Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore KADI BURHANEDDİN DERGİ SON 2021 (2)pdf deneme

KADI BURHANEDDİN DERGİ SON 2021 (2)pdf deneme

Published by almıla güneş, 2022-04-07 12:50:10

Description: KADI BURHANEDDİN DERGİ SON 2021 (2)pdf deneme

Search

Read the Text Version

Ali Volkan ERDEMİR: Olabilir. Gerçi Murakami bizim gönüllerimizde Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı bile. Yeter ÖZTÜRK: Siz aynı zamanda iyi bir de müzikseversiniz bildiğimiz kadarıyla, çeviri yaparken de dinliyor musunuz? Ali Volkan ERDEMİR: Dinliyorum, Metallica ve Mozart eskiden beri vazgeçilmezlerim. Bunları CD’den dinliyorum. Ayrıca radyo dinlemeyi seviyorum; TRT Radyo 3’te klasik ve rock müzik; TRT Radyo 1’de de “Gecenin İçinden” programını ve radyo tiyatrosu dinlemeyi seviyorum. Yeter ÖZTÜRK: Peki ne kadar süre alıyor ortalama, ince bir kitabı çevirmek? Ali Volkan ERDEMİR: Değişiyor; her gün için belirli sayfa kararı veriyorum ama bazen işten çok yorgun dönünce o akşam çeviri yapmıyor, bunu hafta sonu telafi ediyorum. Bir de bir çevirinin başı ağır gidiyor, ortada biraz hızlanıyor, sonlarda daha da hızlanıyor, çünkü artık hem konuyu biliyorsunuz hem de sözcük tekrarları olduğundan sözlük kullanmıyorsunuz. Genel hatlarıyla söylersem 200 sayfa için 3 ay süre alıyorum, bitince de metni bir süre dinlendiriyorum, 1 hafta kadar onu masamın üzerine bırakıyorum. Sonrasında ise kâğıt çıktı üzerinden 3 ya da 4 kez okuyarak kontrolünü yapıyorum. Sibel GÖLE : Şu anda çevirmekte olduğunuz bir kitap var mı? Ali Volkan ERDEMİR: Var. Dance Dance Dance; Murakami'nin 850 sayfalık romanı. O da şu noktada özel: Murakami'nin Fare karakteriyle ilgili düğümler çözülüyor, büyülü gerçekçilikle ilgili Koyun Adam karakteri tekrar ortaya çıkıyor. Bu romanda hayal dünyası ile gerçekler büyülü bir şekilde birbirine karışıyor. Bu karakterleri anlama açısından kilit noktası bir kitap, onların ne olduğu ya da ne olmadığı ile ilgili şeyler, sırlar bu kitapta ortaya çıkacak… Zerda ELTURAN: Sizin peki Türk Edebiyatında sevdiğiniz yazarlar kimler ya da hangi yönleri sizin dikkatinizi çekiyor? Ali Volkan ERDEMİR: Japonya’dan döndükten sonra Türkçe kitap okumayı çok özlemiştim; o zaman Sabahattin Ali'nin roman ve öykülerini çok severek okudum. Türkçesini ve kurgusunu çok seviyorum Ayrıca Sait Faik, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bilge Karasu, Şule Gürbüz, Emre Saraçoğlu’nun kitaplarını içeriklerinin zenginliği açısından severim. Şiirde ise Metin Altıok, Murathan Mungan, Cevat Çapan’ı çok beğenirim. Çocuk edebiyatında ise Berat Alanyalı, Filiz Özdem ve Koray Avcı Çakman’ın kitaplarını öneririm. Yeter ÖZTÜRK: Peki sizin şu an yazmakta olduğunuz bir kitap var mı, çeviri dışında? Ali Volkan ERDEMİR: Kurgu olarak mı? Var, bir roman üzerine çalışıyorum. Bir kez kontrole gidip geldi, öneriler aldım. Sanırım yaz döneminde üzerinde daha rahat çalışacağım. Biraz gerçekçi, biraz romantik bir roman olacak. Sibel GÖLE: Bu kadar dolu olmak yormuyor mu? Ali Volkan ERDEMİR: Farklı alanlarda çok çalışmak yorucu oluyor elbette ama çeviri ve kitaplarımı kitapçı rafında görünce, öykü ve şiirlerim dergide yayımlanınca, makalelerim ya da akademik bildirilerim üzerine dönüşler alınca, bu yorgunluğuma değdiğini düşünüyorum. Bakın şimdi de sizler gibi pırıl pırıl öğrencilerle yabancı dil, edebiyat ve kültür üzerine konuşuyoruz; bu benim için mutluluk verici bir şey. Yeter ÖZTÜRK: Peki çocukken de Japoncaya ilginiz var mıydı?

Ali Volkan ERDEMİR: İlk okuldayken, iki kuzenim askeri liseye gidiyordu. O zamanlar mektup arkadaşlıkları vardı. Onların da Japonya'dan mektup arkadaşları vardı. Bu mektuplarda da yaşadığı ortamı, ailesini, kendisini tanıtan fotoğraflar olurdu. Zihnimde ilk canlanan Japonya imgesi de o zaman Japonya’dan gelen fotoğraflardan oluşmuştu. Pembeli beyazlı kirazçiçeği, kimono giymiş Japonlar, yeşilin birçok tonunun bir arada oluşu, ahşap tapınak ve güleryüzlü insanlar. Sonra, ilkokul 5. Sınıftaydım, 1985 yılı olmalı, TRT 2’de dünya sinema kuşağı adlı bir program oluyordu. O programda Yedi Samuray filmini izlemiş ve adeta büyülenmiştim. Şimdi Japon sineması dersinde gösterdiğim ve işlediğimiz ilk film o oluyor; siyah beyaz, 1954 yapımı. 3 buçuk saat sürüyor. Öğrencilerime ilk 20 dakikasında sıkılabilirsiniz ama sonrasında büyülenerek izleyeceksiniz diyorum ve her yıl da dediğim gibi oluyor. Bugün sürekli film izleme imkânı içinde, renkli ve teknolojik açıdan bir sürü şeyin kullanıldığı filmlerle karşılaştırıldığında Yedi Samuray onların gözünde ilk bakışta sıkıcı olabiliyor; ama klasiklerin değeri hiçbir zaman solmaz çünkü mesajları her dönem görülen evrensel konulardır. Dahası yönetmen Akira Kurosawa’nın çekim teknikleri de büyüleyicidir. Zerda ELTURAN: Öğrenciler bölümünüze İsteyerek Japoncayı merak ederek mi geliyorlar? Ali Volkan ERDEMİR: Her yıl bölümümüze gelen 40 öğrencimizden birkaçı hocam çevirilerinizi okuduk, kitabınızı okuduk diye tercih ettiğini söylüyor. Onun dışındakilerden bir kısmı ise anne veya babalarının Japonya ilgisinden beslenerek tercih etmiş oluyor, bir kısmı da öğretmenlerinin önerisiyle. Ama geneli anime izledik, o yüzden Japonca öğrenmek istedik diyerek geliyor. Mezun olduklarındaysa Japon dili, edebiyatı ve kültürü üzerine tümüyle donanımlı oluyorlar. Sibel GÖLE: Siz kaç yılında başladınız buraya? Ali Volkan ERDEMİR: 1 Şubat 2008’de, Yasunari Kawabata’nın Karlar Ülkesi’ni andıran çok karlı bir günde geldim. Yeter ÖZTÜRK: Öğrenciler mezun olunca ne yapıyorlar? Ali Volkan ERDEMİR: Bugün ülkemizdeki genç akademisyenlerin tamamına yakını bizim bölümümüz mezunu. Akademi dışında ise Türk Hava Yolları'nda kabin görevlisi olarak çalışanlar var, Japonya Büyükelçiliği’nde çalışan, Japonya’da işe girenler de var; ayrıca İstanbul, Adapazarı, Çankırı, Osmaniye’deki şirketlerde Japonca tercüman ve asistanlık yapan mezunlarımız da var. Dahası, Japonca kullanmadan da banka sektöründe işe başlayıp kendini geliştirip üst düzey yöneticiliğe kadar çıkan, bu arada Japon edebiyatı ve kültürünü de takip eden mezunlarım var. Hepsiyle gururlanıyorum.

Zerda ELTURAN: Birçok dil biliyorsunuz, bize yabancı dilin öneminden bahsedebilir misiniz? Ali Volkan ERDEMİR: Yabancı dil konuşarak ya da yabancı dilde okuyarak başka insanları, kültürleri tanıyorsunuz. Bu arada onlar üzerinden kendinize yeniden bakıyor ve kendinizi daha iyi tanıyorsunuz. Şöyle bir örnek vereyim: Bir ormanın içindeyken orada olduğunu nasıl anlarsınız? Ancak o ormanın dışına çıkıp o ormana bakarak. Belki bir tepenin üzerine çıkarsınız ve o zaman artık zihninizde bir orman ve bir tepe görüntüsü oluşur, onların varlığının bilincine varırsınız. Sürekli ormanın içinde olursanız tepeyi göremeyebilir ya da ormanın orman olduğunun farkına bile varamazsınız. Sözgelimi ben tarhana çorbasının, yoğurdun ne kadar lezzetli olduğunu ancak yabancı ülkelere gidip oradaki yemekleri yedikten sonra anladım. Japon sulu eriştesinin rahmetli anneannemin ev makarnası ile benzer tadının olması beni başta çok şaşırtmıştı, en sevdiğim Japon yemeği o oldu. Bu arada suşinin de ne kadar değişik bir tadı olduğunu gördüm. Demek istediğim, yabancı dil aracılığıyla sizden farklı insanları, düşünceleri, yaşayışları görürsünüz; bazıları size çok farklı gelebilir, bazıları tanıdık gelebilir. Bu anlamda yabancı dil diğer insanlarla aramızda bir köprü işlevi görür; hem diğerlerini anlamak hem de kendimizi daha iyi tanımak açısından bize şans verir. O yüzden yabancı dil öğrenmeyi önemsiyorum. Yeter ÖZTÜRK: Kenzaburo Oe’nin Kurbanı Beslemek kitabını çevirirken neler hissettiniz? - Ali Volkan ERDEMİR: Çeviri yaparken kendimi o atmosfer içinde buluyorum. Kurbanı Beslemek çevirisi psikolojik olarak çok zordu ve bir süre rahatsızlandığımı hatırlıyorum. O kitap 3 öyküden oluşuyor. İlk öyküsü 2. Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Japonya’da bir köye Amerikan savaş uçağı düşüyor. Uçağın içinden bir zenci çıkıyor. Böylece 2. Dünya Savaşı en ulaşılmaz diye düşünülen yerlere bile ulaşmış oluyor; Japonya’nın bir köyüne. Japonlar ilk kez bir zenciyle karşılaşıyorlar. Yabancı dil bilmedikleri için onu önce çok yadırgıyorlar. Ayağına pranga bağlayıp onu esir ediyorlar. Sonra ona bakıyorlar; hatta kendi yemedikleri yemekleri bile ona, bir misafir olduğu için ona sunuyorlar. Sonra onun bakışlarından, duruşundan, tavırlarından onun da kendileri gibi bir insan olduğunu görüyorlar… - Sibel GÖLE : Murakami bir de Japon diline farklı bir tarz oluşturmak istiyor. Böyle farklılıkları seven birisi, siz de farklılıkları seven birisisiniz ve bu kişilik benzerliği çevirilerinizde bir etkisi oldu mu? - Ali Volkan ERDEMİR: Murakami bana çok ilginç geliyor mesela ilk iki romanını önce İngilizce yazıp sonra kendisi Japoncaya çeviriyor. Böylece yeni bir tarz oluşturuyor, kendini az sözcükle ifade ediyor. Murakami’nin çevirmenliği de var, Amerikan edebiyatından bir sürü çevirisi var. Murakami çevirirken bazen bir sonraki cümleyi tahmin edebiliyorum, bundan da çok keyif alıyorum. Ama bazen de çok şaşırtıyor, şimdi şu olacak diyorum ama başka bir şey oluyor bu durumda da kendime gülüyorum, bu sürprizli gelişme bana eğlenceli geliyor. - Yeter ÖZTÜRK: Murakami ile tanıştınız mı? - Ali Volkan ERDEMİR: Hayır henüz tanışmadım. Bu yıl sonunda böyle bir program söz konusu olabilir. - Zerda ELTURAN: Japonların da Türklere ilgisi var. Nasıl buluyorsunuz bu ilgiyi bizim benzerliğimiz mi var? Japon kültürü ve Türk kültürü tamamen farklı gibi resim olarak karşıdan bakınca bir noktadan bir benzerlik var mı? -Ali Volkan ERDEMİR: Doğu’nun iki ayrı ucunda olan iki Asya ülkesi Türkiye ve Japonya’nın Asya kültürüne özgü benzerlikleri var. En basit örnekler olarak, iki toplumda da eve ayakkabı çıkartılıp terlik giyilerek girilir; hamam, kaplıca yaygındır. Ama bunlar dışında, coğrafi ve kültürel olarak uzak olduğumuzdan beslenme kültürü, eğlence anlayışı gibi konularda iki toplum kendine özgü tarzlara sahip. Japonların disiplin anlayışı ile bizimkisi de farklı. Japonya’da otobüs ve tren sefer saatleri aksamaz, otobüs şoförü güvenlik açısından yolcular yerine oturmadan otobüsü hareket ettirmez, ayrıca kesinlikle durak dışında bir yerde durmaz. Bizde sağanak yağmurlu bir günde yolda kucağında çocuğuyla yürüyen bir anneyi gören otobüs şoförü otobüsü onun yanında durdurur; anne bileti olmadığını söyleyince de yolcular onun yerine bilet vermek için yarışır, böylece anne ile çocuğu yağmurdan sakınılır. - Sibel GÖLE: Okurlarınıza dipnot bırakıyorsunuz ve bunun okurlarınızda nasıl etki bırakmasını isterdiniz?

- Ali Volkan ERDEMİR: Bazen Türkçeye tam aktarılamayacak kültür ögeleri oluyor; bunları dipnot olarak veriyorum ya da bazı tarihi noktalar var onların üzerine biraz detay vermek gerekiyor. Bu durumlarda dipnotlar veriyorum. Dolayısıyla hani metin içinde geçip anlaşılmayacak bir yerde ansiklopediye başvurmak ya da siz gençlerin deyişiyle “google’lamak” yerine dipnota göz atıp dikkat çok dağılmadan da devam etmesi yönünde o dipnotları kullanıyorum. Öte yandan dipnotların da çok kullanılmaması taraftarıyım, çok kullanılırsa ders verir gibi olabiliyor ve roman okumanın keyfi kaçabiliyor, hani dipnota bakıp da buradan bunu öğreneyim mi yoksa romanı okumaya devam mı edeyim diye - Yeter ÖZTÜRK: Maruka’nun Yolculuğu isimli bir çocuk kitabınız var. Bu kitabı yazmanızda neler etken oldu? - Ali Volkan ERDEMİR: Beş yıl önce Berat Alanya’lının Çevreci Ormanın Şair Kurbağası adlı masal kitabını okudum, çok sevdim. Böylece 40 yaşında yeniden çocuk kitapları okumaya başladım. Dahası, Japon masalları dersi veriyorum. Böylece yazma hevesim de oluştu. Bir gün kitabımın başındaki gibi marul yıkıyordum ve lavaboya bir şey düştü, bir baktım, salyangozmuş. Dışarı atmaya kıyamadım, sahiplenip bir kavanoza koydum ertesi hafta da dere otundan da bir salyangoz çıkmasın mı, onu da yanına arkadaş olarak koydum. Sonra da salyangozlar hakkında küçük bir araştırma yaptım. Derken ortaya yedi yaşında Yaprak adında hayal gücü yüksek, ejderha beslemek isteyen ama annesinden bunun için bir türlü izin alamayan bir karakter oluşturdum. Yaprak annesine salata yapımında yardım ediyor ve bir gün maruldan bir salyangoz çıkıyor. Japonya’da kız çocuklarının adının sonunda -ko eki sık görülür; ben de Marul Kız anlamında ona Maruko adını verdim. - Zerda ELTURAN: Çocuk kitaplarına devam edecek misiniz? - Ali Volkan ERDEMİR: Maruko’nun Yolculuğu adlı çocuk kitabıma hem yetişkinlerden hem de çocuk okurlardan güzel dönüşler oluyor. Ayrıca bazı okullardan da toplu alımlar ve söyleşi davetleri almaya başladım. Bu da beni yeni bir kitap yazmaya cesaretlendiriyor - Sibel GÖLE : Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz, kıymetli vaktinizi ayırdınız. - Ali Volkan ERDEMİR: Ben de size hem zaman ayırıp geldiğiniz hem de özenli bir ön çalışma ile böylesine nitelikli sorular sorduğunuz için teşekkür ederim. Ayrıca sizleri böylesine iyi yetiştiren öğretmenlerinize de teşekkür ederim.

“T ürkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.” İstanbul şairimiz Yaya Kemal Beyatlı Türkçeye olan sevgisini ne kadar güzel, ince ve etkileyici anlatmış. Türkçemizin güzelliğini yine Türkçeyle anlatmış. Dilimiz Türkçe, asırlardan beri şairlerimizin, yazarlarımızın ve milletimizin severek kullandığı bir zevk ve ahenk abidesi, sağlam ve görkemli bir dil, milli hazinedir. Dilimiz; milli kimliğimizin, milli kültürümüzün ve milli varlığımızın en önemli unsurudur. Milletler diliyle vardır. Dilimiz olmadan kendimize ait bir kültürümüz bir edebiyatımız oluşamaz.

Türkçe katında yaşayan pek çok şairimiz, yazarımız ,düşünürümüz ve en önemlisi Atatürk’ümüz var. Atatürk’ün dile verdiği önemi hem inkılaplarında hem kullandığı güzel Türkçede görmekteyiz. Atatürk: “Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” diyor. Dil, millet olmanın şartlarından biridir. Aynı ülküye, aynı milli değelere sahip insanlar dil ile bir birine bağlanır. Öyle ki milletin varlığı, dilin varlığıyla mümkündür. Çünkü dil kültürün yaşatıcısı ve taşıyıcısıdır. Acılarımızı ,sevinçlerimizi, gelenek göreneklerimizi biz dil sayesinde gelecek nesillere aktarırız. Kültür aktarımı bir milletin varlığını sürdürmesi, geçmişini unutmaması adına çok önemlidir. Atatürk’ün dediği gibi: “Türk milletinin dili Türkçedir. Onun için her Türk, dilini sever ve onu yüceltmek için çalışır.” Bu nedenle Türkçemize sahip çıkmalı onu yabancı dillerin etkisinden kurtarmalıyız. Duygularımızı, düşüncelerimizi güzel Türkçemizin güzel kelimeleriyle anlatmak varken yabancı kelimeler kullanmak neden? Türkçe katında yaşayan bir başka şairimiz “Türkçem benim ses bayrağım” diyen Fazıl Hüznü Dağlarca’dır. Türkçeyi bayrağa

benzeterek bağımsızlığın, özgürlüğün sembolü olarak görmüş. Ve kendisi ses bayrağımızla çok güzel eserler vermiştir. Bizim de ses bayrağımıza, anne sütü kadar temiz, saf güzel Türkçemize gereken özeni göstererek milli bir değer olan dilimizi en güzel haliyle nesillere aktararak Türkçe katında yaşayanlardan olmamız dileğiyle… Pınar GÜLTEKİN (Edebiyat Öğretmeni) TÜRKÇE KATINDA YAŞAMAK Seslenir seni bana “sonsuz” Der ki çoğal, Der ki uzan mutluluğuna Usun iyiliğin doğruluğun, Bir bilinmeyenden Bir bilinene dek Türkçe, var olduğumuz. Türkçe, nice desem seni, Onca güzelim. Görünmek, derinleşmek, Dolmak; Seni düşünürüm düşünürüm, yarı karanlıklarda, dal, Anlarım onca. Bir bölü beş, bir bölü dokuz, Bir bölü bin üç: Ayrık anlamların öylesine azar azar dağılır, Ta doğudaki balık, Duyar kokusunu Ta batıdaki yoncanın. Seslenir seni bana yakın uzak,

Yeryüzü mavisinden gökyüzü yeşiline Tutsak uluslar var ya geceler boyu Onlar için Yitik özgürlükler için, Türkçe, haykırmak. O süre yaradılış dar iken Düz iken, yassı iken, Daha’lar Daha’lar Daha’lar daha’lara karışmış, Sınırsızlığın getirmiş yarınları. Konuşamaz iken, o yusyuvarlakta, Diyemez iken Artısı eksisi almış götürmüş Toprağın bitkilerden arta kalan sağlığını Sıcak uzun, Bir kişiler geleceğine. Seslenir seni bana bir duru su İçinde masallar uygarlıklar saklayan, Eski ozanlar kazımış ilk yazıları ilk anıtlara, Yankılanır Alandan alana, uçsuz bucaksız, Evren akınlarının uğultusu. Ama bağışla beni unutmuşum, Yıldızını güneşini ayını, utanmadan. Öyle köksüz günlerim gelmiş bozkır çadırlarında çırılçıplak, Unutmuşum ana demesini bile, Öykünmüşüm türküsünü ellerin, Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni. İşte and içiyorum, Bütün ölüler adına, Bütün gençler, bütün doğacak çocuklar adına, Varacağım deyişine gündüz gündüz, Varacağım Tanrı’ya dek, Soluğumda soluğun.

Seslenir seni bana \"ova”m, \"dağ”ım, Nere gitsem bulur beni arınmış. Bir çağ ki akar ötelere, Bir ak…ki yüce atalar, bir al…ki ulu oğullar, Türkçem, benim ses bayrağım. Fazıl Hüsnü DAĞLARCA Kütüphaneler Şube Müdürü Sayın Erkan KÜP ile okulumuz öğrencilerinden Cansu DEMİRDUMAN, Göknur İNCİ, Rumeysa MARAŞLI, Meryem KARAKURT Kayseri’de kütüphane kullanımı ve şartları üzerine söyleşi düzenlediler… Cansu DEMİRDUMAN: Bazı mekânların ayrıcalıkları vardır. Kimi ismi ile, kimi bulunduğu şehir ve konumu ile, kimi verdiği hizmetler ile, kimi de içindeki insanlar ile. Sizce mekanları özel ve ayrıcalıklı yapan nedir? Erkan KÜP: Yani aslında içeriği önemli, tarihi önemli. O ne anlatıyor bize, tarih olarak ne barındırıyor ya da içerisi bize ne anlatıyor onlar önemli. Boş bir mekânın hiçbir anlamı yok. Mesela

burası için konuşacak olursak tarihi bir kilise, tam tarihi bilinmiyor. Yani yıllarca bir sürü amaç için hizmet vermiş bir yer. Biraz da tarihi dokusu önemli bence. Tarihi net değil ama 100 yılı belirli herhalde.100 yılı da belirli değil. Buraya 1600’lü yıllarda, Osmanlı kaynaklarında bir de Ermeni bir kaynakta rastlanıyor ama onun öncesinde hangi tarihte yapılmış tam bir bilgi yok. - Göknur İNCİ: Tarihi bir atmosferde bulunuyoruz, bize binanın geçmişi hakkında biraz bilgi verir misiniz? -Erkan KÜP: Binanın tam tarihi bilinmiyor, işte 1600’lü yıllarda Ermeni kaynaklarında bir iki Osmanlı kaynağında rastlanıyor. Osmanlı zamanında çok fazla mücadele olmuş bir yermiş, Ermeniler ile Osmanlı arasında paylaşılamayan bir yermiş. Sürekli olaylar çıkmış. Onun haricinde 1800’lü yıllarda karakol olarak kullanılmış. 2012 yılına kadar da Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlıymış. 2012 yılında Büyükşehir Belediyesine bağlı olup daha sonra kütüphane için restorasyon işlemlerine başlandı. Rumeysa MARAŞLI: Bina önceden de kilise olarak aktif kullanılmıyordu ancak sonuçta bir ibadethanenin kütüphane olarak kullanılmasında herhangi olumsuz bir tepki aldınız mı? - Erkan KÜP :Şu ana kadar almadık herkes çok memnum daha önce kilise olarak da tam tarihi bilinmiyor. Yani en son ne zaman kilise olarak kullanıldı bilmiyoruz. Çok eski bir zaman. Uzun bir zaman boş kalmış zaten bina. - Meryem KARAKURT :Binada ne gibi hizmetler sunuluyor kitapseverlere? - Erkan KÜP: 25.000 tane basılı kitabımız var. Onları ödünç verebiliyoruz. Bilgisayarlarımız var bilgisayarları kullanabiliyorlar. Çıktı, fotokopi hizmetinden yararlanabiliyorlar. Sergi kısmımız var binada tarihi bir mekan olduğu için ziyaretçilere de açık aynı zamanda. Kültür yolu üzerinde olan bir mekan. O yüzden hem kütüphane hem biraz daha gezi amaçlı kullanılıyor şuan. - Cansu DEMİRDUMAN: Daha çok hangi yaş grubu tercih ediyor burayı? Çocuklara özel kitaplar ve kitap okuma dinleme yerleri var mı?

- Erkan KÜP: Şimdi çocuk kitabımız çok fazla yok biraz daha kaynak kitaplarımız yani iktisat kütüphanesi kapsamında kitaplarımızın %90’ı araştırma kitabı. Roman ve çocuk kitabı daha az. Daha çok yetişkin kısım tercih ediyor. - Göknur İNCİ: Sesli çalışma bölümü var mı? - Erkan KÜP: Var, 40 kişilik bir çalışma alanımız var. Grup halinde çalışılabiliyor, dinlenme alanı olarak kullanılabiliyor. - Rumeysa MARAŞLI: e-kitap hizmetiniz var mı? - Erkan KÜP: Var. 20.000’de elektronik kitabımız var. - Meryem KARAKURT: Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan e-kitaplar hakkında fikirleriniz nelerdir? Çevreye katkısı muhakkak tartışılamaz ama hala kitabın verdiği etkiyi veremiyor oluşuyla ilgili neler düşünüyorsunuz? Erkan KÜP: Evet, e-kitaplar basılı kitapların yerini tutamaz ama erişim kolaylığı, yanında taşıma kolaylığı ya da daha fazla seçenek bulabilme açısından bence e-kitaplarda önemli yani tabiki basılı kitaplarımız olduğu kadar e-kitabımız da olsun isteriz. Ve bunları kullandırmak isteriz. Göknur İNCİ: Kayserinin kütüphane ihtiyacını karşılayabiliyor musunuz? ‘Hala yetemiyoruz’ şeklinde bir cevap vermeniz de mutlu eder bizi. Erkan KÜP: Maalesef, evet hala yetemiyoruz. Sabah 9’da kütüphanemiz açılıyor, sadece burası için değil Büyükşehir Belediyesi’ne ait 4 kütüphanemizde de saat 10’dan sonra yer bulma ihtimaliniz çok az. - Meryem KARAKURT: Kütüphaneler artık çalışma merkezi olarak algılanıyor, bu durumdan şikayetçi olanlar var mı ve siz neler düşünüyorsunuz? Kütüphanede sınavlara yönelik kitaplar da var mı? - Erkan KÜP: Burada sınavlara yönelik hiçbir kitap yok. Yani KPSS, LGS’ye hazırlık kitaplarını bilerek almadık çünkü araştırma kütüphanesi olsun istedik. Evet, çoğu öğrenci ders çalışmak için kullanıyor. Bundan gelen kullanıcılarımız da rahatsız çünkü çok fazla kitap okumak veya araştırma yapmak için kullanıcılarımız geliyor, oturacak yer bulamıyor ve sürekli söyleniyor. Yani bizde rahatsızız aslında bu durumdan ama şuan için %60-%70 oranda bu şekilde kullanılıyor kütüphaneler. - Cansu DEMİRDUMAN: Peki belediyenin bunun için bir önlemi var mı, “sırf sınava çalışmak için bir yer yapalım” şeklinde?

- Erkan KÜP: Şu an yeni bir yer yapılıyor, merkez kütüphanemizin yanına bir bina yapılıyor. Burası sadece etüt merkezi şeklinde olacak kütüphane değil de. İldem kütüphanemiz yapılıyor, büyük bir kütüphane yapılıyor. Orada da aynı şekilde ders çalışma alanlarının yoğun olduğu bir yer olacak. Yaklaşık 800-1000 kişi arası olması bekleniyor. - Rumaysa MARAŞLI: Kayseri halkının Meryem Ana Kilisesi Kütüphanesine alışması, farkında olması ve daha sık gelmesi için projeleriniz var mı? Örneğin İstanbul Zeytinburnu Millet Kıraathanesinde belediyenin haftanın belli bir günü çorba dağıtma hizmeti var, sizlerin de buna benzer düşünceleriniz var mı? - Erkan KÜP: Öyle hizmetlerimiz var. Yani reklamının güzel yapıldığını düşünüyorum. Ben çoğu kesimin duyduğunu düşünüyorum. Ekstradan başka şeyler yapmamıza gerek kalmıyor çünkü herkes biliyor. Ya da kütüphane olduğunu bilmese bile geliyor. “Burada yıllardır çalışma vardı merak ettim ne vardı” diyerek geliyorlar. - Meryem KARAKURT: Öğrencilerimizin üyeliği nasıl oluyor? - Erkan KÜP: Çok kolay. Kimlik ve 3 lira karşılığında danışmada kayıtlarını alıyoruz. 2 dakika bile sürmüyor. Fotoğrafımızı buradan çekiyoruz. Kimlik kartına benzer bir kart veriyoruz o kart ile giriş çıkış yapabiliyorlar. Kartlarını kaybetmedikleri sürece bir sıkıntı yok. Sistemin değişmesi gibi bir olayımız yok. Günlük 5 defa giriş çıkış yapma hakları var. Dışarıya çıktıktan sonra 10 dakika içeriye giremiyorlar. Öyle bir kuralımız var. Sürekli gir -çık sorununu önlemek istiyoruz. Çünkü yoğun olduğu zamanlar sıkıntı yaratabiliyor. Basit bir üyelik sistemimiz var. İçeriden kitap almak istedikleri zaman kartlarını okutarak kitap ödünç alabiliyorlar. Makineden yapılabiliyor bu işlem. 5 gün getirme şartıyla ödünç alabiliyorlar. Kitap arama bulma sistemimiz var. - Göknur İNCİ: Bizi kabul edip kıymetli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. - Erkan KÜP: Biz teşekkür ederiz.

Okulumuz öğretmenlerinin okuduğu kitapları konuşarak sohbet ettiği paylaşımlarda bulundu kitap okuma grubumuz…. Birikim kazanmanın en temel yoludur okumak. Kitaplar farklı hayatların kapılarını aralar, hatırlatır, hayal kurdurur, heyecanlandırır, çıkış yolu buldurur... Okumak eylemi beynin ve ruhun açlığını giderir. İnsanın en temel ihtiyaçlarındandır yani. Okudukça farklı bir açlık daha çıkar ortaya “paylaşmak “. Bir süre sonra biriktirdikleri üzerine konuşmak ister insan. Kitap okuma gurubumuz aynı hissiyatta olan öğretmenlerimizin bir araya gelmesiyle oluştu. Aynı eserleri farklı zihinlerle tekrar gözden geçirmek, birikimini ortaya dökmek yolun neresinde olduğunu görmek açısından çok önemli ve kıymetli. Günlük sohbetlerin dışına çıkıp hayatı tatlandırmak. Kitap tutkunu öğretmenler olarak duygularımızı dergimizin okuyucularıyla da paylaşmak istedik. Kitap dolu günler diliyoruz. Kitap Okuma Gurubu

Ahmet Cengiz DUMAN: Kitap okumayan insanların zihni çorak topraklara benzer. Cahit GÜVENÇ: Hayalleriniz varsa kitap okuyun. Yeliz YÜKSEL: Gerçeğe, iyiliğe, güzele en önemlisi de kendimize ulaşmamızı sağlar kitaplar. Emel ÇETİNKAYA: Dünü ,bugünü, yarını , farkındalığı ve farklılığı kitaplar sayesinde öğreniyorum . İyi ki kitaplar var. Güner BOZKUŞ: “Kitap okuma tutkuların en asilidir. Ekmek nasıl bedeni beslerse, okumakta ruhu besler.” Antoine ALBALO Esat GÜNERİ: İnternetten kitap almayı sevmiyorum. Kitap alırken koklayıp bir evlat gibi okşamalıyım. Eda AKBAŞ: Sadece kitap elimdeyken kendime kalıyorum. Bu yüzden kendimi özlediğimde hep kitaplara koşuyorum. Mustafa GÜMÜŞ: “Hayat kitapla güzel.” Uzun Hikaye Yusuf Kenan CERAN: Öz güveni arttırmanın en pratik yolu okumaktır.





Milli Eğitim Bakanlığımızın “Liseliler çok okuyor çok geziyor “okuma kampanyası kapsamında Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Pınar GÜLTEKİN rehberliğinde Sergüzeşt ve Simyacı kitaplarını okuyan ve yorumlarını video ile paylaşan öğrencilerimizin bir kısmı Coğrafya öğretmenimiz Şeref AYDEMİR ile Osmaniye Aslantaş Gençlik Kampı ‘na bir kısmı Sağlık Alanı öğretmenimiz Güner BOZKUŞ ile Antalya Alaaddin Keykubat Kampı ‘na gönderildiler. Bu güzel deneyimlerini bizlerle paylaştılar.

19.11.2019 Okumak gerçekten güzel fakat hem okuyup hem gezmek çok daha güzel. Kitap okuyup buralara kadar gelecegimiz kimin aklına gelebilirdi! Ben ve arkadaşlarım Milli Egitim Bakanımız Ziya Selçuk'un çagrısına uyduk Sergüzeşt ve Simyacı adlı romanları okuyup bir dakikalık video çektik, çekerken gerçekten çok eğlendik. Amacımız illaki gençlik kampına katılmak değildi aslında… Biraz bile ihtimal vermemiştik. Ama bakanımız çok okuyan çok geziyor dedi ve biz bu akşam 9'da gezmeye gidiyoruz. Kayseri'den ayrılıyoruz. Hepimizde tarif edlilemeyecek bir heyecan var. İlk defa uzun yolculuğa çıkmasam da bu yolculuk hepsinden farklı çünkü yanımda ailem yok ögretmenim ve arkadaşlarım var. On saat yolculuğun ardından Antalya otogarına indik heyecanımız doruklarda... Gençlik kampı görevlileri tarafından araçlara bindirildik sonra kamp alanına geçtik bakalım bu hafta bizi neler bekliyor?



Buraya gelirken korktuğumuz şeyden biri ayrı odalarda kalmaktı. Biz hepimiz aynı odada kalmak istiyorduk ama olmadı. Oradaki liderimiz bizi yan yana odalara farklı illerden gelen arkadaşlarımızla yerleştirdi. Odamda Sinop'tan, Şanlıurfa'dan ve Gebze'den gelen arkadaşlar vardı. Hepimiz birbirimizden farklıydık, ilk başta yabancılık çeksem de kısa zamanda alıştık birbirimize…. 22.11.2019

Bugün bizi gruplara ayırdılar. Biz on altı kişilik bir grup olduk. Grup liderimizde kamp liderinden Tuğçe abla oldu. Tuğçe abla bizi birbirimize alıştırmaya çalıştı yapacağımız etkinlikleri anlattı. İlk istasyonumuz tiyatroydu. İstasyon lideri Leyla abla ile küçük oyunlar oynayıp bir tiyatro yaptık. Sonraki istasyonda matrak oyunuydu. Matrağın uzun bir geçmişi varmış. Yani geleneksel bir oyunmuş onu oynarken eğlenmek güzeldi. Matraktan sonraki istasyonumuz zeka oyunu olan mangalaydı. Liderimiz nasıl oynayacağımızı ögretti. Bir sonraki hamleyi hesap etmek gerekiyordu. Kayseri'ye döndüğümde tekrar oynamak istiyorum. Gece etkinliğinde bol bol oynadık, güldük yani günüm baya yoğun geçti artık uyuma vakti 23.11.2019

Kahvaltıdan sonra Tuğçe abla ile toplandık. Paint ball oynamaya gittik. Sanırım hepimizin ilk oynayışıydı. Kıyafetleri giyip silahları elimize aldık toplu fotoğraf Çekimi yapıldı. İki gruba ayrılıp oynamaya başladık. Sahada çok eğlendik. Paintball'dan sonra bisiklet turu yapmaya geçtik uzun zaman olmuştu bisiklete binmeyeli. Çok özlemişim bisiklet sürmeyi. Hep birlikte 5-6 tur attıktan sonra Banu ablanın istasyonu olan el sanatlarına gittik. Bize bileklik yapmayı öğretti. Sonra da tek tek ebru yaptık. Aramızda çok güzel ebru yapan arkadaşlarımız oldu. Okçuluk istasyonunda da çok heyecanlanmıştım. Ama ok atmayı çok sevdim. Bundan sonraki istasyonumuz muzik istasyonuydu. Romanay liderdi. Liderimiz gitar çaldı. Sesi güzel arkadaşlarımız da şarkı söyledi biz de eşlik ettik. Günün son istasyonu da halk oyunları istasyonuydu. Bizi orada bekleyen istasyon liderimiz zeybek oynamayı öğretti ben hep çok oynamak istemiştim ama kursa gitmeye hiç vaktim olmuyordu. Burada böyle bir imkan olduğunu görünce mutlu oldum. Vaktimiz yettiği kadar oynadık ve geleneksel halaylarımızdan birinin nasıl oynadığını gösterdikten sonra birlikte halay çekerek zamanımızı doldurduk, Bugünümüz de yorucu ama dolu dolu geçti. 24.11.2019

Bugün burada son günümüz hiç gitmek istemiyorum. Dört gün içinde buradaki herkese çok alıştım. Kahvaltıdan sonra görev tamamlama oyununu oynadık bu oyunda liderlerimiz kamp alanlarına saklandı, bizlerde herkes kendi grubuyla liderlerimiz 20 görev arasından liderlerimizi bulup hangi görevin lideri kimse liderimize o görevi yaptık. Mesela ben Yunus Emre'den bir söz söyle, 5 tane tekerleme söyle, bir ünlünün taklidini yap, İstiklal Marşı'nın üçüncü kıtasını oku gibi görevleri arkadaşımla yaptım. Bir yarışmaydı ama biz daha çok eğlenceli kısıma odaklandık. Üçüncü kazanan grup olduk. Bu oyundan sonra en heyecanlı kısma geldik. Antalya merkez gezisi... Servislere bindik Antalya merkeze gittik güzelce gezdik bu güne kadar pek çok şehir gezdim ama en sevdiğim yer gerçekten Antalya oldu. Akşam saat 7:00'de Kayseri'ye dönüyoruz ne çabuk bu kadar gün geçti hiç anlam veremiyorum. Geziden sonra kamp alanına gidip valizlerimizi aldık bütün arkadaşlarımıza tek tek sarıldık. Artık Türkiye'nin başka başka şehirlerinde arkadaşlarımız var bundan daha güzel bir şey yoktur bence. En son olarak da liderim Tuğçe abla ve diğer liderlerimize sarıldım. Hepsiyle bir daha görüşmek üzere ayrıldık. Kampın bana kazandırdığı en önemli şey dostluk ve içtenlik ki gelmeden önce giderken bu kadar üzüleceğim aklıma gelmemişti. Herkesi her şeyi çok sevdim. Yeni birileriyle tanışmayı sevmeyen ben onları tanıdığıma gerçekten çok mutlu oldum. Yaptığım bu 4-5 günlük tatili asla unutmayacağım. BÜŞRA TAŞDEMİR





BAŞIMIZIN PÜSKÜLLÜ BELASI BULAŞICI HASTALIKLAR 1930’Lu yıllara kadar bulaşıcı hastalıklar insanları kitleler halinde öldürmekte ve sağlığın/insanlığın en büyük düşmanı idi. Bu yıllarda antibiyotik denen ilaçların bulunması ile bu hastalıklardan insanlığı kurtaracağını sanan tıp adamları büyük bir ümit ve sevince kapıldılar. Ancak çok geçmeden sadece bakteri hastalıklarının tedavisinde etkili olan ve bakterilerin de bu ilaçlara direnç kazandığı görüldü. Her yıl yeni mikroorganizmalar tespit edilmekte, milyonlarca insan bulaşıcı hastalıklardan ölmektedir. Birkaç yılda bir Dünyada büyük panik ve sansasyona sebep olan bir bulaşıcı salgın hastalık ortaya çıkmaktadır. AIDS, Ebola, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, SARS, Domuz Gribi, en son günümüzde Koronavirüs (COVID-19) salgını bu tür salgınlardan birkaçıdır. Şu an sağlık otoriterinin görüşü; “insanlık var olduğu sürece bulaşıcı hastalıklar en büyük sağlık problemi olmaya devam edecektir” şeklindedir. Ayrıca “en tehlikeli silah biyolojik silahlardır” yine herkesin kabul ettiği bir durumdur. O zaman bu bulaşıcı hastalıklarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini her insanın bilmesi gerekir. Çünkü sağlık problemlerini çözmenin; En kolay, en ucuz, en karlı ve en kalıcı yolu problem çıkmadan önce engelleyici/ koruyucu önlemleri almaktır. O zaman, bulaşıcı hastalıkların bulaşma ve korunma yollarını iyi bilerek gerekli önlemleri almak gerekir. HASTALIKLARIN BULAŞMA YOLLARI 1-Su ve besinler (oral-fekal yolla), 2-Hava Yolu, 3-Kan Yolu, 4-Vektörler Yolu, 5-Cinsel İlişki Yolu, 6-Temas yolu.

Su ve besinler en sık temas ettiğimiz hayat kaynağımızdır. Temiz su, temiz, yeterli ve dengeli beslenme mikroorganizmaların bulaşmasını engellerken vücut direncimizi de yüksek tutar ve bizi korur. Hava yoluyla bulaşma; özellikle kış aylarında grip gibi hastalıkların yayılmasında çok etkilidir. Korunmasında, Öksürürken, hapşırırken ağzımızı kapatmak, kalabalık ortamlardan kaçınmak, kapalı alanların havalandırılması ve yakın konuşma, kucaklaşma durumlarından kaçınmak en kolay korunma yollarıdır. Kan yoluyla ve cinsel yolla; AIDS, hepatit B, C gibi tehlikeli hastalıklar bulaşmaktadır. Korunmada özellikle diş tedavileri, berber ve kuaför hizmetleri alırken hijyen kurallarını bilen ve uygulayan kurumlar seçilmeli. Diş fırçalama, tırnak kesme, dövme yaptırma gibi durumlarda bilgili ve dikkatli olunmalı. Cinsel yolla bulaşmadan korunmada ise Aile yaşantısı ve kontrolsüz cinsel ilişkiden kaçınma önemli korunma yollarıdır. Vektörlerle bulaşmada korunmak için sivrisinekten fare, hamamböceği, kuşlar, karınca ya varıncaya kadar bütün böcek, sinek ve kuşlarla çevre arasında olumlu bir denge kurmak gerekir. Kısaca çevre sağlığını korumak gerekir. Temas yoluyla bulaşmadan korunmak için en önemli yol Kişisel Hijyen kurallarına uymaktır. Bunlar; • El temizliği • Vücut bakımı ve temizliği • Yüz bakımı ve temizliği • Ayak temizliği • Kulak temizliği • Saçların temizliği • Ağız diş bakımı • Beslenme • Tuvalet temizliği • Giyinme.

Bunların içinde en önemlisi el hijyenidir. Uygun bir el yıkama gıda kaynaklı hastalıkların %50 sini engeller. İnsanlar en çok nerelere dokunuyorsa mikroorganizmalar en oralarda bulunur. Bulaşıcı Hastalıkların Önlenmesinde Kişiye Yönelik Önlemlerden biri de aşılamadır. Bu gün birçok tehlikeli bulaşıcı hastalığın aşısı vardır ve önemli koruyuculuk özelliği vardır. Ayrıca sağlığımızı korumak, sağlıklı, huzurlu ve mutlu yaşayabilmek için vücut direncimizi düşüren faktörlerle de mücadele etmemiz germektedir. Bunların başlıcaları; Bol su tüketmek, pasif ve hareketsiz yaşamdan uzak durmak, yeterli ve dengeli beslenmek, tütün, asitli ve alkollü içecekler ve üşütme de vücut direncini kıran önemli faktörlerdir. Bunlarla mücadele etmek, stresle başa çıkma yollarını öğrenmek ve aşırı yorgunluktan kaçınmak. Sağlıklı yaşamak herkesin hakkı ancak sağlığımızın en önemli koruyucusu da kendimiz olmalıyız. Herkese sağlıklı, hayırlı ve huzurlu bir ömür diliyorum. Mustafa KURBAN Uzman öğretmen Laboratuvar Şefi


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook