hâlet-i ruhiyemiz: KASIM 2018 Fiyatı: 10 TL aylık fikir, kültür, sanat ve edebiyat dergisi
TÜRKÜK TÜRKMENİK Hakan İlhan Kurt Yusuf Alper Oyar NİHAYETSİZLİK NİŞANGÂHI Uyandık, yandık döğüş boynunda; Yâreli ırmak Halep, Tebriz ve Kerkük: Berrak kıvrımlarını süsleyen çakıl taşlarını Boğazımda hissediyorum - Türkmenik. Fırtına mahfili kurulu Koyak sırtında, yazı koynunda Puslu zamanlar dökümü havada uçuşuyor ama toprağı güman Türkük, Türkmenik. Yel hissedilmiyor Gökten ve topraktan uzak hep bir hipnoz hali Yazımız kara kara yazılmış, Uykuda akıtılan terlere sıkışan. taşa çizilmiş, yara yazılmış. Nişangâhımda biriken nesneler: Seher vaktinde dara yazılmış, Sürgünlük ödüllerim ve ol başı duman Türkük, Türkmenik. Kirpiklerimde kan pıhtısı… Kardeş yurt bozdu, oba ayırdı, Yusufları katlettik felek çemberi, zalim kayırdı. On bir kardeşten daha suçluyuz Düşman yay gerdi, kılıç sıyırdı, Başımın üstündeki kuyu karanlığından uğraşı yaman Türkük, Türkmenik. Eskimiş gömleğimin yakasına düşen Taşralı düşlerim var Türk’ün kanadı, denen atlardan, Yıldızların içini sızlatan boynu ileri sünen atlardan, Çocukluğumdan silik bir şekilde tanıdığım yiğit altında dönen atlardan, Yâreli ırmağa adlandı zaman: Sitemim kadar. - Türkük, Türkmenik. Köylerde dut ağaçlarının Kökleri buluşur yerin altında Buğday öğüten taşa, sepeğe, Ey kalbim bandık nimeti, kara kepeğe. Senin olan tınıyı sen mahkûm etme Muhammet Dini sırlı ipeğe Ankaranın yağmurlu günleri boyunca eyledik îman… Türkük, Türkmenik. Bulutlara astığın yakarışları Beton katmanların kırıklarına bırakma Yeni yurt için konar göçerik, Rüyama giren ihtiyar üç tel sakalını yaksa da. tanrı yoludur, derik geçerik, güzel görmeye güzel seçerik, Bir şey var aman hey aman! Türkük, Türkmenik… Masum bakışların her peşkeş çekilişinde Bir bir duraksayarak anladığım, Bilge krallar geçidi yok dünyada… Başka şeyler de var Ayrılık bahtına erişip de Her nihayet yoklamasından Söküp atamadığım. aylık dergi Yayın Kurulu Hukuk Danışmanı Hesap No: TÜN Eğitim Yayın Org. Rek. Dağ. Kubilay KAVAK, Fırat KARGIOĞLU, Neslihan KOÇER San. ve Tic. A.Ş. Adına-Akbank fikir, kültür, sanat ve edebiyat Mustafa YİĞİT, Sidre METE, İkbal VURUCU, Yıl: 3- Sayı: 33 - Kasım 2018 F. Kürşad DÜNDAR, Volkan EKİZ, İletişim İBAN: TR72 0004 6001 7288 8000 1017 94 TÜN Eğit. Yay. Org. Rek. A.Ş. Adına Sahibi 0.312 215 96 98 Sergen ÇİRKİN, Bleda YAMAN, Yayın Türü: Yaygın Süreli Yayın Güntekin GÜNTAY Oğuzhan Murat ÖZTÜRK, Ahmet Turan TİRYAKİ, [email protected] Basıldığı Tarih: 28.10.2018 Yayın Yönetmeni www.ayarsiz.net M. Ragıp VURAL Levent ALBAYRAK, Hasan Ali KARASAR, facebook.com/ayarsizdergi CTP - Baskı - Cilt Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan İlhan KURT, Hakan BOZ, twitter.com/ayarsizdergi Sonsöz Gazetecilik Matbaacılık Ltd. Şti. Mehmet PARLAR Kadir BEKTAŞ, Kübra PEHLİVAN, instagram.com/ayarsizdergi Grafik-Tasarım Hakan KAVAK, Taner LÜLECİ, İvedik O.S.B. Matbaacılar Sitesi Davut MERZİFONLUOĞLU İdari Merkez 35. Cadde No: 56-58 Ayşegül Büşra ÇALIK, Göktürk Ömer ÇAKIR, Uğur Mumcu Cad. No: 99/2 G.O.P. Yenimahalle-ANKARA Süleyman BULUT, Ebubekir KORKMAZ, Tel: 0.312-394 57 71 Çankaya/ANKARA Yunus KIZIL, Metin TURHAN, Mehmet Yusuf ISSN:2458-8911 SAVAŞ, Mustafa KELLEROĞLU, Fiyatı: 10 TL Yıllık Abonelik Bedeli: 100 TL Dağıtım: DPP Feyzullah G. HİLÂL, Tamer SAĞCAN, Veysel Gökberk MANGA
“Birdenbire her şeyin de sallanıyordum. bir saniyede duruverdiğini görmüştük.” “Uyandım Bu ândan önce herhangi bir şey gör- memiş de olabilirdim. Dedim ya, hiç gör- H Sait Faik ABASIYANIK mediğim bir rüyânın etkisi altındaydım iç görmediğim bir rüyânın etki- sindeydim hâlâ. Dalgındım; elimi, hâlâ. Rüyâ, dünyâ gibiydi. Sağdan so- havada yüzdürür gibi vurdum la, soldan sağa dolanıp duruyor için- masanın üstüne. Saat on biri vurdu. Sabah ile” de; fakat en sonunda şöyle ağız tadıy- Duymadım ben; ama hatırlıyorum. la hiçbir şey hatırlayamıyordum. Oluş kafamın içindeki bir imajdan, durgun Kendi arka bahçeme kaçacak bir bir süreklilikten, seçilmiş süreden mi yol arıyordum. İçimde birbiri ardına düşler açılıyor; her anımsayış bir yıldız ibâretti, yoksa ben mi rüyâperestin te- aydınlığında patlıyordu. Kim bilir hangi kiydim de böyle algılamak istiyordum? caminin avlusundaydım yine; ezan sesi Veysel Gökberk Manga Her hâlükârda bildiğim tek şey, saatin kulaklarımdan adı konmamış coğrafyala- on biri vuruyor olduğuydu. ra, kukumav nefeslerinin sırtında uzanıyor- Sonra bir çocuk, tanımadığım ama gör- du. Bir insanı, belki de insanları sevmeye bahâne düğüme de emin olduğum bir tânesi el etti ba- arıyordum. Çınarların kıbleye yönelen secdelerine, gayr-ı na. Şimdi düşününce, bir şeyin sonrasından bu kadar nasıl ihtiyârî ortak oluyordum. Yanımda çocukluğum vardı; kendi- emin olabildiğime şaşıyorum. Çocuk çınar yapraklarının da- mi kaybetmemem için, onu da kaybetmemem gerektiğini du- marlarında pırıl pırıldı. Yalnız bir göz ve el… bir de çok uzun gecelerin meyvesi muhayyile, tekrarın ve denenmişliğin bık- yuyordum derinden. Yaramazlık edişine kızıyordum, peşin- kın şehveti, sıradanlığın muhakkim, yıldıran kudreti, bilinme- de dolanıyordum; daldan dala, değil, yapraktan yaprağa her zin geçkin, gergin emniyeti ve daha birçok şeyin hâlitası. Ço- sıçrayışında, yüreğimle birlikte oturup kalkıyordum. “Gel,” cuğu çocuk yapan hiçbir şey ve büyüğü çocuklaştıran yokluk- diyordum, “yapma, etme, gitme.” Dinletemiyordum. Cami- nin zamansız minâresi saate dönüşüyordu birden, korkuyor- ların altın oranı. Yaratımın özü gibi. Buradalığımız. Sıkışmışlı- ğımız. Yıkık bir sarkaç. Salınmak ama nereye nereden… Kor- dum. “Allah zamansız ve mekânsız,” diyordum. Salıyordum kunun bilinci veyâ bilincin ne derece anlaşılırlığı veyâ… veyâ soluğumu; şöyle bir yoklanıp toparlanıyor, kendime geliyor- çocuk çocuklar içinden… Çocuklar içinde olmayan çocuk. Be- dum. Avludan, hem de çocukluğumdan sıkılışıma üzülüyor- ni yapan, yaptığım çocuk: sen böyle yaşamadın benim gibi. dum. Bin yıllık gençleri kıskandıracak ihtiyarların bana baka- Ben de sana gelmeyeceğim işte. Çocukluğu büyükçe inatla- rak gülümsediğini görüyordum. Sâkinliyordum. Saat on biri rın yâhut çocuksuluğun gökleri dolduruşu. Hep- vuruyordu. Duymuyordum ama biliyordum nasılsa. si kavaklardan olma bir çınar tepesinde; yıldız- lara yansıyor şimdi. Seneler hep böyle geçip gitmişti. Ben bu cami avlusun- dan kaç kez geçip gitmiştim! Kimler kimler buraya da ürkek Peki ya yıldızlar… Yıldızlar ne- ürkek basıvererek geçip gitmişti dünyâdan. Şâir de der ya: rede? hem beyler ağalar, hem çoluk çağalar geçip gitmişti; anne- ler, babalar, çocuklar ve devlet adamları, önemliler ve ismi unutulanlar, nefret nesneleriyle gül bahçeleri, yürek doldu- ranlarla ciğeri beş para etmezler, halk bilgeleriyle câhil pro- fesörler, tanrılar, peygamberler ve güzel kadınlar da geçip gitmişti. Biliyordum, benim de elimde hiçbir şey kalmayacaktı. Dünyânın karaçalınmış sofralarında nimetlenen her varlıkça- sına yazgılıydım buna; hiçbir murat nihâyete ermeyecek, hiç- bir kimse kâm almayacak acundan, haklı haksızdan baş ke- sip can çekmeyecek aslâ, adâlet terâzisi kurulmayacak, yap- rağa ve oduna and olsun ki hesap sorulmayacaktı. Neden bu- radalığımızın ne mânâsı bulunacak, ne farkına varılacak; ne yapsak etsek de adımız anılmayacaktı. Sokaklar dolusu anlatı taşınıyordu durmadan, oradan oraya, insanların akıl ceplerinde. Pek ayırdında değildik; ca- nımız istemediğinden, kaçtığımızdan, yormayanı sevdiğimiz- dendi bence, yoksa atla deve değildi bunu sezmek: bizi yaz- sın diye hikâyeler yazıyorduk, bizi anlatması için kuruyorduk cümlelerimizi, bizi yapacak binâların yapısına katılıp harcına karılıyorduk, hayâtımızı ta içimizde yaşatıyor, sevsin bizi diye yalvarıyor sevgiye, haz almanın hazzını tatsın diye haz peşin- de koşuyor ve nihâyet… mezarlıkları içimizde öldürene kadar toprakla cedelleşiyorduk. Saat on biri vurdu vuracaktı. Bunu bilmek için düşünme- me bile gerek yoktu. Kafamın saatleri öyle söylüyordu çünkü. Allah’ın birliğinin altını çizen iki minâre gibi, yan yana yükse- liyordu rûhumda on bir. Karmakarışıktım; o kadar dağınıktım ki, beni bir tanrıdan, ama herhangi bir tanrı olmayan, güçlü kuvvetli bir tanrıdan başkasının anlayamayacağını duyumsu- yordum. Bir kez olsun sessiz sedâsız kalabilme ihtiyâcı için-
Erkan’ı Astırırız, O yüzden “üstümüze” diyorum. Molozların tahliyesi, zeminin Göktürk’ü düzeltilmesi ve şehrimizin yeniden inşası için gereken bir Vurdururuz, zaman var ve biz bu zamana denk geldik. Henüz molozları kaldırmış zemini düzlerken başka göçükler, artçı sarsıntılar Oğuzhan’ı Sürdürürüz da meydana geldi üstelik. Ben, ömrümü Türk milletinin güzel yarınları için bugününü temizlemekle geçireceğimi anladım ve Ahmet Turan Tiryaki kabul ettim. Bu bir süreç meselesi imiş. Fakat imparatorluğun üzerimize yıkılmasının ertesi günü neden bir gecede IBelki sizler okuyup unuttunuz ama ben Ekizoğlu Volkan “Ergenekon Gözlüm’s Tower” dikemediğimizi soran ve cevap pehlivanın Ağustos’taki meydan okumasını unutmadım. bulamayınca da Enver Paşa’nın Rus ordusuna hücuma kalktığı Niye? Çünkü buzdolabı magnetleri bunun için var. gibi titreyip Allahuekber nidalarıyla sosyal medya hesaplarını “Yumurta al, kızı okulda unutma, Volkan’a ağız göz dal” gibi kapatanlar var. notlar bu sayede her zaman gözümüzün önünde olduğundan hedef gözden kaybolmuyor. Pırtlar Vadisi menşeili “Törkiş mehdileri” bir kenara bırakıyorum. Türk milliyetçiliğinin jönlerine sesleniyorum: Bu Eğer şiddetli kavga sonrasında şiddetli öpüşme sahnesi filmin devamı çekilir, bu sahnede ölmeyin! ihtimali olan bir romantik komedi çeviriyor olsaydık vereceğim cevapların dozajı konusunda ayrıca bir mesai harcayabilirdim İmparatorluk üzerimize, yâni yıkıldığı çağdan en az ancak Volkan’da bu potansiyeli görmediğim için Allah ne bir iki yüzyıl ileriye doğru çöktü derken aslında darbenin verdiyse dalmaktan başka yapabileceğim bir şey yok. geldiği yöne de dikkatinizi çekmek istemiştim. Kaçırdığımız Aydınlanma, Sanayi Devrimi ve modern çağın bütün diğer Yine de kademe kademe gideceğiz. Satır satır şerh sebeplerini, yıkılan binamıza vuran vinç güllesi gibi düşünün. edeceğiz ve evvela şu ittihatçılık meselesine artık nokta Batı ile aramızda giderek açılan bir makas olarak en az üç koyacağız. Atsız’ın, benim ve Ragıp Ağabey’in yakasını yüz, dört yüz yıllık bir zaman diliminden bahsediyorum. Şimdi toplayıp “hesap soruyorum” diye bizi sigaya çeken Ekizoğlu, Cumhuriyet’in üzerinden doksan beş sene geçti diye bütün bu sosyal medyada takılmış CD’ye benzeyen, peşpeşe tekrarlayan mağlubiyeti mahsup etmeye çalışırsak muhasebeye girişten hareketler gibi “İttihat is back bitchezz” yazıp duruyor. ikmale bırakırlar bizi. Hayır, Atsız yenilmedi, Türkeş yenilmedi. Ali Enver Ekiz de yenilmeyecek! Bütün bu nesiller, arada açılan Oysa ne İttihatçıları yaratan iklim bu iklim, ne zaman dört asırlık zaman makasını kapatmak için, yaşadığı devrin o zaman. Ayva doğramak için mutfak çekmecesinden bıçak ve şartların gereğini yerine getirdiler. Savundular ve bedelini çekmemiş adamlar, kahve köşelerinden Rus atlılarına doğru ödediler. Hiçbir şey bırakmadılarsa ilham bıraktılar. hücuma kalkıyorlar. Kitaba bakıyorsun “Allahuekber” nidaları, kahveye kulak veriyorsun “dıgıdık dıgıdık” sesleri! İyi anlaşılsın Şimdi bizim yaptığımız ne peki? Artçıları savuşturmuş, diye burada bir işaret fişeği çakayım, İttihatçılarla alıp molozları kaldırmış, zemini yeniden bir yuva inşa edecek veremediğim bir şey yok. İttihatçılıkla da… Fakat ittihatçı kıvama az çok getirmişiz. Kimsenin kum çekmeye, temel furyasıyla derdim var ve yazdıklarım bununla ilgili. kazmaya, sıva atmaya, iskeleye çıkmaya niyeti yok. Herkes hayata en şerefli veda etme fantezisi peşine düşmüş. Durun Bugün İttihatçılık furyasında kimsenin aklına devleti ulan, durun! Durun Allah aşkına. Herkes at niyetine bacak yöneten kadro gelmiyor hemen hemen. Daha çok bu nutuklar arasına sıkıştırdığı çalı süpürgesini bir kenara bıraksın. atılırken kaybetmenin, yenilmenin, sokağın ortasında Göktürk de bıraktı mı, onu bir kontrol edin. (Pırtlar Vadisi veya dağın başında tek başına vurulmanın ve böyle bir kontenjanından gelenler asansör boşluğundan atlayıp yere şehadetle dünyanın geri kalanının suratına çalımlı bir şekilde düşerken ‘Gök girsin kızıl çıksın’ diye bağırabilirler.) tükürmenin metaforu yapılıyor. Buna eyvallah. İğrendiğimiz sistemin çarkları arasında ejder meyveli smoothie olmaktansa, Daha yapacak çok işimiz var! Filmi başa saracağız. farklı bir tavır alarak kaçırdığımız şahsî fırsatlara bile isteye Makasın açıldığı yere gideceğiz; ahlâkı, erdemi, bilgiyi, bilimi, sırt dönmek başka bir şey. Fakat bilhassa Pırtlar Vadisi evreni, tanrıları, emeği, mülkiyeti, saygıyı, modernizmi, ekolünden gelen arkadaşların bu meseleyi hafiften bir “Törkiş sistemi, aşkı tartışacağız. Henüz menemenin soğanlı mı mehdi” beklentisine çevirdiğini de sezinliyor gibiyim. soğansız mı olması gerektiği kadar tartışmadık bunları. Sizce de garip değil mi? Uzay mekiğinin cıvatalarını söken puştların Evvelâ bütün dertlerimizin şifası için tam olarak ne kalelerine, gerekirse Kara Murat gibi dalacağız. Çocuklarını olduğunu anlamamızda fayda var. Tam olarak olan şu ki, yalılarda büyütüp, tecavüze uğrayan çocukların vebalini imparatorluk üstümüze devrildi. Yana doğru çöken bir bina tanrıcıklara iteleyen putperestlerin saltanatını yıkacağız! gibi düşünün, imparatorluk gelecek zamana doğru devrildi. İstinca taşı olacakken çağın dudağından öpüp danışman yaptığı parlak çocukların suratına tüküreceğiz. Modern bilim uğruna ömürler harcayıp Aziz Sancar’lar yetiştireceğiz. Daha yapacak çok işimiz var… Pırtlar Vadisi kadrosunun karşıdan karşıya geçerken bile yiğit olabildiği çağda İttihatçıların da orada burada kurşunlanma fantezileri sayesinde buram buram apış arası kokmaya başlayan maceramıza, bu havayı dağıtmak için kadınları ortak edeceğiz, ama bu sefer gerçekten. Yaprak sarmalı, içli köfteli ideolojik toplantılardan bahsetmiyorum. Üreten, tek başına ayakta duran, hatta yöneten modern güçlü kadınları… Meselâ fizik profesörü olmuş bir hanımı yüz yıllık macerası olan milliyetçi kurumlarda artık genel başkan seviyesinde göreceğiz.
Soğuk savaş kodlamasına mâruz kalmamış nesiller Mesele biraz bizim Kurtuluş Savaşı mücadelemize yetiştireceğiz. Sivil düşünecekler, birey olarak var benzemeye başlıyor burada. O güne kadar klasik kara olmayı öğrenecekler, eleştiriye tahammülleri olacak, savaşları doktrinlerine uygun olarak hat savunması, mevzi haklarını savunabilecekler, farklı fikirler ifâde etmekten mücadelesi veren ordular, kaybettikleri mevziden geri çekilir, kaçınmayacaklar. Bu çocukların bütün kutsallarını gerideki en hâkim tepeyi avantajlı kullanacak şekilde yeni kartvizitlerinden söküp alacağız, evimiz gibi hatta yatak bir hat oluştururlardı. Vatanımızın toprakları bu şekilde odamız gibi mahrem olan bu duyguları yavrularımızın istila edilirken Mustafa Kemal, “Hattı müdafaa yoktur, sathı kalplerine kilitleyeceğiz. Neye inandığını en yüksek sesle müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” demiş, klasik kara söyleyen veya köpekleri çatlatacak bir sadakatle kapıların savaşları doktrininin hilafına yeni bir mücadele ve direniş şekli önünde ömür harcayanların yerine hak edenin liyakatine göre başlatmıştır. Çünkü o savaşın gereği o idi. kazanabildiği bir sistem bırakacağız onlara. Onurlu bir şekilde kaybetmenin şerefsizlik olmadığını, hesap vermenin erdemini, Biz de milletimizin uğradığı türlü çeşit belalara karşı kimi şeffaflığın hikmetini anlatacağız. gün Atsız’ın arkasında, kimi gün Türkeş’in arkasında mevzi aldık ve hat savunması yaptık. Şimdi bütün bu mevzilerden Başkan yardımcısının danışmanının özel kaleminin çıkıp tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda bizim toprağımızda cereyan eniştesi olduğu için yiğit olan ve eğer öyle olmazsa başka da eden savaş gibi, bizim cenahta bizi içten içe çürüten her bir saygınlığı olmayan adamlardan kurtulup, sosyal hayatta yozlaşmaya karşı satıh savunması yapmanın zamanıdır. Şimdi üretken ve saygın birer birey olan çocuklar yetiştireceğiz. sıra bizde… Varlıklarını ve kazançlarını teşkilata borçlu olmayacak ve fakat bütün kazanç ve birikimlerini Türk milleti uğrunda sarf Dokunabileceği bir put olmadığı için Tanrı’yla irtibat edecekler. kurmakta zorlanan putperestler gibi, açık-aleni bir düşman Ne zaman yapacağız göremediği için bu bütün bunları? Şimdi! mücadelede bocalayanlar Hemen şimdi! Talihin garip bir cilvesi ama bizim olacaktır. Bu da bizim Çegan’ımız burası. mücadelemizin zorluğu Bunu kabul edeceğiz. olacak. Hayaletler Abdestlerimizi alıp haksızlığın, gibi görünmeyen hukuksuzluğun, kutsal ama hava gibi istismarının, şoparlığın, her yanımızı ekipçiliğin, gizemciliğin, saran bütün soyut ben bilirimciliğin, barut yavşaklıklarla yaka kokmayan yiğitliğin paça olacağız. üstüne doludizgin Yıkmamız gereken süreceğiz atlarımızı. büyük bir krallık ve Çalıştığımız yerlerde, onun gölgesinde serpilip gittiğimiz derneklerde, büyüyen beylikler var. oy verdiğimiz partilerde, Bütün bunları yıkıp beklediğimiz otobüs hür düşünceye, ifâde sıralarında, yazdığımız özgürlüğüne, demokratik dergilerde, gerekirse katılıma, şeffaf yönetime hanımların kısırlı börekli günlerine bile sızarak, kavuştuğumuz gün bu her yerde ve şimdi! Enver’e isabet eden kurşunlar gibi isabet ülkede güneş başka bir edecek vücudumuza hain damgası, bir başkası ukalalık adıyla şekilde doğacak. Bunu biz delecek ciğerimizi, öteki kurşun dışlanmak, yok sayılmak yapacağız. Şimdi yapacağız. olacak, ama bunu biz yapacağız. Hemen! Gözü kesmeyeni, mazeret üreteni, yana yatıp çamura batanı asker kaçağı yazarlar, haberiniz olsun. Kâfiri nerde görse karşısına dikilen mübarekler gibi bıkıp Şimdi ümitsizliğe kapılmanın, bir cacık olmayacak usanmadan, yığılıp kalmadan, şikâyet etmeden, ardımıza demenin, vazgeçmenin, içine kapanmanın sırası değil. bakmadan inancımızın küfrü neyse onu bulup dikileceğiz Ben henüz çok gencim, on sekiz yaşındayım. Ömrümün karşısına. Katılmasak bile susturulan her fikrin sesi biz geri kalanını makarnacıların zaferini izleyerek geçirmeye olacağız. Art niyetle sorulmuş olsa bile her hesabı biz tahammülüm yok. Her düştüğüm yerden kalkmaya, her vereceğiz. Kimseye minnet etmeden milletimiz için üretecek, yenilgiden sonra kalkıp zalimin karşısına dikilmeye, itilmeye, kimseye peşkeş çekmeden ürettiklerimizi milletimize yâr görmezden gelinmeye, hain ilân edilmeye, ukala diye dudak edeceğiz. büzülmesine direnecek ve doğru bildiğimi yapacak takatim var. Bunu yaparsak her kaybımızın bir anlamı olur. Geçmişimizi bir Volkan’ın, haklı olarak tarif ettiği iğrenç bakiyeye bakarak çöp kovasına boşaltıp arkamızı dönüp gitmemiş oluruz. Öteki kaybettiler dediği Atsız da Türkeş de kaybetmemişti. Onlar ve türlü kazancımız ne olacak? Makarnacıların madalya törenini diğerleri, kendi devirlerinin gereği olan mücadeleyi ve direnişi en ön sıradan mı izleyeceğiz? kurdular, organize ettiler ve yaşadılar. Bu “her soğanın başı Korkma Volkan. Bu mücadeleye değer. Erkan’ı astırırız, ben olam” bâkiyesi o mücadelenin ve savaşın bâkiyesidir. Göktürk’ü vurdururuz, Oğuzhan’ı sürdürürüz. Ben de oturur Bunu onların kayıp hanesine yazarsak haksızlık etmiş oluruz. Delacroix gibi, seni bu Aydınlanma savaşının ortasında, Bertaraf ettikleri felâketleri kimin hanesine yazacağız o Temmuz Devrimi’ndeymişsin edasında, bir elinde bayrak, bir zaman? elinde ucuna süngü takılmış tüfeğinle resmederim. Neticede saçı uzun olan bir sen varsın, bir de ben varım.
VE araya Ragıp Ağabeğ’i sokarak Volkan Ekiz Bu arada bu sefer için yola çıkan küçük bir Tiryaki’nin yazısının tadı şövalye grubu, bu müptezellikleri yapmak damağınızdayken karşınıza yerine sefere devam etmiş ve bugünkü İsrail’in çıkıyorum! Çünkü devir değişti, e Akka şehrine ulaşmıştı. Çünkü yolun ululuğu ne kadar yüksek olursa olsun eğer yolcu kalemşörlük de değişti. Misal profili bu emele uygun değilse yol da zelil olur, yolcu da! Demem o ki Tiryaki Paşa, eğer Kudüs’ü bundan 30 yıl öncede olsaydık; gâvurların elinden kurtaracağız diye gundilerden toparladığın ordu yola düzülüp de yolun yarısında ben bir ay yazacaktım da öbür ay kendi dindaşlarını düzmeye başlayan bir “bakiye” hâline geldiyse, o seferin tüm kurmay Tiryaki cevap verecekti de buna heyeti kaybetmiştir. Hatta o ordu ile 57 yıl süren dünyanın en güzel şehirlerinden birinde mukim mukabil sonraki ay ben cevaba cevap bir imparatorluk kurmayı başarsan bile o savaş kaybedilmiş ve o ordunun tüm komutanları verecekti de… Tabiî, bir de bu süre yenilmiştir. Bizim tarih kitaplarımızda dahi bu bahse temas edilir hatırlayınız, 250 yıl sonra zarfında taraflar ve okuyucuya Allah Müslümanlar kapıya dayandığında bir kısım Bizanslı Batı Roma İmparatorluğu’ndan yardım istemeye ömür verirse. Zamane polemiklerinin niyetlendiğinde halk; “Konstantinopolis’te bir daha Latin serpuşu görmektense Müslüman sarığı görmeyi çoğunun twitterda mention üzerinden tercih ederiz.” demişlerdi. Bazen öyle bir yenilirsin ki, çoluğun çocuğun, torunun torban dahi yenilir! Şimdi soyut düşünme yürüdüğünü düşünürsek bu bana zamanın yeteneği gelişik yoldaşlarımdan muradımdır; Haçlı kim, İstanbul ve Kudüs neresi, kim şövalye kim Latin askeri, sefer ruhuna çok uygun bir yöntemmiş gibi nasıl emel ne, herkes meşrebince yorumlasın. VE Tiryaki’nin yazısında en çok güldüğüm kısma geçmek gelmiyor. Tiryaki, whatsapp’dan bana istiyorum müsaadenizle: “Şu İttihatçılık meselesine artık nokta koyacağız.” Tam, “Ben hokkayı bulurum kalem sende mi yürüyüp “Abi ağız burun ne varsa giriştim, şu nokta işini hâlledelim” diyeceğim bir gülme geliyor. Devlet, İspark adı altında kendi çökmeye başlayınca artık eskisi kadar bak bakalım bel altı vurmuş muyum?” göremiyoruz ama bir vakitler değnekçiler olurdu İstanbul sokaklarında. Arabanızı bir yere çekip aşağı indiğinizde diye mesaj attı ve ardından da yazısını yanınızda biter ve “Abi sokağa biz bakıyoruz yalnız,” diye gelip para isterlerdi. Bu “İttihatçılık modası” denilen şeyden mail ile gönderdi. Aynı ay içerisinde iki yazı bir süredir farklı farklı mahfillerde bir rahatsızlık peyda olduğu dikkatli okuyucularımızın gözlerinden kaçmamıştır. da okunabilsin diye şimdi açtım iPhone’da Hayırdır gardaş sokağa yazısını Mac’in klavyelerini dövüyorum. (Çünkü yabancı araba mı soktuk? Ambülansın arkasına takılan Apple huydur bende.) Kinimi diri tutmak için bir Delacroix’in ticarilere herkes kadar biz de ayar oluyoruz, eyvallah. Magnum Opus’u “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosuna, bir “Sen hayaller kur,” diye yazdığımızda sene 2004 idi; “Ekizoğlu Volkan pehlivan” satırına bakıyorum. Bir minik ara neredeyse 15 sene geçmiş. Manzarayı hatırlıyorum da, vereyim zira çay bardağını biraz sıkı kavramışım çatladı da, sağcı, solcu, Ülkücü, İslâmcı, Kürtçü, liberal kim varsa onu bir tazeliyeyim. herkesin kötü olduğunda mutabık olduğu tek kavram VE Delacroix bir önceki sayfada gördüğünüz eseri dışında belki de “İttihatçılık” idi. Sosyal medyanın da da resimleri olan Rönesans ile modern dönem aralığının etkisiyle gıdım gıdım en önemli ressamlarından biridir. Misal ünlü tablolarından uğraştık ve oldu be Tiryaki; “İttihat is back.” Bugün birinin de adı “Combat of the Giaour and the Pasha.” Giaour imparatorluk üzerimize yıkıldığında ayakta kalan yazdığına bakmayın bildiğimiz gâvur. Hem de Venediklisinden. birkaç sütuna dayanarak bir cumhuriyet inşa edebildiysek bunda İttihatçıların çok Lord Byron’un Türk Hikâyeleri isimli kitabındaki bir hikâyeyi büyük emeği olduğunu vicdanlı herkes kabul ediyor. Bu kazanımı, ambülans arkasına takılan ticariler ile kendine anlatır. Âşık olduğu Leyla zina suçlamasıyla denize atılınca yeni mahalleler arayan kolpacılar da takılmaya başladı diye yediremeyiz! intikam için Hasan Paşa’yı öldüren gâvur resmedilmiş. Güzel VE biraz da kolpacılıktan bahsedelim mi adamım! Atsız, bir tablo. Ancak Tiryaki ile vuruştuğumuz bu meydanın iki tarafında otağ kurmuş iki ordudan birine gâvurluk atfetmek doğru değil. Bence herkes aynı imanı paylaşıyor, yâni Türklük eritiyor gönülleri. Aynı imanı paylaşıp da birbirini boğanlar tarih boyunca olmuş, bunu gören Delacroix durur mu, o da “Haçlıların İstanbul’a Girişi” tablosunu yapmış. Bu eser 4. Haçlı Seferi’ni anlatıyor. Bu sefere Latin istilası da deniyor. Kudüs’e diye yola çıkan cellolardan müteşekkil Haçlı Ordusu İstanbul’u ve onun güzelliği, zenginliği ve nimetlerini görünce; ya yemişim kutsal beldeleri buraya çökelim işte diyerek şehri yağmalamış, kadın ile erkek ne bulduysa tecavüz etmiş, değersiz sayılabilecek malları dahi yüklenmişlerdi. İstanbul’da kurulan bu Latin devletinin zulmü tam 57 yıl sürdü. Şimdi kaçtan kaçı çıkarır, kaçla kaçı toplar 57 bulursunuz orasına karışmam. Ancak rahiplerin karınlarını deşip, rahibelere tecavüz eden bu askerler ile evleri yakılan ve kadınları köle yapılan halk aynı imanı paylaşıyorlardı, yekûnu İsevî idi.
Türkeş, Ragıp Abi, Tiryaki; herkesin yakasını toplayıp hesap Bleda Yaman soruyorum diye sigaya çekme meselesine de değinelim. 25 yılımın hesabını soruyorum demiştim. 25 yıl ağır kolpacılık GÖVERÇİLE “Şair Kerem Albayrak’a…” iklimine mâruz kalmak bizi de kolpacı yaptı. (Üzgün surat.) Aylardır 100 yıl geliyor, geri dönüyoruz yazdık yazdık gâyemiz Ey yüreğim! en azından kanarya severler derneği kadar kurumsal bir yapı oluşturabilmekti, yapamadık. Biz de kolpacı çıktık be Ey taş yüreğim! Tiryaki. (Bir üzgün surat daha.) Dünyayı ceviz bir yuvarlak masada yönetenlerin karşısına dikilip, “Bir sandalyede Onlar yanılan, bizim hakkımız” diye dikleneceğiz diye büyük büyük laflar söyledik ama 7 kişi ile dernekler masasına bir dilekçe sense yenilendin... vermeyi bile beceremedik. (Ağlayan surat). “Sen hayaller kur/ Biz yine ölürüz” diye şiirler yazdık ama ölmeyi bırak konfor Onlar eskide kaldı, alanımızdan, “değerli vaktimizden” birazını ayırıp da küçücük bir organizasyon bile kuramadık. Hani, Pir Sultan Abdal’ın; sense yenilendin! “Uyur idik uyardılar/Diriye saydılar bizi” diye başlayan deyişi “Ali’ye saydılar bizi” diye biter ya, işte 1 Kasım 1918’in *** yüzüncü yılı meseline bakıyorum da kolpaya saydılar bizi. (Yine ağlayan surat.) Acımızı payidar kılan nedir? VE 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri Şehir, hatırat ve zaman... arasında Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. 1 Kasım’da ise İttihat ve Terakki Cemiyeti son kongresini topladı. Talat Paşa Güneş olmasa doğmaz bedir. kongrede yaptığı konuşmayı şöyle bitirmişti: “Vaziyetin aldığı şekil üzerine İttihat ve Terakki’nin hükümeti, iktidar mevkiini Bu desise pek bir kadim, terk ettiği gibi, cemiyet liderleri de istifa ediyorlar. Cemiyetin bundan böyle ittihat edeceği hareket hakkında karar vermek bu sancı pek bir yaman! kongrenin hakkıdır.” Tabiî o zaman bir adam istediği herkesi zorla istifa ettiremediği için bu karar tamamen iradî olarak Cinaslı şiirlere kadeh vurduğumuz, başarısızlığın sorumluluğunu almak ile alâkalı ilkesel bir tavır idi. (Başarısızlığın sorumluluğunu almak ne soylu bir derdimizi şaşkın yıldızlara duyurduğumuz eylemdir.) İttihatçı liderler 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan gece bir Alman torpidosuyla İstanbul’dan ayrıldılar, kaçtılar yâni! küflenmiş gecelerin hatrına Bu firarı bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer tanıklığını aşama aşama anlatmış. Kaçırma yaşamaya devam etmek de ne? operasyonunun akşam saat 21:00 sularında başladığını, askerî demiryollarına âit bir motorla Eminönü’nden denize Şair, kaç kez afilice öldün! açıldıklarını, önce Moda İskelesi’nden “Enver” parolasıyla Talat Paşa’yı, son olarak da Boyacıköy’den Cemal Paşa’yı Bu kez yaşatmayı dene. alarak Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini ayrıntılarıyla anlatıyor anılarında. Gemi 2 Ömrümüz notasız, ahenksiz bir beste, Kasım’da gönderdiği telsiz mesajında Türk karasularını terk ettiklerini bildiriyor ve 3 Kasım’da Sivastopol Limanı’na giriş bin şairin ahı var kuruyup giden her nefeste. yapılıyor. Yâni ey okuyucu bu dergiyi eline aldığın tarih asırlık bir hikâyenin seneyi devriyesine tekabül ediyor. Yalnızca cismimiz değil, ruhumuz da şikeste! VE Tiryaki gardashın yazdıklarına dönelim ne güzel Acımızı şahane kılan nedir? yazmış, güzel çocuk çünkü. Ticariler ile kolpacılara kızmak da el-hak hakkıdır, sonuna kadar da hakkını kullanmış. Ancak Şehir, unutmak ve zaman... esasta mutabık olmamız şart diye düşünüyorum. Ve tekrar ediyorum, yenildik! Bu ilk yenilişimiz değil, ama ayağa kalkıp Karanlık olmasa doğmaz bedir. daha güzel yenilelim diye start-up geyiği yapmaya gerek yok. Biz imparatorlukta doğmadık, bir imparatorluğu anlamak Bu hengâme pek bir asil, gerçekten zor. İmparatorluklarda zaman yavaş akar, o bir devdir hareketleri de heybetli ve yavaştır. Çöküşleri de öyle. bu sitem pek bir yaman! Bizim imparatorluğumuz 200 yılda çöktü yâni 200 yıl yenildik. Ve ardından bağrımızdan İttihatçılık denen bir huruç hareketi Acımızı payidar kılan nedir? çıkardık. Tanrı el verdi güpgüzel çocuklarımıza. Bir havai fişek gibi asırlardır kapkara üzerimize çökmüş göğü aydınlattılar. Şehir, hatırat ve zaman... Kendimizi, karşımızdakileri etrafımızı gördük 10 yıllık kısa bir sürede. Başarı hikâyeleri iyi motivasyon kaynaklarıdır, bir kez *** yaptın yine yapabilirsin en güçlü motivasyon kelâmlarından biri. Demem o ki Tiryaki, yine yeniğiz yine karanlıktayız! Bırak Ey yüreğim! da, “Biz bu karanlığı bir kez aydınlatmıştık yine geceyi gün ederiz çünkü Tanrı bizimle” diyelim. Uslu durursan belki Ey buz yüreğim! saçlarını bile örerim. Onlar arayan, sense eriyendin... Onlar yendi sandı, sense seni yendin! *** Tehir ettik gülüşleri, çivileyip düşleri. Her çağda müstağniyiz, her yolda azıksız... Görklü Tanrı’dan medet uman fâniyiz, çünkü dünya kazıksız! Kaldık deryalar ortasında susuz ve bunca kabus içinde uykusuz... Elemlerin açtığı yaraya efkârla dikiş atan adamlarız. Çiçeğin toprağa küstüğü yerde biz varız. Hazana bir ömür mihmandarlık eder, baharı bir çırpıda kovarız! Zihnimizde bulanık bir devrin dokusu, gönlümüzden yayılan rutubet kokusu... Böyle olmalı, böyle ölmeli diye anlatıldı bize. Kaçamak ne yaptıysak kaçamamaktandı; kaçırdık güzellikleri, tüm biletler yandı! Tehir ettik gülüşleri, çivileyip düşleri. Her çağda müstağniyiz, her yolda azıksız. *** Ey yüreğim! Ey kor yüreğim! Onlar bulan, sense bilendin. Onlar kayboldu, sense sana bilendin!
“Bulamaçlarda yaşarız.” Kendi yaşamöykümden, Emel Behçet Necatigil Kendine, Muallâk’ı, hayatıma girip çıkmış kadınların bende ÜNİVERSİTE. İki apaçık kalan, (derin)iz bırakan gerçek – ilki küresel niteliklerinden, Kâzım (evrensel), ikincisi ise Gecesever’i ise, Ahmet ulusal (yerel): (i) Gerçek, güçlü Oktay’dan alıntıladığım (üretken) bir üniversitenin yeri, parçaların üstlerine (ana)yurdu değildir Taşra – Taşrada (VI) kurularak, içlerinde tersine, dış (yabancı) sahasıdır. gezinerek yazdım, (ii) Türkiye’nin Taşrasında, yazıyorum örneğin. üniversiteler, var olan (kurulu) Alıntılarımdan bazıları, siyasal iktidarın akademik “Keşke ben yazsaymışım uzantıları, şubeleri, aygıtları, (sınır) Fırat Kargıoğlu bunu,” diyecek kadar hayranlık karakollarıdır, çoğunlukla – hâl duyduğum, ‘yüksek yazı(n)’ böyleyken, akademisyenler de: düşünce parçalarıdır: Bu türle ilişkilenme suçlarının, düşünsel başkaldırıların biçimim, Tanpınar’ın, hocası Yahya önüne geçmekle görevli kolluk kuvvetleri. Kemal’in şiirleriyle ilişkilenme biçimine Bir söz vardı, yanılmıyorsam, Tanpınar’ın bir benziyor, sanki: Hocasının şiirlerini – Hilmi sözü: “Üniversitenin bir tek politikası olabilir: o da hürriyet Yavuz’dan öğrendiğime göre, özel bir deftere, politikası.” Belli ki bizde ‘hürriyet’in yerini, ‘(ideolojik) özen göstererek “kendisininmiş gibi yeniden” yazışına güvenlik’ almış. yani: Şu bilindik baba-oğul bağı, oğul avuntusu. Ruhsal Düşünüyorum da: Tanıdığım hocaların birçoğu, tırnağı çözümleme. İlk kez, Kafka’nın Açlık Sanatçısı adlı öyküsü olamazlar Bülent Ağbi’nin. üzerine yazmaya koyulurken fark etmiştim bu tip bağları: İŞ. İslâmcıların tatlı düşleri, benim karabasanlarımdır, Biri hakkında sürekli yazma isteği, onu durmaksızın genellikle. Geçenlerde, sosyoloji dersimde, şu sözü alıntılama isteğiyle akrabadır belki de. Neyse. Öte yandan: söyledi ‘dinci nesil’ öğrencilerden biri, çalımlı çalımlı: Pierre Bayle (1647-1706) geliyor aklıma – Fransız bir “Kur’an’ı okuyan bir Müslümanın, başka bir kitap okumaya Protestan, kendisi ‘alıntılama’ sporundaki atalarımdan ihtiyacı yoktur, bence.” İstemli körlük. Bu türden sözler, biri, (erken)Aydınlanma döneminin etkili düşünürlerinden. öğrenciler tek tük değiller artık, günbegün çoğalıyorlar Kuşkuculuğu, Montaigne’inki kadar baş döndürücü olan çevremde. Dincilerin yaratmayı istediği, düşlerini süsleyen Bayle’in, 1695’le 1702 yılları arasında yayımlanan, dört o ‘kopkoyu tekçi kuşak’ doğmuş, büyümüş, ‘üniversiteli’ ciltlik bir sözlüğü varmış: Tarihsel ve Eleştirel Sözlük. olmuş, oluyorlar – anlaşılan. İşimden, iş ortamımdan Philipp Blom – Cadı Kazanı adlı, zihin açan kitabında, Bayle soğuyacağım aklıma gelmezdi hiç: Kâbusumdu, ve onun yapıtı hakkında şöyle diyor:* “Rengini bir türlü gerçekleşti. belli edemeyen, belki de belli etmek istemeyen Bayle, kendi ALINTI. Okurları görüşlerini gizleyip, bilir, anımsar şüpheci fikirleri ünlü kolaylıkla: Ferit Edgü, bilgelerin ağzından Yazmak Eylemi adlı aktararak okuyucuyla kitabında, bir (aynı) saklambaç oynar. Amacı, toplumsal-siyasal yalnızca düşünceleri ve olayı, yüz bir farklı tartışmaları derleyen anlatım biçimiyle masum bir üçüncü kişi ardı ardına yazar, olarak görünmektir. Bu, anlatır – sözgelimi: kitabın başvurduğu en simgesel, gerçeküstücü, eski numaradır; zira akademik, düz-şiir, iyi bir hafıza ve keskin iç-konuşma, karşılıklı- gözler neredeyse her konuşma, masal, zaman uygun bir alıntı mektup, roman, bulabilir. Bayle daha aforizmalar... Alıntılı- kitabın en başından yazı da Edgü’nün okuyucuyu satır bir kısmını kendince aralarını okumaya, farklı sıraladığı bu yazış anlamları aramaya ve şekillerinden, tarihsel araştırmaların yollarından biri altından girip üstünden işte – kısaca, bir çıkarak sıkıntılı sonuçlara “yazım olanağı” yani. Kalem yakıtı olarak çokça kullanırım ulaşmaya yöneltir. (…) Okuyucu kendi kararını vermeli ve alıntıları: Onlar, kimi yerde yalnızca bezeklerim, kimi önündeki çok sayıdaki dolambaçlı yoldan aklına yatan yerdeyse ateşleyicilerim, fikrî hareket noktalarım, yolu seçmelidir.” Bana kalırsa, çok çok iyi, çarpıcı, öncü yardımcı kaynaklarımdır. İskender Şahbaz’ı, kendimden, bir iş çıkarmış Bayle – kim ne derse desin. O hâlde,
alıntılı-yazı: Bir tür kalkan, korunak, ya MÂNİDÂR3E.DCAİTLLTA:RİÇAİNNSİKLOPEDkİıSllaİnmSaAVkAŞılKaANvuİLMzAuK da kuşkucu, parçalı (bölmeli) düşünen kafayı yansıtan bir ayna da olmuş, “Ben, seni unutmak için sevmedim…” (Şiir: İlham Behlül Pektaş, 1973; Beste: olabiliyor zaman zaman. Alıntının niceliği Amir Ateş, 1974… Segâh şarkı) de, yani konuk edildiği yazıdaki miktarı da önemli elbette: İpin ucunu kaçırırım … ara sıra – alıntıladıklarım kaplar, boğar Aradan epey zaman geçmiş… yazdıklarımı, alıntılı-yazı yerine, azıcık 2004 yılının şubat ayı… yazı da içeren, dev gibi, taşkın, can sıkan Antalya’da adli makamların ‘vaka-yı adiye’ (her gün yaşanabilecek türden bir alıntı çıkar ortaya – alıntı şişkinliği. basit ve sıradan olay) diye not düştüğü bir soygun kayıtlara geçti. Milliyet’in Peki, ‘nitelik’? Enis Batur’un – Yazboz adlı Akdeniz eki o soygunu şu cümlelerle haber yaptı: kitabında, Alıntı Kullanma Kılavuzu başlıklı, “Antalya’nın Özgürlük mahallesinde bir eve zorla giren iki soyguncu, ev kısacık bir denemesi var: Orada, alıntının sahibi İlham Behlül Pektaş’ı tehdit ederek bir miktar parasını ve birkaç ziynet tarihinden, ekonomisinden, stratejisinden, eşyasını gasp etti. Gasp edilen eşyalar arasında Pektaş’ın nikah yüzüğü de vardı. estetiğinden bir iki cümleyle söz Soygundan sonra kayıplara karışan fâiller….” açtıktan sonra, (yazarçizer)okuruna şu Vesaire… niteliksel kuralı da anımsatıyor EB: “Gücü Olay, vaka-yı adiye… işlevselliğine sıkı sıkıya bağlıdır.” Güç = Değil aslında! İşlev. Temel ölçüt. Son olarak: Alıntılı- Çünkü vefatından 10 ay evvel demin okuduğunuz haberin mağduru olarak yazı düşkünlerini bekleyen tehlikelerin karşımıza çıkan kişi, kuşaktan kuşağa aktardığımız ölümsüz bir şarkının söz en büyüğünü öğrenmek için Nietzsche’nin yazarıydı. sindirilmesi epey zor uyarısına da O şarkının babasıydı yâni… kulak kesilmek gerektiği kanısındayım Ve gerçek bir duygu mühendisiydi; insanın en zarif tarafına tutunarak – Gezgin ve Gölgesi:** “Alıntı yaparken yaşayan biriydi başka deyişle. dikkat. – Genç yazarlar, iyi ifadenin ve iyi Elinde avcunda olan her şey ve 48 yıl parmağından çıkarmadığı nikah düşüncenin sadece kendi eşitleri arasında yüzüğü gasp edilince İlham Behlül Pektaş, ömrünün son günlerini hayata iyi durduğunu ve çok iyi bir alıntının küsmüş olarak ve sefalet içinde geçirdi. birçok sayfayı, hatta bir kitabın tamamını, Farkına varan olmadı… okuyucuya: ‘Dikkat et, esas değerli taş “Ben, seni unutmak için sevmedim benim; etrafımdaki her şey kurşundan; Gülmen ayrılık demekmiş, bilmedim…” adi ve bayağı kurşundan’ diye seslenerek *** mahvedebileceğinin farkında değildirler. Birkaç aydır edatlar üzerinde duruyorum. Her kelime, her düşünce sadece kendi Onların benzersiz trajedilerini gözler önüne sermeye çalışıyorum. toplumunda yaşamak ister: Seçkin üslûbun Bu bir ironi elbette. ahlâkı budur.” Etrafımda olup bitenden habersiz biri olduğum için değil; aksine, olup bitene başka türlü bir tepki oluşturmak için mânidâr edatlar ansiklopedisini Alıntılamak, aktarmak, entelektüel yazma derdindeyim. mirasyedilik bile: Titizlik, ustalık, Düşünüyorum ki kalın kalın gramer kitaplarının “Anlamı yoktur, sade anlamlılık istiyor, olabildiğince. görevi vardır!” hükmüyle hâkir gördüğü, küçümsediği edatlara bile büyük mânâlar yükleyebilirsek belki insanın, insanlığın, birbirimize insanlık etmenin NİCELİK. Boşluyorum Yazıyı, değerini de daha iyi anlayabiliriz. Bunun için bir kapı aralayabiliriz… bazen üşengeçliğimden, bazense Tabiî ki bu ironiyi kasten, bile isteye yapıyorum ve ansiklopedinin önceki ahmaklığımdan. Vakit kayıpları. Boyuna. ciltlerini okumuş olanların hak vereceği üzere sürekli şunu yineliyorum: Bir şekilde -yolunu, yollarını bulup- daha “İnsanların yarattığı ve yaşadığı trajedilerin yanında edatlarınki hiç kalır.” çok zaman ayırmalı, harcamalıyım Yazıya: Burada ben “edat” diyeyim, siz onu da “insan” anlayın… Hem yazmayı tasarladığım metinlerin *** tamamını değilse de gövdesini, ana Sonra şu da var ki “Dünyanın kahrı büyük, yaşamakta zorlanıyoruz!” deyip düşüncelerini yazıya geçirebilmek – olaylara ve durumlara sırt çevirecek değiliz; buna hakkımız yok! yetiştirebilmek, hem de günden güne daha Zira trajedi, insanların olduğu her yerde diz boyu. Ama en çok da iyi yazabilmek için. Çokluktan türüyor yoksulluğun ve cehaletin, eğitimsizliğin, cehaletle birleşen zorbalığın kol gezdiği iyilik kanımca, ya da bir başka deyişle, iyi yerlerde… yazmak isteyenin, çok okumanın yanına, Öyleyse güzel yarınlara dair umudumuzu yitirmeden, ulus bilincinden çok yazmayı da eklemesi gerekiyor – kopmadan, teröre karşı duruşumuzdan ve mücadeleden vaz geçmeden, hele de benim gibi yaratıcılığı güdük bir örselendik diye enseyi karartmadan; ama uğradığımız haksızlıkları ve yazı işçisiyse eğer. Yazılanlar yayımlanır, yaptığımız hataları toplumsal belleğe kaydederek, yaşadığımız şeyleri hiç yayımlanmaz, orası ayrı konu. unutmadan, buna karşın unutulmayacak güzellikler oluşturmayı ve onları bölüşmeyi ihmal etmeden, nefreti asla şefkatin önüne geçirmeden yaşamaya Yürüyor, içiyor, yazıyorum burada. devam edeceğiz… Yürüyebildiğim, içebildiğim kadar Niye? yazabilsem keşke. Hayatın devamı için… Saatlerce. Döke saça. Hayat için elbette… ____________________________ * Türkçesi: Faruk Akkuş ** Türkçesi: Murat Batmankaya
IBSayın Muhsin Mete yahut Abbas Abalı; Sözün künyede, olması gerektiği şekilde verildiği- u yazıyı, 28 Eylül’de Karar gazete- Büyüsüne ni görebilirdiniz: Yayınevimiz, belli bir tarih sinde neşredilen “Bibliyografya aralığında Ötüken Yayınevi olarak faali- Meselesi” başlıklı köşe yazınıza yetlerini sürdürmüş, daha sonra Ötü- cevaben, değerlendirdiğiniz zannıy- ken Neşriyat adıyla yoluna devam et- la nâhak yere ilzam ettiğiniz Şey- miştir. Dolayısıyla muayyen bir za- ma Büyükkavas Kuran’ın Peyami Kapılmış Bir Eleştiri man diliminde neşredilen Peya- Safa’nın İnsanları adını taşıyan Hakkında mi Safa kitapları Ötüken Yayıne- kitabının editörü olarak ve söz vi adıyla, daha sonra neşredi- konusu haksızlığa karşı eseri sa- lenler de Ötüken Neşriyat adıyla vunmak adına kaleme aldım. basılmıştır. Yanlış bir standartlaş- Efendim; öyle anlaşılıyor ki, “Bir tırma yerine bunun özellikle belirtil- mesi benim, kitabın yazarının da ona- eser hakkında en kısa yoldan bilgi sahi- bi olmak için, varsa Sunuş, Giriş, Sonuç, yıyla, bizzat yaptığım bir düzenlemeden Bibliyografya veya Kaynakça ile Dizin bö- Göktürk Ömer Çakır kaynaklanmaktadır. Yâni “Yayınevini yan- lümlerini okur ve bir kalite değerlendirme- lış yazan bir yazar” söz konusu değil; ama si yaparım.” cümlesiyle izhar ettiğiniz kali- “mevzuları derinlemesine araştırmadan cef- te kontrol yönteminiz son derece yanlış çıka- felkalem yazan bir köşe yazarı” söz konusudur. rımlar yapmaya sizi sevk ediyor. Evvela bu yan- Pek çok kelimeye şapka konulmadığını be- lış yöntemi terk edip, kitapları bütün içeriğiyle okumanız ve öy- lirtmişsiniz. Söz konusu olan, standardı tutturamayan bir kulla- le değerlendirmenizi naçizane tavsiye ederim. Fuzûlî kalem iş- nım ise haklı olduğunuz düşünülebilirdik; ama anladığım kada- lerine vakit ayırdığınıza göre, zaman ve mesai konusunda sı- rıyla siz, eser kendi imla keyfinizi yansıtmadığı için bu durum- kıntınız olmadığı anlaşılıyor. Kanaatimce, kitap tashih notları ve dan rahatsız olmuşsunuz. Pek çok yayınevi, şapka kullanımı ko- eleştirileri belli bir kısıtla tahdit edilmiş gazete köşelerinde de- nusunda farklı tasarruflarda bulunuyor. Meselâ bazıları, şapka ğil, oylumlu dergi sayfalarında yayınlanmalı. Yoksa alt alta sıra- kullanmaya alışık olduğumuz nisbet eklerinde dahi -siyak sibak lanan tashih notları, faydalı bir eleştiriden ziyade gazete yazısı- yoluyla anlaşılabilecek “askerî” gibi sözcükleri de bazen dâhil nı da okunaksızlaştıran gereksiz ve yetersiz bir işe dönüşüyor. ederek – şapka kullanmamayı tercih ediyorlar. “Millî” yerine Yazınızdan anladığım kadarıyla Şeyma Hanım’la öğrenciler “milli”, “nisbî” yerine “nisbi” yazmak bazen çok kişisel bir tercih ve yazarları buluşturan bir dağ kampında tanışmış, “öğrenciler- bazen de kurumsal bir tercih olarak tebarüz edebiliyor. Yine de le belli konularda hasbihâl” etmişsiniz. Herhalde Sayın Kuran’la buna dayanarak bir eserin ne olduğunu, değerini, ederini, nite- da merhabalaşmış, kısa da olsa sohbet etmiş, asgarî nezaket liğini anlamaya çalışmak çok afaki bir iş olur zannederim. Her- kurallarını gözeterek eseri için de iyi dileklerde bulunmuşsu- halde âfakî işleri pek seviyorsunuz. Sevmeyin. nuzdur. Şahsen böyle kısa bir tanışıklığın üzerine, mülâkî oldu- Kitapta bir “Dizin” olmamasını eleştirmişsiniz. “Kitap bir ğum yazarın eserini elime alıp birkaç yanlış tespit ettikten son- doktora tezi olmasına rağmen Dizin’i yok! Dizinsiz tez nasıl ka- ra bunu bir de gazete köşesine taşımaktan bu hasbihâle hür- bul edilir anlamak mümkün değil.” buyurmuşsunuz. Doğrusu di- meten içtinab eder, yanlışlarını doğrudan kendisine bildirme- zin konusunda hassas olmanız takdire şayan; ama bazı eser- yi tercih ederdim. Üstelik kalemime doladığım yanlışların çoğu ler vardır ki, onlarda dizin, çok gereksiz bir gösteriş ve şişirme aslında yanlış değilse… nesnesi olarak belirir. Bunlar şöyle kitaplardır: Kategorik ola- Lafı fazla uzatmadan, temas ettiğiniz noktalara geçiyorum: rak mündericat ve başlıkları altında her kavramın belli bir nis- Bibliyografyada işaret ettiğiniz yanlışlar, tesadüfen haklı oldu- bette temerküz ettiği, toplandığı eserler. Şeyma Büyükkavas ğunuz tek konu. Bunlardan bir kısmı (Hacıeminoğlu gibi) dos- Kuran’ın kitabı da bu eserlerdendir. İncelenen roman ve şahıs- yada çalışırken meydana gelen teknik sıkıntılar dolayısıyla vü- lar, metin içerisinde belli başlıklar altında rahatlıkla bulunabil- cut bulmuş tekrarlar, bir kısmı da adı diği için ayrıca bir dizin gereksinimi, hayatî bir mesele olarak geçen bazı yazarların ikinci isim- Efendim; öyle belirmez. Meğerki habbeyi kubbe yapmaktan keyif alan lerini soy ismi gibi kullanma- meşgalesiz bir Mağribî zaptedilmez bir iğtinam hissiy- ları dolayısıyla gerek eseri anlaşılıyor ki, “Bir le ortaya çıkmasın… Ayrıca dizin konusunda bu ka- telif edenler gerek düzelt- eser hakkında en kısa yoldan dar hassasiyet gösteren birinin, hele ki sizin gibi men ve editörler tarafın- bilgi sahibi olmak için, varsa bir yayın yönetmeninin, kendi neşrettiği eserler- dan gözden kaçırılabilen Sunuş, Giriş, Sonuç, Bibliyografya de de benzer hassasiyetleri sürdürmüş olması- hatalar cümlesindendir; veya Kaynakça ile Dizin bölümlerini okur nı beklerdim. Fakat durum öyle değil. Cümle Ya- ama bu hatalar bir eseri ve bir kalite değerlendirmesi yaparım.” yınları tarafından basılmış, üzerinde “Genel Ya- susturmak, bir kalemde cümlesiyle izhar ettiğiniz kalite kontrol yın Yönetmeni” olarak adınızın yer aldığı ve Mar- silmek, “Bibliyografyanın yönteminiz son derece yanlış çıkarımlar tin Luther Alın Yazısı başlığıyla çevrilen güzel hâl-i pürmelaline bakarak yapmaya sizi sevk ediyor. Evvela bir Lucien Febvre eserinde, kitabın özgün bası- eser hakkında bir kanaa- bu yanlış yöntemi terk edip, kitapları mında yer alan metodik ve alfabetik dizin gayet te sahip olabiliriz herhal- bütün içeriğiyle okumanız ve öyle hoyratça kaldırılmış, yerinde yeller estirilmiştir. de.” demek için zannede- Sizin, bizim kitabımızda sıraladığınız hiçbir hata rim yeterli değildir. değerlendirmenizi “fâhiş” değildir; fakat neşrettiğiniz kitaptaki bu naçizane tavsiye Kitabın muhtelif yerlerin- ederim. dizin tasarrufu cidden “fâhiş” kategorisinde bir deki künye bilgilerinde yayıne- hata, hatta ölmüş yazarın hukukuna taarruz ve bir vimizin adının Ötüken Yayınevi ve ırza tasallut meselesi olarak kubbeleştirilebilecek Ötüken Neşriyat şeklinde farklı zikredil- nobranca bir fiildir. Eminim neşrettiğiniz diğer kitapları eli- mesini de, “Yayınevini yanlış yazan bir yazar az bulunur herhal- me alsam ve bir meşguliyet yaratmak adına, -üstelik sizin asla de” demek sûretiyle eleştirmiş ve böylece Şeyma Hanım’ı hak- sarf etmeyeceğiniz- bir mesaî sarf ederek incelesem, hakiki bir sız yere takbih etmişsiniz. Oysa burada takbih edilmesi gereken tenkidin nasıl yazılabileceğine dair iyi bir kalem temrini de or- zatıâlinizden başkası değildir; zira küçük bir zahmete girip söz taya koymuş ve size de faydalı olmuş olurdum. konusu eserlerin bibliyografik taramasını yapsaydınız, bunların, Saygılarımla, iyi ve gerekli çalışmalar dilerim…
“İnsan varlığı, deliliğe gönderimde 1. “Bilinçdışı”; “öteki”nin söylemidir. bulunmaksızın anlaşılamaz. İnsan, özgürlüğünün 2. Bilinçdışı bir dil gibi kurulmuştur. sınırı olarak deliliği içinde taşımaksızın insan “‘Ben’ daima bir başkasına benzer. olmaz.” ‘Kendilik’ yanlış tanımalar üzerine Jacques Marie LACAN kurulu bir içe alımlar zinciri ile (Fransız psikanalizci) şekillendiğine göre ‘bütün’ bir kişilikten Kime göre deliyiz ve söz edilemez. Hepimiz neye göre akıllı? bölünmüş benlikler taşıyoruz.” Normal olmamak, (La la la Lacan!) Kim bu Öteki? anormal olmak, neyi ya da Bizde bilinçdışı durumlarda kimi baz alarak? etkili olan, kendi bildiği dille Uç noktalardaki konuşan bu öteki kim? Eğer görüşlerinde hep beni çeken cevap; “Herkese göre diğer bir şey oldu. Belki de beni ben” ise o zaman “kendilik” çeken şey; aşk ile nefret, nasıl açıklanmalı?(Herkese umut ile umutsuzluk göre hep sen.) ve delilik ile dâhilik Peki; bir “ben”de arasındaki ufuk kaç benlik bulunur? çizgisiydi. Farkında İnsan bencil bir delilik normal olmazsa “ben”siz bir insan için kalır mı? gâyet makûl “Ben”siz çünkü deliliği Jacques Marie LACAN kalmamak için ne anlamamız Araf; Delilik ve derece “sen”cil için dengemizi olmak gerekir? kaybetmeden delirmemiz şart. (Şşşşşşşşştt, cevap verme, sâdece sor.) Bir şeyi ya da kişiyi anlamadığımız zaman, Dâhilik Arasındaki Lacan kuralsızlığının anlatabileceğimiz ve bilinçdışını oluştururken anlayabileceğimiz şekilde Dostoyevski’nin “öteki”sinden “Deli bu!” diyerek aşağılar ne kadar etkilendi veya “ben”imizi yüceltiriz. (Çünkü bu şimdiye kadar izlediğim kolay.) Lavinya Öz kitaptan uyarlama filmler Akıllı olsaydı elbet içinde en iyisi olduğunu düşündüğüm “The Double”ı anlardık değil mi, yâni anlamadığımıza göre deli olmalı. Onun kapasitesi bizim izleme fırsatı bulsaydı eğer edebiyatı psikanalize kapasitemize yetişmiyorsa cümleden kapasitesiz kalsınlar ve psikanalizi 25. kareye ne kadar benzetirdi diye inşallah. düşünmeden edemiyorum. Lacan, deliliği “aşağılık, mantık yoksunluğu” olarak (Bu arada yazı boyunca yer yer kullanılan parantezler algılayan geleneksel psikiyatrik teorilere karşı yıkıcı bana ait değil, öteki’nin işi) bir tutum sergilemiştir. Sosyal problemlerin psikiyatrik Amerikalı sosyolog Sherry Turkle, Lacan için: problemler gibi maskelenmesine çok kızmış ve “tedavi, “Sözcük oyunları Lacan’ın en sevdiği tarzdır. Ayrıca iyileşme” gibi kavramlara meydan okumuştur. kendisinin açıkladığından başka tanımı olmayan ve o esere Lacan için analiz yapmanın tek kuralı; hiçbir kural özgü sözcüklerde üretir. Diğer disiplinlere ait teknik bir olmaması idi. (Baba; büyüksün!) sözcüğü ödünç alması gerektiğinde ise terimleri normal Psikanalizin kurumlaştırılmasına ya da egoyu tanımlamalarından çok farklı anlamda kullanır. Lacan’cı güçlendirmeye yönelik tekniklere yüz vermezdi. Ona göre; söylem, bizler tarafından anlaşılmayı umursamadan gizemini rutinleştirme, psikanalizi psikanaliz olmaktan çıkarır koruyacağa benzer.” derken aslında Lacan’da beni kendine ve aslında güçlendirilecek “sağlam” bir ego da yoktur. çeken şeylerin neler olduğunu özetlemiş: Resmi psikanaliz dernekleriyle görüş ayrılığı yüzünden Sözcük oyunları… ilişkilerini kesip, 1964’te kendi okulunu açtı çünkü o yel Başka yerde tanımı olamayana özgü sözcükler… değirmenlerine karşı tam bir Don Kişot’tu. Gizemini koruyacak anlamlar. Bu kez de meslektaşlarıyla anlaşamadığı için okulu Tabiî bir de sâdece bilinçdışı durumlarda kendini kapatmak zorunda kaldı ama uçmaya devam edecekti gösteren öteki’nin varlığı. çünkü o yer çekimine karşı tam bir pilottu. Büyülenmeye değer! Lacan’ın kuramsal katkısının özü birbiriyle bağlantılı * şu iki söyleme dayanmaktaydı: (Fonda: İlhan İrem/ “Don kişot”)
“Klâsik müzikteki kuartetler tıda tünemiş güvercinler karanlığa rağmen se- kadar düzenli ve anlamlı ama çiliyordu. Kaburgalarında pervazın sertliğini dayanılmayacak kadar can sı- hissetti. İç geçirdi. Karşı çatıdaki güvercin- kıcı ve tatsız olurdu yaşamak, ŞİZODÜŞ lerden biri havalandı. Masaya döndü. uykuda ve uyanık görülen rüyalar ol- “Güvercinler için uçmak öyle kolay ki… Uçmaya böyle yakın durduğumda ben masaydı.” de uçabileceğimi sanıyorum. Neyse Fikret Ürgüp ki şimdilik sandığımı biliyorum.” “25 Kasım Sesli okudu: “Güvercinler için Akşam oluyor. Şehrin üstüne karanlık Merve Sevde Selvi uçmak öyle kolay ki…” Tiz bir kah- inerken daralan göğsümü, dünyanın muh- kaha patlattı. Mektubu yırtmak is- telif yerlerindeki gün doğumlarını düşüne- teğiyle doldu; kıyamadı. Sıkıntısı rek geniş tutuyorum. Masanın köşesinde ya- daha da arttı. nan mumdan, kehribar rengi bir sıcaklık tüm Şimdi bu hâlimi görse o da aklımdan şüphe odaya dağılıyor. Oda dediysem ruhu olan sevgili etmez miydi? Hayır etmezdi. Muhtemelen benimle hapishanem. Bu kehribar renkli hale ruhumu da birlikte gülerdi. Gülüşlerimiz… Onca bâdireyi gü- sarıp sarmalıyor; çünkü bilirsin ki ruhum şefkati- lüşlerimiz sâyesinde atlatmıştık; zamansız, se- ni gördüğü her şey tarafından sarıp sarmalanmaya heveslidir. bepsiz, ölçüsüz gülüşlerimiz… Hayat geçerken bizi ilmek il- Yine bilirsin ki ruhum sarıp sarmalanmaya heves ettiği şeyler mek birbirimize kenetlemişti. İlmek ilmek… Çok az kişi böyle tarafından hırpalanmaya yazgılıdır. eğreti düğümlerle böyle sıkı tutunabilir birbirine. Epeydir yazmıyordum sana. Aslına bakarsan epeydir hiç- “Hangi mesafelerde olursak olalım üç yüz altmış beş gün bir şey yapmıyorum. Hapishane addettiğim ve içinde sabah- içerisinde kendimi sana en yakın hissettiğim zaman, bu ge- ları bezgin karşıladığım dört duvarla muhabbet kurdum sana cenin sabaha eriştiği an. Senden bana dönen zamanın ‘tarih’ yazmadığım vakitlerde; çünkü düşmanlığımız beni yıpratırken adı altında sayılarla bölünmesine içerlesem de aksi durumda duvarlara dokunmuyordu. Hem o kadar uzun süredir bir ara- bîhaber olacağım bu zamanın kayıt altına alınmış olması beni dayız ki insan koca bir zamanı bölüştüğüyle nasıl gönül ba- mutlu ediyor.” ğı kurmaz? Mümkün olsaydı bu dünyadan geçtiğime dair izleri Balkondayız, sarı saçlarım omuzlarımdan süzülüyor, ara şu dört duvardan gayrısına nakşetmek isterdim. Fâniliğim pe- ara sağ elimle arkaya savuruyorum onları, senin gözlerinde kiştikçe bâki olana meylim artıyor. Sınırları sonsuza açılan bir muzip kıpırdanmalar, “Buranın havasını hiç sevmiyorum.” di- kâinatta mı yoksa dar dapdar hücrelerde mi daha kolay ulaşı- yorum. “Çok kirli.” lır bâki olana? Sorular… İnsan yılmadan kendine sorular sorar - Nerenin havasını seviyorsun? mı? Soruyorum. Aklımdan şüphe duyuyorum ve bu, müthiş bir - Geldiğim yerde rüzgâr ferah eser, iyot kokusu getirirdi. acı veriyor. Bu şüpheyi yenmenin, bu acıyı dindirmenin yolu- “Gel” diyorsun. Tutuyorsun elimden, bir odadan çıkar gibi nu duvarları yıkmakta buluyorum. Yıkmak için vurdukça çoğa- çıkıyoruz o Orta Anadolu şehrinden. Şen şakrak adımlarımız. lan duvarlar… Pencereler açıyorum, kapılar; dışarı çıkıyorum; Bozkırı heyecanla arşınlayıp bir kıyıya varıyoruz. Suya değiyor aldanıyorum; ten duvarını aşamıyorum. Her kuvvetli arzu, ula- ayaklarımız. Birdenbire büyüyoruz. Su boyunca koşuyoruz. şılmazlığa hapseden bir mahpus oluyor; ellerimle hapishane- Dış. Sahil. Gün. lerimi çoğaltıyorum, hapishanelerim de yalnızlığımı çoğaltı- Su boyunca koşuyoruz. yor. Günden güne katılaşan yalnızlığıma rağmen seni düşün- Dış. Sahil. Gece. mekten vazgeçemiyorum. Başımı yastığın soğuk yüzüne koy- Su boyunca koşuyoruz. duğum ve yaşam yükünden kurtulmayı dilediğim geceler, ses- Dış. Sahil. Gün. sizce seni anıyorum içimde. Gerçeğine erişemediğine düş de Su boyunca koşuyoruz. yetmiyor bazen ve o vakit rüyâ, merhametin eliymişçesine be- Dış. Sahil. Gece. reket saçıyor gönlümden aşağı. Hani o ilk gençlik diyebilece- Su boyunca koşuyoruz. ğimiz zamanlar, gözlerinde uçarı bir neşenin kıvılcımları, köh- Dış. Sahil. Gün. ne bir şehirde bir akşamüstü hava ağır metallerle kirlenir- Sıcacık kumlara uzanmışım, elimde kitap. “Hadi,” diyorsun ken ben sarı sapsarı saçlarımla beyaz bembeyaz bir hayal gibi “karşı adaya yüzelim.” karşındayım. Bir yazgıyı değiştirme hevesi mi bu rüyânın ta- - Hayır, çok güzel bir öykünün ortasındayım, bölmeyelim. biri? Aynı rüyâ defalarca görülebilirken hakikat sil baştan ya- “Bereket ki uyanık rüyayı tatmamış olanlar hiçbir şeyi fark şanmıyor. Hakikatimiz…” etmezler. Yoksa uyanık rüyada yaşayanları sokak başlarında linç “Hakikatimiz…” z harfinin üzerinde o kadar çok durdu ki ederlerdi.” kırmızı mürekkep dağıldı. Mürekkeple birlikte zihni de dağıldı. Sen sıcak kumlardan yanan ayaklarının üstünde sekerek Masanın yanı başındaki pencereden dışarıya uzandı. Karşı ça- denize koşarken arkandan bağırıyorum:
- Bizi fark etmelerinden korkmuyor musun? Linç etmele- Senden Yazar Olur mu? Kürşat Yozcuecenin sessiz örtüsü yüreğime doğduğun- rinden? da bu soruyu hep sorarım kendime. Bazen - Adaya yüzelim! Kitabı şemsiyenin gölgesine bırakıp arkandan koşuyorum. GAraf’da bir muamma, bazen ebedî bir ümit, - Kumlar cayır cayır yanıyormuş! Suya atlıyorum. Kulaç atmaktan yorgun düşüyorum deni- bazen ise kaybolan yıllarıma gözyaşı döken bir ço- zin ortasında. Sırtüstü suya bırakıyorum kendimi, suyun üze- cuk gelir rüyalarıma. Âsude zamanların hikâyesiydi rindeyim. Gözlerimi engin gökte gezdiriyorum. Berrak. Güneş bende yazar olmak; zılgıt yemiş onurlu bir adamın gözümü alıyor. Gözlerimi yumuyorum. duyduğu ıstırap… Gözlerimi açıyorum. Ulu bir çam ağacının altında, sırtüstü uzanmışım toprağa. Çam dallarından parçalı düşüyor yüzüme Peki, bu soruyu sorana sormazlar mı? “Yazarın güneş. Sana doğruluyorum. tarifi yapıldı mı ki sen yazarı soruyorsun?” Kim - Neredeyiz? kime göre yazar, kim kime göre okur? Zor sualdir - Dilburnu’nda. Aziz’im, âdembaba koğuşunda ekmeğin kaç lira “Nerede olursak olalım, birlikteyiz: bazı akşamlarda, bazı olduğunu sormak. Elbet biz de sizin acılarınızla sıkıntılarda, bazı rüyâlarda, bazı dualarda, bazı kalp atımların- acınırız; elbet bizim de edebiyatla olan ahdimiz da, bazı acılarda, bazı umutlarda… Belki de değiliz. Birlikte de- yazılıdır dağlara taşlara. Sahi, kim kime göre yazar ğiliz. Bu sâdece bir avuntu belki de. olmuştur? Geçen gün “adaklı” sözcüğünü okudum. Tarihten bahsediyordum, bugünden ve yarından. Geçmişte “Adaklı!” Kurban olunurdu bir zamanlar sevdiceği- kalmışken şimdiyi ve yarını bu kadar çok sayıklıyor olmam… nin yoluna. Adak adanmıştır artık; ne âşık vaz geçer İyileştiremediği ağrıyla yaşamayı öğreniyor insan. Yaşamak… ne mâşuk… Nasıl da içi mânâ dolu değil mi? Fark Yaşam. Yaşa! ettim de toplumun değerleriyle birlikte sözcüklerin Az kaldı, birazdan ağaran günle bir çivi daha çakacağım. büyüsü de terk ediyor bizi. On bin beş yüz doksan üçüncü çiviyi.” Elini mektubun yanına koyarak parmaklarını gerdi. Ayası- Benden yazar olur mu? Zor sual Aziz’im. “Adak- nın içindeki kavisli çizgilere baktı. Işıl ışıl bir çiviyi düşledi. He- lı” sözcüğünün içini boşaltan bir topluma neyi nasıl yecanlandı. Elini duvarın yüzünde gezdirdi. Çoğunlukla kuvvet- anlatacaksın? Sevdaların yavan yaşandığı bir ce- li bir nefret duyduğu bu duvarlara şimdi merhamet doluydu. miyette yazar ve şair ne hâle düşer, hiç düşündün “Ummaktan doğan duyguyla dünya ağrımız esenlik bulu- mü? İki sığ cümle ve cümlenin sonunda izdivaç yor. Ne iyi etmişiz ‘her vaziyette umut etmeyi’ birbirimize öğ- etmeye namzet çift… “Nişanlı” deyiverirler artık. reterek.” Nişanlı! Acem halısı yanında makine halısının kibirli Umut ve intizar. Başka türlü olsaydı böyle hoşnut olur duruşunu gördünüz mü? Ninelerimizin eskimiş, pör- muyduk? sümüş halılarına kim bakıyor artık? Oysa o motiflerde Sayıklamalarla dolu mektubu teşekkür ederek bitirmek is- gizli değil miydi koca bir mazi? Yabana attığımız her tedi. Hayatında olmasından duyduğu memnuniyeti teşekkür- sözcük gibi ninemin halısı da küskün bize. Adaklı ve den başka nasıl ifâde edebileceğini bilemedi. nişanlı; hangisi acem halısı, hangisi makine halısı? “İyi ki… 26 Kasım şafak vakti.” Zor soru Aziz’im. Hem de çok zor. İstersen yazarları Pencereye vuran cılız ışıkla odanın rengi kehribardan ma- inceleyelim bir ara seninle. Bu sualin cevabını onları kıyas viye döndü. Masanın sağ tarafındaki çekmeceden kırmızı mü- yaparak bulabiliriz. Türk diline en asil ahengini veren yazarlar hür mumunu aldı; ucundan kırdığı parçayı mum eritme kaşı- kimler? Heyhat! Üzerinde ittifak edilemeyen bir edebiyat dünya- ğına koydu ve kaşığı hâlâ söndürmediği mumun üzerine tuttu. sında kimi kimle kıyaslayacağız? Ağız dalaşı olmasın tabiî. Ama Kaşığın içindeki mühür mumu büsbütün eridiğinde onu, mek- bilelim yazarı da, yazarcığı da… Ben, sen, o yok! Edebiyatla ahdi tubu koyduğu zarfın ağzına döktü. Gün doğmadan az evvel ka- olan herkes var. Hepimizin hakkı değil mi anamızın ak sütü gibi nadını muma yandırıp alevin yanına düşen pervaneyi zarfın helâl dilimizi doğru kullananın kim olduğunu öğrenmek? ağzını kapatan eriyik muma iliştirdi ve ahşap gövdesini sımsı- Alan talan olsun ortalık. Kesif tartışmalar yapılsın. Nihayetinde kı tuttuğu mührün pirinç alaşımlı ucunu eriyik muma var gü- biz de bilelim; kim yazar, kim yazmaz. O vakit çıkar belki yazarın cüyle bastırdı. Pirinç mührün ağırlığının altında pervanenin tarifi ortaya. O vakit, koca bir mazi dile gelir, çorak topraklardan tek kalan kanadı da kırılmış ve mühür öylece katılaşmıştı. tekrar alaza fışkırır. Kısık, dar, verimsiz toprakların kaderidir yal- Mektubu elime alıp bakışımı mühre yönelttim. Pervane- nızlık. Bereketin fışkıracağı güne selam olsun. nin yok denilecek kadar ince ve saydam kanadı üçe bölünmüş, Ağzıma gem vuracağıma dair söz vermiştim ama yine ko- cansız vücudu bu dünyadan geçtiğinin zarif nişanesi olarak nuşturdun beni. “Benden yazar olur mu?” Akla yatkın olanı, yine mührün üzerinde donakalmıştı. Açık pencereden giren sabah gecenin sessiz örtüsünü beklemek. Kendimle baş başa kalmak... rüzgârı masanın köşesindeki mumu söndürüverdi. Kimler, kimler gelir ziyaretime bir bilseniz? Kış bastırıveriyor, kar taneleri konuyor omuzlarıma. Sonra iki serçe… Ürkekler ama âdap erkân biliyorlar. Soğuktan titreyen bedenlerine sıcak nefes olmaya çalışıyorum. Tek tek buğday taneleri atıyorum önlerine. Bir yiyorlar, bir bana bakıyorlar; tıpkı yeni doğmuş bebeğin annesini emmesi gibi… Derken, uzaklardan, çok uzaklardan yanıma alil bir fukara ge- liyor. Günlerce beraber dolaşıyoruz. Ben ona yiyecek veriyorum, o bana hikâyesini anlatıyor. “Yaz bunları!” der gibi… “Yaz ki, bir daha gözyaşı dökülmesin.” Ya, bülbüle ne demeli? O, hep benimle… Feryat figan ederek ezelden ebede şarkısına devam ediyor. O da biliyor ki, aşkların sığ yaşandığı, maddenin hâkim olduğu; insanın kendi kurduğu düzenin tutsağı hâline geldiği bir dünyada ne gül bülbüle yâr olur ne de Bülbül güle… Birazdan uyuyacağım. Ne mi olacak? Her defasında olduğu gibi yine rüyama geleceksin ve yine aynı soruyu soracaksın. “Senden yazar olur mu?”
- Ne zaman başladı? o dönemdeki şartlarla ilişkilendirip Sanki mimiklerimi kontrol eder bir çıkarım yapabiliriz. gibi, sanki kıpırtısız baktığında Bu mühendisler ne kadar sözlerimin arasından ilâve bir ALDANIŞ kolay tahmin edilebiliyorlar, ipucu yakalayacakmış gibi, sanki “root-cause analysis” diyor, çıkaracağım ses dalgalarının diyor ama dememiş gibi frekans değişiminden yapıyor, yerim ben senin söylemediğim şeylere dair bir iz mühendis aklını! Güyâ hiç keşfedecekmiş gibi, olağanüstü de çaktırmıyor niyetini, al bir dikkatle, ama sâkin, o zaman, sana oyalanman, muhatabını ürkütmek istemeyen kedinin dolaşık bir yumakla bir tonla sordu. boğuşması gibi debelenmen Adamın hayatı matematik için bir ipucu: bir kesinlikle yaşamaya çalıştığını Kubilay Kavak - Sanırım üniversite bilmesem, mühendislik mesleğini yıllarında başladı. Hayâllerim yapanların çoğunda görülen her şeyi vardı, başkalarıyla da paylaşılan bir denkleme, bir şablona, bir çerçeveye hayâller, günün birinde bunların yerleştirme eğilimi (hastalığı mı demeliydim?) hepsinin değilse bile bir kısmının taşıdığını yirmi küsur senedir gözlemlemiş gerçekleşeceğine çok inanıyordum. Etrafımdan olmasam, bu sorusuyla açmaktan pek de hazzetmediğim yükselen itirazlara aldırmıyordum, bu hayâllerin neden iç dünyamın karanlık köşelerine iyiniyetli bir yolculuk gerçek olamayacağına dâir sağduyulu ve geniş perspektifli yapma niyeti taşıdığını düşüneceğim. tahliller yapan kişileri yarım kulak dinliyor, onlarla yarım Ama hayır, böyle düşünemem, işte sağ elinin işaret ağız konuşuyordum. Çünkü işaretler görüyordum, hayatın parmağını artık eskisi kadar taze olmayan kirli sakallı içinden işaretler, bana göre sağlam işaretler, kimi zaman yanağına yerleştirdi bile, başparmağı çenesinin altına bir gazete haberi, kimi zaman bir kızın gülümsemesi, kimi destek veriyor, kalan üç parmağı ise yarım bir yumruk gibi zaman yaşlı bir ağaca asılmış bir küçük el ilânı, duruma ve kapalı ve dikkatli dinleme pozisyonunu destekliyor. Demek bağlama göre değişen işaretler, ama ben bunları bir hayâl sorgu moduna geçtik! Peki öyleyse, senin topun, güllen, olmaktan çıkarıp teorileştirdiğim ve zamanla inanç hâline yıkılmaz kal’aların varsa, benim de derin, yer yer ışıklı getirmeye başladığım şeylerin öncü göstergeleri olarak ama çoğunlukla karanlık, dibine bakmaktan, dehlizlerinde yorumluyordum. Yâni kısaca, üniversite yıllarında başladı, kaybolmaktan korktuğum bir yüreğim var. bugüne kadar da inişli çıkışlı devam etti bu durum. - Tam tarih veremem, ama çok eski olduğunu Yüzündeki değişim görünür hâle geldi, bir kere kaşları, sanıyorum. farkında değil ama beni dinlerken havaya kalktı, kaşlar Hahaay, nasıl da şaşırdı, bu mühendis kısmına bir yerine inerken bu sefer yorgun alnını kırışıklıklar doldurdu. problem verdiğinizde, en zorlandıkları yer çözüme Benden ayırmadığı gözlerini etrafta gezdirdi, sonra ufukta nereden başlayacaklarına karar vermektir. Bu kararı bir noktaya kilitledi. Biliyorum, düşünüyor, söylediklerimi verdikleri an, olasılıkları masaya yatırır, fayda-maliyet parçalara bölüp ayrı ayrı işlemden geçiriyor, sonra onların analizleriyle, alternatif yolların oluşturacağı yüklerle, hepsini birleştirip sentezleyecek, bir sonuca varacak. çıkmaz sokak hesaplarıyla hızla yol haritalarını Şimdi de gözünde yarı mütebessim yarı müstehzi bir ifâde geliştirirler. belirdi, demek ki işleme süreci bitti, birazdan bir aforizma - Ne kadar eski azizim? Bunun ne zaman başladığını yumurtlayacak, çünkü ne zaman önemli bir söz söylemeye bilmemiz lâzım! hazırlansa bedeni böyle dikleşir, kendinden emin bir Bilmemiz? Çoğul kalıp… Empati yaptığı, benimle havaya bürünür. duygudaşlık kurduğu izlenimi yaratmak için çok sıkı - Bak azizim, sorunun çıktığı dönemi de sorunun bir hamle. Bu analitik kurguyu ancak duygusal zekâya kaynağını da bulduk. başvurarak kırabilirim, yâni topu mühendislerin en zayıf Ben dememiş miydim, aklınca iki dakikada çözdü her olduğu sahaya taşıyarak. şeyi. Nefes alıp devam ediyor konuşmaya. - Valla paşam, şöyle esaslı bir düşündüğümde, aslında - Ben psikiyatr değilim, ama bildiğim bir şey var, tâ çocukluğumdan beri eksantrik hayâller kurduğumu, sayıları, sembolleri ve imgeleri kullanarak her şeyi bir zaman sonra bu hayâllerin olabilirliğine inandığımı birbirine bağlayabilirsin. Bu bağlama işlemini mantıklı, görüyorum. kanıtlı, okuyan/dinleyen herkesin anlayabileceği açıklıkta Yüzünde bir çözülme işareti yok, daha çok düşünceli yaparsan ve rabıtalar itiraz edilemeyecek kadar güçlü, hâli artmış gibi, gözünde belli belirsiz bir buğulanma… çıkarımlar çürütülemeyecek kadar sağlam olursa saygıyla Oysa onu “çocukluğuna dönmeliyiz” kıvamına getirmeyi ve dinlenirsin. Ama bulguların bölük pörçük, ispattan uzak psikanalizin bulanık, muğlak, teori kurup ispatlamanın zor ve sâdece senin için anlamlı olursa, o zaman saygıyla olduğu denizine sürüklemek istiyordum. dinlenilmek bir yana, psikiyatrinin ilgili alanına girersin. - O sayılmaz. Çocukluk ve ilk gençlik çağlarında Ah bu kuru akıl, ah bu iflâh olmaz indirgeme hastalığı, herkesin hayâlleri vardır, pek çok kimse bu hayâllerin ah bu bilimi de hayatı da kompartımanlaştırma eğilimi! bir gün gerçek olacağına dair umutlar taşır içinde. Benim Fritjof Capra’nın kulakları çınlasın, adamın Türkiye’de bu sorduğum, zihnin daha yerli yerinde olduğu yaşlarda ne kadar az tanınmasına gel de esef etme! yaşadığın; zirâ sorunun başlangıç tarihini bilirsek, konuyu - Devam et.
- Ediyorum. İşaretler diyorsun, işin nirengi noktası yanıltıldığını, kandırıldığını kabul et diyorsun. Ama burası. Senin gördüğün ama başkalarına sana olduğu Nermin Yıldırım’ın dediği gibi “İnsan kandırılmaz, kanmak kadar açık biçimde görünmeyen işaretler, işte tehlike istediği için kanar.”3 Bir darb-ı mesel olarak anlatılan burada. Amin Maalouf diyor ki: “İnsan işaret ararsa bulur. Mevlânâ’nın tavrını hatırla: Şems’in Konya’ya döndüğünü Âşikâr işaretler, anlamlı işaretler, kanıtlamak istediğin her müjdeleyen kişiye ceketini hediye eder Mevlânâ ve şey doğrulanır sonunda; ve en az bir o kadarını da tersini aslında onun gelmediğini, ceketini boş yere verdiğini kanıtlamak istersen bulursun.”1 Mesele bir perspektif söyleyen müritlerine de şöyle der: “Ben onun yalan meselesi… Senin teorileştirdiğin hayâlleri ispat için haberine ceketimi verdim, haber doğru olsaydı canımı kullandığın işaretler, bir başkası tarafından o teoriyi verirdim!” İnsan bazen bile bile aldanmak ister, çünkü yanlışlamak için kullanılabilir. Murat Menteş’in isabetle belirttiği üzere “Biz fâniler, ortak aldanışlarımızla mayaladığımız mûcizelerin su katılmamış Eh burada biraz haklı. Şu yüzden haklı: Aynı işaretleri birer fiyasko olduğunu göremeyişimiz sâyesinde birbirimizin tersinden yorumladığım zaman kurduğum bütün kalbini kazanırız.”4 Bazen kanmak, kandırılmak, yanılmak, hayâllerin kumdan bir kale gibi gelen ilk sert dalgada yanıltılmak da güzeldir, bütün bu yanılgılardır hayatı fizik yerle bir olacağını biliyorum, daha mühimi kaç kez böyle sınırların ötesine genişleten. olduğunu gördüm, ama işte… Bakalım nereye bağlayacak teşhisini? Biliyordum, bu savletimin onun kaskatı analitik tarafında bir gedik açacağını biliyordum; başardığımı - Yâni ne diyorsun? yüzüne yayılan müşfik tebessümden, bakışlarındaki ışıklı - Diyorum ki, bu kadar gururlu olma, kimi zaman yanıldığını, işaretleri yanlış yorduğunu kabul et. Gerekirse yumuşaklıktan anlıyorum. hayâllerinden vazgeçip yenilerini kur. Bunu yaptığın anda Düşünüyor, ancak klinik bir vaka olma ihtimalin azalacak. Rahatlayacaksın. sîmâsından yayılan Siyasette, aşk ılıklık, bir satranç oyuncusunun veya iş hayatında, üç hamle sonrasını düşünen katı yüz toplumsal ilişkilerinde ifâdesinden çok uzak şimdi, uzlaşmacı bir cevap geleceğini kendilerine çok anlamlar tahmin ediyorum. yüklediğin kişilerin tutarsızlıklarını da - Belki de öyledir azizim. Aynı gövdeye sıkıştırılmış sindirebileceksin. Tolstoy şöyle diyordu: “Biz bir “mühendis” ile bir “yazıcı” tartışırken, nihâî hükmün hırsızların, kâtillerin, casusların, kötü kadınların belirleyicisi, içinde bulunduğumuz ânın şartlarından başka işlerini beğenmediklerini, o yüzden utanç duyduklarını nedir ki? sanırız. Oysa iş hiç de öyle değildir. Kaderlerinin, işledikleri Kuantum mu dedi, bana mı öyle geldi? Neyse, buna da hatanın sevkiyle herhangi bir duruma düşen kimseler, bu kafa yorup boş yere aldanmayayım şimdi. durum ne kadar aşağılatıcı olursa olsun, hayat konusunda __________________________ hemencecik yeni bir görüş ediniverirler. Böylelikle yeni durumları, kendilerine çok yararlı, çok saygıdeğer görünür.”2 1 Amin Maalouf; Yüzüncü Ad - Baldassare’nin Yolculuğu, Çev. Samih Bu tespit, aksi yöndeki işaretleri kolaylıkla kabullenmeni sağlayacaktır. Rifat, Yapı Kredi Yayınları, 40. Baskı, İstanbul, 2012, s.21. Haklı mı, evet haklı, ama yine de bu kadar pozitivizm 2 Leo Tolstoy; Diriliş, Çev. Erdener Tunalı, Yakamoz Yayıncılık, yeter! Şimdi hücum sırası bende. Biliyorum ki o rasyonel keskinliği söylediklerimi mantıksal tutarlılık açısından İstanbul, 2009, s.152. yargılayacak, cümlelerimin içinde bir çelişki olup olmadığını tartmak için inceleyecek, ama onun da bir 3 Nermin Yıldırım; Unutma Dersleri, Doğan Kitap, İstanbul, 2015, kalbi var ve söylediklerim kalbinin duvarlarına çarpıp buharlaşmayacak, mühendis de olsa neticede o da insan! s.15. - Anladım, sen, hayâllerine konu kişiler tarafından 4 Murat Menteş; Korkma Ben Varım, İletişim Yayınları, 15. Baskı, İstanbul, 2016, s.277.
Martin Heidegger terminolojisindeki örneklemeye çalışalım: Anonim Kişi bin yıl “Anonim Kişi” kimdir veya önce Selçuklu ne yapmıştır umursamaz. neyin nesidir sorusuna ilk Anonim Kişi kendi vatanının bin yıl ANONİM KİŞİ olarak şu yanıtı verebiliriz: İşbu sonraki vaziyetine gündelik siyasî yazıyı okuyorsanız ya Anonim Kişi çalkantılar çerçevesinde ilgi değilsinizdir yahut da Anonim besler. Oysaki anonim olmayan Kişiliğinizden sıyrılmaya yüksek şahsiyetli kişi geçmişle yatkınsınızdır. Sözü eğip Hürriyet mi Kula geleceği şimdide barındıran bükmeden söylersek, Anonim ufku geniş kimsedir. Anonim Kişi başlıklı bu yazıyı Anonim Kişi gelecek zamandaki uçan Kişiliğini sabitlemiş bir kimse arabaları düşlerken felsefî asla okumayacaktır. Kulluk mu? hayallerin eşiğinin önünden Anonim Kişi mekanik bile geçemez. Anonim Kişi ne olacak bu dünyanın hâli insandır. Beşerlik tarafı ağır yakınması içerisindeyken bile basan kimsedir. Anonim Kişi muayyen bir kültür seviyesinde bu dünyayı o hâle sürükleyen ise maske takan bireydir. Kültür olumsuzlukların failinin seviyesi muayyenin altındaysa Metin Savaş kendisi olduğunu fark ettiği hâlde şayet, maskesi epeyce şeffaftır ve konforundan taviz vermeye yanaşmayan kendi dünyasında belirgin bir doğal hayat egoist bireydir. İşte bu nedenle Heidegger bu sürmektedir. Muayyen kültür seviyesindeki Anonim kişiye şahsiyetli kişi diyemiyor. Bununla birlikte o Kişi kendi cehaletinin (kendi mekanikliğinin) farkında kişi görünüşte şahsiyet sahibidir. Hem başkaları nazarında bulunmayan ama kendisini çağdaş ve medeni sanan bir hem kendi nazarında şahsiyet sahibidir. Fakat tabiî ki ahmaktır. Maskeli Anonim Kişi fert olduğu kuruntusuyla ondaki şahsiyeti inkâr etmeyen söz konusu başkaları da yaşarken ferdiyetin prensiplerinden körlük derecesinde Anonim Kişi tayfasındakilerdir. Anonim Kişilerin gerçek bihaberdir. Onun maskesi hem başkaları karşısında benler olmadıklarını ancak ve ancak hakiki şahsiyete gerçek yüzünü örter hem de kendi maskesi yüzünden yine malik anonim olmayan kişiler idrak edebilirler. kendisini görmesini engeller. Şeffaf maskeli Anonim Kişi Bütün bu ifâdeleri kimi okurlar belki aşağılama ise çok daha mâsumdur ve onun gerekçeleri çok daha olarak değerlendireceklerdir. Hâlbuki bütün bu ifâdeler makuldür. aşağılama maksatlı değildir; bu ifâdeler yalın birer Heidegger’in düşüncesinde Anonim Kişinin benliği saptamadırlar. Şimdiki zamanla sınırlı hayatlar boyutsuz gerçek dışıdır; gerçek dışı ben, Heidegger’e göre, (ve dolayısıyla niteliksiz) hayatlardır. Bu stok varlık seviyesine indirilmiş bendir ve hayatları yaşayanlar da (bu hayatları kendini kaybetmiş bendir. Bir insanın kendi hür iradeleriyle benimsedikleri için) benliğini indirgemesi insanlık hakikatine niteliksiz kişilerdir. Heidegger’e ters düştüğü için gerçek dışıdır. Sahte benlik tekrar bakalım: “İnsan varlığının mi demeliyiz buna? Maske söz konusu gerçek zamanı, geçmiş ve geleceğin olduğuna göre orada sahtelik yoktur daima şimdi ile birlikte bulunduğu, diyemeyiz. Heidegger’in izahına göz atalım: biricik ve keyfiyetle ilgili zamandır.”2 “Anonim Kişi şahsiyetinden soyunmuş Tek boyutlu şimdiki zaman bir tarzda var olur. O kendini gelecek ve egzistansiyalist felsefece gerçek geçmişin ihmali pahasına şimdiki zaman zaman olarak kabul edilmiyorsa, ilgileri içinde dağıtmıştır. Anonim Kişinin hayatını aynı felsefe uyarınca salt şimdiki zamanla düzenleyen zaman, saat ve takvim zamanıdır.”1 kısıtlanmış (kendisini kendi iradesiyle kısıtlamış) Geçmiş ve gelecek hassasiyeti nostaljinin Anonim Kişi de hâliyle gerçek ben olamaz. ve popüler kaygıların ötesine geçemeyen Onlar kitle dediğimiz yığının mekanik Anonim Kişi esas itibarıyla şimdiki üyelerinden ibarettirler. Onların zamanda sıkışıp kalmış olan uzamda ve zamanda fuzûlî robotumsu insandır. Şimdiki yer işgal etmekte olduklarını zamana hapsolmuşluğuna iddia edecek derecede ileriye mukabil dağınıktır çünkü gitmek de kimilerince onun ilgileri kendi yüksek mümkündür. Söz konusu şahsiyetinin oluşmasını iddia sahiplerinin aşırıya engelleyen bölük pörçük kaçtıkları varsayılabilir ama tutkulardır. Anonim Kişi Anonim Kişi olarak kalmakta geçmişten de gelecekten de ömürleri boyunca ısrar eden kopuktur. Anonim Kişi yüz yıl kişilerin bu ısrarcılıkları da sonrasını sâdece görünüşte bariz bir aşırılıktır. (yüzeysel mahiyette) Varoluşçuluk düşünür. Geçmiş zamanlar felsefesinden tasavvufa ise Anonim Kişi’nin popüler sıçrayalım şimdi de. merakıyla sınırlıdır. Bunu Mutasavvıflara göre insan
kendi oluşunda her iki hâli de barındırır. Doğruluk yanlışlık, Ahmet Turan Tiryaki hikâyeleriyle hayata büyüyü, iyilik kötülük, eksiklik tamlık vb. gibi… İbnü’l Arabi ve onun acıları umutlarla mezcederek yeniden getiriyor ve takipçileri her insanda birlik ve çokluk beraber bulunur bunu yaparken de Edith Piaf, Tanburi Cemil Bey, diyorlar. Tasavvuftaki çokluk Heidegger’deki dağınıklığa Chopin, Müslüm Gürses, Sıdkî Baba, Almas Yıldırım tekabül ediyor; birlik ise hakiki benin karşılığıdır. Biz burada bu benzerliklere değinirken teşbihte hata olmaz gibi isimlerin hayatlarından ilhamını alıyor. kuralının ardına sığınmaktayız. İbnü’l Arabi’nin talebesi Konevî “İnsan nefsi veya ruhu bedeninden önce gelir”3 Satın almak için: derken varoluşçu düşünceye yaklaşmış gibidir. Yahut da idefix.com / babil.com / kitapyurdu.com varoluşçu felsefe İbnü’l Arabi düşüncesine yaklaşmıştır. tunkitap.com /tunkitap hikaye Anonim Kişiyi aşağılama söz konusu olsa da olmasa /tunkitap da, tasavvuftaki yaklaşım her insanın hakiki insana /tunkitap tekâmül etme potansiyelinin bulunduğu şeklindedir. Heidegger de bunun aksini söyleyecek değildir zaten. İnsanların oluşunun önceden belirlendiğini ve bu nedenle de hep öyle kalacaklarını dogma olarak kabul eden Lutherci ve Kalvinci teolojidir. Onlara göre günahkâr kişiler asla kâmil insan mertebesine yükselemezler. Çünkü aşağı mertebede insan olmak onların varoluşundandır. Bu varoluş değiştirilemez. Mutasavvıflara göreyse her insan varoluşları itibarıyla kâmildir. Onlar dünyaya indirildiklerinde perdelenirler. Çünkü dünya tekliğin değil çokluğun âlemidir. Her insanın (ve her varlığın) bir ilk kemâli vardır. Her insan Tanrı’nın bilgisindeki hâli bakımından mükemmeldir: “Ancak insan bu kemâlden uzaklaşarak duyulur âlemde var olur. Bu yönüyle âlemde var olmak tekasüf (yoğunlaşmak) ve terkibe uğramak demektir. Bu sayede insan ilk kemâlde sahip olduğu basitlik ve birlik hâlini yitirir, daha doğrusu, söz konusu hâl örtünür ve perdelenir. Bu durumda ortaya çıkan ilk şey terkibin ve tekasüfün bir kirlenme olmasıdır.”4 Tasavvuf öğretisinde arınma yoluyla kemâl bulmak mümkündür. Lutherci ve Kalvinci teoloji ise yaratılışın değiştirilemeyeceği şeklindeki kadercilik anlayışı gereğince kurtuluşu (arınmayı) mümkün görmez. Asıl aşağılama işte buradadır. Üstün İnsan daima üstündür. İnsanlık ile hayvanlık arasındaki aşağı beşer ise daima aşağıdadır. Kapitalist ve emperyalist tavrın dayanağı budur. Dünyanın gerçek sahipleri üstün insanlardır ve onlar sonsuza dek üstündürler. Tanrı iradesi böyle buyurmuştur. Şu hâlde kurtuluş herkes için değildir. Kurtuluş yalnızca ve yalnızca Tanrı’nın seçkin kulları için mümkündür. Diğerleriyse Tanrı’nın seçilmiş kullarının kölesi yâni kullarıdırlar. Oysaki tasavvufa kula kulluk etmemek prensibi hâkimdir. Anonim Kişiye dönersek… Bu kişi kendi iradesiyle anonimliği seçtiğine göre yine kendi iradesiyle Anonim Kişi (robot ve yığınların üyesi) olmaktan sıyrılabilir. Hakiki özgürlük bu sıyrılıştadır. Arınma hürriyettir. Kula kul olmamak işte budur. Heidegger’in “Das Man” dediği Anonim Kişi kaypaktır ve eksilmiştir: “Das Man, halkın düşündüğünü düşünen, duyduğunu duyan ve yaptığını yapan eş seviyeye indirilmiş ben’i ifâde eder.”5 _______________________ 1 Frank Magill; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği, Hareket Yayınları, İstanbul, 1971, s.63. 2 Frank Magill; a.g.e., s.63. 3 Ekrem Demirli; İslam Metafiziğinde Tanrı Ve İnsan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2009, 1 numaralı dipnot, s.160. 4 Ekrem Demirli; a.g.e., s.160. 5 Frank Magill; a.g.e., s.54.
Cyberpunk: Yüksek karışımı” söylemi, bu türün kitab-ı mukaddesi sayılan William Gibson eseri Neuromancer’ı anarken kullanılır. Bu söz aslen Gibson’ın kısa Teknoloji ve Sefil hikayesi “Burning Chrome” için, bir başka bilim kurgu yazarı Bruce Sterling tarafından söylenmiş ve Neuromancer’ın sarsıcı etkisiyle, tüm türü kapsar hâle gelmiştir. “Lowlife” derken, Türkçe çevirisinin Hayat yanı sıra kastettiği şey ile de ele almak lâzım; çünkü sözü edilen hem “toplumun alt kesimindeki yaşam” hem de “yüksek teknolojinin” beraberinde getirdiği bir düşkünlük ve sefalettir. Emel Bilge Çınar Cyberpunk’ın Kökeni ve Sınırları Cyberpunk’ın kökeni, 1960 ve 70’lerin “Yeni Dalga Türkiye’ye bunca uygun olup da zihnimizdeki imgesel sabit Bilim Kurgu” akımına dayanıyor. Bu akımda, Philip K. Dick, fikirlilikten ötürü üvey evlat muamelesi gören başka bir Roger Zelazny, JG Ballard, Philip José Farmer ve Harlan kültür daha yoktur: Cyberpunk. Ellison gibi yazarlar bilim kurgunun ütopik eğilimlerinden kaçınırken, uyuşturucu kültürü, teknolojik atılımlar ve cinsel Tabiî bu tespitimde Türkiye’yi İstanbul’dan ibaret zannetme devrimin etkisini eserlerindeki toplum düzenine yansıtmaya hastalığının da etkisi olabilir ama konumuz bu değil. Bu yazı başlamışlardı. William Gibson’ın kült eseri “Neuromancer dizisinde ısrarla ihmal edilen ya da yalnızca Blade Runner (1984)” ile türün adı (ve sınırları) büyük oranda belirlendi ama (ve klonlarından) ibaret sanılan Cyberpunk kültürünün o zamana kadar verilen çeşitli eserlerdeki klasik “Cyberpunk” nasıl bir hazine olduğundan ve günümüz Türkiye’si ile nasıl teması da genelde aynı kalıplarla örtüşüyordu: Gündelik hayatı eklemlendiğinden bahsetmeye çalışacağım. kökten etkileyen hızlı teknolojik değişimlerin kıskacında, “Gelecek” ve “bilim kurgu” dendiği zaman insanların aklına bilgisayarın ve veri akışının, sürekli ve kesintisiz olarak insan düşen ilk cemre genellikle başka gezegenler, kurgusal ırklar bilincini değiştirdiği, bedenlerin invaziv modifikasyonlarla veya süper-güçlü kahramanların mücadelesi oluyor. Hâlbuki geliştirildiği, genellikle distopik bir temada, toplumun Cyberpunk, yaşananların yakın geleceği olmasından mütevellit dışında yaşayan yalnızlaşmış ve yabancılaşmış karakterlerin en acımasız, en karanlık ve belki de en gerçekçi bilim kurgu dünyasında geçen suç / dedektiflik öyküleri. türüdür. Sözcüğün Türkçeleştirilmesi konusunda ne yazık ki Cyberpunk eserler, bilim kurgunun diğer büyük yine dil alışkanlıklarımıza has bir talihsizlik hâkim; o sebeple klasiklerinden şu noktada ayrılıyor: Isaac Asimov’un Vakıf Yapı Kredi Yayınları’nın 1997 baskılı “Siberuzay” sözlüğünde serisinde veya Frank Herbert’in Dune’unda teknoloji kültürel dikte edildiği gibi, Cyberpunk’a “Siberpunk” demeyeceğim. bir varsıllıkla ilişkili olup, teknolojiye hükmetme oranında “Cyberpunk” bence hâlâ Türkçe karşılığı bulunamamış bir “refah” ve “başarı” elde edilirken, Cyberpunk evrenlerde kavram ve kozmik bir ironi olarak, hem ABD’de hem de AB’de insan (ve ruh) teknolojinin basitçe “kölesi” ya da “bağımlısı” telif hakkıyla korunan bu sözcük, bu kültürün kendisine cuk oluyor. Klasik bilim kurguda, teknolojinin “sebep” olduğu oturuyor. Adını koyarken Kamet getiremedik belki ama, en ihtilaflar bir noktada metafizik öğelerle (Örn: Bene Gesserit’ler) azından ne olduğunu tanımlayabiliriz: Cyberpunk nedir? dengelenirken, Cyberpunk’taki çatışmaların merkezinde direkt olarak teknoloji (bilgisayar korsanları, mega şirketler, yapay Cyberpunk Nedir? zeka vb.) bulunuyor. Cyberpunk, yapay zekâ ve sibernetik gibi, gelişmiş Tam burada, oldukça ilginç bir noktaya parmak basmak teknolojik ve bilimsel “başarıların” halk kitlelerini sosyo- iktisadi bir çöküntüye veya radikal değişimlere uğratmasını istiyorum. Bence Peyami Safa, belki de benzersiz sezgisel konu alan, füturistik bir arka planda sosyal gücünü ve edebî kudretini yansıtan efsânevî prologu ile, Cyberpunk’a en yakın temadaki ilk metni ortaya koyan Türk yazardır. 1951’de basılan “Yalnızız” eserindeki şu cümleleri Neuromancer’ın başına koysak, Neuromancer’a büyük bir değer daha katmanın yanı sıra bunu kimseyi işkillendirmeden yapabilirdik: “Ey insan! Bu kitabı sana ithaf ediyorum. Başının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kuvvetli kaynağı uranyum’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparıp çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışıdan yükselecek alevi bekletiyor. Ey bahtsız! tarihin hiçbir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuvarında Çizim: Emel Bilge Çınar aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını düzendeki değişiklikleri işleyen -ya da bu öngörülerle deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş günümüzdeki uygulamaları eleştiren-, çok büyük oranla yakın gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin gelecekte geçen ve distopik tonları olan bir bilim kurgu türüdür. kan ve gözyaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan Cyberpunk’ı tanımlarken sık sık atıfta bulunulan “Combination gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak bu maddeyi, boğ şu of lowlife and high tech” / “Yüksek teknoloji ve sefil bir yaşamın ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu
kemmiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, dünyasındaki her bilgisayarın hafızasından çıkarılmış bir grafik bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi istihzar. Akla hayale sığmaz bir karmaşa. Aklın boşlukları içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. arasında ışık hatları gibi sıralanan veri parçacıkları ve kümeleri, Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha tıpkı şehir ışıkları gibi duruyor.” William Gibson korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi William Gibson’ın bu klasik tanımlaması, şu an içinde kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. bulunduğumuz durumu çok güzel özetliyor. Tükettiğimiz İnan mânevîlere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu ürünlerin çoğunun sağlamlığı ve kalıcılığı -o ürünlerle kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ilişkilendirdiğimiz benliğimizin haklı itirazına uygun olarak- ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metotlarını büyük bir halüsinasyondan ibaret ve tüm yanılsama ve fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı mucizelerimiz, sürekli olarak paylaşılan bir tür fikir birliğinin olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla temelini ve doğal olarak gerçekliğimizi oluşturuyor. Reklam, darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma: medya ve bilişim endüstrisi, insanların öznel arzularının, duygularının ve fantezilerinin ideal ve arzu edilen ürünlere (ve ‘Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş, imajlara) dönüştürülmesinden yararlanıyor. Bireysel zevk ve Gör ne var maverada ibrethiz.’” tercihlerimiz giderek silikleşiyor. Bu noktada Batı’dan (ve klasik Cyberpunk) evreninden en ayrı düştüğümüz şey, sanıyorum Cyberpunk’ın Kültürel Etkileşimleri devletle olan ilişkimizdir. Batı’da (ve Cyberpunk evrenlerdeki Sanayi Devrimi, Fütürizm, Nihilizm, Modern Sanat, yakın gelecek tasvirlerinde) devlet, bireysellik yanılsaması Archigram*, Post-Modernizm, İnternet, Bilgisayar Oyunları, karşısında oldukça güçsüz ve zayıf bir otorite vızıltısıyken, Punk… Çok çeşitli disiplinlerde, çok farklı konu başlıklarına bizde “her yerde devletin borusu ötüyor.” değinmeden Cyberpunk’ın kültürel etkileşimlerini ele almak mümkün değil; ama işe bir yerden başlamak gerekiyor. Çizim: Emel Bilge Çınar Yazı dizisini anlamlı bir uzunlukta tutabilmek adına, kendi kültürümüzle en çok etkileşim hâlinde olanları ele almak Çağdaş tekno-kültürün oluşturduğu inançlarımız, çoğu istiyorum. zaman planlı şekilde koşullandırılmış geçici heveslerimizin bir ürünü hâline getirildi. İçinde yaşadığımız bu melezleşmiş Doğu ile Batının Sentezi > İnsanla Teknolojinin Sentezi toplum ve kültür, ister Doğu olsun ister Batı, söylenenin aksine Biz, yâni çağdaş Türkler, Batı’nın Rönesans’tan sonra Aydınlanma’nın (Rönesans) değerleri üzerine inşa edilmemiş deneyimleyemediği bir şeyi hem tüzel hem de bireysel gibi duruyor. kişiliklerimizin ömrü süresince deneyimleyen ve bunun adını bir türlü koyamayan bir kültürün çocuklarıyız: Doğu (İnsan) Batı dünyasında, bilim ve teknoloji, artık pek de “akılcı” ile Batı’nın (Makine) enteresan bir meleziyiz. Doğu kısmı olmayan söylemlerle idealleştirilirken, insan vücudu “geçici” sözlüğümüzdeki “gönül” sözcüğünü ifâde ederken, Batı “kalp” ve “çürüyüp giden” aşağılık bir madde olarak şeytanlaştırılıyor sözcüğünü yansıtıyor. Çoğu zaman, anlık ve özensiz bir bakışta ve bunun karşısında duran her şey, birer batıl inanç olarak ikisini de aynı şey sanmak dahi mümkün; lakin öyle değil. itibarsızlaştırılarak, yerle bir ediliyor. Biz -yayıncılık sektörünün bugünkü hâline bakılırsa- Gutenberg’in 15. yy ’da icat ettiği matbaayı bile topraklarımıza Cyberpunk kültürü ise, tıpkı Türkiye’nin son 30 yıllık getiremedik sayılır ama post-modern dünyanın parçalanmış gündeminde olduğu gibi, tüm değer tanımlarının geçici kimlikleri olarak kendimize duyduğumuz yabancılaşma ve durumunu ön plana çıkarıyor ve Aydınlanma etosunu radikal yalnızlıkla, geçmişe sığınarak mücadele etmeye çalışıyoruz. bir şekilde reddettiğimizi bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Baktığım zaman, çağdaş Türkleri, Cyberpunk kültürdeki Pek çok klasik Cyberpunk eserde, bugün Türkiye’de olduğu gibi, marjinalleşmiş kahramanlara çok benzetiyorum. Hızla kentsel dönüşüm alanlarındaki izbeliklerle, yüksek teknolojinin endüstriyelleşmiş (ve makineleşmiş) bir dünyada kendini hiper-yapılı dev anıtları sokak alt kültürlerinin anarşisiyle ve çevresini ayırt edebilme becerisini yitirmiş; nerede bütünleşiyor ve ortaya başka bir isim konulması imkânsız Doğu’nun, nerede Batı’nın; dolayısıyla da nerede fiziğin, bir karmaşa, bir değerler sistemi halüsinasyonu çıkıyor: nerede metafiziğin başlayıp bittiğini bilmeyen, hâkim kültürün CYBERSPACE. kıyısında yaşayan ve sırf o kültürün mecbur kıldığı prostetik uzuvları kabaca reddettiği ya da görmezden geldiği için özünü Bu yazı dizisinin devamında yaşadığımız kültürle, tasvir koruyabildiğini zanneden inatçı ve uyumsuz bir kahraman. ettiğimiz yakın gelecek arasındaki benzerlik / zıtlıklara daha Çağdaş Batı ve Batılılaşmış kültürlerde yaşam, insanlar çok değineceğim. Şimdilik, bu bölümü çok sevdiğim ve bana için “sağlamlık” ve “kalıcılık” hissi veren ürünlerle çevrilidir. yine Peyami Safa’nın Yalnızız’ını hatırlatan bir alıntı ile bitirmiş Cep telefonları, bilgisayarlar, portatif fizyoterapi üniteleri olayım: vb. birçok nesne insanın, günlük zaman dilimine sıkıştırılmış varoluşunun ayrılmaz parçalarıdır. Yalnızca pratik ve gündelik “Yalnızlığın ‘hafızası’, gelecekteki yalnızlık korkusudur.” görevlerin yerine getirilmesi için faydalı araçlar olarak değil, David Punter insanların kimlikleri, yaşam tarzları ve değer sistemlerini belirleyen yönler olarak da kabul edilirler. “Lovemark” gibi * Ayrıntı için: https://twitter.com/archillect kavramları kabullenmek ya da eşyanın “statü nesnesi” hâline gelmesi Doğu toplumlarında açıktan yadsınan bir kusurken, Batı kültüründe bu anlayış mülkiyet kavramı ile birlikte kutsanır ve yüceltilir. Bize göre, meta ve onların insanlığı çevreleyen sağlamlık / kalıcılık aurası bir yanılsamayken, Batı tüm yatırımını bu aura üzerine yapar. “CYBERSPACE: Matematiksel kavramlar öğretilen her milletten çocuğa, milyarlarca meşru operatör tarafından sunulan karşılıklı mutabakata dayalı bir halüsinasyon... İnsan
ÇOLAK MÜMİN-I bend oyunlardan kesme, şirazî, kesebend, terskepçe, pîşkabza, yanbaşl. serkelle, âsmaniş, Cezayir sarması, boğma ve karakuş Oğuzhan Murat Öztürk adlı oyunları ederek Alayköşkü dibinden geçip padişahtan Çocukluğundan beri doğru bildiği istikâmetten şaşmayan ihsanlar ile şereflenip geçerler. Bunların piri Hz. Mahmud ahretlik kardeşime; Ahmet Yaşar Tellioğlu’na… Pir-i yar-ı Veli ‘dir Hz. Hamza kemer bağlamıştır.”3 diyerek bu Beyhakî´nin Rükâne´den rivayetinde şöyle denilmiştir: “Ben gün izlerine dahi rastlayamadığımız pehlivan tekkelerinden ve Hz. Peygamber koyun güderdik... Bir gün bana Peygamber dedi bahsetmişti. ki: ‘Ey Rükâne, benimle güreş tutmayı kabul eder misin?’ Ben: ‘Nesine?’ diye sordum. O da: ‘Bir koyuna’ dedi. Ben de kabul ettim Tekkelerde nasıl uyulması gereken müeyyideler ve asırları ve güreşe tutuştuk. Fakat o beni yıkarak koyunu kazandı ve bana aşarak günümüze intikal eden gelenek ve âdetler mevcutsa ikinci defa güreşip güreşmeyeceğimi sordu, ben de kabul ettim. pehlivanlığın da kendine has âdetleri vardır. Sözgelimi Bu seferinde de beni yenerek bir koyun daha kazandı. Üçüncü defa pehlivanlar ekmek teknesi olarak gördükleri kispetlerini güreşmeyi teklif etti ki, ben bunu da kabul ettimse de neticede yine evlerinin yüksek yerlerine asarlar, kispet giyilmeden evvelâ yenildim ve bir koyun daha kaybettim... Gayet üzüntülü ve düşünceli abdest alınır, pirler ruhuna bir Fatiha 3 İhlas okunur. Kispet önce sağ ayaktan başlanarak giyilir. Ve çıkarıldıktan sonra olarak oturuyordum. Bana niçin bu kadar üzüldüğümü sordu, ben kispetin kasnağı öpülür. Bugün sâdece İzmir Tire’de üretilen de kendisine: ‘Hem güreşte yenildim hem de babama döndüğümde kasnağın içinden geçen urgan ipinin dahi kendine has mânâları mevcuttur. Mehmet Dervişoğlu, Halk Bilimi Açısından üç koyunun hesabını vereceğim!’ dedim. Hz. Peygamber ki Kırkpınar Güreşleri adlı eserinde Özbay Güven’den iktibasla bu peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki: ‘Peki dördüncü defa mânâları şu şekilde açıklamıştı: güreşmek ister misin?’ Ben: ‘Hayır’ dedim. Peygamber: ‘Babana “Şaktan geçirilen bu ipe üç düğüm atılır ve bu üç koyunların hesabını vermene gerek yoktur, zira koyunlar senindir,’ düğümün ayrı ayrı anlamları vardır. Birinci düğüm ahde vefa kılmak üzere. Allah için. İkinci düğüm Peygamberimiz diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de İslâm Dâvâsı´nı Hazret-i Muhammed (SAV) için, Bey’ate vefa kılmak üzere. aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek Müslüman oldum. Üçüncü düğüm ise vasiyeti şereftir ki, buna ‘Mühr-i Şed’ de denir ve bu düğüm Hazret-i Ali için atılır. Şaktan geçirilen Kendisiyle güreş tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine bu ipin mânevî anlamları bu kadarla bitmez eğer üçüncü verilen mucizevî bir kuvvetle güreştiğini anlamıştım... Allah´ın bana düğüm atıldıktan sonra kalan uç sağa uzatılırsa Hazret-i Hasan’a, sola uzatılırsa Hazret-i Hüseyin’e işarettir. Aynı hidâyet vermesine bunun sebep olduğu kanâatini taşıyorum.”1 zamanda ipin sol ucu biraz uzunca bırakılır bu da Hazret-i Hüseyin’in galip gelişinin işarettir. Bazılarınca sağ üstada Evliya Çelebi eşsiz bir kültür hazinesi olan sol yol ataya işarettir.”4 Türk pehlivanlığının mânevî yönünü Seyahatnâme’sinde Güreşçi pehlivanlar2 esnafını temâyüz ettirdiği roman ve yazılarıyla öne çıkan Halil Delice, tanıtırken: “Tekkeleri iki yerdedir, biri Küçükpazar kispetin 40 parçadan yapılmasının kırklara ve evliyalara yakınında Unkapanı yolu üzere Servi fırını karşısında Pehlivan işaret ettiğini söylediği makalesinde kispetin üzerine giyilen Şüca Tekkesi, Fatih Gazi’nindir. Biri de Zeyrek Yokuşu ayağında ve pehlivanın sırtından yere kadar uzanan beyaz gömleğin Pehlivan Demir Tekkesi’dir. Hâlâ bu tekke mamurdur. İçinde hem pehlivanın avret yerlerini örttüğünü; hem de pehlivana tekke şeyhi Baba Hasan, iyi hâl ile tanınan yaşlı bir zattır. şehitler yadigârı bir sporu yaptığını hatırlatma mahiyetinde Bu tekke içre 300 zorlu pehlivanlar var ki onar çift camus olduğunu ifâde etmiştir.5 Kispetin paçalarına bağlanan kütenin zapteder erlerdir. Yüz, yüz elli çift pehlivanlar cümle keçebendin 3 kez sarılması tasavvuftaki şeriat, tarikat ve kispetlerin giyip sarı şîr-i revgan yağıyla yağıyla yağlayıp çifte hakikati işaret etmektedir Delice’ye göre.6 İlk kez kispet çifte adam ejderhası gibi apul apul yürüyüp birbirlerine kapan giyen pehlivanın kispetine gül suyu dökülmesi de rastlanılan arslan gibi sarılıp bu kadar seyirciler içre birbirine evren gibi adetlerdendir. Kispetle alâkalı bir âdet de Kurtdereli’nin eğri bakış atıp alt üste ve üst alta pehlivanlık ederek bütün (---) yaptığı gibi pehlivanların güreşi bıraktıktan sonra kispetlerini Kâbe’ye göndermesidir. Özbay Güven Türklerde Spor Kültürü adlı eserinde Ahilikteki hiyerarşik yapıyı: 1-Yiğitlik, 2- Ahîlik, 3-Şeyh/Üstad/Naip şeklinde sıraladıktan sonra pehlivan tekkelerindeki hiyerarşik yapıyı da: 1-Acemi/ Çıraklık, 2-Kalfalık/Miyander, 3-Üstad/Şeyhlik/Mürşid olarak sıralamıştı.7 Bütün bu ritüel ve âdetlerin beşiği olan pehlivan tekkeleri sâdece bedeni değil ruhu da terbiye ediyordu. Hüzün dolu bakışlarını yere eğerek tekke kapısına doğru yürüyen mahcup gencin yaklaştığı tekke böyle bir tekke değildi. Zira hem söz konusu devirde Pehlivan tekkeleri ortadan kalkmıştı hem de bu mahcup gencin yol aldığı tekke gencin pehlivan olmasına değil bilakis olamamasına delâlet etmekteydi. Kavalalı zengin bir çiftçi olan Sadık Bey oğlunu pehlivanlık hevesini köreltsin diye yâni pehlivan olamasın diye tekkeye göndermekteydi. Güreş tutkunu babanın incir ağacından düşerek çolak kalmış olan haşarı oğlunun içindeki güreş aşkına rağmen pehlivan olmasına müsaade etmemesi, muhtemelen hem çelimsiz hem de çolak olan oğlunun er meydanında ezileceğini düşünmesindendi. O yüzden Sadık Bey oğlunun güreş hevesini söndürebileceği bir mecra olarak kendisini dinî ilimlerde geliştirebileceği Serez’deki tekkeye yollamayı tercih etmişti.8 Tıpkı Leyla’ya olan aşkını köreltsin diye Mecnun’u babasının Kâbe’ye yollaması gibi. Kâbe’ye
gitmek nasıl Mecnun’un yüreğinde yanan ateşin küllenmesine Yine de Molla’nın ismi dönemin ejderhalarından sebep olmadıysa çolak delikanlının tekkeye gönderilmesi de onun içindeki pehlivan olma hevesini köreltemeyecekti. Adalı’nın kulağına gidecek kadar duyulmamıştır. Celal Davut Efendiliğiyle göz dolduran, ağırbaşlılığı ve yaşının üzerinde Arıbal, Molla Mümin’in Selanik’te Adalı Halil’le kahvede olgun tavırlarıyla hocalarının dikkatini celbeden bu saygılı delikanlı örnek bir talebedir. Lâkin güreşme isteği delikanlının karşılaşmalarını anlatır. Kavgacı bir adam olan Adalı kendisine içini ölesiye kemirmektedir. Çünkü o yufka yürekli babasının aksine çolak da olsa bileğine güvenmektedir. Ah bir er takdim edilen Molla Mümin’in elini sıkmaktan içtinap ettiği gibi meydanına inebilse… Çolak delikanlı, pehlivanın yaşken eğilen bir ağaç gibi küçükten yetişmesi gerektiğini bilmektedir. Bu Arıbal’a dönerek: nedenle delikanlı fırsat buldukça boş zamanlarında tekkede çalışmaktadır. Koca koca su küplerini taşıyarak idman - A be Celâl pehlivan bizim güreşimizi bu cenabetin yapmakta vücudunu zinde tutmaya gayret etmektedir. Hatta encekleri hepten kepaze ettiler be! Buncağızın neresi pehlivan bir keresinde 2-3 kişinin zorlukla kaldırabildiği büyükçe bir be! demiş, Arıbal’ı mahcup eden yakışıksız tavırlarına devam küpü tek başına kaldırmış götürürken gece karanlığında onu ederek bu kez Çolak Mümin’e doğru dönmüş; fark edemeyen talebeler gördükleri manzara karşısında küçük dillerini yutmuşlar olayı üç harfli dünya dışı varlıklara - A be hoca! Tebe medreseye git be! A be herif, köylere bağlayarak ortalığı vaveylaya boğmuşlardı. git, namaz kıldır da karnını doyur be. Bu bizim meydanımızda sana bir lokma bile ekmek vermezler be... diye sözlerini Kel Aliço’nun meydanları zamanlıca terk etmesinden nihayetlendirmişti. Arıbal’ın dediğine göre öfkesinden sonra er meydanını Adalı Halil, Koca Yusuf, Katrancı Mehmet, Kurtdereli gibi pehlivanların doldurduğu görülüyordu. kıpkırmızı olan hatta alnında mavi bir damar kabaran ama Düğünlerde panayırlarda ve dahi Kırkpınar’da kıran kırana güreşler yapılıyor, nâm peşinde koşan pehlivanlar birbirleriyle terbiyesini bozmayan Çolak Molla sessizce mekânı terk ölesiye güreşiyorlardı. Bu sıralarda Kavala’da yavaş yavaş adını duyurmaya başlayan bir pehlivanın er meydanlarında etmişti. Yaşanan tatsızlığa bozulan Celal Efendi Adalı’yı fırtına gibi estiği meraklılarının kulaklarına çalınmaya başlamıştı: Çolak Mümin. payladığında nezaketsiz Adalı; “Sevmedim yobazı be!” cevabını Çolak Mümin, seneler evvel onu çelimsiz verecektir. Olan olmuş iki pehlivanın arasına tatsızlık girmiştir. gördüğü için “Abe kızan senden pehlivan olmaz. Pehlivanlığı berbat etme. Git oku Ertesi gün Dimetoka’da meydana çıkan pehlivanlar arasında molla ol,” diyen babasının buyruğunu geri çevirmeyerek molla olan ama kendi sakin tavırlarıyla göze çarpan seyrek sakallı Çolak Molla gönlünden geçen hevese de ihanet etmeyerek çelik gibi kudretli bir cazgırın yanına gelecek: pehlivan olup çıkan hüzünlü medrese talebesinden başkası değildir. Sami - Cazgır efendi, Ben Adalı Halil’le tutacağım, diyecektir. Karayel’in Çolak Molla kitabı ve Halil Çolak’ın buna hakkı vardır. Zira er meydanında isteyenin Delice’nin Sultan’ın Aslanı9 romanı temelde Mümin’le babasının gerilimi istediği rakiple tutuşabilmesi âdettendir. Şanlı şöhretli üzerine kurulmuştur. Bir tarafta çelimsiz ve çolak oğlunun avucuyla mısır taneleri Adalı’yı ilk elde talep eden delikanlıyı garipsese de cazgırın öğüten insan azmanı pehlivanlar arasında ezilmesini istemeyen bir yapabileceği pek bir şey yok. Yine de göz kararı Mümin’in baba; öte tarafta içindeki pehlivanlık ateşi gün geçtikçe söneceği yerde Adalı’ya ezileceğini düşünerek son bir harlanan mahcup medrese talebesi Çolak Mümin. Sadık Efendi’nin ikazda bulunmaya kendisini vazifeli oğlunun pehlivanlığı ile alâkalı şüpheleri Zigoş’a dönen Molla’nın addediyor: babasının pehlivanlık hususunda asıl umut beslediği abileriyle - Evladım bu Aliço’nun çırağı Adalı yaptığı güreşlerden sonra izale olmuştu. Zira Molla, abilerini Halil’dir. Emin misin? Yazık olur sana. zorlanmadan bir çırpıda mağlup etmeyi başarmıştı. Çolak’ın cevabı mânâlıdır: Babası şaşkındı. Çolak Mümin, babasının sandığının - Cazgır ağa... Sen işine bak. Er aksine meydanlarda ezilen, meydanında ölenleri bizler şehit sinik, mukavemetsiz bir sayarız. Ben hacıyım, dinim, imanım pehlivan değil; çelik gibi yay gibi bir pehlivan olmuştu. tamamdır, yerindedir, nasip burada Rumeli’de alt boylarda ölmekse, onu da şimdiden kabul yaptığı güreşlerde rakiplerini ediyorum.10 zorlanmadan yenen Molla, Dimetoka’da yaptığı ilk ciddî güreşte Yarıcı Mustafa’yı eze eze Devamı var. yenerek ismini duyuracaktı. _________________________ 1 Celaleddin es-Suyuti; Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi, 2002, Cilt:1, s.231-232. 2 Güreşçi pehlivanlar tanımı bugünden bakıldığında sanki aynı kavramın yinelenmesi gibi görünüyorsa da o dönemde Pehlevânân-ı tîr-endâzân, pehlevânan-ı gürzbâzân ve pehlivânân-ı küşte-gîrân gibi tasnifler görülüyor. Yani gürzcü pehlivanlar okçu pehlivanlar ve okçu pehlivanlar gibi. 3 Haz.: Seyit ali Kahraman- Yücel Dağlı; Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1-6. Kitaplar, YKY, 2014, Cilt:1, s.374. 4 Mehmet Dervişoğlu; Halk Bilimi Açısından Kırkpınar Güreşleri, Edirne Valiliği Kültür Yayınları, 2014, s.248. 5 Bugün bu pehlivan gömleği kullanımdan kalkmıştır. 6 Halil Delice; Kırkpınar, Türklerde Spor Anlayışı ve Kırkpınar Ruhu, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2011, s.28-29. 7 Özbay Güven; Türklerde Spor Kültürü, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1999, s.75. 8 Bazı anlatılarda bu tekke Serez’de bazı anlatılarda İstanbul’dadır. 9 Halil Delice; Sultanın Aslanı Kavalalı Çolak Mümin Pehlivan, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2018. 10 Celal Davut Arıbal; Tarihi Türk Güreşleri Çolak Molla, Güneş Matbaacılık, 1951, s.42.
“Nasıl da soğudu ANKARA AYAZI İşte, tam şu büyük kapının birkaç günde hava. önünde toplanan kalabalığı Kasım değil de ocak ayı yine görür gibi oldu, sanki…” diye söylendi aradan sanki yirmi bir Turhan. Kurtuluş Parkı’nı yıl geçmemişçesine… Ev henüz yarılamıştı. Ankara kirası ve okul masraflarını rüzgârı, üzerindeki cekete çıkarmak için araba yıkadığı yok muamelesi yapıyordu. Mehmet Yusuf Savaş benzinlikten izin almış Ciğerlerinden gelen öksürüğe, final sınavına koşturuyordu. parktaki köpeklerin ulumaları Öylesine dalmıştı ki, Ferhat ona eşlik etti. Her zaman olduğu gibi seslenmese toplanan kalabalığı bu saatte bir Turhan bir de köpekler dahi fark etmeyecekti. Sesinin kalmıştı parkta. Güvenlik görevlileri geldiği yöne doğru başını çevirince kulübelerinde, sobanın başında yerlerini Ferhat’ın yalnız olmadığını gördü. almıştı bile… Teşkilattan arkadaşlar kalabalığın içinde bir Turhan parkı bitiremedi. Elindeki valiz yere kümelenmiş bekliyordu. Başörtülü kızların kurşun gibi ağırlaşmıştı. Bir bankın kenarına ilişip nefes arasında ise Merve’yi seçti gözleri… aldı. Ellerinin kanı çekilmiş gibiydi. Oturmak yorgunluğuna Aklında sınav, kalabalıktan yana seğirtti. Ferhat, durumu iyi gelse de üşümesini arttırmıştı. İstemsizce ayaklarını kısaca özetledi. Başörtülü öğrencilerin sınava alınmayacağı sallamaya başladı. Bir yandan ellerine hohlarken, bir yandan duyurulmuştu. Ülkeyi saran bu garip yasak sonunda buraya yine eve siftahsız dönmekte olduğunu düşündü. Neyse da sirayet etmişti. Turhan: “Bize destek vermek düşer,” dedi. ki bekleyeni yoktu. Aç yatmak zor olmasına zordu da, ya Fakat böyle bekleyerek olmazdı. “Bir çelenk falan bırakalım bakmak zorunda olduğu bir kadın hatta el kadar sabiler olsa bari biz de…” dedi. Söyler söylemez de cebindeki parayı ne yapacaktı? düşündü. Sincan’a dönüş parasını hesaba katmazsa, bir “Yok be! Fena mı olurdu, gittiğimde bir ses, bir nefes karanfil alabilirdi ancak… Buna rağmen Turhan vazgeçecek olsa evin içinde?” dedi kendine. Her zaman olduğu gibi, kendi adam değildi. Yamtar’ı andıran Ferhat’ı yanına alıp çiçekçinin cevapladı: “Olurdu ya, hem de çok fena olurdu… Hanım, yolunu tuttu. çocuk kısmı kapıyı açınca evvela eline bakar evin reisinin. Aradan yirmi dakika geçmeden Turhan ile Ferhat Bu kitap dolu valizden başkasını göremeyince tahammül ellerinde, parasını gelecek hafta vermek üzere kimliklerini edebilecek miydin o bakışlara Turhan Bey?” Cevabının rehin bıraktıkları, çelenkle göründü ve birden kalabalıkta ağırlığını bankta bırakıp hemencecik kalktı. Tekrar yüklendi bir alkış tufanı koptu. İşte şimdi o sessiz bekleyiş gitmiş, valizini. yaptıkları nümayişe benzemişti… Ferhat ile Turhan Nihayet Kurtuluş Parkı’ndan çıkıp, yolun karşısında kalabalığın önüne düşüp fakülte kapısından içeriye girdiler. geçmişti. Her zaman olduğu gibi kalp atışları hızlandı. Yıllar Dekanlığın önüne çelengi bıraktıktan sonra Turhan, gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmeye başladı. Anlı protestoya katılanlara Türk tarihinde kadının yeri ve şanlı Mülkiye’nin önünden geçiyordu; bir zamanlar öğrencisi Türklerin inanç hürriyetine saygısıyla alâkalı bir konuşma olduğu okulun. Turhan bu sahneyi belki bin belki de on bin yaptı. Bu sırada sınıfındakiler final sınavında ter döküyordu. kez yaşamıştı. Ne umutlarla gelip kaydolmuştu hâlbuki “Telafi ederiz elbet,” demişti Turhan… Fakat Ferhat ile okula. Daha o günlerde adı Kaymakam Turhan olmuştu Turhan’ın okuldan atılma kararı bütünleme tarihlerinden köyde… önce açıklandı. İdare, okulun önündeki o büyük nümayişin Olmasına olurdu, amma velâkin bir kusuru vardı. faturasını ikisine kesmişti. Bu kararla gösteriler de son Turhan, Yunus’un Taptuk Dergâhı’na taşıdığı odunlar buldu. Turhan, birkaç gün içinde, eylemcilerden, Merve’nin gibi dosdoğruydu. Her Yörük çocuğu gibi Turhan da de aralarında olduğu birçok kişinin başını açtığını duydu… idare-i maslahat nedir bilmez, lügatinde tevil kelimesini Yıl biterken Ferhat köyüne dönmeye karar verdi. Hem öksüz barındırmazdı. Söylemeye ne hacet; bir de haksızlığa hem yetim Turhan ise Ankara’da kaldı… gelemezdi Turhan… Ne pahasına olursa olsun, doğrulukla Kitap satma fikri ilk kez çelengin parasını ödemek birlikte saf tutar, bu uğurda için aklına gelmişti Turhan’ın… Çiçekçiyi zar zor da olsa incinmekten çekinmezdi.
ikna edip: “Çocukların okuluna çok faydası olur” diyerek Gam Z Hakkı Maviş Sepetçioğlu’nun Dünkü Türkiye Dizisi’ni bıraktı çelenk bedeli diye... Ardından evdeki kitaplarla geceleri Kızılay civarında Sancısı şu düşüncelerdir; sergi açmaya başladı. Turhan her kitap satıldığında o gün gel git akıllılar ne bilsin karnı doyacağı için sevinse de, içinden bir şeylerin koptuğunu Sanrısı geçmişindir, ama geçmemiştir, hissediyordu. Yıllarca özene bezene aldığı, çocukları gibi geleceğin ise müphemdir koklayıp okşadığı kitaplarından ayrılmak kolay değildi. Bana sorsalar en kıymetli hazinem şüphemdir; Gece çalışıp, gündüz sahaflarda ucuz kitap kovalayan hem de en makulünden... Turhan, epeyi süre iş aradı. Ancak, başörtüsü eyleminde İşte sana ders, bana ders, okuldan atılan ülkücü, özgeçmişiyle iş bulması önceleri dersi derste öğrenirsin diyenlere bir ders pek mümkün olmadı. Ülkede siyasî iklim bir kaç kez Hepsini şu mağarada öğrendik, değişti lâkin Turhan hiç değişmemişti. Eğilip, bükülmeyi duvarına müstehcen şeyler çizdik, bir türlü öğrenemediğinden, teşkilattan eski dostların sanatçı yaftası yedik... tavsiyesiyle başladığı işler pek uzun ömürlü olmadı. Turhan Dünyaya eksik geldik 500 gram kadar; her seferinde, bir ay geçmeden, elinde kitap dolu valizi ile sonra fazlaca büyüdük kendini Kızılay’da buldu. Yani çokça kötülük... Biraz bencillik, bolca kibir, Bir de eski okul arkadaşı Merve’nin iş teklifi oldu bir kepçe yalan Turhan’a… Kızılay’da kitap satarken, görmüştü Merve, İşte sana insanoğlu insan... Turhan’ı. Evvelâ tanımadı Turhan onu. Tekrar örtmüştü başını Arife tarif gerektirir; malzememiz bu okuldan sonra. Ancak bu kez baştan aşağı lüks bir giysiler Ömrünüz; vardı üstünde. Merve’nin ısrarıyla Kızılay’da bir kafede kısa pantolonlarımızdan uzun mu? lafladılar birkaç saat. Merve, okulu bitirdikten sonra, kendi Yoksa arzularınız çimdiğimiz dereden daha mı şelale? muhitinden bir gençle görücü usulü evlenmiş. Evvelâ iyiymiş Sana küfür etmek boş; her şey. Sonra kocası siyasî bağlantıları sayesinde alıp sana senin gözünle kör olmak şahane... taşeronlara devrettiği ihalelerle zenginleşmiş. Eve uğramaz Anlamaya çalışıyorum eşref-i mahlûkatı olmuş. Merve de kendini çocuklarına adamış. Eşref kim mahlûkat kim biz kimiz; hayatlarımız neden Burak Aksak? Turhan gönlüne zulaladığı, hatta kendisinden bile Kral çıplak, katil serbest; gizlediği sevdanın karşılıksız olmadığını o kafedeki sohbet sonunda t var üstelik esnasında fark etti. Merve, sohbet boyunca, yıllardır aradığı Boşa kulaç bunlar okyanus bize uzak mutluluğu bulmuş gibi baktı kendisine. Akşam ayrılırken de Denizler küresel kirli; bu dağ fazla yüksek; üstünde kocasının isminin yazılı olduğu kartı uzattı Turhan’a: inimiz bir artı bir yani dar “Böyle kış günü sokakta kitap satarak nereye kadar, gel Buzullarımız buz kesti; kinimiz sıfırın üstünde yani bir şirkette başlarsın, işleri yavaş yavaş öğrenirsin,” diyerek… Milyon yıl önce ya da milyar yıl sonra Turhan bunun bir iş teklifi olmadığını bilecek kadar görmüş değişmeyen bir hakikattik; geçirmiş biriydi. Merve’yi kırmamaya özen göstererek, Aldandık,avlandık, toplayıcıydık, toplanamadık, kocasının gittiği yola tevessül etmemesini, çocuklarıyla toptan fiyatına perakende satışlara gelmişiz, ilgilenmesini öğütleyip, ayrıldı kafeden… budur tanımız Koşun fazla uzağa gitmiş olamazlar; Köyünde çoluk çocuğa karışan Ferhat ara ara hatır Hâlâ sıcak kanımız... soruyordu. Onun haricinde Turhan’ın teşkilatta da pek tanıdığı kalmamıştı. Bir de büyük bir ağabeyi vardı. Dertlendiğinde gittiği saatlerce anlattığı, içini boşalttığı… İşte, Mülkiye’nin önünde maziden kopup gelen anılardan yine onun hasretiyle silkindi Turhan. Dikimevi kavşağına geldiğinde elinde valiziyle tek gözlü gecekondusunun bulunduğu Abidinpaşa’nın tersi istikâmete yöneldi. Bu kadar dert tek başına çekilecek gibi değildi. Yokluk, işlerin zorluğu değil, sevgisizlik, onu yormuştu. Soğuk, şiddetini daha da arttırmıştı. Karanlıkta ağaçların arasından sessizce ilerledi. O kadar çok gelip gidiyordu ki, yolu gözü kapalı da olsa rahatlıkla bulurdu. Uzaktan görünce gözleri ışıldadı. Buz tutan bedeni bir anlığına ısınmıştı sanki. “Selamün Aleyküm Galip Ağabey,” dedi ve cevap beklemeden devam etti. Anlattı; anlattıkça rahatladı. İçini iyice dökünce, yatıya kalmak istedi. Uzanmaya ar ettiğinden, olduğu yerde valizine dayanıp, gözlerini kapadı… Ankara’da gün ağarırken, Turhan’ın bedeni çiğ damlalarıyla ıslanmıştı. Güneş ışıkları, burada sabahladığı diğer günler gibi uyandıramadı onu. Başkentin ayazında vücudu kaskatı kesilmişti. Yanında büzülüp kaldığı mermer mezar kadar beyaz ve soğuktu Turhan’ın teni… Mezar taşında Galip Erdem, ismi vardı. Hemen altındaki yazı ise, silikleşmeye başlasa da hala okunabiliyordu: “Asıl noksanımız, yeterince sevmesini hâlâ öğrenememiş olmamızdır.”
Deminden Şimdiye: Morlock’lar ise yeraltında beyaz tüyleri ile âdeta bir çeşit may- Wells'in Zaman mun gibi yaşamakta ve sâdece et bulmak için ve yine sâdece Makinesi ve geceleri yeryüzüne çıkabilmektedir. Yine vücutları küçük ve za- Düşündürdükleri yıf bir ırktır, gözleri yeraltına göre evrimleştiğinden ışığa da- yanıksızdır. Spoylır vermeden, asıl drama hiç girmeden; katilin Ahmet Balcı uşak olduğunu sezdirmeden yapabileceğim en iyi özet bu sanı- rım. Kabine girdim, kolu çevirdim ve zamanda yolculuk başladı. Biraz sonra lise yıllarımdayım. Bizim mahalledeki gaze- Kitabın ilhamına etkilerinden ötürü, Wells’in gezindiği mü- te bayilerine gelmediği, benim de her hafta Karşıyaka’ya zeleri kuranların ellerinden öpesim geliyor. Çünkü bu müzeler gitme fırsatım olmadığı için cuma gününden arkadaşıma tem- olmasa böyle bir roman hiç akla gelmemiş olabilirdi. bihlediğim o derginin sayfalarına bakıyorum. Genelde yazar bi- yografileri ele alınırdı ama arada tek tek eserlere de yer verilir- Kitabın girişinde yer verilen Patrick Parrinder’in (Çev:Elif di. K Edebiyat idi adı. Derginin kendine has mizanpajında milat- Ersavcı) yazısına göre Wells’i ve eseri en çok etkileyen iki mü- tan sonra sekiz yüz bilmem kaç bin milyon, milyar, sen bu para- ze binası şunlardır: Oxford Üniversitesi Müzesi ve büyük Do- yı sen ne yaptın (Melek Subaşı’na selamlar!) yılında, bir kuyudan ğa Tarihi Müzesi. Bu ikincisi, Wells’in eğitim gördüğü yerde son- bir şeyler çıkıp insanları yakalayıp yiyormuş. İşte bundan bah- radan Huxley binası adı verilecek yapının da tam karşısındadır. seden bir kitaba dair yazıyı okuyorum. Tabiî belirtmek lâzım bu Huxley, bizim distopyacı Aldous değil, onun dedesi Thomas Huxley. Romandaki evrimsel biyolojik de- Yıllar sonra, bir tanıdık sayesinde tanıştığım Maraş’taki Sa- kor, Wells’in Thomas Huxley’den aldığı biyoloji derslerinin etki- haf Mustafa Amca’nın dükkânında önüme yazarı George Wells sine yoruluyor sık sık zaten... olan bir kitap çıkıyor. Yıllar önce hakkında bir yazı okuduğum ve aklımda detayları hayal meyal kalan kitap olduğunu ilk an- Parrinder’in yazısında kitap ‘ütopyaya yönelik bir saldırı’ da fark etmemiştim Zaman Makinesi’nin*. Çünkü bir gün zaman olarak da nitelendiriliyor. William Morris’in 1890 tarihli Hiçbir makineleri yaygınlaşsa bile bindiğinde zamanında para yük- Yerden Haberler (News From Nowhere)’ine bir tepki olarak oku- lemeyi unuttuğu için akbili/kentkartı yetersiz bakiye verecek nabileceği belirtiliyor. Şimdi kalkıp bu kitabı soğuk esprilere taş adamlarız biz. Aklımız gelgeç... çıkartan bir anakronizmle, evrim teorisinin yılmaz düşmanları Adnan Hoca ve Kediciklerine bir tepki olarak okumak eğlenceli Konuyu dağıtmadan zaman- olur muydu, sorusunu hiç karıştırmamak lâzım. da dalgalanmama devam ediyorum. Zaman kavramı, eski gazetelerle Hepimiz Zaman Makinesi’nin gözünden çıktık! kaplı püskümüş nesnelerin kokusu- Kitabı okurken, hem 1894-95 şartlarında, henüz görelilik te- nu verir gibi oluyor. Bir anda ken- orisi ve kuantum fiziği mevzuları ortalarda pek yokken bunu ya- dimi yeniden Zaman Makinesi’nin zan adama “Valla bravo, adam yazmış ağbi” diyor hem de nele- kabininde buluyorum. Kabin es- re öncül olduğunu düşünmeye çalışıyorum. Şüphesiz belli yön- ki, terk edilmiş bir müzeye dönüşü- leriyle körlemesine bir çaba bu. Yukarıdaki soğuk esprim gibi yor. Wells’in Zaman Yolcusu el edi- anakronik ya da saçma şeylere girmeyeceğim ama bilimkurgu yor oradan. Bana mı el kol yapıyon tarihinde yeri yadsınamaz bu eserin hızlı bir okumayla bile göze lan, gibisine dikleniyorum. Oralı ol- gelenler ışığında, nelere ilham vermiş olabileceğine dair bir fi- muyor, tahminim bulaşmak istemi- kir jimnastiği yapmaktan da kendimi alamayacağım. yor. Kurguya böyle böyle girmiş bu- Meselâ, romanın gazeteci karakteri Hettie Potter’ın isminin lunuyorum... Rowling’e o ünlü serisine Harry Potter ismini vermesinde etkili olup olmadığı merakı gibi. Hatta bu basit bile kalır. Wells’in duru *** Şimdi romana dair spoylır ver- ama ihtişamlı üslubunun Otostopçu- meden kısaca özet geçeyim. Dayının nun Galaksi Rehberi’nin yazarı Geor- biri, biz ona romandaki gibi Zaman ge Adams’a bıraktığı dil mirası pe- Yolcusu diyeceğiz, bir zaman ma- şine düşülmeye değer bir konu de- kinesi yapar ve -hay elinin ayârını... ğil mi? dedirtircesine- 802701 (Sekiz yüz iki bin yedi yüz bir) yılına gider. Ora- Boyna geçirilen çiçeklerden bir da, Eloiler ve Morlock’lar olarak in- zincir imgesi örneğin... Böyle bir sanlığın iki temel ırka ayrıldığını görür. Önce Eloiler, yeraltı fab- sahne az buçuk TV izleyen herke- rikalarında Morlock’ları köle gibi çalıştırarak yukarda şen şak- se tanıdık gelmiyor mu? Roman- rak bir medeniyet kurarlar. Sonra, artık çalışma ve gelişime ih- da da geleceğe giden ve medeni- tiyaç duymadıkları için vücutları küçülür ve savunmasızlaşırlar. yetin çöküşünü gözlemleyen Za- man Yolcusu’na yeryüzü insanla- rı (Eloiler) boynuna çiçeklerden bir zincir geçirerek sevecenlik göste- rir. Bu klişenin başlangıcı bu kitap mı yoksa bunun da öncülü var mı? Merak ediyorum. Huxley’di, Darwin’di derken (babadan oğula nesil bunlar!) kita- bın adının ilk vaatlerinden ne denli başka olduğunu da keşfediyorum. Zaman Makinesi adında bir kitap getirin gözünüzün önüne. Ne bile- yim, pekâlâ bir makinenin kullan- ma kılavuzu da bu adda olabilirdi. Karşımda bir teknik el kitabı falan değil sağlam bir zekânın ürünü iyi bir roman görüyorum. Hem de içinde birçok bilimkur- guya ilham olduğunu düşündürecek cümlelerle...
Romanın bir yerinde Zaman Yolcusu, yeraltı insanlarını Ta y f u n Ç e l i k bir çeşit “insan-örümceğe” benzetiyor. Bu cümlenin o bilindik Örümcek Adam efsânesine katkısı olup olmadığını düşünüyo- Bir varmış… Hatta bir bile yokmuş kimi zaman. rum. 1962 yazında Amazing Fantasy dergisinde Örümcek Adam Allah’ın kulu çokmuş çok olmasına ama kul olduğunu karakterini yaratan Stan Lee ve Steve Ditko’yu arayıp sorasım var ama, tee Amariga’ya kontür çok gider, düşüncesi beni vaz bilen de varmış, bilmeyen de… Üstelik konuşmak geçiriyor. maharetmiş gibi başa gelen her ne varsa İnsanların yeraltı (çalışanlar) yerüstü (efendiler) olarak bö- suskunlardan bilinir olmuş. Eski oda içindeki cinlerin lünüşüne dair cümleler de Metropolis filmini akla getiriyor. Aca- dahi haberi yokmuş da, her ne olduysa, muhtar ba 1927 yapımı bu Alman sessiz filminin senaryosu yazılırken babamın bütün köyü kafasının içinde tıngır mıngır Lang ve eşi Von Harbou’ya şu cümleler etki etmiş olabilir miy- sallamasından olmuş. di: “Günışığı ırkının konforu için gerekli olan işlerin, bu suni Ye- raltı Dünyası’nda yapıldığını farz etmekten daha doğal ne olabi- Satın almak için: lir?” (s.86.) idefix.com / babil.com / kitapyurdu.com Ya da Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehbe- tunkitap.com /tunkitap hikaye ri serisinde yer alan o zekâ fışkıran fikre “Evrenin Sonundaki /tunkitap Restoran”a şu cümle bir kışkırtıcı etki yaratmış olamaz mı: “... /tunkitap yaşlı dünyanın hayatının çöküşünü seyrederek yolculuğuma de- vam ettim.” (s.130.) Evrenin Sonundaki Restoran, bir yer bildi- rimi gibi dursa da aslında bir zaman bildirir. Adams’ın eserinde evrenin sonlanmak üzere olduğu güne zaman yolculuğu yapıp, yemeğinizi yerken bir taraftan evrenin yok oluşunu izliyor; işlem tamamlanmadan da kendi zamanınıza geri dönüyorsunuz. Zeki- ce. Belki de Adams, Wells’in söz konusu cümlesini okurken bir anda karnının acıktığını fark etti ve birden bu fikir zihninde çak- tı, olamaz mı? Aslında Wells gibi bir öncünün bu romanını alıp, “Aşk- ı Memnu’nun kitabı çıkmış!” fehvasınca, Hollywood filmlerine gönderme yapan fırıldak bir yazarın kötü bir romanı olarak ters- ten okumak da çok eğlenceli olabilirdi. Lâkin, eldeki imkânlarla bunu şimdilik yapamıyorum. Yeni gelin gibi “yerim dar” demek âdetim değildir ama bu aralar âdetlerim pek bi düzensiz. Romanın üslup kalitesine değinmek gerekirse, oldukça şi- irsel bulduğum şu cümleyi örnek vererek yetineyim: “Bir Akıl Çağı’nın kadim mezarı başlangıçta beni o kadar şaşırtmıştı ki sunduğu olasılıklar dikkatimi hiç çekmedi.” (s.108.) Eleştiri olarak da çok şey var aklımda elbet ama on birin- ci bölümün kurguda yerine tam oturmadığını belirtmek yeter- li olabilir. Ek olarak itiraz ettiğim bir noktaya değineyim. Kitapta, mutlak medeniyete ulaşmanın sanatı ve gelişimi öldüreceğine dair leit motiv’i oldukça tehlikeli buldum. İnsanları mevcut para- sal sistemin içinde kalmaya ve mutlak gelişime karşı olumsuz düşünmeye sevk eder mi, endişesini yaşatıyor çünkü. Bana göre, daha medenî ve gelişen bir dünya, insanların ar- tık çalışma ihtiyacı duymadığında gelişimin duracağı teorisine rağmen, mümkün. Misal, geçim derdi büyük oranda bitebilirse bir gün ve insanlar sanat, spor, oyun gibi şeylere daha çok vakit ayılabilirse, adım adım medeniyeti daha da yükseltebilirler gibi geliyor. Artık insanların geçim ve karın tokluğu için çalışmasına pek de öyle gerek kalmadığında odak noktalarını kaybedip geri- leyeceği fikrine katılmak istemiyorum, nedense. Tarih bu konuda benim konumumu “Olm sana soran mı oldu la? Te’allam ya...” şeklinde belirlemiş olabilir. Yine de demedi de demesinler, benden günah gitsin. Neyse, şairin de dediği gibi Orhan Veli’nin pek muteber sev- gilisini edebiyat tarihçileri bulsun. Zaman Makinesi’nin fiziksel varlığına dair tartışmalara cevabı ve kitabın bilimsel hataları- nı da Celal Şengör hoca bulsun. Ben kabine döner zamanı daha hızlı geçirmeye çalışırım. Bana ne! *Zaman Makinesi, H. G. Wells, Çev: Volkan Gürses, İthaki Yay, 5. Baskı, Mayıs 2017, İstanbul NOT: İlk zaman makinesi, günümüzden bir milyon yıl önce Afyon’da Di- mi tarafından icat edilmiş, Türk zaman yolcusu Arif Işık -her türlü halı, ki- lim, travel- tarafından gardrop olarak kullanılmasına karar verilmiştir. İlk denemede ‘deminden şimdiye’ gelen Dimi usta, bekleme süresinin uzatıl- ması hâlinde daha iyi sonuçlar vereceğini belirtmiştir. Eğer zaman makine- si kullanacaksanız, yerli üretimi tercih ediniz. (Arog filminde bu sahneyi çe- ken Cem Yılmaz’a ve güzel oyunculuğu için Özkan Uğur’a saygılar!)
IB 13 Mart ‘17 kitabında “kendinizi temize çekmeyin” buyurmuyor mu? ugün işe gitmedim. Canım Yarım Hesaplaşmakla suçlamak arasındaki fark; birey olmakla istemedi. Uykuyla uyanıklık olamamak arasındaki arasındaki o yarı bilinç anında aldım bu kararı: bugün işe gitmeyeceğim. Bırakılmış Bir mesafeyle aynı: Kendimizle Gerçekten hasta olduğum Günlüğün İlk hesaplaşabildiğimiz ya da aralıksız yağan ölçüde bireyiz, Tanrı’yı ve kar nedeniyle evden çıkamadığım günleri kalabalıkları suçladığımız saymazsak on üç yıllık iş ölçüde bir sürünün hayatım süresince ilk kez parçası. Kendini suçlamak, kendini hesaba çekmek böyle bir şey yapıyorum. Sayfası bizim gibi ailenin, Yine de çok geç mahallenin, kalabalıkların yâni “başkalarının” çok uyandığım söylenemez. kuvvetli olduğu toplumlarda Saat 10.30’du. Kalktım. Dolapta bir şey yok. Evvelâ Ömer Faruk K. çok güç. Oda o kadar kalabalık berbere gittim, iki haftalık ki aynayı göremiyoruz. sakalımdan kurtuldum, Aynanın farkına varsak gençleşip efendileştim. Kendimi bile kendimize karşı ne kadar iyi hissettiriyor, tıraş sonrasında âdil ve dürüst olabiliriz? “Güliver temizlenmiş yüzüme bakmak aynada. Sonra kompleksi” diyor Cemil Meriç: İnsanın ekmek ve kahvaltılık bir şeyler aldım. Sucuklu yumurta mağdur numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine ve portakal suyu iyi geldi. kapılmadan “gerçek hüviyetini” tespit edebilmesi… Biraz belgesel seyrettim, yakın Türkiye tarihine dair. Ne mümkün? Kişi kendisini hiçbir zaman doğru bir Tanıkları dinlerken düşündüm: Olanların üzerinden uzun şekilde tartamaz: Ya olduğundan daha büyük görür zaman geçince herkes nasıl da daha yumuşak, daha ya olduğundan daha küçük! Eskilere göre ilim âlemi anlayışlı, daha kibar konuşuyor. Bugünlerin de üzerinden bilmektir, irfan kendini; âlemi bilmemek cehâlet, kendini yirmi otuz sene mi geçmeli? bilmemek gaflet… Birey olmanın ve dindarlığın sınırları Sıkıldım. Biraz okumak istedim. Demir Özlü’nün “Paris “günahkârım” demekle başlıyor sanırım. Yağmur çiseliyor. Hava kapalı. Huzurluyum. Tam Günleri” adlı ince kitabını karıştırdım. Sartre’ın, Camus’un sevdiğim, tam istediğim gibi. İşyerinde sıkılmış çalışırken oturup tartıştıkları kafelerde -mesela Cafe de Flore’da- aklımın bir yanıyla “Şimdi evde olsam, yatağıma uzanıp oturmak, hırsla kâğıda kaleme gömülmüş notlar tutan kalabalığa katılmak isteği duydum. Geçen yaz yaptığım gibi… Ah Paris… Paris: Türk aydının kıblesi. Bu günlüğü, Demir Özlü’nün notlarını okuyunca bugün tutmaya başladım. Hilmi Yavuz’un “Geçmiş Yaz Defterleri”ni, Cemil Meriç’in “Jurnal”lerini ya da Oğuz Atay’ın “Günlük”ünü de okudukça, “ben de böyle notlar tutmalıyım” diyordum zaman zaman. İnsan geçmişi çabucak unutan, akıp giden zaman içinde değişen düşüncelerini hatırlamayarak bugününe göre “yeni bir geçmiş” yazan, geçmişi “eğip büken” bir varlık. Değişmemişizdir biz! Bugün ne düşünüyor ne hissediyorsak dün de tıpkı böyle düşünüp hissetmişizdir. Bu notlar neye yarayacak? Beş sene, on sene sonra “otuz yaşındaki hâlimi” daha doğru, daha gerçekçi değerlendirmeye mi? Öyleyse bu sabah sucuklu yumurta yediğimi neden yazdım? Kırk yaşıma geldiğimde, 13 Mart 2017 sabahı sucuklu yumurta yemiş olmak neden ilgilendirsin beni? Bir gün sucuklu yumurtadan nefret etmediğim sürece… Ancak o zaman, “Ben zaten sucuklu yumurta hiç sevmezdim” diyemeyeceğim. “A bak, o zamanlar ne de severmişim” diyebilirim. Kendimizle hesaplaşmaktan kaçınıyoruz. Aydınlanmanın tanımını yapan Kant’a göre aydınlanmış bir bilince ulaşmak “İnsanın kendi kabahati yüzünden içine düşmüş olduğu durumdan kurtulup rüştünü ispat etmesi” ile mümkündür. Yâni aklını, muhakeme, eleştirme, değerlendirme yeteneğini kullanmasıyla… Tanrı bile
saatlerce okusam, sonra biraz volta SAHİ BİZ KİMİZ? Mustafa Yiğit atıp yazsam,” diye hayaller kurardım. Şimdi evdeyim. Hayalini kurduğumuz Ayarsız’ın geçen ayki sayısında kaleme aldığım yazı üzerine pek çok yorum fırsatlar elimize geçince kıymetini geldi. Bu yorumların bazıları da hatırlatma niteliğindeydi. Bizim kuşağın ki- biliyor muyuz? şisel tarihinde oldukça mühim yeri olan bir hatırlatmaydı bu. “Kesin İnançlılar” meselesine dönmeyecektim ancak tarihe not düşmek adına “Her sabah parlak işler tasarlar, bu kitabın bizim kuşağın kişisel tarihindeki yerinden bahsetmeden geçmek iste- gün boyu budalalık ederim.” demiş, medim. Eric Hoffer’in bu çarpıcı eserini bizim kuşakla tanıştıran merhum Başbuğ insan haklarının ve özgürlüklerin Türkeş’tir. 80 sonrasının ilk “Özel Eğitim Grubu”, Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nin o yılmaz savunucusu Voltaire. Ben zamanki adresinde -Menekşe Sokak 10/A- başlamış ve üniversitelerden seçilen Ül- de böyleyim. İşe giderken, şirkette kücü gençler Başbuğ’un tedrisatından geçmişti. Başbuğ rahmet-i Rahman’a ka- çalışırken veya arkadaşlarla vuşuncaya kadar devam eden bu eğitim faaliyeti Ülkücü gençler için oldukça ufuk buluşmuşken aklıma gelen bütün açıcıydı. Bu derslerde sâdece Eric Hoffer’in kitabı değil, Mehmet Arif Bey’in “Başı- o tuhaf düşüncelerden, süslü mıza Gelenler”i, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Çağlayanlar”ı, Falih Rıfkı Atay’ın cümlelerden, eve döndüğümde eser “Çankaya”sı, Cahiz’in “Fazületü’l Etrak”ı, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan kalmıyor. Hayatın içinde, gündelik Adam”ı da ayrıntılı olarak işlenirdi. dertlerimizle meşgulken ne de çok anlatacak hikâyem, meselem “Kesin İnançlılar, Kitlelerin Anatomisi” eserini Başbuğ Türkeş gençlere, kesin varmış gibi geliyor. Gece masama inançlı olmasın, “kitle” değil “millet” şuuru ile hareket etsin saikiyle anlatırdı. İş- oturduğumda aldığım notlar, te o kuşak en azından okuduğu bu kitaplarla, aldığı bu öğütlerle millet olma şuu- sabahleyin daha farklı görünüyor ru üzerine düşünmüş, kendisini geliştirmiş, çoğu defa da bu şuurla hareket etme gözüme; gerçekçi değil yapmacık… alışkanlığını davranışlarına yansıtarak pek çok siyasal, toplumsal olayda sorgula- Taklit edilmiş ve çocuksu… Ama yan ancak vatanperver, şüpheci ancak milliyetçi bir damarın neşet etmesini sağ- yine de kitaplar içinde bin sene lamışlardır. böylece yaşayabilirim. Bütün gün okuyup yazarak… Kulesine kapanan Ancak şöyle bir gerçeklik de apaçık bir şekilde karşımızda durmaktadır. Bugün Montaigne’e imreniyorum. Onun bizler Türk toplumunun hâlâ bir “millet” gibi değil de “kitle” psikolojisiyle hareket o rahatlığına… Ben de yapabilirim ettiğini üzülerek görüyoruz. Pek çok hâdisede milletleşme sürecini tamamlayamamış gibi geliyor. Onun gibi kırk yaşına bir kabile, hatta etnik kütle refleksiyle hareket ediyor bu toplum. Öyle ki, adı Türkiye yaklaşınca işimden gücümden istifa olan bu ülkede sözlerinin içinde “Türk” geçen ve Türklük şuurunu yansıtan “Andımız”ın okullarda edip odama, kitaplarıma ve yazmaya okunup okunmayacağının tartışıldığına dahi şahitlik edebiliyoruz. çekilebilirim belki. Nasıl yaşamalı? Dolayısıyla şu soru daha da önemini kazanıyor: Biz bir kitle miyiz, yoksa millet mi? Özellikle Nasıl yaşamak istiyorum? Aradığım de son dönemde yaşadığımız kimi olaylar karşısında verdiğimiz refleksler hangisine daha yakın ol- yanıtları Montaigne veriyor bana: duğumuzu gösteriyor? Kitaplar arasında… Ilımlı, rahat ve Bakın bu konuda kafa yormuş adamlar ne diyor: Kalabalık, yığın anlamındaki kitle kelimesi keyfince. basit ve sıradan anlamıyla ırkları, meslekleri, cinsiyetleri ve kendilerini bir araya toplayan tesadüf her ne olursa olsun, rastgele bireyler topluluğunu ifâde etmektedir. Kitle; aralarında bir bağ, daya- Neden sonra, çalışmak ve nışma ve organizasyon bulunmayan, birbirinden farklılaştırılmış büyük sosyal küme ya da toplu- sabahları kalkıp işe gitmek, şirketteki luklardır. ilişkiler, akşamları yorgun argın eve Bu işe kafa yormuş adamlardan biri olan Denis McQuail ise kitleyi; üyelerin birbirini tanımadı- dönmek, karıma sarılmak, beraberce ğı, dolayısıyla fazlasıyla dağınık, belli eylemler için bilinçli olarak bir araya gelerek eylemde bulun- yemeğe oturmak daha bir sıcak sanki. ma yeteneğinden yoksun insan topluluğu olarak tanımlıyor. Yaşamak… Herkes gibi sade, basit Baudrillard’a göre de kitle; toplumsalın içinde kaybolduğu bir kara deliktir. Kitle; ne geçmiş- ve sıradan… Hayat ne? Kitaplarda te yazdıkları ne de gelecekte yazacakları bir tarihleri olan; özgünleştirilebilecek enerjileri ya da ye- yazanlar mı? Yoksa caddelerde, rine getirmek istedikleri arzuları olmayan; düşünsel olarak verilen tüm mesajları emen ve nötralize işyerlerinde milyonlarca insan eden özgün bir tepkisizliktir. Kitle, sahip olduğu toplumsal enerjiyi tüketebildiği ölçüde vardır. tarafından sabahtan akşama kadar Peki millet nedir? Millet tanımını da sanırım en veciz ifâdeyle Ziya Gökalp’de buluyoruz o mil- telaşla tekrar tekrar üretilen dinamik leti; “Dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yâni aynı terbiyeyi almış bir şey mi? Biraz sonra arabaya fertlerden meydana gelen bir topluluk.” şeklinde tanımlıyor. atlayıp karımı almaya gidecek Sâdece onun tanımında değil pek çok millet tanımında “Ortak duygu, ortak terbiye” unsurları- olmam, kitap okuyup yazı yazmaktan nın varlığını görürüz. Millet gerçekliği “ortaklık” duygusuyla birlikte varlığını sürdürüyor. çok daha canlı, çok daha “gerçek Bugün birilerinin sık sık tartışmaya açtığı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de milleti tarifinde: bir iş” gibi geliyor bana. Yazmak, “Zengin hâtıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda ortak arzu ve olurda samimi okumak, odaya kapanmak… İçimde olan, sahip olunan mirasın korunmasına beraber devam hususunda iradeleri ortak olan insanların iki insan yaşıyor. Bir, kalabalıklara birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet adı verilir.” diyor. karışıp şakalaşmak, sohbet etmek, Bunca yıldır yaşadığımız onca tartışmanın bir sonuca varmamasının sebebi bu olmasın? Sahi çalışmak isteyen yanım… Bir de odaya biz ne zamandır ortak bir acımız ya da sevincimiz için “ama”sız, “fakat”sız bir araya geldik, mey- kapanıp kitaplara gömülmek, akşama danları doldurduk? kadar okumak ve yazmak isteyen Ne zamandır yüksek seciyeli, yüksek kaliteli eserler ortaya koymadığımızı hiç düşündünüz mü? yanım… Hangi tarafa geçsem ötekini Bir millet olarak değil de şuursuz, amacı hedefi olmayan bir kitleye dönüştüğümüz, toplum- özlüyorum. “Kararsızlık” benim sallık enerjisini bu gibi pek çok tartışmanın içinde tükettiğimiz için mi ortaya hiçbir sağlıklı ürün hastalığım! koyamıyoruz? Her değeri metalaştıran bir hâl arz ettiğimiz, hatta artık geçmişten geleceğe uzanan bir de- ğerler silsilesiyle irtibatlı olmadığımız için mi medeniyet vetiresinde bir arpa boyu yol alamıyoruz? Bizler sahip olunan mirasın korunmasında ortak bir tavır geliştiremediğimiz için mi parça bö- lük bir hâldeyiz? “Bir şarkıyı bir topluluk aynı anda söyleyebiliyorsa onlar milletleşme sürecini başarıyla ta- mamlamıştır” diye bir söz vardır. Sorarım size biz aynı anda bırakın binlerce kişiyi üç beş kişi bile bir şarkının sözlerini sonuna kadar söyleyemez hâldeyken nasıl bir ortak şuur geliştireceğiz? Andımızın okullarda okutulması meselesinde yaşadığımız gerçeklik, sosyal medyada yaşanan tartışmalar sizce neye tekabül ediyor? Sahi biz kimiz? Baudrillard’ın kitlesi mi Gökalp’in milleti mi?
Hafta sonu izni gelmişti YALNIZ Yapacağı bir şey de yoktu. nihayet. Tatlı, bir o kadar İhtiyaçları epeyce birikmişti. Ne da buruk bir heyecanla yapabilirdi ki? Sessizce kenara dolabını açtı. En alt katına çekilip, arkasında bekleyenlere koyduğu sivil giysilerini yol verdi. Başını kaldırmadan çıkarmak için uzandı. Bal usul adımlarla yürümeye peteği nizamını andıran başladı. İlk işi tenha bir giysilerini bozmaya DEĞİLSİNİZ yer bulup, aylardır içinde kıyamıyordu. Anacığının, çoğalttığı garipliğini akıtmak evin ahşaplarını ovduğu olacaktı. beyaz sabun kokusuyla, pencere önüne dizdiği Bir adım, iki adım, üç… Sol tarafında kendisine iyice menekşe ve fesleğenlerin yaklaşan bir gölgeyi hissetti, rüzgâra kendini bırakarak sonra da sol eline bir şeyler eve yaydığı kokuyu ruhunda hissetti. Sonra, kar gibi beyaz Serap Kılınçoğlu iliştiren bir eli. Asker, ansızın durdu. Gözünü, gölgeden eline olsun diye kaynattığı çamaşırların çevirdi. O gördüğü el, askerin eline arınmışlık duygusunu anımsadı. para sıkıştırıyordu. Evet, gördüğü Giysilerin düzenini bozmaktan ziyade, doğruydu! Belli ki az önce askerin, hayalinde canlanan bu ânın kaybolmasından bankamatikten para çekemediğini görmüş ve endişeleniyordu. Giyeceği beyaz gömleğini eline aldı. onu, bu halde bırakmaya gönlü razı olmamıştı. Hiç Gözlerini kapadı ve uzun uzun kokladı. Gözünü açtığında tanımadığı ve muhtemel, bir daha hiç görmeyeceği orta gördüğü her şey dalgalanmaya başlamıştı. Etrafı yaşlı adam ile göz göze geldi. Kısacık bir an. Birbirlerine buğulandıran bu kez, gözyaşlarıydı. Gömleğinden önce baktılar. gurbetin kimsesizliğini giymişti sırtına. Gizliden gözlerini Bir türkü mırıldandı, unutulan ozanın yüce sevdasına ovuşturdu. ve kayıp sazına yaktı ağıtlarını. Tellerinde titreyen soğuk, Birkaç arkadaşı ile çarşıya kadar beraber yürüdü. gözyaşlarıyla ısınmaya başladı. Ağaçlara gizlenen ahir Hepsi de birikmiş ihtiyaçlarını gidereceklerdi. Çarşı zaman kuşları da katıldı türkülere. Kanadından sunduğu görününce birer birer dağıldılar. Kimi bir dükkâna, tüyü aldı ve göğün mavi hokkasına daldırıp şiirler kimi bankaya, kimi ise postaneye koşuşturdu. Kendisi yazmaya başladı bozkırların bozulmamış topraklarına. de birikmiş ihtiyaçlarını almadan önce memleketten Yalın ayak yürüdükçe toprağında, duyguları yalınlaştı. gönderilecek parayı çekmesi gerekiyordu. Bankaların Cüceleşen merhametler, tekrar büyümeye başladı. Toprak olduğu caddeye doğru yürümeye başladı. Ailesinin parayı cömert, toprak sâdık; toprak dingin ve olabildiğince göndermek için nasıl çabaladıklarını, nelerden kısıp âsûde. Betonlarla beraber devleşen kibrimizin de hesabı da kendisine göndermek için biriktirdiklerini aklından elbet kesilecekti bir gün. geçiriyordu. El, emaneti bırakıyor veya emanet, el değiştiriyordu. Tüm kâinatın üstüne doğan Bir türkü Asker, gözleriyle sonsuz minnetini sundu. Parayı Güneş, her daim bedenini ısıtırken nasıl oluyor da şimdi verenin, elini sıkıp teşekkür edercesine, ciğerlerine kadar kavurabiliyordu? mırıldandı, unutulan ozanın parayı elinde sıkıyordu. Denizlerin, dağların, ovaların yüce sevdasına ve kayıp sazına binbir kokusunu eteğinde Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu dünyayı toplayıp başımızdan aşağı yaktı ağıtlarını. Tellerinde titreyen savuran rüzgâr, niçin birden soğuk, gözyaşlarıyla ısınmaya saldı geceye. Gece, gergefe gerilmiş ayaza çalıyordu? Yürürken de başladı. Ağaçlara gizlenen ahir atlas; merhametin elinde gümüş iğnesi. bunları düşünüyordu. Ne de Yıldızların can evine, sedeften çiçekleri çabuk varmıştı gideceği yere. zaman kuşları da katıldı türkülere. işlerdi hep. Bir süre geride kalan ruhunu Kanadından sunduğu tüyü aldı ve göğün mavi hokkasına daldırıp An bitiyordu ve gözler birbirinden şiirler yazmaya başladı bozkırların uzaklaşıyordu. Her iki taraf da kısır kelimelere yer vermiyordu bu lahzada. bozulmamış topraklarına. Gümrah akan nehrin başında dinlendiler bekledi. Bankanın önündeydi. bir müddet. Suya inen ceylanın ürkekliğini Banka kartını elinde tutarak sıraya izleyip cahil cesaretini de nehre bıraktı. İki girdi. Sabırsızlanıyordu. Beklerken, önce sağ ayağını büklüm olmuş sırtında tarifsiz hafifliği hissetti. Issız yerden hafifçe kaldırıyor sonra onu indirip, sol ayağını bıraktığı yaylalara çıktı oradan. Artık iş görmeyen kaldırıyordu. Birazdan sıra kendisine gelecek, ailesinin kirmenlerde tekrar eğirdi, iplik iplik dağılan dimağını. gönderdiği parayı alacaktı. Yalnızlığı bir olan insanlardı onlar. Güruhun Sonunda sıra, kendisine gelmişti. Kartı yuvasına yalnızlığından sıyrılmış kalabalıklardı. Bunlar teselli yerleştirdi, hızlıca düğmelere bastı. Gözleri, ekranda değildi. Zira, teselli bol miktarda yalan içerirdi. Öznesi dondu kaldı. Oracıkta ufalıp toz duman olduğunu sandı. gerçek, özü gerçek; öznesinde o, özünde yine o. Acele ettiği için yanlışlık yaptığını düşünüp kartı aldı ve Gün bitiyor, izin süresi doluyordu. Asker, ihtiyacı olanı aynı işleri tekrarladı. Göz ucuyla da arkasında bekleşenleri almıştı zaten. Çarşı gezmeye ne hacet vardı! Yüzünde, kolluyordu. Sonuç değişmedi, hesabında para yoktu. tebessümün sıcacık yansıması. Birliğine doğru yol aldı.
SOLAK Anıl İbrahim Bakırcı Geç kalanlar bu söz için sevinirse Bir müfakat bir raks bir sevinç bir şapkalı a Solakların azınlığı değil İlkokul öğretmenim Solaklığın yalnızlığı adına Ne için gecikebilirim? Ses bağışlanmalıdır. Sev...İş...Mek... İki elin sesi midir Sayıklamadan kurduğum cümle bu Bak bunca zaman çırptım da Beni savaşırken görsünler istemezdim Duydum bu sesi Dünyadan rahatsızım diyenlerin Arkasındaki yastıkları düzeltin Ellerimi çırptım da bir defa dinledim İki kez ağladığımı bir çırpınışta Ölümün karşısında biraz çapraz Ölmekle bakılmış hayatıma bir defa Boğaz’a karşı masa Küçüktüm Biraz çapraz hafif meşrep Farkında değildim beni yoran yazının Kibar kalamayan madamlar Kara yazının,çiziklerin fon çiziklerin Fal taşı gözleri ikbal ile kesişerek El değiştirip de sayfada solduğunu Öpmedi mi onlar kimi öptülerse Yüzlerini görenlerin ve her ilahiyatta Rujum kan rengi mümkün hakikatin Cihan Harbi ve tırnak kesiği Mahmur kaldığını benim sabahımda Kamerin güneşten çok bedel istediğini de Maça devam Hakikate ben öğrettim Taşın icadı Doğmakla a’ma kalanların hevesini Taşın kale direği olması Dudak payı ile tattım bunlar neymiş Ama tektaş niçin evin direği olmasın Ben ve hakikatin iki kişi basıldığını Taşın kavga sebebi olması Kundağın iki defa soluduğunu Meşin yuvarlak altından üstünden sağından solundan Efsane bu Ellerimi çırptım da bir defa dinledim Solunda, solaklığımla iman ederdim İki kez ağladığımı bir çırpınışta Allah’a iman ederdim dünya Alkışladım doğumu ve vahdet birliğini tamamladı Babasını çağırsa korkmazdım Sonra Almanya Korkma dünya baba tokadı yemeden Zordu, küçüktüm ne de olsa zaman Acıkılır iktisat şahlanır İdrakin aksini ispat ederdi İş bu ekonomi politikası çocuk suratı pancar tarlası Onu övmemi beklerdi geç git diye yalvarıyor olmamı Mütevazı sayılsa da iskeletim Solakların sizi Küçüklüğümü almıyordu yaş aralığı kefenin Salak bildiğini inkar etmeyeceğim Morga torpil gerekti Nefy’e bir kuluçka durulma biraz Tarih ve paça kirlendi. Çünkü Durdum durarak duraklı şiirin tüm imkanlarıyla Esirlerin beklediği günü Bugün biraz dünyalık aldım nefes hatta biraz selam Dünde bırakarak Ne aldımsa insandan ne duydumsa Siyah saçları varsa da insanın Harfler sarıklarından edilirken Taramadan rüzgara neler verebileceğini Şu sevgili günlük Türkçesi Savrulmayı bekleyen yaprakların hiç de savrulmadıklarını Alfabe tüm sesleri bir iç cepte bastı Düştüklerinde öğrendim Bak evladım buna aruz derler Baktım dizlerim kanıyormuş Bak evladım buna arzu derler Baktım dişlerim çoğalmış Aaa... Sarıklı â durağan Baktım dilimin kemiğini insanlığa atmışım Bacaklar kısalır, dikişler uzar Kalsa da biraz sükut ikrardan değil Sadalar, sedalar, sesler Biraz takat Sesler sedalar, sabahlar Biraz ekmek Solaktım çarpışırdım Kuru ekmek acı soda taze koku son dilek Kimin sağında kalsam onunla Başımı göğe diktiğim rakip Omzu omza Başımı uzattığım kütük Ne talihsiz Big Bang diyor sorduğunda. Şöyle yaslandığım sedir Sol elle caiz olan yiyip içmenin Bir gün diyebilecek miyiz Tek resmî geçitidir Başkaldıran yüzyılı sıhhatinden etmek Sol elde tütün sağ elimde seyir Başımı eğmek için Müziğin göbek bağımı eşelediği yeri bana şiir gösterir Başımı eğmek Yalnızlık dediğin nedir ki Sen hakikatsin felsefeyi terk et Bu iç savaş bu iç şiir Bayraklar katlanmaktan kırış kırış Kırış kırıştır dalgalanmaktan Vatanımda karış karış Kuruş izi her evde var.
“KÖK BÖRÜ” Filmini sürüyor… Ancak bu şiddetin kuralsızlığa dönüşüp, oyunun mert- Seyrettiniz mi? çe sürdürülmesine gölge düşürmemesi için hakemler hem saha içinde hem saha dışında görev yapıyor. Oyuncular da, çocukluk- Erkan Çakıcı tan beri, bu oyunun gerektirdiği mertlik ve yiğitlik değerleriyle yetişiyor, aksi bir davranış hoş karşılanmıyor. Merakla beklediğim “Kökbörü” filmi, Kırgızistan’da Eylül ayında gösterime girdi ve ilgiyle izlenmeye devam edi- Sâdece Kırgız ya da Kazak sineması, sâdece Kökbörü oyu- yor. “Annemi Arıyorum”, “Selam New York”, “Bişkek Se- nunun tanıtılması açısından değil, Türk Dünyası’nın sinema ala- ni Seviyorum” gibi filmlere imza atan Kırgız yönetmen Ruslan nındaki bütünlüğü açısından da bu filmle birlikte son derece mü- Akun yönettiği film, Kırgız-Kazak ortak yapımı. Ünlü isimlere ilk him bir adım atıldı. Film bu açıdan son derece ilham verici… Böy- kez bir filmde rol alan halkın içinden yüzler ve gerçek “Kökbörü le oyunların, geleneklerin ve değerlerin yeni nesillere aktarımın- oyuncuları” eşlik ediyor. Açıkçası filme kurgu, çekim ve oyuncu- da sanatın ve bu film özelinde sinemanın önemi bir kere daha luk kalitesi bağlamında yüksek beklentilerle gitmemiştim. Ama anlaşıldı. Türk sineması; yönetmenleri, yapımcıları, senaristleri film ilerledikçe çekim tekniği ve kalitesiyle beni şaşırttı. Kur- ve oyuncularıyla yönünü Türk Dünyası’nın ortak mirasına çevir- gu olarak da gâyet iyiydi. Oyuncular, filmin konusu itibarıyla ge- melidir. Ortak projeler geliştirilmelidir. Bunu düşünen yönetmen- rekli olan doğallığı, hikâyenin içinde başarılı bir şekilde taşımış- lerimiz az da olsa elbette var ama ortak projeler yönünde adım- lar, yâni filmde ata binmeyi öğrenmiş “aktörleri” değil, “Kökbörü lar çok az… oyuncularını” seyrediyoruz. Çekim, kurgu ve oyunculuk gibi hu- suslar eğer başarısızsa çok iyi seçilmiş bir tema harcanabilir ya Filme dönelim… da kötü seçilmiş bir tema bu unsurların başarısıyla çok güzel iş- Filmin başkahramanı “Maksat”, çocukluğundan beri Kökbörü lenebilir. Ayrıca bu tarz filmler için en büyük risk, ilk kez ele alı- ile ilgilenen çok başarılı bir oyuncudur. Oynadığı takım olan “Ja- nan bir “temayı” seçmeleridir; başarılı ya da başarısız olmaları lın”, Kökbörü oyununda yıllardan beri şampiyonluklarıyla nâm pamuk ipliğine bağlıdır. Sinema tarihinde ilk kez Kökbörü oyunu salmıştır. Bu takımın sahibi, aynı zamanda “gayrimeşru” işleriy- tema olarak seçilirken bunun farkında olan Ruslan Akun, tekno- le de bilinen bir adamdır. Bir oyunda Maksat’ın atı ağır yaralanır lojiyi abartıya kaçmadan kullanarak ve ayrıntılara titizlik göste- ancak takımın sahibi atın yaralanmasına aldırmadan Maksat’ın rerek bu riski iyi yönetmiş. Neticede Kökbörü filmi, tüm risklere oyuna devam etmesini ister, Maksat buna karşı gelir, çünkü at rağmen, oyunun dünyaya tanıtılması için son derece kaliteli bir acı çekiyordur. Maçtan sonra takımın sahibi, Maksat’ın karşı çık- yapım olmuş. Filmin müzikleri de çok başarılı ve Kökbörü’nün masına rağmen atı öldürtür ve Maksat takımdan ayrılır. Film as- ruhunu son derece güzel yansıtıyor. lında bundan sonra, Maksat’ın köyüne dönmesi, köyün sorunla- rıyla ilgili yapılan bir toplantıda bir Kökbörü takımının kurulma- Kökbörü oyunu, 10’ar yahut 12’şerden müteşekkil iki ta- sına karar verilmesiyle başlıyor. Bu noktalarda, yapılan gönder- kımın, başı ve kolları kesilmiş, 40 ile 60 kilo arasında bir ağır- meler çok iyiydi ve gerçekçiydi. Meselâ Çinliler bu köyün bazı lığı olan oğlağı, sahadaki, “kazan” olarak tabir edilen, iki ku- arazilerini satın almak istiyorlar, buna karşı çıkanlar da destek- yuya ulaştırma ve içine bırakma mücadelesidir. leyenler de oluyor. Kökbörü takımının kurulma fikri de bu tar- Kökbörü’nün vazgeçilmezi olan atlar özel olarak ye- tışma esnasında çıkıyor; ihtiyaç duyulan para Kökbörü takımı- tiştiriliyor ve böylece hem sahadaki mücadeleye nın başarılı olmasıyla kazanılabilir… Bu noktada filmin mizah do- hem de binicisiyle ve takımıyla bir bütün olmaya lu karakteri ve kurulan Kökbörü takımı “Amanat”ın da oyuncusu alışıyorlar. Atlar binicileri kadar önemli, çünkü olan “köyün öğretmeni” ayağa kalkıyor; “Kökbörü takımı kuralım, bu oyunda biniciler kadar atların da güç, sez- tamam ama lütfen… Bu bir Amerikan filmi değil, bir takım kurul- gi ve hız sahibi olması gerekiyor. Oyunun fel- sun, ağır çekimle atın üstündeki oyuncular koşması görünsün, sefesinde “birlik, disiplin ve birlikte hare- takım finale kadar çıksın, şampiyon olsun, herkes mutlu olsun… ket etmek” var. Bireysel başarının olmadığı Bu Amerikan filmlerinde olur, gerçekçi olalım lütfen…” diyor. Ay- bu Kökbörü, geleneksel Türk savaş oyun- nı öğretmen karakteri filmin içinde Amerikan filmlerine başka larından biri. Hâliyle atların kişneme- göndermeler de yapıyor. Meselâ maç öncesinde herkes atın üs- si ve tozu dumana katması, oyuncula- tündeyken, takımı çalıştıran Maksat’ın babasına; “Bayke, bize rın haykırışları, iki takım oyuncuları- maç öncesi bir konuşma yapamayacak mısın? Hani Amerikan nın atlarını birbirlerine sürüp engel- lemeleri, çarpışmaları, düşmeleri filmlerinde öyle olur ya…” diyor, çalıştırıcı ise “Ne konuş- gayet doğal… Bu bir savaş oyunu; ması, çıkın ve savaşın” mealinde bir cümle söyleyip gidi- şiddet bu oyunun içinde. Binici- yor. Bir diğer gönderme de Kırgızca ile ilgiliydi… Film- nin düşüp bir yerlerini kırması, de Prag’da yaşayan ve gazetecilik yapan bir Kırgız kaşının başının yarılması ya da kızı, Kökbörü oyunuyla ilgili bir makale yaz- atın sakatlanması bu oyunun için- mak için turnuvaya geliyor ve kendi köyü- de olağan durumlar. Düşünün, oyun- nün takımı olan Amanat’ın oyuncula- cusunuz, yerdeki 40-60 kiloluk oğlağı atın rı ile tanışıyor. Takımda oyuncu- üstündeyken kaldırıyorsunuz, sonra oğlağı atınız- lardan biri Rus, kız Kırgızca- la ayağınız arasına sıkıştırıp, ağzınızla atın kemendini yı ana dili olarak anlıyor ama tutup, bir elinizde oğlak bir elinizde kamçı at üstünde hız- sâdece Rusça konuşuyor, takı- lıca “kazana” ulaşmaya çalışıyorsunuz… Bu esnada rakip takı- mın hocası ise Rus oyuncuyu kı- mın oyuncuları da aynı süratle sizi engellemek için üzerinize at za tanıştırırken önce adını söyle- yip sonra da “O Rusçayı pek bilmi- yor” diyor. Yâni filmde hem Amerikan filmlerine hem Çin’in Kırgızistan’da top- rak satın alma isteğine hem de Kırgızca- ya ve Rusçaya dair göndermeler var… Ayrıca Kökbörü oyununun mertlerin oyunu olduğuna ve “filmin kötü adamı” olan “Jalın takımının sahi- bi” gibi tipler tarafından kirletilmemesi gerektiği- ne dair göndermeler de çok sıkı ve yerinde. Bu kadar yeter, daha fazla filmi anlatmayalım, seyredin, bence siz de seveceksiniz ve başarılı bulacaksınız.
Yaratmak... Evet denemelerim olmuş- Seksen Altı ta etmiş.” tu ve hiç de fena sayılmazdım. On iki Saniye “Sen şuna kısaca testosteron ve yaşımda Dünya’nın çok kalabalık ol- duğuna karar verip kendi dünyamı yarat- östrojenin ezeli karşılaşması dese- ma çabalarım sonucunda çıkmıştı: Geze- ne. Sırıtma! Romantik ya da erotik bir gen 2333. (Biraz geç bir fark ediş olması- hâlden bahsetmiyorum. Daha kanlı, nın sebebi, annemin obsesif derecede ti- kinli, elemli bir konudan bahsim. Her tiz olması ve Dünya’yı temizleyemeyece- artış her zaman sağlıklı sonuçlar do- ğurmuyor tabiî.” ğine karar verip çözüm olarak da evden “Sırıtmadım, dişime maydanoz dışarı pek çıkarmamasıydı.) Sürüngen Meltem Gökten kaçmıştı onu çıkarmakla meşguldüm. Aşağı- yok, böcek yok, güneş yok, en önemli- dan bakınca sana öyle gelmiş.” si de insan yok. Gitmek için Apollo 1’e Peyami Safa, ‘Cingöz Recai’yi yaratmadan ön- de ihtiyacım yok. Hayal gücüm Apol- ce M.G. ile karşılaşmış olmalı, gözünden hiçbir şey lo 11’in aksamından kompleks. Gözlerimi kapattığım her an orda- kaçmıyor bu bücürün. yım. M.G. ile karşılaşmam da yirmi yıl sonra gezegenime uğramaya 46-45-44-43-42-41-40... karar vermemle aynı ana tekâbül ediyor. Bilirsiniz, birinin karşısı- “Kabasın ama konumuz bu değil. Beni iyi dinle. Mesafeleri me- na çıkıp onunla karşılaşırsanız, ona da sizinle karşılaşmaktan baş- ridyen cinsinden hesap edemezsin, koşu bandında koşarak uzak- ka çıkar yol kalmaz. Sert bakışlı, kemiklerini bulmak için arkeolog laşamazsın ve James Joyce’ye kahve taşıyarak beş yüz kelimelik gerekecek kadar kilolu ve ancak cüceler gezegeninde uzun sayıla- cümleler oluşturamazsın.” cak kadar kısaydı. En önemli özelliği ise bütün yalnızlar kadar bil- “Yâni?” ge olmasıydı. “Yânisi; durman, gitmen ve kaçman gereken zamanları iyi ta- Doktorlar kalp yerine göğüs kafesimde saatli bomba taşıdığımı yin etmelisin. Aşk ve benzeri zımbırtıların amaca giden yoldaki ça- fark edip kaçık kalp ameliyatı yapmaya karar verdikleri gün geze- kıl taşları olduğunu bilip takılmamak için o topuklulardan kurtul- genimi ziyaret etmem gerektiğini düşündüm. Vaktiydi artık. Küçük- malısın. Söylesene ‘aşk’ kelimesi nerden geliyor biliyor musun?” ken ne zaman canım sıkılsa uğradığım gezegenim bakımsızlıktan “Kötü espriler yaptırma bana. Hayır, bilmiyorum.” ne hâldeydi kim bilir. Ayak basmamla M.G.’nin alnıma M14’ü daya- “Aşk kelimesi ‘aşeka’dan gelir, sarmaşık mânâsında. Nasıl ki ması arasında üç salise vardı. sarmaşık kuşattığı ağacın suyunu emip, onu soldurup zayıflatır- 86-85-84-83-82-81-80... sa hatta bazen kurutursa aşk da insanı böyle tüketebilir. Fakat bu “Sen de kimsin ufaklık?” yüzyıl için sahte kahramanlar yaratma çabası da denilebilir tabiî Fazlaca uzamış çalılar, kurumuş nehirler ve buna benzer dağı- kısaca.” nıklıklar bekliyordum ama bunların arasında silâhlı bir cü- “Biraz acımasız bir bakış açın yok mu? Kıçı yere yakın ce yoktu. olanların fena olduklarını destekler niteliktesin.” “Hayret! O kadar da aptal birine benzemi- “Sen nasıl açıklardın peki sevgili Polyanna? yorsun oysaki, tuhaf. Ne düşünüyordun ki? Pamuk şekerinin içine yanlışlıkla kaçmış Yirmi sene uğramadığın gezegeninin ilk çakıl taşı olarak mı?” günkü heyecanla seni bekleyeceğini 26-25-24-23-22-21-20... mi, komik olma. Zaman bir tek ger- Nasıl bir çıkmazdır ki bu, çek dünyada ilerlemiyor.” Dünya’dan kaçma sebebim bu- “Gelemedim; dünya büyük, rada da buldu beni. Bu galaksi- saat hızlı, kafam kalabalıktı ya de de rahat yok bana, belli oldu. da ona benzer şeyler işte. Sen Dünya’daki iç sesim Gezegen peki, sen nasıl buldun burayı?” 2333’de M.G. olarak karşıma “Başkasının hayal gü- çıkıyor, burayı terk edip başka cünden düştüm buraya, za- bir gezegene taşınsam orada man kayması diyelim. Neyse da B.S., S.B., B.K., Y.F. olarak ki Gezegen 2333’ün %95’ine bulacak belki de, kim bilir. Git- su koyduğun için yumuşak bir menin ya da kaçmanın tek çık- düşüş oldu. Yaratıcılığının kıt- mazı varsa o da kendini de ya- lığına bağlamadım merak et- nında taşıman, taşımak zorun- me, kıçımı kurtardı tembelliğin da olman. İyi de benim bilmedi- sonuçta.” ğim şeyleri nasıl bilebiliyor pe- “Şu silâhı indirir misin lütfen? ki bu M.G.? Tabiî ya! Her iç ses gi- Yangın merdiveninde kilitli kalmış bi benim çöplüğümü ya da bilimsel Hulk gibi hissettiriyor.” adıyla bilinçaltımı kullanarak. Kesinlik- “Pardon, takdir edersin ki her zaman le zekice... silâhımı deneyebileceğim insanlar gelmiyor “Ne yapmaya çalışıyorsun o silâhla? Na- buraya. Geldiğim gezegeni yaratan çocuğun ha- sıl kullanılacağını bile bilmediğine kalıbımı ba- yal dünyasında sâdece silâhlar, açlık ve nefret vardı; sarım.” zor kaçtım. Bu M14’ü de düşeceğim gezegende güvenlik sıkın- “Kalıbın konusundaki iddian gözlerimi yaşarttı. Ayrıca sen bi- tısı olabilir diye yolluk olarak aldım. Sen niye geldin bunca zaman liyorsan ben de biliyorumdur nasıl kullanıldığını öyle değil mi M.G. sonra? Burayı merak etsen daha önce gelirdin, mutlu olsan gel- ya da iç sesim mi demeliydim?” mezdin. Öyle değil mi?” “Anladın demek! O zaman şunu da biliyorsundur sanırım, beni “Öyle. Anonim insanlarla düzeysiz sohbetler sonucu kalbimin vurarak benden kurtulamazsın. Sen olduğun müddetçe başka şe- bunu kaldıramayıp büyümeye başlaması ve tıpça dilate kardiyomi- killerde ben de olacağım.” yopati olmam. Ameliyat öncesi gezegenimi son kez görme isteği… “Senden kurtulabilmenin ihtimali bile varsa denemeye değer Dünyayı kaldırabilmek için tek yürek yetmiyor anlarsın ya, sayısı- ne dersin? Kaybın olmadığı her an; ihtimal değeri ‘1’ olan olasılık- nı arttıramayınca büyümeye gitmiş diyelim. Ya da doğuştan kapa- tır gözümde.” sitesiz bir kalbim varmış da denilebilir. Birini zorla sokmaya ça- 6-5-4-3-2-1-0... lıştım, alan darlığından dışarı atmak yerine büyüyüp kendini has- DUFFFFFFFF...
Aklı mı Suat’ı terk etmişti, Suat Yahut bahsedeceğim. Evet, doğru duydunuz, yoksa Suat mı aklını? Daha Suat bir burjuvadır, bir kent soyludur, yalın bir anlatımla Suat bir bir ticâret adamıdır hatta bir bakış deli miydi, yoksa veli mi? Meçhûl. açısına göre kompradordur. Ancak tarak, çakmak, cep aynası, el Suat’ın pejmürdeliğinde bir gizin, Delinin Zoru feneri gibi küçük emtiadan ibâret bir sırrın yaşadığına inananların ticâreti, daha çok satış, daha çok bile onu nesnesi yapabildikleri en kâr, daha fazla sermaye birikimi yüksek, en anlamlı soru buydu. gibi hırsların motive ettiği bir vahşi Suat’a dâir bir dikkat geliştirmeye kapitalizm asla değildir, doyumluktur, başladığım zamanlarda her geçimliktir, gelenekseldir, bu sebepten nasılsa edindiğim “dinî kitaplar okuduktan sonra böyle olduğu” tımârhâneliktir. Suat’ın daha fazla ürün satmak için geliştirdiği sofistike bilgisi, daha doğrusu rivâyeti, bu Mehmet Kaan Çalen pazarlama stratejileri yoktur. Günlük soru muvâcehesinde ikinci ihtimâli, en ihtiyâç karşılandıktan sonra tezgâh azından benim nazarımda kuvvetlendiriyor. kapanır. Yarına Allah kerîmdir. Ancak cevap aradığımız sorunun bir tuzak taşıdığını gözden kaçırmamamız lâzım. Suat’ın tezgâhındaki en önemli ürünlerden birisi taraktır. En basit, en adi, Üçüncü bir ihtimâli dışlayan soru aslında Suat en gösterişsiz, en süssüz cinsinden; sahip olma arzularını tahrik ve akıl arasında mutlak bir ayrılığı dayatıyor ve Suat’ta var olduğu vehmedilen sırrın, Suat’ın hayatı yoluyla teklif ettiği şeyin edecek bir albenisi, evde var olan tarağı at ve yerine beni satın üstünü örtüyor. Sürüye katılmayanları, herkesleşmeyenleri, herkes al diyen bir cazibesi olmayan; bizden bir nesil öncesine kadar gibi olmayı reddedenleri marjinalleştirerek çemberin dışında erkeklerin kumaş mendille birlikte arka ceplerinde taşıdıkları; yalnızlığa mahkûm etmek konusunda basit fakat etkili yöntemler saç taramak dışında (sâdece büyük takımların renginde imâl kullanan kitle toplumu; Suat’ın aklıyla ilişkisi, aklını kullanma edilmiş daha süslü versiyonlarının tuttuğunuz takımı göstermek gibi fazladan bir simgesel kıymeti vardır) hiçbir işlevi olmayan biçimi, kendine mahsus akıl yürütme tarzı, kendi dilimize bildiğimiz plastik tarak. Bir arzu nesnesi değildir. Kullanıcısına yorumlamaksızın tercüme etmekte zorlanacağımız naif mantığı sırf bizimkine benzemiyor diye onu deli ilân ederek vicdan fazladan bir simgesel sermaye, saygınlık, statü, haz ve anlam kazandıracak, komşu-arkadaş çatlatmaya yarayacak bir azabını bastırmakta zorlanmayacaktır. Dolayısıyla akıl ve Suat marka, piyasa ve yaşam tarzı arasında sorumuzun daha başlangıçta kurduğu ilişki değeri yoktur, aksine hangi dereceden olursa olsun mevcut bizi iki ihtimâlden birine konumunuzu tüketim toplumu mahkûm etmemeli. İhtimâl ne olursa olsun, Suat’ın nezdinde derinden sarsabilecek negatif yüklemlere sahiptir. Bu aklını kullanmadığı gibi bir ürünler sizi köylü, taşralı, fakir, sonuca yürümek konusunda aceleci olmamalıyız. eski kafalı, geri, out, demode olmak gibi modern toplumun Deli de olsa, veli de olsa suç saydığı kategorilere Suat’ın söz ve fillerinde kamunun hilâfına bir başka tıkmak için yeterli karîneyi sunar ve “bizimle deyılsın” dünyanın, başka türlü bir dışlamasını meşrulaştırır. hayatın gayet rasyonel imkânlarını bulmamı Suat giderek azalan satışlara rağmen daha fazla satmak, Suat’ı alımlama tarzımdaki satışı sürekli kılmak, yeniden nikbînlikten kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Ancak o satış koşullarını çoğaltmak, sermaye ve pazarı büyütmek, zaten tam da bu sebepten, kârı arttırmak adına hiçbir şey modern-postmodern hayatlarımızı rahatsız eden yapmaz, ürünlerini güncelleyip çeşitlendirmez, ısrarlı ve imkânlarından ötürü tedavi istikrarlı bir şekilde tezgâhını edilmesi, ıslâh edilmesi, zapturapt altına alınması hep aynı ürünlere açar, piyasa kanunlarının dışında, daha gereken bir deli olarak çok bir lonca edebiyle, Ahi yaftalanmıştır. Lütfen serbest çağrışım tekniğinin ahlâkıyla, bir eski zaman kanâatkârlığıyla iş görür. yardımına başvurarak Suat’ı Herhangi bir müşterisinin biraz anlatmama müsâade ediniz. tarak ihtiyâcını karşıladıktan sonra aynı müşterinin, aynı Çok yönlü bir “deli” ihtiyâçla bir daha kendisine olarak Suat’ı anlatmaya nereden başlamalı yahut uzun bir müddet mürâcaat etmeyeceğini bilir ve bu “muhteşem deliyi” bir müşterideki tarak ihtiyâcını yeniden üretmek, çabuklaştırmak, yazıya sığdırabilmek için muhtelif yönlerinden hangilerini seçip, hangilerini dışarıda bırakmalı? Ben maksadıma ulaşmak için tâcil etmek için herhangi bir ayartıcı girişimde bulunmaz. Ürünü pazarlamaya dönük tek taktiği, müşterinin beğenisine sunduğu en kestirme yolu tercih edecek ve Suat’ın en aykırı, en idealist, tarağı önce kendi pis, dağınık, âdetâ yapağıya dönmüş saç en devrimci eylemlerinin gerçekleşme zemini olan ticâretinden
ve sakallarında tecrübe etmek sûretiyle bakın şu gördüğünüz OLAYSIZ DAĞILIYORUZ Ömer Burak Sert mütevazı tarak bu karman çorman kafayı bile adam ettikten sonra sizin ipekten saçlarınızda “neler yapmaz ki”yi oynayıp Mahzun ve mutedil değildik. Hiçbir tebessüm etmekten ibârettir. sevda ehlileştiremeyecekti doludizgin duygularımızın Suat’tan ancak ürünün kendisini, yâni saç taramak için bir menzilini. Ve her sevda ufuklarımızı tarağı alabilirsiniz, kullanım değeri dışında bir başka getiriyi, örten bir kara bulut misâli kurşun gibi hazzı, bir simulakrı değil. Ürünün pazarlanmasına gerek yoktur. oturacaktı merkez noktasına hayatımızın. Bir tarağa ihtiyâcınız varsa Suat oradadır. Ürüne olan güveni Oturacak ve kalkmayacaktı. Ne içinde marka yaratmaz. Satıcıya, yâni Suat’a olan güven ürünün olduğunu kabul edecekti içimizin ne de kalitesini ve en iyi fiyatı da garanti eder. Memnuniyetsizlik ve cüret edebilecekti çıkmaya içimizden. ürünün beklentileri karşılamaması durumunda muhâtabınız, Mutual bir düzeyde sürmüyordu bu gözle görülmeyen firmaların sizi kendi haklılığınızdan şüpheye bağlılık. Ne yazık ki senin mutluluğun, düşürecek kertede iknâda uzmanlaşmış müşteri ilişkileri hoşnutluğun tüm mutluluklara sebep sorumluları değil, doğrudan doğruya bütün sıcaklığıyla Suat’tır. teşkil etmiyordu. Literatürdeki bu tanım Risk sıfırdır. Üstüne yeni bir tarağı, yanında eşantiyon bir çakmak engelliyor olsa gerek mutlulukları. Sen veya cep aynasını da bir esnaf iyi niyeti olarak size vermesi işten değil… Kahrolsun değil mi bu kuralları bile değildir. koyup, tefekkür dairemizin hududunu ilmek ilmek, karış karış örenler. Ve şu Suat’ın ticâreti böyledir. Hayatıyla ticâreti arasında bir çelişki oturduğumuz son saatler de kahrolsun. yahut kopukluk yoktur. Çünkü hayat onda parçalanmamıştır, Günde iki kez kapatacağım gözlerimi bütündür. Çorabın içine sokulmuş paçaları, lastik ayakkabıları, artık. Ne Tanrı’ya bir sitem ne de sana. yamalı gocuğu, kırık dökük bisikleti ve çocuklara mahsus Sâdece demokratik bir tepki… Bildiri ve neşesiyle Suat, hayatın içinden bir şiir, bir şarkı gibi geçer. O afiş yasak! Olaysız dağılıyoruz beyler… şiir gibi yaşar, gibisi fazladır hayatıyla, yaşama biçimiyle bir şiiri yapar, yaşayarak bir şiiri, şiir gibi bir hayatı dokur. Şiir gibi Gözlerimi kapattığım iki zaman konuştuğu, denizle mehtâbı aynı masaya oturtup sohbet ettirdiği arasında seslerini duyuyorum pek vâkidir ancak şâir veya şâirâne değildir. O, onun imrendiğim şatafatlı hayallerin. Zihnimi teşrif edip fakat yaşamaya asla cesaret edemediğim, edemeyeceğim hayatı mesken tutuyorlar. İleriki sapaktan yukarı şiirin kendisidir, bizatihi şiirdir. Bu itibârla Suat’ı, Suat’ın ahvâl ve kıvrılıp hayatımın yokuşunda ilerlemeye ef’âlini, sözlerini, aklını kullanma biçimini bilimin nesnesi kılarak başlıyorum. Sol yanım eski bir mezarlık sağ yanım ise onun hakkında delidir gibi bir hükme çıkaracak bütün yollar uçurum. Soldan soldan git telkinlerini duyar gibiydim baştan kapalıdır. O bilimle, bilimin gözleme dayalı yöntemleriyle bir zaman öncesinde. Artık duymuyorum. Hepsini mezar dışarından açıklanamaz ancak sanatla, edebiyatla, şiirle içeriden taşlarının satır uçlarına gömdüm çoktan. Belki olur da anlaşılabilir, sâdece ve sâdece edebiyatın diliyle söze getirilebilir. sağa çekersem duyacakları vicdan azabı onlara yeter. O şiirde dile gelir, kendini ancak şiire açar. Ölüler vicdan azabı duyarlar mı bilmiyorum. Belki de duydukları tek azap kabirle sınırlı değildir. Gerçi vicdanı Amerika’nın Irak’ı işgâle hazırlandığı günlerin belirsizliği olan kimseler için de öldü demek ne derece doğru olur? içindeydik. Türkiye’nin coğrafî konumunu Amerika’ya Huzurunuzun yamacından geçerken okuyacağım her pazarlamanın adına strateji denildiği zamanlardı. Âkil Fatiha kestiremiyorum hanginizin ruhuna isabet eder. Ama adamlarımız, beylerimiz, paşalarımız, yazarçizerlerimiz kuzey yüzünüzde tatlı bir tebessüm ile birlikte ziyadesiyle vakur cephesi açılmazsa Amerika’nın nasıl bir bataklığa saplanacağını bir tavır takınıp umursamaya da bilirsiniz belki. Biraz konuşuyorlardı ekranlarda. Suat’la yolda karşılaştık ve “Arap trajikomik olacak ama canınız sağ olsun… derili insanlar birbirlerini öldürüyor kardeşim.” cümlesini birkaç Dağıldık… Çok kolay dağıldık. Bir tipi vurdu dağıldık, sararmış dişin kaldığı ağzını, âşinâsı olanların bildikleri kendisine cellâdımızla tanıştık dağıldık, namütenahi bir ana düştük has acı çeken bir mimikle büzüştürerek söyleyiverdi. Söylemedi dağıldık, mağlubiyeti kesbettik dağıldık… Çok olaysız de zehirli bir ok gibi fırlatıverdi âdetâ. Amerika kuzey cephesini dağıldık! Mütearız bir komutan edâsıyla adımladığımız kullansa da kullanmasa da Amerikan postalları çiğneye çiğneye bu yolda tek kaldığımızı fark ettik dağıldık. Sevgimizi bataklığa çevirecekti Irak topraklarını. Irak’a demokrasi ve insan putlaştırdık dağıldık. Biz sevgimizi put, sevgiliyi İbrahim haklarının değil sâdece ve sâdece ölümün geldiğini, Iraklıları kıldığımız müddetçe dağılmaya mahkûm, yıkılmaya bekleyen kaderin kendi kanlarında boğulmak olduğunu gören, müstahak olacağız. Putlardan azat olamadığımız her görebilen Suat mı deliydi, yoksa Irak’a Amerika zaviyesinden, an Tanrı’nın tokadı yüzümüze değil iliklerimize inecek. Amerikan bir gözle bakan, Irak’ı, Iraklıları değil de Amerika’yı dert Damarlarımızda hissedeceğiz ve sen bir kıble esimi edinen ukalâmız mı? sıcaklığıyla payıma düşeceksin. Yeniden kahrolsun o saatler. Aklımdan çıkmıyor… Kahrolsun! “Bilmem ne eğitim kurumları” yazan bir tabelanın önünde, “Eğitim güzel de bacanın, kara kurumun, ziftin eğitimi olmaz.” demesini, orada hazır bulunan herkesin Suat’ın cahilliğine, müessese anlamındaki kurum ile bacadaki kurumu ayırabilecek dilbilgisine sahip olmamasına vererek gülüp eğlenmesine aldırmadan, benim bu sözlerde daha derin bir anlam, örtük bir hikmet, bir sistem eleştirisi görmemi pek iknâ edici bulmaya bilirsiniz. Lâkin insanların mâden gibi olduklarına, bazen bir mıknatıs gibi birbirlerini itip çekebildiklerine dâir verdiği bir ayaküstü söylevini dinlemiş olsaydınız eminim Suat’ta insanı çeken gizli bir mâdenin, sırlı bir cevherin olduğuna inanırdınız. Biraz hayret onun büyüsüne kapılmak için yeter. Eğer ıslığının izini sürebilirseniz, mütevekkil gamsızlığın pamuktan uçurumuna siz de düşebilirsiniz.
Şirin’siz de, sevene-sevilene sitem duygularını ihtiva eden Ferhat’ım, onlarca, yüzlerce müthiş örnekten söz edebiliriz. Ama Leyla’sız Mecnun bu Hicranî türküsü, pek bir iç acıtır, pek bir yürek yakar benim gözümde. Naçizane ben de sıklıkla çalar okurum. A. Serkan Selay Kendi mütevazı sosyal medya sayfalarımda, yakın zaman önce, kendimce yorumlamaya gayret de ettim, arzu eden Yazının başlığını okuduğunuzda “eyvah eyvah” dediğinizi dostlarımız, bulup dinleyebilirler. duyar gibiyim. Düşündünüz biliyorum ve içiniz cız etti. Ferhat gibi, Mecnun gibi aşka düşmüş bir yüreğin aynı Türküye ilişkin yapmış olduğum benim araştırma ve zamanda Şirin’siz, Leyla’sız kalması ne büyük bir bedbahtlık okumalarımda, bu eşsiz halk edebiyatı eserinin tam üç olsa gerek. farklı yöreye ve dolayısıyla da üç farklı isme âit olduğuna dair bilgilere ulaştım ki bence en doğru olanı girizgâhta *** belirttiğim hikâye ve müellifinin de Ardanuçlu Âşık Hicranî Vakit, bin sekiz yüz yetmişlerin ikinci yarısıydı. İki sene olduğudur. (1877-78) sürecek olan Osmanlı ve Rus imparatorluklarının arasındaki amansız savaşın ayak seslerinin iyiden iyiye Mekânı cennet olsun, Âşık Hicrani yine o senelerde duyulup hissedildiği Türk topraklarından birinde; Artvin’in patlak veren Osmanlı-Rus Harbi’nde, Ardanuç’u işgal eden Ardanuç ilçesine bağlı Anaçlı köyünde -ki köyün o yıllardaki Ruslar tarafından tutuklanır. Bu tarihî notu da yine söylemiş adı Ançkora idi- al gelinlikli, al duvaklı bir gelin, sağrısı ışıl olduğu bir şiirinden yola çıkarak doğru kabul etmekteyiz. ışıl yanan dev gibi bir Kafkas atının üzerinde, baba evinden Gelin görün ki sevgili dostlar, bu tutukluluk hâli ne zaman çıkmış, düğün evine doğru gitmekteydi salına salına... Bu sona erdi, hatta sona erdi mi, Aşık Hicrani ne zaman Hakka gidişi seyretmekte olan genç adam şöyle bir türkü yaktı: yürüdü? Tüm bu sorularımızın cevapları maalesef meçhul… Kime kin ettin de giydin alları, Yakın iken ırak ettin yolları, Bana, doğruluğu çok zayıf gelen bir diğer bilgi ise Mihnet ile yetirdiğin gülleri, türkünün yöresinin Malatya Akçadağ, müellifinin ise Varıp gittin bir soysuza yoldurdun. Karacaoğlan olduğu. Ona atfedilen son imza dörtlüğü ise şöyle: Sen beni sevseydin arar bulurdun, Zülfün teline bağlar dururdun, Karac’oğlan der ki: Bakın hâlime, Madem ayrılmakmış senin muradın, Değirmenler döner çeşmim seline, Niye beni ataşlara yandırdın. Hiç inanmam yârin yalan diline, Sen seni topla da kuşağın kuşan, Ben gönlümü savsalaya bildirdim. Ayrılır mı senin sevdana düşen, Sefa geldin diye sarıp sarmaşan, Âşık Hicranî Niye benden muhabbetin kaldırdın. Hicranî’yem der ki bakın halıma, Hakk, ona da rahmet, mekânını cennet eyleye. Dağlar dayanmıyor ah-u zarıma, Türküye ilişkin kaynaklarda adı geçen üçüncü yöre Elim ermez oldu kisb-i kârıma, ve müellif için biraz daha detaylı durmak isterim konunun Çünkü gül yüzlümü elden aldırdım. üzerinde: Yöremiz Bayburt, ozanımız ise Bayburtlu Hicranî. Âşık Hicranî’nin, tam yedinci kez Bursa’dan kaçıp köyüne Asıl adı Hacı Taştan’dır. Keskinli bir başka büyük ozanımız geldiği gün, aşk ateşine düşüp deli divane olduğu sevdiği işte böyle gelin gitmekteydi. Kendi babasını bir türlü bu aşka ikna edememişti. Baba, oğlunu bu sevdadan vazgeçirmek için Artvin’den alıp ta Bursa’ya götürdü. O yılların ulaşım şartlarında, genç adam tam altı defa Bursa’dan kaçıp memleketine, sevdiğine, Artvin’e döndü. Ama her seferinde babası onu alıp tekrar Bursa’ya sürgün etti tabiri caizse. Ve yedinci kaçışın sonunda, köyünde, Ançkora’da karşılaştığı durum maalesef ki buydu işte. Halk edebiyatımızda, genel olarak müzik kültürümüzde
“Hacı Taşan” değil, lütfen dikkat buyurunuz. Hissiyat-ı Mahsusa Alper Ertaş Doğum tarihine bazı kaynaklarda 1908, bazı Post-Modern Muhafazakar kaynaklarda ise 1906 yılı olarak rastladığım Hacı Taştan, Terimler Sözlüğü Bayburt’un Alpunus (Çamlıkoz) köyünde doğdu. Bu güzel Karadeniz köyü daha önceleri İspir ilçesine bağlı olduğu için Herkez: Düşük çözünürlüklü iri Bayburtlu Hicranî, bazı kaynaklarda ve halk arasında İspirli puntolu paylaşımlarla büyük Hicrani olarak da anıldı, bilindi. Ve 1970 yılında da Rahmet-i resmi görüp, büyük oyunları Rahman’a kavuştu. Mekânı cennet olsun. bozan dayı imlası… Çamlıkoz köyü, her daim coşkun akan Çoruh Nehri’nin İnşAllah: Takva mücadelesini dil hemen kıyısında bulunan enfes bir yerleşim yeriydi. Ve bilgisi ve imla alanında da veren duyarlı Bayburtlu Hicranî’nin, Karadeniz kökenli, Ameşoğulları vatandaşın temenni sözcüğü… adıyla malûm büyük bir aileden gelmekte olan İlyas Efendi isimli zâtın oğlu olduğunu; annesinin adının da Feruze Çay: Her ne kadar üretimi ve olduğunu okumaktayız kaynaklardan. yaygınlaşması Cumhuriyet ile birlikte olsa da cumhuriyet karşıtı edebiyatın Her ozanı, her aşığı söyleten birtakım yaşanmışlıkları, biricik metaforu olan içecek türü… gönül evine düşmüş bir aşkın narı vardır muhakkak. Bayburtlu Hicranî de on sekiz yaşında komşusunun kızına Selfie-gâh: Cami, türbe, Kâbe gibi âşık oldu ve evlendi. Sesi güzeldi, sözü güzeldi ve yakın kutsal mekânların arka plan yapılarak çevresinde tanınmaya, sevilmeye başladı. İlk kez 1938 benliği öne çıkartan narsistçe fotoğraf senesinde iştirak ettiği, Bayburt’ta düzenlenen bir âşıklar çekme alanları… şöleninde, o yılların çok meşhur ve sevilen halk ozanları ile tanışma imkânı yakaladı. Ama kendisi için asıl dönüm La Tahzen: Geleneksel olarak noktası, bundan bir sene sonra, yâni 1939 yılında, yine bir dolmuşlarda “Huzur İslâm’dadır”, organizasyonda Bardazlı Âşık Nihanî ile yapmış olduğu bakkallarda “Rızık Allah’tandır” muhteşem bir âşıklar atışmasıydı ki artık halk arasında iyice serlevhalarının yerine sosyal medya bilinir, sevilir ve dinlenir olmuştu. hesaplarını süsleyen hitâb-ı İlâhî… 1960’lı yılların sonunda, Bayburtlu Hicranî usta, Ebu Zer: Öğrencilik, yokluk ve maalesef ki astım hastalığının pençesine düştü. Üstüne muhalefet zamanlarında dünya malına üstlük bir de beyin kanaması geçirdi. Kendi şiirlerini kendisi tamah etmemesi ile hayran olunan, okuyamaz, seslendiremez duruma gelmişti. O günlerin cesareti, boyun eğmeyen tavrı ile rol imkânları içinde tedavi olmak için pek çok çaba verildi ise model olan sahabe ismi… Vole vurulduktan de ne yazık ki çok da başarılı olunamadı. Bazı kaynaklarda sonra unutulan isminin yerine bkz.: Zengin 1969, bazı kaynaklarda ise yukarıda yazdığım üzere 1970 Sahabiler… yılında vefat ettiği bildirilen bu büyük halk ozanımızın, İslâmî Yaşam Rezidansları: (1) Karnı Bayburt’un Tuzcuzâde Kabristanı’nda bulunan mezarının aç komşunuz olmayacağı için geceleri rahat rahat kabir taşında, kendisine âit olan ve benim de okumakta uyuyabileceğiniz yapılar… (2) Klozeti kıbleye bakmayan, olduğunuz bu yazıma taç ettiğim, şu muhteşem deyişi yazar: taharet musluğu sağ tarafta olan, içinde Müslümanlığını yaşamak isteyen asgari ücretli bir ailenin kıyameti Öyle bir dilbere olmuşum meftun, bekleyeceği veyahut gayri İslamî ve gayri insanî çalışma Şirin’siz Ferhat’ım; Leyla’sız Mecnun. sonrasında zilyet ya da mülkiyetinin elde edildiği yapı Bayburtlu Âşık Hicranî, halk edebiyatımızın temeli olan türü… hece ölçüsünün yanında, divan edebiyatının ana zemini olan Nifak: Hakikatin belagate kurban edildiği edepten aruz ölçüsünü de kullanan bir halk ozanı olarak karşımıza müstesna edebiyat akımı… çıkmakta. Şöyle bir şiiri vardır ki âdeta her birimize rehber Minnet Eylemem: Yüksek makamlarda bulunan sebil olacak bir hayat mottosu gibidir: gibi referans listesine rağmen başarısız olunan mülakat Na ehil olanda olmaz kemâlet, sonrası sosyal medyada paylaşılan parçalardan en Ehl-i kâmil olan yüzden bellidir, meşhuru… Feterda sırrından bilmeyen hüccet, Doğu Türkistan: Kârlı görülmediği için edebiyatı dahi Dolanıp gezdiği izden bellidir. yapılmayan yüreğimizin faaliyetteki kanar dağı… Benlik sarayında kendin kuranlar, Kibir döşeğinde çok oturanlar, Nefsi hâkim edip dâvâ görenler, Tekellüm ettiği sözden bellidir. Hicranî’yem ben de oldum tarumar, Nereye varırsa haramdan umar, Şita zamanında açılmaz bahar, Baharın cilası yazdan bellidir. Baharın cilası yazdan bellidir ha! Ne diyeyim ki? Aşkolsun. İşte böyle kıymetli Ayarsız dergi okuru güzel dostlar. Bu ay da, bir türkünün gölgesinde demlendik. Çoruh nehrinin kıyısından Akçadağ’a, Bursa’dan Artvin’in Ardanuç’una seyr-ü sefer ederek perilerin diliyle hasbıhal ettik. Hakk da nasip etti. Aşkolsun. Aşkınız yüzünüzde cemal bulsun. Ve dahi Hakk aşkınızı artırsın…
“Okey attı,” dedi “gerizekalı okey attı.” AH kadar açarak ağzımı bağırdım: “Hangisi “Ne okeyi ulan?” dedim. Elindeki ulan?” Hangisi çalan en sebatkâr telefonun ışığı gözündeki duygularımızı. Motoruyla hemen güneş gözlüklerinin camına önümüzdeki caddeden geçen adam vurmuştu. Aldığı okeye durdu. Kaskını çıkardı ve bağırdı. rağmen eli açmıyordu. ULAN FERAT “Başka yerde arama sen bu Gözlüklerinden ıstakasını hırsızı. Kendisi ulan! Ta okuyabiliyordum. kendisi!” dedi. Daha sonra Okeyi geri atıp ortadan sivil trafik polislerini bir taş çekti. Cağaloğlu görünce hızla kaskını yokuşundan Sirkeci’ye geri takıp yoluna devam doğru iniyorduk. Yokuştaki Gökçe Güneyoğlu etti. Meydandan kuşlar insan trafiğinden yürümekte havalandı; yemleri henüz zorlanıyorduk. Birbirimize çarptıkça yere düşmemişken üstelik. ceplerimizden masadan çaldığımız Karaköy, Galata ve tüm vapurlar okey taşları dökülüyordu. O an içinde sorgulamadan bir arayışın içerisine bulunduğumuz dünyanın sanal mı gerçek girdiler. Sahi kendisi miydi? Ferhat aniden mi olduğunu irdelemeye başladım. Ferhat’a irkilerek elindeki telefonu yere düşürdü. Kırılmaz döndüp baktım. Çenesini göğsüne yapıştırmış camlar hem ucuz hem iş görüyor. Telefonun ekranı oyun oynamaya devam ediyordu. Doğubank’ın sapa sağlam. “Ne oluyor oğlum delirdin mi?” diye çıkıştı. arasından girip Yeni Cami’nin önüne doğru çıktık. Çok uzun zamandır uzak kaldık birbirimizden. Nasılsın Güneş gözümü almaya başlayınca ben de güneş gözlüklerimi Ferhat? Hayat nasıl gidiyor kardeşim? Gerisin geriye oturduk taktım. doğrulduğumuz yere. Biz çoraplarının deliklerini birbirinden Cami önündeki banklardan birine kurulduk. Gelip geçen saklamayan iki insanız. Belli cebimizdeki son parayı birazdan insanların telâşı içerime bir burukluk ahvali taşıdı. Sivil trafik dışar pilavına vereceğiz. Ferhat az tuz ve az karabiber polisleri Uber avında yol kesmekteydi. Ceza yememek için dökecek, ben alabildiğince karabiber tabağıma. Belki bir yalvaran özel taksi şoförleri, daha özel araçların içerisinde ayranı paylaşacağız bardağın orta yerinden. Sen yine kendilerini daha da özel hisseden yolcularının arabayı terk tabağının hepsini bitiremeyeceksin kardeşim. Cüsselerimiz etmesinden endişeli. Kestaneci büyük puntolarla yazdığı kadar yer kaplıyoruz önümüzdeki tabakların içerisinde. fiyat listesinde sözelcilerin yine aklını karıştırıyor besbelli. “Anlatacak mısın artık?” dedi. “Neyi?” diye sordum. “Biz Yüz gram kestane on lira. İki yüz gram kestane yirmi lira. yanyanayken kırıldığımız yerlerden yeniden açarız. Söyle Üç yüz gram kestane otuz lira. İnsan ister istemez üç yüz sende bir hâl var geldiğinden beri. Bana bak gözlerimin içine, gram kestanede bir iltimas düşlüyor. Hayat adâletini kestane ne görüyorsun?” dedi. Dönüp baktım. “Kendimi görüyorum. tezgâhlarında bile göstermiyor. Güneş gözlüğünün camından yansıyan güneş gözlüklü Oturduğum yerden doğruldum. Etrafımı yeterince suratımı. Sen ne görüyorsun?” dedim. Gülerek önce benim gözlemlemiştim. Fakat yaklaşık on beş dakikadır oturduğum gözümden sonra kendi gözünden gözlükleri çıkarttı. bu bankta durduğum açıdan aradığım cevabı görememiştim. Yirmi bir saniye içerisinde güneş battı. Hava karardı. Dönüp bir kez daha Ferhat’a baktım. Sonra bademciklerime
Ferhat korkulu gözlerle yüzüme baktı. “Korkma EK YERİ M. Ragıp Vural kardeşim,” dedim, “birazdan anlatamaya başlacağım. Ondan evrenin bu telaşlı hazırlığı.” “Mavi olduğunu fark ettim gökyüzünün gölgen Çok uzun zamandır uzak kaldık birbirimizden. üzerime düştüğünde ve o an anladım ki kimi zaman “Şimdi tekrar bak gözlerimin içine,” dedi. “Oğlum millet yanlış anlayacak kalk mahalleye doğru güneş bile gizler hakikati.” yürüyelim. Yolda konuşuruz.” dedim. Unkapanı “Her şeyin tadını birbirine benzeştiren bir yokuşundan Vefa’ya kadar sessizliğimizi sos gibi, bir lezzeti vardı anlattıklarının, lâkin bozmadan çıktık. Tam Reşat Nuri sahnesinin farklı cümlelerle aynı şeyi söylüyor. Aynı şeyleri önünde durdum: “Senaryosuna hâkim olamadığım söylemek için farklı cümleler kuracak kadar talimli bir hayatı yaşıyorum Ferhat. Henüz tiradını olmasından belki de söyledikleri bir türlü içime atmadığım bir çok rolümden kovuldum. Sahnedeki işlemiyor; yaz yağmuru gibi önce biraz serinlik alkışları hakedecek kadar hırslı hazırlandım veriyor ruhuma, sonra bunaltıyor. Her konuyu tüm oyunlara. Fakat bizler, önümüzdeki maçlara bir şekilde kendine bağlaması olmasa bunaltıya bakacağız diyen futbolcular kadar profesyoneli tahammül edebilirim, fakat kendi olmaktan değiliz bu hayatın. Reji ışıkları hep üstümüze asla vazgeçmiyor. Teatral öğelerle süslü güçlü kapatıyor. Bu dünyanın karanlığında tek belâgatinin cezbeden bir tarafı, benim de bir başımızayız.” “Ayıp ediyorsun. Artı yirmi iki yıldır ‘pervane’liğim olsa gerek, yoksa zaman zaman bu hayatındayım ben senin. Evet yeri geldi elektrik gösteriyi yeniden izlemek için kapısını çalmazdım. faturasını ödeyemediğimiz zamanlarımız oldu. Garip bir müptelâlık; kötü değil lâkin faydasız.” Fakat ne zaman elimde bir mumla çalmadım Bu satırlar, narsist demagogumun kimi zaman kapılarını kardeşim.” dedi. Haşim İşcan geçidinden cezbeli, kimi zaman öfkeli, ekseriyetle mübalağalı Fevzi Paşa caddesine doğru döndük o an. konuşmasının ardından eve doğru giderken zihnimde belirdi. Sonra kendime içerledim biraz, Bir kadın, çıplak taşların üzerinde yalın ayak indî değerlendirmelerden kurtulamadığım için. fakat zırhlı. Bir başka kadın, refüjün tembel Ben de feragat edemiyordum bunca yılın iziyle şekillenen yeşilinde elbiseleri pak fakat elleri kirli. Kırmızı ‘ben’den. Benim de kötü alışkanlıklarım vardı; insanın yaşama ışıklarda durmuyor bu kadınların hiçbiri. Yaya neşvesini soğuran nevinden. geçitlerini ihlal ediyor şoför hâlleri. Ah ulan Daha önce gördüğünüz bir kuşla tekrar karşılaşıp Ferat. “H gitti gene” dedi. Gülümsedi. “Bir kadın karşılaşmayacağınızı düşünür müsünüz? Tabiî ki hayır. Bir kuş, tanıdım Ferat. Yalın ayak, pak zırhlar içerisinde. sâdece bir kuştur. Tıpkı bir insanın, sâdece bir insan olduğu gibi… En sevdiği yeşiller üzerinde elleri çamurdan Kuşu özel kılmak istediğinizde onu bir kafese koyar, bir isim kahverengi. Sözlerini en ince oyalarla süsledi verirsiniz. İnsanları özel kılmak istediğinizde de aynısını yaparsınız, zamanın birinde. Zamanın ikisinde nakış gibi işledi sâdece gönül kafesine koymanız gerekir. Kafes kuşun özgürlüğünü kendini yüreğime. Gecenin üçünde oyanın iğnesini elinden alır, gönül kafesine koyduğunuz ise sizin özgürlüğünüzü. batırdı tenime. Gecenin dördünde toparlandı gitti Değer verdiklerinizin kuşbazınız olması dilemmasıdır işte ömrün öylece. Sabah ezanıydı sokağımda son kez düştü neşvesini tüketen. gölgesi. Hava aydınlanınca uzayıp gitti her gölge “Kaç insan mesken tuttu gönlünü, kaçı hakkında objektif olabildin gibi gölgesi.” “Biz kaybedince daha güzeliz.” dedi. ki şimdi pek çok iyi vasfı olan bu adamın dedikodusunu yapıp Caddenin bize göre sağ kaldırımından caddenini yargılıyorsun?” diyerek çıkıştım kendime. “Sonra sâdece insanlar bize göre sol kaldırımına geçtik koşar adım. mı? Fikirler de yer etmedi mi gönlünde? Hangisini akıl süzgecinden Pencereden sarkan bir kadının hayaleti bir sepet geçirdin, eğriyi doğrudan ayırmaya ne zaman cesaret ettin? Çerçi gibi saldı tam biz önünden geçiyorken evinin. İçerisinde ortalıkta dolaşıp her ihtiyaç sahibine uygun bir mamûl sunmaktan en hazin meydan savaşlarının galiplerinin listesi. muradın neydi? Üstüne üstlük yanlış olduğuna inandıklarını romantik Listenin sonunda kaybeden askerlerin isimleri sloganlarla kaç defa savundun, kaç sefer kendi iddiana yenildin? den den ile yazılmış. Samiha Ayverdi olur kendisi. Bugünü, biteviye bir dün inşa ederek; bir yarın tasarlayarak kaç Bozuntuya vermeden, sepeti yukarı çekmesini kere heba ettin?” diyerek bir güzel sigaya çektim kendimi. “Onu zem bekledik. Gerçek aşkı bekler gibi bekledik. “Biz etmek için kullandığın kelimeleri kendine söylesen israf mı etmiş kaybedince daha güzeliz!” diye bağırdı Ferat olursun yoksa insaf mı?” diyerek tefekküre dahi çağırdım kendimi. kafasını pencereden sarkan kadının hayaletine Biliyordu ki kendimin daha pek çok kabahatini sayıp dökebilirdim. kaldırarak. Kadın gülümsedi. Gerisin geriye girdi Meselâ E. Fromm’dan yola çıkarak; “İnsanın kim olduğunu sahip içeri. “Bir kadın tanıdım kardeşim,” dedi. “Google oldukları üstünden tanımladığı, kendisine toplumsal bir statü çeviriden konuşuyoruz.” “Nasıl yâni?” dedim. kazandırmayan hiçbir şeyin mâlikliğini üstlenmeyeceği; fikirlerin, Suudi olduğunu söyledi. “Arap yâni.” dedim. inançların ve ideallerin en çok talep edilen metalar olduğu; herkes “Arap yâni.” dedi. “Ama bir gülüşü var sanırsın ki kadar ‘şey’leştiğini” mırıltılı bir muhasebeye girişebilirdim. “Herkes al fath al İstanbul’a şahitlik ediyorsun.” “Yâni?” gelir durumuna göre arz edileni edinip -orijinal ya da çakma- sisteme dedim. “Yâni arapça öğreniyorum kardeşim.” dedi. dâhil olmanın hazzına ulaşır, fikirler için de aynı kurallar cari; Mihrimah Sultan Cami’nin önünden, caddenin bize sâdece jargon değişiyor, mükâfatına vasıl olunuyor,” derken sesimi göre sol kaldırımından, caddenin bize göre sağ yükseltip pişmanlık yelinin biraz olsun nefsinin tozunu almasını kaldırımına geçtik ağır adım. “Sur’da bir nargile mi sağlayabilirdim. “Bir bozkır toprağı kadar birbirimize benziyoruz; yaksak?” dedi. “Olur. Unutmadan şunu vereyim,” yağmur yağdığında sıvaşan, güneş çıktığında şerha şerha yarılan diyerek elimi cebime attım. “Bu ne?” dedi. “H harfi” bozkır toprağı kadar,” derken de cellâdıma gülümsemeyerek ek dedim. “N’oldu?” dedi. Arapça olayından sonra yerlerimden paramparça edebilirdim kendimi. Beceremedim, yol kısa efkârım dağıldı benim. Güldü. Güldüm. Kolumu ben ise insandım. omzuna attım. Surlara doğru yola devam ettik.
Kübra Acar Pehlivan’a Şükrü. Huysuz evet, bildiğin huy- “Uzun boylular avanak olur!” Yeşim Monus suz! Vermedi kestaneyi. dedi “senin müdürün var ya En- Şehre yeni gitmişim. Hiç ar- der, o da uzun senin gibi.” diye ek- kadaşım yoktu. İşyerindeki insan- ledi. Baktım yüzüne. Ayakta dikili- Kestaneci lardan başka bir tek Kestane- yorduk karşılıklı. Kafasında kir- ci Kemâl’i tanıyorum. Hoşuma den yağdan kalıp olmuş kasketi, da gidiyordu bu hâlleri aslında. gözünde şişe dibi gözlükler, Çıkışta tekrar uğradım yanı- ufacık tefecik bir adamdı. na. Hava soğuk. Kestaneler mis Yüzü derin kırışıklar içinde, Kemâl gibi kokuyor. Koku havada hız- gözleri genç delikanlı pırıl- lıca dolaşıp, aklımı başım- tısındaydı. Benim vâsıtamla dan alıyor. Kestane kokusu- Ender Bey’e laf söyledi- nun mutlu etmediği insan mı ği için keyifli hatta zıpır bir var! Kızgınlığım geçti ateşe ifâde vardı yüzünde. “Sen bana bakarken. Ellerimi uzattım so- kestane ver yine de.” dedim “ben baya doğru. Gözlüğünün üstün- öyle bilmediğim etmediğim, dağ- den baktı, aldırmaz gibi konuş- dan bayırdan toplanmış mantarı yiye- tu; “Yarın sana o mantarı yedirece- mem.” O ise, koparttığı sapının boşluğuna ğim.” Sonra küçük kesekâğıdına koyduğu kaşar tıkıştırıp, kestanelerin yanında pişirdiği kestaneleri öbür taraflara bakarak bana mantarı bana doğru uzatıyordu hâlâ. doğru uzattı. Kestaneleri aldım, ellerimi biraz ısıtıp Kestaneci Kemâl’di bu; kışın kestane kebap, yazın haş- yürüdüm gülümseyerek. lama mısır satardı. Kısa boylu, son derece zayıf, esmer bir Bu şehir benim açımdan mucize gibi. Tayinim çıkınca şu- adamdı. Kestaneci Kemâl’in tezgâhı alt yolu, şehrin tek işlek beye telefon edip, ufak bir ev bulmalarını rica etmiş ve evi hiç caddesine bağlayan dik merdivenlerin üst başında, son basa- görmeden anlattıkları kadarına olur deyip tutmuştum. Çok bir mağa kurulmuş olurdu. Şimdinin betondan yapılmış uyduruk beklentim yoktu aslında. “Ankara içinde yeşil değil, yeşil için- yapılarına hiç benzemezdi o güzelim merdiven. Eski ve büyük de bir Ankara” falan gibi belediyecilik eseri sloganlarla yeşer- kesme taşlardan yapılmıştı ve kim bilir kaç yıl önceye daya- tilmiş bir Ankara’dan gidiyordum ve yeşile gidiyordum ama nıyordu tarihi. Merdivenin bitiminde, solda, Bolu Dağları’ndan bu kadarını tahmin etmiyordum. Ev, şehrin bittiği noktadaydı. gelen “kökez”* suyunun aktığı tarihî şadırvan vardı. Şadırva- Her sabah perdeleri sonuna kadar açıp, hep aynı hayretle or- nın duldası; yazın güneşten, kışın ayazdan korurdu Kestane- manlarla kaplı dağlara baktım. “Bir süre sonra alışırsın.” de- ci Kemâl’i. Gelene geçene hiç dikkat etmezmiş gibi durmasına diler ama insan böyle bir mucizeye alışabilir mi ay balam? O rağmen her şeyi görür, izler, takip eder ve sevdiklerine mu- mucizevî güzelliğe karşı hayretimi hep korudum. Her sabah, o hakkak laf atardı. Attığı laflarda hep bir sataşma, bir uğraşma dağların başında o duman oluyordu. Mevsime göre açılıyor ya olurdu. Tarzı böyleydi, seviyordu didişmeyi. da açılmıyordu ama soğuk sıcak demeden pencereleri açıp, o Karşılıklı bakışmaya devam ettik bir süre. Gürültülü bir havayı içime çekiyordum. Çam kolonyası diye bir şey yapıyor- of çekti. “Dedim ya! Uzun boylular avanak olur, mantar mı bu! du İmren Kolonyacısı. Sabah havayı kokladığımda aldığım his- Bu kestane mantarı, bu da kanlıca!” dedi. Sesi sert, azarlayan le o kolonyanın verdiği his aynıydı. Kolonya da şehir de orman bir baba edâsında çınlıyordu. Bu kestane mantarıymış efen- kokuyordu, çam kokuyordu. Şehre âşık oldum. Orası Bolu’ydu dim! Hadi bu neyseymiş ama aha bu kanlıcaymış, kanlıca ney- ve o zamanlar, dünyanın en güzel şehri diye düşünüyordum. miş peki, bir mantar mıymış sâdece. Ben ne bilecekmişim. (Hâlâ da böyle düşünüyorum.) Şehirde ikna olmadığım tek şey Angara’dan gelmişim, ömrümde kanlıca mı görmüşüm. Lez- kanlıca mantarıydı. zeti de bir yana, şifaymış bu. İnsan akıllı olsa bunu muhakkak Bir kaç gün sonrasıydı. Öğleye doğru sanki o soğuk bura- yermiş. O uzun boylu Ender bile her geldiğinde muhakkak yer- lardan hiç geçmemiş gibi güneşli, güzel bir gün yayıldı şehrin miş. Demek ki ben tümden avanakmışım. Saydı durdu bana. üstüne. Öğle yemeğine geçerken, Kestaneci Kemâl’e seslen- “Seni Ender Bey’e söyleyeceğim,” dedim. Koca bir kah- dim: “Akşamüstü Ender Bey gelecek, gözün aydın!” Gülümse- kaha attı. “Ben var ya, hiçbir müdür takmadım şimdiye kadar. di. “Biliyorum.” dedi. Bunu kestaneci sanıyorum ben ama ajan Kestaneciyim ben. O avanağa bi’ de selâm söyle benden!” Na- gibi bir şey bu. sıl söyleyecektim ki ben bölge müdürüme böyle bir şeyi. Kaldı Öğleden sonra geldi Ender Bey ve tayfası. Sorgu sual et- ki son derece zeki bir adamdı. “Tövbe ya Rabbim!” dedim içim- tiler, biraz fırça, biraz tebrik, ne lâzımsa söylediler. Hem mah- den. Neyse, mantarı yemedim diye kestaneyi de vermedi ba- cup olduk, hem gaza geldik. Yarın daha iyi çalışacağız falan. na. Marketlerde gördüğüm mantarlara benzemiyorlardı. Hele Masalarımıza odalarımıza dağıldık. O ara Şükrü geldi. “Ender o kanlıca! Pembe gibi, kızıl gibi bir rengi vardı. Rengi az daha Bey dışarıda, seni çağırıyor,” dedi. Hayrolsun derken gördüm kızarsa, çizgi filmlerdeki, kırmızı üzerine beyaz benekli, süslü Ender Bey’i. Kestane sobasının başındaydı! ve tabiî zehirli mantarlara benzeyecekti. “Dağdan toplanıyor” Çıktım şubeden. Bölge Müdürüm Ender Bey’in elinde, ka- demişim, mesele dağ değil ormanmış, o ormanın yediği yağ- şarı bile olmayan, kaşar olması gereken yere mantarın suyu- muru biliyor muymuşum ben. Biliyordum tabiî. Yağıp duruyor- nu saldığı, dumanı üstünde kanlıca vardı. Bana doğru uzattı. du. Kestaneyi alamayınca kös kös döndüm geriye. Pişmiş kelle gibi sırıtan Kestaneci Kemâl’e döndüm, hınzır bir Merdiven, sol tarafındaki şadırvanla bizim şubenin ara- oğlan çocuğundan farkı yoktu. Ender Beyin yol üstüne sıralan- sında uzanıyordu. Üç beş adımda geldim şubeye. Merdivene mış köylü kadınlardan satın aldığı tüm mantarları dizmişti ız- bakan taraf boydan boya cam. Pencerenin önüne geçip Kesta- garaya. “Almayayım müdürüm” dedim. Elini çekmedi: “Al, al!” neci Kemâl’i izledim bir süre. Güvenlik görevlimiz Şükrü geldi dedi. Ya hu ben pimpirikli bir insanım. Eh dedim içimden, gö- yanıma. Beraberce baktık kestanelerden çıkan dumana. “Kes- rürsün sen! taneci Kemâl ne kadar değişik bir insan Şükrü,” dedim. “Es- “Biliyor musunuz Kemâl Amca size ne dedi…” deyip sus- kiden de böyleydi ama yaşlandı, iyice huysuzlaştı artık,” dedi tum. “Ne diyecek, avanak demiştir. Kendi kısa ya, ondan öyle
diyor. Al şu mantarı al.” diyerek tutuşturdu elime sıcacık man- çıkan adama laf attı. Orada oturup bir yandan mısırımı yedim. tarı. Aldım tabiî ki. Elim mahkûm yedim. Ölür müyüm diye de Bir yandan şadırvanı düşündüm. Bekler mi sahi? Bu su unu- bekledim bir süre, ölmedim. Ender Bey yola çıkarken bana dö- tulmaz biliyorum ama şadırvan bekler mi gerçekten? Adam nüp; “Bu huysuz ihtiyar herkesi sevmez ha! Kıymetini bil!” dedi. uzaklaşıp giderken “Gördüm seni!” dedi keyifli bir sesle, gev- rek gevrek gülerek: “Köylü karıların tüm mantarını aldın.” Arada didişerek, arada barışarak hayli zaman geçirdik Kestaneci Kemâl’le. Şehirle ilgili pek çok bilgiyi ondan öğren- “Evet aldım. Tadına bakmaya korktuğum kanlıca manta- dim. İpek Yolu buradan geçermiş meselâ. Han, şimdiki yukarı rına dadandım resmen. Ölürsem de bundan öleyim.” Güldük çarşının olduğu yerdeymiş. Kalıntılarının yerine kadar tarif et- karşılıklı, ömrümün en kaygısız, mutlu, ferah anlarından biriy- ti. Tezgâhının yanına merdivene oturup sohbet ederdim bazen. di. O an, çerçevelenip asılmış bir resim gibi durur aklımda. “Göle git.” dedi bana bir kere. Abant’ı biliyordum. Güzeldi hoş- tu ama âşık olunacak kadar değildi. Abant değilmiş kast ettiği; Bu gün yine o şadırvanı düşünüyorum. Elimde yine o Gölcükmüş. “Şehrin içinden Karaçayır, Karacasu, termal otel- mantar. Kaz Dağları’ndayım. Melki diyorlar burada kanlıcaya. den kıvrıl, dağ yoluna vur. On üç kilometre sonra Gölcük. Her- Kanlıca kadar lezzetli değil ama yine de güzel. Kanlıca man- kes Abant’ı bilir, sen Gölcük’ü bil,” dedi. Bildim o güzel gölü. tarı, ya da melki desinler hadi, gençliğim benim, 25 yaşım. En Gördüğümde nefesim kesildi. Bin yıllık hasretten sonra ana- sevdiğim şehir ve anayurdum; göl demek. Kanlıca demek Kes- yurduma gelmiş gibi oldum. Kartpostallarda, bilgisayarların taneci Kemâl demek. Ne zaman bir şadırvan görsem, ya da iş- ekran koruyucularında falan rastlarsın da bilmiyorsan fotoşop sanırsın. Gölün etrafında araba ile dolaşılmaz, yürüyeceksin. te dağ mantarı, Kemâl Ne bir tesis var, ne küçük de olsa bir dükkân… Bildiğin saf do- Amca gelir aklıma. Kaç yıl ğa. Bir tane devlet konuk evi var gölün yeşil ve durgun suyuna geçti oradan ayrılalı? Yirmiye aksi vuran. Dağ taş yeşile kesmiş, su bile gönlünü yeşile ver- yakındır. Kestaneci Kemâl’in habe- miş. Nilüferler yüzer, kurbağa seslerini dinleyerek. Kur- ri geleli çok oldu. “Öldü.” dediler. Sanki bağalar gerçekten nilüfer yapraklarında oturur. basit bir şeymiş gibi söylediler. Ben o şe- Çok zaman geçirdim o gölde. Bir yerin, hirden gelip geçen insanlardan biriydim evet Allah’ın her bir günü, mevsim gö- ama geçip gitmedim ki. Göl’ü orada bıraktım ama çam kokusu zetmeksizin büyülü olabileceği- hâlâ avuçlarımda. ni orada öğrendim. Bu gün yine Kestaneci Kemâli düşünüyorum. Ve ben bu “Bolu” demek Kestaneci gün; ona benim için ne kadar kıymetli olduğunu, benim için bir Kemâl kadar “Gölcük” de şehrin sembolü olduğunu falan hiç söylemediğimi fark ettim. demek oldu bir zaman “Sen söylemesen de bilir o.” dedi Kübra… Kübra diyorsa doğ- sonra. Varsa -geçmiş ya- rudur. Bilir tabiî, bilmez mi! Kestaneci Kemâl o. şantılar- diye bir şey, ben kesin burada doğdum, bu- “Gidelim,” dedi Kübra, “Bolu’ya gidelim. Şadırvana, göle, rada yaşadım, burada öldüm. Kestaneci Kemâlin mezarına. Belki köylü kadınlar yine kanlı- Kestaneci Kemâl’le ahbaplık ca satıyordur.“ ettim. Oturdum bu gölün kena- rında yıllarca. Bu havayı içime Tam da mevsimi. çektim. Yaralarımın üstüne çam kokusu sürdüm, sevinçlerimin * https://eksisozluk.com/kokez--1192824 kenarına çam kokusu iliştirdim, saçlarımı çam kokusuyla taradım. Bir keresinde kederden bo- ğulduğum bir günde, başımla selâm ve- rip geçtim önünden. “Hooopppp!” dedi Kestaneci Kemâl. Du- rup baktım. “N’oldu sana avanak evlât?” dedi. “Bilmem ki!” de- dim. Biliyordum aslen. O da bildiğimi biliyordu. On dakika geç- medi, Şükrü elinde mısırla geldi. “Kestaneci Kemâl yolladı,” dedi. Büyük olaymış bu, Kemâl Amca daha önce kimseye böyle bir şey yapmamış. “Dükkân komşusuyuz, bir kere de ikram et,” diyenlere bile bir mısır ta- neciği olsun vermemiş. Aldım mısırı çıkıp oturdum merdiven- lere, tezgâhın başına. Konuşmadan durduk bir süre. “Şu şa- dırvanı görüyor musun?” diye başladı lafa. Görüyordum tabiî. Ben bu şehirde her şeyi tek tek görüyordum. Görmeden bakıp geçilemeyecek kadar güzeldi her yanı. “Ben,” dedi Kestane- ci Kemâl “bir gün ölürüm. Duyarsın. Sen de gidicisin buradan ama mutlaka duyarsın. Bu şadırvandan akan su var ya. Bura- ya bağlar adamı. Kökez bu. Gene dönüp gelirsin illaki. İşte, ge- lince beni bulamazsın ama bu şadırvan seni bekler. Muhakkak uğra buraya. Bu şadırvan yüzlerce yıldır burada. Benden son- ra da senden sonra da burada olacak. İnsan ölür gider, bu taş- lar bizden uzun durur bu dünyada. O yüzden takma kafana otu boku! Ye, mısırı ye! O salak oğlanı, Şükrü müydü adı? Tembih- ledim. Gidip köşede, kendin yeme sakın dedim. Aferin getir- miş.” Sonra da sanki ben orada yokmuşum gibi merdivenden
Sübhaneke’den “Tamam, o zaman yarın Ettehiyatü’yü öğreneceksin…” Ettehiyatü’ye O gece güldük, sabah kalktık güldük, ertesi gün güldük, Yetimliğin Gerçek yıllarca güldük bu repliklere ama şöyle söyleyeyim ki babamın son sözlerinin anlamını ancak yıllar sonra Anlamı çözebildim… Aslında pekâlâ yıllarca göremediğim “ders” hayatın karşımıza koyduğu her yeni engelde yılmadan Mustafa Ulusoy mücadele edilmesi gerektiğiydi. Baba onu bu gecede sokuşturuvermişti bilinçaltımıza. O gece anladık galiba Kardeşim Rahmet Safa’nın, henüz iki-üç hayat boyu her şeyin yolunda gitmeyeceğini ve zorluklar yaşlarındayken, dubleks ve fakat son derece karşısında gösterdiğimiz çabanın yetmediğinde her zaman kullanışsız evimizin salonunda kâbus görüp daha fazlası gerekeceğini. beşiğinden fırladığı gecenin bir yarısında; ayak sesleriyle en korkunç ve güçlü heyulaları, karabasanları, üç harflileri, *** altı kolluları, yedi başlıları, tek gözlüleri ve dahi iki yüzlüleri Ağabeyimin öldüğünü öğrendikten sonra babamın elini ürküten adımlarıyla merdivenden inişini hatırlıyorum. öptüğümde bana sarılışından onun da pişmanlıklarının Salonun kapısıyla son basamakların kesişim noktasında olduğunu hissetmiştim. Yıllar sonra babamın nefes alırken sakinlik vermeye çalışırken önem verdiğini de ifâde eden zorlandığını gördüğümde baştan ayağa kendimi sorguladım ses tonuyla: çünkü ölümün yanımıza yaklaştırmadığımız ihtimali evimizin içinde, sızısı gönlümüzün ortasındaydı. Yoğun “N’oldu oğlum?” Bu soru bakım ünitesinin önündeki rahatsız bankların üzerinde istemeden soruldu elbette ama yatarken kapıdaki güvenlik görevlisine gelecek bir telefonu zaten kardeşimin bu soruya bekleyişin en bunaltıcı hâlindeydik. Kardeşim yanı başımda cevap verecek durumu da yok. ama birbirimize arka çıkmaktan ve umudumuzu yaşatmaya Soluğunu toparlayıp bir türlü çalışmaktan yorgunuz. Bu hengâmede kardeşime o gün anlatamıyor ki komşumuz soramadığım ve hâlâ cesaret edip bugün soramadığım İzzet Amca’nın kapısının ve belki de ömrüm boyunca da soramayacağım şey ne önündeki ufacık çalılıklardan düşündüğü, ne hissettiğidir. Takdir edersiniz ki umut etmek bir oyuncak markası olan kolaydır her zaman ama umudu uzun uzadıya yaşatmak, “kaplan”ın bizim eve doğru diri tutmak zordur. sinsi bir kedi gibi yaklaştığını Umudumuzu diri tutmaya çalıştığımız zor dakikalarda ve kendisinin elini yüzünü geniş hastane koridoru, henüz gelmeye başlayan hastaların yaladığını. Haliyle babam ve bizim gibi yoğun bakımdaki yakınları için umutlarını soruyor, babam cevap veriyor: diri tutmaya çalışan “Korkuttular mı?” Birader insanların ses boşluğunda, bu soruya kafa sallamanın sabit telefonun sesiyle en kestirme yol olduğunu suskunlaştı. İnsanın ya anladıktan sonra babam bilinmedik bir yerden şefkatli bir sesle ekliyor: veya numaradan telefon geldiğinde tedirgin “Hadi oğlum! O zaman olmasına sebep olan bir Sübhaneke’yi okuyup yat.” telefon görüşmesi vardır Sevgili biraderimin cevabı muhakkak ya da nereden aile içinde efsâne olacak bir ve neden geldiğini çok iyi biçimde, ağlayan bir taraftan bildiği… Telefonun kime da için için hıçkıran sesle, geldiğini bilmiyorduk ama yankılandı kirli duvarlarda: bütün çâresiz insanların bu telefonun muhatabı “Süpaneke de bi’ işe olduğunu gördük. Evet, yaramıyooo!..” Bu lafa bu anlarda insan başına kahkahalarımızla katıldık biz de. Babam ise bir taraftan gelebilecek en büyük gülüyor öbür taraftan Nasrettin Hoca misali, durmuyor ve felâketin bir başkasının yapıştırıyordu cevabı: başına geldiğine sevinir bir an benim başıma gelmedi, beni teğet geçti diye: “Hasan Ulusoy’un yakını kim!” Bizi çağırıyorlar. Biz babamızın oğluyuz, eğer en zor “an” bu “an” ise biz “Ettehiyatü”yü öğrenmeliyiz. Doğrulduk. Ağır adımlarla güvenlik görevlisine doğru yaklaşırken etrafımızdaki yüzlerin bizi nasıl bir acımayla aynı zamanda yardım etmek isteyen gözlerle süzdüklerini fark ettim. İçten içe yaşadıkları
-soysuz- sevinç görünmüyordu elbette yüzlerinde fakat AKREP Rabia Macit telefona doğru yürüyenlerin ben ve kardeşim olmasına içten içe şükrediyorlardı. Adımlarımız ağırdı. Adımlarımız Tanımadan bildiğim Şule Gürbüz’e her ne kadar ağır olsa da yol birden bitiverdi. Belli, iyi haber değil gelen, çünkü iyi bir haber olsaydı yol bir türlü Yaşanacak ne varsa bitmezdi. Kendi adıma umudum tükenmek üzere. Güvenlik Dünyanın cebine koydum görevlisi sâkin görünmeye çalışıyor. Biz ise son kez “iyi bir Birkaç mevsim geçti ve haber” umuduyla soruyoruz kendisine: Birkaç akrep durmadan Yazık, o deli sırlarım “N’olmuş abi?” Güvenlik görevlisi birazdan doktorun Nicedir uykudaydı, öptüm geleceğini söylediğinde elbette şunun farkındaydı ki bize Beni kimsesizliğe dönüştürdü. güzel bir haber verse ve bizi bu haberle mutlu etse ona dünyaları bağışlayabilirdik… Tıpkı kardeşimin fizyoterapist Şule’nin ellerinde arkadaşının babam ilk kez yatağa düştüğünde bizi babamın Bozuk bir saat oldum tekrar ayaklanabileceği konusunda umutlandırdığında Yetmedi, Gürbüz beni yaşadığımız sevince benzer… Defoe’nin dediği gibi sevinci Garip kışa düşürdü anlatmak pek mümkün olmuyor ama bize müjdeli haber Demek zaman böyleydi verecek kim olursa olsun başımızın tacı, can yoldaşımız Elleri dinlemezdi olabilirdi… Yetişilmez olunca Ensemin ortasında Dedim ya, haber iyi olsa zaman dururdu ama güvenlik Sızlayarak üşürdü. görevlisiyle konuşmamız henüz bitmişti ki yoğun bakımın buzlu camdan kapıları açıldı ve genç bir doktor, eliyle Öyleyse bir akrep gerek bana burnunu kaşıyarak utangaç bir biçimde yanımıza geldi ve Bu donmuş uykuyu en klişe ve gerçekçi anlamıyla “acı” haberi verdi… Sâkin Canlandıramayacak kadar kafayla düşündüğümde, kötü durumda olan insanların Tembelim yalnızca kötü haber alan insanlar olduğunu sanmışımdır Bir akrep gerek bana hep, oysa bir de kötü haberi verenler var. Doğru, belki Zihnime sokulmalı bir ömür altında ezilmiyorlar bu ağır yükün. Birkaç Deli yazlar vermeli dakika taşıyıp üstlerinden atıyorlar, sonra da bir vakit Babamı anlatmalı yorgunluğunu çekiyorlar ama bu bile bir karabasanın Bir akrep gerek bana insanın diş köklerinden asılmasından farksız değildir Manayı buldurmasa da kanımca. Aratmalı Bir akrep… Doktor acı haberi getirmişti ve şimdi çok sevdiğim Dünyanın cebine koyduklarımı kardeşimden bir an için uzaklaşmış, kendime gelip Artık hatırlatmalı. de kardeşime sarılana kadar insanlar ve seslerin içerisinde yalnızlaşmıştım. İçime nasıl bir ateş düştüğünü bilemezsiniz. En azından yetim kalmayan bilemez ama size öyle bir itirafta bulunacağım ki ne yaşadığımı, böyle bir ölümün ne kadar zamansız olduğunu, insanı ne kadar da bencilleştirdiğini ve hatta çirkinleştirdiğini biraz olsun anlayabilesiniz. Doktorun bu acı haberi kordan demirlerle ciğerlerimize nakşettiği zaman -işte o an öyle çâresiz, öyle içten, öyle sıcak- bir dua ettim ki sonra duamdan korkup kendimden utandım… O an istedim ki Allah’tan, dünyanın bütün babaları ölsün ve bu koca dünya sâdece biz yetimlere kalsın, en azından insanların ve insanlığın şartları eşitlensin. Hiçbir baba çocuğunu, hiçbir dede torununu sevemesin istedim. Madem biz yetim kalmıştık o zaman kimsenin baba sevgisi görmeye hakkı yoktu! Özür dilerim… Ama… Canım çok yandı… *** Hemen her bayram babam, kardeşim ve ben köyün mezarlığından ağabeyim için ağlayarak çıkardık. Babamdan sonraki ilk bayram ise kardeşim ve ben, ağabeyim ve babam için ağlayarak çıktık. O gün sırtımda, omuzlarına, en yakın akrabalarımın, annemin ve kardeşimin gözyaşlarını yüklenmiş bir ceket vardı. Ağır geldi biraz... *** Bir yıl sonra başka bir bayramda anladım ki “yetimlik” sözcüğünün anlamı değişmeliymiş. Yetimlik, babası olmayanların babası olanları kıskanması demekmiş meğerse...
Nereden… Nereye? Memati’nin sırrını çözeceğim. Hem de Hayatın hiç alt üst olmuyorsa, bu gece başlayacağım çalışmalara. iyi pişmiyorsun demektir. Bunu becerebilirsem çok acayip (a.z.cümle) şeyler olacağına dair hisler var Ş(Hayati) SEVKİYAT içimde. Elime geçireceğim şeylerle u Memati, karanlık bir buraların… Yok… Yok… Hatta bu iş çevirmiyorsa benim adım da Hayati değil. şirketin tamamının tozunu… Şu çalıştığım uçsuz bucaksız “Hayati Bey! Şuraya bir antrepoda yıllardır birbirinden imza…” acayip olaylara şahit oldum. Günaydın dostum ve hoşça kal Birbirinden gizemli sırlara vakıf Hayat, uykudan önce masal, uyku, oldum. Lâkin bu Memati’yi bir Abdurrahim Zararsız ölümden bir bölüm. türlü çözemedim. Selâmsız… Ölüm, en derin uyku, en gerçek Soğuk nevale… uyanış ölüm. Evren Lojistik’e ilk girdiğimde (a.z.cümle) bir depoda başladım. Tam dokuz ay orada çalıştım. Orada yalnızdım. (Nevmet) Sıkıldığım da oluyordu, ”Ne karışanım Gecelerin sırlarla dolu kahramanıyım var ne görüşenim… Oh! Ne rahat.” diye ben. Dostlarımı eğlendirmeyi dinlendirmeyi severim. düşündüğüm de. Amir de bendim memur da. O zamanlar Bazen de birbirinden korkunç şakalarla onların akıllarını o minik depo bana çok büyük görünüyordu. Ta ki, bu uçsuz başlarından alırım. Kendimce de uyanık biriyim. Herkesi bucaksız antrepoya gelene kadar… uyuturum ama ben kül yutmam. Adamı gözünden tanırım. Hayati denen zavallı, geldiğinde de direk teşhisi Ağlayarak gelmiştim buraya. Hayatımın alt üst koymuştum zaten. Gözlerinde herkesin sezemeyeceği, olmasından korkuyordum. Dokuz ay kalmıştım eski derin ihtiras alevleri parlıyordu. Zamanla daha iyi tanıdım yerimde. Orada kendime göre bir düzenim vardı. Evime de tabiî. Saf görünüşünün aldatıcı olduğunu düşünüyorum. çok yakındı. Zamanla buraya da alıştım tabiî. Dile kolay… Cehaletini cesaretiyle perdeliyor, maceraperestliği de Yirmi beş yıl… Burası çok büyük ve çok hareketli bir yer. elden bırakmıyordu. Meraklı mı meraklı, aceleci mi aceleci, Her gün dolup dolup boşalıyor. Giren çıkanın haddi hesabı sabırsız mı sabırsızdı. Her neyse… Çokları gibi o da bana yok. Bütün bu curcuna içinde ancak kısım amirliğine düşkündü. Bensiz yapamıyordu. kadar yükselebildim. Bu konuda haksızlığa uğradığımı düşünüyorum aslında. Çok daha büyük hedeflerim vardı oysaki. Ama olsun. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki de geldim buraya. Büyük yerin ikbali de büyük olur. Yılmak yok. Hem boğulacaksan büyük denizde boğulacaksın öyle değil mi? Evet, yirmi beş yıl oldu buraya geleli. Korktuğum başıma gelmedi. Yani hayatım hiç alt üst olmadı. Burada bir sürü de dostum, ahbabım oldu. En yakın dostlarımdan birinin adı Nevmet. O da kısım amiri. Nevmet sürekli gece vardiyasında çalışıyor. Gündüz çalıştığı nadirdir. Söylediğine göre işe bu şartla kabul edilmiş. Ben de onunla yakın olabilmek için mümkün mertebe gece vardiyalarına kalıyorum. Durmadan enteresan şeyler anlatıyor. Çok fazla abartıyor. Çok zaman hayal ile gerçeği birbirine karıştırdığını düşünüyorum. Ama yine de anlattıklarına kendimi kaptırıyorum. Bazılarından epey etkileniyorum. Onunlayken çok garip duygulara kapılıyorum. Korku, heyecan, eğlence… Beni çok farklı âlemlere götürüyor. Bütün yorgunluklarımı unutup dinleniyorum adeta. Neyse, şimdilik bu kadar. İş çıktı. Benim kısma bir TIR yanaşıyor. Savaş Nakliyat’ın tırı… Yükünün tehlikeli madde olduğunu söylemişlerdi. Aşağı inip işin başında durmalıyım. Al işte… O da çıktı ortaya. Genel Sevkiyat Amiri Memati Biletçi. Siyah takım elbise, siyah gömlek, siyah Bir gün bu, yine bir gece vardiyasında yanıma geldi. ayakkabı… Simsiyah… Başka renk bir şey giydiğini hiç “Yahu! Ben şu Memati’yi çok merak ediyorum. Ne menem görmedim. Allah’ım şu çehreye bak… Çok zaman geldiğini bir şeydir bu. Bizlerle hiç tanışıp konuşmuyor. Sen cin fark edemezsiniz. Hep gölgelerdedir. Nereden çıkar gibisin. Malûmatın vardır.” diye sordu. “Olmaz olur mu?” nereye kaybolur göremezsiniz. Bak bak… Yine dolaşıyor dedim “ben onun kardeşiyim.” Ve ekledim: “Öz kardeşi etrafta. Ne zaman böyle netameli, alengirli, tehlikeli bir iş olmama rağmen söylüyorum bak; kendisi pek tekin değildir. var orada biter hep. O böyle sim sim ortalarda dolaştığı Sakın ha sakın, yanına gidip de tanışmaya, alâka kurmaya günlerde de diğer kısım amirlerinin dahi aklının almadığı kalkışma. Eğer sen ona lazım olursan o bir şekilde gelir ve işler dönüyor. Kanaatimce gizli sevkiyatlar oluyor. Güya gizli, ama ben de Hayati’ysem ne yapıp edip bir gün bu seninle muhatap olur. Bunun dışındaki çabaların intiharla
eşdeğerdir ona göre.” dedim. Kendi Koşan Atlar Ahmet Kubilay Üzülerek görüyorum ki beni can kulağı ile dinlememiş. IBu öyle bir hayat. Burası öyle bir dün- Söylediklerim gözünden girip saçlarının dibinden ter olup ya işte. Rüzgâr ekenler fırtına biçiyor. çıkmış. Öyle olmasaydı şu an yoğun bakım ünitesine bağlı Fırtınalar ekicilerin çocuklarını, değilse olarak yatıyor olmazdı. de muhakkak torunlarını savuruyor. Bense yürüyorum. Bazen etrafımı gözleyerek, bazen Genellikle geceleri baş başa olurduk. Durum biraz farklı civardaki hiçbir şeyi görmeyerek, başım önü- da olsa gecenin şu saatine kadar yine beraberiz dostumla. me eğik yürüyorum. Dünya etrafımda önünü Ama bu günlük benden bu kadar… Benden sonra Memati ilikliyor, bazense beni görmezden geliyor, abim devralacak nöbeti. “Günaydın dostum ve hoşça kal…” nadiren de hiç iplemiyor. İnsanlar konuşuyor. Yürüyor, konuşuyor ve koşuyor. Koşanların Kod:6/61* rüzgârı yollardan toz toprak kaldırıyor. Bazen “Şüphesiz insan çok hırslı ve etrafta göz gözü görmüyor. Göz gözü gör- meyince gönüllerden haberleşmek gerekiyor. sabırsız olarak yaratılmıştır.”** Gönlün muhatabını bulması o kadar zor ki. (Memati) Derin bir düşüş, derin bir sükût, derin bir yal- Şu Hayati denen şahıs ile ilgili bana Kod:6/61 nızlık. Böyle olması gerekiyorsa olur elbette geldiğinde hiç şaşırmadım. Uzunca bir süredir beni ama belki de böyle olması gerekmiyor. İnsan dikkatlice takip ettiğini biliyordum çünkü. Bana bakarken bir benzer sese muhtaç. Sâdece iç sesle gö- gözlerindeki korku ile merakın, saygı ile kinin cenklerine rüşmek insanı belki de delirtiyor. şahit oluyordum hep. O gece kafasının içinde harp edenlere geçici bir sulh Vadiler dolusu nehirler... Nehir kenarla- ilân ettirip, onlardan ikisi ile ittifak yaparak peşime düştü. rındaki paralel yollardan atlar koşuyor. Lâhuti Böylece hayatının hatasını yapmış oldu. Hâlbuki kardeşim bir orkestra çaldıkça her şey daha da bir si- onu uyarmıştı. Onlar bilmiyor ama benim o konuşmalardan yaha boyanıyor. İlkel kabileler yarım nesilde haberim var. Tabiî ki her şeyden ama her şeyden haberi olan dijital devrime geçiyor. Zehirli oklarını sanal biri daha var. Bütün bu Evren Lojistik’in sahibi olan zat… gerçeklikte biliyorlar. Elbette ok da bilenir. Yay Yapacağım işle ilgili bana mesaj kodlar hâlinde gelir. yağlanır, ok bilenir. İçecek suyumuz yokken 6/61 gibi kodların karşılığı iki aşamalıdır. Hayati, gece savaşmak için bütün kaynakları temin edebi- karanlığında benim girdiğimi zannettiği yere girmeye liyoruz. Ben de yürüyorum. Orkestra her şeyli kalkıştı. Forklift marifeti ile gaz beton istifli paletleri siyaha boyuyor. Atlar yanımdan gelip geçiyor. kurcalamaya başladı. İşte o esnada birinci aşama doğal Güneş doğuyor ama karanlık eksilmiyor. Demek yollardan gerçekleşmiş oldu. Şu an ise ikinci aşama için bazı sistemlerin güneşleri siyah doğuyormuş. Evet, şimdi sabırla bekliyorum başucunda. Buradaki işim Hayati’nin başka bir evrenin güneşinin çocuğuyum. Orkestra vadilerin bağlı olduğu yaşam destek ünitesi ile alâkalı. Benim bütün atomlarını dolduruyor. Siyah bir enerji, garip bir enerji. işlerimde hata olmaz. Yaşadığımız dünyanın günlük dili bunu ifâde etmeye nasıl yete- Herkes benden fellik fellik kaçarken, bazıları da işte cek? Belki yetmesi de gerekmiyor. bu Hayati gibi, ısrarla bana yaklaşmaya çalışır. Siz de bir Orkestrada sesini öncesinden hiç duymadığım, varlığından gün benimle karşılaşırsanız, çehreme ve yaptığım işlere bile haberdar olmadığım enstrümanlar çalıyor. Eminim bu ça- takılmayın. Özümde çok hayırlıyımdır. Ve şundan emin lan şeyin matematik diliyle de ifâde edilmesi mümkün. Varlığın olabilirsiniz: Beni çok yakından tanıyan birinin başka biri ile bir matematiği var. Matematiğin de müziği var. Bu ikisi hem tanışmaya ihtiyacı kalmaz. birbirlerine dönüşebiliyor hem de dönüşmeden de bu ikisi aynı şey. Kaza mı Cinayet mi? Azimet ediyorum. Bu uzun bir yürüyüş. Adımlarım nota- Birkaç fotoğraf çektirip çıktığın lara dönüşüyor. Bu defa yanımdan başka atlar geçiyor. Doru stüdyodur şu dünya dediğin. atlar, kızıl atlar, siyah donlu atlar. Orkestra hızlanıyor. Atların Şayet güzel pozlar vermişsen süvarileri yok ama gidecekleri yeri biliyorlar. Önlerinde liderleri arkadan gelen takipçileri yok. Bunlar kendi koşan atlar. Ben de bir zaman vitrinde durur resmin. kendi koşan atları seyreden adamım. Orkestra her şeyi siyaha (a.z.cümle) boyuyor. (Bazı gazetelerin 3.sayfadan aynı fotoğraf ve benzer metinlerle servis ettikleri bir haber) “Önceki gece, çalıştığı Evren Lojistik’e âit antrepoda, çöken yapı malzemelerinin altında kalarak ağır yaralanan Hayati Üçgün, kaldırıldığı hastanede dün sabaha karşı öldü. Şirket çalışanlarından edinilen bilgiye göre; Hayati Üçgün’ün o gece mesaî listesinde ismi yoktu. Şahsın kendi sorumluluk alanına girmeyen kısımda bir iş makinası ile ne yapmaya çalıştığı ve olayın kaza mı cinayet mi olduğu gizemini koruyor…” _________________________ * “O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.” (Enam Suresi, 61. ayet) **Mearic Suresi, 19. ayet
Aşılmaz sanılan Bozkırın Bu önyargıları paramparça dağları geçtikten Rezenesi edebilmek için gerçekte sonra, insanın kibrini var olmayan bozkırlı okşayan şehrin parlak ışıkları ile gözleri kızardı imajının tersine ikna Buhran’ın. Sevdiği kadına etmeye çabalıyordu ulaşmaya çalışıyordu insanları. Oysa şehirli nihayetinde. Bu zorlu kibrinin, bozkırlı yolculuk ona iki saatlik kibarlığının üzerine bir toplu taşım macerası çıkıp saatlerce çiğneyebileceğinin olarak geri dönmüştü ama farkında dahi aşılmaz dağlar aşılmıştı işte. değildi. Zaten dağ dediğin nedir ki, bu gibi Şuhran garsonla konuşmasına şeylerin hepsi insanın kendi zihninde Tamer Sağcan bakıp, Buhran’ın yüzüne bile bakmadan; oluşturduğu sembolik engellerden “Hizmet sektöründeki bu tip alt segment ibaretti. Kerem, aşkı için dağları deldiğine adamları ezmelisin canım. Onlar için senin göre Ferhat’ın çöllere düşmesinde nasıl bir ezilmiş kibarlığın anlaşılır bir lisan değildir. sakınca olabilirdi? Şimdi müsaadenle,” dedi ve garsonu tekrar çağırdı. Buhran garip bir adamdı. Üzerinde bozkırın “Nerede kaldı rezene çayı? Sizden bir şey isteniyor sessizliği ve avuçlarında parça parça olmuş yaraların ohhhh rahat rahat, gevşek gevşek duruyorsunuz köşede. kabuk tutmuş acıları ile sevdiğinin peşinden dağları Kim senin müdürün? Ya hemen çayımı getirirsin ya da aşmayı, iki saat boyunca bir belediye otobüsünde mahkûm müdürünü çağırırsın. Seçim senin,” diye diğer müşterilerin kalmayı göze alabilecek bir kahramandı. Sevgi neydi? de duyabileceği arsız bir ses tonuyla adamı azarladı. Sevgi yemek yemekti ve yenilen yemeğin hesabını Başkası yerine utanmak da ezilmiş kibarlığa dâhil miydi Buhran ödeyecekti. Sahi parası var mıydı yemek için bilemedi Buhran. Fakat ilginç bir şey oldu ve iki dakika ödeyebileceği? “İnsan sevdikten sonra paranın ne önemi geçmeden, restoranın en süslü bardağında, dumanı var?” diye düşündü Buhran ve sonra derisinin altında üzerinde tüten bir rezene çayı Şuhran’ın tam önüne özürler onulmaz bir titreme hissetti. Acaba yemek için yeterli dilenerek kondu. Bu dünyanın adâleti var mıydı? Daha da parası olmadığını anladıklarında restoranın kaba saba önemlisi adâlet var mıydı? görevlileri onu döverler mi, yoksa polise mi teslim ederlerdi? Olsun delikanlılık ölmemişti ve ölmeyecekti, ölse bile dirilecekti. “Eğer dövmeye kalkarlarsa sorun değil, hepsini patates ederim,” diye düşündü. Polis çağırdıklarında ne yapacağını ise bilmiyordu. Otobüsten inmek üzere olduğu için bunları düşünmekten vazgeçti. Önemli olan biricik sevdiği Şuhran’a güzel bir akşam yemeği ısmarlamış olmaktı. Şuhran, saçları her seferinde denizden yeni çıkmış gibi tuz kokan, esmer tenli, adının hakkını verircesine şuh bir kızdı. Bazen gerçekten saçına tuz döküyor olabilir mi diye düşünüyordu Buhran. Sonuçta güzel olmak ve de güzel kalmak için neler yapılabilirdi, neler? Kimi yüzüne salatalık maskesi yapıyor, kimi o salatalığı tuzlayıp yiyordu. *** İnsanı bağlayan engellerden umutsuz bir rahatlıkla kurtulmayı başarmalarının ardından, işte şimdi masada karşı karşıyaydılar. Aşk denen zehri yavaşça hayatına zerk eden kadının gözlerine melül melül bakıyordu. Sevdiceğine ne yemek istediğini sordu. Buram buram tuz koktuğu için restorandakileri rahatsız eden kadın, buğday tenli olduğu kadar kavruk bir tip olan Buhran’ın yüzüne bile bakmadan: “Ben yemekten önce muhakkak rezene çayı içerim. Bunu biliyor olman lâzımdı. Hazmımı kolaylaştırıyor da,” dedi. Bozkırın dinginlenemez kavukluğu ile bedbaht olmuş Buhran nasıl olup da bunu bilemediğine hayret etti. Adâlet Hanım’dan başka bir adâletin varlığına şahitlik Garsonu kibar bir edâyla yanına çağıran kavruk edemezdi Buhran. Eski ev sahibesini hatırlamak onu hem adam ona yemeğin öncesinde bir rezene çayı getirip mutlu hem de rahatsız etti. Adâlet Hanım her ne kadar getiremeyeceğini sordu. Garson küstah bir ifâdeyle ceberut bir kadın olsa da parası olmadığını bildiği hâlde “Neden getiremeyeyim görevim bu,” diyerek sertçe iki sene evinde kira ödemeden kalmasına ses çıkarmamış, seğirtip uzaklaştı. Geldiği yer bozkır olduğu için, ara sıra onu yemeğe de davet etmişti. İhtiyacı olan birine kendisinde mecburî bir kibar davranma hâlinin olması; karşı pençelerini gizleyen ve onu rahatlatmaya çalışan insanların bozkırlıyı kaba-saba, yol, yöntem bilmez gibi uslu bir kediydi o kadın. Adâlet de böyle bir şeydi aslında, görmelerinin getirdiği gizli bir ezilmeden kaynaklanıyordu. insanlara karşılığını beklemeden onlarda psikolojik
rahatlık ve tatmin hissi yaratmayı kendine görev bilen, ŞAİR YOKSUNLUĞU Yasin Usta ceberutluğunun simgesi bir kılıç taşıyan gözü bağlı eli terazili bir kadından başka bir şeyle de tasvir edilemezdi. Bahaettin Karakoç’a ve Türkçeye söz katıp ses veren bütün Bütün bu düşüncelerden Şuhran’ın “Eh artık yemeğimizi sipariş etsek,” sızlanışı ile uyandı. Kendi şairlere… siparişini vermesinin ardından, sevdiğinin siparişini söylemek üzereydi ki, Şuhran neredeyse altı kişilik bir Korkarım, şairler bir bir gittikçe aileyi doyuracak bir yemek dizisi siparişine başladı. Bunca Annemizin dili öksüz kalacak. yemeği yedikten sonra nasıl bu kadar ince kalabildiğini Bunca emek ile yeşeren bahçe merak etmesi bir yana, parası olsaydı bile bunca yemeği Sonunda mahvolup renksiz kalacak. ödemeye yetmeyeceği düşüncesine kapıldı. Olsun parayla saadet olur muydu ki? Belki de olurdu. Mahkemeye dâvâ Türkçeye ses olmak, şair amacın; harcını yatırdığı zaman insan basit bir nüfus dâvâsı ile Diline söz olur aşkınla acın ismini değiştirerek Saadet yaptırabilirdi. Demek ki parayla El çekersen heyhat, yazık, ağacın Saadet oluyor ve olunuyordu. Meyvesi ham, kendi köksüz kalacak. *** Çakalların sürüyü sürüdükleri, Korktuğu şey başına geldi. Evet, sevgi yemek yemekti İtlerin hırlayıp ürüdükleri, ama böyle de yemek yenir miydi arkadaş? Şu an önünde Şairin zırh olup korudukları, duran dört haneli yemek adisyonuna bakarken birden Dünyada her daim haksız kalacak. okuduğu o alacalı bulacalı kitaplar aklına geldi. İnsan bir şeyi yürekten; ama böyle yüreğinin derinlerinden dilerse Şairdir Türkçenin rengi, nefesi imkânsızı bile gerçekleştirebilirdi. Öyle yazıyorlardı hep. Şairdir Türklüğün beği, efesi Gözlerini yummuş buradan kurtulmayı dilerken birden Bir gün kesilirse şairin sesi zamanın durduğunu ve aksakallı ama pijamalı bir dedenin Kâinat türküsüz, Türksüz kalacak. karşısında dikilmekte olduğunu gördü. “Yahu kardeşim mesaî diye bir şey var. Olur olmaz saatlerde ne diye dilekte bulunuyorsunuz? Pijamalı pijamalı geldim söyle ne var, nedir dileğin?” diye haykırdı Buhran’a. Buhran şok içerisinde: “Gerçekten de yürekten bir şey dileyince oluyormuş. İşte kalbin ve pozitif düşüncenin gücü” diye boş boş yüzüne bakan ihtiyara ünledi. Bu muhabbetlerden sıkıldığı her hâlinden belli olan ihtiyar adam: “Ya kardeşim ne kalbi, ne gücü. Hikâyeyi bağlamak için geldim ben. İyice karıştırıyorsun çünkü. Yoksa kalbini sık suyunu çıkar, çıkıp gelmezdim rahat yatağımdan. Hem ne biçim adamsın sen? Dilekler cinlerden dilenir. Biz daha çok rüya içi hizmet ifa ediyoruz. Her neyse madem geldim söyle dileğini,” dedi. Kafasını yumruklarıyla sıkıştıran bozkırın kavruk delikanlısı Buhran: “Beni içinde bulunduğum durumdan kurtar,” dedi. *** Gözünü açtığında evinde koltukta oturuyor hâlde buldu kendini. Karşısındaki kanepede ise pijamalı ve aksakallı dede elinde telefonla biriyle konuşuyor ve “Lütfen biraz çabuk olabilir mi?” diyordu. Telefonu kapatır kapatmaz yaşlı adama “Ne oluyor, Şuhran nerede? Kurtulmayı dilerken bunu kastetmemiştim? Hem kimi arıyorsun benim telefonumla?” diye endişe içerisinde sordu. İhtiyar konuşmak için doğru zaman olmadığını belli eder bir bakış fırlattı Buhran’ın yüzüne. Aradan sessizliğin ürkütücü bir kırbaç gibi odayı dövdüğü bir on dakika geçtikten sonra tavsiye verme havasını yakalayan ihtiyar adam kanepede doğruldu: “Bak evlat, söz namustur. Dilediğin ne ise onu gerçekleştirdim. Ayrıca anlıyorum ki iyi bir tavsiyeye ihtiyacın var. Eğer Şuhran’ı seviyorsan yapman gereken tek bir şey var: Sevdiğini bırakmalısın…” Tam bu sırada kapının zili çaldı. Buhran kapıyı açmak üzere doğrulurken, ihtiyar başladığı cümleyi bitirmek üzere soluklandı: “Eğer dönerse, senindir. Ben kendime kıymalı pide sipariş ettim de…”
“Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”1 Bak Arif Nihat’ın, “Türbesini bir Bozkurt Postacı diyen şairin sözleri yüreklerde yankılanıp Geliyor…(VI) bekleyecektir.” dediği Mustafa ufuklara sığmazken takvim yaprakları Kemal’in ismini tarih altın harflerle da kuruyan yapraklar misali zaman yazmaya devam edecektir. Çünkü ağacının dallarından düşüp bir bir o, Türk milleti için bir destan kaybolurken “talihin elinde oyuncak kahramanıdır âdeta. 30 Ekim olan” bizler, bu duruma sevinsek 1918 de imzalanan Mondros mi, üzülsek mi bilmiyorum. Oysa Antlaşması’yla Türk’ün bilinen ve gerçek olan bir şey var lügatinden çıkarılmak ki hepimiz bir mirasyedi gibi o istenen hürriyet ve istiklâl ele avuca sığmayan zamanı çok kavramlarının onun rahat harcamaktayız... Baksanıza başlattığı hareketle “Ya günlük telâşlarımızın arasında istiklal ya ölüm” nidaları farkına varmadan sonbaharın son ayı M. Hayati Özkaya şeklinde nasıl bir olan eyyam-ı kasıma da ulaştık. Halk haykırışa döndüğünü arasında “Günler uzaldı, geceler kısaldı bilmem anlatmaya gerek derler, kasım yüz, gerisi düz derler, dokuz var mı? Eski Afganistan iyi gitmezse otuzu gözle derler…” Kralı’nın onun için söylediği söz Bildiğiniz gibi Arapçada “kasım” ayıran, bir gerçeğin altını çizmektedir: “O bölen, taksim eden anlamında bir kelimedir. Yunus büyük insan, yalnız Türkiye için değil, Emre de herhalde “kasım” kelimesinin bu özelliğinden bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi.” nasibine düşeni yeterince alacağını tahmin etmiş olacak ki bir Bu büyük önderin ömür çizgisine baktığımızda insanüstü şiirinde “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya bir şeylerle karşılaşıp hayretler içinde kaldığımız için diyoruz çeken bir Molla Kasım gelir.” demiştir. ki Mustafa Kemal Atatürk’ü, siz bir başka liderle, devlet Yunus’un şiirindeki bu menkıbeyi Arif Nihat Asya’nın adamıyla, komutanla karşılaştırmaya kalkmayın çünkü “Molla Kasım”2 yazısında ayrıntılı okuyabilir, farklı bir bakış sonunda mukayese ettiğiniz kimseler karşısında Atatürk’ün açısıyla Molla Kasım’a verilen ulvî görevi keşfedebilirsiniz, hep bir üstün yanı olduğunu apaçık göreceksiniz. diyerek konumuza dönelim. Gelin, Trablusgarp’a giderken Urla tahaffuzhanesinde4 Kasım kelimesi, tam da bu ayda, kasım ayında, benim ve Rus vapurundayken arkadaşı Salih Bozok’a yazdığı mektubun bizim için sözlükteki tanımıyla birebir uyuşmaktadır. Neden zarfını birlikte açalım ve satır aralarından onun ne kadar iyi bir mi? Çünkü bu ayda benim ve bizim çok değer verdiğim(iz) evlat, iyi bir dost, iyi bir asker ve aynı zamanda okuyan, bilen insanlardan bazıları bu fani dünyadan ayrılıp ebedî âleme bir lider olduğunu bir kez daha görelim. göçmüşlerdir. Mesela Ağabeyim Necdet Özkaya bu ayın 3’ünde, annem 8’inde hepimizin ATA’sı olan Mustafa Kemal ise 4 Ekim 1911 10’unda aramızdan ayrılmıştır. Bilirsin ki Trablusgarp meselesinin ortaya çıktığından beri Arif Nihat Asya, 10 Kasım için “Takvimlerin Bu Yaprağı oraya gitmek teşebbüsünden geri durulmadı. Bir defa Şam Siyah Kalacaktır”3 derken şunları yazar: vapurunda üç gece kalındıktan sonra döndürüldük. Ondan sonra “‘Yaşasın’ diye çok bağırmıştık ve henüz yaşayacak çağdaydı, Mısır ve Tunus yolu ile gitmeye teşebbüs ettik. yaşamadı. Sıhhati, hayatı için ettiğimiz dualar geri geldi Harbiye Nazırı, ümit kestiği için vazgeçirtildi. Bir defa Ömer Şair: ‘Ömrüne katmak için Tanrı ömrümden alsın.’ diyordu. Naci ve daha iki kişi ile Mısır üzerinden hedefe yürümek üzere Şair, sesini duyuramadı. (2 Ekim 1911) İstanbul’dan hareket olundu. Harbiye Nazırı da Onun, bu yurdu kurtarmakla gösterdiği harikayı fen, onu ister istemez muvafakat etti. Lüzum ve fayda görürsem bazı kurtarmakta gösteremedi. Ve büyüklük onda kaldı. arkadaşları isteyeceğim. Şimdilik temin edilecek noktalar var. Karların, kışların, çöllerin, kurşunların, mermi rüzgârlarının Benim nerede olduğumu duyurmayın. Daha bir müddet için yıkamadığı bir gövdeydi ve daha altmışında yoktu. validemi dahi haberdar etmeyin. Ara sıra benim tarafımdan Eli, Meçhul Asker abidesindeki ele benzerdi. Parmağının İstanbul’dan mektup gönderin. gösterdiği yere bir millet koşardı. Gözlerini bir kere dolaştırmakla Eyüp Sabri sizi görecek. Ona ilmühaberlerim ve borçlarım bir ufuk çizerdi. Sesi kumanda etmek için yaratılmış seslerdendi: hakkında malumat verdim. Ruşen ve Necati beylere gizlice İçerde, dışarda dediği olurdu. söyleyin, ilmühaberlerimin Beşinci Kolordu idaresinde kalması Bu yurda baş oluşuyla 30 Ağustos Bayramını kazandığımız, ve maaş tahsisatımdan borçlarım ödenmekle beraber kalanın 23 Nisan’ı, 29 Ekim’i yaptığımız adam, bize bir matem günü de valideme verilmesi lazımdır. Bunu Harbiye Nazırı da yazacak, armağan bıraktı gitti; takvimlerimizin bu yaprağı siyah kalacaktır. unutmazsa! Bu yurda, bu millete gösterdiği ihtimamın, dikkatin onda Senin vasıtanla valideme verilmek üzere Kerim Bey’e birini, yirmi de birini kendi şahsı için, kendi şahsına ve sıhhatine (Abdülkerim Paşa) kırk lira bıraktım. gösterseydi daha, çok yaşardı… Şahsını en sonraya bıraktı ve Mısır’a vardıktan sonra sana malumat ve adres vereceğim… kendine sıra gelmedi. Arkadaşlar ne âlemdedir? Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar Bana sorarsanız taşına destanının ilk mısraları kazılmalı… olduğundan ziyade gayret ve fedakârlık elzemdir. Endülüs Altına ‘Gerisi milletinin hafızasında’ diye yazılmalı. Başka söz tarihinin son sayfalarını okuyunuz. istemez. Faydalı sohbetlerinizde bulunamadığıma üzgünüm. Beni Türk bayrağı O’nun aziz ölüsünü gölgeleyecek ve şu yurdun unutmayın… Beraber yaptığımız talim programını takipten yükseklerinde yapılacak türbesini bir Bozkurt bekleyecektir. çok güzel neticeler alınır. Yorulmasınlar, eski tembellikle Başka süs istemez. hiçbir şey olmaz. Başka kâğıdım yok, Nuri’ye ayrıca mektup Vasiyetnâmesi gençliğin ezberlediği meşhur hitabe, mirası yazamayacağım. İstersen bu mektubu aynen gönder veyahut istiklâl olan bir vatan babasıydı. Ey O’nun çocukları, gidiniz; bahisle bir mektup yaz ve o kıymetli kardeşimize de ki ‘Benim mezarının başında yurdunun istiklâl marşını okuyunuz. Başka için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkamayan bir öz ses istemez.” kardeş varsa Nuri’dir.’ Bu müzlim seferi onunla beraber yapmak
isterdim. Allah nasip ederse mücadele sahasında birleşiriz. Eğer milletinin “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, o satıh mukadderse ahirette kavuşuruz. bütün vatandır.” sözüne yürekten inanışıdır. Öyle ki bu inanç ve kararlılıkla cepheden cepheye koşanlar “Annem beni yetiştirdi Salih, senin de gözlerinden öperim. Kalbinin vefasına bu vatana yolladı / Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı” vicdanının saffet ve nezaketine şükran borçluyum. derken yurdumuzun dağlarında çiçekler açıyor, gümüş İstanbul’da kalan Kerim Bey’e mektup yazın. O zavallı oradaki dereler taşıyor, yiğitler cepheden sılaya “allı turnalarla” haber mücadelede yalnız kaldı. Mektuplarınız ona kalp kuvveti verir. salıyorlardı. Ve tarih yeniden yazılıyordu. Ve artık yüzyıllardır Allahaısmarladık. makûs talihini ortadan kaldıramayan Türk, “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” diyen bir kahramanın önderliğinde Mustafa Kemal başı dik, alnı açık yürümekteydi. Evet, yukarıdaki mektupta benim özellikle koyu puntolarla belirttiğim Mustafa Kemal’in 1911’de arkadaşlarından Bu büyük ve destansı hikâyemizi yine bir kasım ayında okumalarını istediği kısma dikkatinizi çekmek istiyorum. aramızdan ayrılan şair Faruk Nafiz Çamlıbel (1898- 8 Kasım Çünkü bu beş kelimeden oluşan cümle korkarım ki bugün 1973) alegorik (temsili istiare) tarzda yazdığı bir şiirinde bakın etrafımızdaki coğrafyayı saran ateşin etkisiyle bizleri de nasıl anlatıyor: yakından ilgilendirmektedir. Peki, Endülüs tarihinin son sayfalarında ne vardır? Cevap: Çok dramatik bir ana oğul At muhabbeti vardır. Şöyle: Bin gemle bağlanan yağız at şâha kalkıyor, 1492 tarihi, Müslüman Arapların 800 yıl süreyle ellerinde Gittikçe yükselen başı Allâh’a kalkıyor! tutup Endülüs Devleti’ni kurdukları İspanya’daki hâkimiyetlerinin sona erdiği tarihtir Son mâcerâyı dinlememiş varsa anlatın; Son hükümdar XI. Ebu Abdullah Muhammed, Gırnata’yı Râm etmek isteyenler o mağrûr, asîl atın. teslim ettikten sonra ailesi ile birlikte sarayı terk eder. Dağdaki Beyhudedir, her uzvuna bir halka bulsa da; patikayı tırmanırken, tepeden son bir defa şehre bakar ve Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da... ağlar. Annesi Ayşe, “Ağla oğlum ağla! Vaktiyle bir erkek gibi Coştukça böyle sel gibi bağrında hisleri savunamadığın şeyler için şimdi bir kadın gibi ağlamak yaraşır Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri! sana” der. Son hükümdarın Gırnata’ya elveda demek üzere Son şanlı mâcerâsını târîhe anlatın : dönüp baktığı ve hıçkırıklara boğulduğu bu nokta bugün “Arap’ın Zincîr içinde bağlı duran kahraman atın ağladığı yer” diye anılır. Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor; İşte bu hazin sonu hiçbir zaman kabul etmeyen Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor! Mustafa Kemal ve arkadaşları önce Trablusgarp’ta Dün bin bir güçlükle mücadele ederek şaha kalkan bu “at” sonra Balkan Savaşlarında rol alırlar. Sofya yâni Türk milleti, bir daha karanlığın ve zulmün Ateşemiliterliği görevini yürütürken Çanakkale Savaşı başlar. Bunun üzerine, pençesinde kalmamak için ilmin, ancak cesaret ve asalet sahibi tekniğin, sanatın kapısını sonsuza insanların sergileyeceği bir davranışla kadar açmak; laboratuvarlarda, der ki: “Vatanın müdafaasına ait kütüphanelerde ter dökenlere fiili görevlerden daha önemli bir ciddî imkânlar sunmak ve görev olamaz. Arkadaşlarım savaş onlara gereken desteği vermek cephelerinde, ateş hatlarında zorundadır. Ancak bu şekilde bulunurken ben Sofya’da gelişen ve değişen dünyayla ateşemiliterlik yapamam.” yarışabiliriz. Yoksa sabahtan Sonrası malûmunuzdur. akşama kadar birilerine kızıp İngilizler ve Fransızlar güçlü bağırmak, bizi bir adım ileriye donanmalarıyla kasım kasım götürmez. kasılarak Çanakkale’ye Son söz Mustafa Kemal’in yaklaştıklarında, bir hafta olsun: “…Bugüne kadar elde içinde İstanbul’a ulaşacaklarını ettiğimiz başarılar bize ancak zannediyorlardı. Fakat gelişmeye ve uygarlığa doğru umduklarını bulamadılar. bir yol açmıştır. Yoksa bizi Akif’in bahsettiği “Kimi Hindû, gelişmeye ve uygarlığa kimi yamyam, kimi bilmem ne henüz ulaştırmış değildir. belâ...” olanlar Seddülbahir’de, Bize ve bizden sonra Alçıtepe’de, Arıburnu’nda, geleceklere düşen görev bu Anafartalar’da kısacası denizde yol üzerinde tereddütsüz ve karada boylarının ölçüsünü ilerlemektir.”(Ağustos, alarak gerisin geriye dönerken 1923) İngiliz Başbakanı Lloyd Bir başka “Bak Postacı George, “Yüzyıllar nadir olarak Geliyor” da buluşmak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize üzere sağlıcakla kalın! bakın ki o büyük dahi çağımızda ______________________ Türk milletine nasip oldu.” demek zorunda kalır. 1 Ömer Bedrettin Uşaklı Ve sonrası yine malûmunuzdur 2 Arif Nihat Asya; Çekirdek: ki 1919’un Mayıs’ında Mustafa Kemal 2 Aramak ve Söylemek, Ötüken Atatürk’ün Samsun’da yaktığı ateş, Neşriyat, İst, 1975, s.395 kısa zamanda yurdumuzun dört bir tarafında bir yanardağ 3 Arif Nihat Asya; Çekirdek: 1 olup tutuşmuştur. Bu ateşin adı Millî Mücadele’dir. Bu, Türk Top Sesleri, Ötüken Neşriyat, İst.1, 975, s.26 4 Tahffuzhane: Hastaların iyileştirilmesi için büyük limanlara yakın kıyılarda kurulmuş olan sağlık kuruluşu.
Bahaettin Karakoç Artık zevâl vakti, akşam oluyor; 5 Mart 1930 - 17 Ekim 2018 Göklerin kapısı hâlâ aralık… İnce bir sızıyla içim doluyor, Her zaman sökmüyor gözükaralık.
Search
Read the Text Version
- 1 - 48
Pages: