anılan dönem 17. yüzyılın ileri yıllarında başlayıp son demlerini 1815 yılında verse de bu büyük değişimin asıl ağırlığının, en azından Frankenstein’de ele alacağımız şekilde, bundan sonraki dönemde hissedildiğini söyleyebiliriz. 1500’lerde yelkenlerini açan Aydınlanma; 17. yüzyıla gelindiğinde toplumda bilime yoğun ilgi ve keşfe, tartışmaya ve uçsuz bucaksız bir hayal gücüne duyulan coşku ile en verimli dönemlerinden birine girdi. Bu dönemin en ayrıştırıcı özelliklerinden birinin dönemin her türlü dezavantajına rağmen, bilimin temellerini keşfetmenin getirdiği heyecanın ön planda olması ve teknolojik gelişmenin henüz insanları korkutabilecek kadar ilerlememiş olmasıydı. Yani zeitgeist bilimsel yöntem ve şüphecilikten ziyade keşfin ve insan ufkunun açılmasını içermekteydi.
18. yüzyıl yani bizim asıl olarak Aydınlanma Çağı (Enlightenment) olarak bildiğimiz dönem ise kitap bağlamında işlerin ilginçleştiği dönem. Çünkü bilimsel yöntemin temelleri atılıyor ve böylece batıl inançlarla mistisizmin yerini şüphecilik, katı mantık ve deneysel bilim alıyor. Elbette gelişme açısından son derece önemli olan bu adımların bize faydası sonsuz, lakin dönem insanları için bunun en temel inançlarının yıkıma uğrama tehlikesine girmesi ve gün be gün değişen dünyada boşluğa düşme anlamına rahatlıkla gelebileceğini göz önünde bulundurmak zorundayız. Modernleşme, her zaman insanın konfor alanlarının sarsılması anlamına gelir. Sonuç olarak büyük ilerleme dönemlerine denk gelen nesillerin bir kaybolmuşluk hissiyle tanımlı olması kaçınılmazdır. İşte bu noktada kilit nokta olan Endüstri Devrimi’ne geliyoruz. Yukarıda belirttiğimiz tüm bu noktalara ek olarak resme buhar gücü, demiryolları, büyük ölçekli fabrikalar, şehirleşme, doğayla bağın kritik ölçüde azalması da girmiş oluyor. Bunun sonucunda edebiyatta Endüstri Devrimi’ne karşı olarak içinde Mary Shelley ve çevresinin de yer aldığı Romantik Ekol doğuyor. Yapı taşları Aydınlanma karşıtı olan Romantik Ekol sanayileşme öncesi doğanın güzelliğini, mantık olmaksızın sadece duygularla hareket eden aklı ve çocuksuluğu kendine ideal olarak alır. Aydınlanmanın doğuşunu sağlayan Antik Yunan ve Roma geleneğini bir kenara bırakarak Hristiyanlık örnek alınır. Burada dini ve geleneksel olarak Antik Batı kültürü ile Hristiyanlığın farklarına kısaca da olsa değinmek gerekir ki Romantizm ‘de Hristiyanlığın tuttuğu yeri anlayabilelim. Yunan mitleri ve onlardan hareketle gelişen sanatsal ürünlerin her zaman üst sınıf ve alt sınıf ayrımına önem verdiğini, önemli olayların soyluların başından geçtiğini, mantığın kaybolması durumunda trajedinin doğumuna sebebiyet verdiğini, zaferin önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Diğer yandan -tüm İbrahimî dinler gibi- Hristiyanlık ezilenlerin dinidir. Şan, şöhret ve zaferden ziyade bağışlayıcılık ve alçakgönüllülük; ihtişamdansa fakirlik ve sadelik tercih edilmiş; kişinin eğitimli olmasındansa saf kalpli olmasına önem verilmiştir. Buradan ilerlemecilik yerine duygusallığı ve sade doğa hayatını kutsallaştıran Romantizmin, neden Hristiyanlığa bu denli önem verdiğini anlayabiliriz. Bunun yanı sıra tüm Romantik sanatçıların bu kadar katı görüşlü olmadığını, özellikle Mary Shelley’nin kocası Percy Shelley’nin önemli bir aydınlanmacı ve ateist olduğunu, dönem sanatçılarının bilim karşıtı görüşlerini katıca eleştirmesiyle ünlü olduğunu ve çevrelerindeki Lord Byron gibi bazı önemli Romantik sanatçıların da benzer görüşlere sahip olduğunu unutmamalıyız. Lakin bu büyük aydınlanma karşıtlığını yazar desteklesin desteklemesin, akımın yaygın bir parçası olduğu ve dönem fikirlerine ışık tuttuğu için bilmemiz gerekmektedir. 1700’lü yılların sonuna gelindiğinde insana can veren ruhun olup olmadığı ve varsa nasıl işlediği gibi geleneksel olarak filozofların ve ilahiyatçıların alanına giren sorular pek çok bilim adamı, araştırmacı ve erken dönem psikologlarının ilgi alanı haline gelmişti. Bu sorular temel olarak “Organik maddeyi inorganik (ölü) maddeden ayıran şey nedir? Bütün doğada canlandırıcı bir güç var mıdır; eğer varsa elektrikle özdeş veya benzeş midir? Ruh, bilimsel bağlamda nasıl açıklanır ya da tanımlanır; yoksa düpedüz yok mu sayılmalıdır?” Bu konuda başı çeken isimlerden birisi İtalyan bilim adamı Luigi Galvani’dir. Galvani biyoelektromanyetik, yani elektromanyetizma ile canlıların ilişkisini inceleyen dalın öncüsü kabul edilir. Ölü kurbağaların bacaklarını inceleyerek sinir yoluyla elektrikli bir sıvının canlıların vücudunda yayıldığına kanaat getirdi. Bu fikir kısa bir süre sonra Volta tarafından Galvani’nin elektriksel yaşam sıvısı dediği şeyin hayvanların kendisinden değil, deneylerde hayvanların tutturulmuş olduğu metal levhaların kimyasal etkisinden dolayı olduğu ortaya çıkarılmıştı. Gene de bu, 1800’lerin ilk yıllarında Galvani’nin takipçisi Aldini’yi ölü bir katilin cesedine yüksek miktarda elektrik vererek hayata geri döndürmeye çalışmaktan alıkoymadı. Tahmin edilebileceği üzere bu olay pek çok tartışma doğurdu ve bu deneyi anlatan yazılarda cesette olan hareketlenmelerin tarifinin Frankenstein’in, Canavar’ı ilk canlandırırken olanlarla neredeyse birebir aynı olması dikkat çekicidir. Elbette, Shelley’in tüm bu olaylardan haberdar olmama ihtimali yoktur. Kitapta Frankenstein “Özellikle ilgimi çeken şeylerden birisi de insan formu ve de elbette içinde can bulunan bütün hayvanlardı. Nereden, diye sıklıkla kendime sorardım, hayatın ilkesi nereden ve nasıl geliyor? Cesurca bir soruydu, her zaman gizem olarak kalmış bir soru.”der.
Aynı şekilde Viktoryen döneminin hızla gelişen teknolojinin liderliği yapmasına rağmen tutucu tarafını da son derece katı bir şekilde koruduğunu düşünürsek, Frankenstein romanının İngiliz bir yazardan çıkmış olması son derece doğaldır. BÖLÜM II: Mary Shelley Dönemin önemli feminist aktivistlerinden olan annesi Mary Wollstonecraft, onu doğurduktan birkaç hafta sonra ölür. Ünlü bir yazar olan babası William Goldwin yeniden evlenir lakin ne Mary Shelley'nin üvey annesiyle iyi bir ilişkisi olur, ne de yeni karısı Goldwin'in dostlarından herhangi birisi tarafından sevilir. Çoğu onun önceki evliliğinden olan çocuklarıyla Mary arasında ayrım yaptığını, üstelik çok çabuk öfkelenen bir kişiliği olduğunu düşünür. 1814'te ilişkiye başladığı Percy Shelley, bir politikacı olan babasının destekçilerinden biriydi. Henüz bebekken kaybettikleri çocuklarının yarattığı travma, bu romanda pek çok kez kendini gösterir. Üstelik tüm bu süreç boyunca babasından hiçbir şekilde destek alamayan ve tamamen görmezden gelinen Mary, onun bu davranışları karşısında şaşıp kalmıştır çünkü Percy'yi ailesinin liberal ve reformist fikirlerinin en büyük destekçilerinden biri olduğu için onu neredeyse bu fikirlerin ete kemiğe bürünmüş hali olarak görür. Percy Shelley'nin karısının intiharı üzerine ise nihayet evlenirler, ama kendi bebekleri hastalıktan ölüp dururken Percy'nin karısı ile gayet sağlıklı çocuklarının olmasının da onu kötü etkilediği barizdir. Sosyal olarak hoş karşılanmayan bu durumun bir benzerini de Frankenstein'da görürüz. Saygın bir aileden gelen Victor apayrı sebeplerle de olsa kendini onlardan uzaklaştırmak zorunda olduğu ve kendi hatası yüzünden onların öldüğünü hisseder. Ayrıca Mary Shelley bir rüyasında bebeğinin dönemde yapılan deneylerle yeniden hayata geldiğini gördüğünü söyler. BÖLÜM III: Yaratan ile Yaratılan, Aydınlanmanın İdealleri ve Eğitim Peki, bunlar bizi nereye getiriyor? Sembolik olarak doğa, duygularla uyum içinde olma, mistisizm ve kadın figürü iç içedir. Diğer yandan aydınlanma, katı mantık ve klasisizmin temsil ettiği idealler ataerki ve böylece de baba figürü ile özdeşleşmiş durumdadır. Bu yöntemlerle bakıldığında kitabın hem yazarın kendi kişisel hayatındaki hislerini açısından hem de bilimin sınırları ve Romantik Ekol açısından ne kadar verimli bir eser olduğunu bir kez daha görürüz. İlk bölümde Victor Frankenstein konuşmasına “Ben doğuştan Cenevreliyim, ailem ise o cumhuriyetin en önemli ailelerindendir.” şeklinde başlar. “Atalarım yıllar yılı elçi-müsteşarlık ve müşavirlik yapmıştı; babam da belli sayıda devlet işini onur ve itibarla yerine getirmişti. Onu tanıyan herkes dürüstlüğüne ve devlet işlerine kesintisiz ilgi göstermesiyle saygı duyardı. Gençlik yıllarını ülke meseleleriyle uğraşarak geçirmişti. Hayatının inişe geçtiği dönemine kadar evlenip ülkeye onun erdemlerini gelecek kuşaklara aktarabilecek çocuklar doğurmayı aklından bile geçirmemişti.” diye devam eder. Daha anlatımının ilk paragrafından Klasik Ekol’e göre ideal bir aile tablosu görüyoruz. En başından Cenevre, İsviçre de elbette dâhil olmak üzere, İskandinav ülkeleri hızlı bilimsel gelişmeleriyle biliniyordu. Başta tıp olmakla daha Güneydeki Avrupa ülkeleriyle etkileşimleri sayesinde başlayan gelişmeleri artık ihraç edecek seviyeye gelmişlerdir. Daha Victor Frankenstein konuşmasının başında “cumhuriyet” kelimesiyle bile gelişmiş uygarlığa dikkat çeker. Köklü ve prestijli bir aileden gelmiş olduğunu öğreniriz. Ardından babasından -elbette annesi değil de babası- bahsetmeye başlar. En öne çıkan karakterleri ülkesine faydalı olmaya tutkusu, çalışkanlığı ve ne kadar saygın biri olduğudur. Öyle verimli, öyle aydın bir insandır ki doğal olarak işinden uzaklaşması gerekinceye dek en ufak gönül işine yanaşmamıştır bile. Kişisel hayatına dair öğrenebildiğimiz de kitap boyunca bununla sınırlıdır çünkü örnek figür olması haricinde kitapta duygusal derinliği hakkında neredeyse hiçbir şey göremeyiz. Burada Mary Shelley’nin sunduğu tablo tamamen Klasik başkarakterlerin kriterlerine uygundur. Ayrıca yaşadığı trajedinin ardından Cilt II Bölüm I’de Victor’un da babası gibi “işe yarar” bir insan olma arzusu duymaya başladığı dile getirilir lakin artık çok geçtir. Frankenstein’de Tanrı-insan (veya kitap bağlamında daha doğru bir şekilde yaratıcı-yaratılan) çatışması karşımıza üç formda çıkar: Victor Frankenstein’in bizim bildiğimiz Tanrı’yla mücadelesi, Tanrı’nın klasik anlamda sunduğu ideallerin temsili olarak görünen babası ile Victor Frankenstein’in mücadelesi ve Canavar’ın karşısında tanrı rolünü alan Victor Frankenstein ile Canavar’ın mücadelesi. Bunun yanında Doğa-Aydınlanma/Tanrı ve anaerkil/ataerkil tartışması Doğa’nın/kadının yaratıcı gücüne özenen ve kendi artifikal yaratımlarıyla onun statüsünü elinden almış veya alma çabasında olan Tanrı/Aydınlanma zıtlığı gösterilir.
Ayrıca kederlendiği zaman çevresindeki güzel doğayı izleyerek Canavar’la yaşadıkları ne kadar kötüleşirse kötüleşsin Victor’un biraz da olsa teselli olduğunu görürüz. Romantizmin karakterlerinde olduğu şekilde kitapta doğa betimlemeleri büyük ölçüde yer kaplar. Romantizmin etkisiyle stres altındayken doğanın güzelliklerine sığınarak teselli bulan Victor sadece ani değişimden korkan Viktoryen Dönemi insanını değil, aynı zamanda babadan uzaklaşıp anneye dönmek isteyen bir çocuğu da temsil eder. Mary Shelley’nin kendi babası ile olan zedelenmiş ilişkisine otobiyografik olarak pek çok eserinde yer verir. Frankenstein’de bunu yalnızca Victor ile Canavar’ı değil, aynı zamanda Victor ile babasını kullanarak da yapar. Batıl olanlara ilgisini açtığında onu geçiştiren ve bir bakıma reddeden kişinin hikâyede babası olması da tesadüf değildir. Diğer yandan doğanın yaratıcı gücüne özenerek yarım bir aydınlanmanın ışığıyla Canavar’ı yaratan Victor aynı zamanda tanrı/baba figürüne de bürünür. Hayat ve ölüm bana ilk benim yıkıp geçmem gereken ve böylece karanlık dünyamıza oluk oluk ışık dökeceğim ideal bağlar olarak gözüktü. Yeni bir tür bana yaratıcısı ve kaynağı olarak şükran duyacaktı; pek çok mutlu ve mükemmel canlı, varlıklarını bana borçlu olacaktı. Hiçbir baba, çocuğunun müteşekkirliğini, benim o canlılardan eksiksizce hak etmem gerektiği kadar hak ettiğini iddia edemezdi. “ Bunun yanı sıra doğa ile çatışma neredeyse cinsel ilişkiyi çağrıştıracak şekilde betimlenir. Bu da bizi Ödipus’a ve Ödipus’un temsil ettiği şey olan kibirle hareket ederken en büyük günahı geri dönüşü olmayan şekilde işlemiş olmaya da dokundurma yapar. Buradan insanın kibirle hareketi sonucu doğayı ve insan doğasını bertaraf etmesiyle kendi kendine korkunç bir kaderi üstüne aldığı ve sonucunda kendisinin de yaptıkları karşısında dehşete düşeceği mesajını verdiği okumasına ulaşırız. Yani kitapta doğa / anaerkil / mistisizm / diyonizyakla yakınlığıyla babasıyla çelişen Victor, kendi doğasına karşı çıkarak Canavar’la olan ilişkisinde “baba”ya dönüşür; lakin Canavar’ın hayatını mahvetmeye başlamasıyla yeniden kitabın başındaki şekliyle doğaya geri döner. Bu geri dönüş başlamadan hemen önce Victor’un uzun süre atlatamadığı bir hastalığa yakalanıp yataklara düşmesi de tesadüf değildir. Yaptığı hatayı fark edince ağır olarak hastalanan Victor’un hastalığı hem yanlışlarını kabul etmesi karşısında psikolojik olarak güçsüzleşmesini görürüz, hem de hastalık bir değişimi sembolize eder. Victor için bu özüne dönmek, yani Tanrı rolü yapmamaktır. “İlkelerimden değilse, bizzat benim kendi halimden öğren, bilgi ediniminin ne kadar tehlikeli olduğunu ve kendi memleketinin dünya olduğuna inanan adamın, kendi doğasının izin verdiği ölçünün üstünde yücelmeye çalışan adamdan nasıl da daha mutlu olduğunu.” Kitabın alt başlığı “Modern Prometheus” ise Yunan Mitolojisine bir göndermedir. Prometheus, baş tanrı Zeus’un pek haz etmediği ölümlülerin gelişebilmesi için Olmpos tanrılarından biraz ateş çalar ve bunu insanlara verir. Yaptığı fark edilince ceza olarak Zeus tarafından Kafkas Dağları’nda zincire vurulur ve her gün karaciğerini yemesi için bir kartal gönderilir. Ölümsüz olduğu için Prometheus’un her gün karaciğeri iyileşip yeniden çıkar, böylece ebediyen cezalandırılmış olur. Prometheus’un isminin “önceden düşünen” anlamına geldiğini göz önüne aldığımızda bağlantı yazarın görüşünce aydınlanmanın ve rasyonel düşüncenin dönüp dolaşıp bizi nasıl bir kötü sona yönlendirebileceği söylenir. Romantik Ekol’ün aksine daha klasik bir seçim olan Yunan mitolojisinin başlıkta yer alması da eserin ilk paragrafında da görülen “klasik” başlangıcın “romantiğe “ dönüşmesi olayına katkı sağlar.
Eserin denetimsiz gelişen teknolojiyi eleştirdiği yaygın kanı olsa da dikkatli bakıldığında aslında temele aldığı korkunun yanlış eğitim yöntemlerinin genç zihinlere etkileri olduğu aşikârdır. Kitapta Peracalsus ve Albertus Magnus konusundaki çalışmalarını babasına gösteren Victor, babasının böyle asılsız şeylerle zaman kaybetmemesini söylemesi üzerine incinir ama bu tutkusundan vazgeçmez. Ardından babası eğer öylece geçiştirmek yerine o zaman bu bilgilerin artık neden çağ dışı olduğunu düzgünce açıklasaydı bu hevesinin sönmüş olacağını söyler. Burada eğitimde doğru yaklaşıma vurgunun aslında kitabın nasıl kilit noktalarından biri olduğunu açıkça görebiliyoruz. Dahası, bu hevesi zamanla tutkuya dönüşen Viktor artık üniversiteye başladığında ona uygun açıklamaları yapan hocasına rağmen artık doğru yönteme ilgisini tamamen kaybetmiş olur. Bununla birlikte en ilginç noktalardan birisine daha parmak basar: “Apayrı bir şeydi, ilim erbaplarının ölümsüzlük ve güç peşinde olduğu dönemler; böyle fikirler, her ne kadar meyve vermesi imkânsız olsalar da, büyük fikirlerdi: ama şimdi sahne tamamen değişmişti.” Burada rasyonalitenin yayılmasıyla gerçeklikten uzak büyük fikirlere duyulan özlemi rahatlıkla görüyoruz. Hızla değişen döneme yetişmeye çalışırken boşluğa düşen insanların hâlâ doğaüstü inançlarına tutunma isteği yazıda son derece belirgindir, çünkü bilimin gelişimi kutsal ve gizemli olanı silmiş, büyük fikirler ve idealler geride kalmıştır. Görünürde Romantik Ekol’den uzak görünen bir konuyu Romantizmle işleyen, bilim kurgunun ve gotik edebiyatın en önemli eserlerinden biri olan Frankenstein veya Modern Prometheus, Mary Shelley’nin kişisel hayatının da dönemin de etkileriyle kısalığına rağmen son derece ilginç konulara gayet detaylı bir biçimde değinen bir şaheserdir. İdil Sinemis AYDIN
MAYHOŞ OLASIM VAR 18 Bir şal alıp sırtıma gitmek istiyorum. Bir eylül sabahı, kıyıyı döven hırçın dalgaların serzenişini seyredesim var. Geceden yağan yağmurdan nasibini almış nemli bir banka oturup, hüzünlüce bulutları göresim var. Yüzümü okşarcasına esen ılık rüzgârların saçlarımı savuruşunu hissedesim var. Sonra yağmur damlaları çiselesin üzerime. Ellerim üşüsün. Kafamı göğe kaldırıp kızgın gökyüzünün haykırışlarına kulak vereyim istiyorum. Öyle dertli, öyle öfkelice haykırışlar... O kızgın gökyüzüne inat, tan yerinden süzülen martıların selamını alasım var. Öylece durup gözlerimi kapatıp dalıp gidesim var. Güneşin mahmur yüzümü aydınlattığını hissettiğim vakit, gözlerimi inatla güneşe dikesim var. Ve birdenbire güneşin önünde beliriveren rengârenk gökkuşağının, \"Koş bana!\" seslenişine uyasım var. Ah! Nasıl imkânsızdır ona ulaşmak?.. Ben o hüzünlü bulutlara karşın, mat renklere bürünmüş gökkuşağına dalarken sesini duyuran emekçi bir amcanın henüz ılıklaşmış çayından, susamları yalpalanmış simitlerinden bir tane alıp içimi ısıtmak istiyorum. Yüreğimden gelen bir gülümsemeyle kendimi şımartasım var. Vakit ilerledikçe kalabalıklaşan ılık sahilde şen şakrak koşturan çocukların gülüşlerinde kaybolasım var. Onlar gülüştükçe kendimi yonca bahçesinde yürüyor sanmalıyım. Sonra bir hışırtı sesi gelmeli ayağımın altından. Rüzgârın savurup getirdiği, hâkî renginden yenice vazgeçmiş, kurumaya yüz tutmuş birkaç yaprak dolansın ayaklarıma istiyorum. O yaprakları alıp eskiden hallice günlüğümün kapağına sıkıştırasım var. Sonra henüz yetişmiş birkaç gencin, sahilin bir kenarına ilişip alıp götüren şarkılarıyla hislerime ayak uydurmalarını istiyorum. Çok şey istemiyorum aslında ya da imkânsızı. Benim sadece güneşin doğuşundan, yerini mehtaba devrettiği vakte kadar, sonbaharın bir gününde mayhoş olasım var. Nazar Çetinkaya
18
18
18
Search
Read the Text Version
- 1 - 49
Pages: