“ َ = اَﻟْﺤَﻖﱡ أَﺣَﻖﱡ اَنْ ﻳُﺘﱠﺒَﻊHak, kabul edilmeye daha lâyıktır.” Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA VAAZ VE NASİHATİN EHEMMİYETİ 16- İslâm dininde vaaz ve nasihat pek mühim bir vazifedir, bir farzı kifayedir. Kürsülerde, minberlerde halka karşı öğüt maksadıyla yapılan vaazlar birer sünnettir, peygamberimizin yoludur. Şer'i şerife uygun, ihtiyac karşılayacak şekilde, hikmetli bir tarzda okunan hut-belerden, yapılan vaazlardan herkes istifade eder. Bunlar birer “tezkir” dir. “Tezkir” = vazifeleri hatırlatmak ise, müminler için pek faydalıdır. 17- Nasihat: Esâsen hayır istemek demektir. Bir hadîs-i şerifte: ” ْ“إِنﱠ اﻟﺪﱢﻳﻦَ اَﻟﻨﱠﺼِﻴﺤَﺔُِﷲِ وَﻟِﻜِﺘَﺎﺑِﻪِ وَﻟِﺮَﺳُﻮﻟِﻪِ وَِﻷَﺋِﻤﱠﺔِ اﻟْﻤُﺴْﻠِﻤِﻴﻦَ وَﻋَﺎﻣﱠﺘِﻬُﻢ “Şüphe yok ki din, ALLAH için, ALLAH’ın kitabı için, Peygamberi için, müslümanların imamları için ve hepsi için hayır istemekten ibarettir” diye buyurulmuştur.1 Gerçekten ALLAH’ü Teâlâ’nın dinine hizmet için çalışmak, baş-kalarının hidayetine dini yaşantısına selâmet ve saadetine hizmet için çalışmak ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüce bir harekettir!. Bunun içindir ki bir hadîs-i şerifte: ” “َ َﻷ ْن َﻳ ْﻬ ِﺪ َي ا ُﷲ َﻋَﻠﻰ َﻳ َﺪْﻳ َﻚ َر ُﺟ ًﻼ ﺧَْﻴ ٌﺮ َﻟ َﻚ ِﻣ ﱠﻤﺎ َﻃَﻠ َﻌ ْﺖ َﻋَﻠْﻴ ِﻪ اﻟﺸﱠ ْﻤ ُﺲ َو َﻏ َﺮَﺑ ْﺖ “ALLAH Teâlâ’nın bir kimseyi senin ellerinle-vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin tama-mından daha hayırlıdır” buyurulmuştur.2 18- Nasihat, gerçekten bir hayır dilemektir, pek övülmüş bir hiz-mettir. Fakat sâdece reislik sevdasıyla veya bir mala veya insanların alaka ve takdirine nail olmak maksadıyla yapılan vaazlar, okunan hut-beler, sahipleri için birer vebaldir, güzel niyetle yapılmadığı için ALLAH Tealâ katında değeri yoktur. 19- ALLAH rızası için yapılıp bir hayırseverlik eseri olan bir na-sihati kabul etmemek, kendimizden üstün olan kimselerin meşru emir-lerine, tavsiyelerine itaattan kaçınmak ise, “temerrüd = inatçılık, dik başlılık” denilen fena bir haslettir ki, hasetten, kendini görmekten, nef-sin arzu ve isteklerine uymaktan ileri gelir. 20- Müslümanlıkta ma'ruf ile emretmek, münkerden men etmek de bir öğütten, bir hayır dilemekten ibaret olup, pek mühim bir vazi-fedir. Müslümanlar, bu vazifeyi lâyıkıyla yerine getirmek suretiyle başka milletlerden ayrılmış, Kur'an-ı Kerim'de övülmüşlerdir. 21- Maruf, tabiata uygun, şer'an güzel görülmüş olan şeydir. Münker de bilâkis tabiata aykırı, şer'an çirkin bulunan şeydir. Bu se-beple her müslüman, kendi dindaşları hakkında ve bütün insanlık hak-kında hayır ister, maruf ile emretmeyi ve tavsiyede bulunmayı, mün-kerden men etmeyi dinî bir vazife bilir. Şu kadar var ki, bu vazifenin dereceleri vardır. Şöyle ki, bu irşat vazifesi, yapılmasında bir fenalığın meydana gelmesi muhtemel değilse, fiilen yapılır, muhtemel ise, söz ile yapılır, bu da tehlikeli ise, yalnız kalben yapılır, yani marufun yapıl-ması, münkerin terkedilmesi için kalben dua edilir. 22- Bir müslüman, yapacağı emir ve men etmenin zararsız kabul edilebileceğini kuvvetli zannı ile bilirse, bu vazifenin yapılması kendisine gerekli olur, bunu terkedemez. Fakat bu yüzden bir engelle karşılaşacağını, meselâ kendisinin dövülüp sövüleceğini yine kuvvetli zannıyla bilirse, bunu terketmesi daha faziletli olur. Kabul edilmemekle beraber böyle bir mahzur meydana gelmeyeceğini bildiği takdirde de serbesttir. Dilerse bu vazifeyi yapar, dilerse yapmaz. Şu kadar var ki, yapması daha faziletlidir. Bu uğurda bazı sıkıntılara katlanmak ise, bir cihaddır. 23- Bir şahsın emir veya men ettiği şey, hakka ve maslahata uygun ise, kabul edilmelidir. Hatta kendisi sözüyle amel etmese bile. Bununla beraber bir emretme veya nehyetmenin ruhlara tesir edebilmesi için, bu vazifeyi yerine getirmeye çalışan kişi, şu beş vasfa sahip olmalıdır: 1- Bilgi sahibi bulunmalıdır. Çünkü bilgisiz kimse, bu irşat vazi-fesini güzelce yapamaz. 1 Müslim; İman:23; No:55; 1/74. Tirmizi; Birr ve sıla:17; No:1932;3/372. Darimi; Rikak:4; No:2754; 2/402. Ebu Davud; Edep:67; No.4944; 2/704. Nesâi; Bey'at:31; No:4199; 7/157. 2 Hakim el-Müstedrek; 3/598. Taberani el-Mu’cemu’l-Kebir; No:994; 1/332. www.mehmettaluhoca.com
2- Söylediği şey ile kendisi de amel etmelidir. Aksi takdirde “ َ= ﻟِ ﻢَ ﺕَﻘُﻮﻟُ ﻮنَ ﻣَ ﺎ ﻻَ ﺕَﻔْﻌَﻠُ ﻮن Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz!”1 azarla-masına maruz kalır. 3- Bütün sözleriyle ALLAH Tealâ'nın rızasını, müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu gaye bilmelidir. 4- Muhatapları hakkında şefkat göstermeli, irşat vazifesini merha-metle, yumuşaklıkla yapmalıdır. 5- Sabır ile, güzel ahlak ile vasıflanmış olmalı, hiddetten, şiddet-ten kaçınmalıdır. Şunu da ilâve edelim ki, avamdan bulunan kimselerin ilim ve irfan ile şöhret bulmuş zatlara emir ve men etmede bulunmaları uygun değildir. Böyle bir hareket, edepsizlik sayılır, kendi haklarında bilmek-sizin bir zarara sebep olabilir. Fihrist’e dön MUKADDESATA HÜRMET VE TAZİM 24- ALLAH Teâlâ'ya mensûb olan, dinen pak, nezih “tertemiz”, manevî bir büyüklüğe sahip bulunan şeylere” mukaddesat = kutsal şeyler” denir. ALLAH Tealâ Hazretleri, mukaddes olduğu gibi, onun bütün mü-barek isimleri de mukaddestir. Hattâ bir ism-i celîli de “Kuddûs”dür. Yine ALLAH Tealâ'nın kitapları, peygamberleri, velîleri birer kud-siyete sahiptirler. İslâm ibadetleri birer mukaddes vazifedir. İslâm mabet-leri de birer mukaddes, mübarek yerlerdir. 25- Biz müslümanlar, bütün mukaddesata son derece hürmet ve tazim ile mükellefiz. Mukaddesata hürmet ve tazim etmeyen kimse, ru-hu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan mahrum kalmış, gafil bir şa-hıs demektir, insanî kıymetini kaybetmiş bulunur. 26- Mukaddesata karşı yapılacak hürmet ve tazim’in şekli, mu-kaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki: 27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlaya-cağımız zaman Besmeleyi şerifeyi, mabudumuzun mukaddes ismini okumamız lâzımdır. Bir hadisi şerifte: ” ُ“آُﻞﱡ أَﻣْﺮٍ ذِي ﺑَﺎلٍ ﻟَﻢْ ﻳُﺒْﺪَأْ ﺑِﺒِﺴْﻢِ اﷲِ ﻓَﻬُﻮَ أَﺑْﺘَﺮ “Herhangi ehemmiyetli bir iş, “Bismillah” ile başlanılmazsa, ek-sik kalır, hayırlı bir neticeye eremez”2 buyurulmuştur. 28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini zikrederken “Teâlâ” gibi “Celle celâlühü” gibi bir tabir kullanırız. Meselâ: “ALLAH Teâlâ”der,”Hak celle ve alâ” deriz, veya “Rabbimiz Celle celâlühü hazretleri” deriz. Bunlar birer İslâm terbiyesi gereğidir. 29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri zikredilince salât-ü selâm okuruz. Meselâ, “Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem” deriz. Ve mübarek isimlerinden birini yazdığımız, zaman “Aleyhissalâtü vesselâm” veya “sallâllahü aleyhi vesellem” gibi bir ifade yazarız veya dilimizle okuruz. Diğer peygamberlerin mübarek isimlerinide “Selâm” ile zikr ederiz. Meselâ, “Adem aleyhisselâm”, “İbrahim aleyhisselâm” deriz. İki olursa “Aleyhimesselâm”, daha fazla olunca “Aleyhimüsselâm” denilir. 30- Şânı yüce Peygamberlerden başkaları salât-ü selâm ile tek ba-şına anılmaz. Ancak Peygamberler ile zikr edilince selât-ü selâma işti-rak ettirilebilirler. Meselâ “Ebubekr aleyhisselât-ü vesselam” veya yalnız, “aleyhisselâm” demeyiz, yine, ALLAH Tealâ Hazretleri “Asha-bı kirama salât-ü selâm buyursun” demeyiz, bilakis “ALLAH Tealâ Hazreti Muhammed'e ve onun âl ve ashabına salât ve selâm buyur-sun” diye dua ederiz. Peygamberler ile onlara tâbi olan ashabı kiramın aralarını ayırmak ve tâzîmdeki farka işaret için bu husus, İslâmi âdâb olarak bütün ümmet arasında kabul edilmiştir. 1 Saf suresi: 2 2 A. b. Hanbel: No;8495; 2/359; Darakutni; Salat: No:2; 1/229 www.mehmettaluhoca.com
31- İsimleri yalnızca zikr edilen ashabı güzîn hakkında “Radı-yallâhü anhüm = ALLAH onlardan râzı olsun” deriz. Bir olunca “Ra-dıyallahü anh = ALLAH ondan razı olsun”, iki olunca da “Radı-yallahü anhüma = ALLAH o ikisinden razı olsun” denilir. Diğer ulema hakkında “Rahmetullahi aleyh, Rahmetullahi aley-hima, Rahmetullahi aleyhim = ALLAH’ın rahmeti onun, o ikisinin, onların üzerine olsun” denilir. Evliyâ-i Kiramdan tanınmış şahıslar hakkında da, “Kaddesellahu Esrarehu, Esrarehüma, Esrarehüm = ALLAH’ü teâla onun sırrını, o ikisinin sırrını, onların sırrını1 mukaddes eylesin”denilebilir. Bütün bunlar İslâm âdabı icablarındandır. 32- Bütün Ashab-ı Kiramı, din büyüklerini hayır ile anmak hepsi-ne karşı hürmet ve muhabbet göstermek, hiç birinin hakkında dil uzat-mamak lâzımdır. Onların aralarında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı sözlerde bulunmak, hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz. 33- Kur'an-ı Âzîm’î okumaya “Euzü” ile “Besmeleyi şerife” ile başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından hakkıyla istifade edebil-mek için mutlaka zatı ulûhiyetine sığınmamız, kendisinden yardım dilememiz lâzımdır. 34- Bir Mushaf-ı Şerîf ele alınarak okunacağı zaman, abdestli bu-lunmak lâzımdır. Bu esnada kıbleye yönelmeli, toplu, hürmetli bir vazi-yet almalıdır. Abdestsiz olan bir kimse, Mushaf-ı şerifi kılıfsız olarak eline alamaz. Kudsî bir kitabı ancak temiz, nezih olan eller tutabilir. 35- Kur'an-ı Azîm, temiz yerlerde, avret mahalleri örtülü ve Kur'anı dinleyecek vaziyette bulunan kimselerin yanlarında açıkça oku-nabilir. Kirli-pis yerlerde veya avret mahalleri açık veya başka bir işle meşgul kimselerin yanlarında âşikâre okunamaz, mekruhtur. Dışarıda bulunup okunan Kur'an-ı Kerîme karşı hürmetli bir vaziyet almayacak kimselerin işitecekleri şekilde alenen Kur'an okunması da uygun değildir. Bu hal, Kur'an-ı Kerîm hakkında hâşâ ihaneti ve halk hak-kında manevî mesuliyeti gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir. 36- Hattat olan zat, yazacağı bir Mushaf-ı şerif kağıtlarını yük-sekçe tutup pek ince olmayan bir kalemle ve tertemiz bir mürekkep ile beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Mushaf nüshalarını pek küçük kağıt parçalarında ince kalemler ile yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın ile veya gümüş ile süslenilmesi, tazimi gösterdiğinden caiz görülmüştür. 37- Mushaf-ı şerifi, Haceri Esvedi, Kâbe-i Muazzama’nın eşiğini tazim için öpmek caizdir. Buna “diyanet öpmesi” denir. Nitekim mü-barek bir şahsın elini öpmeye de “tehıyye öpmesi” denilir. “İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen “güzel” olan bir bidattır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mubah, görülebilir.” 38- Mushaf-ı Şerîf ile, diğer dinî bir kitap ile veya taşında Kur'an-ı Kerim'den birşey yazılı bir yüzük parmakta iken -kesin bir zaruret bulunmadıkça- helaya girilemez, hürmete aykırıdır. Bunları helaya gir-meden evvel çıkarmalı, temiz bir yere bırakmalıdır. 39- Bir Mushaf-ı Şerîf, okunmayacak bir hale gelince, temiz bez içine konup ayak basılmayacak temiz bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'ân’a ihanet değil, bir ikramdır. Bununla beraber tam üzerine toprak atılmaması için orada bir lâhid “Bak. Namaz kitabı Madde: 600” veya tahtalardan bir tavan yapılmalıdır. Bu gibi mushafları yakmak caiz değildir. Diğer dinî kitaplar ise, yıpranmış olunca, hem gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silin-dikten sonra yakılabilir. Bu gibi kitap kâğıtlarına birşey sarmak, dine, ilme karşı hıyâneti ifade edeceğinden caiz olamaz. Aynı şekilde, içlerinde Cenabı Hakk’ın veya Resul-ü Ekrem’in isimleri yazılı kâğıt parçalarına da bu isimler silinmeksizin bir şey sarıl-ması mekruhtur. 40- Mabetlere karşı hürmette bulunmak da yapılması gerekli dini bir vazifedir. Bir Camii şerife, bir mescide hürmetle girilir, içinde tazimli bir şekilde oturulur, lâubali hareketlerden, lüzumsuz sözlerden kaçınılır, “Namaz kitabı Madde:490 ve devamına” müracaat!.. 41- Kur'an-ı Azîme, din ve imana, Peygamberlerden herhangi bi-rine ve Peygamberimiz (S.A.V)’in, bir sünnetine, bir hadîs-i şerife, bir İslâm mabedine -haşa- sövmek, ihanette bulunmak veya 1 Ruh gibi insan bedenine konulmuş olan bir latîfedir ki, temâşâ (seyretme) mahallidir Bak; Cürcâni; Ta'rifat:79 www.mehmettaluhoca.com
bunlardan birini hafife almak “el-iyazu billâh = bundan ALLAH’a sığınırız” kafirliktir, derhal tevbe ve istiğfar edip imanı ve nikâhı tazelemek icap eder. Bir şahsın sarhoş bir halde böyle çirkin bir işte bulunması, kafir olmasını gerektirmez. Çünkü kafirlik, itikat-imanla alakalıdır. Aklın git-mesi ile beraber tahakkuk etmez. Böyle bir şahsa lâzımdır ki tevbe ve istiğfar etsin, sarhoşluk verici şeyleri kullanmaya son versin, böyle haram bir şeye devam etmesin. 42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış mükemmel, muhte-rem bir varlıktır. Hiç bir kimseye sövülmesi caiz değildir. Bilhassa ağza sövülmesi büyük bir günahtır, “tazîr”1 cezasını ve tevbe-istiğfar etme-sini gerektirir. Hattâ bazı fıkıh alimlerine göre bir mü'minin ağzına sö-vülmesi kâfir olmasını gerektirir. Çünkü mü'minin ağzı iman ve Kur'an yeridir, onun ağzına söven, -haşa- Kur'an'a sövmüş gibi olur. Bu sebep-le imanını ve nikâhını yenilemesi lâzım gelir. 43- Kur'an-ı Kerim’i veya herhangi bir din kitabını kasten temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an âyetlerini, kelimelerini sihir büyü gibi bir maksatla temiz olmayan şeyler ile yazmak ve yine bu maksatla tazime aykırı sözler söylemek kafirliği gerektirir. Bu sebeple bu gibi şeylerden son derece kaçınmak lâzımdır. 44- Sihir = Büyü; bedenlere, ruhlara, gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı ile kocanın arasını açan, bir takım dökümlerden, yazılardan, dualar ile efsunlardan ibarettir ki bütün müçtehid alimlerce kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fâsık kimselerin ellerinde meydana gelebilir. Hattâ bazı müctehitlere göre sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar, öldürülmeleri lâzım gelir. Şu kadar var ki, caiz olmasına inanmaksızın sadece kendisini fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz. 45- “Büyücüler, şeytanlar, her istediklerini yaparlar” diye itikat edilmesi de kafir olmaya sebep olur. Sihrin bir hakikati var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılık-tan ibaret midir? Diğer üç mezhep imamına göre, sihrin bir hakikati vardır. Bazı sihirler, Cenab-ı Hakkın dilemesiyle tesir eder. Fakat İmam-ı A'zam'dan rivayet edildiğine göre sihrin ne hakikati vardır, ne de cisimler üzerinde bir tesiri. Bazı hâdiseler, bir tesadüf eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşit sadece bir sanattan baş-ka bir şey değildir. Bir fevkalâdeliği yoktur. 46- Sihirbazların tövbeleri bazı müctehitlere göre kabul olunur. Bazılarına göre kabul olunmaz. Mutlaka dünyada ceza görmeleri lâzım gelir. Çünkü bu, bir zındıklıktır. 47- Kehanette bulunmak, yani gayptan haber vermek iddiasına kalkışmak, yıldızlardan bir takım hükümler çıkarmak, “remil atmak”2 da haramdır. İslam dini, bu gibi şeyleri kesinlikle menetmiştir. Bunlar ile vakitlerini zayi etmek, münevver, mütefekkir insanlara asla yakışmaz. Fihrist’e dön DİYANET VE MUAMELÂT HUSUSUNDA SÖZLERİ KABUL EDİLİP EDİLMEYECEK KİMSELER 48- Diyanet-i mahzada, yani yalnız ALLAH Teâlâ ile kulu ara-sındaki bir ibadet hususunda âdil olan kimselerin sözleri kabul edilir. Fâsıkların, gayrimüslimlerin sözleri kabul edilmez. Meselâ, mevcut bir suyun temiz olmadığını bir âdil müslüman, haber verip de başka su bulunmasa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fâsık veya hali bilinmeyen veya gayrimüslim bir kimse haber verirse, araştırmak lâzım gelir. Yani o suyun hakikaten temiz olup olmadığı araştırılır, kuvvetli zanna göre amel olunur. Şöyle ki: Eğer bu haber verenin doğru söylediği hakkında kuvvetli zan meydana gelirse, yalnız teyemmüm yapılır, yalan söylediği hakkında kuvvetli zan meydana gelirse bu su ile abdest alınır, ihtiyaten teyemmüm de yapılır. 49- Bir suyun temiz olduğunu bir âdil, temiz olmadığını da diğer bir âdil müslüman haber verse, bunun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bir hayvanın boğaz- lanmış olduğunu bir âdil, boğazlanmamış olduğunu da diğer bir âdil kimse haber verse, bu hususta en kuvvetli kanaate göre amel olunur. 1 Hakkında belli bir ceza bulunmayan suçlardan dolayı şekli ve miktarı kadı(hâkim) tarafından tâyin ve tatbik edilen cezadır. 2 Kum toprak, kül, kağıt gibi şeylerde bulunan bir takım çizgi nokta ve şekillere dayanılarak bakılan bir çeşit fal. www.mehmettaluhoca.com
50- Bir gayrimüslimin müslüman olmuş olduğunu bir müslüman haber verse, üzerine cenaze namazı kılınması caiz olur. 51- Alım-satım ve benzerleri gibi muamelelere gelince bunlarda adalet şart değildir. Fâsıkların, gayrimüslimlerin sözleri de kabul edilir. Hattâ bunların bu muameleler esnasında meydana gelen helal ve harama ait sözleri de makbuldür. Meselâ bir gayrimüslim, yanında bulunan bir et hakkında, “Ben bunu bir müslümandan veya bir ehli kitabtan aldım” dese, o eti bir müslümanın yemesi helâl olur. Bilâkis “bir Mecusiden aldım” dese, helâl olmaz. Muamelât denilen işler, pek geniş, pek umumîdir. Bu yüzden bu hususta gayrimüslimlerin de sözlerini kabul etmek, sosyal bir zarurettir. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA AİLE VE AKRABALIK MÜNASEBETLERİ 52- Müslümanların arasında bir din kardeşliği vardır. Bu umumî dinî yakınlıktır, en kuvvetli bir bağdır. Bu sebeple müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda mensup olurlarsa olsunlar, birbirine bağlıdırlar, birbirini severler, birbiri hakkında hayır isterler. Nitekim bir âyeti kerîmede: “ َإِﻥﱠﻤَﺎ اﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮن ٌ = إِﺧْﻮَةMüslümanlar şüphe yok ki kardeş-lerdir.”1 buyurulmuştur. Bundan başka müslümanlar arasında farklı derecelerde bir neseb, bir süt, bir hısımlık yakınlığı da vardır. Bu bakımdan da aralarında bir takım vazifeler, haklar, hükümler cereyan eder, bunlara riayet edilmesi dinen lâzım gelir. 53- Müslümanların artmaları, kuvvetlenmeleri, yurtlarını, varlık-larını müdafa edebilmeleri, aralarında aile teşkilâtının gelişmesine bağ-lıdır. Bunun için aile teşkil etmek ve bu ailenin devamına çalışmak müslümanlıkta mühim bir vazifedir. Şöyle ki aile yuvası kurmaya güç ve imkanına sahip, kendisinde şiddetli bir evlenme arzusu mevcut olan bir müslüman için evlenip aile sahibi olmak, vacip veya farzdır. Nefsi arzuları normal bir halde bulunan bir müslüman için de bir sünneti müekkededir. Bir hadis-i şerifte: \"ِ\"ﺕَﻨَﺎآَﺤُﻮا ﺕَﻜَﺜﱠﺮُوا ﻓَﺈِﻥﱢﻰ أُﺑَﺎهِﻰ ﺑِﻜُﻢُ اْﻷُﻣَﻢَ ﻳَﻮْمَ اﻟْﻘِﻴَﺎﻣَﺔ “Evleniniz, çoğalınız, evlât sahibi olunuz, çünkü ben kıyamette sizinle ümmetlere karşı iftiharda bulunurum”2 buyurulmuştur. Fakat aile hukukuna riayet edilemeyeceği, meselâ, alınacak kadı-na zulüm ve kötülük yapılacağı bilindiği takdirde, evlenmek haramdır. Çünkü bu halde aile hayatından beklenilen faydalar meydana gelemez. 54- Talak-boşama hâdisesine gelince, bu bir yönden meşru ise de diğer bir yönden yasaklanmıştır, mahzurdan uzak değildir. Şöyle ki aile hayatından beklenilen şeyler meydana gelmediği veya iffet veya uyum bakımından bir fenalık yüz gösterdiği takdirde talak, meşrudur, tavsiye edilmiştir. Fakat böyle bir ihtiyaç zaruret bulunmadıkça, talak hoş karşı-lanmamıştır, güzel değildir. Nitekim bir hadîs-i şerifte: \"ُ\"أَﺑْﻐَﺾُ اﻟْﺤَﻼَلِ ﻋِﻨْﺪَ اﷲِ اَﻟﻄﱠﻼَق “Talak, ALLAH katında helâl şeylerin en sevimsizidir” buyurul-muştur. 3 Bu sebeple aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, lüzumsuz yere ay-rılma, boşanma hâdiselerine meydan vermemelidir, bunun mesuliye-tinden çekinmelidir. 55- Her müslüman için aile hayatı ile alakalı dinî meseleleri kâfi derecede bilip bunlara riayet etmek de bir vazifedir. Kimlerin birbiriyle evlenip evlenemeyeceğini, kimlerin arasında mahremiyet mevcut olup olmadığını bilmek icab eder. 56- Nikâh denilen evlenme muamelesi, müslümanlarca karı ile koca olacak kimseler veya bunların velîleri veya vekilleri arasında ve en az iki müslüman erkeğin veya bir müslüman erkek ile iki müslüman kadının huzurlarında, “Ben seninle evlendim,” “ben de kabul eyledim” veya “ben falancanın 1 Hucurat suresi: 10 2. Abdurrezzak Musannef; No:10391; 6/173. Şafii Ümm; Nafakat; 5/213 3. Ebu Davud; Talak:3 No:2178; 1/661: İbn-i Mace; Talak:1; No:2018; 1/650. Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra; Talak; No:15268; 11/193 www.mehmettaluhoca.com
kızı falancayı velisi veya vekili bulunduğum falanca için eş olarak kabul ettim” “ben de falancayı velisi veya vekili bulunduğun falancaya velisi veya vekili olmam hasebi ile evlendirdim” gibi bir icap ve kabul ile akit yapılır. Ve kadına “mehir” adıyla emsaline göre bir miktar mal verilmesi de lâzım gelir. Bu mehir, iki tarafın rızasıyla evvelce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına bağışlayabilir. 57- Babalar, dedeler, analar, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunların arasında nikâh asla caiz değildir. Meselâ bir kimse, hiç bir vakit ne anasını, ne kızını, ne de halasını nikâh ile alamaz. Yine bir kimse, kendi kardeşinin kızını veya torununu da alamaz. Fakat bir kimse, halasının veya teyzesinin kızını alabilir. Ve iki kardeş çocukları da birbirleri ile evlenebilirler. Bunlar arasında bir yakınlık var ise de, bir mahremiyet yoktur. 58- Süt itibariyle sabit olan mahremiyet de nesebce sabit olan mahremiyet gibidir. Bu sebeple bir kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeşi, süt kardeş evlâdı, süt halası, süt teyzesi arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler. Bununla beraber bu mahremiyetin sabit olması için çocuk, sütü en fazla iki buçuk yaşına kadar - hatta bir kere olsa bile- emmiş veya içmiş bulunmalıdır. Bu müddetten sonra emilen veya içilen bir süt ile süt evlatlığı, süt kardeşliği sabit olamaz. Bu müddet, İmam-ı A'zam'a gö-redir. İmameyn'e göre süt müddeti iki senedir. 59- Kadın ile kocasının bir kısım akrabası ile kendileri arasında “sıhriyet = hısımlık” itibariyle bir yakınlık meydana gelmiş olur ki, bu da bir mahremiyet meydana getirir, nikâhın caiz olmasına mani olur. Şöyle ki; bir kimse, kendi hanımının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya torununu asla nikâh edemez. Hatta aralarındaki evlilik bitmiş olsa bile. Şayet bunlardan birine gayrimeşru olarak yaklaşacak olsa veya bunların bir uzvunu -sıcaklığı duymaya mani bir engel bulun-maksızın- şehvetle tutsa veya öpse, karısı kendisine ebediyen haram olur. Buna “Hürmeti musahare” denir. 60- Bir kadın da kendi kocasının babasıyla veya başka hanımın-dan olan oğlu ile, torunu ile asla evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir mahremiyyet vardır. Şayet aralarında gayrimeşru bir ilişki veya şehvetle bir temas meydana gelse, kocasına ebediyyen haram olur. 61- Bir erkekle kendi karısının kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici bir mahremiyet vardır. O erkek, evlilik devam ettikçe bunlardan birini alamaz. Fakat bu evlilik tamamen bittikten, meselâ kadın öldükten veya boşanıp iddeti bittikten sonra alabilir.1 62- Bir kimse, üvey anasıyla veya kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla evlenemez. Hatta evlilik sona ermiş olsa bile. Bunlar arasında da “hürmet-i musahere” vardır. Şayet bir kimse, oğlunun veya torununun veya babasının hanımına gayrimeşru yakınlıkta veya şehvetle temasta bulunsa; bu kadın kocasına ebediyyen haram olmuş olur. 63- Hürmet-i musahere, gayrimeşru ilişkiyle de sabit olur. Şöyle ki, bir kimse, kendisine gayrimeşru bir şekilde cinsel ilişkide bulunmuş veya bir uzvunu engelsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş veya cinsel organına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibarıyla anasını, ninesini, kızını, torununu asla alamaz. Bunlar ile aralarında ebedî bir mahremiyyet bulunmuş olur. Bu, yapmış olduğu gayrimeşru hareketin bir nevi cezasıdır, neticesidir. 64- Bir müslüman, başkasının nikâhında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. Aynı şekilde bir müslüman, ehli kitap olan bir yahudi veya hıristiyan kadını nikâh edebilirse de, müşrik olan bir kadını, me-selâ bir mecusi kadını asla nikâh edemez. Ancak kadın, bu şirkini terk ederse, o zaman nikah edebilir. Bir müslüman kadını ise, hiç bir gayrimüslim ile evlenemez. Bu, dinen kesin bir şekilde haramdır. Böyle bir hal, İslâm şerefine, İslâm menfaatine ve bir müslüman kadının şahsi selâmet ve saadetine aykırıdır. 65- Müslümanların münasebetlerinde karşılıklı bir hürmet, bir nezaket vardır. Bir müslüman, 1 ÖNEMLİ NOT: Kocası ölen bir kadının kendi evinde dışarıya çıkmadan bekleyeceği bir süredir ki, bu süre 4 ay 10 gündür. (Bakara suresi: 234) Kocasından boşanan bir kadın ise üç ay hali (hayız müddeti) iddet bekler. (Bakara suresi: 228) İddet bekleyen bir kadının evlenmesi kesinlikle haramdır. www.mehmettaluhoca.com
başkasının evine rızası olmadıkça gire-mez, başkasının evinin içine izni olmadıkça dışarıdan bakamaz, sözle-riyle kimseyi rahatsız edemez. Bunun dışında olarak erkekler, göbekleri altından itibaren diz kapakları altına kadar olan uzuvları müstesna olmak üzere birbirlerinin bütün uzuvlarına bakabilirler. 66- Kadınların birbirlerine veya kendi kocaları olmayan erkeklere bakmaları da erkeklerin birbirine bakmaları gibidir. Bu sebeple bir müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir. Yeter ki bir şehvet, yani kalben bir arzu ve meyil korkusu bulunmasın. 67- Bir erkek, yabancı veya yakını olup nikâhı ebediyyen haram olmayan bir kadının ahlâkî bir mahzur bulunmadığı takdirde yalnız yüzüne, ellerine bakabilir. Ebediyyen mahremi olan bir kadının meselâ anasının veya kızının veya teyzesinin ise, yüzüne, başına, göğsüne, kulaklarına, baldırlarına bakabilir ve bu uzuvları tutabilir. Yeter ki iki taraftan hiç birinde şehvet korkusu bulunmasın. 68- Erkek ile hanımı arasında her yönüyle özel bir durum “helal olmak” mevcut olduğundan biri diğerinin bütün vücuduna bakabilir. Şehvetle olup olmaması müsavidir. Şu kadar var ki, cinsel organlarına bakmamaları daha iyidir, edebe uygundur. 69- Bir doktor, tedavisinde bulunduğu bir kadının hastalıklı olan herhangi mahrem bir uzvuna zaruret miktarı bakabilir. Şu kadar var ki, tedavisini bir kadına tarif ederek havale etmesi daha uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA KESB = KAZANCIN EHEMMİYETİ 70- Müslümanlıkta kesb, yani kazanç sahasına atılmak, esasen ilim gibi bütün müslümanlara ait, pek ehemmiyetli bir vazifedir. Hattâ bir hadis-i şerifte: \"ٍ\"اَﻟْﻜَﺴْﺐُ ﻓَﺮِﻳﻀَﺔٌ ﻋَﻠَﻰ آُﻞﱢ ﻣُﺴْﻠِﻢٍ وَﻣُﺴْﻠِﻤَﺔ “Kazanç aramak müslüman olan her erkek ve kadın için bir farzdır.”1 buyurulmuştur. Çünkü herhangi bir müslüman, mükellef olduğu vazife-leri ancak kazanç sayesinde yerine getirebilir. Bu vazifelerin yapılması kuvvet ile sıhhate bağlıdır. Kuvvet ve sıhhat ise, gıdaya ve diğer hu-suslara bağlıdır. Gıda ve diğer hususlar ise, ancak kazanç vasıtasıyla elde edilebilir. Bu sebeple kazanç meydanına atılmak da mühim bir vazifedir, bir farzdır. Şöyle ki: 71- Herhangi bir müslüman için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kazançta bulunmak bir farzdır. Nitekim bir hadîs-i şerifte: \"ٍ\"ﻃَﻠَﺐُ اﻟْﺤَﻼَلِ وَاﺟِﺐٌ ﻋَﻠَﻲ آُﻞﱢ ﻣُﺴْﻠِﻢ “Her müslüman üzerine helâli aramak vaciptir.”2 buyurulmuştur. 72- Fakirlere yardım, gariplere iyilik yapmak için yeterli miktar-dan fazla kazanç, övülmüştür, güzel görülmüştür. Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun faydası başkalarına da dokunmaktadır. 73- Geniş bir imkana sahip olmak, daha fazla nimetlenmek için daha çok miktarda kazanmak, mubahtır. Bir hadîsi şerif de: \"ِ\"ﻥِﻌْﻢَ اﻟْﻤَﺎلُ اَﻟﺼﱠﺎﻟِﺢُ ﻟِﻠﺮﱠﺟُﻞِ اﻟﺼﱠﺎﻟِﺢ “Salih insan için salih mal ne güzeldir.”3 meâlindedir. 74- Halka karşı kibirlenmek ve övünmek için yapılan kazanç haramdır. Hatta helâl bir yolda yapılmış olsa, bile. İnsanlara karşı servetiyle, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın ahirette Hak Tealâ Hazretleri'nin gazabına uğrayacaklardır. Fihrist’e dön MUHTELİF KAZANÇ YOLLARININ ÜSTÜNLÜK DERECELERİ 1 Beyhaki es-Sünenü’l-Kübra; İcara; No:11908; 9/56 (Benzeri) 2 Taberani; el-Mu'cemü’l-Evsat: No:8606; 9/278 3 Beyhaki Şüabu’l-İman: No:1248; 2/91 www.mehmettaluhoca.com
75- Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların en faziletlisi, evvelâ cihat yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır. Bazı alimlere göre ziraat, ticaretten daha faziletlidir. Daha sonra da sanattır. Şöyle ki: 76- Müslümanlar için icap ettiğinde cihat meydanına atılıp İslâmiyeti yükseltmeye, İslâm yurdunu, İslâm varlığını müdafaaya çalışmak bir farzdır. Bu farzın dâiresi, lüzumuna göre genişler, eli silâh tutan müslümanların bir kısmına ve yeterli olmazsa, hepsine yönelen farz bir vazife olur. Bu uğurda düşman ile çarpışan, düşmanı tepeleyen İslâm mücahidleri gazi, hayatlarını feda edenler de şehit ünvanını alırlar. Şehitlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir hayata sahiptirler. Onlar, ALLAH Tealâ'nın manevî huzurunda rızıklandırılıp dururlar. Bu sebeple şehitlik büyük bir mertebedir. İşte bu cihad neticesinde müslümanların galip gelip ganimet malları elde etmeleri, en faziletli bir kazançtır. Çünkü bununla düşman kahredilmiş, din ile dünya birleştirilmiş olur. Bu mallar, velîyyülemr tarafından bir orana göre mücahidlere taksim edilir. Bu malları mücahidlerin kendi kendilerine almaları, intizama engel, başka mücahidlerin ve beytülmalın hukukuna aykırı olduğu için helâl değildir. 77- Müslümanlıkta ticaret de pek kıymetli bir kazanç yoludur. Ticaret, toplumların refahına, yükselmesine sebeptir. Bir hadîs-i şerifte: \"ِ\"ﺕِﺴْﻌَﺔُ أَﻋْﺸَﺎرِ اﻟﺮﱢزْقِ ﻓِﻲ اﻟﺘﱢﺠَﺎرَة “Rızkın onda dokuzu ticarettedir”1 buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte de: \"ِ\"اَﻟﺘﱠﺎﺟِﺮُ اﻟﺼﱠﺪُوقُ اْﻷَﻣِﻴﻦُ ﻳُﺤْﺸَﺮُ ﻣَﻊَ اﻟﻨﱠﺒِﻴﱢﻴﻦَ وَاﻟﺼﱢﺪﱢﻳﻘِﻴﻦَ وَاﻟﺸﱡﻬَﺪَاء “Doğru muameleli, müslüman bir tacir Peygamberler ile, sıddıklar ile, şehidler ile haşr olur.”2 buyurulmuştur. 78- Müslümanlıkta ziraat da pek mühim bir kazanç yoludur. Bunun faydası pek umumîdir. Ekincilik, insanlıkla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan zat, Hazreti Âdem Aleyhisselâmdır. Bir hadîs-i şerifte: \"ِ\"أُﻃْﻠُﺒُﻮا اﻟﺮﱢزْقَ ﺕَﺤْﺖَ ﺧَﺒَﺎﻳَﺎ اْﻷَرْض “Rızkınızı yerin altında gizli bulunan şeylerde arayınız.”3 buyurulmuştur. Bu yüksek emir, ziraata da, madenciliğe de şâmildir. 79- Müslümanlıkta sanat da pek makbul bir kazanç yoludur. Bir çok sanatlar vardır. Bunların bir kısmı, toplum hayatı için pek lâzımdır. İnsan, kendisine en faydalı, en güzel sanatlardan birini seçmelidir. Bir hadîs-i şerif: “ ِ“ ”اَﻟْﺤِﺮْﻓَﺔُ أَﻣَﺎنٌ ﻣِﻦَ اﻟْﻔَﻘْﺮSanat, fakirlikten emandır.”4 mealindedir. 80- Müslümanlarca tese'ül = dilenme esasen bir kazanç yolu değildir. Az çok kazanmaya gücü olan her müslüman için dilenmek haramdır. Bir müslüman, yüksek himmet sahibi bulunur, onun ruhu, dilenciliğe tenezzül etmez. Şu kadar var ki, kazanmaktan tamamen âciz olan bir kimse için dilenmesi lâzım gelir. Böyle âciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp da açlıktan ölecek olsa, günaha girmiş olur. Çünkü kendisini tehlikeye atmış, bir nevi intihar etmiş bulunur. Böyle bir halde dilenmek ise, hayatın dayanılması mümkün olmayan ihtiyaçlarından ileri geldiği için bir zillet sayılmaz. Bir hadîs-i şerifte: “ ِ ”اَﻟﺴﱡﺆَالُ ﺁﺧِﺮُ آَﺴْﺐِ اﻟْﻌَﺒْﺪDilenme, kulun en son kazancıdır”5 diye buyurulmuştur. 81- Bir fakir, dilenmekten de âciz bir durumda bulunursa, halinden haberdar olan herhangi bir müslüman için ona bizzat veya bir aracı ile yemek yedirmek, onun hayatını kurtarmak yapılması gerekli bir vazife olur. Bu vazife yapılmazsa, bu hali bilen müslümanlar günahta ortak olurlar. Şunu da ilave edelim ki, bir günlük nafakası olan bir fakir için dilenmek helâl değildir. Fihrist’e dön 1 Deylemi Firdevs: No:2879; 2/176 2 Tirmizi; Büyü':4; No:1209; 3/515; İbn-i Mace; Ticarat:1; No:2139; 2/724; Darimi; Büyû':8; No:2539; 2/322 3 Beyhaki; Şüabü’l-İman: No:1233; 2/87 4 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 5 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. www.mehmettaluhoca.com
ALIŞ VERİŞİN NEVİLERİ VE KAZANÇ MİKTARI 82- Bey' = Satış muamelesi, “Malı mala değişmek” demektir. Bir kimse, elindeki bir malını aza-çoğa satabilir mi?. Bu mesele etraflıca açık-lanmaya muhtaçtır. Şöyle ki, satış muamelesi başlıca şu dört kısma ayrılır: 1- Bir malı sermayesine = kaça mâl olmuş ise, ona satmaktır. Buna, “Tevliye” denir. Bu, caizdir. Bir satıcı, bazen elindeki bir malını hiç kâr gözetmeksizin aldığı fiyata satar. Bu, kendi hakkıdır. Ancak bu hususta riayet edilecek şey, sermaye miktarını doğru söylemektir. Aksi takdirde satıcı ALLAH katında mesul olur. Alıcı da alış muamelesini dilerse bozdurur, dilerse fazla bedeli geri alabilir. 2- Bir malı sermayesinden noksana satmaktır. Buna da “Vazi'a” denir. Bu hususta da sermayeyi doğru söylemek lazımdır. Fakat burada alıcıya düşen ahlâki bir vazife vardır. Şöyle ki, eğer fakir bir kimse, bir zaruret dolayısıyla bir malını böyle noksanına satıyorsa, onun zararına meydan vermemeli, o malı mümkün olduğu kadar değeriyle satın al-malıdır. Bu, bir yardımlaşma, bir sadaka mahiyetinde olmuş olur. 3- Bir malı, sermayesini ve lüzumlu masraflarını söyleyerek on-lardan bir miktar fazlasıyla satmaktır. Buna da “Murabaha” denilir. Sermayenin ve zarurî masrafların yekûnunu tam bir sıhhat üzere tayin eden bir tüccar, elindeki bir malı az çok bir kâr ile satabilir. Bu, caizdir. Şu kadar var ki alıcının o mala olan ihtiyacından istifadeye kalkış-mamalı, insaf dairesini aşmamalıdır. Aksi takdirde böyle bir muamele, mekruh olmaktan, uhrevî mesuliyetten uzak olmaz. 4- Bir malı sermayesini söylemeksizin az çok bedel karşılığında satmaktadır. Buna da “Müsaveme” denilir. Böyle bir satış da caizdir. Hattâ yalan söylemek ve sermayenin miktarını tayin hususunda hataya düşmek tehlikesinden salim olduğu için daha güzel görülmüştür. Şu kadar var ki, satıcı, alıcıyı aldatır, onun piyasayı bilmediğinden istifade ederek o malın başka bir yerde bulunmadığını ve pek kıymetli olduğunu söyleyerek onu “Gabn-ı fahiş” ile satarsa, bu hareketi helâl olmaz, kendisi ALLAH katında mesul olur, alıcı da böyle bir “tağrir” den = aldatıştan dolayı o malı geri verebilir. Gabn-ı fahiş: Eşya ve ticaret malları gibi bir şeyi kıymetinden yüzde yirmi, ve bir hayvanı yüzde on, gelir getiren bir mülkü de yüzde beş fazlasıyla veya daha fazlasıyla satmak suretiyle gerçekleşir. Fakat tağrir = aldatış bulunmayınca böyle bir muamele zorla bozulamaz. Fihrist’e dön İHTİKÂRIN MAHİYYETİ VE HÜKÜMLERİ 83- İhtikâr, lügatta: “Bir şeyi azalıp kıymetlensin diye saklamak” manasındadır. Istılahta: “İnsanların ve ehli hayvanların yiyeceklerine, içeceklerine ait şeyleri ahâlisine zarar verecek bir beldede satın alıp kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar bekletmektir.” Böyle yapan kimseye de “Muhtekir” denir. İhtikârın kırk gün ile kayıtlanması, dünyaca yapılacak ceza itiba-rıyladır, yoksa ihtikâra bir gün bile meydan veren kimse, günahkâr olup ahiret azabına müstehak olur. 84- Bir beldeye dışardan gelecek şeyleri beldeye getirilerek ser-best satılmasına meydan vermeyip, belde dışında karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikârdır. 85- İhtikâr, İmam-ı A'zam'a göre -tarifinden de anlaşıldığı üzere- yalnız yenilecek ve içilecek maddelerde olur. Fakat İmam Muhammed'e göre elbiselik mallarda da olur. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, topluma zarar veren herhangi bir maddede olabilir. Altın, gümüş, demir ve ben-zerleri gibi. 86- İhtikârın hükümlerine gelince topluma zarar veren bir ihtikâr, tahrimen mekruhtur, ALLAH Teâlâ katında mesuliyeti gerektirir. İhtikârın sonu iflâstır. Muhtekir, kendi alçak menfaati için toplu-mu zarara, sıkıntıya sokuyor, neticede toplumun hayatına kastetmiş oluyor. Bu yüzden veliyyülemir veya yetkili olan hakim, muhtekirin şahsî ve ailevî ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan fazla olan ihtikâr mallarını satmasına hükmedebilir. Şayet satmaz da muhalefette bulunursa, münasip göreceği şekilde cezalandırır ve o malları, o muhtekir adına satabilir. 87- İhtikâr yapıldığında veliyyülemr, eşyaya kıymet takdir ede-bilir. Şöyle ki, veliyyülemir veya yetkili olan hâkim, ticaret mallarına bir zaruret görülmedikçe kıymet takdir edemez. Bu durumda www.mehmettaluhoca.com
“tes'ir = narh (fiyat) belirlemek” mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir hadîs-i şerifte: “Fiyat koyucu ancak nimetleri azçok veren ve rızıklandırıcı olan ALLAH Teâlâdır”1 buyurulmuştur. Fakat bu malların sahipleri haddi aşar, bunları fahiş bir fiyatla, yani en az iki kat fiyatla satmaya başlarsa, veliyyülemir veya hâkim, bilir kişi ile istişare ederek kıymetleri takdir ve tayin edebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Hattâ İmam Malik'e göre kıtlık yıllarında fiyatları tesbit etmek, vali bulunan zat üzerine bir vazife olur, hatta fiyatlarda fahiş bir fazlalık bulunmasa bile. 88- Bir kimse, kendi arazisinin mahsullerini bekletmekle muhtekir sayılmaz. Çünkü bu, kendisine ait bir hakdır, buna toplumun hakları alakalı olmaz. Bir kimse, kendi arazisini ekmeyebilir. Bu sebeple mahsullerini de satmayabilir. Şu kadar var ki pahalılık ve kıtlık za-manını beklediğinden dolayı günaha girer. Zira müslümaların hakkında fena bir niyette bulunmuş olur. 89- Başka bir beldeden kendi beldesine getirtmiş olduğu bir malı bekleten kimse, İmam-ı A'zam'a göre muhtekir sayılmaz. Çünkü top-lumun hakkı, bulundukları beldeden ve o belde etrafından toplanılan mallarla alakalı olur. Bununla beraber bu getirtilen malları satmak müstehaptır. Bunları bekletmek mekruh olmaktan uzak olamaz. İmam Ebu Yusuf'a göre bu kimse de muhtekir sayılır, hakkında muhtekir muamelesi uygulanır. İmam Muhammed'e göre ise, âdet üzere dışarıdan getirtilen maddeleri bekletmek mekruhtur. Fakat âdete aykırı olarak pek uzak yerlerden getirtilen maddeleri bekletmek mekruh de-ğildir. Çünkü bunlara toplumun hakkı alakalı olmaz. Kısacası ihtikârda hayır yoktur. Bu şefkat ve merhamet duy-gularına mâni, insanlığın hayırseverlik hususiyetine aykırı olduğundan bundan kaçınmalıdır. Fihrist’e dön RİBÂNIN MAHİYETİ VE NEVİLERİ 90- Ribâ “Faiz”, lugatta fazlalık manasınadır. Şer'an alış-verişte akit yapanlardan birine verilmesi şart koşulup, karşılığı bulunmayan fazla bir miktardan ibarettir. On dirhem gümüşü, on bir dirhem gümüş karşılığında satmak gibi. 91- Ribâ, altın ve gümüş gibi “mevzunat”tan olan, yani tartılan şeyler ile buğday, arpa, hurma, tuz, kuru üzüm gibi “mekilât”tan bulu-nan, yani ölçü ile alınıp verilen şeylerde olur. “Ribâ, Malikîler'e göre yalnız altın ve gümüş ile geçimi temin edip “kût = erzak” denilen şeylerde olur. Şafiîler'e göre de yalnız altın ve gümüş ile yiyeceklerden olan şeylerde olur.” 92- Riba, iki nevidir: “Riba-i fazl,” “Riba-i nesie.” “Riba-i fazl,” tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın, kendi cinsi karşılığında peşin olarak fazlasıyla satılması halinde meydana gelir. Bu sebeple altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi cinsiyle derhal değiştirilecek olsa, miktarlarının eşit olması icap eder. Birinin miktarı biraz fazla olunca, bu bir ribâ olmuş olur ki haramdır. ALLAH katında cezası pek büyüktür. Hatta aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan bir kısmı sanat itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı daha iyi, diğeri daha düşük bulunsa bile. Altın ile gümüş, sanat itibarıyla veya sikke halinde bulunmakla veznî olmaktan çıkmış olmaz. Çünkü bunların veznî = tartılır şeylerden olmaları, nassı şer'i “Hadis-i şerif” ile sabittir. Meselâ on miskal “yak-laşık 45 gram” altın, yine on miskal altın karşılığında peşin olarak satı-labilir. Fakat on bir miskal karşılığında satılamaz. Bu bir miskal, fazla olduğundan ribâ olmuş olur. Aynı şekilde on kile “20 teneke” buğday, on kile buğday karşı-lığında peşin olarak satılabilir. Fakat dokuz veya on bir kile buğday karşılığında satılamaz. Fazla miktar, ribâdır. 93- Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan, faizli işlem olabilecek mallardan her birini ya tamamen veya kısmen kendi cin-sinden başkasıyla değiştirmelidir. Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş karşılığında ve on kile buğday on beş kile arpa karşılığında peşin olarak değiştirilebilir. Yine on miskal altın, dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem gümüş kar-şılığında ve on kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa karşılığında peşin 1 Ebu Davud; Buyu:51; No:3451; 2/293, Tirmizi; Buyu:43; No:1314; 3/605, İbn-i Mace; Ticarât:27; No:2200; 2/741 www.mehmettaluhoca.com
olarak değiştirilebilir. 94- “Riba-i nesie”ye gelince, bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri karşılığında veresiye olarak değiştirmektir, hatta miktarları eşit olsa, bile, bu da haramdır. Meselâ on dirhem “yaklaşık 32 gram” gümüş veya bu ağırlıktaki bir gümüş para, yine on dirhem gümüş veya gümüş sikke karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve miktarları birdir. Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu şekilde aralarında bir fark vardır. Bu sebeple bu, bir ribâdır, bir günahtır. Aynı şekilde elden verilen bir kile buğday ile daha sonra harman zamanında verilecek bir kile buğday satın alınamaz. Bunlar, kalitesi yüksek ve düşük olmak itibariyle farklı bulunsunlar bulunmasınlar, mü-savidir. Çünkü cinsleri, miktarları birdir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri veresiyedir. Veresiye ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur. 95- Mevzunattan yani tartılan şeyler, cinsleri farklı olsa da, bir-biriyle veresiye olarak değiştirilemez. Meselâ, şu kadar kilo demir kar-şılığında, o kadar kilo bakır veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunlar, vezni “tartılan” olmak itibariyle birdirler. Aynı şekilde şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa veya tuz kar-şılığında veresiye olarak satılamaz. Zira bunlar da keyli “yani ölçü ile alınıp verilen şeylerden” olmakta birdirler. Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki, nakit paralar kar-şılığında nakit cinsinden olmamak üzere tartılan ve ölçülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir. Çünkü alış veriş hakkında buna ihtiyaç vardır. Fihrist’e dön İSTİKRAZ “BORÇ ALMA-VERME” MESELELERİ 96- “İstikraz” borç alıp verme muamelesi, yalnız misliyat1ta, ya-ni altın ve gümüş gibi mevzunat “yani tartılan şeyler” ile, buğday, arpa gibi me'kilât'ta, yani “ölçü ile alınıp verilen” ve yumurta, ceviz gibi taneleri arasında kıymetlerini değiştirecek derecede farklılık bulun-mayan adediyatta, yani “sayılarak alınıp verilen şeylerde” geçerli olur. Hayvan ve el örgüsü, el dokuması gibi kıyemîyât2ta olmaz. 97- Gerek altından, gümüşten ve benzeri madenlerden olan nakit paralar ve gerek diğer tartılan veya ölçülen şeyler, daha sonra yalnız misil “denk, aynı”ları alınmak üzere borç olarak alınıp verilebilir. Buna, “karz-ı hasen” denir ki, sosyal bir yardım olduğundan büyük bir sevaptır. Fakat bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart edilmiş olursa bu, bir faiz meselesi olur ki, bu da riba hükmündedir. Mukriz’in, yani borç verenin bir veya birden fazla ortaklardan ibaret olması arasında fark yoktur. 98- Borç alınan şeyler, daha sonra kendi misilleriyle ödenir. Me-selâ, borç alınan bir altın akçe, yine bir altın akçe ile ve bir miktar buğday yine o miktar buğday ile fazla bir şey verilmeksizin ödenir. Şu kadar var ki borç alınan akçe meselâ, kağıt para, daha sonra bulunmasa veya geçmez bir hale gelse - fetva verilen görüşe göre- son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenmek lâzım gelir. 99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka bir şeyin tamamını veya bir miktarını borçlusuna bağışlayabilir. Borç alan da aralarında bir şart bulunmaksızın kendisine borçlu olduğu kimseye hediye verebilir. Kısacası borç alma-vermelerde iki taraftan birine şart koşulan bir menfaat helâl değilse de, şart koşulmayan bir menfaat helâldir. Bu se-beple bir borçlu, borcunu ödemekle beraber kendiliğinden şu kadar kuruş da bir âdet neticesi olmaksızın fazla verse bu, helâl olur. 100- Bir kimsenin bir parayı başka bir yerde bulunan bir şahsa ödemek suretiyle borç alması mekruhtur. Fakat böyle bir parayı aralarında bir şart bulunmaksızın borç verenin izniyle başka bir yerde bulunan bir şahsa götürüp vermesi mekruh değildir. Hattâ böyle bir şart ve âdet bulunmaksızın biraz da fazla bir şey vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir hibe olmuş olur. 1 Çarşı ve pazarda aynı fiyatta kendi gibisi bulunan şeydir, standart olan mallar. 2 Çarşı ve pazarda dengi bulunmayan yahut bulunsa da fiyatça farklı olan şeydir. Standart olmayan mallar. Yazma kitaplar, el yapısı kaplar, kullanılmış arabalar, eski paralar gibi, nâdir eşya halini almış \"misliyyattan\" olan şeyler de kıyemiyyattan sayılır. www.mehmettaluhoca.com
101- Bir kimsenin bir şahsa, meselâ bir tüccara her ay veya her sene kendisine şu kadar meblâğ vermek üzere bir miktar para vermesi caiz değildir. O meblâğ, bir ribâ olmuş olur. Fakat muayyen miktar parayı muayyen bir işte kullanıp elde edilecek kârından kendisine muayyen bir miktarının, meselâ üçte birinin veya yarısının verilmesi şartıyla vermesi caizdir. Çünkü bu, şirket “ortaklık” muamelesi demektir. Bu halde o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde ortak olması lâzım gelir. 102- Komşular arasında ekmekler, gerek sayı ve gerek tartı itibarıyla borç alınıp verilebilir. Bu hususta teamül “gelenek” mevcut olup, müsamaha geçerlidir. Bu, İmam Muhammed'in görüşüdür. Fetva da bu şekildedir. 103- Faizin dinen haram kılınmasında bir çok hikmetler vardır. Bir kere muhtaç bir kimseye verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması, sosyal yardım vazifesine aykırıdır. Sonra bir paranın bu şekilde artırılması, çok kere şahsın iktisadî faaliyetini azaltır, kendisini tembelliğe sevk edebilir. Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir kazanç elde edip etmeyeceği mııhakkak değildir, bilakis muhtemeldir. Çok kere alınan borç paralar lüzumsuz yere sarf edilerek karşılığında bir çok zararlara katlanmak lâzım gelir. Rehin verilen nice kıymetli malların bu yüzden hiç pahasına elden çıktığı daima görülür. Halbuki verilecek fazla miktar, kesinleşmiş muayyen bir maldır. Bu sebeple muhtemel, düşünülen bir kazanç, kesinleşmiş bir mala karşılık olamaz. Esasen katî bir lüzum görülmedikçe borç almamalıdır. Borç huzuru, rahatı kaçırır, hürriyeti kısıtlar. Borç verecek bir halde bulu-nanlar da ellerinden gelen yardımı muhtaçlardan esirgememelidirler, sadece ALLAH rızası için, karz-ı hesen suretiyle borç verip mükâfatını ALLAH Tealâ'dan beklemelidir. Yerine sarf edilen bir borç para, sadakadan daha faziletlidir. Bununla beraber borç alacaklar da emin, sözünde durur, ilk fırsatta borçlarını vermeye azimli olmalıdırlar. Bu gibi vasıflardan mahrumiyet, yardım vazifesini bozmaktadır. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA YAPILMALARI CAİZ OLMAYAN ŞEYLER 104- Ferdlerin ve toplumun selâmetine, iffet ve temizliğine, saa-detine muhalif olan şeyler, İslâm dininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması dünyevî veya uhrevî mesuliyeti gerektirmektedir. Bunlara “günah, masiyet, ism” denir. 105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz değildir. O gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama olmadıkça yardım etmek de caiz değildir. Meselâ bir kimse, bir şey çalamaz. Bu haramdır, cezayı gerektirir. Bir şeyin çalınmasına razı da olamaz, yardım da edemez. Bu da haramdır, yasaktır. 106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek yerine göre ya haram veya mekruh olur. Bu, şer'i şerifte bir asıldır. Buna binlerce mesele, dayanabilir. Meselâ bir şahıs, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal alamaz. Bu, rüşvettir, haramdır. Bu sebeple bir haksızlığı geçerli kılmak için bir mal da veremez ve böyle bir malın verilmesine vasıta da olamaz. Bunlar da haramdır, yasaktır. Çünkü böy-le alınması yasak olan bir şeyin, verilmesi de, verilmesine delâlet edil-mesi de haramdır, yasaktır. Nitekim bir hadîs-i şerif: “ ”ﻟَﻌَﻦَ اﷲُ اﻟﺮﱠاﺷِﻲَ وَاﻟْﻤُﺮْﺕَﺸِﻲَ وَاﻟﺮﱠاﺋِﺶَ ﻳَﻌْﻨِﻰ اﻟﱠﺬِى ﻳَﻤْﺸِﻲ ﺑَﻴْﻨَﻬُﻤَﺎ “ALLAH Teâlâ rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasın-da rüşvete vasıta olana da lanet buyursun.”1 mealindedir. 107- Bir kimse, kendisine miras bırakan şahsın gayrimeşru bir sebeple elde etmiş olduğu bir malından miras hissesi almamalıdır. Daha iyi olan budur. Bu, bir vera “sakınma” ve zühd “terk etmek” faziletidir. O hisseyi almak, meşru olmayan bir harekete razı olmak demektir. Bu sebeple insan, helâl ve meşru olan hisse ile yetinmeli, o mal asıl sahibi malûm ise, ona geri verilmelidir. Malûm değilse fakirlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle haram bir maldan kurtul-manın çaresi, sahibine geri vermek imkansız olunca, sadaka olarak vermektir. 108- Alacağı bir gıda maddesini gayrimeşru bir hale getireceği veya alacağı genç bir köleye fena 1 Deylemi, Firdevs; No:5438; 3/463 www.mehmettaluhoca.com
muamelede bulunacağı veya satın alacağı silâhı fitneye âlet edeceği anlaşılan bir kimseye bunları satmamalıdır. Bu satış, tenzihen de olsa, mekruh olmaktan uzak değildir. Fihrist’e dön YENİLMELERİ VE İÇİLMELERİ HELÂL OLUP OLMAYAN ŞEYLER 109- Eşyada yenilip ve içilmek itibarıyla asıl olan mübah olmak-tır. Bütün eşya, esasen insanların istifadeleri için yaratılmıştır. Bu se-beple aslında temiz olan, akla ve sıhhate zararlı olmayan bir kısım hay-van etleri, buğday, arpa, pirinç gibi hububat denilen şeyler, sebzeler, meyveler, sıvılar helâldir. Bunlar yenilip içilebilirler. Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve mas-lahata aykırı olduğu için müslümanlıkta haram kılınmıştır. 110- Hayvanlardan tabiatıyla pis olanların, dişleri ile veya tır-nakları ile kendilerini müdafaa edip başkalarına saldıranların etleri haramdır. “Yedinci kitaba müracaat!” 111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu ze-hirleyen veya herhangi bir şekilde sıhhate zararlı olan şeyleri yemek ha-ramdır. Meselâ afyon, haşhaş, esrar gibi sarhoşluk veren, aklı bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar hakkında -İslâm ahkâmına göre- tazir cezası lâzım gelir. Tazir ise, yetkili hakim tara-fından yapılacak hapis, dövme, azarlama, ikaz gibi cezalardır. 112- Sıvılardan vücuda zararlı olanları, insana sarhoşluk verenleri içmek haramdır. Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müçtehidlerin çoğuna göre haramdır. Nitekim bir hadîs-i şerifte: “ ٌ”ﻣَﺎ أَﺳْﻜَﺮَ آَﺜِﻴﺮُﻩُ ﻓَﻘَﻠِﻴﻠُﻪُ ﺣَﺮَام “Çoğu sarhoşluk veren bir şeyin azı da haramdır.”1 buyurulmuştur. Bu gibi sıvıların içilmelerindeki zararlar, herkesçe malûmdur. Bu haram içeceklerin toplum bünyesinde açtığı yaralar pek acıklıdır. Bunların uhrevî mesuliyetleri ise, pek şiddetlidir. Hele “hamr = şarap” denilen içkinin bir damlasını bile içmek, icma ile haram olup şer'an had2 denilen cezayı gerektirmekdir. Kısacası bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek fertlerin ve gerek toplumun selameti için pek lâzımdır. 113- Temiz içecekler, sadece bozulmakla haram olmaz. Ancak vücuda zararlı bir hale gelmiş olursa, o zaman haram olur. Etler ise, kokunca, yiyilmeleri haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bozulup keskinleşince temizliğini kaybetmiş ve bu sebeple yenilmesi haram olmuş olur. 114- Hamamların pis sularını ve benzeri şeyleri sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur. Fakat bu gibi pis sular ile sulanan bahçelerin seb-zelerini yemek haram değildir. Bir çok fıkıh alimlerine göre mekruh da değildir. İnsan pisliğini satmak mekruhtur. Fakat başka maddeler ile karış-tırılmış olan pisliğini ve herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir. 115- Temiz olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybe-den kokmuş etleri ve benzeri şeyleri, etleri yenilen hayvanlara yedirmek caiz değildir. 116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan, dinen az kabul edilen bir sıvı, temizliğini kaybederek içilmesi haram olur. Dinen çok kabul edilen bir sıvı da içine düşen temiz olmayan bir şey ile rengini veya tadını veya kokusunu kaybedince temizlikten çıkmış, içil-mesi haram olmuş olur. “İkinci kitaba müracaat.” 117- Yukarıda haram oldukları yazılan şeylerden her biri li aynihi “bizzat kendisi” haramdır. Bir de li gayrihi “başka bir sebeple” haram olan şeyler vardır ki onlar da başkalarına ait olan mallardır. Şöyle ki, bir kimse için başkasının bir malını rızası olmaksızın haksız yere almak, meselâ yiyeceğini veya suyunu yiyip içmek haramdır. Aksi takdirde mal hürriyeti kalmaz. İnsanların toplum halinde 1 Ebu Davud; Eşribe: 5; No:3681; 2/352, Tirmizi; Eşribe:3; No:1865; 4/292, Nesâi; Eşribe:25; No:5607; 8/300, İbn-i Mace; Eşribe:10; No:3393; 2/1125, A. b. Hanbel; No:5616; 2/91 2 Bizzat ALLAH Teâlâ tarafından belirlenmiş, miktarı belli cezalar. Şarap içene kâdı tarafından 80 sopa vurulur. www.mehmettaluhoca.com
mülkiyet ve tasarruf haklarına sahip olarak yaşamalarına imkân bulunmaz. 118- Bir baba, muhtaç olmadıkça tabiatı kötü olan evlâdının malı-nı kendi kendine alıp yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa da iyi olan evlâdının malını alıp yiyebilir. Bir hadîs-i şerifte: َاَﻥْ ﺖَ وَﻣَﺎﻟُ ﻚ َ“ِﻻَﺑِﻴﻚSen de, senin malın da babanındır”1 diye buyurulmuştur. 119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip, içmek, kullanmak caizdir. Hattâ Peygamber (S.A.V) Efendimiz: “ ُ”ﺕَﺪَاوَوْا ﻳَﺎ ﻋِﺒَﺎدَ اﷲِ ﻓَﺎِنﱠ اﷲَ ﺕَﻌَﺎﻟَﻰ ﻟَﻢْ ﻳَﻀَﻊْ دَاءً اِﻻﱠ وَﺽَﻊَ دَوَاءً ﻏَﻴْﺮَ دَاءٍ وَاﺣِﺪٍ اَﻟْﻬَﺮَم “Ey ALLAH'ın kulları! Tedavîde bulununuz. Çünkü ALLAH Tealâ bir hastalık yaratmamıştır ki, illâ onun için bir deva, bir ilâç da yaratmıştır. Yalnız bir hastalık müstesna ki, o da ihtiyarlıktır.”2 diye buyurmuştur. Bu sebeple bir çok hastalıklar, tedavi sebebiyle yok olur. İlahi ka-nun böyle olmalıdır. Bununla beraber şifayı tedaviden değil, ALLAH Tealâ’dan bilmelidir. 120- Helâl, temiz olmayan şeyler ile tedavide bulunmak, esasen caiz değildir. Şu kadar var ki, bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilâç bulunmadığı takdirde müslüman, âdil bir doktorun göstereceği lüzum üzerine caiz olabilir. Şöyle ki bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir zafi-yetin tedavisi için mubah bir ilâç bulunmazsa, böyle bir doktorun “şifa ümidi vardır” diye tavsiyesi üzerine li aynihi “bizzat kendisi” haram bir şey ile zaruret miktarı tedavi caiz olur. Fakat sadece görünürde bir menfaat düşüncesiyle, meselâ, yalnız kilo almak arzusu ile böyle bir ilâcı kullanmak caiz değildir. Bunda te-davi mahiyeti yoktur. Bunun haram olduğunda ittifak vardır. Görülen lüzum üzerine bir uzvunda ameliyat yapılacak bir kim-seye aklını giderecek temiz bir ilâç içirilmesinde de bir sakınca görül-memektedir. Fihrist’e dön YİYİP İÇME MİKTARI VE BUNLARIN ÂDABI 121- Ölmeyecek miktar yiyip içmek farzdır, ki insan bu sayede oruç tutmaya ve ayakta namaz kılmaya gücü olur. Hattâ insan, kendisini ölümden kurtaracak miktar helâl bir şey bulamazsa haram olan bir şey-den o miktar yiyip içebilir. Meselâ böyle bir kimse, kendi kendine öl-müş bir hayvanın etinden yiyebilir. Yine boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka su bulamayınca kâfi miktar sarhoşluk veren bir sı-vıdan içebilir. Fakat fazlasını yiyip içemez. Çünkü zaruretler, kendi miktarlarıyla takdir olunur. 122- Bir insan için kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yiyip içmek mubahtır. Bundan fazla yiyip içmek ise, haramdır. Bunun ölçüsü mideyi bozacağına kuvvetli zan oluşacak miktardır. Bununla beraber misafirlerine riayet için veya ertesi gün tutacağı oruca kuvvetli bulunmak için biraz fazla yiyip içmekte bir sakınca yoktur. 123- Misafir için veya her birinden bir miktar yemek suretiyle ihtiyaca kâfi gıda alabilmek için sofrada çeşitli yiyecek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla beraber haddinden fazlası, israf sayılaca-ğından uygun olamaz. Sofrada çeşitli meyvelerin bulunmasında da bir sakınca yoktur. Fakat terki daha iyidir. Birden fazla, çeşitli şeyler mideyi bozabilir. Kısacası mubah olan şeyleri bir ihtiyaç bulunmaksızın çoğaltmak da israf sayılır, bundan kaçınmalıdır. Sofra üzerine lüzumundan fazla ekmek koymak gibi. 124- Ayakta su içmekte bir sakınca görülmeyebilir. Fakat yü-rürken su içilmesi, zararlı olduğundan uygun değildir. Suyu bir nefeste içmek de sıhhî bakımdan uygun görülmemektedir. 125- Farz olan ibadetleri eda için zayıf düşecek derecede yiyip içmeyi azaltmak suretiyle perhizde bulunmak caiz değildir. Fakat normal bir şekilde yapılacak bir perhiz mubahtır. 1 Neylü’l-Evtar; Nafakât:1; No:3; 6/321 2 Ebu Dâvud; Tıp:1; No:2855; 2/396; A. b. Hanbel; No:17987; 4/278; El-Mu’cemü’l- Kebir; No:483; 1/184 www.mehmettaluhoca.com
126- Yiyip içmenin adabına gelince, yemekten evvel ve sonra eller yıkanmalıdır. Bir hadîs-i şerîf: “Yemekten evvel el yıkamak bir hasenedir, yemekten sonra ise, iki hasenedir, iki kat sevabdır.”1 meâlindedir. 127- Cünüp olan erkekler ve kadınlar için ellerini ve ağızlarını yıkamadan yiyip içmek mekruhtur. Âdet gören kadınlar için de yemek-ten evvel ağızlarını yıkamak daha iyidir. 128- Yemeklerin evvelinde “Besmele-i şerife”yi okumalı, sonun-da da “Elhamdülillah” demelidir. Bu nimeti bize veren, bu nimetten is-tifade kuvvetini bize ihsan buyuran Kerîm ve Rahîm olan ALLAH'ımızı bu vesile ile de tazim etmelidir. Yemeğin evvelinde besmele unutulursa sonunda: “Bismillâhi âlâ evvelihi ve âhirihi = yemeğin evveline de sonuna da bismillah “ denilmelidir. 129- Yemeğe başlarken besmeleyi sofra başında bulunanların işi-tebilecekleri bir tarzda okumalıdır. Bu, bir telkin etme, bir hatırlatma demektir. Fakat yemek sonunda işitilecek bir ses ile “Elhamdülillah” denilmesi uygun değildir. Ancak sofrada bulunanların hepsi de yemek-lerini bitirmiş olurlarsa, o zaman denilebilir. 130- Yemeklere az bir tuz ile başlamak, tuz ile bitirmek fay-dalıdır, sünnettir. Ekmek parçalarına hürmet etmeli, bunların üzerine tuzluk ve benzeri şeyleri koymamalıdır. Bunlara parmakları, ağzı, bı- çakları silip atmamalıdır. Yemekler de pek sıcak olarak yenilmemelidir, koklanmamalıdır, yemeklere ve sulara üflenmemelidir. Bunlar adaba aykırıdır. 131- Yemek esnasında sükut edilmesi mekruhtur. Yemek yerken sâlih zatların menkıbeleri anlatılmalıdır, güzel bir şekilde konuşul-malıdır. Hele misafirlerin yanında ev sahibinin fazla sükut etmesi hiç uygun değildir. Ev sahibi, misafirlerin yanından ayrılmamalı, onların yanlarında hizmetçisine darılmamalı ve misafirlerine bizzat hizmet et-mek güzelliğini de esirgememelidir. Yemek arasında misafirlerine ısrar etmeksizin “buyurunuz” demeyi de unutmamalıdır. Bu, bir müstahaptır. 132- Ev sahibi kendilerine ziyafet verdiği zatlar ile beraber onlara ağırlık verecek kimseleri bulundurmamalıdır. Misafirler de ev sahibinin rızası malûm olmadıkça, başkalarını ziyafete beraberlerinde getirme-melidirler. Ve ziyafetten sonra ev sahibinden müsaade istemedikçe ve “ALLAH'a ısmarladık” veya “ALLAH'a emanet olunuz” gibi bir duada bulunmaksızın çıkıp gitmemelidirler. Fihrist’e dön GİYİLMELERİ, KULLANILMALARI LAZIM VE CAİZ OLUP OLMAYAN ŞEYLER 133- Her müslüman için avret mahallerini örtecek kendisini sıcaktan, soğuktan koruyacak miktar elbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacaklarının yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının yüzlerine kadar uzamalı, kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır. Erkeklerin elbisesi, kırmızı veya sarı renkte olmamalı, siyah veya beyaz renkte olmalıdır. Bu renkler, müstehabdır, yeşil renk de sünnete uygundur. 134- Elbise, ne fevkalâde değerli, ne de son derece adi olmalı, bilakis orta bir halde bulunmalıdır. Çünkü her şeyin orta halde bulun-ması hayırlıdır. Bununla beraber ALLAH Tealâ'nın verdiği nimeti gös-termek için bir zinet olmak üzere kâfi miktardan fazla elbise edinmek müstehaptır. Peygamber (S.A.V) Efendimiz: \"َ\"أَﻥْﻌِﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﻥَﻔْﺴِﻚَ آَﻤَﺎ أَﻥْﻌَﻢَ اﷲُ ﻋَﻠَﻴْﻚ “ALLAH Tealâ sana inam ettiği gibi, sen de kendine in'am et”2 buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte de: \"ِ\"إَنﱠ اﷲَ ﻳُﺤِﺐﱡ أَنْ ﻳَﺮَى أَﺙَﺮَ ﻥِﻌْﻤَﺘِﻪِ ﻋَﻠَﻰ ﻋَﺒْﺪِﻩ “Şüphe yok ki ALLAH Tealâ nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.”3 buyurulmuştur. 135- Cuma günlerinde, bayramlarda, cemiyetlerde süslenmek için güzel elbise giyinmek mubahtır. 1 Deylemi, Firdevs; No:7241; 4/426 2 Beyhaki Şuabu’l-İman; No:6198; 5/162 3 Beyhaki Şuabu’l-İman; No: 6196-6200; 5/162 www.mehmettaluhoca.com
Fakat böyle elbise ile devamlı süslenip durmak uygun değildir. Bu, bir gurur eseri olur ve çok kere muhtaç olanların kinine sebep olur. Kibirlenmek ve böbürlenmek için elbise giyinmek ise, mekruhtur. 136- Kibirlenmek maksadıyla yapılan her şey mekruhtur. İnsan-lığa yakışmaz. Bu sebeple başkalarına karşı böbürlenmek, zorba tavrı takınmak maksadıyla pek kıymetli elbiseler giyilmesi veya pek yüksek binalar yaptırılması mekruh olmaktan uzak olamaz. Hele böyle bir ha-reket, israf derecesine varırsa, harama dönmüş olur. Akıllı olan kimse, sadece bir gurur için, sadece bir gösteriş için israfa düşmez, parasını lüzumsuz şeylere sarfederek iktisada, ihtiyata muhalefette bulunmaz. Başkalarına kötü örnek olarak toplum hayatında gedikler açılmasına sebebiyet vermez. 137- Fakirlerin veya orta halli kimselerin, fazla zenginleri taklit ederek israfa düşmeleri caiz değildir. Bu, pek acınacak bir haldir. Bir zengin için giyinilmesi mubah olan bir elbise, bir fakir hakkında mek-ruh, hattâ haram olabilir. Herkes haline, servetine göre hareket etmeli, mukadderata razı olmalı, meşru şekilde hayatını tanzime çalışmalıdır. 138- İpek kumaşlardan elbise giyinmek, kadınlar için caizdir, erkekler için caiz değildir. Beden ile ipek elbise arasında başka bir giysi bulunsun bulunmasın, müsavidir. Fakat yalnız uzatmaları ipek olan ve-ya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar, kenarlar bulu-nan kumaşlardan elbise giyinmek erkekler için de caizdir. Bir de erkek-lerin harb halinde kalın ipekli elbise giyinmeleri, İmameyn'e göre caiz-dir. Bu gibi elbiseler, mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç darbelerine karşı dayanıklı bulunur. 139- Erkekler için ipek kumaşlar, ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da ipekli, altın sırmalı kumaşlar giydirmek mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat bir erkek, ağrıyan gözüne ipekli bir mendil bağlıya-bilir. Bunda bir sakınca yoktur. 140- İpekli eşyadan, başka şekilde istifade etmek caizdir. Meselâ ibrişimden dokunmuş bir seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir mekruhluk yoktur. Aynı şekilde ev içini ipekli kumaşlar ile bezemek de caizdir. Yeter ki bir böbürlenme-övünme için olmasın. Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak, ya-taklarda yatmak da İmam-ı A'zam'a göre helâldir. 141- Üzerinde “MâşâALLAH”veya “Elmülkü lillâh” gibi bir ibare işlenmiş bulunan bir seccadeyi veya herhangi bir döşemeyi yere sermek mekruhtur. Hatta harflerin araları açılmış, bazı harflerin üzerlerine örgü örülmüş olsa bile. Çünkü tek tek harflere de hürmet lâzımdır. Harfler-deki bitişikliği gidermekle mekruhluk yok olmaz. 142- Altın ile, gümüş ile ve benzeri mücevherat ile kadınların süslenmeleri caizdir. Erkekler ise, zinet maksadıyla olmaksızın gü-müşten halkalı mühür kullanabilirler. Ve zinet için de olsa, gümüşlü kemer, altın yaldızlı, işlemeli kılıç kuşanabilirler. Fakat altından, demir-den, tunçtan, şişeden, taştan halkalı mühür kullanamazlar. Bu haramdır. Mühürde itibar kaşa değil, halkayadır. Kaşı taştan, akikten yakut-tan ve benzeri şeylerden olabilir. Şu kadar var ki, bir ihtiyaç görülme-dikçe mühür kullanılmaması daha faziletlidir. 143- Sadece bir zinet için evde altın ve gümüş kaplar, tablalar benzeri şeyler bulundurmak caizdir. Fakat altın veya gümüş kaplardan yemek yenilmesi, su içilmesi, yağlanılması, güzel kokulu bir şey sürül-mesi erkeklere de, kadınlara da mekruhtur. Gümüş veya altın kaşık ile yemek yenilmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem, hokka kullanmak da mekruh olmaktan uzak değildir. Şu kadar var ki, altın veya gümüş kaptaki bir yemeği ve benzeri başka bir kaba naklettikten sonra yemekte, içmekte, kullanmakta bir mekruh-luk yoktur. Aynı şekilde gümüşle süslü kaplardan su içilmesi de mekruh değildir. Yeter ki, gümüşlü tarafı ağıza alınmasın. 144- Kalaysız bakır, tunç kaplardan yemek yenilmesi mekruhtur. En iyisi toprak cinsinden olan kaplardır. Şişeden, billurdan, akikten ya-pılmış kapların kullanılmasında da bir mekruhluk yoktur. Bunların temizlenmesi kolaydır. Bunlar sıhhî bakımdan madenî kaplara tercih edilmiştir. 145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak caizdir. Fakat altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı A'zam'a göre caiz değildir. İmam Mu-hammed'e göre ise, her ikisi ile de bağlamak caizdir, bunda bir sakınca yoktur. Bir görüşe göre İmam Ebu Yusuf'un içtihadı da böyledir. www.mehmettaluhoca.com
Aynı şekilde çıkan bir dişi yerine iade ederek, gümüş veya altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı A'zam'dan bir rivayete göre mekruhtur. Bu diş, ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine besmele ile boğazlanmış bir koyun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun yerine gümüşten bir diş de edinilebilir. Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre çıkan bir dişi yerine iade ederek gümüş veya altın bir tel ile bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. İmam-ı A'zam'ın da dişin iade e-dilmesi görüşünde olduğu İmam Ebu Yusuf'tan rivayet edilmiştir. İmam Muhammed'e göre ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş yaptırılabilir. Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine, altından burun yapılabilir. Fena koku yapacağı için gümüşten yapılmaz. 146- Nazar değmesin diye çocukların elbisesine boncuk işlenme-si, nazarlıklar takılması caiz değildir. Bunlar cahiliyyet devrine âit bir âdettir. Fakat ekin tarlalarında, bostanlarda birer değnek üzerine hayvan kafası takılmasında bir mahzur yoktur. Bunlar, hem birer korkuluktur, bazı zararlı kuşların, hayvanların buralara gelip sokulmalarına mâni olur, hem de göz değmemesine bir sebep olabilir. Çünkü “isabet-i ayn” denilen göz değmesi çok kere vakidir. İnsana da, hayvana da, mala da isabet edebilir. Bu sebeple tarlaya, bostana bakacak kimselerin gözleri ilk evvel bu yüksek korkuluklara dokunur. Artık ondan sonra ekinlere vesaireye dokunmasında bir zarar kalmayabilir. 147- Nazardan ALLAH Tealâ'ya sığınmalıdır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz buyurmuştur ki: \"\"َإ َذا َرَأى َأ َﺣ ُﺪ ُآ ْﻢ ِﻣ ْﻦ َأ ِﺧﻴ ِﻪ َأ ْو ِﻣ ْﻦ ِﻥْﻔ ِﺴ ِﻪ َأ ْو ِﻣ ْﻦ ِﻣﺎِﻟ ِﻪ ﻣَﺎ ُﻳ ْﻌ ِﺠُﺒ ُﻪ َﻓْﻠُﻴَﺒﺮﱢ ْآ ُﻪ َﻓِﺈ ﱢن اْﻟ َﻌْﻴ َﻦ َﺣ ﱞﻖ “Kendisinin veya kardeşinin bir şeyi bir kimsenin hoşuna gidince bereketle dua etsin. Çünkü göz deymesi haktır.”1 Bereketle dua ise, şöyle yapılır: \"ِ\"ﺕَﺒَﺎرَكَ اﷲُ أَﺣْﺴَﻦُ اﻟْﺨَﺎﻟِﻘِﻴﻦَ أَﻟﻠﱠﻬُﻢﱠ ﺑَﺎرِكْ ﻓِﻴﻪ “TebarekALLAH’ü ahsenü’l-halikine. ALLAH’ümme barik fîhi.”2 “Yapıp yaratanların en güzelini yapan ALLAH ne yücedir! “Ne güzel yaratmış!” Ey ALLAH’ım ona bereket ihsan eyle.” Bizlerce “MaşaALLAH, Tebarekâllah = ALLAH'ın dilediği oldu, ALLAH bereketli kılsın”denilmesi yaygındır. Bir hadîs-i şerifte de: \"ُ\"ﻣَﻦْ رَأَى ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻓَﺄَﻋْﺠَﺒَﻪُ ﻗَﺎلَ ﻣَﺎ ﺷَﺎءَ اﷲُ ﻻَ ﻗُﻮﱠةَ إِﻻﱠ ﺑِﺎﷲِ ﻟَﻢْ َﻳﻀُﺮﱠﻩ “Her kim hoşuna giden bir şeyi görünce: “ ِ = ﻣَﺎ ﺷَﺎءَ اﷲُ ﻻَ ﻗُﻮﱠةَ إِﻻﱠ ﺑِﺎﷲMaşaALLAH. Lâ kuvvete illa billah = MaşaALLAH kuvvet yalnız ALLAH'ındır”3 derse ona göz zarar vermez.”4 diye buyurulmuştur. Fihrist’e dön LUKATA (KAYIP EŞYA)LARIN MAHİYETİ VE HÜKÜMLERİ 148- Bir yerde bulunup sahibi bilinmeyen kayıp bir mala “lu-kata” denir. Bunu o yerden alıp kaldırmaya “İltikat”, bunu alıp kaldı-ran kimseye de “Mültekit” denilir. Başkalarının rızaları olmaksızın mallarını ellerinden haksız yere almak haram olduğu gibi, lûkataları da alıp benimsemek haramdır. 149- Bir kimse, bir yerde bir lukata, meselâ bir miktar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek üzere oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisine mal edinmek için alıp kaldıramaz. Bu, bir gasp sayılır. 150- Lûkataları alıp kaldırmak hususunda şu gibi hükümler vardır: 1 A. b. Hanbel; No:15273; 3/447 2 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid; 5/109 3 Kehf sûresi: 39 4 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid; 5/109 www.mehmettaluhoca.com
1- Görüldüğü yerde bırakıldığı takdirde zayi olmasından korkul-mayan bir lukatayı alıp kaldırmak mübahtır. 2- Terkedildiği takdirde zayi olması ihtimali bulunan bir lukatayı alıp sahibi için saklamak mendubtur. 3- Zayi olacağından korkulan bir lukatayı alıp saklamak vacibtir. 4- Herhangi bir lukatayı sahibine vermeyip kendisine mal edin-mek maksadı ile almak haramdır. 151- Bir kimse, bir lukatayı bulunca, bunu sahibine vermek üzere aldığına başkalarını şahid tutar, sonra sahibi ortaya çıkar da kendisine ait olduğunu isbat edince, ona teslim eder. Sahibine verilmek üzere baş-kalarını şahit tutarak alınıp saklanılan bir lukata, mültekit “bulanın” yanında bir kusuru olmaksızın zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi icap etmez. 152- Lûkataları hükümete teslim etmek de caiz olabilir. Hele zimmî “gayrimüslim vatandaş”lara ait olduğu anlaşılan lukatalar, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri ortaya çıkarsa, kendilerine aynen ve satılmışlar ise, bedelen iade edilir. Ortaya çıkmazsa, toplum menfaatine sarf olunur, 153- Mültekit, kendisindeki lukatayı münasib bir şekilde ilân eder ve lukatanın kıymetine göre münasib bir müddet bekler. Sahibi ortaya çıkmazsa, fakirlere sadaka olarak verir, kendisi fakir ise, bundan istifade edebilir. Fakat daha sonra sahibi ortaya çıkarsa, bedelini borçlu olur (öder). Sahibinin aramayacağı belli olan pek kıymetsiz şeylerde ise, bir müddet beklemeye lüzum yoktur. Bir kuruş, bir meyve, bir âdi mendil gibi. 154- Yollarda, bahçelerde, ağaçların altlarında bulunan başaklar, meyveler hakkında da lukata hükümleri geçerlidir. Bununla beraber bu hususta tafsilât vardır. Şöyle ki: Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen meyveler, sahipleri tarafından açıkça veya âdet üzere delâleten serbest edilmiş ise, alınıp yenilebilir, yoksa yenilemez, haramdır. Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz ve benzeri şeyler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise, sahiplerinin açıkça izinleri bulunmadıkça alınamaz. Çabuk bozulacak şeylerden ise, tercih edilen görüşe göre açıkça veya âdet üzere men edilmemiş olunca, alınıp yenilebilir. Diğer bir görüşe göre de sahiplerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenilemez. Bu vaziyet köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise, sahiplerinin izinleri bilinmedikçe alınıp yeni-lemez. Fakat bozulacak şeylerden ise, tercih edilen görüşe göre men edildiği açıkça belli olmadıkça alınıp yenilebilir. Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince bunlar, her nerede bulunurlarsa bulunsun sahiplerinin izinleri olmadıkça, daha faziletli olan alınıp yenilmemesidir. Ancak pek bol olup da yenilmeleri sahiplerine ağır gelmezse, o halde o meyvalardan bir miktar alınıp, orada yenilebilir. Fakat toplanıp başka bir yere götürülemez, bu caiz değildir. 155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyvaları çok olsa da, toplayıp yemek caizdir. Çünkü bunlar, bu halde bırakılırsa, çabuk bozu-lurlar, bunları toplamaya delâleten izin vardır. Fakat böyle bir su üze-rinde bulunan ağaçlara gelince bakılır. Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetli bulunmayacak şeyler ise, alınmaları helâl olur. Fakat kıymetli bulunacak şeyler ise, helâl olmaz, haklarında lukata “kayıp eşya” muamelesi yapılır. 156- Bahçelerin, bostanların içinde, duvarların dibinde değil de, başka yerlerde dağınık veya toplu olarak bulunan meyvalar hakkında da lukata hükmü geçerli olur. Bunlar malûm ise, sahibine, değilse fakirlere verilir. Bunları bulan fakir değilse, bunlardan istifade edemez. 157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisiyle istifade olunacak şeyler ise, bunları, onun-bunun topla-yıp alması caiz değildir. Aksi takdirde kıymetini sahibine borçlu olurlar. Fakat istifade olunmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri lâzım gelmez. 158- Ekin tarlalarında veya karpuz, hıyar bostanlarında ekinler alındıktan ve karpuzlar, hıyarlar toplandıktan sonra başkalarının topla-malarına âdeten izin verilmiş olan başak ve benzeri döküntülerini onun-bunun toplamaları caizdir. 159- Sünnet veya düğün cemiyetlerinde şeker veya para serpmek-te bir sakınca yoktur. Bu serpilen şeyleri hazır bulunanlar, alıp toplaya-bilirler ve bunları almak için avuçlarını veya eleklerini www.mehmettaluhoca.com
açan kimselerin avuçlarına veya eteklerine düşen şeyler kendilerine ait olur. Bu sebeple bunları başkaları alamazlar. Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA EĞLENCELERİN, MÜSABAKALARIN HÜKMÜ 160- İslam dininde meşrû eğlenceler, mübahtır. Lehv ve leab denilen bir takım zararlı, faydasız eğlenceler ise, caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır, bir kısmı da tahrimen mekruhtur. Bunlar, aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise, pek kıymetlidir, daima faydalı şeylere sarf edilmelidir. Zararlı, faydasız şeylere sarf edilmesi, doğru olamaz. Meselâ kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe ma-lûmdur. Kumar yüzünden ferah bulmuş kimse gösterilemez, fakat ku-mar yüzünden mahvolmuş, perişan olmuş, kederler, elemler içinde kalmış binlerce kimseler, aileler gösterilebilir. Tavla, satranç gibi oyunlar da tahrimen mekruhtur. Bunlar, kıy-metli vakitlerin ziyanına sebep ve kumara sevkedeceği için iyi şeyler değildir. Yalnız İmam Şafiî Hazretleri ve bir rivayete göre İmam Ebu Yusuf Hazretleri de satrancın mübah olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu mübahlık, satrancın kumar yoluyla oynanmadığı ve bir farz-vâcib vazifenin yapılmasına mâni olmadığı takdirdedir. Yoksa ittifakla haramdır. 161- Bir hadis-i şerife göre: \"ِ\"آُﻞﱡ ﻟَﻬْﻮِ اﻟْﻤُﺴْﻠِﻢِ ﺣَﺮَامٌ اِﻻﱠ ﺙَﻼَﺙَﺔً ﻣُﻼَﻋَﺒَﺘُﻪُ اَهْﻠَﻪُ وَﺕَﺄْدِﻳﺒُﻪُ ﻟِﻔَﺮَﺳِﻪِ وَﻣُﻨَﺎﺽَﻠَﺘُﻪُ ﺑِﻘَﻮْﺳِﻪ “Müslümanın her oyunu haramdır, yalnız üç oyun müstesna; bun-lar, ailesi ile eğlencesinden, atını terbiye ve eğitmesinden ve ok atma oyunundan ibarettir.”1 Bunlar meşru, faydalı birer eğlencedir. Aile ile eğlence, aile hayatının bir sevgi ve neşe içinde devamına yardım eder. Binek hayvan-larını eğitip ve yetiştirmek ile silâh oyunları da cihad bakımından pek lüzumlu olup İslâm yurdunun müdafaasına hizmet eder. Bu sebeple bunlar, bu kıymetli gayelerinden dolayı caiz bulunmuştur. 162- Eğlence maksadı ile ve kumar şeklinde değil de, harb için idman yapmak ve kuvvet kazanmak maksadıyla yapılan bir kısım müsa-bakalar, caizdir. Bunlar ile birer meşru gaye takib edilebileceği için bunlar, lehv ve leab “boş eğlence” sınıfından sayılmaz. Bunlar birer spordur, cihad için hazırlıktır. Güreşler, silâh atmalar, piyade ve at, deve gibi binek hayvanlarıyla süvari olarak yapılan yarışlar bu kıs-mındandır. Bu müsabakalarda bulunanlara bahşiş olarak bir para, bir hediye verilmesi de caizdir. Bunlar, cihad sebeplerini temin etmek için bir teşvik mahiyetindedir. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA İNSANLARIN HAYATÇA VE ORGAN-CA KORUNMA ALTINDA OLMALARI 163- İnsanların bizzat kendileri ve uzuvları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da her türlü saldırıdan korunmuş, hürmet edilmeye lâyıktır. Bu sebeple herhangi bir insanın hayatına haksız yere kas-tedilmesi haramdır, bir cinayettir. Aynı şekilde bir insanın herhangi bir uzvunu, kendi hayatına ait bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek, yaralamak da haramdır, bir suçtur. Nitekim bir insanı hadım yapmak, haksız yere dövmek de caiz değildir. 164- İnsan, muhterem yaratılmış bir varlık olduğundan onun âza-sından hiç biriyle koparılarak faydalanılamaz. Onun herhangi bir parçası: meselâ saçları, tırnakları veya çıkmış dişleri satılamaz, bunları gömmek lâzım gelir. Bu sebeple bir kadının saçları alınıp başka bir ka-dının saçlarına ilâve edilemez. Böyle bir hareket insanın şerefine bir tecavüzdür, bir çeşit sahtekârlıktan ibarettir ve diğer bir insanın bir parçasıyla faydalanmak mahiyetindedir. Hattâ bir kadın, kendi saçlarına kendisinin dökülmüş olan saçlarını da ilâve edemez, bu mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat başka temiz bir yaratığın saçlarını ilâve edebilir. 165- Yiyecek bir şey bulamayıp mecbur bir hale gelen bir insan, kendi vücudundan bir parça et koparıp yiyemez. Başka birisinin uzuv-larından birini de müsaadesiyle kesip yiyemez. Böyle bir emir ve müsaade sahih değildir. Fakat böyle zor durumda kalan bir kimse, bu-lacağı bir ölüden, hayatını 1 Fethu’l-Bâri; İsti'zan:52; No:6301; 12/366 www.mehmettaluhoca.com
kurtarabilecek miktarda yer, eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Nitekim oruç tutan bir kimse de ölünceye kadar bir şey yemezse günahkâr olur. Yine yenilecek bir şey bulunduğu halde yemeyip açlıktan ölen kimse de günahkar olur. 166- Henüz ana rahminde bulunan bir cenîni düşürmek de caiz değildir, çirkin bir iştir, bir nevi cinayettir. Şu kadar var ki henüz hayat bulmamış bir cenîn, geçerli bir zaruret sebebi ile, tıbbî bir gerekçe neticesinde düşürülebilir. Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sıhhati için ilâç içebilir. Bunun tesiri ile vaki olacak düşükten dolayı mesul olmaz. 167- Çocuk olmasın diye “azil”de bulunmak, yani meniyi cinsel organı dışarısına akıtmak uygun değildir. Hanımının rızası olmadıkça caiz olmaz. Ancak bir hastalıktan veya bir fitne fesattan korkulursa, o zaman caiz olur. Kısacası müslümanların nüfusunu azaltacak şeylere kalkışmak doğru görülemez. 168- Bir müslüman için intihar, kendi kendini öldürmek ahirette büyük azapları gerektiren bir cinayet olduğu gibi, kendi ölümünü te-menni etmek de caiz değildir. Bir kızgınlık veya geçim sıkıntısı yüzün-den ölümü temenni etmek mekruhtur. Bir hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki: “Sizden biri kendisine gelen bir zarardan, bir felâketten dolayı ölümünü mutlaka temenni edecek ise, “Ya Rabbi! Benim hakkımda hayat hayırlı ise, beni yaşat ve eğer ölüm hayırlı ise, beni öldür.” diye dua etsin.”1 169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde ameliyat yapmak caizdir. Meselâ içinde taş bulunan bir mesaneyi usulü daire-sinde yarmak veya bütün vücuda yayılacak bir hastalıktan dolayı bir uzvu kesmek caizdir, bunda bir sakınca yoktur. 170- Ölen bir kadının rahminde diri bir çocuk bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için o kadının karnını sol tarafından yarmak lâzım gelir. Aynı şekilde bir çocuk, anasının karnında enine bir vaziyet alıp çıkarılması için parça parça edilmesinden başka bir yol bulunmazsa, bu vaziyet ise, anası için bir tehlike teşkil etse bakılır. Eğer çocuk canlı değilse parça parça edilerek çıkarılır. Canlı ise, bu şekilde çıkarılması caiz görülmemiştir. Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer ma-sum bir hayat sahibini parçalamak lâzım gelecektir.2 171- İnsanlara faydalı, maddi-manevi temizliğe sebep olduğundan dolayı “Hitan=sünnet” ameliyesi, çok eski zamanlardan beri bir sünnet bulunmuştur. Malûm olduğu üzere erkek çocukların sünnet edilmelerine “hi-tan” denir. Bu, bir İslâm alâmetidir. Bunun müstehap olan vakti çocu-ğun yedinci yaşından on ikinci yaşına kadardır. Daha evvel de sünnet yapılması caizdir. Buluğ çağına eren bir kimse, sünnet edilmemiş ise, ya bizzat kendisi veya yapabilirse hanımı tarafından sünnet edilir. Bu mümkün olmayınca bir sünnetçiye müracaat olunur. 172- Müslüman olan bir gayrimüslimin ihtiyarlığı sebebi ile sünnete tahammül edemeyeceği işin ehli tarafından haber verilirse bu sünnetten istisna edilebilir. Çünkü bir özür sebebi ile vacibin bile terki caizdir. O halde sünnetin terki öncelikle olur. Fihrist’e dön HAYVANLARA MERHAMET İLE MUAMELENİN LÜZUMU 173- İslâm dininde bütün yaratılmışlara şefkatle muamele yapıl-ması, bir vazifedir. Bilhassa hayvanlara zulüm edilmeyip iyi bakılması lâzımdır. Hayvanları pek fazla yormamalıdır, dövmemelidir. Hay-vanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Tealâ'dan başka yardımcısı, müdafaa edeni yoktur. “ALLAH Tealâ'dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulm eden-ler hakkında ise, Hak Tealâ'nın gazabı pek şiddetli olacaktır.” diye buyurulmuştur. 1 Buhari; Mezra:19; No:5347; 5/2146 – Müslim; Zikir, dua, tövbe, istiğfar:4; No:2680; 4/2064 – Ebu Davud; Cenaiz:13; No:3108; 2/205 2 ÖNEMLİ NOT: Bu gibi hususlarda günün tıbbi, teknolojik gelişmelerine göre hareket edilmelidir. Sezeryanla doğum gibi. www.mehmettaluhoca.com
174- Hayvanların riayet edilecek hakları vardır. Mesela ehli hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini vaktinde vermek, tımarlarına bakmak, haklarında yumuşaklık ile, merhamet ile muamelede bulunmak lâzımdır. Her cins başka bir hizmet için yaratılmıştır. Buna muhalefet etmemelidir. Meselâ, sığır hayvanları, arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırıl-mak için yaratılmıştır, bunlara binilmemeli, bunların sırtlarına merkep-ler gibi yük yükletilmemelidir. 175- Zararlı olmayan serçe, hüdhüd gibi küçük kuşları, hayvanları boş yere öldürmemelidir. Hiç bir hayvanın yüzüne vurmamalıdır. Ve yüzünü dağlamamalıdır. Hiç bir hayvanı nişan almak için hedef tutma-malıdır, kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir. Geceler onlar için bir emniyet, bir yerleşme zamanıdır. 176- Zararlarını gidermek için yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek gibi hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiç bir hayvanı ne kadar zararlı olursa olsun, ateşe atmak suretiyle öl-dürmek caiz değildir. 177- “Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi, intikam alır” diye söylenilen sözlerin aslı yoktur. Bunların intikamından korkmak, fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA MADDÎ VE MANEVÎ TEMİZLİK 178- İslâm dini, gerek maddî ve gerek manevî, ruhî taharet ve te-mizliğe büyük bir ehemmiyet vermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılamaz. Hattâ bun-lardan her biri bir bakımdan maddî ise, diğer bir bakımdan da mane-vîdir. Abdest gibi. 179- Müslümanlıkta maddî şeyler ile kirlenen bir vücudu bir elbi-seyi, bir mekânı temizlemek bir vazife olduğu gibi, günah denilen manevî fenalıklarla kirlenmiş olan bir ruhu temizlemek de bir vazifedir. 180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır: 1- Müslümanlıkta her ne sebeple kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri ve benzeri şeyleri su ile temizlemek bir esastır. Bu temizlik işi, temizlenecek şeyin haline göre farz, sünnet veya müstehaptır. 2- Müslümanlıkta namaz kılabilmek için abdest almak ve icab edince gusl etmek farz olan bir temizlik vazifesidir. 3- Müslümanlar için yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda saç ve sakalda bulunan kirleri gidermek, saçları tarayıp bağlamak, insanların nefretine meydan vermemek, sünnet olan bir temizlik vazifesidir. 4- Her müslüman için haftada bir kere olsun vücudunu yıkamak müstehaptır. En faziletli olan Cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü Cuma müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır, o günde her yö-nüyle temiz olmak pek güzeldir. 5- Müslümanlar için uzanan tırnakları ve fazla uzanan bıyıkları kesmek müstehaptır. Sakalda sünnet olan bir tutam miktarıdır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur. 6- Kol altındaki ve kasıklardaki tüyleri yolmak veya tıraş etmek müstehaptır. Bunlar haftada veya onbeş günde bir temizlenmelidir. Kırk gün kadar hali üzerine bırakmak tahrimen mekruhtur. 7- Erkeklerin veya kadınların temizlenmek için kendilerine mah-sus hamamlara gitmelerinde bir sakınca yoktur. Umumî bir ihtiyaçtan dolayı bu, caiz görülmüştür. Yeterki avret mahallerini örtsünler. Erkek-lerin kendi aralarında, kadınların da kendi aralarında peştemal bağ-lamayarak açık bir halde yıkanmaları haramdır. Hattâ bir kimse, yalnız başına bir yerde yıkanacağı zaman bile peştemal bağlamalıdır. Edebe uygun olan budur. Tenha bir mahalde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için az bir müddet peştemalsız durmak caiz olabilir. 8- Hamamda vücudun baştan göbeğe ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını tellak “keseci”ye oğdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat bazı alimlere göre bir zaruret bulunmadıkça, bu oğdurmak mekruhtur. Göbek ile dizler arasındaki kısmı oğdurmak ise, caiz görülemez. Ayak-ları oğdurmak da mürüvvete aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören bir şahsı o kadar aşağılamamalıdır. 181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır: 1- Kalbleri güzel ahlak ile, güzel ameller-emeller ile temizlemeye, süslemeye, nurlandırmaya www.mehmettaluhoca.com
çalışmalıdır. Manevî temizlik, bunlar ile or-taya çıkar. 2- Günahlar ile kirlenen ruhları, kalbleri tövbe ile, istiğfar ile temizlemeğe çalışmalıdır. Malumdur ki, günahlar kebair “büyük” ve sağair “küçük” diye iki kısımdır. Kebâirin, yani büyük günahların baş-lıcaları şunlardır: ALLAH Tealâ’yı inkâr etmek, ALLAH Tealâ’ya şirk (ortak) koşmak, kesin olarak sabit olan bir dinî hükme inanmamak ki, bu üçü -El'iyazübillâh = Bundan ALLAH’a sığınırız- kafirliktir. ALLAH’ın rahmetinden ümidini kesmek, ALLAH’ın azabından, gaza-bından emin olmak, günah üzerine ısrar etmek, yani herhangi bir günahı daima işleyip durmak, namazı orucu terketmek ALLAH yolunda cihad-dan kaçınmak, anaya, babaya asi olmak, yalan yere şahitlik ve yemin etmek, bir kimseyi haksız yere öldürmek, bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya sakat bir hale koymak, faiz alıp vermek ve hır-sızlık yapmak, rüşvet almak, yetimlerin mallarını yemek, zina ve livata denilen rezaletleri işlemek, iffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. İşte bunlar, dereceleri farklı birer büyük günahtır, Diğer bir çok günahlar da birer küçük günahtır. 3- Günahların bir kısmı, yalnız ALLAH Teala'nın hakkına aittir. Diğer bir kısmı da insanların haklarıyla alakalıdır. Birinci kısımda in-san, kalben pişman olup ALLAH Tealâ'dan af ve rahmet dilemeli, bir daha öyle bir günahda bulunmamaya kesinlikle karar vermelidir. Ve o günah, kafir olmayı gerektirecek bir mahiyette ise, hemen tecdid-i iman (imanı tazelemek), tecdid-i nikâh (nikahı tazelemek)de bulunmalıdır. Namaz gibi, oruç gibi kazası lâzım gelen bir ibadetin terkinden ibaret ise, hemen bunu kazaya çalışmalıdır. Günahların insanlarla alakalı kısmında ise, yine kalben bir pişmanlık duyarak hem ALLAH Tealâ'dan af dilemeli, hem de hakkına tecavüz edilen kimseden, mümkün ise, helâllik istemelidir, kendisini razı etmeye ve tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların “Seyyiât” denilen günah kirlerinden temizlemesi, ancak bu sayede mümkün olabilir. 182- Görülüyor ki, mukaddes İslâm dini hem maddî, hem de manevî temizlikleri birer dinî hükme bağlamış, bunları sadece insanların keyiflerine bırakmamıştır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz de: “ ِ ”اَﻟﻨﱠﻈَﺎﻓَﺔُ ﻣِﻦَ اْﻹِﻳﻤَﺎنNezafet imandandır.”1 mealindeki bir hadîs-i şerîfiyle temizliğe bir kutsallık vermiş, onun ehemmiyetini göstermiştir. Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: ”إِنﱠ اﷲَ ﻃَﻴﱢﺐٌ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟﻄﱠﻴﱢﺐَ ﻥَﻈِﻴﻒٌ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟﻨﱠﻈَﺎﻓَﺔَ آَﺮِﻳﻢٌ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟْﻜَ ﺮَمَ ﺟَ ﻮﱠادٌ ﻳُﺤِ ﺐﱡ اﻟْﺠُ ﻮدَ ﻗَ ﺎلَ ﻓَﻨَﻈﱢﻔُ ﻮا “ ِأَﻓْﻨِﻴَﺘَﻜُﻢْ وَﻻَ ﺕَﺸَﺒﱠﻬُﻮا ﺑِﺎﻟْﻴَﻬُﻮد “Şüphe yok ki ALLAH Tealâ temizdir, temizi sever, naziftir, nezafeti sever, kerîmdir, keremi sever, cömerttir, cömertliği sever. Artık evlerinizin çevresini temiz tutunuz, yahudilere benzemeye çalışmayınız.”2 183- Malûmdur ki ALLAH Tealâ bizleri bir imtihan için yaratıp bu dünyaya getirmiş, bir takım vazifeler ile mükellef tutmuştur. Bizim maddi-manevi temizliğimiz, saadetimiz ancak bu vazifelere riayetle gerçekleşir. Bu vazifeleri yapmayanlar, yaratıcımızın mukaddes emir-lerine muhalefet etmiş olurlar. Böyle bir kimsenin kıymeti alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş, kendisi azaba müstehak olmuş olur. Artık bu halde yapılacak şey tövbedir, istiğfardır, hayatın gayesine göre harekettir. Kirlenen bir ruhun temizliği ancak bunlar ile mümkündür. 184- İnsan, tertemiz günahsız bir halde dünyaya getirilmiştir. Artık kirli, günahkâr bir halde ahirete gitmekten sıkılmalıdır. İnsan bir kere düşünmelidir, kendi yaratıcısının, mabudunun mukaddes emirleri-ne karşı nasıl isyan edebilir? İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı değil midir? İnsan, kudret ve azametinin sonu olmayan büyük yaratanından korkmalı, O'nun, her an nail olduğu nimetlerini düşünerek utanmalı değil midir? Bununla beraber insan, insanlık hali, günahdan uzak kalamıyor. Yeter ki bu günahtan dolayı kalbi sızlasın, ruhunda pişmanlık duysun, hemen ALLAH'ına yönelsin, günahının affedilmesini dilesin, daha töv-be imkânları elde iken günahtan kurtulmaya çalışsın. ALLAH Tealâ Hazreteri: “ َ”وَﺕُﻮﺑُﻮا اِﻟَﻰ اﷲِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ أَﻳﱡﻬَﺎ اﻟْﻤُﺆْﻣِﻨُﻮنَ ﻟَﻌَﻠﱠﻜُﻢْ ﺕُﻔْﻠِﺤُﻮن 1 İbni Hıbban; No:5459; 7/410 2 Tirmizi Edeb:41; No:2799; 5/ 111 www.mehmettaluhoca.com
“Ey müminler! Hepiniz ALLAH’a tevbe ediniz ki, kurtulabile-siniz”1 buyuruyor. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz de: “ ُ” اَﻟﺘﱠﺎﺋِﺐُ ﻣِﻦَ اﻟﺬﱠﻥْﺐِ آَﻤَﻦْ ﻻَ ذَﻥْﺐَ ﻟَﻪ “Günahından tövbe eden günah işlememiş kimse gibidir.”2 buyurmuştur. Artık bizim vazifemiz, günahlarımızdan dolayı, için için yanıp ya-kılarak hakka yürümektir. Ve seyyid-i istiğfar denilen şu mübarek cümle ile Hak Tealâ Hazretlerinden -tevbe ve istiğfar edici olarak- af ve mağfiretler dilemektir. “ ِ”أَﺳْﺘَﻐْﻔِﺮُ اﷲَ اﻟْﻌَﻈِﻴﻢَ اﻟﱠﺬِى ﻻَ إِﻟَﻪَ إِﻻﱠ هُﻮَ اﻟْﺤَﻲﱡ اﻟْﻘَﻴﱡﻮمُ وَأَﺕُﻮبُ إِﻟَﻴْﻪ “Estağfirullah. el-azim ellezi la ilahe illa hü el-hayye'l-kayyüme ve etübü ileyh.” “Hayy, Kayyüm ve Yüce olan ALLAH'tan mağfiret dilerim ve Ona tevbe ederim. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.” “Yarabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı, tövbelerimizi kabul buyur, Amîn. Ve’l-hamdüleke ya rabbe’l-âlemîn. (Bütün hamd-ü senalar sana mahsustur, ey âlemlerin Rabbi!)” Fihrist’e dön 1 Nur suresi: 31 2 İbni Mace; Zühd:30; No: 4250; 2/1419 www.mehmettaluhoca.com
DOKUZUNCU KİTAP İSLAM AHLAKINA AİTTİR İÇİNDEKİLER • Ahlâkın mahiyeti, nevileri ve ahlâk ilmînin kısımları • Ahlâkın ehemmiyeti ve güzelleştirilmesinin mümkün olması • Vazifelerin mahiyetleri ve nevileri • İlâhi vazifeler, şahsî vazifeler, ailevî vazifeler, sosyal vazifeler • Müslümanlıkta adabı muaşeret • Güzel ve çirkin huylar www.mehmettaluhoca.com
AHLÂKIN MAHİYETİ, NEVİLERİ VE AHLÂK İLMİNİN KISIMLARI 1- Ahlâk lâfzı, hulk lâfzının çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki “huy” dediğimiz bir meleke, bir özellik demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız, gayrimeşru bir netice verir. Bu itibar ile ahlâkî melekeler, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır. Şöyle ki: Güzel melekelere ve bunların güzel semerelerine, neticelerine “ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı hamide = güzel huylar” adı verilir. Bilâkis çirkin melekelere ve bunların çirkin mahsullerine de “ahlâk-ı kabiha = çirkin huylar”, “ahlâk-ı zemime, mesaviy-i ahlâk, rezaili ahlâk = kötü ahlâk” denilir. Mesela edep, tevazu, kerem, cömertlik birer güzel meleke eseri-dir. Edepsizlik, kibir, cimrilik de birer çirkin meleke neticesidir. İşte bütün bu melekelerden, bu neticelerden bahseden ilme de “ahlâk ilmi” denilmektedir. Ahlâk ilmi, “nazarî ahlâk”, “amelî ahlâk” kısımlarına ayrılır. Na-zarî ahlâk, ahlâkî esaslara, kanunlara ait görüşleri, fikirleri gösterir; amelî ahlâk ise, ahlâkî vazifelerin nelerden ibaret olduğunu bildirir. İnsanlar, hayatlarındaki tatbikat itibariyle nazarî ahlâktan çok amelî ahlâka muhtaçtırlar. Biz de bu eserimizde bu amelî kısmından biraz bahsedeceğiz. Yalnız şunu arzedelim ki felsefecilerin bir takımı, ahlâk mües-seselerini hazza, zevke, maddî bir menfaate, kalbin duygularına veya vazife ve kemal esasına dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların hiç biri ahlâk için kâfi bir dayanak olamaz. Bunlara dayanan ahlâk mü-esseseleri, insanların bu husustaki ihtiyaçlarını tatmin edemez. Ancak hakîkî bir dine dayanan ve bu sebeple ilâhî bir mahiyete sahip olan bir ahlâk müessesesidir ki, insanların ruhlarını tatmine, yükselmelerini te-mine yeterli olur. İşte ALLAH’a hamdolsun bizler, İslâm dini sayesinde böyle yüksek bir ahlâk müessesesine nail bulunmaktayız. Fihrist’e dön AHLÂKIN EHEMMİYETİ VE GÜZELLEŞTİRİLMESİNİN MÜMKÜN OLMASI 3- Müslümanlık; ahlâka pek büyük bir kıymet, bir ehemmiyet ver-miştir. Zaten müslümanlık; bir ahlâk, bir fazilet, bir hikmet dinidir. Hat-tâ Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “ َﺑُﻌِﺜْ ﺖُ ِﻻُﺕَﻤﱢ ﻢَ ﻣَﻜَ ﺎرِم ِ”اْﻻَﺧْﻼَق “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.1 İslam dininde insanların manevî kıymetleri, sahip oldukları ahlâk ile ölçülüdür. Bir hadîs-i şerîfte: \" \"اَﺣْﺴَﻨُﻜُﻢْ إِﻳﻤَﺎﻥًﺎ اَﺣْﺴَﻨُﻜُﻢْ ﺧُﻠُﻘًﺎ \"Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır”2 diye buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte: \"\"اَﺣَﺐﱡ ﻋِﺒَﺎدِ اﷲِ اِﻟَﻰ اﷲِ اَﺣْﺴَﻨُﻜُﻢْ ﺧُﻠُﻘًﺎ “ALLAH Teâlâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel ola-nıdır.3 meâlindedir. Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz: \"ِ\"اَﻟﻠﱠﻬُﻢﱠ اِﻥﱢﻰ اَﺳْﺄَﻟُﻚَ اﻟﺼﱢﺤﱠﺔَ وَاﻟْﻌَﺎﻓِﻴَﺔَ وَﺣُﺴْﻦَ اﻟْﺨُﻠُﻖ “Yarabbi! Ben senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim”4 diye dua buyururdu. 4- İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara de-ğiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. Bu değiştirme, her halde mümkün-dür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz: “ ْ = ﺣَﺴﱢﻨُﻮا أَﺧْﻼَﻗَﻜُﻢAhlâkınızı güzelleştiriniz” diye emretmezdi. Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne güzel huylar ka-zandıkları daima görülmektedir. 1 Muvatta; Husnul-Huluk:8; No:1723; 2/404; Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra; Şehâdât: No:21379; 15/252 2 İbn-i Hıbban; No:361; 2/76 3 A. b. Hanbel; No:2728; 2/189 4 Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 10/173 www.mehmettaluhoca.com
Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çi-çeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır. Fihrist’e dön VAZİFELERİN MAHİYETLERİ VE NEVİLERİ 5- Vazife, yapılması dinen mecburî olan veya tavsiye buyurulan herhangi bir hayır, bir kemal, bir güzel şey demektir. Bu tarife göre vazifeler, iki nevidir. Bir nevi; dince mecburi olan vazifelerdir ki, bunları yapmamak mutlaka mes’ûliyeti, azabı gerektirir. Namaz, oruç, zekât gibi. Diğer nevi; dinen mutlaka mecbur olmamakla beraber teşvik edilip tavsiye buyurulan ahlâkî, tercih etmeye bağlı vazifelerdir ki, bunlara riayet edilmesi, bir meziyyettir, bir kemaldir, insanın sevaba ve övgüye nâil olmasına bir vesiledir. Yapılmaması ise, bir eksiklik olmak-la beraber, mutlaka bir sorguyu, bir azabı gerektirmez. Nafile kılınan namazlar, fakirlere verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel, nazikâne muameleler gibi. 6- İnsanlara ait bütün vazifeler, İslâm dininin çerçevesi içinde bulunmaktadır. Bunlardan yapılması dinen mecburi olan vazifeleri, ki-tabımızın ibadetlere ait kısmında yazmış bulunuyoruz. Bu ahlâk kıs-mında ise, en fazla ahlâkî ve tercihe bağlı vazifelerden bahsedeceğiz. 7- Vazifeler, diğer bir bakımdan başka bir taksime tabi bulun-maktadır. Şöyle ki vazifeler, ya sadece ALLAH Teâlâ için yapılır, veya insanın kendi şahsına veya ailesine karşı yapılır, veyahut topluma karşı yapılır. Bu itibar ile de vazifeler, ilâhî, şahsî, ailevî ve sosyal nevilerine ayrılır. Fihrist’e dön İLÂHÎ VAZİFELER 8- Her akıllı ve büluğ çağına ermiş olan kimse, ALLAH Teâlâ Hazretlerini bilip ona kullukta bulunmakla mükelleftir. Bir insan için bu kulluktan daha büyük bir nimet, bir şeref olamaz. Biz evvelâ büyük yaratanımızın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, mukaddes emir-lerini ve yasaklarını bilir, tasdik ederiz. Bunlar bizim birer itikadî va-zifelerimizdir. Sonra da namaz, oruç, zekât, hac gibi sırf bedenî veya sırf malî veya hem bedenî hem malî olan ibadetler ile mükellef bulun-duğumuzu bilir, bunları seve seve yaparız, bunlardan feyiz alır, büyük zevkler duyarız. Bunlar da bizim birer amelî vazifelerimizdir. 9- İslâm yurdunu muhafaza ve müdafaa da ilâhi bir vazife de-mektir. Cihad, İslâm vatanını müdafaa, bazen farzı kifaye, bazen de farzı ayın olur. Kat’î bir zaruret bulunmadığı halde İslâm ordusuna ka-tılmakla cihada, İslâm vatanını muhafazaya gönüllü olarak iştirak et-mek, ilâhî, vatani bir ahlâk vazifesidir. Dine, İslâm varlığına hizmetten daha büyük ne olabilir? Bir hadis-i şerifte: \" ْ\"ﺟَﺎهِﺪُوا اﻟْﻤُﺸْﺮِآِﻴﻦَ ﺑِﺎَﻣْﻮَاﻟِﻜُﻢْ وَاَﻥْﻔُﺴِﻜُﻢْ وَاَﻟْﺴِﻨَﺘِﻜُﻢ “Müşrikler ile mallarınızla, nefislerinizle ve dillerinizle cihad edi-niz.”1 diye buyurulmuştur. Bu sebeple ALLAH yolunda cihad, beden ile olacağı gibi para ile, dil ile de olabilir. Bir hadis-i şerifte de: \" ِ\"اَﺑْﻮَابُ اﻟْﺠَﻨﱠﺔِ ﺕَﺤْﺖَ ﻇِﻼَلِ اﻟﺴﱡﻴُﻮف “Şüphe yok ki cennetin kapıları kılıçların gölgeleri altındadır”2 di-ye buyurulmuştur. İşte bütün bunlar müslümanlıkta askerliğin, dine, vatana hizmetin ne kadar kıymetli olduğunu göstermeğe kâfidir. Ne mutlu İslâm erleri-ne, İslâm kahraman mücahidlerine! 10- Nefis ile mücadele de en büyük bir cihaddır. Bu sebeple en mühim ilâhî bir vazifedir. Nefsini İslâmiyetin verdiği bir terbiye dairesinde korumayan kimse, ne kendisine ne de yurduna hakkıyla hizmet 1 Ebu Davud; Cihad:18; No:2504; 2/13, Nesâi; Cihad:1; No:3096; 6/7, A. b. Hanbel; No:11837; 3/124 2 Buhari; Cihad:111; No:2804; 3/1082, Müslim; İmare:41; No:1902; 3/1511, Ebu Davud; Cihad:89; No:2631; 2/48 www.mehmettaluhoca.com
edemez. Yüksek fedakârlıklar, yüksek bir İslâm terbiyesi sayesinde meydana gelir. Buna tarihi hâdiseler şahittir. Bunun içindir ki, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz bir gazadan döndükten sonra Ashab-ı Kiram’ına hitaben: “Biz küçük bir cihaddan büyük bir cihada dönmüş bulunmaktayız.”1 buyurarak nefis ile olan mücadeleye işaret buyurmuşlardı. 11- Bir takım nafile ibadetler de birer ilâhi vazifedir. Meselâ biz ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmak için nafile namaz kılar, oruçlar tutarız, kalblerimizin nurlanması için vakit vakit Kur’an-ı Kerim oku-ruz, imanımızın nurunu artırmak için ezeli mabudumuzun, mukaddes isimlerini zikrederiz, uyanık bir ruha sahip olmak için yüce yaratı-cımızın büyüklüğünü, eseri olan kainattaki yüksekliği düşünür, tefek-küre dalarız. İşte bütün bunlar birer ilâhî vazifedir. Fihrist’e dön ŞAHSİ VAZİFELER 12- İnsanlar, kendilerine karşı da bir takım vazifeler ile mükel-leftirler. Bu vazifelerin bir kısmı bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına ait-tir. Başlıcaları şunlardır: 1- Beden Terbiyesi: Öyle ki her insan için maddi ve manevi temizliğe dikkat ederek zinde bir vücuda sahip olmak lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: “Kuvvetli olan bir mümin, zayıf olan bir müminden hayırlıdır”2 buyurulmuştur. 2- Sağlığı korumak: Sağlık büyük bir nimettir. Bu sebeple sağ-lığa zararlı şeylerden kaçınmak ve lüzum görüldükçe tedaviye ehem-miyet vermek lâzımdır. Bir hadis-i şerife göre: Ölümden başka hiç bir hastalık yoktur ki tedavisi mümkün olmasın, yeter ki ilâcı elde edilsin.”3 3- Zararlı perhiz ve rejimlerden kaçınmak: Müslümanlıkta ruhbanlık yoktur. Geceli ve gündüzlü aç durmak, helâl şeylerden nefsini büsbütün men etmek caiz değildir. İslâmiyetin emrettiği ibadetler, az yeme ve içmeler, normal bir halde olup hayatın gelişmesine pek fazla elverişlidir. Bunların aksine olan hareketler ise, hayata tesir edeceği, tembelliğe sebep olacağı için caiz olamaz. Bir hadis-i şerifte: “Nefsin senin metiyyen = bineğindir, artık ona merhamet ile muamele yap.”4 buyurulmuştur. 4- Vücudu harap edecek şeylerden sakınmak: Müslümanlıkta içki haramdır. Herhangi bir uzvu kesin bir gerekçe bulunmaksızın kesmek haramdır. İntihar denilen cinayet de haramdır. Çünkü bunlar Hak Teâlâ’nın insana bir atiyyesi-ihsanı, bir emaneti olan hayata sui-kast demektir. Bu sebeple bu gibi haram olan şeylerden kaçınmak şahsî bir vazifedir. Aksi takdirde insan birçok pişmanlıklardan, azaplardan kurtulamaz. 5- İradeyi kuvvetlendirmek: İnsan sağlam-güçlü bir irade sahibi olmalıdır. Faydalı şeyleri bilip yapmalı, faydasız şeyleri de sadece onu bunu taklit etmek hevesiyle yapmamalıdır. İnsan bir kanaata, bir seciyeye sahip bulunmalı, hakkı kabul etmeli, haksız zararlı bir şeyi de herhangi bir menfaat ve başka birşey düşüncesiyle geçerli kılmaya çalışmamalıdır. Böyle bir hafiflik insana yakışmaz. 6- Aklı, zihni ilim ve irfan nurlarıyla aydınlatmak, kalbde faydalı, yüksek duyguları uyandırmak: Müslümanlıkta ilim ve ma-rifet tahsil ederek aklı ve zihni nurlandırmak pek mühim bir vazifedir. İnsan akıllıca yaşamalı, daima hakikat arkasından koşmalıdır. Yanlış fi-kirlerden, aldatıcı sözlerden, yaldızlı muhakemelerden, zararlı töreler-den, batıl inançlardan, adi duygulardan kaçınmalıdır. Bir hadis-i şerifte: \" ُ\"ﻗِﻮَامُ اﻟْﻤَﺮْءِ ﻋَﻘْﻠُﻪُ وَﻻَ دِﻳﻦَ ﻟِﻤَﻦْ ﻻَ ﻋَﻘْﻞَ ﻟَﻪ “İnsanın dayanacağı şey aklıdır, aklı olmayanın dini de yoktur.”5 buyrulmuştur. Fihrist’e dön AİLEVÎ VAZİFELER 1 Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No:1362; 1/424 2 Müslim; Kader:8; No:2664; 4/2052 – İbn-i Mace; Zühd:54; No:4168; 2/1395 3 Buhari; Tıp:7; No:5363; 5/2153, Müslim; Selam:29; No:2215; 4/1735, Tirmizi; Tıp:5; No:2041; 4/385 4 Elimizdeki mevcut kaynak eserlerde böyle bir hadis-i şerif bulunamamıştır. 5.Beyhaki, Şuabul İman; No: 4644; 4/157, Deylemi, Firdevs; No:4629; 3/217 www.mehmettaluhoca.com
13- Aile hayatı, bir toplumun başlangıcıdır. Müslümanlıkta aile teşkilâtı pek önemlidir. Aile fertleri, başlıca karı ile kocadan ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı vazifeleri ise, şunlardır: 1- Kocanın başlıca vazifeleri: Hanımı ile güzel geçinmek, onu himaye etmek, onun nafakasını temin ederek, kendisine sadakattan ay-rılmamaktır. Bir hadis-i şerifte: \"ْ\"ﺧِﻴَﺎرُآُﻢْ ﺧِﻴَﺎرُآُﻢْ ﻟِﻨِﺴَﺎﺋِﻬِﻢ “Sizin hayırlılarınız, kadınları hakkında hayırlı olanlarınızdır.”1 buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte de: \"ُ\"ﻣَﺎ أَآْﺮَمَ اﻟﻨﱢﺴَﺎءَ اِﻻﱠ اﻟْﻜَﺮِﻳﻢُ وَﻻَ اَهَﺎﻥَﻬُﻦﱠ اِﻻﱠ اﻟﻠﱠﺌِﻴﻢ “Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet eder.”2 buyurulmuştur. 2- Kadınların başlıca vazifeleri: Kocasının meşru emirlerini tutmak, onun namusunu, haysiyyetini koruyup haline kanaat etmek israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir vaziyette bulunmaktır. Mes’ud bir halde yaşamanın birinci yolu budur. 3- Çocukların babalarına, analarına karşı başlıca vazifeleri: Onlara hürmet ve itaat etmektir, kendilerinin hayatlarına vesile olan, kendilerini senelerce bir muhabbet ve şefkatla kucaklarında beslemiş bulunan babalarına, analarına karşı “of” demeleri bile caiz değildir. Ba-basına, anasına bakmayan, onların meşru emirlerini dinlemeyen, on-ların îhtiyaçlı zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk hayırlı evlât olmak şerefinden mahrum kalır, toplumun fertleri arasında kıy-metli bir uzuv sayılamaz, Hak Teâlâ’nın azabına müstehak olur. Babalar hürmet, analar da yardım etmek bakımından önceliklidir. Bununla beraber ananın hakkı, babaya göre iki kattır. Bir hadis-i şerifte: \"ِ\"اَﻟْ َﺠﻨﱠﺔُ ﺕَﺤْﺖَ أَﻗْﺪَامِ اْﻷُﻣﱠﻬَﺎت “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur.3 Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına değil, belki onlardan sonra on-ların dostlarına, kabirlerine de hürmette kusur etmezler. Çünkü bu hür-met de babaya, anaya hürmet kısmındandır. 4- Babaların ve anaların çocuklarına karşı başlıca vazifeleri: Dünyaya gelmelerine sebeb oldukları bu yavrularını güçleri yettiği öl-çüde beslemek, terbiye etmek, okutup bir kazanç yoluna sevketmektir. Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit derecede davranmalı, çocuk-ları bakıp okşamak hususunda eşit tutmalıdır ki, aralarında bir gücenme, bir rekabet duygusu meydana gelmesin. Ana ile baba, çocuklarına merhamet ile muamele yapmalı, kendi-lerini isyana sevk etmeyecek tarzda terbiyeye çalışmalı ve kendilerine karşı güzel bir fazilet örneği halinde bulunmalıdırlar. Dokuz yaşına gi-ren çocuklarını kendi yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri halde namaz kılmayan çocuklarını hafifçe dövmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da mahzur yok ise, evlendirmeye çalışmalıdır. Salih çocuk-lar, Hakk’ın birer kıymetli ihsanı demektir. 5- Kardeşlerin başlıca vazifeleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip hürmet ve şefkatta bulunmaktır. Kardeşlerin aralarında pek kuvvetli bir bağlılık vardır. Bunu daima korumalıdır. Hele büyük kardeşler, baba ve ana yerindedirler. Bunlara karşı büyük bir saygı göstermelidir. Maddî bir menfaat yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılmaya layık olamazlar. Birbirine tutkun olan kar-deşler, hayatta daima muvaffak olurlar. Şunu da ilâve edelim ki hizmetçiler de aile efradından sayılırlar. Bunlara karşı da lütuf ile, gönül alıcı muamelede bulunmalıdır, kendile-rine güçleri yetmeyecek işleri yüklememelidir. 1Tirmizi; Raza':11; No:1165;2/386. İbn-i Mace; Nikah:50; No:1978; 1/636. Ebu Ya'la Müsned; No:5900; 5/258. İbn-i Ebi Şeybe; Edep:2; No:5; 6/88. 2Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1234; 1/386. 3Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1078; 1/335. Nesâi; Cihad:6; No:3104; 6/11: Beyhaki, Şuabu’l-İman; No: 7832; 6/178. www.mehmettaluhoca.com
Hizmetçiler de insanlık bakımından efendilerine müsavidirler. Bunların da mümkün mertebe terbiyelerine, güzelce yaşamalarına bakmalıdır, kusurlarını affederek kendilerini güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdır. Fihrist’e dön SOSYAL VAZÎFELER 14- Malûmdur ki, insanlar yaratılış itibarıyla medenîdirler, toplu bir halde yaşamak ihtiyacındadırlar. Bunun için aralarında karşılıklı bir takım vazifeler bulunur, bunlara riayet edilmedikçe toplum hayatı devam edemez, hiç bir işte intizam bulunamaz. Bunların başlıcaları şunlardır: 1- Toplum fertlerinin hayatına riayet: Her insan yaşamak hakkına sahiptir. Hiçbir kimsenin hayatına haksız yere kasdedilemez. İslam dininde bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Bilâkis bir insanın yaşamasına yardım eden, bütün insanları yaşatmış gibi sayılır. 2- Fertlerin hürriyetlerine riayet: ALLAH Teâlâ, insanları esasen hür olarak yaratmıştır. Hiçbir kimse gayrimeşru bir sebeple esir edilmez. Şu kadar var ki, hürriyetlerin dairesi muayyendir, her insan her istediğini yapmak selâhiyetine sahip olamaz. O zaman toplumun hür-riyeti mahvolur gider. Herhangi bir sebeple esarete düşmüş kimseleri hürriyetlerine kavuşturmak ise, müslümanlıkta büyük bir hayır sayılmaktadır. 3- Fertlerin vicdanlarına riayet: Vicdan, ilâhi bir kuvvettir, ruhun bir hususiyetidir. İnsan bozulmayan bir vicdan sayesinde iyi şeyler ile kötü şeylerin aralarını ayırmaya gücü yetebilir. Vicdanların kıymetleri dışarıdaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan bir insanın iyi bir vicdana sahip olduğunu iddiaya hakkı olamaz. Müslümanlık, bütün insanların hidayetini, saadetini arzu eder, temiz vicdanlara büyük kıymet verir. Kirli vicdan sahiplerinin de hal-lerine acır, kendilerini irşada çalışır. Fakat hiç bir kimsenin vicdanına başkalarının musallat olmasına cevaz vermez, insanlar, birbirini hayır dileyici bir tarzda uyandırmaya, ıslaha çalışırlar. Birbirinin vicdanına tahakküm edemezler. Vicdanları görüp gözeten, ancak ALLAH Teâlâ’dır. Herkesi vicdanındaki duygularından dolayı taltif veya azap edecek olan ancak Hak Teâlâ’dır. Yalnız şunu da ilâve edelim ki, fena vicdanları ıslâh için yapılacak hikmetli ihtarları, tavsiyeleri vicdanlara birer tecavüz mahiyetinde saymak doğru değildir. 4- Fertlerin ilmî kanaatlerine riayet: Müslümanlıkta onun bunun fikrine, ilmi kanaatine tecavüz edilmesi caiz değildir. Şu kadar var ki, herhangi fikrin veya kanaatin doğru olup olmadığına dair yine ilmî bir tarzda mütâlaa yürütülebilir. Çünkü bir hakkın ortaya çıkması, ancak bu sayede mümkün olur, bir batılın hayırsızlığından toplumun kurtulabilmesi de yine bu sayede mümkün bulunur. 5- Fertlerin namus ve haysiyetlerine riayet: İslâm dininde herkesin namusu, haysiyeti tecavüzden korunmuştur. Böyle bir tecavüz ağır bir cezayı gerektiricidir. Bunun içindir ki, müslümanlıkta gıybet, iftira, alay etmek, sövüp saymak kesinlikle haramdır. Başkalarının namusuna, haysiyetine hürmet etmeyen kimse, namus ve haysiyet duygusundan mahrum, toplumun mukaddesatına musallat bir canavar demektir. 6- Fertlerin mülkiyet haklarına riayet: Müslümanlıkta herhangi bir kimsenin mülküne, tasarruf hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendisine aittir. Herkesin meşru malları tecavüzden korunmuştur. Toplumun ilerlemesi, medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma sayesinde mümkün olur. Bir toplumu teşkil eden fertlerin servet ve meslek itibariyle farklı derecelerde bulunmaları, hikmet ve toplumun maslahatı menfaatı gereğidir. Herkes hakkın kısmetine razı olmalıdır, herkes meşru şekilde çalışıp servet sahibi olmalıdır. Temiz bir toplum hayatının başka şekilde devamına imkân yoktur. Fihrist’e dön MÜSLÜMANLIKTA ÂDABI MUÂŞERET 15- İslâm dini, insanların muaşeretine, yani, birbiriyle görüşüp konuşmalarına, medenî toplu bir halde yaşamalarına büyük bir ehem-miyet vermiştir. Müslümanların muaşeretlerinde samimiyet, tevazu, sadelik zora-kilikten uzak, karşılıklı yardımlaşma, nezaket, hürmet, muhabbet, hayır severlik bir esastır. 16- Müslümanlıkta halk ile muâşeretin çeşitli safhaları, mertebe-leri vardır. Bir kısmı şunlardır: www.mehmettaluhoca.com
1- Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalpli olmak. Bir müslüman, daima güler yüzlü bulunur, hiç bir kimseyi dökülü bir çehre ile karşılamaz. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"إِنﱠ اﷲَ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟﺴﱠﻬْﻞَ اَﻟﻄﱠﻠْﻖَ اﻟْﻮَﺟْﻪ “Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ mülayim huylu, açık yüzlü kimseyi sever”1 buyurulmuştur. 2- Herkes ile güzelce görüşmek, halka eziyet vermekten kaçın-mak. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اَﻟْﻤُﺴْﻠِﻢُ ﻣَﻦْ ﺳَﻠِﻢَ اﻟْﻤُﺴْﻠِﻤُﻮنَ ﻣِﻦْ ﻟِﺴَﺎﻥِﻪِ وَﻳَﺪِﻩ “Müslüman odur ki; dilinden, elinden müslümanlar selâmette bu-lunur.”2 buyurulmuştur. 3- Halkın eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilikle mua-melede bulunmak: Bir hadis-i şerifte: \" \"ِإ ْن َأ َر ْد َت َأ ْن َﺕ ْﺴِﺒ َﻖ اﻟ ﱢﺼﱢﺪﻳِﻘﻴ َﻦ َﻓ ِﺼ ْﻞ َﻣ ْﻦ َﻗ َﻄ َﻌ َﻚ َوَأ ْﻋ ِﻂ َﻣ ْﻦ َﺣ َﺮ َﻣ َﻚ َوا ْﻋ ُﻒ َﻋ ﱠﻤ ْﻦ َﻇَﻠ َﻤ َﻚ “Sıddıkların mertebelerini geçmek istersen: Senden kesilene sen bağlan (yani sana gelmeyene sen git, sıla-i rahim yap); senden esirgeyene sen esirgeme, ver; sana zulmedeni de sen affet.”3 Buyrulmuştur. 4- Dargınlığa hemen son vermek: Müslümanlar, aralarında bir dargınlık yüz gösterirse hemen barışırlar, birbirini üç günden fazla ter-ketmezler. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık, kîn duyguları yaşa-yamaz. Bir hadis-i şerifte: \" ٍ\"ﻻَ ﻳَﺤِﻞﱡ ﻟِﻤُﺴْﻠِﻢٍ أَنْ ﻳَﻬْﺠُﺮَ أَﺧَﺎﻩُ ﻓَﻮْقَ ﺙَﻼَث “Bir müslüman için helâl olmaz ki, kardeşini üç günden fazla terkede.”4 buyurulmuştur. 5- Araları düzeltmeye gayret: Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık yüz göstermiş olduğunu görünce, aralarını bulmaya, o dargınlığı giderecek çare aramaya çalışır. Bir hadis-i şerif: \" ِ\"أَﻓْﻀَﻞُ اﻟﺼﱠﺪَﻗَﺔِ إِﺹْﻼَحُ ذَاتِ اﻟْﺒَﻴْﻦ “Sadakanın en faziletlisi, dargın kimselerin aralarını bulup islâh etmektir.”5 meâlindedir. 6- İnsanların kusurlarını araştırmamak, ifşa etmemek, bilâkis örtmeye çalışmak: Müslümanlar, kimsenin ayıplarını araştırmazlar, kimsenin şahsına ait kusurlarını meydana çıkarıp teşhîr etmeye çalışmazlar. Bunun aksine hareket, dinen yasaktır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"ﻻَ ﻳَﺴْﺘُﺮُ ﻋَﺒْﺪٌ ﻋَﺒْﺪًا إِﻻﱠ ﺳَﺘَﺮَﻩُ اﷲُ ﻳَﻮْمَ اﻟْﻘِﻴَﺎﻣَﺔ “Bir kul, bir kulun kusurunu örterse ALLAH Teâlâ’da onun gü-nahını kıyamet gününde örter”6 buyurulmuştur. 7- Dostları arkalarından müdafaa etmek: Bir müslüman, lüzum görüldükçe dostlarını, dindaşlarını arkalarından müdafaa eder, onların haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اَﷲُ ﻓِﻰ ﻋَﻮْنِ اﻟْﻌَﺒْﺪِ ﻣَﺎ دَامَ اﻟْﻌَﺒْﺪُ ﻓِﻰ ﻋَﻮْنِ اَﺧِﻴﻪ “Bir kul kardeşine yardımda bulundukça kendisine de ALLAH Teâlâ daima yardım eder.”7 buyurulmuştur. 8- İnsanların kalplerini kötü zandan korumak için töhmetli yerlerden uzak bulunmak: Bunun aksine hareket, bir çok kimselerin günaha girmesine sebep olur, insanlar arasında dedikoduya, dargınlığa meydan verir. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اِﺕﱠﻘُﻮا ﻣَﻮَاﺽِﻊَ اﻟﺘﱡﻬَﻢ 1 Deylemi, Firdevs; No:574; 1/156 2 Buhari; İman:3; No:10; 1/13, Müslim; İman:14; No:40; 1/65, Ebu Davud; Cihad:2; No:2481; 2/6, Tirmizi; İman:12; No:2627; 5/17, A. b. Hanbel; No:2835; 2/194 3 Deylemi, Firdevs: No:8529; 5/392 4 Buhari; Edep:62; No:5725; 5/2255, Müslim; Bir vessıla vel edep:7; No:2559; 4/1983, Ebu Davud; Edep:55; No:4910; 2/695, Tirmizi; Bir Vessıla:24; No:1935; 4/329 5 Müsnedi Abd bin Humeyd; No:335; 1/135 6 A. b. Hanbel; No:8809; 2/388 7 Müslim: Zikir ve’d-Dua:11; No:2699; 4/2074 www.mehmettaluhoca.com
“Töhmet yerlerinden kaçınınız”1 buyurulmuştur. 9- Farklı halk sınıflarıyla, mevkilerine göre sohbette, münasebette bulunmak: Meselâ: Herkese kabiliyetine göre hitap etmeli, bir âlimden, bir zahidden, bir zenginden beklenilen vasıfları bir câhilden, bir fasıktan, bir fakirden beklememelidir. 10- İhtiyarlara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek: Müslümanlıkta büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, aile arasında bir kat daha ehemmiyetli bulunur. Meselâ anaya, babaya pek fazla hürmet lâzımdır. Bunları adlarıyla çağırmak edebe aykırıdır. Bir kadının kocasını adıyla çağırması da edebe aykırı olduğundan mekruhtur. Bir hadis-i şerif şu mealdedir: \" ُ\"ﻣَﺎ وَﻗﱠﺮَ ﺷَﺎبﱞ ﺷَﻴْﺨًﺎ اِﻻﱠ ﻗَﻴﱠﺾَ اﷲُ ﻟَﻪُ ﻓِﻰ ﺷَﻴْﺒَﺘِﻪِ ﻣَﻦْ ﻳُﻮَﻗﱢﺮُﻩ “Bir genç, bir ihtiyara sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, ALLAH Teâlâ da ona bir mükâfat olmak üzere ihtiyarlığı çağında hürmet edecek bir kimseyi mutlaka yaratır”2 Bu mübarek hadis, ihtiyarlara saygı gösteren gençlerin sevap ka-zanacaklarını, çok yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarlara saygısızlık yapan bazı gençler, bunu biraz düşünmelidirler. 11- Hayır sever olmak, yardımlaşma ve dayanışmada bulunmak: Şöyle ki, müslümanlar, herkesin hakkında hayır diler, herkese karşı yardımda bulunmaktan bir zevk duyarlar. Müslümanların meşru’ bir sahada birbirine yardım etmesi, aracılık yapması aralarındaki din kardeşliği icabıdır. Kendisi hakkında hayırlı görüp istediği bir şeyi başkaları hakkında da istemeyen kimse, İslâm muaşeretinin temiz esaslarına riâyet etmemiş olur. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"ﻻَ ﻳُﺆْﻣِﻦُ اَﺣَﺪُآُﻢْ ﺣَﺘﱠﻰ ﻳُﺤِﺐﱠِﻻَﺧِﻴﻪِ اَوْ ﻗَﺎلَ ﻟِﺠَﺎرِﻩِ ﻣَﺎ ﻳُﺤِﺐﱡ ﻟِﻨَﻔْﺴِﻪ “Sizden, biri kendisi için sevip istediği bir şeyi, kardeşi veya komşusu için de sevip istemedikçe hakkıyla mü’min olamaz.”3 buyurulmuştur. 12- “Selâm vermek: Şöyle ki, müslümanlar arasında selâm ver-mek bir sünnettir, bir dostluk, bir hayırseverlik alâmetidir. Selâm almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifte: ْ\"ﻻَ ﺕَﺪْﺧُﻠُﻮا اﻟْﺠَﻨﱠﺔَ ﺣَﺘﱠﻰ ﺕُﺆْﻣِﻨُﻮا وَﻻَ ﺕُﺆْﻣِﻨُﻮا ﺣَﺘﱠﻰ ﺕَﺤَﺎﺑﱡﻮا اَوَ ﻻَ اَدُﻟﱡﻜُﻢْ ﻋَﻠَﻰ ﺷَﻲْءٍ اِذَا ﻓَﻌَﻠْﺘُﻤُﻮﻩُ ﺕَﺤَﺎﺑَﺒْﺘُﻢ \" ْاَﻓْﺸُﻮا اﻟﺴﱠﻼَمَ ﺑَﻴْﻨَﻜُﻢ “Siz îman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedik-çe de îman etmiş olamazsınız, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeye delâlet edeyim mi? Aranızda selâmı yayınız, yani, birbirinizi selâmlayınız.”4 buyurulmuştur. Selâm vermenin bazı âdabı vardır. Mesela, bir meclise girilirken konuşulmadan evvel \" ُاَﻟ ﺴﱠﻼَم ْ = ﻋَﻠَ ﻴْﻜُﻢEsselâmü aleyküm\" dîye selâm verilir. Boş bir yere giren müslüman “ اَﻟ ﺴﱠﻼَمُ ﻋَﻠَﻴْﻨَ ﺎ وَﻋَﻠَ ﻰ َ= ﻋِﺒَﺎدِ اﷲِ اﻟﺼﱠﺎﻟِﺤِﻴﻦEsselâmü âleyna ve ala ibâdillâhissâlihîn” der. Gençler ihtiyarlara, binitli olanlar yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere selâm verirler. Bir cemaate verilen selâma içlerinden birisi \" ُ = وَﻋَﻠَ ﻴْﻜُﻢُ اﻟ ﺴﱠﻼَمVe aleykümüsselâm\" diye kar-şılıkta bulununca, diğerlerinden selâm vazifesi düşer. Hiç birisi böyle bir mukabelede bulunmazsa hepsi de günaha girer. Bir meclisten ayrılırken de selâm ile ayrılmak daha faziletlidir. Kendisine selâm verilen kimsenin daha güzel bir karşılıkta bulun-ması için: \" ُ \"وَﻋَﻠَﻴْﻜُﻢُ اﻟﺴﱠﻼَمVe aleykümüsselâmü ve rahmetül’lâhi ve berekâtüh” demesi, yerine göre pek güzeldir. Bir kimsenin selâmını getirip tebliğ edene “ ُ = ﻋَﻠَﻴْﻚَ وَﻋَﻠَﻴْ ﻪِ اﻟ ﺴﱠﻼَمaleyke ve aleyhisselâm” diye karşılık verilir. Bir mektupla selâm yazıl-mış olunca, ya dili ile veya yazılacak mektupta yazı ile 1 Suyuti, Şerhu Süneni İbn-i Mâce; No:2559; 1/184 2 Tenzihul-Kemal; No:6971; 32/98 3 Buhari; İman:6; No:13; 1/14 4 Müslim; İman:22; No:54; 1/74; İbn-i Hıbban; İman:236; 1/471 www.mehmettaluhoca.com
“ ُ = وَﻋَﻠَﻴْﻚَ اﻟﺴﱠﻼَمve aleykesselâm” denilir. Selâmı iade etmekten (almaktan) hakikaten veya hükmen âciz olan kimseye selâm vermek mekruhtur. Bu sebeple yemek yiyen veya Kur’an okuyan veya hutbe dinleyen veya namaz kılan bir kimseye selâm vermemelidir. Verilirse, alınması mutlaka lâzım gelmez. Fâsıklığını ilân etmekten çekinmeyen kimselere de selâm vermek mekruhtur. Kısacası selâm verip almak, bir dostluk nişanesidir, muhabbete vesiledir. Fakat selâm verirken rükûya gidercesine eğilmek mekruhtur. Hattâ bazı alimlere göre selâm verirken rükûya yakın bir halde eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratılmışlara tazim için yapılacak bir secde ise, îmana aykırıdır. 13- Musâfaha = El tutuşmada bulunmak: Şöyle ki, iki müslüman bir araya gelince birbirinin elini tutar. Salât-ü selâm okur, birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi, dostluk nişanesidir. Bir hadis-i şerifte: \"\"ﻣَﺎ ﻣِﻦْ ﻣُﺴْﻠِﻤَﻴْﻦِ ﻳَﻠْﺘَﻘِﻴَﺎنِ ﻓَﻴُﺼَﺎﻓِﺤَﺎنِ اِﻻﱠ ﻏُﻔِﺮَ ﻟَﻬُﻤَﺎ ﻗَﺒْﻞَ اَنْ ﻳَﺘَﻔَﺮﱠﻗَﺎ “Birbirine rastlayan iki müslüman, müsâfahada bulundu mu, daha birbirinden ayrılmadan mağfiret olunurlar.”1 buyurulmuştur. 14- Teşmit-i Âtıs = Aksırana karşı hayır ve bereketle dua etmek: Şöyle ki bir müslüman aksırınca: \" ِ = اَﻟْﺤَﻤْ ﺪُِﷲElhamdülillah\" der, yanındaki müslüman kardeşi de \" ُ= ﻳَ ﺮْﺣَﻤُﻜُﻢُ اﷲ yerhamükümüllah = ALLAH size rahmet etsin” diye dua eder, aksıran şahıs da: \" ُ= ﻳَﻬْﺪِﻳﻨَﺎ وَﻳَﻬْﺪِﻳﻜُﻢُ اﷲ yehdinâ ve yehdikümüllâh = ALLAH Teâlâ bizleri de sizleri de hidayette daim buyursun” diye karşılıkta bulunur. 15- Meclislerde temiz ve adaba riayetkar bir halde bulunmak: Şöyle ki müslümanlar meclislerde yıkanmış, temiz ve hattâ abdestli bir halde toplanırlar, görünümleri temiz, elbiseleri temiz bulunur. Meclis-lerde bilgili veya yaşlı zatlar üste geçirilir, lüzum görülmedikçe söze atılmayıp söylenilen faydalı şeyleri dinlerler, meclise sonradan gelen-lere yer verirler, birbirine karşı güler yüzlü- tatlı dilli bulunurlar. Müslümanlar, kendi kendilerine meclisin üst başına geçmezler, kendilerine hürmet için kalkarak yerlerini vermek isteyenlerin hemen yerlerine geçip oturmazlar, rızaları olmadıkça iki kimsenin arasına so-kulup oturmak istemezler, bir meclisteki üç müslümandan ikisi başbaşa verip gizlice konuşmazlar, üçüncü arkadaşlarının üzülmesine, yanlış zanna düşmesine meydan vermezler. Müslümanlar, bulundukları meclisten arkadaşlarından müsaade alarak ayrılırlar. Ve meclisten kısa bir süre için ayrılan arkadaşlarının yerine hemen geçip oturmazlar. 16- Dostları ziyaret: Müslümanlar münasip zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini veya yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de bir muhabbet ve vefa nişanesidir. Şu kadar var ki ziyaret, usandıracak derecede pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelenlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: \" ُ\" \"اِذَا أَﺕَ ﺎآُﻢُ اﻟﺰﱠاﺋِ ﺮُ ﻓَ ﺎَآْﺮِﻣُﻮﻩSizi ziyarete gelenlere ikram ediniz.\"2 buyurulmuştur. 17- Ziyafetlere icabet: Bir müslüman, din kardeşinin dâvetine icabet eder. Ziyafetinde bulunur. Bu şekilde aralarındaki muhabbet ve mürüvvet artmış olur. Bir hadis-i şerifte: \" ُ\"اِذَا دَﻋَﺎ اَﺣَﺪُآُﻢْ اَﺧَﺎﻩُ ﻓَﻠْﻴُﺠِﺐْ ﻋُﺮْﺳًﺎ آَﺎنَ اَوْ ﻥَﺤْﻮَﻩ \"Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya öyle bir şeye davet edince, icabet etsin.\"3 buyurulmuştur. Yeter ki ziyafette haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, gayrımeşru eğlenceler, içkiler bulun-duğunu bildiği bir ziyafete gidemez. Ancak gittiği takdirde men etmeye gücü olursa veya kendisine hürmeten o haram şeyin terk edileceğini bilirse, o zaman gidebilir. Ziyafette misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmama-lıdır. Misafirler gitmek isteyince ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını dilemelidir. Herhalükarda merasim, sade, 1 Ebu Davud; Edep:153; No:5212; 2/775, Tirmizi; İstizan ve Edep:31; No:2727; 5/74 – İbn-i Mace; Edep:15; No:3703; 2/1220 2 Taberani el-Mu’cemu’l-Kebir; No:422; 17/161 3 Ebu Davud; Et'ime:1; No:3738; 2/367 www.mehmettaluhoca.com
tabiî, külfetten beri bulunmalıdır. 18- Hürmet için ayağa kalkmak: Müslümanlar yanlarına gelen din kardeşleri için ayağa kalkabilirler. Bu bir hürmet alametidir. Mescitte bulunan veya Kur’an okuyan bir müslümanın tazim edilmeye layık bir zat için ayağa kalkması mekruh değildir. Bir meclise gelenler için ayağa kalkılması âdet olan yerlerde ayağa kalkmak, uygun bir davranıştır. Çünkü aksi takdirde düşmanlığa, dargınlığa sebebiyet verilmiş olabilir. 19- Değerli zatların ellerini öpmek: Müslümanlar, âlimlerin, takva sahibi kimselerin, âdil hâkimlerin ellerini bereketlenmek için öperler, kendileri ile müsâfahada bulunurlar, bunda bir sakınca yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini müslümanlıklarına tazim ve ikram için öpmek de caizdir. Fakat dünyalık bir gaye için öpmek mekruhtur. Bir de bir müslümanın başkası ile karşılaştığı zaman kendi elini öpmesi tahrimen mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurlarında yerleri öpmek de haramdır. Bunu yapanlar ve buna razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu bir nevi putlara yapılan ibadetleri andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir. 20- Komşuluk haklarına riayet etmek: Şöyle ki müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti vardır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اِﻟْﺘَﻤِﺴُﻮا اﻟْﺠَﺎرَ ﻗَﺒْﻞَ ﺷِﺮَاءِ اﻟﺪﱠارِ وَاﻟﺮﱠﻓِﻴﻖَ ﻗَﺒْﻞَ اﻟﻄﱠﺮِﻳﻖ \"Ev almadan evvel komşu, yola çıkmadan evvel arkadaş araş-tırınız\"1 buyurulmuştur. Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman, komşusuna fazla riayet eder, güler yüz gösterir, lüzumuna göre ödünç verir, bir kederi olunca teselli verir, taziyede bulunur, komşusuna eziyet verecek şeylerden sakınır, evlerinin akıntı suları ile, çerçöpleriyle komşularına zarar vermez. Gece ve gündüz yüksek perdeden devam eden çalgılarının, radyolarının sesleriyle komşularını rahatsız edenler, komşularının huzurlarını, hastalarını, okur-yazarlarını düşünmeyenler, komşuluk haklarına riayet etmemiş, en mühim sosyal bir vazifeyi ayaklar altına almış bulunurlar. Bir hadis-i şerifte: \" ُ\"ﻣَﺎ ﺁﻣَﻦَ ﺑِﺎﷲِ ﻣَﻦْ ﻻَ ﻳَﺄْﻣَﻦُ ﺟَﺎرُﻩُ ﺑَﻮَاﺋِﻘَﻪ \"Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, ALLAH’a -layıkıyla- iman etmiş olmaz\"2 buyurulmuştur. Kısacası insan komşularının muhabbetini, övgüsünü kazanmalıdır. Hazreti Ömer (R.A) demiştir ki: \"Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafından övülen kimsenin güzel hal sahibi olduğundan şüphe etmeyiniz.\" 21- Hastaları ziyarette bulunmak: Müslümanlar, hasta olan dostlarını, komşularını münasip zamanlarda gidip ziyaret eder. Afiyet-lerine duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye, kalbleri hoş etmeye hizmet eden bir vazifedir. Bununla beraber bunun bir takım âdabı vardır. Mesela bu ziyaret, pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturulmamalıdır, canını sıkacak sözler söylememelidir. Bir hadis-i şerifte: ِ\"ﺧَﻤْﺲٌ ﺕَﺠِﺐُ ﻟِﻠْﻤُﺴْﻠِﻢِ ﻋَﻠَﻰ أَﺧِﻴﻪِ رَدﱡ اﻟﺴﱠﻼَمِ وَﺕَﺸْﻤِﻴﺖُ اﻟْﻌَﺎﻃِﺲِ وَإِﺟَﺎﺑَﺔُ اﻟﺪﱠﻋْﻮَةِ وَﻋِﻴَﺎدَةُ اﻟْﻤَﺮِﻳﺾ \" ِوَاﺕﱢﺒَﺎعُ اﻟْﺠَﻨَﺎﺋِﺰ \"Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vacip olur. Bunlar da: Verilen selâmı almak, aksırana hayır ile dua etmek, davete icabet, hastayı ziyaret ve cenazelere katılmaktır.\"3 diye buyurulmuştur. 22- Cenazelere katılmak: Bu da mühim, sevabı çok olan bir kardeşlik vazifesidir. Müslümanlar, vefat eden din kardeşlerinin cena-zelerini kabirlerine kadar hüzünlü, düşünceli bir halde götürür, rahmet toprağına emanet ederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar. Bir hadis-i şerifte: \" ٍ\"ﻣَﻦْ ﺹَﻠﱠﻰ ﻋَﻠَﻰ ﺟَﻨَﺎزَةٍ ﻓَﻠَﻪُ ﻗِﻴﺮَاطٌ ﻓَﺎِنْ ﺷَﻬِﺪَ ﻓَﻠَﻪُ ﻗِﻴﺮَاﻃَﺎنِ اَﻟْﻘِﻴﺮَاطُ ﻣِﺜْﻞَ اُﺣُﺪ 1. Aclûni, Keşful Hafa; No: 531; 1/179. Taberani el-Mu’cemu’l-Kebir; No:4379; 4/268. 2 Buhari; Edep:29; No:5670; 5/2240. Hakim el-Müstedrek; 4/165. A. b. Hanbel; No:3663; 1/387. No:2818; 2/288. Tayalisi, Müsned; No:1437; 2/676. 3Ebu Davud; Edep:98; No:5030; 2/726. Buhari; Edep:124; No:5868; 5/2297. Tirmizi; Edep:1; No:2745; 4/338. A. b. Hanbel; No: 18034; 4/284. www.mehmettaluhoca.com
\"Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, defninde hazır bulu-nana da iki kırat sevap vardır. Bir kırat ise, Uhud dağı kadardır.\"1 buyurulmuştur. 23- Müslümanların kabirlerini ziyaret etmek: Müslümanlar kendi aralarından âhirete gitmiş olan zatların, bilhassa büyük âlimlerin, salihlerin kabirlerini vakit vakit ziyaret eder, kendilerini rahmetle anarlar. Bu da bir vefa ve kıymet bilmek vazifesidir. Bununla beraber bir hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere: \"Kabirleri ziyaret, ölümü hatırlatır, uyanmaya vesile olur.\"2 Bu sebeple kabirleri hürmetle, ibretle ziyaret etmeli, insanlığın acıklı akıbetini düşünerek gâfilane bir halde yaşamaktan kaçınmalıdır. Fihrist’e dön GÜZEL VE ÇİRKİN HUYLAR 16- = إِﺕﱢﻘَ ﺎİttika: ALLAH Teâlâ’dan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır. Böyle bir hale \"takva\" da denir. Sahi-bine de \"mütteki\" denilir. Mütteki olan bir şahıs, emîn, itimada lâyık bir insan demektir ki, kendisinden hiç bir kimseye zarar gelmez. İslam dininde insanlar, esasen birbirine müsavi olup üstünlükleri ancak takva itibarıyladır. Kur’an-ı Kerim’de: \"ْ\"اِنﱠ أَآْﺮَﻣَﻜُﻢْ ﻋِﻨْﺪَ اﷲِ اَﺕْﻘَﺎآُﻢ \"Şüphe yok ki, ALLAH katında en üstün-değerli olanınız, en fazla mutteki olanınızdır.\"3 diye buyurulmuştur. İttikanın zıddı fısktır, fücurdur. Yani doğru yoldan çıkmak, Hak Teâlâ’ya âsi olmak, haramdan, şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin neticesi ise, felâkettir, azaptır. 17- ٌ = أَدَبEdep: Güzel terbiye, güzel huylar ile vasıflanmak ve utanılacak şeylerden insanı koruyan bir meleke demektir. Edep, insan için en büyük bir şereftir. Edebin zıddı isaet’dir ki, kötülükten, terbiyeye ve fazilete aykırı hareketten ibarettir. Edep insanın ziynetidir. Edep, insanı nefsinin arzu ve isteklerine uymaktan korur, kurtarır. \"ِ\"أَدَبُ اﻟْﻤَﺮْءِ ﺧَﻴْﺮٌ ﻣِﻦْ ذَهَﺒِﻪ \"İnsanın edebi, altınından hayırlıdır\" denilmiştir. Edebten mahrum bir insan, bir toplum için zararlı mikroplardan daha tehlikeli bir yaratıktır. 18- ٌ = إِﺣْ ﺴَﺎنİhsan: Bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır adına yapılması münasip olanı yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir fazilettir. Bir âyet-i kerimede: \"َ\"وَاَﺣْﺴِﻨُﻮا إِنﱠ اﷲَ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟْﻤُﺤْﺴِﻨِﻴﻦ \"İhsan ediniz, şüphe yok ki ALLAH Teâlâ ihsan edenleri sever.\"4 buyurulmuştur. Diğer bir âyet-i celîlede: \"َ\"وَاَﺣْﺴِﻦْ آَﻤَﺎ اَﺣْﺴَﻦَ اﷲُ اِﻟَﻴْﻚ \"ALLAH Teâlâ sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et.\"5 mealindedir. 19- ٌ = إِﺧْ ﻼَصİhlâs: Herhangi bir işi güzel bir niyetle saf bir kalp ile yapmak, o işe başka bir şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale \"hulûs\" da denir. Yapılan vazifelerin kıymetleri, ihlâsa göre artar. İhla-sın zıddı, riyadır. Bir vazifeyi sadece bir gösteriş için veya maddî bir fayda için yapmaktır. Riyakâr bir insan, temiz ruhlu bir insan değildir, yaptığı amellerin mükâfatını Hak’dan dilemeye yüzü olamaz. Bir hadis-i şerifte: 1İbni Mace; Cenaiz:34; No:1540; 1/492. Nesei; Cenaiz:79; No: 1997; 4/77. A. b. Hanbel; No: 7306; 2/246. 2 Tirmizi; Cenaiz:60; No:1056; 2/330, Nesâi; Dahaya:36; No:4430; 7/234, A. b. Hanbel; No:22496; 5/358 3 Hucurat sûresi:13 4 Bakara sûresi:195 5 Kasas sûresi:77 www.mehmettaluhoca.com
\"ُ\"إِنﱠ اﷲَ ﻻَ ﻳَﻘْﺒَﻞُ ﻣِﻦَ اﻟْﻌَﻤَﻞِ إِﻻﱠ ﻣَﺎ آَﺎنَ ﻟَﻪُ ﺧَﺎﻟِﺼًﺎ وَاﺑْﺘُﻐِﻲَ ﺑِﻪِ وَﺟْﻬُﻪ \"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ sadece kendisi için ve kendisinin rızası istenilerek yapılan amelden başkasını kabul buyurmaz\"1 buyurulmuştur. 20- ٌ = إِﺳْ ﺘِﻘَﺎﻣَﺔİstikamet: Her işte itidal üzere bulunmak, adalet-ten, doğruluktan ayrılmayıp diyanet ve akıl dairesinde yürümek demek-tir. Dinî ve dünyevî vazifelerini olduğu gibi yapmaya çalışan bir müs-lüman, tam istikamet üzere olan bir insandır. Böyle bir insan ise, toplumun en kıymetli bir ferdi sayılır. İstikametin zıddı, “hıyanet”tir ki, doğruluğu bırakıp emanete, ah-de riayet etmemek, verilen sözde durmamak, insanların haklarına teca-vüzden çekinmemek demektir. Bir âyeti kerimede Resul-ü Ekrem Efendimize hitaben \"َ\"ﻓَﺎﺳْﺘَﻘِﻢْ آَﻤَﺎ أُﻣِﺮْت \"Emrolunduğun gibi istikamette bulun\"2 buyurulmuştur ki, bu istikametin ne kadar lâzım ve mühim olduğunu göstermeğe kâfidir. 21- ٌ = إِﻃَﺎﻋَ ﺔİtaat: Âmirlerin meşru emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. ALLAH Teâlâ’nın buyurduklarını dinleyip tutmak bir itaat-tır. İnsanın saadeti de bu itaata bağlıdır. Bunun zıddı, isyandır. Hak Teâlâ’nın yüksek emirlerini dinlemeyen bir insan, günahkâr, hayırsız bir kimsedir ki, kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir şahıstan insanlık ne bekleyebilir! Kur’an-ı Mübin’de şöyle buyurulmuştur: \"ْ\"ﻳَﺎ أَﻳﱡﻬَﺎ اﻟﱠﺬِﻳﻦَ ﺁﻣَﻨُﻮا اَﻃِﻴﻌُﻮا اﷲَ وَاَﻃِﻴﻌُﻮا اﻟﺮﱠﺳُﻮلَ وَاُوﻟِﻰ اْﻷَﻣْﺮِ ﻣِﻨْﻜُﻢ \"ALLAH’a itaat ediniz, ALLAH’ın Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.\"3 22- ٌ = إِﻋْﺘِﻤَ ﺎدİtimad: Güvenme, emniyet, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın itimadını kazanmak bir muvaffakiyet eseri-dir. İktisadî ve sosyal hayatın devamı, itimadın varlığına bağlıdır. Bu sebeple insan güzel, dosdoğru hareketleriyle herkesin itimadını kazan-maya çalışmalıdır; itimada aykırı olan şey, hiyanettir, suistimaldir ki neticesi pek korkunçtur. 23- ٌ = إِﻗْﺘِ ﺼَﺎدİktisad: Her hususta itidal üzere bulunmak, lüzu-mundan fazla ve noksan harcamalardan kaçınmaktır. İnsan, iktisada riayet sayesinde rahat yaşar. Bir hadis-i şerifte: \" َ\"ﻣَﺎ ﻋَﺎلَ ﻣَﻦِ اﻗْﺘَﺼَﺪ \"İktisada riayet eden fakir olamaz.\"4 buyurulmuştur. İktisadın zıddı, israftır, taktir (kısma)dır. İsraf, yemek, içmek ve giyinip gezmek gibi hususlarda malum olan dereceyi aşmaktır ki ha-ramdır, fertlerin ve toplumların yıkılmasına sebeptir. Bunun içindir ki Kur’an-ı Hakim’de: \" َ\"اِنﱠ اﷲَ ﻻَ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟْﻤُﺴْﺮِﻓِﻴﻦ \"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ israf edenleri sevmez\"5 buyurul-muştur. Taktir de, yemek içmekte ve diğer hususlarda lüzumundan fazla kısmaktır ki bu da uygun değildir. 24- ٌ = أُﻟْﻔَ ﺔÜlfet: Münasip kimseler ile güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar, daima toplumdan uzak bir halde yaşaya-mazlar. Birbirleriyle görüşmek mecburiyetindedirler. Güzel ahlâk sahibi olan bir kimse, herkes ile güzel görüşür, herkesin sevgisini kazanır. Bu hale \"ünsiyet\" de denir. Zıddı uzlet, nefret, inzivadır ki, kimse ile görüşmeyip kendi başına bir yerde yaşamak, herkesten uzaklaşmaktır. Herkes ile görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak da uygun olmaz. Bir hadis-i şerifte: 1 Nesâi; Cihad:24; No:3140; 6/25 2 Hûd sûresi:112 3 Nisa sûresi:59 4 A. b. Hanbel: No:4257; 1/447 5 A'raf Suresi: 31 www.mehmettaluhoca.com
\"ِ\"اَﻟْﻤُﺆْﻣِﻦُ ﻳَﺄْﻟِﻒُ وَﻳُﺆْﻟَﻒُ وَﻻَ ﺧَﻴْﺮَ ﻓِﻴﻤَﻦْ ﻻَ ﻳَﺄْﻟِﻒُ وَﻻَ ﻳُﺆْﻟَﻒُ وَﺧَﻴْﺮُ اﻟﻨﱠﺎسِ اَﻥْﻔَﻌُﻬُﻢْ ﻟِﻠﻨﱠﺎس \"Mümin, ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen, ülfet olunma-yan kimse de ise, hayır yoktur. İnsanların hayırlısı da insanlara en faydalı olanıdır.\"1 buyurulmuştur. 25- = َأ ْﻣِﻨﱠﻴ ٌﺔEmniyet: Bir şeye itimat etmek mânasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri gelen yüksek bir meleke mânasına da gelir. İnsanların sırlarını ve emanet bıraktıkları mallarını güzelce saklamak da bir emniyet halidir. Emniyetin zıddı, hıyanettir, suistimaldir, sözde durmamaktır. Fertleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum, geleceğinden emin olamaz. Emniyeti suistimal, münafıklık alâmetidir. Bir hadis-i şe-rifte şöyle buyurulmuştur: \" َ\"ﺁﻳَﺔُ اﻟْﻤُﻨَﺎﻓِﻖِ ﺙَﻼَثٌ إِذَا ﺣَﺪﱠثَ آَﺬَبَ وَإِذَا اؤْﺕُﻤِﻦَ ﺧَﺎنَ وَإِذَا وَﻋَﺪَ أَﺧْﻠَﻒ \"Münafığın alâmeti üçtür: Söyleyince yalan söyler, vaad edince döner, emanet edilince hıyanette bulunur.\"2 26- ٌ = إِﻥْ ﺼَﺎفİnsaf: Adalet dairesinde hareket ve hakikati itiraf demektir: İnsaf, ciddi ve seciyeli bir insanın nişanesidir. Bunun zıddı, zulümdür, gadirdir, hakkı inkârdır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اَ ْﻹِﻥْﺼَﺎفُ ﻥِﺼْﻒُ اﻟﺪﱢﻳﻦ \"İnsaf, dinin yarısıdır.\"3 buyurulmuştur. Çünkü hakikî bir din, iti-raf edilmesi lâzım gelen sabit şeyler ile yapılması icap eden faideli şeylerin bir toplamıdır. İnsaflı olan bir kimse ise, dinin yarısını teşkil eden o sabit şeyleri mutlaka itiraf eder. Bunun için kendisindeki insaf, dinin âdeta yarısı bulunmuş olur. 27- ٌ = ﺑَ ﺸَﺎﺷَﺔBeşaşet: Güler yüzlü, hoş halli olmaktır. Beşaşet, ruhta safiyetin, neşenin yüzde parıltısı demektir. Zıddı, ubusettir ki, yüz ekşiliğinden ibarettir. İnsan daima beşuş olmalı, hiç bir kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Beşaşet bir sadaka, bir ihsan sayılır. Bir hadis-i şerifte: \" \"إِنﱠ اﷲَ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟﺴﱠﻬْﻞَ اﻟﻄﱠﻠْﻖ \"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, yumuşak huylu, açık yüzlü kulunu sever.\"4 buyurulmuştur. 28- ٌ = ﺕَﺄْدِﻳ ﺐTe’dib: Terbiye etmek, edepli, töreli bir halde yetiş-tirmek demektir. Zıddı terbiyeyi terk ve ihmal etmektir. Te’dib vazi-fesinde asla müsamaha etmemelidir. Kendi çocuklarını güzelce te’dibe çalışmak, her aile reisi için yapılması gerekli bir vazifedir. Bu husustaki dikkatsizliğin zararları, yalnız bir ferde, bir aileye değil, koca bir topluma aittir. \" ُ\"ﻣَﻦْ ﻟَﻢْ ﻳُ َﺆدﱢﺑْﻪُ اْﻷَﺑَﻮَانِ ﻳُﺆَدﱢﺑْﻪُ اﻟْﻤَﻠَﻮَانُ وَﻣَﻦْ ﻟَﻢْ ﻳُﺆَدﱢﺑْﻪُ اﻟْﻤَﻠَﻮَانُ ﻳُﺆَدﱢﺑْﻪُ اﻟﻨﱢﻴﺮَان \"Baba ile ananın tedip etmediğini, gece ile gündüz, yani zaman tedip eder. Gece ile gündüzün tedip etmediğini de, cehennem te’dip eder.\"5 buyurulmuştur. 29- = ﺕَ ﺄَﻥﱢﻲTeenni: Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etmektir. Böyle bir harekete “teüde” de denir. Vakti gelip çatmış olan hayırlı bir işte teenniye mahal yoktur. Fakat henüz vakti gelmeyen bir iş hakkında acele hareket etmek de mahrumiyete sebep olacağından doğru değildir. Teenninin zıddı, isti’caldir, yani bir şeyi vaktinden evvel elde etmeye koşmaktır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اَﻟﺘﱠﺄَﻥﱢﻰ ﻣِﻦَ اﻟﺮﱠﺣْﻤَﻦِ وَاﻟْﻌَﺠَﻠَﺔُ ﻣِﻦَ اﻟﺸﱠﻴْﻄَﺎن \"Teenni Rahman’dan, acele ise, şeytandandır.\"6 buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de şu mealdedir: 1 Taberani, el-Mu'cemü’l-Evsat: No:5783; 6/368 2 Buhari; Şehadet:28; No:2536; 2/952; Müslim; İman:25; No:59; 1/78; Tirmizi; İman:14; No:2631; 5/19; Nesai; İman:20; No:5023; 8/117 3 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 4 Deylemi, Firdevs: No:574; 1/156 5 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 6 Beyhaki Süneni Kübra; Âdap:15; No:20851; 15/70; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 8/19; www.mehmettaluhoca.com
\" ِ\"اَﻟﺘﱠﺆُدَةُ ﻓِﻰ آُﻞﱢ ﺷَﻲْءٍ ﺧَﻴْﺮٌ اِﻻﱠ ﻓِﻰ ﻋَﻤَﻞِ اْﻵﺧِﺮَة \"Her işte teenni hayırlıdır, âhiret işi müstesna.\"1 30- ٌ = ﺕَﻌْﻈِ ﻴﻢTa’zim: Hürmet, riayet, bir zat hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek şekilde güzel muamelede bulunmak demek-tir. Zıddı, tahkirdir, yani bir kimseye karşı kıymetini düşürecek tarzda muamele yapmak demektir ki, asla caiz değildir. İlim, edep, yaş itibariyle bizden büyük olanlara hallerine göre saygı göstermek, bizden genç olanlar hakkında da sevgi ile muamelede bulunmak bizim için insanî bir vazifedir. Bir hadis-i şerifte: \" \"ﻣَﻦْ ﻟَﻢْ ﻳُﻮَﻗﱢﺮْ آَﺒِﻴﺮَﻥَﺎ وَﻟَﻢْ ﻳَﺮْﺣَﻢْ ﺹَﻐِﻴﺮَﻥَﺎ ﻓَﻠَﻴْﺲَ ﻣِﻨﱠﺎ \"Bizim büyüklerimize tazim, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir.\"2 buyurulmuştur. 31- = ﺕَﻔَ ﱡﺄ ٌلTefe’ül: Bir şeyi uğur saymak, bir hâdiseyi bir hayır başlangıcı görmektir. Bu, güzel bir zan meselesi olduğundan övülmüştür. Zıddı, teşe’üm, tetayyürdür ki, bu da bir şeyi uğursuz görmek, nefsin kendisinden nefret duyduğu bir hâdiseyi, meselâ bir kuşun ötüşünü veya bir tarafa uçuşunu bir uğursuzluğa alâmet saymak demektir. Bu ise, bir kötü zan, fena kuruntu eseri olduğundan caiz değildir. İnsan için herhangi bir hâdiseden bir uğursuzluk hükmü çıkararak kendisini ümitsizlik veya kötü kuruntu içinde bırakmak doğru değildir. Bazı günlere, vakitlere uğursuzluk isnat edilmesi de uygun görülemez. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: \" ُ\"ﻳُﻌْﺠِﺒُﻨِﻰ اﻟْﻔَﺄْلُ اﻟْﻜَﻠِﻤَﺔُ اﻟْﺤَﺴَﻨَﺔُ اﻟْﻜَﻠِﻤَﺔُ اﻟﻄﱠﻴﱢﺒَﺔ \"Fe’l, yani güzel söz, temiz konuşma hoşuma gider.\"3 buyurmuştur. İnsan hayırlı söz söylemeli, fena kötü-uğursuz konuşmalardan di-lini sakındırmalıdır. 32- ٌ = ﺕَﻔَﻜﱡ ﺮTefekkür: Düşünmek, bir mesele hakkında fikri hare-kete getirmek demektir. Büyük Yaratanımızın kudretine şahitlik yapan varlıkları tefekküre dalmak bir ibadettir. Maddî ve manevî bir çok keşifler, yükselişler, tamamen tefekkür neticesidir. Tefekkürün zıddı gaflettir, düşünmekden mahrumiyettir ki, insana asla yakışmaz. Bir hadis-i şerîfte: \" \"ﺕَﻔَﻜﱠﺮُوا ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ اﷲِ وَﻻَ ﺕَﻔَﻜﱠﺮُوا ﻓِﻰ اﷲِ ﻓَﺘُﻬْﻠِﻜُﻮا \"ALLAH Teâlâ’nın yaratmış, olduğu şeyler hakkında tefekküre dalınız, fakat ALLAH Teâlâ’nın zatında tefekküre dalmayınız, sonra helak olursunuz.\"4 buyurulmuştur. 33- ٌ = ﺕَﻮَاﺽُﻊTevazu’: Alçak gönüllü olmak, hak ettiği mertebenin aşağısına kendiliğinden razı olarak, o şekilde muamelede bulunmaktır. Zıddı tekebbürdür, tecebbürdür, gururdur. Bunlar, kendisini büyük görmek, kendisini lâyık olduğu mertebenin, üstünde göstermeye ça-lışmak, fani şeylere güvenerek ona buna karşı çalım satmaktır ki, pek kötü bir huydur. Bir hadis-i şerif: \" ُ\"ﻣَﻦِ اﻗْﺘَﺼَﺪَ اَﻏْﻨَﺎﻩُ اﷲُ وَﻣَﻦْ ﺑَﺬَرَ اَﻓْﻘَﺮَﻩُ اﷲُ وَﻣَﻦْ ﺕَﻮَاﺽَﻊَ رَﻓَﻌَﻪُ اﷲُ وَﻣَﻦْ ﺕَﺠَﺒﱠﺮَ ﻗَﺼَﻤَﻪُ اﷲ \"ALLAH Teâlâ, iktisatlı olanı zengin eder, israf edeni de fakir dü-şürür, tevazu göstereni yükseltir, kibirlenen kimseyi de kırar geçirir.\"5 mealindedir. 34- = َﺕ َﻮ ﱡآ ٌﻞTevekkül: Hakk’a güvenmek, sebeplere sarıldıktan sonra muvaffakiyeti Hakk’tan beklemek ve insanların güçleri yetişemedi-ği şeyleri ALLAH Teâlâ’ya bırakıp ümitsizlik ve kederden 1 Ebu Dâvud; Edep:11; No:4810; 2/670; Hâkim el-Müstedrek; İman: 1/63 2 A. b. Hanbel; No:2325; 1/257; İbn-i Hıbban; 2/211 3 Buhari; Tıb:54; No:5440; 5/2178; Müslim; Selam:34; No:2224; 4/1746 4 Taberani, el-Mucemul-Evsat; No:6315; 7/172; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 1/181 5 Heysemi, Mecmeuz-Zevâid; 10/253 www.mehmettaluhoca.com
beri olmaktır. Tevekkülden mahrumiyet, büyük bir noksanlıktır. Bir mümin bilir ki herhangi bir hâdisenin meydana gelmesi için sadece sebeplerin var olması kâfi değildir. Yaratanımızın dilemediği bir hâdise hiç bir vakit meydana gelemez. Ve Yaratanımızın dilediği bir şeye de hiç bir kuvvet mani olamaz. Bununla beraber tevekkül, sebeplere sarılmaya mani değildir. ALLAH Teâlâ, bir çok hâdiseleri birer sebebe bağlamıştır. Bu husustaki ilâhi kanuna riayet lâzımdır, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz, devesini bir şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp huzurlarına giren Amr b. Ümeyye’ (R.A)a: \" = َﻗﱢﻴ ْﺪ َوَﺕ َﻮ ﱠآ ْﻞDeveni bağla ve tevekkül eyle”1 diye tenbih buyurmuştur. 35- ٌ = ﺙَﺒَ ﺎتSebat: Sözde durmak, ahde vefa etmek, bir meslekte, bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak demektir. \"Sabit olanlar, nâbit olurlar = bir işte sebat edenler neticeye ulaşırlar\" sözü meşhurdur. Sebat, muvaffakiyetin bir şartıdır. Bununla beraber hayırlı ve doğru-gerçek olan şeylerde sebat göstermek bir fazilettir. Faydasız, batıl şeylerde sebat göstermek ise, aklın zafiyetine, insafın yokluğuna delâlet edeceği için büyük bir kusurdur. 36- ٌ = ﺟُ ﻮدCûd: Cömertlik, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin lütufta, ihsanda bulunmak halidir. Verilmesi lâyık olan şeyleri münasip olan yerlere kolaylıkla-içtenlikle vermek, meleke-sinden ibaret olan “seha” da bu kısımdandır . Cûd ve seha, insana lâyık bir meziyettir. Bunların zıtları ise, his-set, tama’, cimriliktir ki, insanlara asla yakışmaz. Bir hadis-i şerifte: \"ٌ\"ﻃَﻌَﺎمُ اﻟﺴﱠﺨِﻲﱢ ﺷِﻔَﺎءٌ وَﻃَﻌَﺎمُ اﻟْﺒَﺨِﻴﻞِ دَاء \"Cömert kimsenin yemeği şifadır, cimri kimsenin yemeği de hastalıktır.\"2 buyurulmuştur. 37- ٌ = ﺣَ ﺰْمHazm: Basiretle yürümek, ihtiyatlı bir tarzda davranmak, neticesi bilinmeyen şeylere hemen atılmamaktır. Zıddı, ihti-yatsızlıktır. Hazm’a riayet edenler, pişmanlığa düşmezler. Bununla beraber hazm, bazen kötü bir kuruntudan ileri gelir. Bu sebeple hazm diye kuruntuya düşmemek lâzımdır. Bunun içindir ki bir hadis-i şerifte: \" = اَﻟْﺤَ ﺰْمُ ﺳُ ﻮءُ اﻟﻈﱠ ﻦﱢHazm kötü bir düşüncedir.\"3 buyurulmuştur. 38- = ﺣُ ﺴْﻦُ ﻇَ ﻦﱟHüsnü zan: Güzel sanma, bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdanî kanaat demektir. Zıddı, suizandır. İnsan, suizanda toleranslı-ölçülü davranmalı, hiç bir kimse hakkında da yok yere suizanda bulunmamalıdır. Gerçi herhangi bir kimse hakkında körü körüne \"pek iyi bir zattır\" diye hükmetmek, hüsnü zannı suistimal etmek olacağından kötüdür. Onun bunun hallerini araştırmak, kusurlarını bilmeye çalışmak arzusu da tecessüs (bak. Madde: 16/6) denilen ve suizandan kaynaklanan gayriahlâkî bir hareket olduğu için haramdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: \"Şüphe yok ki zannın bazısı bir günahtır.\"4 buyurulmuştur. 39- ٍ = ﺣِﻔْﻆُ ﻟِ ﺴَﺎنHıfzu lisan: Dili lüzumsuz sözlerden koruyup ihtiyaç miktarından fazla söz söylememek halidir ki, pek güzeldir. Zıddı, \"mâlayani\" denilen faydasız şeyler ile uğraşmak, ağza her geleni söylemektir. Akıllı kimseler, çok kere sükût ederler. Lüzum görülmedikçe söz söylemek istemezler. Sükût pek güzeldir. Yeter ki bir hakkın zayi olmasına, bir hakikatın yanlış anlaşılmasına sebep olmasın. Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz: \"ْ\"ﻣَﻦْ آَﺎنَ ﻳُﺆْﻣِﻦُ ﺑِﺎﷲِ وَاﻟْﻴَﻮْمِ اْﻵﺧِﺮِ ﻓَﻠْﻴَﻘُﻞْ ﺧَﻴْﺮًا اَوْ ﻟِﻴَﺼْﻤُﺖ \"Her kim ALLAH’a ve âhiret gününe inanmakta ise, hayır söylesin veya sussun.\"5 buyurmuştur. 40- = ﺣَ ﻖﱞHak: ALLAH Teâlâ’nın bir mübarek ismidir. Her sa-bit, doğru olan şeye de hak denir ki zıddı batıldır. Herkesin meşru olan salâhiyetine, iktidarına, bir şey üzerindeki malikiyetine de hak denil-miştir ki, çoğulu “hukuk”tur. 1 Beyhaki, Şuabü’l-İman; No:1211; 2/80 2 Deylemi, Firdevs; No:3954; 2/455 3 Zehebi, Mizanül'itidal; No:9404; 7/138 4 Hucurat Suresi:12 5 Buhari; Edep:31; No:5672; 5/2240, Müslim; İman:19; No:47; 1/68, Ebu Davud; Edep:123; No:5154; 2/760 www.mehmettaluhoca.com
Her hak karşılığında bir vazife vardır. Meselâ bir insan hayat hakkına, şeref ve haysiyet hakkına sahiptir. Bunlara kimsenin tecavüzü caiz değildir. Bu sebeple o insan da bu hak karşılığında başkalarının hayat hakkına, şeref ve haysiyet hakkına riayetle vazifelidir. Bunlara da kendisi tecavüz edemez. Böyle bir tecavüz haramdır, cezayı gerektir-mektedir, dünyanın intizamına manidir. Hak, daima haktır. Hakka kuvvet ve başka bir şey galip gelemez. Geçici olarak yok olan bir hak, bir gün dünyada, dünyada olmasa bile, yarın âhirette ortaya çıkacaktır. 41- ٌ = ﺣِﻜْﻤَ ﺔHikmet: İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen veya bilgisi ile amel etmeyen bir kimse, hakîm unvanını alamaz. Her şeyin hakikatına bilgi edinmeye de hikmet denir. Adaba, ahlâka, vaazlara ait edebi sözlere, fıkralara da hikmet denilir. Hakîm olan zatta, zekâ, hafıza, güzel düşünce, kolaylıkla öğren-me, safî zihin, güzel anlayış, hafızasındakileri hatırlayıp kullanma özellikleri bulunur. Bir âyet-i kerimede: \"\"وَﻣَﻦْ ﻳُﺆْتَ اﻟْﺤِﻜْﻤَﺔَ ﻓَﻘَﺪْ اُوﺕِﻲَ ﺧَﻴْﺮًا آَﺜِﻴﺮًا \"Kendisine hikmet verilmiş olan kimseye muhakkak bir çok hayır verilmiş olur.\"1 buyurulmuştur. Bir hadis-i şerif de şu mealdedir: \" \"اَﻟْﺤِﻜْﻤَﺔُ ﺽَﺎﻟﱠﺔُ اﻟْﻤُﺆْﻣِﻦِ ﻓَﺄَﻳْﻨَﻤَﺎ وَﺟَﺪَهَﺎ أَﺧَﺬَهَﺎ \"Hikmet müminin yitiğidir. Bu sebeple onu nerede bulursa alır.\"2 42- ٌ = ﺣِﻠْ ﻢHilm: Şiddete tahammül, gazap (kızgınlık) ateşini söndürmek, nefsini heyecandan korumak demektir ki, yerinde gösteril-mek şartı ile büyük bir fazilettir. Zıddı hiddettir, düşünmeden bir işe başlamaktır ki, bu da öfkeden, titizlikten, hoşa gitmeyen bir hâdiseden dolayı gazap kuvvetinin parlamasından ibarettir. Gazap, darılma halleri, kalp kanının kaynaması zamanında kişinin kendisinde meydana gelen bir değişmedir ki, haksız yere olunca bir kusur sayılır, pişmanlığa sebep olur. Fakat akla tabi ve haksızlığa karşı olan bir gazap, güzeldir. Çünkü mukaddes şeyler, bu sayede müdafaa edilebilir. Hilm, ilim ve hikmetle beraber olmalıdır. Bir hadis-i şerifte: \" ٍ\"ﻣَﺎ ﺟُﻤِﻊَ ﺷَﻲْءٌ اِﻟَﻰ ﺷَﻲْءٍ أَﻓْﻀَﻞُ ﻣِﻦْ ﻋِﻠْﻢٍ اِﻟَﻰ ﺣِﻠْﻢ \"Hiçbir şey, diğer bir şey ile ilim ile hilmden daha faziletli olarak toplanmış değildir.\"3 buyurulmuştur. 43- ٌ = ﺣَﻤِﻴﱠ ﺔHamiyet: Mukaddes şeyleri, milletin haklarını korumak ve namusu, haysiyeti töhmet altında kalmaktan korumak hu-suslarında gösterilen bir gayret ve özen göstermek hususiyetidir. Bu pek güzel bir haslettir. Fakat batıl fikirleri, inançları korumak yolunda gösterilen gayrete \"Hamiyet- i cahilâne\" denir ki bu pek kötüdür. 44- ٌ = ﺣَﻴَ ﺎءHaya: Utanma, hicab, ar, namus manâlarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin darlanması, edebe aykırı bir hadisenin meydana gelmesinden dolayı kalbin bir rikkat (incelik) ve ızdırap içinde kalması demektir ki, eseri hemen yüzde belirmeye başlar. Haya, pek güzel bir haslettir. Zıddı, “vekahat”dır ki, utanmaz-lıktan, batılı hak suretinde görüp çekinmeksizin işlemekten ibarettir. Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır, hayvanlardan aşağı bir hale düşürür. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"اَﻟْﺤَﻴَﺎءُ ﺷُﻌْﺒَﺔٌ ﻣِﻦَ اْﻹِﻳﻤَﺎن \"Haya, imandan bir bölümdür.\"4 buyrulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifde: 1 Bakara sûresi:269 2 Deylemi, Firdevs; No:2770; 2/152. 3 Musannef İbn-i Ebi Şeybe; Edep.43; No:5; 6/126. Darimi; Mukaddime:48; No:576;1/152. Deylemi, Firdevs; No.6371; 4/120. 4 Buhari; İman :14; No: 24; 1/17. Müslim; İman:12; No. 35; 1/65. Ebu Davud; Edep:7; No:4795; 2/667. İbni Hıbban; İman:4; No:167; 1/386. Nesâi; İman:16; No:5004; 8/110. İbni Mace; Mukaddime:9; No:57; 1/22. A. b. Hanbel; No: 9417; 2/443. www.mehmettaluhoca.com
\" ِ\"ﻣَﻦْ ﻻَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻰ ﻣِﻦَ اﻟﻨﱠﺎسِ ﻻَ ﻳَﺴْﺘَﺤْﻴِﻲ ﻣِﻦَ اﷲ \"İnsanlardan utanmayan, ALLAH Teâlâ’dan da utanmaz.\"1 mealindedir. 45- ٌ = ﺧُ ﺸُﻮعHuşu: Tevazu göstermek, hakka boyun eğmek, korku ve sevgi ile beraber edepli bir vaziyet almak demektir. Zıddı gaf-let, kibirlenmek kalb huzurundan mahrumiyettir. Bir ibadetin kıymeti huşulu olması nisbetinde artar. Haşyet de tazimle karışık, kalbe ait bir korku demektir. ALLAH korkusuna \"haşyetullah\" denir. Kalbinde haşyetullah bulunmayan bir kimseden her türlü fenalık meydana gelebilir. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"رَأْسُ اﻟْﺤِﻜْﻤَﺔِ ﻣَﺨَﺎﻓَﺔُ اﷲ \"Hikmetin başı ALLAH korkusudur.\"2 buyurulmuştur. ALLAH Teâlâ’nın kudretini, azametini düşünen her mütefekkir müminin kalbinde ALLAH korkusu parlar, kendisini daima iyiliğe sevkeder durur. 46- ٌ = ﺧَﻴْ ﺮHayır: İyilik demektir. Her meşru olan mal ve menfaat da bir hayırdır, Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmaya vesile olan her güzel amel, bir hayırdır, asıl \"hayr-ı ahlâkî = hayır ahlakı\" da bundan ibarettir. Hayrın zıddı, şerdir. Hakka, tabiata uygun olmayan ve fena bir neticeyi doğuran her şey, bir şerden ibarettir. Herkesin hakkında iyilik dilemeye \"hayırhahlık\" denir ki, ruhun tertemiz olmasından ileri gelir. Bütün hayır müesseseleri, hayırhahlığın bir eseridir. Başkasının fenalığını istemek de \"bedhahlık\" denilen ruhî bir hastalıktır ki, sahibinin kötü bir kimse olduğuna bir alâmettir. İşte \"hased\" denilen pek kötü bir huy, bu bedhahlıktan başka değildir... Evet... Başkasının hakkı ile nail olduğu nimetlerden huzursuz olup da o nimetlerin yok olmasını istemek bir hasedden ibarettir. Bu pek fena bir haslet olduğu için bundan pek sakınmalıdır. Bir hadis-i şerifte: \"َ\"إِﻳﱠﺎآُﻢْ وَاﻟْﺤَﺴَﺪَ ﻓَﺈِنﱠ اﻟْﺤَﺴَﺪَ ﻳَﺄْآُﻞُ اﻟْﺤَﺴَﻨَﺎتِ آَﻤَﺎ ﺕَﺄْآُﻞُ اﻟﻨﱠﺎرُ اﻟْﺤَﻄَﺐ \"Hasedden kaçınınız. Çünkü ateş kuru odunları yakıp bitirdiği gibi, hased de güzel âmelleri yer bitirir.\"3 buyurulmuştur. Şerre âlet olan bir nimetin yok olmasını istemek hased sayılmaz. Aynı şekilde başkasının nail olduğu bir nimetin aynısına nail olmak arzusu da hased değildir. Bu arzuya \"Gıbta\" ve \"Münafese\" denir ki bazı hallerde caizdir. Yüksek bir âlimin bilgisine, faziletine gıpta edilmesi gibi. 47- ْ = دُوﺳْﺘْﻠُﻮقDostluk: İki veya daha fazla kimse arasında meydana gelen samimî bir sevgi ve bağlılık demektir. ALLAH için olan dostluk devam eder, dünya için olan dostluk da kayıp giden bir yıldız gibi parlar parlamaz, söner gider. Dostluğun zıddı düşmanlıktır, adavettir, garezkârlıktır. Bütün müslü-manlar birbirinin dostudur, çünkü aralarında ebedî olan bir din kardeşliği vardır. Peygamberi Zişan (S.A.V) Efendimiz, ALLAH’ın rahmetine nail olmuş olan ümmetine söyle emretmiştir: ُ\"ﻻَ ﺕَﺒَﺎﻏَﻀُﻮا وَﻻَ ﺕَﺤَﺎﺳَﺪُوا وَﻻَ ﺕَﺪَاﺑَﺮُوا وَآُﻮﻥُﻮا ﻋِﺒَ ﺎدَ اﷲِ إِﺧْﻮَاﻥً ﺎ وَﻻَ ﻳَﺤِ ﻞﱡ ﻟِﻤُ ﺴْﻠِﻢٍ أَنْ ﻳَﻬْﺠُ ﺮَ أَﺧَ ﺎﻩ \"ٍﻓَﻮْقَ ﺙَﻼَﺙَﺔِ أَﻳﱠﺎم \"Birbirinize buğz etmeyiniz, haset etmeyiniz, arka çevirmeyiniz, ey ALLAH’ın kulları!.. Kardeş olunuz, bir müslümana helâl olmaz ki kardeşini üç günden fazla terk ede.\"4 Başkasının bir kederinden dolayı sevinmek de bir düşmanlık eseri olduğundan caiz değildir. Buna 1Taberani el-Mu'cemu’l-Evsat; No:7155. 8/78. 2 Beyhaki, Şuabu’l-İman; No: 744; 1/470. Deylemi, Firdevs; No:3258; 2/270. 3 Ebu Davud; Edeb:52; No:4903; 2/693 4 Buhari; Edeb:57; No:5718; 5/2253 www.mehmettaluhoca.com
\"Şematet\" denir. Bir hadîs-i şerifte: \"َ\"ﻻَ ﺕُﻈْﻬِﺮِ اﻟﺸﱠﻤَﺎﺕَﺔَ ِﻷَﺧِﻴﻚَ ﻓَﻴَﺮْﺣَﻤَﻪُ اﷲُ وَﻳَﺒْﺘَﻠِﻴَﻚ \"Kardeşin için şematet ortaya koyma, sonra ALLAH Teâlâ ona merhamet eder de, seni o belaya düşürür.\"1 buyurulmuştur. 48- ٌ = دِﻳَﺎﻥَﺔDiyanet: Dindarlık, dinin mukaddes hükümlerine riayet, gereğince hareket etmektir. Zıddı, dinsizlik, dinin hükümlerine riayetsizliktir ki, bütün fenalıkların en büyük kaynağıdır. İnsanların kurtuluşu, temiz bir halde yaşayışı, saadete ermesi an-cak diyanet sayesindedir. Diyanet, yaratılış gereğidir, gerek ferdler için ve gerek toplumlar için zarurîdir. Bu sebeple diyanete sımsıkı sarıl-malıdır. Bu, insanlığın menfaat ve selâmeti bakımından son derece lâzımdır. 49- = ذِ ْآ ٌﺮZikr: Anmak, hatırlamak manasınadır. ALLAH Teâ-lâ’nın mukaddes isimlerini anmak, yapılması gerekli bir vazifedir, en yüce bir zikirdir. Hak Teâlâ hazretlerini zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur. Bundan heybet ve saygı gösterme meydana gelir. Ya kudretini düşünmekle olur. Bundan korku ve hüzün doğar. Veya nimetlerini an-makla olur, bundan şükür ve hamd meydana gelir. Veya pek emsalsiz olan şaheserlerini tefekkür ile olur, bundan da ibret ve uyanma yüz gösterir. Zikrin zıddı, nisyandır, Hakk’ı unutmaktır. ALLAH’ü Azimüş-şan’ın mübarek isimleri ile kulluk lisanını süslememektir. Bu pek acınacak bir gaflet eseridir. Bir âyet-i kerimede: \"َ\"وَاذْآُﺮُوا اﷲَ آَﺜِﻴﺮًا ﻟَﻌَﻠﱠﻜُﻢْ ﺕُﻔْﻠِﺤُﻮن \"ALLAH Teâlâ’yı çok zikrediniz ki felah bulabilesiniz.\"2 buyu-rulmuştur. Bir hadîs-i şerifte: \"ِ\"أَﻓْﻀَﻞُ اﻟﺬﱢآْﺮِ ﻻَ إِﻟَﻪَ إِﻻﱠ اﷲُ وَأَﻓْﻀَﻞُ اﻟﺪﱡﻋَﺎءِ اَﻟْﺤَﻤْﺪُِﷲ Zikrin en faziletlisi \"Lâilâhe illallâh\"dır, duanın en faziletlisi de \"Elhamdülillâh\"dır.\"3 diye buyurulmuştur. 50- ٌ = رِﺽَ ﺎءRıza : Hoşnut olmak, muvafakat göstermek, herhangi bir hükmü veya hâdiseyi kalben hoş görüp kabul etmektir. Zıddı muhalefettir, reddir, itirazdır. ALLAH Teâlâ’nın her hükmüne, her takdirine razı olmak bir kul-luk vazifesidir. Hak bir şeye razı olmamak bir ahmaklık alâmeti olduğu gibi bâtıl bir şeye razı olmak da bir tuğyan, bir isyan eseridir. Bir hadis-i şerifte: \"ُ\"إِذَا أَﺣَﺐﱠ اﷲُ ﻋَﺒْﺪًا اِﺑْﺘَﻼَﻩُ ﻟِﻴَﺴْﻤَﻊَ ﺕَﻀَﺮﱡﻋَﻪ \"ALLAH Teâlâ bir kulu severse imtihan eder, bazı sıkıntılara mübtelâ kılar, ta ki duasını, niyazını işitsin\"4 buyurulmuştur. 51- ٌ = رِﻓْ ﻖRıfk: Yavaşlık, yumuşaklık, nezaket ve gönül alıcı muamele, neticesi güzel olan bir şeye güzelce boyun eğme manasınadır. Zıddı da unftur, huşunettir, gılzettir ki, sertlik göstermekten, katı yü-rekli olmaktan, nezakete muhalif muamelede bulunmaktan ibarettir. İnsan, rıfk sayesinde en müşkül neticeleri elde edebilir. Huşunetle muamele yüzünden de elde edilmesi pek yakın olan şeyleri, imkansız bir hale getirmiş olur. Bir hadis-i şerifte: \" ٍ\"إِنﱠ اﷲَ رَﻓِﻴﻖٌ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟﺮﱢﻓْﻖَ وَﻳُﻌْﻄِﻰ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﻣَﺎ ﻻَ ﻳُﻌْﻄِﻰ ﻋَﻠَﻰ ﻋُﻨْﻒ \"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ Refîk’tir, rıfkı sever ve unf üzerine vermediğini rıfk üzerine verir.\"5 buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de: 1 Tirmizi; Sıfatü’l-Kıyame:54; No:2506; 4/662 2 Cuma sûresi: 10 3 Tirmizi; Dua:9; No:3383; 5/462 4 Taberani, el-Mu'cemü’l-Evsat; No:1267; 2/144 5 Müslim; Edep:23; No:2993; 4/2003; Ebu Davut; Edep:11; No:4807; 2/670; İbn-i Mace; Edep:9; No:3688; 2/1216; A. b. Hanbel: No:904; 1/112 www.mehmettaluhoca.com
\" َ\"ﻣَﻦْ ﺣَﺮُمَ اﻟﺮﱢﻓْﻖَ ﺣَﺮُمَ اﻟْﺨَﻴْﺮ \"Rıfktan mahrum olan, hayırdan mahrum bulunur.\"1 mealindedir. 52- ٌ = ﺳَ ﻌْﻰSa’y: Çalışmak, bir maksadın meydana gelmesi için elden gelen gayreti sarfetmektir. Zıddı, atalet, bataet, meskenet (tembel-lik)tir ki, İslâm ruhuna asla uygun değildir. İnsan, meşru şeyleri elde et-mek için muntazaman bir say ve gayret sahibi olmalıdır. Bütün yük-selme- ilerlemeler, sa’y ve gayretin birer neticesidir. Kur’an-ı Kerim’de: \" \"وَأَنْ ﻟَﻴْﺲَ ِﻟْﻺِﻥْﺴَﺎنِ إِﻻﱠ ﻣَﺎ ﺳَﻌَﻰ \"İnsan için çalıştığı şeyden başkası yoktur.\"2 buyurulmuştur. 53- ٍ = ﺳَ ﺘْﺮُ ﻋُﻴُ ﻮبSetri uyub: Onun bunun ayıplarını, kusurlarını örtmek, görmemezlikten gelmek, başkalarına ifşa etmemek (yayma-mak) demektir. Zıddı, ifşayı uyub (ayıpları yaymak)dır. Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Hattâ bir kimsenin arkasından boyuna, elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürü-mesine dair bir noksanını dil ile, göz ile veya el ile işaret ederek göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları haber alınca, müteessir ola-cağı (üzüleceği) şüphesizdir. Başkalarına, yapmadıkları kusurları isnat etmek (yüklemek, at-mak)da iftiradır, bühtandır. Bunlar, İslâm terbiyesine aykırıdır, kesin-likle haramdır. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"ﻃُﻮﺑَﻰ ﻟِﻤَﻦْ ﺷَﻐَﻠَﻪُ ﻋَﻴْﺒُﻪُ ﻋَﻦْ ﻋُﻴُﻮبِ اﻟﻨﱠﺎس \"Ne mutlu o kimseye ki kendi kusuru, kendisini başkalarının ku-surlarını görmekten meşgul kılmıştır.\"3 buyurulmuştur. Bu sebeple insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalış-malıdır. Şu kadar var ki, gayrimeşru şeyleri hiç çekinmeksizin yapıp duran fasık kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından söylemek, gıybet sayılmaz. Bu söyleyiş ile fena haller kötülenmiş, başkaları bundan ko-runmuş olur. Bir islam toplumuna karşı lâübalice bir vaziyet alarak gay-riahlâkî şeyleri açıkça yapıp duran kimselerin bu rezilliklerini söy-lemek, kamuoyunun güzel bir tepkisi demektir. Yeter ki bu söyleyiş, şahsî bir kızgınlık neticesi olmasın. Gıybetin mesuliyetinden kurtulmak için mümkün ise, gıybet edi-len kimseden helâllik istemeli, özür dilemelidir. Bazı alimlere göre yapılmış olan bir gıybetten dolayı pişman olup tevbe-istiğfarda bulun-mak kâfidir. Durumu haber verip gıybet edilen kimseden helâllik dile-mek bir üzüntüye, bir dargınlığa sebeb olabilir. Şu kadar var ki o kimse bu gıybetten haberdar olmuş ise, o halde kendisinden özür dileyerek helallik istemesi lâzımdır. İki dargın kimsenin özür dilemek için müsafahada bulunması helalleşmek sayılır. 54- ٌ = ﺷَﺠَﺎﻋَﺔŞecaat: Yiğitlik, bahadırlık, kalb metaneti, lüzumu halinde tehlikelere atılabilmek hususiyeti demektir. Zıddı, cebanettir, korkaklıktır. Hak yolunda mukaddes şeyleri müdafaa uğrunda gösterilen şecaat, pek kıymetli bir haslettir. 55- ٌ = ﺷَ ﻔْﻘَﺔŞefkat: Acıyıp esirgeme, korku ile karışık, mer-hametten ileri gelen ruhî bir haldir ki, başkalarının başına gelen veya gelmesi muhtemel bulunan hoş olmayan bir hal karşısında ortaya çıkar. Zıddı, rahmet ve rikkat (incelik) duygusundan mahrumiyettir ki pek fena bir haslettir. Şefkat temiz, saf kalblerin bir özelliğidir. İslam dininde ALLAH Teâlâ’nın emirlerine tazim, yarattıklarına da şefkat büyük bir esastır. 56- = ُﺷ ْﻜ ٌﺮŞükür: Görülen iyiliğe karşı söz ile, iş ile memnuniyet ve kıymetbilirlik göstermektir. Görülen bir iyiliği övgü ile anmak da bir şükürdür. Zıddı küfran-ı ni’met (nimeti inkar etmek, nankörlük yapmak)tır. 1 Müslim; Edep:23;No:2992; 4/2003; A. b. Hanbel: No:18767; 4/366 2 Necm sûresi:39 3 Deylemi, Firdevs: No:3929; 2/447; Ebu Nuaym, Hilyetül Evliya: 3/203 www.mehmettaluhoca.com
Biz, her dakika binlerce nimetlerine nail olduğumuz ALLAH Teâlâ’ya şükür etmeye borçlu bulunduğumuz gibi, iyiliğini gördüğümüz şahıslara karşı da teşekküre borçluyuz. Bir hadis-i şerifte: \" َ\"ﻣَﻦْ ﻻَ ﻳَﺸْﻜُﺮُ اﻟﻨﱠﺎسَ ﻻَ ﻳَﺸْﻜُﺮُ اﷲ \"İnsanlara şükretmeyen, ALLAH Teâlâ’ya da şükretmez.\" buyurulmuştur.1 57- ٌ = ﺷَ ﻬْﻮَةŞehvet: İstek, tabiata uygun olan bir şeyi istemek için nefsin hareketi, hayat sahiplerinin birbirine karşı olan tabiî meyilleri demektir. Meşru bir şey hakkındaki normal bir şehvet, bir meyil, iyidir. Meşru olmayan bir şey hakkındaki şehvet ise, hayvanca bir hal olduğundan pek kötüdür, pek zararlıdır, bundan kaçınmak lâzımdır. Heva, boş yere arzu ve nefsin bir lezzetten dolayı bir şeye meşru bir sebep olmaksızın meyletmesi demektir. Heves de bir şey hakkında gösterilen noksan ve olgunlaşmamış bir aşktan, sevdadan başka değildir. Şüphe yok ki bunların ikisi de kötüdür. İnsanın feyzine, şerefine manidir. Peygamber (S.A.V) Efendimiz: = َاﻟﻠﱠ ُﻬﻢﱠ َﺟﱢﻨْﺒِﻨﻰ ُﻣْﻨ َﻜ َﺮا ِت ْا َﻻ ْﺧ َﻼ ِق َوْا َﻻ ْه َﻮا ِءYa Rabbi! Beni ahlâkın çirkin olanlarından ve hevalardan uzak bulundur.\"2 diye dua ederdi. 58- ٌ = ﺹَ ﺒْﺮSabr: Acıya katlanmak, tabiata uygun gelmeyen hallere telâş göstermeksizin dayanmaktır. Zıddı, ceza, sabırsızlıktır. İnsan yaşa-dıkça bir takım acı hâdiseler karşısında kalır, işte bunlara karşı sab-retmek lâzımdır. Bir âyet-i kerime’de de: \" َ\"اِنﱠ اﷲَ ﻣَﻊَ اﻟﺼﱠﺎﺑِﺮِﻳﻦ \"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, sabredenlerle beraberdir.\"3 buyurulmuştur. Sabrın sonu selâmettir, muvaffakiyettir. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır. Sabırsızlık ruhun zâfiyetinden ileri gelir. Şu kadar var ki, meşru olmayan şeyler hakkında sabır caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise, mücadele yapılması icap eder. Gideril-mesi mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir acizliktir, bir miskinliktir. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz: \" ِ\"اَﻟﻠﱠﻬُﻢﱠ اِﻥﱢﻰ اَﻋُﻮذُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦَ اﻟْﻌَﺠْﺰِ وَاﻟْﻜَﺴَﻞ \"İlâhi! Ben sana acizlikten ve tembellikten sığınırım.\"4 diye dua buyururdu. 59- ٌ ﺹَ ﺪَاﻗَﺔ,ٌ = ﺹِ ﺪْقSıdk, sadakat: Hakikata uygun olan doğru söz, sıdktır. Artniyet şaibe (leke)sinden beri ve her yönüyle halis olan bir dostluk da sadâkattır. Herhangi bir doğruluğa da sadâkat denir. Sıdkın zıddı, kizb = yalandır. Sadâkatin zıddı da hıyanettir, istikametten mahrumiyettir. İnsanlara sıdk ve sadâkat yakışır. Yalancı bir kimseyi ne ALLAH Teâlâ sever, ne de başkaları. Yalan haramdır. Yalancı bir kimsenin insanlık bakımından hiç bir kıymeti olamaz. Söylediği yalan sözleriyle halkı aldatan, yaptığı hileler, aldatmalar ile ötekini berikini kandırmaya çalışan kimse, pek büyük bir günah-kârdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: \" ِ\" \"ﻣَﻦْ ﻏَﺸﱠﻨَﺎ ﻓَﻠَﻴْﺲَ ﻣِﻨﱠﺎ وَاﻟْﻤَﻜْﺮُ وَاﻟْﺨِﺪَاعُ ﻓِﻰ اﻟﻨﱠﺎر \"Bize hıyanet eden, bizden değildir. Mekr ve Hud’a (hile - tuzak) denilen şeyleri yapanlar cehennemdedirler.\"5 Kısacası, insanın sözü de, özü de doğru olmalıdır. Doğru olma-yanlar için saâdet kapıları kapalıdır. İslamiyet gibi hikmet ve hakikat esasları üzerine kurulmuş bir dinde doğruluğa aykırı bir şey, asla yer bulamaz. 60- ٌ = ﺹَ ﻼَحSalâh: İyi hal, her hayrı bulunduran faziletlerin top-lanmasından meydana gelen yüksek bir sıfattır. Zıddı fesattır, fücurdur. Bir millet, kendi fertlerinin salâhına çalışmalıdır, çalışmazsa 1 Tirmizi; Bîrr ve sıla:35; No:1954; 4/339; Ebu Davud; Edep:12; No:4811; 2/671; A. b. Hanbel; No:11306; 3/73 2 İbn-i Hıbban; Rekâik: No:960; 3/240 3 Bakara Sûresi; 153 4 Buhâri; Davât:37; No:6006; 5/2341; Müslim; Zikir:15; No:2706; 4/2079 5 İbn-i Hıbban; Birr: No:567; 2/326, Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir; No:10234 www.mehmettaluhoca.com
fesat erba-bının elinde esir olur. Bir müslüman, dinî ve dünyevî vazifelerini bilip güzelce tatbik etmedikçe, iyi hal sahibi olamaz. 61- ِ = ﺹِ ﻠَﺔُ اﻟ ﺮﱠﺣْﻢSıla-i rahim: Akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını affetmek, muhtaç olanlarına yardımda bulunmaktır. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine selâm veya hediye gön-dermek, sıla-i rahim sayılır. Yakın olan akrabayı mümkün ise, bulun-dukları beldelere gidip görmek, uzak akraba ile de mektuplaşmak lâzımdır. Zıddı kat’i rahimdir ki akrabayı unutup terketmektir. Böyle bir hareket müslümanlığın tavsiye ettiği ailevî, sosyal vazifelere aykırıdır. Bir hadis-i şerif: \" ِ\"ﺹِﻠَﺔُ اﻟﺮﱠﺣْﻢِ ﺕَﺰِﻳﺪُ ﻓِﻰ اﻟْﻌُﻤْﺮ \"Sıla-i rahim, ömrü uzatır, artırır.\"1 meâlindedir. 62- ٌ = ﺹَ ﻼَﺑَﺔSalâbet: Metanet, mukaddes şeyleri korumak husu-sunda insanın sahip olduğu kalp kuvveti demektir. Zıddı lâubalilik, inanç gevşekliğidir. Salâbet, pek kıymetli bir haslettir. Bazen salâbet yerinde \"taas-sub\" tabiri de kullanılır. Taassub, esasen âdetlerde, törelerde, maddî ve manevî diğer hususlarda fazla sebat ve taraftarlık göstermek demektir. Bu sebeple iki türlüdür. Biri, meşru taassubtur ki, akla uygun âdetlere, inançlara karşı gösterilen sebattır. Bu pek güzeldir. Diğeri ise, batıl, faydasız töreler, modalar, fikirler ve yapılıp yapılmamasında dinî bir mahzur bulunmayan hususlar hakkında gösterilen taassubtur ki, bu pek kötüdür. Ne yazık ki bir takım kimseler bu ikinci kısma dahil bir çok esassız şeylere dört elleriyle sarıldıkları halde, mukaddes şeylere, dinî emir ve yasaklara sarılan kimselere bir kusur olmak üzere taassub isnat etmekten kendilerini alamazlar. Bu bir tersine görüş neticesidir. Bundan kaçınılmalıdır. Hakkı hak, batılı da batıl görmeye çalışmalıdır. 63- = ﻇَﺮَاﻓَ ٌُﺔZarafet: İncelik, kibarlık, zekâya uygun, hoş gelen sözler ile, işler ile vasıflanma melekesi demektir. Zıddı, kabalık denilen bir halettir ki, ruhlar üzerinde pek fena tesir yapacağı için kötüdür. Tabi zarafetler, esasen haddi aşmamak şartı ile güzeldir. Fakat her işte, her sözde bir zarafet göstermeye çalışmak, ağır başlılığa da, ciddiyete de aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Bu sebeple bu hususta orta halden ayrılmamalıdır. 64- ٌ ﻋَﺪَاﻟَﺔ،ٌ = ﻋَﺪْلAdl, adalet: Hakka yönelmek haksızlıktan kaçınmak, her hakkı hak sahibine vermeye çalışmaktır. Zıddı zulüm-dür, gadrdır, insafsızlıktır. Dünyanın bütün nizam ve intizamı adalete bağlıdır. ALLAH Teâlâ Hazretleri bize adaletle emrediyor. Bu sebeple insan, her hareketini bir ölçü, bir adalet dairesinde yapmaya çalışmalıdır. Vazifesinde adalete riayet etmeyen bir insan, kendisine de vatanına da, bütün insanlığa da fenalık etmiş olur. Herhangi bir hakkın zayi olmasına veya tehirine sebebiyet vermek bir zulümdür. Herhangi kimseden haksız yere bir şey almak zulümdür. Herhangi insana veya hayvana haksız yere eziyet vermek de bir zulümdür. Zulmün neticesi ise, azaptır, felâkettir. Bir hadis-i şerifte: \" ٌ\"اِﺕﱠﻖِ دَﻋْﻮَةَ اﻟْﻤَﻈْﻠُﻮمِ ﻓَﺎِﻥﱠﻪُ ﻟَﻴْﺲَ ﺑَﻴْﻨَﻬَﺎ وَﺑَﻴْﻦَ اﷲِ ﺣِﺠَﺎب \"Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o beddua ile Hak Teâlâ arasında perde yoktur.\"2 buyurulmuştur. 65- ٌ = ﻋَ ﺰْمAzm: Bir işe kesin bir şekilde niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak yönelmektir. Zıddı, tereddüt ve ihmaldir. Meşru gayeler uğrunda azimli olmak bir meziyettir. Bir âyet-i kerîme şu mealdedir: \" َ\"ﻓَﺎِذَا ﻋَﺰَﻣْﺖَ ﻓَﺘَﻮَآﱠﻞْ ﻋَﻠَﻰ اﷲِ اِنﱠ اﷲَ ﻳُﺤِﺐﱡ اﻟْﻤُﺘَﻮَآﱢﻠِﻴﻦ \"Azm edince de ALLAH’a tevekkül et, artık tereddüt etme. Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, tevekkül edenleri sever.\"3 66- ٌ = ﻋَ ﺸْﻖAşk: Fazla sevgiden, ilgiden, birşey hakkında kalbin pek fazla alâka ve cazibe 1 Heysemi, Mecmeu’z-Zevâid; 1/194; 2 Buhari; Zekat:62; No:1452; 2/544 – Müslim; İman:7; No:19; 1/50 – Ebu Davud; Zekat:5; No:1584; 1/498 3 Ali İmran Suresi:159 www.mehmettaluhoca.com
göstermesinden ibarettir. İnsanlar, maddeten veya manen güzel, lezzetli buldukları şeylere karşı kalblerinde bir meyil duyarlar. Bu meyil, ölçülü olursa \"muhabbet\", pek kuvvetli olursa \"aşk\" adını alır. İnsanlar, hoşlarına gitmeyen şeylere karşı da bir \"nefret\" duyarlar. Bu nefret ölçülü olunca \"buğz\", pek kuvvetli olunca da \"makt\" adıyla anılır. Mukaddes şeylere karşı olan meylin bir aşk derecesinde bulun-ması pek güzeldir. Fakat fani varlıklara, güzelliklere karşı aşk dere-cesinde olan meyil, kalbin zafiyetinden, düşüncenin noksanlığından ileri geldiği için kötüdür. Mukaddes şeyler hakkındaki aşka: \"aşk-ı hakikî\", \"aşk-ı rah-mani\" denir. Fani, nefsani şeyler hakkındaki aşka da \"aşk-ı mecazî\", \"aşk-ı himarî\" denilir. Bu sebeple bu ikinci kısımdan kaçınmak her mütefekkir, yüksek himmetli insan için bir vazifedir. 67- ٌ = ﻋِ ﺼْﻤَﺔİsmet: Masumluk, günahlardan kaçınmak melekesi-ne sahip olmak, Hak Teâlâ’nın korkusuyla bütün çirkin şeylerden berî bulunmak demektir. Fena şeylerden uzak bir durumda bulunmak da ALLAH Teâlâ’nın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır. İsmetin zıddı, mücrimlik, günahkârlık halidir. İnsanın asıl güzel-liği, şerefi, sahip olduğu ismet sayesindedir. 68- ٌ = ﻋِﻔﱠ ﺔİffet: Namus, haramlardan kaçınmak, nefsi hayvanî arzulardan menetmek melekesi demektir. Zıddı fuhuştur. Namusa aykırı harekettir. Ruhların temizliği iffet iledir. İffetsiz bir şahıs, zehirli mikroplar-dan daha zararlı bir yaratıktır, kendisinden mutlaka uzaklaşmak lâzımdır. Nebiyyi Zişân Efendimiz (S.A.V): \" \"اَﻟﻠﱠﻬُﻢﱠ اِﻥﱢﻰ اَﺳْﺄَﻟُﻚَ اﻟْﻌِﻔﱠﺔَ ﻓِﻰ دُﻥْﻴَﺎيَ وَدِﻳﻨِﻲ وَاَهْﻠِﻰ وَﻣَﺎﻟِﻰ \"Yarabbi. Ben senden, dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim.\"1 diye dua buyurmuştur. 69- ٌ = ﻋَﻔْﻮAfv: Bağışlamak, suçtan geçmek, günahkâr kimse hakkında müstehak olduğu cezayı bir lûtuf olarak terketmek manası-nadır. \"Safh\" da bir meseleden dolayı göz yummak, başa kakmamaktır ki af ile beraber kullanılır. Af ve safhın zıddı, intikamdır, cezalandırmaktır. İntikam ki, acı çıkarmak, fena bir muameleye karşı kalbini rahatlatmak için diğer bir fena muamelede bulunmaktan ibarettir, bazı şartlar dairesinde caiz ola-bilir. Fakat af ile muamele yapmak şüphe yok ki daha iyidir. Affın zevki, intikamın zevkinden daha fazladır. Bir hadîs-i şerifte: \" ا\"ﻣَﺎ زَادَ اﷲُ ﻋَﺒْﺪًا ﺑِﻌَﻔْﻮٍ إِﻻﱠ ﻋِﺰ \"ALLAH Teâlâ, bir kula af sebebiyle izzetten başka birşey arttır-maz.\"2 buyurulmuştur. Bir şahsa karşı kalben tutulan bir buğz ve öfke ve zarar vermek arzusuna da \"kin\" denilir ki, bu da çok kere insanlığa layık olmaz. Yalnız mukaddes şeylere düşman olanlara karşı kalpte ebedî bir kin ve düşmanlık beslenmesi icabeder. 70- ْ= ﻋَﻬِ ﺪAhd: Söz vermektir. Riayet edilmesi lazım gelen muka-vele(sözleşme)ye de ahd denir. Ahde riayet, yapılması gerekli bir vazi-fedir. Ahde vefa etmemek bir zulümdür. İnsanlar ahidlerinde, sözle-rinde durmalıdırlar, bunlardan mesuldürler. Verilen bir sözde meşru bir sebep olmaksızın durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede bir noksanlıktır. Bir hadis-i şerîfte: \" ِ\"إِنﱠ ﺣُﺴْﻦَ اﻟْﻌَﻬْﺪِ ﻣِﻦَ اْﻹِﻳﻤَﺎن \"Ahdin güzelliği, yani ahde lâyıkıyla riayet edilmesi imandan-dır.\"3 buyurulmuştur. 71- ٌ ﻓَ ﻀِﻴﻠَﺔ،ٌ = ﻓَ ﻀْﻞFazl, fazilet: Üstünlüğe, kerem ve ihsana, ilim ve marifete \"fazl\" denir. İlim ve irfan itibariyle olan yüksek dereceye ve ahlâkî vazifelere riayet melekesine de \"fazilet\" denilir. 1 Ebu Davud; Edep:109; No:5074; 2/739. A. b. Hanbel; No:4770; 2/25 2 Müslim; Birr:19; No:2588; 4/2001 3 Buhari; Edep:23; No:5658; 5/2237 www.mehmettaluhoca.com
Fazlın zıddı, kötülük, cimrilik-pintilik, cehalettir. Faziletin zıddı da rezalet, adilik-alçaklıktır. Faziletin çoğulu \"fezail\"dir. Hikmet, adalet, şecaat ve iffet sıfatlarına \"fezail-i asliye\" adı verilmiştir ki, bunlardan bir çok faziletler, doğar. İnsan fazl ile, fazilet ile vasıflanmalıdır, insanın şerefi ancak bu sayede temin edilmiş olur. 72- ٌ = ﻓُﺘُ ﻮﱠةFütuvvet: Yiğitlik, insanın şerefi, kerem ve seha (cömertlik), dostların kusurlarına karşı bağışlama ile muamele demek-ir. Zıddı korkaklık, zillet, cimrilik, öfkedir. Fütuvvet, sahibini dine ve mürüvvete aykırı hallerden korur, fedakârlığa, yardımseverliğe sevke-der. Bu sebeple fütüvvetle vasıflanmaya çalışmalıdır. 73- = َﻓ َﺮا َﺳ ٌﺔFeraset: Zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlâkını, kabiliyetini yüzünden anlamak melekesi demektir. Feraset, iki türlüdür. Biri, bir nevi ilham eseridir ki, sebebi bilin-meksizin meydana gelir. Diğeri, bir kazanma eseridir ki, muhtelif tabiatlara vakıf olmak sebebiyle meydana gelir. Ferasetin zıddı, ahmaklıktır, zekâdan mahrumiyettir. Ferasetli kimselerin huzurlarında uyanık bulunmalı, edebe, fazilete aykırı şey-lerden kaçınmalıdır. \"Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar.\"1 buyurulmuştur. 74- ْ = ﻗَ ﺪِرْدَاﻥْﻠِﻖKadirdanlık: Herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele yapmaktır. Zıddı kadirnâşinaslıktır. Sosyal hayatta kadirdanlığın büyük bir ehemmiyeti vardır. Kadir bilen milletler ara-sında ilim ve hüner sahipleri çoğalır, kadir bilmeyen milletler de bilgiden, marifetten mahrum kalırlar. Bir hadis-i şerifte: \" ْ\"أَﻥْﺰِﻟُﻮا اﻟﻨﱠﺎسَ ﻣَﻨَﺎزِﻟَﻬُﻢ \"İnsanları mertebelerine indiriniz, yani herkese mevkiine göre muamele yapınız.\"2 buyurulmuştur. 75- ٌ = ﻗَﻨَﺎﻋَ ﺔKanaat: Kısmete razı olmak, yemek, içmek, gibi hususlarda iktisad, ölçülü olma dairesinde hareket etmektir. Zıddı israf-tır, saçıp savurmaktır, ihtirastır, aç gözlülük ile âdi bir hırstan ibarettir. Kanaati yanlış anlamamalıdır. Kanaat, mutlaka az ile yetinip tem-bellik içinde yaşamak değildir. Bilakis hırslı hareketlerden kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak, bir gönül huzuruyla yaşamaktır. Birçok hırsızlıklar, cinayetler kanaatsizliğin bir neticesidir. Bir hadîs-i şerifte: \"\"اَﻟْﻘَﻨَﺎﻋَﺔُ آَﻨْـﺰٌ ﻻَ ﻳَﻔْﻨَﻰ \"Kanaat, tükenmez bir hazinedir.\"3 buyurulmuştur. Gerçekten kanaatli bir kimse, işini yoluna koyar, başkalarına muhtaç olmaz, hazinelere sahipmiş gibi müreffeh, şerefli bir halde yaşar. Diğer bir hadîs-i şerifte: \"َ\"ﻋَﺰﱠ ﻣَﻦْ ﻗَﻨَﻊَ وَذَلﱠ ﻣَﻦْ ﻃَﻤَﻊ \"Kanaat eden azîz, aç gözlü olan da zelil olur.\"4 mealindedir. Herhangi bir hususta belli miktarı geçmek bir \"israf\" tır. Bir şeyi boş yere dağıtmak, lâyık olmayan yerlere sarfetmek bir saçıp savur-madır. Bir şeyin elde edilmesini adice, cimrilikle karışık bir tarzda iste-yip durmak da bir \"tama\"dır ki bunlar mutlaka kötü hasletlerdir. \"Hırs\"a gelince, bu da bir şey hakkında gösterilen fazla bir rağbet ve meyilden ibarettir ki, iki türlü olur. Biri, âdi şeyler hakkındaki hırstır ki kötüdür, kalbin fakirliğinden, zafiyetinden ileri gelir. Diğeri ise, yüksek, güzel şeyler hakkındaki hırstır ki, iyidir. Ruhun yüksek bir iradesine, yüceliğine delâlet eder. 76- ٌ = آَ ﺮَمKerem: Cömertlik, şan ve şeref, kıymetli şeyleri kolaylıkla, gönül hoşnutluğu ile vermek demektir. Zıddı, cimriliktir. 1 Tirmizi;Tefsir.(Hıcr); No:3138;5/88. Taberani el-Mu’cemu’l-Kebir: No:7497; 8/102 2 Ebu Davud; Edep:23; No:4842; 2/677. Müslim; Mukaddime; 1/6 3 Beyhaki; Kitabü’z-Zühd; No:104; 1/88 4 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. www.mehmettaluhoca.com
Kerem, yüksek fıtratta yaratılmış insanlara mahsus bir meziyettir. 77- ٌ = ﻟُﻄْ ﻒLûtuf: İyilik, güzellik, yumuşaklıkla, okşayışla mu-amele demektir ki, insanlık nişanesidir. Zıddı zulümdür, kaba, sert mu-ameledir ki, insanlığa yakışmaz. Yaratılanlar hakkında gösterilen lütuf ve kerem, yaratanın muvaf-fak kılmasına, yardımına kavuşmaya bir vesiledir. 78- ٌ ﻣِ ﺰَاح،ٌ = ﻟَﻄِﻴﻔَﺔLâtife, mizah: Şaka ve hoş nükteli söz demektir. Zıddı, ciddiyettir. Sırf bir eğlence, bir iltifat olmak için yapılan ve hiç bir kimsenin hatırına dokunmayan latifeler caizdir. Yeter ki lâtif olsun, lüzumundan fazla olmasın. Latifenin çokluğu, gülmeyi artırır, kalbi öldürür, heybeti giderir, düşmanlığa sebep olur. Bir hadis-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: \"\"اِنﱠ اﻟﺮﱠﺟُﻞَ ﻟَﻴَﺘَﻜَﻠﱠﻢُ ﺑِﺎﻟْﻜَﻠِﻤَﺔِ ﻳَﻀْﺤَﻚُ ﺑِﻬَﺎ ﺟُﻠَﺴَﺎﺋُﻪُ ﻳَﻬْﻮِي ﺑِﻬَﺎ ﻣِﻦْ أَﺑْﻌَﺪَ ﻣِﻦَ اﻟﺜﱡﺮَﻳﱠﺎ \"İnsan bir söz söylerken bununla yanında bulunanlar gülüşür de, kendisi Süreyya yıldızından daha uzağa uçar gider.\"1 Yani şeref ve heybeti kaybolur. Bu sebeple o gibi latifelerden çekinmelidir. 79- ٌ = ﻣُﺒَﺎهَ ﺎةMübahat: Övünme, iftihar etme, maddî veya manevî bazı sebepler, vasıflardan dolayı iftiharda bulunmak demektir. Takdire lâyık, yüce şeylere mensup olmaktan dolayı mübahatta bulunmak caizdir. Fakat herhangi fani bir varlıktan dolayı mübahatta bulunmak, kendisini görmek, asla caiz değildir. Böyle bir hale \"ucb\", \"gurur\", \"cahilane tefahur\" denilir ki pek kötüdür. Bir hadîs-i şerifte: \"ِ\"ﺙَﻼَثٌ ﻣُﻬْﻠِﻜَﺎتٌ ﺷُﺢﱞ ﻣُﻄَﺎعٌ وَهَﻮًى ﻣُﺘﱠﺒَﻊٌ وَاِﻋْﺠَﺎبُ اﻟْﻤَﺮْءِ ﺑِﻨَﻔْﺴِﻪ \"Üç şey helak edicidir: Fazla cimrilik, uyulmuş heva, insanın ken-disini görüp beğenmesi.\"2 buyurulmuştur. 80- ٌ = ﻣَﺘَﺎﻥَ ﺔMetanet: Esasen sağlamlık, dayanıklık manâsınadır. Istılâhda: \"İnsanın fikrinde sabit, azminde kuvvetli, inancında köklülük sahibi olması demektir. Zıddı zaafiyettir, gevşekliktir. Hak uğrunda metanet göstermek kıymetli bir tabiat işidir. 81- ٌ = ﻣَﺪْحMedh: Övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile yapılan övme demektir. Zıddı zemdir, yani birinin aleyhinde fena sözler söylemek, onun kötü hallerini meydana koymaktır. Medhe lâyık kimseleri medhetmek, toplum arasında faziletin, ol-gunluğun artmasına sebep olabileceği için güzeldir. Fakat medhe lâyık olmayanları medhetmek, hakikata muhalif, tabiata aykırı, başkalarını aldatmaya sebep olacağı için pek kötüdür. Bir hadis-i şerifte: \"َ\"إِذَا رَأَﻳْﺘُﻢُ اﻟْﻤَﺪﱠاﺣِﻴﻦَ ﻓَﺎﺣْﺜُﻮا ﻓِﻰ وُﺟُﻮهِﻬِﻢُ اﻟﺘﱡﺮَاب \"Onu bunu medhedip duranları görünce yüzlerine toprak saçı-nız.\"3 buyurulmuştur. Gerçekten şahsî bir menfaat düşüncesiyle lâyık olmayanları medhe kalkışanlar, böyle bir muameleye müstahaktırlar. Herhangi bir kimseyi haksız yere kötülemek de haramdır. 82- ٌ ﻣُﻤَﺎﺷَ ﺎة،ٌ = ﻣُ ﺪَارَاةMüdara, Mümaşat: Yüze gülmek, dıştan dostluk göstermek, insanlara karşı güzel muamelede bulunmak, başka-larının fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve barış, iyilik üzere dur-maktır. Meşru şekilde yapılan mudara güzeldir, muvaffak olmaya bir sebeptir. Bir hadis-i şerifte: \" ٌ\"ﻣُﺪَارَاةُ اﻟﻨﱠﺎسِ ﺹَﺪَﻗَﺔ \"İnsanlara mudara bir sadakadır.\"4 buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de: \"ِ\"أُﻣِﺮْتُ ﺑِﻤُﺪَارَاةِ اﻟﻨﱠﺎسِ آَﻤَﺎ أُ ِﻣﺮْتُ ﺑِﺎﻟْﻔَﺮَاﺋِﺾ \"Ben farzlar ile emrolunduğum gibi insanlara mudara ile de emrolundum.\"1 meâlindedir. 1 İbn-i Hıbban; No:5716; 13/24 2 Taberani, el-Mu'cemü’l-Evsat; No:5448; 6/214 3 A. b. Hanbel; No:5651; 2/94 4 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. www.mehmettaluhoca.com
Fakat güzel bir akıbet düşüncesiyle olmaksızın herhangi bir kim-senin sadece mevkiinden veya servetinden dolayı yüzüne gülmek, kendisine müdarada bulunmak pek kötüdür. Böyle bir hale yaltaklan-mak, dalkavukluk, yağcılık denir ki, insanlığa asla yakışmaz, dinen yasak, aklen kötüdür. 83- ٌ = ﻣَﺤَﺒﱠ ﺔMuhabbet: Sevgi, dostluk ve kendisinden lezzet duy-duğu şeye ruhun meyletmesi demektir. Zıddı buğzdur, düşmanlıktır. Muhabbetler, iki türlüdür. Biri tabii ve yaratılıştan olan muhab-bettir, insanın evlâdına karşı olan sevgisi gibi. Diğeri kazanılmakladır. İnsanın kendisinde olgunluk gördüğü bir insanı sevmesi gibi. Muhabbetler diğer bir bakımdan da iki türlüdür. Biri sebebi yok olan muhabbetlerdir. Bir kimseyi sadece dünyalığından dolayı sevmek ki, o dünyalık aradan kalkınca muhabbet de aradan kalkar. Diğeri, sebe-bi yok olmayan muhabbetlerdir. Herhangi bir şahsı sadece ALLAH için sevmek gibi. Bu türlü muhabbetler devam eder, işte ahlâkça bir fazilet sayılan muhabbetlerden maksad da bu türlü sevgilerdir. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"أَﺣَﺐﱡ اْﻷَﻋْﻤَﺎلِ إِﻟَﻰ اﷲِ اﻟْﺤُﺐﱡ ﻓِﻲ اﷲِ وَاﻟْﺒُﻐْﺾُ ﻓِﻲ اﷲ \"ALLAH Teâlâ’ya amellerin en sevgilisi, ALLAH için muhabbet, ALLAH için buğzdur.\"2 buyurulmuştur. Bu sebeple insan, ALLAH Teâlâ’nın sevdiği şeyleri sevmeli, sevmediği şeyleri de sevmemelidir. 84- ٌ رَﺣْ ﻢ،ٌ = ﻣَﺮْﺣَﻤَ ﺔMerhamet, Rahm: Esirgemek, acımak, şefkat göstermek, çaresiz kimselerin hallerine kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz ruhların bir süsüdür. Yalnız insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmelidir. Bir hadis-i şerifte: \" ِ\"إِرْﺣَﻤُﻮا ﻣَﻦْ ﻓِﻲ اْﻷَرْضِ ﻳَﺮْﺣَﻤْﻜُﻢْ ﻣَﻦْ ﻓِﻲ اﻟﺴﱠﻤَﺎء \"Yerde olanlara merhamet ediniz ki, size de gökte olanlar merha-met etsinler.\"3 buyurulmuştur. 85- ٌ = ﻣُ ﺮُوﱠةMürüvvet: Erkeklik, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel görünen şeyleri alıp kötülenmeye sebep olan hallerden kaçınmak demektir. Zıddı namertliktir. Açıkça yapılmasından uta- nılacak bir şeyi gizlice de yapmamak bir mürüvvet eseridir. Görülen bir iyiliği unutmamak ve fırsat düşünce karşılığında iyilik yapmak da bir mürüvvet eseridir. 86- ٌ = ﻣُ ﺸَﺎوَرَةMüşavere: Danışma, bir hususun hayırlı olup olma-dığını anlamak için münasip görülen kimse ile fikir alışverişinde bulun-mak demektir. Zıddı kendi bildiğine gitmek, kendi başına iş yapmaktır. Müşavere bir sünnettir, insan, müşavere neticesinde aydınlanır, hatırına gelmeyen şeyleri hatırlar, ihtiyatlı bir tarzda hareket etmiş olur. Hodrey olan, yani yalnız kendi görüş ve fikriyle iş gören kimse ise, çok kere pişmanlık çeker. Bir hadis-i şerif: \" َ\"ﻣَﺎ ﺧَﺎبَ ﻣَﻦِ اﺳْﺘَﺸَﺎر \"İstişare eden zarar görmemiştir.\"4 meâlindedir. Şu kadar var ki kendisiyle müşavere edilecek şahıs, doğru sözlü, tecrübeli, kararsızlık-tan, gururdan beri, düşünceden, kederden uzak bulunmalı ve kanaatini olduğu gibi söylemekten çekinmemelidir. 87- ٌ ﺕَﻌَ ﺎوُن،ٌ = ﻣُﻌَﺎوَﻥَﺔMuavenet, taavün: İnsanların birbirine yar-dımda, hizmette bulunmaları demektir. İnsanlar, daima birbirinin yardı-mına muhtaçtırlar. İnsan, elinden gelen yardımı akrabasından, dostlarından, vatandaşlarından esirgememelidir. Şu kadar var ki yar-dımlar, meşru hususlarda olmalıdır. Meşru olmayan hususlardaki yardımlar birer günahtır, birer zarardır. Netekim Kur’an-ı Kerim’de: \" ِ\"وَﺕَﻌَﺎوَﻥُﻮا ﻋَﻠَﻰ اﻟْﺒِﺮﱢ وَاﻟﺘﱠﻘْﻮَى وَﻻَ ﺕَﻌَﺎوَﻥُﻮا ﻋَﻠَﻰ اْﻹِﺙْﻢِ وَاﻟْﻌُﺪْوَان \"Birbirinize ihsan ve takva üzere yardım ediniz, günah ve düş-manlık üzere yardım etmeyiniz.\"5 1 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 2 A. b. Hanbel; No:20796; 5/146 3 Beyhaki, Şuabü’l-İman; Salat:75; No:11048; 7/476 4 Acluni, Keşfül Hafa; No:2216; 2/188 5 Maide Suresi: 2 www.mehmettaluhoca.com
diye buyurulmuştur. 88- ٌ = ﻣِﻨﱠﺔMinnet: İyilik etmek manasına geldiği gibi, yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa kakmak manasına da gelir. Bu ikinci manaya olan minnet, fena bir haslettir, yapılan iyilikleri mahveder. Nitekim bir âyet-i kerîmede: \" \"ﻳَﺎ اَﻳﱡﻬَﺎ اﻟﱠﺬِﻳﻦَ ﺁﻣَﻨُﻮا ﻻَ ﺕُﺒْﻄِﻠُﻮا ﺹَﺪَﻗَﺎﺕِﻜُﻢْ ﺑِﺎﻟْﻤَﻦﱢ وَاْﻻَذَى “Ey müminler sadakalarınızı minnetle, eziyet vermekle iptal et-meyiniz.\"1 buyurulmuştur. Ancak iyilik edilen kimse nankör olursa o halde ona karşı minnet etmek, uyanmasına, nankörlüğe son vermesine belki sebep olur diye caiz görülebilir. 89- ٌ = ﻥَ ﺎﻣُﻮسNamus: Irz, iffet, edep, haya, emniyet ve istikamet gibi faziletlerin tamamından oluşan pek kıymetli bir haslettir. Şeriata, kanuna da namus denir. Cibril-i Emin’e \"Namus-u ekber\" denilmiştir. Namusun zıddı iffetten, istikametten mahrum bulunmaktır. Namus, sabit bir hakikattır, onun bunun anlayışına tabi değildir. İslâm ahlâkına, adabına aykırı olan herhangi bir şeyin namus vasfıyla ilgisi yoktur. Bu sebeple o gibi şeylerden kaçınmak lâzımdır. 90- ٌ = ﻥِﻔَ ﺎقNifak: İki yüzlü olmak, dil ile imanlı veya dost görünüp kalpte kafirliği veya düşmanlığı gizlemek manasınadır. Böyle bir insana \"münafık\" ve \"ikiyüzlü\" denir. Bir hadîs-i şerifte \" \"ذُو اﻟْﻮَﺟْﻬَﻴْﻦِ ﻻَ ﻳَﻜُﻮنُ ﻋِﻨْﺪَ اﷲِ وَﺟِﻴﻬًﺎ \"İki yüzlü olan kimse ALLAH katında bir mevki sahibi olamaz.\"2 buyurulmuştur. Bu sebeple insan, samimî olmalı, dili kalbine, sözü özüne uygun bulunmalıdır. 91- ٌ = ﻥَﻤِﻴﻤَﺔNemime: Söz götürme, koğuculuk yapma, bir kimse aleyhine söylenen sözleri bir fitne-fesat maksadıyla kendisine ulaştırma demektir ki, pek kötü bir huydur. Bu yüzden nice dostların arası açılır, nice düşmanlıklar yüz gösterir. Bir hadîs-i şerifte: “Nemmam, koğucu olan, cennete giremez.”3 buyurulmuştur. Yani öyle bir müslüman, azaba müstahak olur, doğrudan doğruya cennete girmeye lâyık olmaz. Ne büyük tehdid!... Böyle çirkin bir hasletten ALLAH Teâlâ’ya sığınırız. 92- ٌ = وَﻋْﺪVa’d: Söz vermek, söz verilen şey, bir kimsenin ya-pacağına dair söz vermiş olduğu husus demektir. İnsan, lüzum görül-medikçe bir şeyi vadetmemeli, vadedeceği takdirde “İnşALLAH” demelidir. Çünkü daha sonra vadini yerine getiremezse, mesul bir durumda kalmış olur. Bir hadîs-i şerifte: “ ٌ“ ”اَﻟْﻮَﻋْ ﺪُ دَﻳْ ﻦVa’d borçtur” buyurulmuştur. Bu sebeple va’di yerine getirmek, bir insanlık vazifesidir. 93- ٌ = وَﻓَﺎءVefa: Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip mesûliyetinden çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir vazifedir. Zıddı olan “hulf” yani sözde durmamak, ahde riayet etmemek ise, haramdır. Eski dostluğu muhafaza etmeye de “vefakârlık” denir. İnsan, vefalı olmalı, dostlarını, eski hu-kuku unutmamalıdır. 94- ٌ = وَﻗَ ﺎرVakar: Ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde dikkatli ve ihtiyatlı olmaktır. Zıddı, şiddettir, hafifliktir. Samimî olan vakar, insa-nın kıymetini yükseltir. Bunun alâmeti, dışarıda ve tenhada müsavi bir hal üzere bulunmaktır. Hafiflik ise, insanın şerefini yok eder. Vakar, bir kibirlilik hali değildir. Bilakis tefekkürden, şerefi mu-hafaza duygusundan, ilim ile hilmin kuvvetinden ileri gelir. Hafiflik ise, anlayışsızlık ve az akıllılık nişanesidir. Lüzumsuz yere öteye beriye bakıp durmak veya gidip gelmek, bazı uzuvları oynatmak, her söze bir ehemmiyetle kulak vermek, lüzumsuz sualler sormak, sualde ve cevapta acele davranmak, elbiseye, endama lüzumundan fazla çeki düzen vermek, bunların hepsi bir hafiflik eseridir. Bu sebeple insan, bu gibi hafiflik sayılacak şeylerden kendisini korumalıdır. 95- ٌ = هِﻤﱠ ﺔHimmet: Yüksek bir irade, kalbin bütün ruhanî kuvvetleriyle ALLAH Teâlâ’ya ve diğer mukaddes gayelere yönelmesi demektir. Zıddı, adi karakterli, basit şeylere rağbet göstermesidir. 1 Bakara Sûresi; 264 2 Buhâri; Ahkam:27; No:6757; 6/2626 3 Tirmizi; Birr:79; No:2026; 4/375 www.mehmettaluhoca.com
İnsan himmetine göre yükselir, “himmetin yüksekliği imandandır”, yüksek gayelere yetişmek arzusu, büyük bir himmetin nişanesidir. Daima mirat-ı ulviyyata nasb-ı dikkat et, Gözlerinden in’ikas-ı nur-i himmet parlasın. (Daima yükseklerde bulunan aynaya gözlerini dikmeye bak ki, Gözlerinden himmet nurunun yansıması parlasın.) 96- ٌ = ﻳُ ﺴْﺮYüsr: Kolaylık, zenginlik, bir şeyin yapılması veya yapılmaması hususundaki kolaylık demektir. Zıddı, usrdur, çetinliktir. Müslümanlıkta kolaylık, bir esastır. Resul-ü Ekrem, (S.A.V) Efendimiz: \" \"ﺑَﺸﱢﺮُوا وَﻻَ ﺕُﻨَﻔﱢﺮُوا وَﻳَﺴﱢﺮُوا وَﻻَ ﺕُﻌَﺴﱢﺮُوا “Müjdeleyiniz, nefret vermeyiniz. Kolaylık gösteriniz, güçleştir-meyiniz.”1 diye emretmiştir. Bu sebeple insanların kalplerini sevindirmek, insanların nefretine sebep olacak şeylerden kaçınmak, insanlara her işte kolaylık göstermek bir esastır. Bir hadîs-i şerif de: \" ُ\"اَﻟﺪﱢﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ وَﻟَﻦْ ﻳُﻐَﺎﻟِﺐَ اﻟﺪﱢﻳﻦَ اَﺣَﺪٌ اِﻻﱠ ﻏَﻠَﺒَﻪ “Din kolaylıktan ibarettir, din ile galebe yarışına çıkan herhangi bir kimseye din, mutlaka galip gelir.”2 mealindedir. Artık mukaddes İslâm dininin bütün beşeriyet için rahmet olan bu mübarek mahiyetini güzelce bilmeli, onun her yönüyle tatbiki mümkün ve kolay olan emirlerine, hükümlerine hakkıyla riayet etmeli, onun gös-terdiği açık, geniş, nuranî yolu takibe çalışmalıdır. İnsan, ancak bu sayede selâmete, hidayete, saadete kavuşur. Bizleri böyle yüce bir dine nail etmiş olan Ezeli Mabudumuza, Kerîm yaratıcımıza ne kadar şük-redecek olsak, yine kulluk vazifemizin yüzbinde birini yerine getirmiş olamayız. Ancak onun ezelî, ebedî olan dergâh-ı izzetine sığınarak ku-surlarımızın, günahlarımızın bizlere bağışlanmasını hazîn bir kalp ile, aciz bir dil ile istirham eder, aflarına, keremlerine nail olmayı, şu aciz, günahkar yalvarma-yakarmalarımızla niyaz eyleriz. \"\"َاْﻟ َﺤ ْﻤ ُﺪِ ِﷲ َر ﱢب اْﻟ َﻌﺎَﻟ ِﻤﻴ َﻦ َواﻟ ﱠﺼ َﻼُة َواﻟ ﱠﺴ َﻼ ُم ﻋَﻠَﻰ ﺳَﱢﻴﺪِﻥَﺎ ُﻣ َﺤ ﱠﻤ ٍﺪ َو َﻋَﻠﻰ ﺁِﻟ ِﻪ َو َﺹ ْﺤِﺒ ِﻪ َا ْﺟ َﻤ ِﻌﻴ َﻦ “Bütün hamdü senalar alemlerin Rabbi ALLAH Teâlâ’ya mahsus-tur. Salat ve selam Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e, O’nun âli ve ashabı, hepsinin üzerine olsun!” Fihrist’e dön 1 Buhari; İlim:11; No:69; 1/38 – Müslim; Cihad ve Siyer:3; No:1732; 3/1358 2 Buhari; İlim:28; No:39; 1/23 – Nesai; İman:28; No:5034; 8/122 www.mehmettaluhoca.com
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395