Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore YAŞAMIN ALTI RENGİ

YAŞAMIN ALTI RENGİ

Published by Özge ULUBAĞ GİRGİN, 2022-04-16 02:39:35

Description: Bu kitap Oku-yorum Yazı-yorum proje ekibi tarafından oluşturulmuştur

Search

Read the Text Version

• nisa nurOKU-YORUM YAZI-YORUM PROJESİ HİKAYE ÇALIŞMASI İZMİR' DE BİR BANK, BANKTA BİR KALP Okul çıkışında deniz kenarında geziyorum yine. Kuşların sesleri, denizin içime çektiğim havası, ılık ılık esen rüzgâr beni mutlu etmek için yeterli oluyor. Sonra bir gevrek satın alıyorum ve gevreği yiyebilmek için bir banka oturuyorum.           Rüzgârın şiddeti biraz artıyor. Fakat bu sorun değil. Bu rahatlatıcı hava devam ediyor. Ama “İşte, sonunda huzuru buldum!” derken...annemin attığı onlarca mesaj gözüme çarpıyor.    “Neredesin Aylin?!”  “Yine arkadaşlarınla mı geziyorsun yoksa?”   “Sene sonunda sınava gireceğini biliyorsun kızım. Ama ben bir    kere bile çalıştığını göremedim. Hep dışarıdasın.”  “Keşke biraz kardeşin Akif'i örnek alsan.”...    Bütün neşemi yok etti annem. Nasıl olduysa kardeşimi tekrardan benle karşılaştırmayı başardı. Akif’i övmekte annemin üstüne yoktur! Sürekli babamla bir olup eksiklerimi ararlar, bana katı kurallar koymaya çalışırlar, bağırıp çağırırlar bana.    Rüzgâr artık ılık değil soğuk esiyor. Yüzüme şiddetle çarpıyor, saçlarım gözlerimin önüne geliyor. Biraz üşümeye başladım aslında. Pek de kalın giyinmemişim. En iyisi bir pastaneye gideyim. Hem biraz ısınırım hem de -gevrekle doyamadığımdan- bir şeyler yerim.     Bir otobüse bindim. Bulabildiğim boş bir koltuğa oturdum, sırt çantama koyduğum telefonumu çıkardım. Anneme bir mesaj yazacaktım ama ne diyecektim, eve gelmek istemediğimi nasıl söyleyecektim ki? Hiçbir yanıt göndermesem de olmayacaktı. Bu yüzden sadece “Eve biraz geç döneceğim. Arkadaşlarım ile kütüphaneye gideceğiz.” mesajını attım.    Mesaj, hiç de inandırıcı gelmeyecekti anneme. Yalanımı anlayacaktı. Eve döndüğümde-her zamanki gibi- babamla birlikte beni azarlayacaktı. Ondan daha kötü bir karşılık beklerken bana “Tamam.” yazdı annem. Evde olacakları tahmin edebiliyorum.     Birkaç dakika sonra otobüsten Konak’ta indim. Saat Kulesi’nden Alsancak’a kadar yürüdüm. Hava biraz olsun ısınmıştı. Rüzgâr da esmiyordu artık. Sevinç Pastanesi’nin önüne kadar geldim. Buradan yiyecek bir şeyler alacağım.  Biliyorum, fiyatlar biraz yüksek ama...      Bir İzmir Bombası satın aldım ve masalardan birine oturdum. İzmir Bombası ’nın tadına baktım. Her zamanki gibi tadı harikaydı. Çikolatanın tadı beni büyülüyordu. Ben bu güzel tatlıyı yemeye devam ederken telefonum çalmaya başladı.    Ceyda ,okuldan arkadaşım, arıyordu. Hemen telefonu açtım. Bir süre sohbet ettikten sonra bana “Cumhuriyet Meydanı’nda buluşalım mı Aylin?” diye sordu. Teklifini kabul ettim, apar topar pastaneden çıktım.     Ceyda ile Cumhuriyet Meydanı’nda buluştuk. Ardından mağazalara, dükkanlara gittik. Bir kafede oturduk. Sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. En sonunda Ceyda evine döndü. Ben de okul çıkışında gittiğim yere ,denizin yanına, döndüm.      Saat 23.59’du. Nasıl eve dönmeye cesaret edeceğimi düşünüyordum. Çok geç kaldım, çok geç... Bildirimlerimi kontrol ettim. Ne annem aramış ne de babam. Akif bile merak etmemiş beni. Belki çoktan uyumuşlardır, diye düşünüp dönmeye karar verdim. Sokakta kalamazdım ya. Oturduğum banktan güçlükle kalkabildim. Çünkü çok yorulmuşum gezerken. Ağrıyan bacaklarımı zorlayarak evin yolunu tuttum yine de. Asansöre  kadar geldim. Etrafta insanlar vardı ancak asansöre binecek kimse yoktu. Normalde yedi-sekiz kişi ile bindiğim asansöre ilk kez tek başıma binecektim.    Yukarı çıktıkça korkum artıyordu. Hayır, asansörde kalmak ya da yalnız olmamla ilgili bir korku değildi

bu. Benim korkum aileme ne diyeceğim hakkındaydı.    Sonunda yukarı çıkıverdi asansör. İndim ve yavaş yavaş eve doğru ilerledim. Yavaş yavaş. Evim çok uzak değildi. Ne kadar ağır yürüsem de çabucak vardım. Evin ışıklarının açık olduğunu fark ettim. Beni bekliyorlardı.   Elim ayağım titriyordu ama cesaretimi toplamalıydım. Onlarla düzgün bir şekilde konuşursam belki beni anlayabilirlerdi.     Nasıl oldu bilmiyorum, özgüvenim oldukça yüksek bir şekilde eve girdim. Annem kapıda bekliyormuş beni. Küplere binmişti annem: “Yine kiminleydin sen?” “Bana nasıl yalan söyleyebildin? Utanmadan ‘Kütüphaneye gideceğim.’ dedin bana.” “Her gün başka bir yere gidiyorsun. Gerçekten bir üniversite kazanabileceğini mi düşünüyorsun?” ..  “ Bu saate kadar dışarıda kalamazsın, Aylin!”   Hiç tereddüt etmeden “Akif gece yarılarına kadar gelmediğinde, dışarıda sabahladığında bile tek kelime etmiyorsun ona. Bana gelince her şey değişiyor.” dedim. Her zamanki gibi cevap verdi: “O bir erkek, sen ise bir kızsın!”.   Bu laflara daha fazla tahammül edemezdim. Cevap bile vermeden odama çekildim.     Annemin “Bundan sonra okuldan direkt eve geleceksin! Hiçbir yere gitmeyip evde ders çalışacaksın.” diye söylenmeye devam ettiğini duyabiliyordum kapının arkasından. Babam ise tek kelime etmemişti. Ama suratından, bana attığı öfkeli bakışlardan ne düşündüğünü anlayabiliyordum.     O gece hiç uyuyamadım. Yalnızca düşündüm. Sabah olunca ne yapacağımı düşündüm. Okula gitmeyi istemiyordum, evde de kalamazdım. Belki de Kordon Boyuna gidip denizi seyredebilirdim. Evet, böyle yapacaktım. Üstelik bir boyoz alırdım, bir banka oturup onu yerken gözlerimin önünde uzanan masmavi denizi seyrederdim. Huzur bulurdum böylece.    Sonunda sabah olmuştu. Gece hayalini kurduğum hiçbir şeyi yapamayacaktım çünkü zar zor uyandım ve derslerim çoktan başlamış olmalıydı. Anneme de okulumdan, Kız Lisesi’nden, bugün okula gelmediğime dair mesaj gelmiş olacak ki kapıyı sertçe açıp çarparak içeri girdi.          ‘Aç mısın?’ diye sormadı. Sadece azarladı. Odamda biraz düşündüm. Bu şehri bana dar edenler ailem miydi? Sabah olunca okul için hazırlandım. 10 dakika erken çıktım evden. Doğrudan okulun yolunu tuttum. Giderken yolda Simge'yi -okuldan samimi olmadığım arkadaşım- gördüm.  Simge: –    Birlikte yürüyelim mi? –    Olur, dedim.   Okula giderken Simge benimle biraz konuştu. Ona derdimi anlattım . Bu bana terapi gibi gelmişti. Birisine içimi dökmek gerçekten güzeldi. Simgeyle pek fazla takılmam ama o benimle uygun bir dille konuşmuştu.    Simge: –    Ailen seni Akif'le kıyaslıyor ve seni yetersiz buluyor olabilir ama sende şöyle düşün. Bu senin hayatın, gideceğin üniversitede sen senelerini geçireceksin. Onlar değil. Annen konuşsun sen dinle ama cevap verme. Bunlar kısa süre içinde bitecek. Lise bitince kendi hayatına atılacaksın. Üniversiteyi kazanmak zor ama imkansız değil. Çok çalışıp iyi bir yeri kazanıp onların yanından gitmeyi planla. Seni ancak bu iyileştirir.  

Simge'nin bu sözleri beni derinden etkiledi. Ona kibarca teşekkür ettim ve okul bahçesine girdik. O gün okulda hep Simgeyle vakit geçirdim. Simge fotoğraf çekilmek istedi. Bende saçlarımı tararken;   Simge: –    Gerçekten şu düz saçlıları çok kıskanıyorum. Benim kıvırcık saçlarıma tarak girmiyor. Senin ne güzel siyah-düz saçların var. Kolayca tarıyorsun. Böyle deyince güldüm. Hazırlandıktan sonra özçekim yapalım diye karar verdik. En uzun olan benim diye fotoğrafı ben çektim. Simge göbeğini içine çektiğini fark edince onu gıdıkladım.    Aylin: –    Seni hileci... Simge: Bu benim suçum değil. İçine çekecek kadar fazla göbeğin olmadığı için beni anlayamazsın.   Bu sefer gerçekten bir fotoğraf çekebildik.  Öğle arasında Simge ile birlikte kantine indik. Bir grup sırf kantin sırası için kavga ediyorlardı. Bu çok saçma. Bir insan neden 1-2 dk daha erken alışveriş yapmak için bir başkasıyla kavga eder? İnsanlar gerçekten çok tuhaf. Zihniyetleri ve kalıp yargıları beni çıldırtıyor.  Kantinden bir şekilde çıktık. Daha sonra ise bahçeye çıkıp bir banka oturduk. Aldığımız gevrekleri yedik. Simge okuldan çıkmayı önerdi. Okuldan nasıl çıkacağız ki? Bunu becermemiz çok zor.   Simge: –    Okuldan kaçıp Alsancak'a gitsek ne güzel olur. Hem sende bu içindeki öfke ve siniri biraz unutup dinlenmiş olursun. Olmaz mı? Aylin: –    Aslında... Olabili- Simge: –    Süper. Haydi o zaman önce turnikedeki güvenliği halledelim. Aylin: –    Nasıl yapacağız ki? Simge: –    Ben oyalayacağım. Sen o sırada çıkacaksın. Kulübeye girince de peşinden ben eğilerek geleceğim. Bu şekilde kimse bizi görmez.   Emin değildim. İçimden bir ses öfkemle hareket edip daha sonra pişman olacağımı söylüyordu. Bir yandan da içimdeki stresi atmanın tek yolu biraz eğlenmekti. Açıkçası çok zorlu bir plan değildi. Bu yüzden kabul ettim.  Simge dediği gibi güvenliği oyalamaya başladı.   Simge: –    Abiciğim bakar mısın? Güvenlik: –    Efendim hanım kızım. Simge: –    Şurada birisi okulu gözetliyor. Kötü niyetli olabilir. Uzaklaştırmak gerekmez mi? Güvenlik:

–    Evet. Çok doğru söylüyorsun evladım. Sen bir koşu bahçedeki nöbetçi öğretmenine haber ver bende gözden kaçırmadan onu takip edeyim ki öğrencilerle temasa geçmesin.   Bu köklü sohbeti ederken bir anda turnikenin arasından fır diye kaçıp gittim. Parkta olan bir aracın arkasına saklandım. Simge nöbetçi öğretmenin yanına gider gibi yapıp bir anda kör noktada rotasını değiştirerek o da turnikenin arasından kaçıp yanıma geldi. Birlikte kahkaha atarak koşmaya başladık. Okuldan Alsancak'a kadar hem koşarak hem de yürüyerek bazen de durup dinlenerek vardık. Beraber çok eğlendik. Bana bu aktivite gerçekten iyi gelmişti. Acaba okulda olmadığımız fark edilmiş miydi… İçime bir korku düştü. Ya okulda olmadığımız fark edilirse. Hava gitgide soğumaya başlamıştı. Havada kara bulutlar belirmişti ancak bu bizim için sorun değildi. Simge ile birlikte biraz yürüdükten sonra Kemeraltı çarşısına vardık. Çarşıda mağazalarda dolaşarak kafa dağıtmayı düşünüyorduk. Ancak bu fikrimiz bir midyeci görünce değişti. İkimiz de birer İzmirli olarak midye yemeği çok severdik. O limon birleşimi ile olan tat paha biçilemezdi. Midyelerimizi yemiştik ancak bir sorun vardı. Yağmur yağmaya başlamıştı. En çok da yağmur yağdığında seviyordum bu şehri. Herkes evlerine çekilirdi sanki bir felaket kopmuş gibi. Sokaklar bomboş , sessiz... Hele yağmur yağdığındaki duyumsadığımız toprak kokusu harikulade bir şeydi . Fazla ıslanmadan evlerimize gittik. Kapının önüne gelip, kapıyı çaldım. Açan yoktu. Bir kez daha çaldım. Bu sefer kapıyı deliye dönmüş annem açtı. Beni kollarımdan tutup hızlıca içeri çekti. Ve her zamanki gibi bağırmaya başladı.   - Neredeydin? Okuldan kaçmakta ne? Bu şımarıklıklarından bıktık artık ! Ne zaman Akif kadar uslu bir çocuk olacaksın?      Mükemmel biri olmadığımı biliyordum ama mükemmel olmak için yaşayamazdım. Annemi de incitmek istemiyordum bu yüzden sustum. Onun göz bebeklerinin içine baktım . Hatasız olduğumu bu şekilde anlatmaya çalıştım ama ne fayda! Annem suskunluğunu fırsat bilip konuşmaya devam etti:   - Bu sene son üniversiteye hazırlanan lazım, sınava gireceksin.      Koşarak yukarı, odama çıktım. Olan biteni düşünmeye başladım. Sınava girmek çok saçmaydı bence! Çünkü benim yetenekli olduğum tek şey resimdi. Çok güzel resim çizerdim. Ancak sınavda benden resim çizmemi istemiyorlardı. Sakinleşebilmek için çalışma masama oturdum. Bir kağıt ve kalem çıkararak resim çizmeye başladım. Yarım saat geçtikten sonra resmimi tamamlamıştım. Resmimde kırmızı bir kedi çizmiştim. Mükemmel bir çizim olmamıştı ancak bu benim suçum değildi. Resmimi bitirdikten sonra yüzlerce çizimim gibi onun da yatağımın altına koydum. Bu şekilde yaptıklarımı saklıyordum. İşim bittikten sonra yeni bir gün uyanabilmek için yatağıma yattım.      Sabah oldu. Yatağımdan kalktım ve aşağıya indim. Kahvaltı hazırdı, masaya oturduk. Kimsenin ağzından çıt çıkmıyordu. Herkes dün geceki kavgayı hatırlayınca sofra daha da hüzünlü hale geliyordu. Ancak bu sessizlik Akif konuşunca bozuldu. “ anne bugün benim doğum günüm hediye alacak mısınız”? Akif o kadar küstahtı ki utanmasa annemlere ne hediye istediğini de söyleyecekti. Koşarak duvarda asılı olan takvime baktım. Gerçekten de bugün Akif’in doğum günüydü. Bence doğum günleri de çok saçmaydı. Bir insana hediye vermek istiyorsanız bunu tek güne neden sığdıralım ki! İlla özel bir güne ihtiyaca gerek yok! Bunları düşünürken servisim gelmişti. Servis şoförü arabanın kornasına basıp duruyordu. Çantamı alarak alelacele çıktım. Servise biner binmez - sınıf arkadaşım- Pınar’ın yanına oturdum. Birlikte biraz sohbet ettikten sonra

okula vardık.      Pınarla birlikte okula girdik. Okul çok sıkıcı bir şekilde bitmek bilmiyordu. Son derse gelmiştik sonunda. İçeri Sınıf öğretmenimiz olan Müge öğretmen girdi. İçeri girer girmez “ oturabilirsiniz çocuklar” diye komut verdi. Dersin beş on dakikası geçti. Ve Müge öğretmen benim öfkeli ve üzgün olduğumu anlayacak ki yanına çağırarak şu soruyu sordu:   - Aylin iyi misin? Derslere dikkatini veremiyorsun, bazen gözlerinin dolduğunu görüyorum. Bir sorun mu var?    Ona her şeyi anlatmak isterdim. Mesela çok güzel resimler çizdiğimi , Akif’ten daha uslu olduğumu , ailemin sınav baskısını... Ancak istemeyerek ağzımdan dökülen kelimeler şunlardı:   - Hocam dün gece biraz geç yattım bu yüzden biraz yorgunum.      Müge hoca da bu yalana inanmış olacak ki “Tamam, Aylin ancak biraz erken uyumaya çalışalım” dedi. Ve geçip sırama oturup 5-10 dakika dersi dinlemeye gayret ettim. Sonra okul bitiş zili çaldı. Okuldan çıkarken arkadan “Hey, Aylin bekle!” diye bir ses duydum. Etrafıma bakındım. Bana koşarak yaklaşan Pınarı gördüm. Yanıma geldiğinde soluk soluğa kalarak:         “Aylin seninle biraz Kordon Boyunda yürüyelim mi?” dedi.    Teklifini geri çevirmek şu an yapabileceğim en son şeydi galiba. Sonuçta evde Akif’in doğum günü partisini düzenlemektense bu fikir daha mantıklıydı. Ben de “ Tamam, gidelim Pınar.” dedim ve Kordon’a yürümeye koyulduk.       Biraz yürüdükten sonra Kordon' a vardık. Yorulmuştuk bu yüzden bir banka oturduk. Sohbet ettik. Tek aile baskısı yaşayan ben değilmişim Pınar’ın ailesi de ona baskı yapıyormuş. Biraz olsun dinlendikten sonra Sevinç Pastanesi ’ne doğru yürümeye başladık. Sevinç pastanesine geldiğimizde bir Şambali tatlısı söyledik. Bu tatlıyı Sevinç pastanesinde yemek bambaşkaydı. Bence sırf bu tatlıyı burada yiyebilmek için başka şehirlerden gelenler vardı. Tatlıyı yedikten sonra Pınar’ a “ Benim gitmem lazım diyerek eve döndüm.      Eve girdiğimde evin her yerinde bir sürü balon vardı. Herkes o kadar heyecanlıydı ki benim geldiğimi bile fark etmemişlerdi. Yukarı odama çıktım. Üzeri mı değiştirdikten sonra annemin beni çağırdığını duydum ve aşağıya indim. Neredeyse herkes bizim evdeydi şu an. Yaşlı komşumuz Fatma teyze bile gelmişti.          “ Ne oldu, Ne var anne, beni çağırdın?”       “ Kızım gel, birazdan Akif gelir okuldan ona sürpriz yapacağız”       Akif eve gelir gelmez doğum günü partisi başlamıştı. Konfetiler patlatıldı , pasta üflenip kesildi ,sıra hediye kısmandaydı. Hemen yukarıya çıktım. Benim için manevi değeri yüksek – çocukluk oyuncağım – olan kırmızı bir arabayı dikkatlice hediye paketine sardım ve aşağı indim. Akif çoktan hediyeleri açmaya başlamıştı. Sıra benim hediyemdeydi ona uzatarak açmasını söyledim. Akif karşısında kırmızı bir araba görünce pek de mutlu olmamıştı. Sonuçta Akif ne anlardı oyuncaktan. Sonra benim oyuncağını yere atarak babam ve annemin aldığı tablet ile oynamaya başlamıştı.       Çok kırılmıştım. Babamlar bana bile doğru düzgün bir telefon almamışlardı. Daha da kırılma sebebim Akif’in benim verdiğim oyuncağımı masanın bir köşesine bırakarak , umursamayıp bir köşeye atmasıydı.

Masanın köşesinde yere düşüp kırılan arabamı gördükçe gitgide sinirlendim. Ve daha dayanamayıp sinirli bir şekilde odama doğru koştum. Kendi kendime söylenip duruyordum.           “ Sonuçta Akif ne anlar oyuncaktan? Onun tek derdi telefon veya tabletti. “    Sinirimi yatıştırabilmek için 5-10 dakika bu şekilde konuştum. Ancak öfkem hala geçmemişti bu yüzden rahatlayabilmek için süt içmeye gittim. Herkes evlerine dağılmıştı. ve babam çok geç olduğundan çoktan yataklarına gitmişlerdi. Annem ise mutfakta bulaşığı topluyordu. Ben de anneme yardım etmeye başlamıştım. Bu sayede hızlıca bitirmiştik . Annem de hemen uyuyabilmek için yatağına çekildi. Ben de hemen sütümü içerek yatağıma yattım , uyumaya çalıştım.      Nihayet mutlu bir günü uyandım. Enerjik hissediyordum. Gerçi dünkü olanları hatırladıkça öfkeleniyordum ama yine de düne göre iyiydim. Kıyafetlerimi giyindim aşağıya indim. Herkes her zamanki gibi sofradaydı. Annem ise bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Ve uzun bir bakışmadan sonra şunu sordu:   - Aylin niye dün koşarak odana çıktın?    Artık yalan söylemek istemiyordum ama mecburdum.   “Biraz halsizimdim anne o yüzden yukarı çıktım “.    Yine beni birkaç dakika süzdükten sonra : - Aylin bugün seni baban okula bırakacak haberin olsun.   Ben de anneme tamam mânâsında kafa salladım. Babamla kahvaltımızı bitirdikten sonra arabaya bindik, okula doğru gitmeye başladık. Ondan sonra…   Babamla kahvaltımızı bitirdikten sonra arabaya bindik, okula doğru gitmeye başladık. Bir süre sonra sessizliği bozan babam oldu.     -Niye böyle yapıyorsun Aylin? Bu senenin ne kadar önemli olduğunu anlamıyor musun? Sınava az kaldı. Ah biraz Akif'i örnek alsan…     Yol boyunca bu şekilde söylendi durdu. Ben de gözlerim dolu dolu sessizce babamı dinledim. Ne diyebilirdim ki? Ne dersem diyeyim haksız olan ben olacaktım. En sonunda okula vardık. Babam sınıf öğretmenimle konuşacağını söyledi. Ben de sınıfıma girdim. İlk ders matematikti ve canım ders dinlemek istemiyordu. Çaresizce defterimi karalamaya başladım. Bir süre sonra öğretmenle göz göze geldik. Hemen elimdeki kalemi bırakıp derse odaklanmaya çalıştım. Bu durumum gün boyu devam etti ve gerçekten odaklandığımda her dersi anlayabildiğimi farkettim. Okuldan sonra Simge'yi aramaya karar verdim. Beraber okuldan kaçtığımızdan beri onu görmemiştim.     -Alo, Aylin.   -Nasılsın Simge? Okula gelmediğin için seni merak ettim.   -Kendimi pek iyi hissetmiyorum. Aradığın için teşekkür ederim.     Bunun okuldan kaçma ile bir ilgisi olup olmadığını merak ediyordum ama sormadım. Simge de bir şey söylemedi.     Bu sefer doğruca eve gittim ve ders çalıştım. Artık hedefim belliydi.Şehir dışında bir üniversite kazanıp bu

evden kurtulmak…     Ertesi gün sınıf öğretmenim beni karşısına alıp konuştu. Dün gelip babamın benim hakkında yakındığını, derslerime odaklanmam gerektiğini, bu yılın benim için çok önemli olduğunu anlattı. Ben de bundan sonra derslerime daha çok çalışacağımı söyleyip, yanından ayrıldım.     Doğrusu moralim bozulmuştu. Teneffüste Simge ile beraber bahçeye çıktık. Bir banka oturup sohbet etmeye başladık. Ona Akif’in doğum gününden bahsettim.     -Biraz daha sık dişini Aylin. Birkaç ay sonra sınav var.Şehir dışında bir üniversite kazanırsan aile baskısından da kurtulursun.   -Biliyorum. Ben de bunun için çalışmaya başladım.   -Peki hangi bölümü okuyacağına karar verdin mi?   -Güzel sanatlar okumayı düşünüyorum. Nasıl olsa resimden başka bir yeteneğim yok… Peki ya sen?   -Biliyorsun tiyatro kolundayım. İleride oyuncu olmaya karar verdim.Ben de güzel sanatlar istiyorum.     Konuşmamızın ortasında zil çaldı. MEB’in kesinlikle bu teneffüslere bir el atması gerekiyor...      Bugün de ders çalışmak için doğruca eve gittim. Evde sadece Akif vardı. Doğum günü hediyesi olan tabletiyle oynuyordu. Tek kelime etmeden odama geçtim. Onu uzunca bir süre -mümkünse hiçbir zaman- görmek istemiyordum. Ders çalışmaya başladım. Yaklaşık yarım saat sonra annemden bir mesaj geldi.     -Evde misin?   -Evet.   -Ben akşama doğru geleceğim. Akif’e iyi bak. Sakın kavga etmeyin.   -Tamam.     Bir süre sonra Akif yanıma geldi ve “Acıktım.”dedi.     -Buzdolabında yemek var. Git, ısıt.   -Ben ısıtamam ki sen ısıt.     Bu ne şimdi? Övündükleri çocuk bu mu? Bir yemek bile ısıtamayan… Mecbur ben ısıtacaktım. Çabucak yemek ısıtıp dersimin başına döndüm. Saat 19’da annem geldi .Hemen arkasından da babam. Onlar gelir gelmez Akif, tableti bırakıp ödevlerini yapmaya başladı. Numaracı ne olacak…     Simgeden mesaj geldi;     -Yarın saat kulesinin orada buluşmaya ne dersin?     Ne yazacağımı bilemedim. Gitmeyi çok istiyordum ama annemle babam hayatta izin vermezlerdi. Ama sormaktan bir zarar gelmez…     -Hayatta olmaz!     Annemin bu cevabını duyduktan sonra babama sormaya gerek yok. Çünkü bu tür konularda annemin sözü

geçer. Hemen Simgeye cevap yazdım.     -Gelmeyi çok isterdim ama annem izin vermiyor...   -Üzülme başka zaman gideriz.     Ne iyi arkadaştı şu Simge. Tam kitaplıktan bir kitap alıp okumaya başlamıştım ki annem içeriye daldı.     -Yemek hazır! Ayrıca niye kitap okuyorsun? Şu anda ders çalışman gerekmiyor mu Aylin?     -Okuldan geldiğimden beri ders çalışıyorum zaten.   -Kimi kandırıyorsun sen? Bir de gezmek için benden izin istiyorsun.     Annemle tartışmak istemiyordum. Aç olmadığımı söyleyip dersimin başına oturdum. Konu da böylece kapandı. Çizim yapmaya başladım. Yaklaşık 2 saat sonra çizimim bitti. Bir kelebek -mavi kelebek- çizmiştim.     Bir efsaneye göre mavi kelebek umudun, yeniden doğuşun sembolüdür. Bu mavi kelebek umutsuzluğa düşen herkese hediyem olsun. Her umutsuzluğa düştüğümde bakabilmem için odamın en görünür yerine astım. Umarım işe yarar…      Sabah erkenden uyandım. Saat 6’ydı. Okul olmasa öğlenlere kadar uyurdum oysaki. Cumartesi olduğu için herkes uyuyordu. Sessizce elimi yüzümü yıkayıp, bir şeyler atıştırdım. Kimseyi uyandırmak gibi bir niyetim yoktu. Dün annem yüzünden okuyamadığım kitabı -bülbülü öldürmek- doya doya okudum. Kitapta geçen şu sözü çok beğendim;   “Yalnızca tek bir insan türü varsa o zaman neden geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa o zaman neden özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar?”     Gerçekten neden böyle yapıyor insanlar? Annemle babam neden beni aşağılamak için özel bir çaba harcıyor? Bu soruyu ne kadar çok sorarsan sorayım bir cevap bulamıyorum.     Ayak sesleri duyup kitabı kapattım. Çalışma masamın başına geçtim. Uyanan kişi mutfağa geçti. Sanırım annem kahvaltı hazırlıyordu. Yanına gidip yardım ettim. Kahvaltıdan sonra bulaşıkları yıkadım. Akif’in ödevlerine yardım ettim -her ne kadar istemesem de- Bu şekilde öğlen olmuştu.     Annem yanıma gelip dün için özür diledi. Bana kızmak istemediğini, sadece benim iyiliğimi istediğini, bu yılın benim için çok önemli olduğunu söyledi. Ağlayarak anneme sarıldım. Bunlar annemden duymayı beklemediğim sözlerdi. “İstersen arkadaşınla buluşabilirsin.” dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım zar zor “Teşekkür ederim.” diyebildim.     Hemen odama gidip telefonu elime aldım;     -Simge annem izin verdi.Saat kulesinin orada buluşalım mı?   -Bu harika bir haber.O zaman saat 15.30 da buluşalım.   -Tamam.  

  Mavi kelebek gerçekten de uğurluydu…       Saat 15.30’da Simge ile Saat Kulesi'nin orada buluşacaktık ama benim hazırlanmam çok uzun sürdü. Annemin davranışına olan şaşkınlığım geçmemişti ama buna çok sevinmiştim. Sonra annemin odama doğru geldiğini duydum. Kapının eşiğinde durdu ve yüzündeki tebessümle beni izledi. Fark etmemiş gibi yaptım, sonra çantamı ve telefonumu alıp tam odadan çıkacakken -annemi sanki o an fark etmişim gibi- şaşırdım. - Anne! Of, aklım çıktı, sen burada ne yapıyorsun? - Seni izliyorum? - … Neden?      Sonra bana sarıldı, annem bugün farklıydı. Anlıyordu sanki beni. Ama bütün bunları neden yapıyordu? Bütün bunların bir sebebi olabilir miydi? Bilmiyordum ama hemen koşarak evden çıktım. Telefonun ekranına baktığımda saat 15.40’tı. Kesin Simge bana çok gülecekti. Çünkü ne zaman bir yerde buluşalım desek, ya annem izin vermediği için gelemem ya da geç kalırım. Bunları düşünürken zaten beş dakika geçmişti ve ben yolu yarılamamıştım bile. Simgeyi aradım:   - Alo, neredesin Aylin? - Geliyorum, evden anca çıkabildim. - Neden, bir şey mi oldu? - Gelince anlatırım. - ‘Gelince’ anlatırsın?      Güldü, daha yanına gitmeden bana güldü, ben söylemiştim! Aslında Simge’nin bu huyunu seviyorum, komik bir kız. Yüzümdeki tebessüm annemin beni aramasıyla yok oluverdi birden. Çağrısını açmalı mıydım? Neden arıyordu? Evden yeni çıkmamış mıydım? Neden bu kadar çok soru soruyordum kendime? Mâdem cevap alamıyordum, soru sormanın ne anlamı vardı? Ama yine de telefonu açtım çünkü açmazsam bir de “Neden açmadın Aylin?” fırçası yerdim. - Efendim anne? - Neredesin, gittin mi? - Hayır yoldayım daha. - Tam olarak neredesin? - Bahribaba parkının yakınlarındayım. Evden çıkınca markete uğrayıp su aldım bir de. - Tamam. - Sen… Sen neden aramıştın? - … Dönerken marketten iki süt al diyecektim. - Tamam anne, alırım.      Telefon kapandı. Konuşurken Konak’a gelmiştim. Aklıma okuduğum kitap geldi. Sevdiğim sözleri bir kağıda yazdığım ve panoma astığım için bazıları aklımda kalmıştı. \"İnsanlar dışında her şeye katlanabilirdim.” Belki bütün insanlara değil ama bizim evdekilere kesinlikle katlanamıyorum, özellikle de adı ‘A’ ile başlayıp

‘kif’ ile bitene. Tamam belki onları seviyorum -biraz- ama üniversitede iyi bir yeri kazanamazsam yine bu eve geri dönecektim. Kendi hayatımı kurmak istiyorsam çalışmalıyım. Sonra çantamda kulaklığımı aramaya başladım. “En azından biraz müzik dinleyip kafamı dağıtayım.” diye geçirdim içimden. Aradım, aradım ama bir türlü bulamadım kulaklığımı. Çekmecede bırakma ihtimalimi düşündüm ama bu sabah orayı hiç açmamıştım, mutfakta bırakmış olabilir miydim? Bıraksam annem kesin kızardı, kızmadığına göre bırakmamıştım. Sonra birden aklıma Akif geldi, kesin o almıştı, zaten hep alıyordu eşyalarımı, daha doğrusu çalıyordu. Hayır, geri verse bir şey demeyeceğim, sonuçta onunla uğraşmaya meraklı değilim ama vermiyor ki! En son çok sevdiğim kitap ayracımı, kar küremi, çizim defterimi hatta güneş gözlüğümü aldı! Babama ve anneme bunları söylesem “Kardeşini şikâyet etme. Onun kadar uslu olamadın zaten sen, örnek al biraz o kardeşini.” derlerdi. Bilmiyorlardı neler yaptığını Akif’in.      Küçükken Akif’i gerçekten severdim. Hâlâ biraz seviyorum ama o zaman daha çok severdim. Oyun oynarken arkadaşları ona vurduğunda dayanamaz yanına koşardım, korurdum onu. Ama şimdi… Daha yemek bile ısıtamayan, ödünç aldıklarını geri vermeyen, tek derdi oyun olan bu çocuğu neden koruyayım ki? Belli ki korunmaya ihtiyacı yok, benim de onu korumaya niyetim yok. Yanımda bir şey yapsalar umrumda değilmiş gibi davranmam, o kadar da değil, ama artık önemsemiyorum onu çünkü ona verdiğim değeri hak etmiyor. Zaten eve gidince kulaklığımın hesabını soracağım daha, o ayrı bir mesele. Kulaklığımı bulamadan, müzik de dinleyemeden Simge’nin yanına gittim ve bilin bakalım yanında kim vardı Simge’nin? AKİF! Hemen onların yanına koştum ve Akif’i çekiştirmeye başladım. - Akif, ne yapıyorsun sen burada? - Ne var ya, sen geliyorsun, ben gelemez miyim? - Gelemezsin! - Neden?! - Evden ne kadar uzak burası biliyor musun, ya eve dönerken sana bir şey olsa, sonra annem benden bilecek!      Bütün bu sinirim o umursamadığım kardeşim Akif’e bir şey olacak diye miydi, yoksa annem kızacak diye miydi, içimdeki karışık soruları düşünmemeye çalışırken Akif’i Simge’den uzaklaştırdım ve Simge’den birkaç saniye rica ettim. - Bana bak, şimdi derhal eve gideceksin, eve gidince de bana hem fotoğraf hem konum atacaksın, tamam mı? Ayrıca niye geldin sen buraya? - Buluşacağınızı duydum, sana sürpriz yapayım dedim. - Aman ne büyük sürpriz!      Akif’in yüzündeki o hınzır gülümsemeyi görseydiniz, ne demek istediğimi anlardınız.  - Bu arada bak bakayım bana sen, niye alıyorsun benim kulaklığımı?! - Ne kulaklığı ya? - Kulaklığın icadından haberin yokmuş gibi davranma, sen aldın işte bilmiyor muyum sanıyorsun, hemen ver kulaklığımı. - Ya bende değil. - Ner’de o zaman? - Bil-mi-yo-rum! - Bak ben bu numaraları yemem, şu anda annemi arar söylerim yaptığın her şeyi. - Of tamam abla ya, ne inatçısın sen de. Biraz müzik dinledim, senin kulaklığından çok güzel ses geliyor. Sonra da çekmecene koydum. Başka da bir şey yapmadım, yemin ederim bak! - Tamam, şimdi derhal eve gidiyorsun, hadi!      Dönüp bana baktı, yol parası yoktu tabii, buradan eve kadar yürüyecek hali de. Çıkardım bir yirmilik ve bir beşlik verdim.

- Kartın yanında mı? - Evet. - Tamam al bunu, kartına yükle bir kısmını, bir kısmıyla da git dondurma falan al. Bir de iki süt al. - Diğerlerini anladım da iki süt ne alaka? - Ay ne çok soru soruyorsun, annem istedi işte sorgulama, al ve eve git. - Of tamam ya.      Arkasından “Doğrudan eve gidiyorsun!” diye bağırdım. Biliyordum başka yerlere de uğrayacağını ama yine de söyledim. Sonra Simge’nin yanına döndüm ve ona sarıldım. - Çok erken geldin ya. - Ne demezsin… - Akif ne arıyormuş burada? Sana bir şey verecekmiş galiba, ondan gelmiş, bana öyle dedi. - İnanma ona, şimdi benim ona verdiğim parayı kartına yükleyeceğine gider hepsiyle abur cubur alır, bütün o yolu da yürür onda bu akıl varken. - Eee, ne yapıyorsun bakalım. - Yapabileceğimin en iyisini yapıyorum ama annem inanmıyor bana fazla. Ders çalıştığımı ona nasıl kanıtlayacağım bilmiyorum, ayrıca onu neden ilgilendiriyor benim çalışmam. Beni sevmiyor, önemsemiyorsa neden ilgilendiriyor onu! - Tamam sakinleş biraz, hadi gel şuradaki banka oturalım. Aaa, bak aklıma ne geldi, fotoğraf çekinelim mi? - Tamam olur, çekinelim hadi.      Yine ben çekecektim fotoğrafı, Simge kıvırcık olması dışında çokça kabarmış olan saçlarını düzelttikten sonra telefonunu bana verdi, onun telefonundan çekecekmişim (!) sonra gülümsedik, belki o an gerçekten mutluydum ama normalde gülümsediğimde aslında içimden ağlıyordum, kimse görmüyordu hiçbirini, ağlıyordum bağırıyordum ama kimse duymuyordu. Kimse haberdar olmadığı için bu fırtınadan, yardım da etmiyorlardı. Öfkem sanki denizdeki dalgalardı, ben de hedef limana ulaşmaya çalışan gemiydim. Sürekli sallanıyordum, sanki batacaktım ama batmıyordum. Bulutlardaki şimşekler annem, babam, Akif’ti sanki. Birden beliriyor, sonra kayboluyorlardı, sonra tekrar beliriyorlardı. Bu karmaşık fırtınada hangi gemi sağlam kalırdı, sadece öfkemi belirli bir düzeyde tutmam ve o fırtınayı hiç yaratmamam gerekiyordu. Becerebilsem yapardım ama elimden gelmeyen bir şeyi var edemem. O yüzden sürekli içimde bir fırtına vardı, bazen biraz bulutlar aralanıp güneş gözüküyordu, belki o güneş de Simge’ydi. Sonra tekrar kayboluyordu güneş, şimşeklerin ardında karanlığa karışıyordu. Sanırım o mavi kelebek de benim gibi hayatta kalma savaşı veriyordu. Şimşekler o kasvetli havaya dahasını eklemek yerine bir an duraksasalar belki o kelebeğe yaşama imkanı vereceklerdi ama nasıl olsa anneme göre kelebekler 24 saatten uzun yaşamaz.      İçimde yaşadıklarıma rağmen fotoğrafta çok güzel gülmüştük. Bir sürü anımız vardı Simge ile, çünkü her gittiğimiz yerde fotoğraf çekiliyorduk. Sonra Saat Kulesinin olduğu bölgede biraz dolaştık ve bizim okula doğru yürümeye başladık. Yürürken kendimi iyi hissediyordum, hele Simge ile yürüyorsam… Aslında Simge ile yürürken gülmekten ilerleyemiyorduk ama olsun. Saatin farkına varmamıştık ki telefonuma gelen bildirim sesiyle farkına varmak zorunda kaldım. İlk defa Akif sözümü dinlemişti, eve gitmiş, oradan konum ve fotoğraf yollamıştı. Buraya kadar her şey güzeldi ama gördüğüm bir detay yüzünden neredeyse telefonu elimden düşürüyordum. Akif odama girmişti! Kapısını kilitlediğim, camını çok hafif aralık bıraktığım, çıkmadan önce topladığım güzel odama girmişti! Kilitli kapıyı nasıl açtı bilmiyorum ama çok sinirlenmiştim. Kesin yine eşyalarımı karıştırmıştı. Günlüğümü okuyacak, tükenmez kalemlerimi tüketecek, bilgisayarımın şifresini çözmeye çalışacaktı -ama çözemeyecek-. Annemi arama ihtiyacı duymuştum. - Anne!

- N’oldu! - Akif odama girmiş! - Of Aylin, ben de bir şey oldu sandım. - Oldu zaten odama girmiş işte. - Ne varmış odana girdiyse? - Kapısı kilitliydi ama odamın. - Ben açtım kapıyı. - Neden?      Bir an duraksadı, sanırım böyle bir soru sormamı beklemiyordu. - … Sana açıklama yapmak zorunda değilim ama yine de söyleyeceğim, odan biraz havalansın diye! İyilik de yaramıyor zaten sana. - Ben camımı biraz aralık bırakmıştım, havalanıyordu zaten! - Sen tonuna dikkat et istersen, çok da geç kalma, yarım saat içinde eve gel.      Telefon yüzüme kapanmıştı. Bağırmak, çığlık atmak istiyordum ama yapamıyordum, Simge meraklı gözlerle bana bakıyordu, kısaca ona özetledim olayı ve ona sarılıp yanından ayrıldım. Zaten saat 17.00 olmuştu, yarım saatte eve gidebilirdim aslında ama daha erken dönüp Akif’in dağıttığı odamı toplamak istiyordum. Ayrıca Akif’i odamdan uzak tutmak için başka bir yöntem bulmam gerekiyordu…        Bunları düşünürken eve doğru yola koyuldum. Bugün her zamanki gibi hem gergin hem de öfkeliydim. Bir gün gerçekten mutlu olabileceğime artık pek bir umudum kalmamıştı. Fakat yine de hayattan ufacık bir enerji almak için çabalamaya çalışıyordum. Derken arkadaşımla vedalaşıp otobüse binmiştim. Cam kenarında yoldan arı gibi geçen arabaları, kaplumbağa gibi yürüyormuşçasına insanları o sırada ben de at gibi koşuyormuşum gibi hissedip dışarıya dalıp gitmiştim. Akif’in artık odama girememesi için planlar yapıyordum ki aklıma hemen bir fikir geliverdi. Akif bebeklikten beri arılardan çok korkar. Zamanla bu korku daha da çok büyümüştü. Akif daha çok küçükken onu arı kovalamıştı. İşte o günden beri bu korkusu devam ediyordu. Arı görmek hayatta istemez. Ben de odama arı resimler veya arıyla ilgili aksesuarlar koyarsam odama gireceğini sanmıyordum. Bu sırada ineceğim durağa gelmiştim. Ayağa kalkmaya çalışırken biraz başım döndü. Sanırım hızlı bir kalkış yaptım. Her neyse inip hemen eve girdim. Hemen odamdaki planımı uygulamak için koşar adımlarla odama doğru gittim. Çok güzel resim çizdiğim için arıyı da gayet gerçekçi bir şekilde yaptım. Ben de çok beğenmiştim çizimimi aslında. Duvarıma astım. Kalemliğimi sarı siyah bir şekilde boyadım. Bence bu Akif’i çok etkileyecekti ve odama bir daha girmek istemeyecekti. Bu gece erken uyumak istiyordum. Çünkü her sabah uykusuz ve donarak kalkıyordum. Bu durum beni hayattan daha da soğutuyor ve nefret ettiriyordu. Alarmımı kurup hemen yattım. Ertesi gün ne yazık ki okul için sabah daha horozlar ötmeden kalkmak zorunda kaldım. Şu alarmın sesi beni aşırı gıcık ediyordu ama başka çarem yoktu. Üniversiteyi kazanıp biraz daha rahatlama ümidi ile yaşıyordum. Okula vardığımda Simge beni görünce gülümsedi ve hemen yanındaki sıraya doğru oturdum. Simge gelir gelmez hemen konuşmaya başladı.   -Çok şükür geldin ya. -Abartma kızım erken bile geldim. -Olsun ben de çok erken geldim ve sen de geç gelirsin diye korkmuştum. -Güzel zamanlama yapmışım o zaman. -Tek kelimeyle süpersin. Muhabbet ede ede zaten ders saatimiz gelmişti. İlk ders matematik. Ben anlamıyorum bir insan neden ilk derse matematik koyar ki! Ne yani sabah sabah matematik mi işleyeceğiz? Bilmiyorum, belki herkes için

saçma gelmeyebilir ama bana gerçekten çok saçma geliyor. Bence ilk ders sözel olmalıydı. Tabii ki yine öznel bir şekilde kendi kendime düşünüyordum.   Okul çıkış saatine beş dakika kala herkes toplanmıştı (ben de dahil). Hoca buna sinirlenmez mi? Bağırmaya başladığı an herkes kitaplarını tekrar çıkardı. Çünkü hocamızın oldukça kalın bir sesi vardı ve buna asla kimse katlanamıyordu. Zil çaldığı için biz de rahat rahat sınıftan çıktık. Simge ile konuşmaya başladık.   -Simge, sence ben ne yaptım? -Ben nereden bileyim sence Aylin... Ne yaptın bakalım? Gülmeye başladım. - Akif odama giremez artık o yüzden çok rahatım. - Nasıl yani? - Bir plan uyguladım her neyse daha sonra konuşuruz olur mu? Şimdi eve gitmem gerek. - Tamamdır o zaman yarın okulda tekrar konuşuruz, görüşürüz. - Görüşürüz.   Konuştuktan sonra hemen yoluma devam ettim. Artık düzenli olarak her gün vaktinde eve gitmeye karar verdim. Belki de derslerime daha da odaklanırsam ailem beni sevebilecekti. Sanmıyorum ama bir ümit…       Eve gelince yaptığım ilk şey sağlam bir çalışma planı hazırlamak oldu. Nedense şimdiye dek yaptığım planlara pek uyamamıştım ama bu kez kararlıydım. Sınavı kazanmak uğruna uygulayacağım plana titizlikle uyacaktım. Bu düşüncelerle çoraplarımı çıkarıp serin yatağıma girdim. Bu benim en zevk aldığım şeydi. Tarif etmesi pek mümkün olmasa da…        Bu hissin verdiği rahatlıkla uykuya daldım. Sabah telefonumun çığlıklarıyla uyandım. Sanki beni uyandırmak için varını yoğunu ortaya koymuştu. Çalar saatteki sesten nefret ediyordum. Bu ses bana sorumluluk ve zorunluluklarımı hatırlatıyordu. Yine de bu sabah başkaydı, dün aldığım kararları uygulayabilmek için sabah çalan gıcık saate de iyi olmaya da ihtiyacım vardı.        Sabah iyi bir güne başlayabilmek için duşumu aldım, saçlarımı sosyal medyada gördüğüm sarışın kızın saçları gibi yaptım, kendimi bu hâlim ile çok iyi hissetmiştim. Dolabıma yönelip en sevdiğim kırmızı elbisemi giydim. Hazırlanıp evden çıktığımda okula yetişmek için acele etmem gerektiğini fark ettim.        Sınıfa girince hep bir ağızdan: -         Oooo, Aylin bu ne güzellik! dedi arkadaşlarım. -         Sana ne oldu? diye atılan Simge’yi “Hiç!” diyerek geçiştirdim.        Dersler bitip de eve gittiğimde evde kimsecikler yoktu. Annemin nerede olduğunu düşünürken telefon çaldı, açtım. Bankadan kredi kartı için arıyorlardı. Teşekkür edip telefonu kapattım. -          Sınav Gününden İki Gün Önce -      Günler uyuyup uyanmamla geçmiş, sınav günü yaklaşmıştı, hem de çok yaklaşmıştı. İki gün sonra sınava girecektim ama kendimi hiç hazır hissetmiyordum, çözeceğim bütün testleri çözdükten, tekrar edeceğim bütün konuları tekrar ettikten, okuyacağım ders notlarımı okuduktan sonra bile. Ama bunu anneme söylersem “Zaten bütün sene hiç çalışmadın, sınavdan iyi bir puan alman mucize olur.” derdi. Sanırım mavi kelebek de

uğuru da uçup gitmişti çoktan.      Bütün işlerimi bitirdikten sonra erken yattım, sınav gününden bir gün önce tek bir kitabın kapağını bile açmayacaktım, kendime söz vermiştim. Yeterince çalışmıştım zaten bu yıl, ne gerek vardı kafamı karıştırmaya? Bu arada evet, hâlâ aklımdaki sorulara cevap bulamıyorum.       Erken yatmasına yattım ama rüyamda bile sınavı görüyordum, zaten erken yatmam pek etki etmemişti, uyuyamamıştım ki. Yarın gün içinde sevdiğim şeyleri yapacaktım, film izleyecektim, resim çizecektim, deniz kenarında dolaşacaktım. Sınava rahat girersem sınavım da rahat geçer diye düşünüyordum. Umarım rahat geçerdi. - Sınav Günü -      Sabah telefonun alarmı ile kalkmıştım, hazırladığım plana uyduğumdan olacak, artık daha rahat kalkıyordum. Hemen giyeceğim kıyafetlerimi ayarladım ve kahvaltı etmeye indim, annem kahvaltı hazırlamıştı ama hiç iştah açıcı gelmiyordu gözüme. Belki annemin bazı özelliklerini sevmiyor olabilirim ama annem muhteşem kahvaltı hazırlar, hiçbir yerde anneminki gibi kahvaltı bulamazsınız. Her sabah yediğim şeylerden yedim. Sonra dişlerimi fırçaladım, yüzüme krem sürdüm ve saçlarımı yaptım. Aslında saçlarımı açık bırakacaktım ama sınav anında terlerim diye vazgeçtim ve güzel bir at kuyruğu yaptım saçımı. Kıyafetlerimi de giyindikten sonra çantamı aldım. Aşağı inerken çantamdakileri kontrol ettim, her şeyim hazırdı. Sonra birden annem bağırdı: -         Sen hâlâ çıkmadın mı?! -         Daha sınava var anne, şimdi gidiyorum işte. -         Sınava 45 dakika var, farkında değil misin sen? -         Ne!      Telefonumun saati bir saat gerideydi ve ben yetişemeyebilirdim. Hemen koşarak evden çıktım, otobüse bindim. Şoföre biraz daha hızlı gidip gidemeyeceğini sordum, gidebileceğini söyleyip gaza basınca yetişeceğime dair umudum artmıştı.      Sınava gireceğim okula vardığımda sınava 15 dakika vardı. Yetişmiştim ama kalp atışlarım yavaşlamıyordu ki! Bu heyecanla sınava girseydim kesin yanlış yapardım her soruyu, sakinleşip biraz su içtim. Sonra hepimizi tek tek içeri aldılar, sınıfımı ve sıramı bulup oturdum, çantamı astım, suyumu ve kalemimi çıkardım, elbette silgimi ve kalemtıraşımı da. Sonra birden… birden her şeyi unuttum! Öğrendiğim her şeyi, okulda işlediğimiz her şeyi, hakkında soru çözdüğüm her şeyi. Aklıma hiçbir şekilde bir şey gelmiyordu. Düşünüyordum ama hatırlamıyordum: -         1950’li yıllarda Türkiye? Iııı… -         Türkiye’nin bölgesel kalkınma projeleri? Şeyy…      Zaten konu başlıklarını bile zor hatırlamıştım, ne yapacaktım? Sınav kitapçıkları dağıtıldığında birden kalp atışımın yavaşladığını, daha yavaş nefes alıp verdiğimi fark ettim. Sınav başladığında bütün soruları tüm hızımla cevaplıyordum ve sorular çok basit geliyordu. Bütün soruları yaptım ve birinci oturum bitti. Sınavım güzel geçmişti. Ara sürede bahçeye indim, telefonuma baktım ve yanımda getirdiğim birkaç şeyi atıştırdım.

Aklıma telefondaki saatin geri olduğu geldi, bu iş sadece Akif’in başının altından çıkabilirdi. Saati düzelttikten sonra çevreme bakındım, bütün öğrenciler aileleri ile sohbet ediyordu. Beni destekleyecek bir ailem bile yoktu yanımda. Sonra biri bana seslendi. “Aylin!” Annem, babam ve Akif’ti bu. Akif bana doğru koştu ve bana sarıldı. Onları gördüğüme sevinmiştim ama mutluluğum birden söndü, buna neden olan şey ne mi dersiniz?: -         Birkaç soruyu cevaplayabildin mi bari? Umarım sınavda bayılmamışsındır.      Annemdi tabii ki! Birkaç soruymuş, bütün oturumdaki soruların hepsini doğru yapsam da etki etmez ki annem için. Sınav sonucumu görünce ne yapacaktı acaba… -         Sınavın nasıldı kızım? -         İyi geçti baba, bütün soruları yaptım.      Bunu anneme bakarak söylemiştim. Ama o duymamazlıktan gelmişti. Hep böyle yapardı zaten, duymak istemediği veya istemeyeceği bir şey söylersek “Ben ne dedim ki?” havasına girer ya da orada yokmuş gibi davranırdı.       Canımı sıkmışlardı ama bu benim sınavımı etkilemeyecekti, etkileyemezdi. Ara bitince bizimkilerle vedalaşıp sınıfıma çıktım. Derin bir nefes aldım ve başladım. İyi gidiyor sayılırdı, soruları yapmaya çalışıyordum. Sınavdan çıkınca yaşayacağım rahatlık için çaba sarfediyordum. - Sınav Sonuçlarının Açıklandığı Gün -      Hemen internet sitesine girdim ve puanıma baktım. 420 puan almıştım! Bu beklediğimden kötü bir sonuçta aslında, 450 puan almak istiyordum ama sorun değildi, gideceğim üniversiteye de bölümüne de yetiyordu. Mutluydum hem annemden kurtulacağım için, hem de puanım için.      Anneme sonuçlarımı gösterdim, babamı ve Akif’i de çağırdım. Annemin yüzünde “En azından 400 puanın üzerinde, bir şeyler becerebilmişsin Aylin.” ifadesi vardı. Bunu için sevinmeliydim sanırım. Ama sevinemedim çünkü annem çoktan çantamı hazırlamaya başlamıştı. Beni evden bir an önce göndermek istiyordu. Bunu benim iyiliğim için mi yapıyordu? Cevapsız sorularla baş başa kalmıştım yine. Sonra gidip salondaki koltuğa oturdum ve tercihlerimde hangi üniversiteleri yazacağımı düşündüm. Bursa’da bir üniversiteye gitmek istiyordum. O yüzden seçimlerimi Bursa üzerinden yapacaktım. - o  -      Ve işte o beklenen an, artık gidiyordum, hangi okulda okuyacağım belli olmuştu, çantamı kendim hazırlamıştım ve otobüs birazdan kalkacaktı. Akif ve babam yanıma gelmişlerdi ve bana sarılıyorlardı. Annemse uzaktan izliyordu sadece. Annemin de gelip sarılmasını bekledim bir süre ama gelmeyince otobüse yöneldim. Sonra birden annem yanıma geldi ve beni durdurdu, ellerimden tutarak:  -         Yapabileceğini biliyordum, başaracağını biliyordum kızım, dedi. -         Mâdem biliyordun neden bu zamana kadar hiç umrunda değilmiş gibi yaptın? -         … Seni çok seviyorum, yolun açık olsun, dikkat et kendine.

       Duygulanmıştım, anneme de sarılıp otobüse bindim ve otobüs hareket etti. Onlara camdan el salladım. Sonra müzik dinlemek istedim, sonuçta uzun bir yolculuk olacaktı. Elime damlamış birkaç damla gözyaşımı sildim ve çantamı açtım. Ama sonra yine ağlamaya başladım çünkü çantamda küçükken çok oynadığım oyuncak bebeğim, en sevdiğim çikolata ve bir zarf vardı. En son çantamı kontrol ettiğimde bunlar yoktu, gerçi çantamı en son dün gece kontrol etmiştim o yüzden ben fark etmeden koymaları çok normal. Annemin bu oyuncak bebeği çöpe falan attığını düşünüyordum aslında, atmamasına sevinmiştim. En sevdiğim çikolatanın üzerinde bir not, notta da bir kalp vardı. Sonra zarfa baktım, içinde ne olduğunu bilmiyordum ama merak da etmiyordum, bu kadar duygusallık bana yeter sanmıştım. Yine de dayanamayıp açtım. Ben üniversitem için para biriktirmiştim hep, harçlıklarımı bursumu harcamamıştım. İşte o parayla almıştım otobüs biletimi de. Ama annemler bu paranın bana yetmeyeceğini düşünmüş olacaktı ki zarfa bir deste para ve bir mektup koymuşlardı. Mektupta şunlar yazıyordu:   “ Seni sevdiğimizi unutma, başarabileceğini biliyorduk. ”        Zarfın içine birkaç tanesine baktığım banknotları ve mektubu geri koydum. İkisine de zarar gelsin istemiyordum. Ayrıca sanırım annem mektubu Akif’e yazdırmıştı. Onun el yazısıydı bu. Benim için değerlilerdi.       Biliyor musunuz? Ailemin yanındayken ‘bana neden böyle bir eziyet çektirdiklerini, beni neden hep aşağıladıklarını’ düşünüyorum, ayrıyken ‘beni neden yalnız bıraktıklarını’. Üniversiteyi kazanarak belki hayatımı da kazanmıştım ama ailemden uzakta, bana destek olmasalar bile varlıkları bile yeten o kişilerden uzakta ne yapacaktım? Sanırım cevap bulamadığım sorularımla birlikte yeni bir maceraya gidiyordum. Artık etrafımda kimse yoktu, ne Simge, ne annem-babam, ne de Akif yanımda değildi. Tek başımaydım belki ama yalnız değildim. Ben tek başıma ayaklarımın üstünde durabilirdim. Bir yanım ‘Sen varsın işte, tek başına da olsan başarırsın.’ derken diğer yanım hiçbir şey diyemiyordu -sanırım o yanımı annemlerle bıraktım- . Ama yapamıyordum, önümü göremiyordum. Bunun nedeni belki gözyaşlarımın damlamaması olabilirdi ama bence asıl nedeni özlemimdi. Aileme olan sevgimin tükendiğini sansam da hâlâ kalbimin derinlerinde bir yerlerde onları sevdiğimi biliyordum.       Şimdiyse önümde daha farklı bir hayat ve iki seçenek vardı, ya yapamayacağımı düşünüp bu yola hiç başlamadan eve geri dönecektim ya da o yolun sonuna kadar gidip başardığımı herkese kanıtlayacaktım…              SEVGl, BURSA'YA GELlYOR     Yorucu geçen bir günün ardından dalgalı uzun saçlarımı önüme atmış, koltuğuma uzanmış, bir taraftan kahvemi yudumluyor, bir taraftan internet haberlerine göz atıyordum. İnternette okuduğum bir habere göre leyleklerin göç mevsimiymiş. Ne zaman leylek dense aklıma üniversite yıllarımda yaşadıklarım , Elif ile ardımda bıraktığım anılarım gelir. O yılları düşünmeyeli uzun zaman olmuştu. Ne özel ne güzel zamanlardı. Hele Bursa’nın muhteşem doğası, tarih kokan sokakları, sevgi dolu insanları burnumda tütüyor…     •••                    Lisedeki  ağarmış saçlı edebiyat öğretmenim okuduğu kitapları  sırasıyla anlatırken aralarında dikkatimi çeken bir kitap vardı. Ahmet Haşim’in “Gurebahane – i Laklakan” kitabıydı. Kitapta Bursa’da olan bir leylek hastanesinden bahsediliyordu, kitabın hem adı hem de konusu içimde merak duygusunu uyandırdı. Zil çalar

çalmaz hemen okulumuzun eski kitapların muhteşem kokusunu barındıran, yüzlerce kişinin hayatına dokunan kütüphanesine gittim. Kütüphanede o kadar çok kitap vardı ki bir an karamsarlığa düştüm, aradığım kitabı bulamayacağımı düşündüm. Neyse ki bu koskocaman kütüphanedeki işini sevgiyle yapan kır saçlı, tecrübeli öğretmen kitabı bir çırpıda buluverdi. İşini sevgiyle yapmak böyle bir şeydi.    Yıpranmış yeşil kapaklı ve sararmış yapraklı kitabı elime aldım ve hemen sayfaları karıştırmaya başladım, bir sayfa bir sayfa daha derken kitabın beni içine çektiğini hissettim. Yeşil Bursa’dan bahsediyordu, Bursa’yı o kadar güzel anlatıyordu ki elimde olsa Bursa’ya gidecektim.Sanki o sokaklarda gezdim, çınar ağaçlarının altından geçtim, küçücük çocukların kahkalarına ortak olduğumu hissetmiştim. O zamanlar hiç şehir dışına çıkmamıştım tabii. Aldım elime ansiklopediyi ve Bursa’yı araştırmaya başladım; gezilecek ve görülecek yerleri, üniversitelerini, lezzetlerini ve tarihini araştırdım.  Yeşil Bursa’yı uzaktan bile çok sevmiştim, Bursa’ya kesinlikle gidecektim ve Bursa’yı gezecektim.                 Lisede son senem olduğu için sınavlara çok çalışmam gerekiyordu.Bursa’da bulunan Uludağ Üniversitesi’ne  gitmeyi içtenlikle istiyordum. Çok geçmeden sınav günü geldi çattı, neyse ki kendime çok güveniyordum çünkü sıkı hazırlanmıştım. Ayrıca ailemin desteğini de her daim arkamda hissediyordum. Bu destek çalışma azmimi olumlu yönde tetikliyordu.İnsanın ardında kendisine destek veren bir ailesinin olması ne muhteşem bir duyguydu.Ailemi çok seviyordum ve biliyordum ki onlar da beni çok seviyorlardı.Sanırım adımı “Sevgi” koymalarının sırrı burada saklıydı. Sınavım oldukça güzel geçmişti.Hayalimdeki yer “Bursa Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü” idi. Beklemek hep zordu, sonucu duymak için sabırsızlandığım bir gün zilin çalmasıyla kapıya fırladım.Gelen postacıydı ve elinde sınav sonuçları vardı.Heyecanla zarfı açtım ve işte beklediğim sonuç.İçimden söyle dedim: -Sevgi, Bursa seni bekliyor ! Annem ve babam da haberi alınca çok sevinerek emeklerimin boşa gitmediğini söylediler.    Yaklaşık birkaç hafta sonra bavulumu, çantamı, kitaplarımı hazırlamış ailemle vedalaşmıştım, ailem beni üzüntüyle değil sevgiyle uğurlamıştı. Onlara söz vermiştim çok okuyacaktım ve başarılı bir insan olacaktım.  Ankara – Bursa otobüsüne binip 6 saat sonrasında Bursa’ya ulaşmıştım ve kısa bir süre sonra da kendimi elimde eski bir bavul ve birkaç kitapla birlikte dört katlı sarı renkli üniversite yurdunda bulmuştum. Oda arkadaşımla tanışmıştım.Herkes beni sevgiyle ve gülen gözlerle karşılamışlardı ki kalplerindeki sevgi ve yumuşaklık yüzlerine ve sözlerine yansıyordu. Hele oda arkadaşım Elif’i ilk gördüğüm gibi kendimi ona yakın hissetmiştim. Elif, uzun saçlarıyla, pembe yanaklarıyle ve esmer teniyle hem çok tatlı ve hem de başarılı bir kızdı. -Bursalı mısın Elif? -Hayır, Bursalı değilim ama burada o kadar çok akrabam var ki Bursalı sayılırım. -Peki sen nerelisin Sevgi? -Ben de Ankara’dan geldim. Bursa’yı o kadar çok merak ettim ki sırf bu şehirde üniversite okumak için Ankara’dan geldim. -Seni bu cumartesi işin yoksa Bursa’da gezdirmek istiyorum Sevgiciğim. Cumartesi günü için çok heyecanlanmıştım, ilk defa memleketim dışında bir yeri gezecektim. Ben düşüncelere dalmış giderken Elif’in sesi dürtmüştü beni. -Kahvaltı yapmadık bu yüzden seni burada meşhur olan “Abdal Fırını”na götüreceğim. Teklifleriyle çok heyecanlandım. Hemen rotamızı “Abdal Fırını”na çeviridik. Gider gitmez fırından dışarı çıkan o simit kokusu beni benden almıştı. O kadar uzun bir sıra vardı ki fırının simidinin bu kadar güzel olduğu bu uzun kuyruktan bile belliydi.  Sıra bize geldiğinde tahinli pide, çay ve simit aldık ve küçükcük masa ve iskemlelere oturduk. Yemyeşil Uludağ manzarası eşliğinde birlikte keyif sürmüştük.

-Abarttıkları kadar varmış, simitler çok güzelmiş Elif. Hepsini çok sevdim. -Evet öyledir. Seninle bugün çok gezeceğiz ve çokça yiyeceğiz. Yemeklerimizi ağır ağır bitirdikten sonra buradaki küçük evlerin çevresinde dolandık. O kadar beğendim ki anlatmaya kelimeler yetmez. Görünen oydu ki burayı sadece ben sevmiyordum. İnsanların mutluluğu gülüşlerine karışıyordu.  Sokakları gezmeye devam etmiştik.Çok güzel yerlerden geçtik.Dar sokaklar, buruşmuş yüzlerdeki gülümsemeler, aktarlar ve aktarlardaki mis gibi kokuyu burnuma getiren rüzgar benim içimi sıcacık yapmıştı. Bursa hem tarih hem lezzet kokuyordu, gözüme çarpan her yer muhteşem bir şölene dönüşüyordu. Giderken yol üstünde meyve satan seyyar satıcılar görmüştük. Tezgahlarında Bursa’nın şeftalisinden kestanesine her lezzet bulunuyordu.  Hepsinin tadına baktık. Hepsinin tadı damağımda kalmıştı.     İskender yemeye geldiğimde daha büyük ve daha ferah bir dükkan düşünmüştüm ama aksine burası çok şirin, mavi ve beyaz boyalı tahtalardan oluşmuş eski bir dükkandı. Buradaki kuyruk fırınınkinden daha da uzundu, bu iskenderin sevenleri çoktu herhalde.  Yaklaşık 15 – 20 dakika sonra sıra bize gelmişti ve hemen bulduğumuz masa ve sandalyelere oturduk. Önüme gelen tabağın kokusunu içime çekmek ve tabaklardaki yeşil, kahverengi,kırmızı ve beyaz renkler muhteşemdi.  Çabucak İskenderlerimizi yedik çünkü kapıda bir sürü İskender severler bekliyordu.  İskenderini o kadar sevdim ki bayıldım diyebilirim. Mutlaka buraya ailemle de gelmeliydim. -Elif, gerçekten çok beğendim. Eminim babam da burayı çok sevecek. -Ben sana demiştim güzeldir, diye. Beğenmene sevindim Sevgi.   Buradan sonra nereye gideceğimizi çok merak ediyordum ki haklıydım, Bursa çok renkli bir yerdi. Bursa’yı Elif ile gezmek oldukça keyifliydi.Elif Ulucami’ye gitmeyi çok istiyordu.Sıradaki durağımız Bursa’nın simge camilerinden Ulucami idi. Duyduğuma göre Ulucami’yi ziyaret etmek Bursa’ya gelenlerin olmazsa olmazıymış.     Biz yola çıktık ve giderken Bursa insanının güler yüzü, o sevgi dolu gözleri dikkatimi çekti. Bu çok hoş bir karşılamaydı. İnsanların burayı bu kadar çok sevmesinin sebebi bu olsa gerek. Tek sebep buradaki gezilecek yerler olamaz herhalde.                                 ***      Tabii ben dalmışım. O sırada Elif “Sevgi, Sevgi burada mısın?” diye sordu. Ben bir anda titredim ve kendime geldim. Bir baktım önümde koskocaman bir cami avlusu. Caminin yıllara meydan okuyan taş duvarları, kalın minaresi ve yirmi kubbesiyle ihtişamlı görüntüsü gercekten büyüleyiciydi.Bu güzel camide  huşu içinde namaz kılmak,dua edip rabbimizden isteklerde bulunmak için sabırsızlanarak hemen abdestimizi aldık ve namaz kıldık. Namaz sırasında içime dolan huzuru hala hisseder gibiyim. Ulucami’yi o kadar çok sevmiştim ki hiç yurda dönmek istemedim.     Yurda dönerken birkaç yavru kedi gördük ve Elif’e biraz vaktimizin olup olmadığını sordum. O da bana kedileri çok sevdiğini ve vaktimizin olduğunu söyledi. Hemen en yakın markete gidip bir kedi maması aldık. Çünkü ikimiz de kedileri çok  seviyorduk. Yanlarına giderek, kedilere mama ve su verdik.Öyle çok acıkmışlar ki tabaktaki mamayı bir çırpıda yiyip bitirdiler. Kedilerin bu iştahlı hallerini izlerken çalan telefonla yurda dönmemiz gerektiği haberini aldık. Kedilerle uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız.      Yurda geç kalmamıza rağmen öğretmenler o kadar güler yüzlüydüler ki bize kızmadılar ve bizi anlayışla karşıladılar. Sadece yurda niçin geç kaldığımızı sordular. Biz de yurda geri dönerken çok tatlı kedilerle

karşılaştığımızı söyledik.Bu açıklama karşısında bize hak verdiler hatta kedileri çok sevdiklerini söyleyip çok iyi yapmışsınız, dediler. İşte bu da onların şefkati ve sevgisi ile ilgili idi. Biz odamıza geçtik, üzerimizi değiştirdik ve yemekhaneye gittik. Orada diğer kızlar ile tanışıp kaynaştık. Güzelce yemeklerimizi yedik ve sohbet ettik. Burada insanlar o kadar sıcak kanlıydı ki ben bu kadar beklemiyordum. Bundan sonra Bursa benim için en sevgi dolu şehirlerden biriydi.      Biz bugün çok yorulduk ve artık uyumak için yataklara geçtik. Ertesi gün kızlarla kahvaltıya çıktığımızda beni ve Elif’i çok sevdiklerini söylediler. •••          Bugün pazar günüydü ve yarın okullar açılıyordu. Hepimizin içini bir heyecan kaplamıştı. Öğretmenler de en az bizim kadar heyecanlılardı.Sınıfta sadece yurtta tanıştığım arkadaşım Elif ten başka tanıdık kimse yoktu.Ders aralarında herkes birbiriyle tanışıyor sohbet ediyordu. Sorular hep aynıydı.Nerelisin?Kaç puanla üniversiteyi kazandın?   Dersler bittikten sonra kızlar ile buluştuk ve kitapları hepimizin ne kadar çok sevdiğini fark ettim. Ertesi gün okulun kütüphanesinde buluşmaya karar verdik. Kütüphanedeki çoğu kitabı daha önce okuduğumu fark ettim. Kitaplar bence güzel seçilince insanlara çok şey katıyordu. Aynen Bulwer  Lytton’un söylediği gibi “İyi bir kitap gerçek bir hazinedir.”    •••     İnsanların içindeki sevgi ruhunu uyandırması gerektiğini düşünüyordum. Sadece kendimizi değil hayvanları, bitkileri sevmeliydik.İnsanları  dinleri, dilleri, ne olursa olsun sadece insan oldukları için sevmeliydik. Yani sadece kendimizi değil her şeyi sevmemiz lazımdı..      Ben bunu edebiyat öğretmenim ile de konuştum ve sevgi hakkında bir sunum yapmaya karar verdim. Bu konu hakkında herkesin bilinçlenmesi gerektiğini düşünüyordum.     Aldım bilgisayarı karşıma araştırdım. Tabii sadece bilgisayardan değil kızlarla kütüphaneye gittiğimizde de araştırma yaptım. Bu sunumu hazırlamam bir haftamı aldı. Artık öğretmenime de gösterdim ve müdürle konuşup konferansta bunları arkadaşlarıma aktarmıştım. Sunumumun üstünden bir hafta geçti. Öğretmenim ve arkadaşlarım tarafından alkış yağmuruna tutulan sevgi konulu sunumum beraberinde bana bir ödül de getirmişti. En sevdiğim arkadaşım ile birlikte Uludağ’a gidecektim. Yüreğimde kelebekler uçuşuyor, gezide yaşayabileceklerimi aklım hafızam almıyordu. Bugüne kadar adını sadece haberlerde duyduğum tatilcilerin gözde mekânı karlar kraliçesinin ülkesi nihayet beni de kollarına alacaktı...     Uludağ’a gitme zamanı gelmişti. Elif haberi duyunca havalara uçtu, tabi ben de çok sevinmiştim gidecek olmamıza...  Yeşili çok seviyordum, benim için  doğa, özgürlük, bitkiler, böcekler... vazgeçilmezdi.     Çantamda önemli olan eşyalardan biri de kibritti, geceleri bizi ısıtması ve aydınlatması için lazımdı, yırtıcı hayvanlardan kolayca kurtulmak için ateş gereklidir. Belki de ormanda en çok ihtiyacımız olan şey bu kibrit olacaktı.    Elif ile hazırlıkları tamamlamıştık, çantalarımızı hazırlarken öyle yorulmuştuk ki ayaklarıma kara sular inmiş halde yatağıma güçlükle girebilmiştim nihayet.     Ertesi gün dinlenmiş bir halde yataktan fırlayıp giyinip soluğu durakta aldım. Otobüs durağında sabırsızlıkla otobüsün gelmesini bekliyorduk. Birkaç dakika sonra otobüs gelmişti. Elif ile birlikte  içini

araba kokusu kaplanmış, küçük, beyaz bir otobüse bindik. Ben otobüse biner binmez cam kenarına oturmuştum, yavaş yavaş otobüs hareket ediyordu. Yarım saat sonra dağ yoluna yaklaşmıştık. Başı göklere değen çam ağaçlarının arasından gelin gibi süzülen beyaz otobüs ile yılan gibi kıvrılan virajlı yollardan geçerek Uludağ’a varmıştık.     Otobüsten indiğimizde Uludağ’ın görüntüsü o kadar güzeldi ki hayran kalmıştım, hava  mis gibi  kokuyordu ve her yer yemyeşil görünüyordu.  Uludağ’a doğru yol almaya başlamıştık. Çıkarken dikkatimi önüme değil etrafıma verdiğim için az kalsın aşağı yuvarlanıyordum. O kadar çok ağaç vardı ki hem de çeşit çeşit... İki saat sonra kamp yapabileceğimiz alana varmıştık. Canım arkadaşım Elif ile beraber bir taraftan çadırlarımızı kuruyor bir taraftan da sohbet ediyorduk. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan karnımızın zil çalmasıyla kendimize geldik. Dağdaydık ve ne yiyeceğiz belliydi. Tabiki de mangal yapmıştık. Etraf mis gibi et kokularıyla dolmuştu. Bu güzel koku adeta bizi kendisine çekiyordu. Havadaki oksijen ile midemde salgılanan açlık hormonları birleşmiş beni mangala doğru itiyordu. Mis gibi dağ havasını soluyarak yediğimiz leziz etlerin  tadı damağımda kalmıştı. Yemekten sonra ormanda , yanımıza aldığımız  birkaç eşya ile gezmeye başlamıştık. Hava kararmaya başlayınca bizi de bir korku sardı. Arkamıza baktığımızda çok yol yürüdüğümüzü fark ettik. Geri dönmeye karar verdiğimizde anladık ki yolumuzu kaybetmişiz. Elif ile ormanın o gece hem korkunç yanını hem de güzel yanını görmüştük. Ağaçların arasında yürürken biri bizi takip ediyormuş gibi hissetmiştik. Neyse ki kuşların, böceklerin sesi  bize biraz daha huzur vermişti.    Birlikte ateş yakarak birbirimize sokulmuş ve yosun tutmuş bir ağaca yaslanarak oturmuştuk. O kadar korkunç bir manzaraydı ki sevincimiz kursağımızda kalmıştı. Şimdi düşündüğümüz tek şey bu durumdan nasıl kurtulacağımızdı.  İnşallah buradan sağ salim kurtuluruz diye dua etmeye başlamıştık. Nöbetleşerek uyuyorduk. Bir ayı yahut bir kurdun gelmesi an meselesiydi. Nöbet tutarken korkudan otları, ağaç dallarını korkunç şeylere benzetmeye başlamıştım. Bu nedenle  gözlerimi sımsıkı  kapadım ve bu anın bir an önce bitmesini diledim. Ama kulaklarım hâlâ duyuyordu. Kurtların uluma sesleri beni ürkütüyordu. Sanki çıtırtı sesleri giderek bana yaklaşıyor gibiydi. Ayak sesleri dibimize kadar gelmişti. Ben de hemen gözlerimi açtım ve bir de baktım ki küçücük bir tavşandı. Ama ayağı sakatlanmış ve ben de yanımda ne olur ne olmaz diye bulundurduğum ilk yardım çantası ile yarasına pansuman yapıp sarmıştım. Sonra Elif’i kaldırıp nöbet sırasını devrettim ve tavşanı kucağıma alarak uyumak için bir kenara kıvrıldım. Kalktığımda yavaş yavaş hava aydınlanıyordu. Bir gece boyunca kamp yaptığımız yerden uzak bir yerde geceyi geçirmiştik. Beraber kalkıp tekrardan kamp yerimizi bulmaya çalışmıştık... Yumuşacık ve beyaz tüylü tavşanımızla sevgi dolu gözlerle bakışarak kurtulma yolculuğumuza devam ettik.    Bizim bugün yurda dönmemiz gerekiyordu. Ama bu gidişle dönemeyecekmişiz gibi geliyordu bana. Hem aç hem susuz bir şekilde olduğumuz yere oturmuştuk ki tam o sırada bize seslenen birilerini duyduk. Biz de onlara sesleniyorduk. En  sonunda yanımıza gelmişlerdi. Bu kişilerden biri de bizim öğretmenimizdi. Bizi çok merak etmiş ve hemen arama kurtarma ekibine haber vermiş uzun uğraşların ardından bizi bulmuşlardı. Mutlulukta birbirimize sarılıp ağladık ve kurtulduğumuz için Allah’a şükrettik. Başımızdan geçenleri öğretmenimize bir bir anlatık. Bu arada tavşan da sesten korkup kaçmış. Allah’tan bacağındaki sargı bezini çıkarmıştım. Yoksa ona engel olurdu. Birlikte Uludağ’dan aşağı doğru inmeye başlamıştık. Aşağı indikten sonra tekrardan o yılan gibi kıvrılan virajlı yollardan geçerek yurda gelmiştik. Hep beraber yurda girmiş ve odalarımıza çekilmiştik. Sonra sıcacık güzel mi güzel bir duş almıştık. O kadar yorulmuşum ki dil ile tarif edemezdim. Zorlu geçen Uludağ gezimizin ardından yavaş yavaş kendimize gelmeye başladık. Bu gezi ile Elif ile olan arkadaşlık bağımız daha da güçlenmişti.  Bu maceranın sonunda güzel bir uyku çekmek tek ihtiyacımız olan şeydi.. Bakalım bundan sonraki maceramız ne olacak? •••             Elif’i Bursa ile Bursa’yı Elif ile tanımıştım. Arkadaşlığımızın her geçen gün ilerlediğini, güçlendiğini hatta

dostluğa dönüştüğünü ikimizde fark ediyorduk.Bu hayatta insanın iyi bir dostunun olması bulunmaz nimetti gerçekten.İnsan ne yaparsa yapsın yalnız tadını alamazdı, illaki bir dost arıyordu.Beraber vakit geçirecek, dertlerini paylaşacak, içini dökecek, gittiğinde  özleyecek bir dostu olmalıydı bu hayatta. İşte o dost Bursa’da çıkmıştı  karşıma.Hem Bursayı hem de Elif’i canı gönülden seviyordum .Bu nedenle kendimi çok şanslı hissediyordum.İyi bir dost herkese nasip olur muydu bilmem ama bana olmuştu çok şükür. Haftasonları Bursa’yı gezmekle geçirirdik. Yine bu gezmelerden birinde yolumuz önce Heykel’e , ardından yıllara meydan okuyan Setbaşı Köprüsü’nden  dostlukları bir asrı aşmış Yeşil Camii ve Yeşil Türbe ’ye düşmüştü. Yeşil Türbe’nin şahesere ulaştıran merdivenlerinden ufak ufak ilerleyip, dünyada eşi benzeri görülmemiş en usta çinicilerin bile hayranlıkla izlediği çinilerle bezeli Yeşil Türbe’ye sanki büyülü bir yolculuğa çıkıverdik..İçeri girdiğimiz o andan itibaren gözlerimiz hayranlıkla etrafı izliyordu. Yeşil’in en güzel tonu Yeşil Türbe’nin duvarlarında kendini sergiliyordu. Türbe’de Çelebi Sultan Mehmet’in kabrinin başında dua  ettikten sonra Yeşil Türbe’den ayrılıyorduk.O sırada Elif merdivenlerden adım atacaktı ki ayağının kaymasıyla düşmesi bir oldu. Zavallı arkadaşımı tutamadığım için kendime kızmış, biraz da şimdi ne yapacağım diye paniklemişti.meğer Elif benden daha soğukkanlıymış .Elifin benden ilk isteği sakin olmam ve hemen ambulansı çağırmamdı. Ambulans kısa sürede gelmişti, hemen Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne varmıştık. Burası Bursa’nın en bilindik hastanelerinden biriydi ve ayrıca çok büyüktü.Üniversite hastanesi kaldığımız yere çok yakındı.Koridorları nasıl geçtiğimizi bilemedik, soluğu doktorun yanında aldık.Doktor, işinin uzmanıydı ve Elif ile en iyi şekilde ilgilenmişti.Neyse ki korkulacak bir şey yoktu.Sadece ufak bir burkulmaydı.Doktor , Elif’e birkaç gün içinde iyileşeceğini söyleyince içimiz ferahlamıştı.Elif,  bana ‘’Üzgünüm benim yüzümden Yeşil Camii’ye gidemeden günü hastanede bitirdik.’’ dedi. Elif’e sımsıkı sarılarak ‘’Üzülme sen iyi ol yeter.’’ dedim. Elif  de bana sarılarak ‘’Sağol Sevgi , iyi ki arkadaşımsın.’’ dedi ve doktor odasından çıktığımızda ikimizinde  yüzünde minik bir tebessüm vardı, doktor birkaç güne hiçbir şeyinin kalmayacağını söylemişti. TARİH ÖDEVİ Cuma günü tarih dersinde öğretmenimiz bizden bir arkadaşımızla beraber Osmanlı Döneminde yaşamış bir kişiyi araştırmamızı istedi. Benim de aklıma geçen haftaki Yeşil Türbe  ziyaretinde oradaki bir bayanın gitmemizi  tavsiye ettiği  Emir Sultan Hazretleri’ ni araştırmak geldi. Tenefüste bu  fikrimi Elif ile paylaştım ve O da fikrimi çok beğendi. Pazar günü  araştırmamızı pekiştirmek aynı zamanda da fotoğraf çekmek için Emir Sultan Hazretleri Türbesine gitmek için sözleşmiştik. Emir Sultan Hazretleri ‘ ne Ziyaret Cumartesi akşamı heyecandan gözüme uyku girmiyordu ve sonunda sabah oldu . Kahvaltıdan sonra hazırlanıp yola çıktık . Oraya vardığımızda saat 11.45 idi. Oradaki Emir Sultan Hazretleri ile ilgili bilgi panosunu okuduk, panoda şunlar yazıyordu: • Gerçek Adı: Muhammed bin Ali • Doğum Tarihi : 1368 • Doğum Yeri: Buhara • Ölüm Tarihi: 1429 (60 – 61 ) yaşlarında • Ölüm Yeri : Bursa, Osmanlı Devleti • Çağı : Ortaçağ • Bursa ‘ ya 1391 yılında göç etmiştir. • Eşi : Yıldırım Beyazıt’ın kızı Fatma Hindi Hatun’dur . Emir Sultan Cami’sinde ayrı bir huzur bulmuştuk.Sanki bulutların üzerinde uçuyor gibi hafiflemiştik.Buraya tekrar gelmek için şimdiden sabırsızlanıyorduk.Emir Sultan Camii ‘yi dolaşıp Emir Sultan Hazretleri’ nin Türbesi’nde dua ettikden sonra öğle ezanı okundu. Orada öğle namazımızı kıldık , böylece bu dünya için araştırma ödevimizi yaparken öbür dünya için de görevimizi yapmış olmuştuk.Ancak  ödevimiz pazartesi

gününe olduğu için burada fazla oyalanamazdık , yurda geri dönüp Emir Sultan Hazretleri’nin hayatını detaylı  bir şekilde araştırdık . Araştırma ödevimizden sonra Emir Sultan Hazretleri’ne karşı hayranlığım daha da artmıştı. Öğretmenimiz araştırmamızı çok beğenmişti , bizi takdir etmiş ve araştırmamıza tam puan vermişti.           CUMALIKIZIK ZİYARETİ Bu mutlu haberden sonra kendimizi ödüllendirmek için kahvaltıya gitmeye karar verdik, nereye gideceğiz diye düşünürken Elif: -          Aslında Cumalıkızık ‘ a gitsek ne de güzel olur hem Gözleme de yeriz.    Sevgi: -          Gözleme kulağa enfes geliyor ama Cumalıkızık ‘ ı hiç duymadım, biraz internetten araştırmaya ne dersin? Elif :  -Olur. İnternetten Elif ile birlikte Cumalıkızık ile ilgili görsellere ve bilgilere baktık, ben daha gitmeden Cumalıkızık ‘ ı çok sevmiştim . Cumalıkızık biraz uzak olduğu için sabah erkenden yola çıkmıştık. Cumalıkızık’ ın doğası ve yeşilliği adeta insanı büyülüyordu.  CUMALIKIZIK  Osmanlı’dan kalma en az 600 yıllık taş evin avlusunda oturmuş gözlemelerimizi yerken siyah benekli oldukça sevimli minik bir köpek yavrusu yamacımıza ilişti. Gözlerime o kadar sevgi dolu bakıyordu ki o an aklıma “Siz yerdekilere merhamet edin göktekiler de size merhamet etsin” Hadis-i Şerif’i geldi ve içimden ona doğru akan bir sevgiliye gözlememin bir parçasını ona verdim ve nasıl iştahla yediğini bir müddet izledim. Gözlemelerimizi bitirdikten sonra Cumalıkızık’ ın ortasından şırıl şırıl su akan kaldırım taşlı dar sokaklarını gezerken tarihi bir konakta yangin çıktığını gördük. Konak ahşaptan olduğu için yangın kısa sürede bütün konağı sarmıştı. Bir taraftan itfaiyeciler yangını hızla söndürmeye çalışırken bir taraftan köylüler can havliyle sağa sola koşuşturuyorlardı. O hengamenin içinde ağlayan küçücük bir kız çocuğunun feryadı göğü inletiyordu. “Kedim evim içerisinde kaldı”diye çığlıklar atıyordu. Bu feryada daha fazla kayıtsız kalamazdık hem evini hem de kedisini göz göre göre kaybediyordu. Elif ile ellerimizi göğe kaldırıp dua etmekten başka ne gelirdi elimizden. O sırada cesur bir itfaiyeci gözünü bile kırpmadan hızla evin içine daldı ve küçük kızın tatlı kedisini sağ salim kurtariverdi. Oradaki  herkes cesur itfaiyeciyi alkışlıyordu. Minik kedinin korkusu gözlerinden okunuyordu. Kız, kedisini sevgi ve şefkat ile sarıp sarmaladı. O an çok duygulandım. İtfaiyeciler yangını söndürmüşlerdi fakat evden geriye kül parçalarından başka bir şey kalmamıştı. Yanan  evle beraber küçük kızın  evinin  içindeki anılarıda yanıp kül olmuştu. O an karmakarışık duygular içindeydim. Kedinin kurtarıldığına mı sevineyim yoksa o küçük kız ve ailesinin evsiz kalmalarına mı üzüleyim bilemedim. Ben o gün anladım ki her mutluluğun içinde daima bir miktar üzüntü de varmış...  Edebiyat Ödevi  Edebiyat dersinde öğretmenimiz herkesten seçtiği bir duygu ile ilgili bir şiir yazmasını istedi. Son günlerde yaşadığım olayları hızlı bir şekilde gözden geçirdiğimde aklıma  sevgi duygusu geldi. Şiirimi yazmadan önce çok düşündüm. Sevgi duygusunu en iyi ve en güzel şekilde şiirime dökmek istiyordum.  Sevgi  Sevgi nedir bilir misin?  Belki yumuşak bir kalp  Belki sıcacık bir bakış,  Belki şefkatli bir dokunuş,  En çokta   Kendinden önce, 

 Başkasını düşünebilmektir.  Din, dil, ırk ayırt etmeden,   Bütün insanları sevebilmektir.  Arkadaşlarımın şiirlerini de dinledikten sonra sevginin nasıl bir duygu olduğunu daha iyi anlamıştım. Gerçekten de tam olarak ne idi sevgi? Sadece bir duygudan mı ibaretti yoksa? Ünlü film “Selvi Boylum Al Yazmalım” da geçen o ünlü replik gelmişti aklıma :“ Sevgi neydi? Sevgi emekti”. Neşet Ertaş’ın da dediği gibi kalpten kalbe bir yoldu sevgi. Her insanın içine doğduğu andan itibaren ekilen bir tohum idi sevgi...İşte bizim de aramızda Elif ile bu güzel duygu oluşmuştu.Çoğu zaman kendimden önce onu düşünür, onunlayken kendimi iyi hisseder, sırlarımı onunla paylaşır, üzüntümü hafifletir, mutluluğumu çoğaltırdım.İnsanın Elif gibi bir dostu olduğunda kendisini iyi hissetmesi mümkündü.Şimdi yanımda olmasını öyle çok isterdim ki...  O gün, oldukça eski yeşil renkli boyası dökülmüş ama şimdiye kadar yediğim en güzel dondurmaları satan tarihi dondurmacının önünden geçerken küçük bir çocuğun dondurma almaya parası yetmediği için mahzun ve boynu bükük bir şekilde yavaş adımlarla yürüdüğünü görmüştüm. Çocuğun yüzündeki gülümseme bir anda solup yerini mutsuz bir yüz ifadesi almıştı. İçimdeki sevgi duygusu o an uyanmıştı. Hemen bir tane kakaolu dondurma aldım ve koşarak çocuğa yetiştim. O’na “ Beni sana bu dondurmayı vermem için dondurmacı abi yolladı,  fiyatı yanlış söylemiş, paran dondurmaya yetiyor hatta artıyormuş bile “ demiştim. Çocuk çok sevinmişti ve yüzündeki gülümseme geri gelmişti. “ Dondurmayı buraya kadar getirdiğin için çok teşekkür ederim abla” demişti ve parlayan gözlerle sevinç içinde evine geri dönmüştü. O an anlamıım ki bu dünyada bir çocuk sevindirmekten daha güzel bir his yokmuş...    ***   Ara tatile girmemize sayılı günler kalırken Ankara’ya dönmeden önce;içinde sahavetli,ferzanesi fazla olan,sevgi dolu insanları ve daha birçok güzelliği barındıran Bursadaki gezilebilecek yerlerde biraz daha vakit geçirmek istiyordum.Bunun için Elif ile konuştuk…Yarın Kozahan’a gitmek için anlaşmıştık.Bunun için çokça heyecan duymuştum. Sabah olduğunda kahvaltı yapmak için yemekhaneye indik.Çok vakit kaybetmeden hazırlanıp yola çıktık. Uzunca süren bir yolun ardından yeni durağımız olan Kozahan’a varmıştık.Kozahan’a vardığımızda ilk olarak ortadaki sevimli bir görünüme sahip olan şadırvana benzeyen yapı dikkatimi çekti,daha sonra o bölge- nin isminin “Köşk Mescid”  olduğunu öğrendim.Öğrendiğim bu bilgiden sonra Koza Han’la ilgili merak ettiklerimin sayısı çoğaldı.Bunun üzerine bu konuyla ilgili internetten bilgi edinmeye karar verdim. Yaptığım araştırmaya  göre Bursa’daki ipeklerin yetiştirilmesinde Kozahan’ın büyük bir katkısı varmış.Sandığımızdan daha büyük bir önemi olduğunu öğrenmiştik,ayrıca eski zamanlarda burada ipek böceği kozaları satıldığı için bu hana Koza Han ismi verilmiş.Bu bilgilerden sonra buraya geldiğimiz için daha da mutlu oldum.Kısa bir süre sonra dinlenebileceğimiz bir yere  oturduk.Elif burada meşhur olan helvalardan deneyebileceğimizi,bunun iyi bir fikir olabileceğini söyledi.Açıkçası bu fikir benimde hoşuma gitmişti,kabul ettim.Beraber helvalarımızı almaya gittik.Bir süre dinlendikten sonra Kozahan’ın içerisindeki dükkanları gezdik.Benim bu dükkanlar arasında en çok ilgimi çekenler antika eşyaların bulunduğu dükkanlardı.Zamanımız o kadar hızlı geçmişti ki artık yurda dönmemiz gerektiğini güçlükle fark edebildik.Yola çıkmamızla birlikte uzun bir yolun sonunda yurda vardık.                                            *** Bu güzel gezilerimizin arkasında ara tatili bekleyen sayılı günler anlayamadığım kadar süratli geçti.Şimdilik Elif ile Bursa’daki yapacağımız gezileri kısa süreliğine olmasına rağmen erteleyecek olmamız beni üzüyor olsa bile aileme bu güzel anılarımı anlatacak olmam beni heyecanlandırmıştı…                            ***                                                                           

  Aradan uzun bir süre geçmiş olmasına karşın o yılları hatırlamak iyi hissettirdi.Geçen gün Elif ile öğrencilik yıllarımızı konuştuk. Sabahın ilk ışıklarına kadar süren muhabbetimizde unuttuğum pek çok hatırayı da anımsadım.Sabah ezanları okunuyor ve biz Elif ile bir daha ne zaman Bursa’ya gideceğimizin planlarını yapıyoruz…Bundan daha güzel bir sevgi olabilir mi ?                                    ***   Bursa’dan geriye Elif ile yakaladığımız sevgi dolu dostluğumuz ve asla unutulmayacak  coçuklarımıza anlatacağımız anılarımız kaldı.Hekesin candan sevebileceği bir dostu olmalı bu hayatta.         “Dostluk unutulmayacak kadar ölümsüz, ender insanlarla yaşanacak kadar özeldir.” • ANNEME HEDİYEM    KÖY YAŞANTISI Sevincini baskın, üzüntüsünü gizli saklı yaşamayı severdi bu köy. Her yerde ağaçların bulunduğu ve bu ağaçların boyunun, uzun bir gökdelenin boyundan farkı kalır bir tarafı olmadığı  fakat yeşilliğiyle oradaki insanlara enerji verdiği yeşil mi yeşil ağaçlar, içinde  tıpkı oranın yerel halkı gibi neşeli balıkların bulunduğu dereler ve uzaktan bakınca bir mantarı andıran küçücük evlerin olduğu,  Ankara’da bulunan bir köydü burası. Züleyha ise bu köyün yerel halkının içinden bir evin sevimli küçük kızıydı. Güneş yansımasında bakıldığında pırıl pırıl parlayan kızıl saçları, bakınca insanların dalıp gideceği denizleri andıran ela renginde bir çift hayata umut ve neşeyle bakan gözleri vardı. Hergün kendisine eğlenecek yeni bir macera buluyordu. Bu maceraları tabii ki tek başına yaşamıyordu. Hep arkadaşlarıyla birlikteydi. Muhteşem üçlü… Arkadaşları Ahmet ve Fatma gerçekten çok iyi kalpli ve eğlenceli kişilerdi. Ahmet çok zeki, çalışkan ve eğlenceli; Fatma hayvan sever ve güzel ahlaklı biriydi. Züleyha ise çalışkan, azimli, yardımsever ve sevgi dolu bir kızdı. Birlikte yaptıkları maceralar ise bazen komşuların camlarını veya kapılarını gizlice tıklatmak bazen ise ağaçlara tırmanıp köyün bir hatırası gibi kılavuzunu çizmek olurdu.   ŞEHİRE GÖÇ    Züleyha artık büyümüştü, yıllar geçmiş yaş almıştı. Üniversitede okuma çağına gelmiş en az aklı kadar güzel, bilgi birikimi yüksek, ne istediğini bilen bir genç kız olmuştu ve tabii olarak hayalindeki üniversiteyi kazanmıştı. Hayalindeki gibi hukuk okuyacaktı. Ama bir sorun vardı. Çocukluğunun neredeyse tamamını bu köyde yaşamıştı ve şimdi de bu anılarıyla dolu olan köyü, annesini, arkadaşlarını geride bırakmak istemiyordu.  Ama bunu yapmalıydı çünkü senelerce çalışıp hayalini kurduğu üniversiteyi sonunda bileğinin hakkıyla kazanmıştı. O akşam hem sevinçten hem de heyecandan gözüne uyku girmedi Züleyha’nın.   Sabah olmuştu, Züleyha gün ışıklarıyla uyanmıştı. Birkaç gündür bu gün için veda ziyaretlerini yapıyor, eşyalarını topluyor ve durmadan hazırlanıyordu. Kahvaltıdan sonra vakitlice sevdikleriyle vedalaştı ve Ankara otobüsüyle yeni bir hayata doğru yol aldı. Öğlen saatlerinde varmıştı. Gözlerini yüksek binalardan, karınca ordusu gibi görünen insanlardan, köyüne nispeten neredeyse ağac göremedigi bu kocaman şehirden alamıyordu. Ankara’nın bu farklı görüntüsü oldukça etkilemişti onu.  Hayatı boyunca ilk kez köyünden tek başına ayrılmıştı. Buraya geldiği ve hayallerine bir adım daha yaklaştığı için hem heyecanlı hem de çok sevinçliydi. Hemen elini telefonuna attı ve annesini arayıp vardığını haber verdi.               Ardından elindeki adresle, önceden araştırmış ve onlarca yurdun arasından elemiş olduğu kalacağı

yurda gitti. Odası köydeki odasından çok da farklı değildi, televizyon hariç. Aynı zamanda bir oda arkadaşı vardı ama henüz gelmemişti. Oraya tüm eşyalarını yerleştirdi. Hemen sonrasında ise kafasında tasarladığı gibi Ankara’yı keşfe çıktı. Tabii Ankara’ya kadar gelmişken ilk olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrine, Anıtkabir’e gitti. Yurdu Cebeci’deydi. Cebeci’den Anıtkabir’e giden EGO otobüslerinden birine bindi. Daha önceleri yazları dayısına ziyarete gelen Züleyha için Ankara hem çok aşina hem de gitmediği onca yer olduğundan bir o kadar gizemliydi. Anıtkabir’e vardığında çok heyecanlıydı. Kitaplarda göründüğünden çok daha görkemliydi burası. Kapıda duran askerleri görünce heyecanı ikiye katlanmıştı. İçeri girdiğinde heyecanı yerini üzüntüye bırakmıştı. Atatürk gibi muhteşem bir lideri olduğu için sevinçliydi fakat Atatürk’ü kaybetmiş olmanın üzüntüsü içini ezmişti.  Ata’ya teşekkürlerini sundu, Atatürk'ün eşyalarının olduğu bölüme doğru ilerledi. Silah arkadaşı İsmet İnönü ile olan fotoğrafları dikkatle inceledi. Sonra Atatürk'ün kullandığı arabaların olduğu alana geçti. Tarihin içinde benzersiz bir yolculukta gibiydi Züleyha.   Anıtkabir’den çıktıktan sonra yapılacaklar listesine göz gezdirip Ankara’nın muhteşem lezzetlerinden biri olan Ankara tavayı denemek için Ulus'a yöneldi. Daha önce hiç tatmadığı fakat çok kez duyduğu bu lezzet oldukça hoşuna gitmişti.  Biraz yürüyüş yapmak istedi ve Ankara’nın güzellikleriyle dolu olan Altınpark’a doğru yol aldı. Altınpark’a vardığında her yer çocuk sesleriyle doluydu. Züleyha bu parkın güzelliğine hayran kaldı. Ilk kez yeşil alan ve suyun üzerinde yunuslarla gezinti yapan insanları görünce çok sevindi. Hiç böyle bir yer hayal etmemişti. Parkın içlerine doğru yürürken bir yandan da şaşkınlık ve merakla etrafa bakıyordu. Etraf piknik yapan ailelerle doluydu. Çocuklar koşturuyor, büyükler ise sohbetler ediyorlardı. Çocuklar kayıklarla suda gezinebilmek için sıraya dizilmişlerdi. Züleyha göletin tam karşısında bir banka oturdu ve etrafı izlemeye başladı. Köyde kayık yüzdürdükleri dere canlandı gözünün önünde. Hafiften gülümsedi. Yaşadığın yer büyüdükçe suyu da büyüyordu hatta kâğıttan kayıklar sahici oluyordu. Akşam olmaya başlayınca da yavaştan yurda doğru yol aldı. YENİ ODA ARKADAŞI   Sabahleyin gün ışıklarıyla gözlerini açtı Züleyha. Bu gün Antik Roma Tiyatrosuna gidecekti.  Yapılacaklar listesine bir çizik daha attı. Okula başlamadan önce şehri tam anlamıyla tanımak ,yaşamak ,tatmak istiyordu. İlk kez köyünden tamamen ayrılmış olmasına rağmen henüz yabancılık hissetmedi. Başkenti kitaplarından ezber etmiş neredeyse gittiği yerlerde daha önce bulunmuş gibi bir aidiyet duygusu içerisinde sevinçliydi. Hemen üstünü giyindi. Tuvaletten çıktığında karşısında yeni oda arkadaşı vardı. Çok büyük bir merakla adını sordu:  ”Merhaba ben Züleyha, ve sen de bu odada yeni kalacak kişisin sanırım. İsmin ne acaba?”  Kızın güzel bir esmerliği vardı. Cevapladı koyu gözleri parlarken. “Evet bu odada kalacak kişiyim ve adım Mine, memnun oldum Züleyha.” diye cevapladı Mine. Züleyha’nın şimdiden kanı ısınmıştı Mine’ye, hiç yadırgamadığı bir yakınlık hissetti yani ilk intiba olumluydu. Konuşurken ikisinin de Ankara’ya ilk kez tek başlarına geliyor oluşları ve aynı üniversiteyi kazanmaları ortak noktasında buluşmaları onları mutlu etmişti. Züleyha Antik Roma Tiyatrosuna Mine’yi de davet etti. Biraz daha sohbet etmeye karar verdiler. Acıkıp yemekhaneye indiler ve orada da hem atıştırıp, gülüşüp, hem de sohbet ederek iki lafın belini kırdılar. Odaya çıktıklarında saate bakmayı daha yeni akıl edebilmiş olan bu yeni ikili  saatin epey ilerlemiş olduğunu fark etti. Bu kadar sohbet ettiklerine şaşırmış hatta birbirlerine bu kadar çabuk ısındıkları için de sevinmişlerdi. Antik Roma Tiyatrosuna yarın gitmeye karar verdiler hatta yarın daha sakin olacağını öğrenmişlerdi çünkü pazartesiydi. Züleyha Mine’ye eşyalarını yerleştirmesinde yardımcı oldu ondan sonra da ailesini ve köyden arkadaşlarını arayıp Ankara’da geçirdiği bu iki günü anlattı. Mine eşyalarını yerleştirene kadar sohbet sürdü. Züleyha ve Mine ortak filmde karar kılıp gecenin finalini yaptılar.

TARİHİ HAYALLER Züleyha ve Mine dün akşam anlaştıkları gibi saat 10.00’da uyandılar. Birbirlerine günaydın deyip önce lavabolara daha sonra giyinmeye gittiler. Mine giyinip Züleyha’yı beklerken annesini arayıp iyi olduğunu, bir arkadaş edindiğini ve onun daveti üzerine bugün Antik Roma Tiyatrosu’na gideceklerini söyledi. Züleyha da hazırlanmıştı. Birer sandviç yedikten sonra Züleyha’nın geldiği gün gitmiş olduğu Ulus’a doğru yol aldılar. Ulus’a geldiklerinde etraftaki insanlara sorarak Antik Roma Tiyatrosu’nu buldular. Züleyha seyirci yerlerini görünce aklına hemen köyde yaptıkları geldi. Taş merdivenlere tırmanırken köyde arkadaşlarıyla ağaçlara tırmandıkları zamana gitti aklı. Hem o geride kalan çocukluk günlerinin güzelliğine sevinmiş hem de o zamanlara olan özlem duygusu içerisinde biraz duygusallaşmıştı Züleyha.  Mine’ye de yanına oturmasına yardım etmiş ve ikisi buradaki gösterileri hayal ederek eski çağlara giderek hayaller alemine dalmışlardı. Mine’nin karnı acıkınca geçmişten günümüze hızlı bir geçiş yaptılar. Ankara simitinden yemek istiyordu Mine. Yurdun karşısında ve yurda gelene kadar pek çok yerde gördüğü simitler görüntü olarak şu zamana kadar yediklerinden farklıydı. Rengi daha koyu, daha ince ve daha geniş bir halka olarak almıştı yerini tüm tezgâhlarda. Özlü değildi daha gevrek olabileceği izlenimi vermişti bu farklı simit ona. Yola koyuldular Ruşen pastanesi çıktı karşılarına. Gözleriyle anlaşıp birer tane simit ve çay alıp oturdular Ruşen’e. Mine tarih okuyacaktı Ankara’da. Onun için hızlı bir başlangıç olduğunu söyleyip gülüştüler. Simit Mine’nin tam da düşündüğü gibiydi alışkın olduğu lezzetin aksine gevrek ve sert. Karınlarını doyurunca yavaştan yurda doğru yol aldılar. SEVGİLİ GÜNLÜK-1 Züleyha ve Mine Yurda vardıklarında Mine sıcak bir duşa girmeye karar vermiş, Züleyha ise günlüğüne iki gündür yazmadığını fark etmiş ve günlüğünün başına geçmişti. “Sevgili günlük, iki gündür sana yazamıyorum, beni affet. Sana anlatacak çok şeyim var. Heyecan, sevinç, merak… hepsi birbirine karıştı bende. İlk olarak Ankara’ya geldiğim gün Atamın kabrine, Anıtkabir’e, uğradım. Atamın mezarında ona dua okudum ve Anıtkabir’i gezdim. Tüylerim diken diken oldu aslanlı yolda. Nöbet tutan askerleri görünce ister istemez duygusallaşıyor insan. Heleki mimarinin azameti . Sonsuz bir saygının sessizliği vardı her yerde. Atamın kullandığı  arabaları ve Ismet Inönü ile olan fotoğafları , müzedeki her şeyi dikkatle inceledim. Anıtkabir’den çıktıktan sonra Ankara’nın ünlü Ankara tavasını yedim, çok lezzetliydi . Ahmet ve Fatma Ankara’ya gelirse mutlaka tattırmak istediğim lezzetler arasında. Altınpark’a geçtim sonra. Bazı çocuklar çok şanslı bunu fark ettim. Jetonlu oyuncaklar, gezinti yapabileceğin nerdeyse bizim derenin üç katı büyüklüğünde bir gölet , Ankara’nın yeşilini görüp nefes alabildiğim devasa bir dinlenme alanı. Yurda döndüğümde ise yorgunluktan uyumuşum. Yazamadım sana. Ertesi gün Mine’yle tanıştım. Çok iyi bir arkadaş demek için biraz erken belki ama kanım kaynadı. Sevdim Mine’yi. Mine benim oda arkadaşım ve dün gün boyu onunla sohbet ettik. Bu gün ise birlikte Antik Roma Tiyatrosu’na gittik ve Mine’nin merak ettiği geniş halkalı simitlerden yedik. Anlayacağın sana sıra anca geldi. Mütemadiyen bir yazma isteği duysam da tüm kalbimle merak ve keşif baskın geldi sanırım. Birazdan duşa girip Ahmet ve Fatma ile konuşacağım. Hep ben anlattım . Onlar ne durumdalar inan bilmiyorum, bugün sorup öğreneceğim ama eksikliklerini hissediyorum. Yarın görüşürüz sevgili günlük.” Züleyha her zamanki gibi yaşadıklarını günlüğüne yazıp, çocukluktan bu yana süregelen rutinini gerçekleştirdi. İçi rahatladı. Günlük yazmayı ertelediği günler nadir oluyordu. Mine’nin duştan çıktığını

gördüğünde “Sıhhatler olsun” dedikten sonra o da duşa girdi.  Duştan çıktığında güzelce saçlarını kurutup arkadaşları ile anlaştığı saatte görüntülü konuşma başlattı. Ahmet ve Fatma’yı ne kadar özlediğini fark etti yine yüzlerini görünce. Ahmet İstanbul’da, Fatma ise İzmir’de bir okul kazanmıştı. Züleyha arkadaşları ile Mine’yi tanıştırdı. Uzun bir konuşma sonrası Züleyha biraz kitap okuyup uyuyakaldı. Ertesi gün üniversiteye kayıt günüydü. Kahvaltıdan sonra Züleyha hazırlanırken Mine’ye gelen evrakta Dil- Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin de aynı gün kayıt tarihi tesadüfü, bir kez daha bu yeni ikiliyi gülümsetti.  Mine ile birlikte Ankara Üniversitesi’nin yolunu tuttular. Topluma taşıma ile on iki dakika süren Cebeci Kampüsü’nü dönüş yolunda yürüyerek tecrübe etmeye karar verdiler. Mine Dil-Tarih ve Coğrafya fakültesine Züleyha ise Hukuk Fakültesine doğru kampüs içi yönergeler doğrultusunda ilerlerken merdivenlerin sonundaki kütüphane binasının önünde buluşmak için sözleştiler. Yarım saat sonra işi biten Mine, kütüphanenin önüne geldiğinde Züleyha’nın henüz gelmemiş olduğunu görüp ona “İşim bitti, seni sözleştiğimiz yerde bekliyorum.” diye mesaj attı. Tarih’e olan ilgisi küçüklüğünden beri doğup büyüdüğü kültür ve tarih şehri olan Bursa’yla ilintiliydi Mine’nin. Babası cuma namazlarını Ulu Cami’de kılar; o da eğer annesi ile çarşıda ise babasını camiinin önündeki süs havuzunun etrafında koşuşturarak beklerdi. Babasının içeriye girmeden önce aldığı mesir macununun bitmesine az bir zaman kala babası beliriverirdi kapıda. Sonra ele ele ailece Koza Han’a birer kahve molası için gidilirdi. Hatıraları zihninde belirirken Cumhuriyet’in ilk üniversitesini kazanmış olmanın gururunu da yaşıyordu Mine. Tarih’i tarihe tanıklık etmiş bir binada belkide yeni bir bakış açısıyla pencerelerinde kim bilir hangi anısına dalıp giderek dinleyecekti. O sırada Züleyha’nın sesiyle irkildi. Epeydir ona sesini duyuramamış olan Züleyha ile birlikte sağdaki çıkış kapısından Gardenya Kız Yurdu’na doğru sohbet ederek yürüdüler. Ortalama bir hızla yirmi yedi dakika sonra yurdun kapının önündelerdi. Soldaki kırtasiyeden yarın için ihtiyaç duyacakları birkaç öteberi aldıktan sonra yurda girdiler. Mine yorgunluktan uyuyakalmıştı. Züleyha ise Ahmet ve Fatma’yla konuşup onlara gününü anlattı ve üniversiteden bahsetti. Ahmet ve Fatma’nın İzmir ve İstanbul maceralarını da kahkahalarla dinledi. Üçü bir aradayken küçücük köylerinde bile başlarına olmadık işler açan bu maceracı üçlü şimdi farklı şehirlerde tek başlarına fakat aynı paratoner gücüyle yine olaylara karışmaya devam ediyorlardı. Tabi bir farkla, Züleyha hala Ankara’da vukuatsız ama aynı zamanda buna şaşkın olağan ve mutlu günlere devam ediyordu. “”En azından şimdilik!” diye yorum yapan Fatma’ya kahkahalarla güldüler.   Ertesi sabah yedi gibi kalkıp rutin işlerini halleden Züleyha okul için hazırlandı. Mine ‘nin dersi 10.40 ‘ta başlıyordu. İlk gün yalnız gidecek olmasının tutukluğu ile biraz heyecanlıydı. Ders dokuzda başlıyordu ve saat şuan 08.25 idi, yani daha zamanım var diye düşünerek ilk olarak bahçeyi gezmek ile başladı Züleyha. Büyük bir bahçeydi, yeşil alanı fazlaydı ve bu da çok güzeldi, oturma alanları ve çeşmeler vardı. Sonrasında ders göreceği binaya doğru yöneldi. Alt kat spor salonuydu, zemin katta birinci sınıflar, kantin vardı. İkinci katta, ikinci sınıflar ve kütüphane vardı. Üçüncü katta üçüncü sınıflar ve lavabolar,  dördüncü katta dördüncü sınıflar ve konferans salonu vardı. Ders saatinin yaklaştığını fark edip hukuk 1-A/B/C diye gösterilen oku takip edip kocaman bir amfinin önünde şaşkın bakışlarla öylece kalakaldı. Bir hareketlilik ve kalabalık vardı. “Hayalinden bile büyük değil mi ?” diyerek bir kız belirdi Züleyha’nın yanında. Tanıştılar Elif Naz ile. Hem şaşkınlık hem de ilk gün tedirginliği Elif Naz’ın girişkenliği ile kısa sürmüştü Züleyha’da. Üç ders sonrası Elif Naz ve diğer arkadaşları ile kantinde sohbet ederlerken Mine’den gelen mesajı fark etti: “Ne yapıyorsun? Nasıl geçiyor ilk günün?” Züleyha: “ İyi geçiyor sınıftakilerle kaynaştık hatta şimdiden arkadaşım bile oldu detaylarını sana görüşünce

anlatırım. Seninki nasıl geçiyor, geldin mi okula?” Mine: “Ne kadar güzel ben de bir tane arkadaş edindim, çok şanslıyız” Okul bittikten sonra Mine’yle durakta buluşup bir kafeye gitmeye karar kılıp en yakın kafeye girdiler. Kahvelerini içerlerken sohbet eden ikili henüz bilmiyorlardı, bu kafe onları Ankara’da kendilerini ilk kez evlerinde ve sıcacık hissettiren bir olay yaşatacaktı. Az sonra yeni gelen öğrencileri halinden, vaktinden konuşma ve hatta davranışlarından tahkik eden kasada oturan Osman abi,” Ankara’ya hoş geldiniz, tatlımız buraya özeldir. Tadın ve kendinizi artık annenizin tatlısını yermiş gibi mutlu ve evinizde hissedin. Bu bizden müdavimi olacağınız için diğerlerinde paranızı alırız” yazısı ile kızların masasına gönderdi. (Ankara tatlısı: İçi ceviz dolu şerbetli Ankara tatlısı tereyağı kokulu baklava ve kaymaklı burma tatlı Ankara'da yiyebileceğiniz tatlı çeşitleri arasındadır.) Garsona teşekkür edip sevinçle tatlılarını yediler.  Bir saat sonra kafeden hesabı ödeyerek yurda doğru yol aldılar. Mine yarın için bir sunu hazırlayacaktı, onun başına geçti Züleyha kalem ve defterini çıkardı.  “Sevgili günlük, Bugün uzun bir gündü, Mine’yle üniversite kayıtlarımızı yaptırıp üniversite için alışverişe çıktık. Bugün her ikimizde okullarımızda ilk günümüzü geçirdik. Okulla alakalı en sevdiğim yeri fazlaca yeşil alanın bulunmasıydı. Elif Naz’la tanıştım. Kendisi üniversite edindiğim ilk arkadaşım. Benim boylarımda, esmer, güzel yüzlü biri. Derslerin bitiminden sonra okuldan çıkıp Mine’yle bir kafeye geçtik. Osman abi diyorlar kafenin sahibi ve öğrenci dostu bir insan. Ankara tatlısı ikram etti bize. Bu şehri ve insanlarını seveceğim galiba. Geldiğimden beri kendimi iyi ve mutlu hissediyorum. Şanslı mıyım? Kesinlikle... (ÜÇ YIL SONRA) Züleyha yeni bir sabaha uyanmıştı. Köyden arkadaşı Fatma’nın nişanı vardı iki gün sonra. Mine’nin hala uyuduğunu görünce ses çıkarmamaya azami bir özen göstererek hazırlanmaya başladı. Film şeridi gibi geçti gözünün önünden yıllar. Ahmet, Fatma ve Züleyha üç kafadar çocukluktan bu yana kopmaz bir bağla bağlıydılar birbirlerine. Grubun en deli dolu ,şen şakrak ve en komik kızı bugün nişanlanıyordu ve inanılır gibi değildi. Seneye bitecekti hepsinin okulları. Fatma Zülayha’ya göre erken davranmıştı ama hep böyle değil miydi sanki Fatma. Hızlı, üretken neşeli ve aksiyoncu.  Mine’nin günaydın sesiyle kafasındaki düşünce bulutları da aniden söndü Zülayha’nın. Kahvaltı ederken de bugün ne yapacaklarını konuştular. Mine bugün aslında arkadaşına ev bakmak için Çankaya civarına gitmesi gerektiğini söyledi. Züleyha’yı da davet etti. Züleyha Ankara’nın en güzel semtlerinden olan Çankaya’yı çok kez duymuştu. Ders programına baktığında öğleden sonra ders olmaması onu sevindirdi. Merak ve sevinç ile karışık teklifi kabul etti ve okuldan çıktıktan sonra yurdun önünde buluşmak üzere sözleştiler. Bu konuşmadan sonra Züleyha Mine’den daha önce okula gittiği için yurttan erken çıktı. Daha sonra saat 15.00 gibi yurdun önünde dersleri bitince buluştular ve yola çıktılar. Züleyha Çankaya’daki evleri görünce büyülendi. Yaşadığı yerden sonra Ankara zaten şaşırmıştı onu fakat Çankaya büyüledi. Evler doğanın bütünlüğünü bozmadan yapılmıştı. Mine’nin arkadaşının da evlerden büyülendiği yüzünden belliydi. Mine’nin arkadaşı Esra onca ev gezdikten sonra sonunda kira konusunda oldukça sıkıntı yaşayacağını, semtin fiyatlar konusunda öğrenci için çok da uygun olmadığını anladı. Rotayı başka taraflara çevirmeye karar verdi.Bir kafede oturup sohbet edip kaynaştılar. Esra’nın üçüncü senesiydi, ev ortamının daha rahat olacağını düşünüyordu fakat gönlündeki gibi olmamıştı. Otobüsten indikten sonra Esra devam etti.

Yurda döndüklerinde ikisi de çok yorgundu ve Züleyha üstündeki kıyafetleri bile değiştirmeden kendini yatağa attı        Sabah pencereden süzülen ilk ışıkla yeni güne merhaba dedi Züleyha. Büyük gün gelip çattı . Mine’yle birlikte gideceklerdi nişana. Mine de vize ve final tatillerinden sonra arada Ankara ‘ya gelen Fatma ve Ahmet’le tanışmış yeni bir dostluğun tohumları çoktan atılmıştı. Hevesle Mine’yi uyandırdı  beraber gidecekleri için çok muyluydu, fakat  yüzü çok soluktu Mine’nin. Daha sonra hasta olduğunu anladı ve Mine’ye oturması için yardım etti. Daha sonra ne olduğunu anlatmasını istedi. Kendini kötü hissettiğini ve sabahleyin erken saatlerde bir hastaneye gidip ilaç aldığını söyledi Mine. Züleyha Mine’ye çay almaya giderken telefonu çaldı. Arayan annesiydi ve yola ne zaman çıkacaklarını merak ediyordu.        Züleyha durumu annesine anlattı  Mine’nin hasta olduğunu, onu öyle bırakmaya içinin elvermediğini ve ne yapması konusunda kafasının karışık olduğunu söyledi.  Annesi , Mine’yi de kesinlikle getirmesi gerektiğini düşünüyordu. Ben onu yemeklerimle iyileştiririm, burada hepimiz ilgileniriz tek başına yurtta kalmasından iyidir, dedi. Züleyha da bu durumu Mine’ye sordu. Mine ilk başta halsizliğinden dolayı gitmeye soğuk baksa da Züleyha onu ikna etmeyi başardı ve vakit kaybetmeden yola çıktılar. Yolda giderken Mine’nin içmesi için bir ıhlamur kaynatıp termosa koydu. Daha sonra otobüs durağına gittiler ve beklemeye başladılar. Otobüs geldiği zaman bindiler ve ikisinin de içinde hafif bir sevinç ve heyecan vardı. Yolda giderken Mine ıhlamurunu yudumlarken yoldaki ağaçları izlemeye başladı. Bir saat on beş dakika sonra vardılar. Köyün girişinde mezarlıklar vardı. Sağdaki yoldan ilerlerlerken dördüncü kapının önünde durdular. Kapıyı yavaşça itti Züleyha. Açılan kapının ardından meyve ağaçları olan ve çeşit çeşit sebze ekilen bir bahçe karşıladı onları. İlerleyince sanki düğün salonu gibi ağaçların kenarlarında her çeşitten bin bir renk çiçekler vardı. Züleyha’nın annesi Emine Hanım onları karşıladı. Zeliha ve annesi birkaç dakika özlem giderdiler. Züleyha,  annesi ve Mine’yi tanıştırdı ve içeri geçmek için ayakkabılarına yöneldiler. İçeri girdiklerinde adım atacak yer yoktu. Sanki Züleyha nişanlanıyormuş gibi evleri çok kalabalıktı. Mine bunun nedenini sorduğunda:             Züleyha: “Bizim köyde çok olur bu. Eğer düğün evi misafir ağırlamak için yetmezse hangi ev müsaitse misafirlerin bir kısmını onlar ağırlar.”              Mine Bursa’da şehirde yaşıyordu ve böyle durumlara aşina değildi, şaşkınlığını gizleyemedi. Herkesle selamlaştılar ve eşyalarını yerleştirmek için odaya geçtiler. Mine’ye uzanması için bir yatak yaptı Züleyha. Mine yastığa kafasını koyduğu gibi uykuya daldı. Züleyha hemen iki kapı yanında eve Fatma’ya koştu. Kapıda kucaklaşıp, hiç durmamacasına sarılıp, sohbet ettiler. Fatma’ya nişan hazırlıklarına yardım eden Züleyha akşamüzeri eve döndü, bu akşamki nişan için hazırlanması gerekiyordu. Mine’yi uyandırdı. Mine ise çok zor kalkmıştı. Köydeki temiz hava ona iyi gelmişti, yerini yadırgamadan saatlerce uyumuştu. Hızlı bir şekilde hazırlanıp yemek için yola çıktılar.  Nişan yemeği eski okullarının bahçesindeydi. Züleyha ilkokulu burada okuduğunu ve bu bahçede bir sürü anıları olduğunu söyledi. Bir masa bulup oturdular. Yanlarına oturan komşular ise :                 “ Siz niye oturup duruyonuz bakem, kalkın da yemeklerinizi alın. Ayağınıza mı getirivercez.” diye bir çıkış yaptılar. Züleyha hemen kalkıp sıraya girdi ve yemekleri aldı. Yemekte çorba olarak buraya özel bir İnceğiz çorbası, Entekke böreği ve Beypazarı kurusu vardı. Mine yemekleri hiç tatmadığını söyleyince Züleyha tadınca beğeneceği konusunda yemeklere kefildi. Gerçekten öyle de oldu. Yemekler bitince sofralar kaldırıldı ve sandalyeler dizildi. Nişan okul bahçesinde olacaktı. Her şey hazırdı ve gelin ile damat eski okul binasından çıktılar. Büyük alkışlar koptu. Merasimde gözleri dolu dolu izledi Fatma’yı Züleyha. Ahmet de burada olabilseydi diye geçirdi içinden. Dili olsaydı da anlatsaydı şu bahçe bu üç kafadarın maceralarını, çocukluklarını ve nasıl güzel büyüdüklerini. “Ankara’nın Bağları”yla hüzün neşeye bıraktı yerini.Sandalyeler boşaldı. Herkes oynamak için kalktı, tüm gece ayakları sızlayana dek oynayıp eğlendiler. Mine köyün samimiyetine ,dostluğuna, insanların birbirini sahiplenişine hayran kalmıştı. Evinde gibi hissediyordu. Büyük

şehirlere de küçük yerlerin insanı gerekliydi galiba.  Yeni bir gündü. Mine sabah  horoz sesleriyle kalkmayı düşünmüştü ama beklenen gibi olmadı. Dışarıdan köpek ve inek sesleri yükseliyordu. Mine, Züleyha’ya  baktı ama yatağında yoktu daha sonra dışarı çıktı ve Züleyha’nın kahvaltı hazırladığını gördü. Saat daha çok erkendi. Bu saatte neden kahvaltı hazırladığını sordu. Oda bugün çok işleri olduğunu söyledi. Hem halsizlik hem de heyecanla sordu Mine ne işleri olduğunu. Züleyha da salça yapacaklarını söyledi. Mine şaşırdı. Hayatındaki ilkleri yaşayacağı bir gün olacaktı belliki.Kahvaltı hazır olunca hepsi oturdular. Kahvaltıdan sonra Züleyha sofrayı toparlayıp bulaşıkları yıkadı. O arada Züleyha’nın annesi Emine Hanım, Mine için bir çay hazırladı. İçinde zerdeçal, zencefil, dut yaprağı, ayva yaprağı, soğan, adaçayı ve ıhlamur  vardı. Tadı hem rahatlatıcı hem de yumuşatıcıydı. Mine çok beğenmişti. Züleyha’nın bula şıkları bitince mahalledeki komşular teker teker gelmeye başladılar. Mine bu kadar kalabalık olacağını düşünmemişti. Züleyhada salçayı komşuları ile beraber yapacaklarını söyledi. Yaklaşık on komşu gelince herkes hazırlanıp eline bir sepet aldı. Tarlaya girip domatesleri toplamaya başladılar. Beş kişi domates topluyor diğer beş kişi ise domatesleri turuncu bir hortumla yıkıyorlardı. Mine kadınların azmine bayılmıştı. Şaşkınlıkla izliyordu hepsini. Toplama ve yıkama işi bitince sıra geldi soymaya. Kadınların hepsi domates dolu kazanların etrafına geçti ve domatesleri doğramaya başladı. Mine de boş durmamak için hepsine birer kahve yaptı ve getirdi. Doğrama işlemi bitince domatesleri ateşlere koyup kaynatmaya başladılar. Kaynaya kaynaya domatesler yumuşuyor ve püre kıvamına geliyordu. Domatesler ateşlerin üzerine konulunca sıra geldi erişte yapmaya. Erişte köylülerin yaptığı doğal bir makarnaydı. Bunun için toplam üç leğen çıkarıldı ve içine bolca yumurta konulup hamur yoğruldu. Hamurlar hazır olunca beş tane sofra açıldı ve hamurlar bezelere ayrılıp açılmaya başlandı. Bazı hamurları renkli yaptılar. Hamurlar açılınca soba ateşinin üstünde hafiften kızartılıp başka bir sofraya veriliyordu. O sofrada da hamurlar dikdörtgenlere kesilip teker teker doğranıp leğenlere konuluyordu. O leğenlerde makarnaların kuruması için tarlanın en güneş alan yerine götürülüyordu. Bu döngü sürekli devam etti. Ara sıra Züleyha, salçaların dibi tutmaması için kalkıp kazanları karıştırıyordu. Akşam oldu ve erişte işi bitti. Salçalar ise hala kaynıyordu. Erişte bitince herkes teker teker dağıldı ve Züleyha ile Mine de sofrayı kurdular.           Yeni bir gündü. Mine ilk kez erken kalkmıştı bugün. Züleyha hala uyuyordu. Onu da kaldırıp kahvaltı hazırladılar. Erkenden karınlarını doyurdular. Çünkü bugün de yoğun geçecekti. Tarhana yapacaklardı. Züleyha yazları tarhana yapıp kışa hazırlık yaptıklarını söyledi. Mine ise yine heyecanlanmıştı. Doğal ürünlerle böyle lezzetli şeyler yapmak hoşuna gitmişti. Emine Hanım kazana  nohut,  mercimek gibi bakliyatları koydu. Bunların üstüne yoğurt ekledi ve yoğurdu. Daha sonra bu karışımı gözerden geçirdiler. Bu köyde eleğe gözer denirdi. Birkaç defa gözerden geçirdikten sonra tarhanaları kurutmaya bıraktılar. Bu kadar iş yapmasına rağmen Fatma Hanım bir türlü yorulmuyordu. Bir hamur daha yapıp gödek yaptı. Gödek bir çeşit gözleme gibiydi. Daha sonra sobanın üstünde saçta onları pişirdi. Sonrada afiyetle yediler. Yemek yedikten sonra biraz televizyona seyrederken yorgunluktan uyuyakaldılar. 1.          Bugün son günleriydi Züleyha ve Mine’nin. Akşamüzeri yola çıkacaklardı. Güzel bir kahvaltı yapıp salçanın ne halde olduğuna baktılar. Salça iyice kaynamıştı. Kazanları alıp makineye götürdüler. Makineden salçaları geçirip tekrardan kazanlara doldurup ateşin üstüne koydular. Mine hastalığından kurtulmuş gibiydi. Kendini iyi hissettiğini söyledi. Bu yüzden Züleyha ve Mine hazırlanıp köyde gezmek için yola çıktılar. Yolda çok fazla köpek vardı. Mine köpeklerden korktuğu için sürekli Züleyha’nın arkasından gitti. Biraz yürüdükten sonra Züleyha Mine’nin gözünü kapattı ve bir yere götürdü. Mine aslında nerede olduklarını anlamıştı. Burası bir ahırdı. Çünkü yoğun gübre kokusu geliyordu burnuna. Gözlerini açınca inekleri ve buzağıları gördü. Buzağılar çok sevimli duruyordu. Züleyha süt sağacaklarını söyledi. Mine heyecanlanmıştı. Bir tabure alıp sağmaya başladı. Ama ilk denemesinde başarılı olamadı. Diğer denemesinde ise başardı ve bir kova süt sağdı bu

sağdığı sütü bir kavanoza koydu. Yurda gittiklerinde ısıtıp içecekti. İneklerden sonra kuzular, kazlar,koyunlar derken birçok hayvanla iç içe güzel bir gün geçirmişti Mine. Bu yüzden mutluydu. Saat geç olmaya başlamıştı. Züleyha ve Mine eşyalarını toplayıp hazırlandılar. Emine Hanım da poşetlere birçok sebze meyve koymuştu onlara. Daha sonra Züleyha annesiyle vedalaştı ve yurda doğru yola çıktılar. Yurda vardıklarında bu deneyimi ona yaşattığı için Mine Züleyha’ya teşekkür etti. Çok keyifli zaman geçirdiğini söyledi. Günün yorgunluğuyla ikisi de uykuya daldı. (BEŞ YIL SONRA ) Ankara Barosuna kayıtlı bir avukat olarak adliyede duruşmalarına devam eden Züleyha bir yandan da savcılık için adli yargı sınavına hazırlanıyordu. Kısa sürede çalışkanlığı, iş ahlakı, mesleğindeki araştırmacı ve kendini yenileyici tutumu sayesinde tanınır olmuştu.  Mezuniyetine günler kala kuzeninden gelen haberle yıkılan Züleyha kendini toparlamış, hayatı olağan akışından çıkıp ivme kazanmıştı. Merdivenden düşüp beyin kanaması geçiren annesi için günlerce dua etmişti. Hazırlıksız yakalandığı hayatın kötü sürprizlerine karşısında etrafındaki iyi ki dedikleri ona yoldaş oldu. Adliye sonrası öğrencilik yıllarında gözdesi olan Çankaya evlerinden birinde oturan Züleyha eve vardığında üzerini değiştirip Tunalı Caddesine doğru yürüyüşe çıktı. Yürürken diğer yandan telefonla Fatma’yla konuşuyordu. Ela sonunda konuşmuştu. Ne güzel bir haberdi bu. Fatma’nın tüm kaygıları da böylelikle son bulmuştu. İki yıl önce katılmıştı aralarına Ela. Sayesinde, teyze olmuştu Züleyha. Firma Denetimi için altı aylığına Ankara’ya gelen Fatma, Ela’yla birlikte Züleyha’da kalmıştı. Ana kız ne iyi gelmişlerdi. Yarasına merhem olmuştu, can dostu Fatma. Ela da büyük bir neşe kaynağı olmuştu Züleyha’ya. Zor zamanlarını atlatmasında payları büyüktü. Uçarı Ahmet ile üniversiteden sonra maceracı üçlü hiçbir zaman bir araya gelemediler. Hayat birlikte büyüttüklerini tam tersi yönde savurabiliyordu da. Ahmet bir televizyon kanalında maç spikerliği yapıyordu. Arada denk gelirse televizyondan izliyorlardı onu.  Mine’nin evinin önünden geçerken keşke o da olsaydı diye içinden geçirdi Züleyha.   Her akşam yürüyüş sonrası Mine’ye uğrar, kahvelerini içerken günün kritiğini yaparlardı. Züleyha ilginç davaları en merak uyandırıcı şekilde anlatıp Mine’nin gözlerini fal taşı gibi açarken Mine de üniversiteden değişik havadisleri getirirdi Züleyha’ya. Mezun olduktan sonra doktorasını yaparak Tarih kürsüsünde okutman olmuştu Mine. Eğitimi için geçici süreliğine yurt dışında yaşıyordu şu sıralar.  Züleyha doğup büyüdüğü yerin kısıtlı imkânlarına rağmen küçücük bir kız çocuğuyken bile ne istediğini bilen, kararlı, kendini tanıyan ve sürekli okuyan biriydi. Annesinin payı büyüktü karakterinin şekillenmesinde. Kendi ayakları üzerinde durabilen, adil, merhametli, yardımsever ve başka kız çocuklarına örnek bir insan olarak hayal ederdi annesi Züleyha’yı. Sevinçlerin en büyüğü kendini olmak istediği yerde görmek değil de nedir şu hayatta. Rotasız gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez derler. Rotası belli, gemisi limandaydı Züleyha’nın. Annesinin istediği gibi güçlü bir kadın olarak devam ediyordu yaşamına. Diğer taraftan adli yargı sınavına hazırlanıyordu savcılık için.      Eve döndüğünde ılık bir duşa girdi Züleyha. Mine yoktu. Bu günün kahvesi yalnız içilecekti. Makinenin düğmesine basıp günlüğünü almaya içeriye gitti. Pencerenin kenarında kahvesini yudumlarken kalemi günlüğünün üzerinde hareketlendi.  “ Merhaba Hayat, seni tüm kalbimle seviyorum. Bana sunduğun dostlarımı, sevdiklerimi tüm kalbimle özlüyorum. İşimi aşkla yapıyorum çünkü sen bana sunulmuş bir armağansın. İyi ya da kötü başıma

gelebilecekleri sevinçle karşılıyorum artık. Hayallerim için hedefler koyuyorum ve var gücümle çabalıyorum. Hayıflanmak yerine azimle ilerliyorum yolunda. Çünkü ben Emine Hanım’ın kızıyım.”  Gözünde canlandı anılar…         En acı an … Züleyha annesinin yanında adeta ant içmişçesine bekliyor, bir dakika gözünü kırpmıyordu. Okuldan epeyce geri kalmıştı fakat hiçbir şey o an Züleyha’nın umurunda değildi. O an sadece annesinin yanında bekleyip, o hastaneden el ele çıkacakları günü hayal ediyordu. Her şey yolundaydı hatta Emine Hanım ertesi gün taburcu olacaktı fakat içinde kötü hisler vardı.  Züleyha’yı yanına çağırıp onu dikkatle dinlemesini istedi. Züleyha annesini küçüklüğündeki nasihatlerini dinler gibi o gün de annesinin dudaklarından dökülen kelimeleri dikkatle dinliyordu. Fatma Hanım yavaş ve ürkek bir ses tonuyla “Hayat her zaman çiçekli yollardan gitmemize olanak tanımıyor, iniş çıkışlar, yoldaki virajlar ve bayırlarla dolu olan yollarda direksiyon hâkimiyetini kaybetmiyorsan ne mutlu sana. Kimi zaman acımasızca soğuk yüzünü göstermeyi tercih ediyor hayat; fakat benim güçlü kızım minik bir ekin tanesi gibi hayatın tüm olumsuzluklarına karşı dimdik durup gücünü göstermeli. Bu yüzden sen, benim canım kızım ne olursa olsun okulunu bitirip,  ayakları üzerinde dimdik duran adil bir savcı olacaksın. Büyüdüğün yeri hiçbir zaman unutma Züleyha’m. Köyümüzdeki kız çocuklarına örnek olup onları okut, büyüt kolun ne kadar uzunsa o kadarına yet. Adaletten ödün verme, iyi ya da kötü başına gelebilecek her şeyin karşısında güçlü ol.” Annesi tüm bunları söyledikten sonra gözlerini kapamış, en derin uykusuna dalmıştı.  Züleyha derin bir sessizlik içinde kaybolmuş sadece ağlıyor ve annesinin pamuk ellerini bırakmıyordu. Doktorlar içeri girip Züleyha’yı çıkardıktan sonra tüm müdahaleleri yapmışlardı fakat sonuç herkesin içten içe hissedip birbirlerine söyleyemedikleri gibi olmuştu. Züleyha o an gerçekten hüzün kuyusunun dibini görmüş, çaresizce ağlıyordu. Sersemlemiş bir kedi yavrusuna dönmüştü ağlamaktan. Onu eve kim götürmüştü? Eve kimler girip çıkmıştı? O gece nerede uyuyakalmıştı? Cenazede neler olmuştu? Olan her şey kafasından silinmişti sadece annesinin son dakikaları aklındaydı. Cenazeye çocukluk arkadaşları, sevdikleri, sevenleri, tüm köy gelmişti. Kimse olanlara inanamıyordu. Her şey komik olmayan bir şakadan ibaret gibiydi. Sade bir cenaze töreni ile Emine Hanım son yolculuğuna uğurlandı. Herkeste bir suskunluk ve kara bulutlar vardı. Hiç dağılmayacakmış gibi olan kara bulutlardan… Züleyha için birçok şeyin tadı tuzu kalmamış, her günü bir öncekinin aynısı olurken, içinde bir burukluk ve boğazındaki yumru ile hayatına devam ediyordu. -Devam etmek zorundaymışçasına…  Aradan altı yıl geçmişti. Koskoca bir altı yıl. Birçok şey değişmişti. Yaşanan acılar unutulmasa da böyle devam edilmesi gerektiğinin farkına varılmıştı. Züleyha tam da annesinin istediği gibi güçlü bir kadın, köy çocuklarına ablalık eden, adaletli bir savcı olmuştu. Mesleğini büyük bir incelikle yapıyor, hak ve adaletten asla ödün vermiyordu. Bu yaşına kadar okuttuğu çocuk sayısı yaşını geçmişti, yaşadığı acılara göğüs germeyi beceriyordu. Annesine layık olmak içindi tüm çabaları. Son söz, Beklenilen o gün gelip çatmıştı. Onca insanın içinde kürsüye çıkacaktım, dakikalarca alkış ile ödüllendirildikten sonra asıl ödülüm verilecekti. İşte tüm bu düşüncelerle ödül alacağım salona tam bir savcı girişi yaptım. –Öyle olmasını umuyorum desek daha iyi olur.- Tüm gözler üzerimdeydi. Benden önce birkaç kişi daha ödüllerini almıştı. -Benim alacağım ödül ile aynı değillerdi. İsmim tüm salonda yankılanmıştı, sunucu kürsüye davet ediyordu. Kendimden emin adımlarla merdivenleri

çıktım ve ödülü alırken yapacağım konuşma için elime mikrofonu aldım. Konuşmamı elbette biricik annemin nasihatleri ile yapacaktım. “Annem ölmeden önce bana en büyük ve son nasihatini verdi. Gerçekten buraya kadar sadece o nasihatleri dinleyerek geldim. Bundan sonrada böyle olmasını umut ediyorum. Tüm insanlığın en büyük nasihati adaletten kaçmamak, her yerde onu savunmak ve özellikle halkımızın kadınları için güçlü, karşımıza çıkan her zorluğa karşı dik durmak olmalıdır. Burada olduğum için gururlu ve sevinçliyim. Ödülü bana layık gören herkese teşekkürlerimi sunar, en büyük destekçim olan anneme bu hayatı borç bilirim.”  Ben tüm bunları söylerken hıçkırıklara boğularak ağlıyordum ve benimle birlikte tüm salon. Hayatımın en cesaretli, en üzücü ve aynı zamanda en gururlu günü oldu. Artık uyumalı, yeni günü karşılamalıyım. Seni dolduracağım nice günlere en kıymetli çocukluk anım.” Evet, Züleyha sözlerinde gerçekçiydi. Birçok çocukluk anısı vardı ama onun kalbinde günlüğünün çok ayrı bir yeri vardı. Annesinin ölümünden sonra çok daha fazla sarılmıştı günlüğüne.  Züleyha o gün annesini rüyasında görebilmek için dualar eşliğinde gözyaşlarına boğuldu. Geç saatlere kadar aynı şey için kendi kendine yalvardı. Ama hiçbiri boşa gitmemişti. O gece rüyasında senelerdir özlediği annesi vardı. Kokusuna, yüzüne, bakışlarına, Züleyha’nın saçlarını sevişine kadar her damlasına senelerdir hasretti. Fatma Hanım, Züleyha’nın saçlarını okşuyor, koklayıp öpüyordu. Züleyha ise annesinin elma yanaklarını öpmeye doyamıyordu. Züleyha’yı arkadaşları dışarıda oynamak için çağırmışlardı, hızlıca çıktı. Onlar oyunlarını oynarken annesi salça ekmek sürüp onlara vermişti. Ardından annesi Züleyha’yı pencerenin önüne çağırıp onunla gurur duyduğunu söylemişti. Züleyha bunu duyduktan sonra annesinin pamuk ellerini öpüp arkadaşlarının yanına koşup ekmeğini yemeye devam ederken alarm çaldı. Rüyanın etkisinde kalmıştı. Her şey çok gerçekçiydi, tıpkı eski günlerdeki gibi, annesini doyasıya öptüğü günlerdeki gibi…  Züleyha bir yandan hasreti iliklerine kadar hissederken bir yandan da annesinin onunla gurur duyduğunu bildikçe içinde kelebekler uçuşuyordu. Züleyha’nın en büyük nasihati ise “Annenizin kıymetini bilin, gidince bir daha uğraması zor oluyor, gönlünüzün kapısını çalamaz hâle geliyor.” Ve siz ne olursa olsun bu hayatta bir parça anneniz oluyorsunuz. İçindeki yarım kalmışlıkla hayatına devam eden Züleyha gerçekten mutlu olmayı hak ediyordu ve sizler de…   Duygu: Nefret Yer: Antalya Hikâyemiz Hakkında: Hikâye, Umay adında bir kadının çocukluk, gençlik yıllarında Antalya’da yaşadığı olaylara duyduğu nefreti ve ilerleyen yaşlardaki değişimini kendi ağzından anlatımıyla ele alıyor. Antalya’da bulunan Hadrian Kapısı (Üç Kapı) gibi kahramanımızın da hayatını anlattığı dönemler ve bu dönemlerde ailesi, yaşam koşulları, hayvanlara yapılanlar, çevre sorunları, kadına yönelik şiddet başlıklarını nefret duygusuyla ele aldık.    Yıllar ne hızlı geçiyor! Şimdi 60 yaşında hayatta birçok duyguyu deneyimlenmiş bir kadın olarak düşünüyorum da ne kadar değişmişim, ilerlemişim… Belirli bir yaşa gelince anlaşılıyor tüm duygular en gerekçe haliyle.  Kendi yaşamımı Hadrian kapısına hep benzetirim. Üç kapı vardır tarihten bize uzanan. Benim de hayatım üç büyük dönemden oluşuyor diyebilirim. Şimdi son kapıdayken yolculuğumun ilk kapısına dönelim.  Antalya Kumluca'da gözlerini yoksul bir ailenin 4. kız çocuğu olarak açan Umay. Benden büyük 3 ağabeyim ve bir kız kardeşim vardı. Ağabeylerimin ikisi babama benzerdi. Sert yapılılardı ve kardeşimle her hareketimizi kollar, bizi göz hapsinde tutarlardı. Çalışkan değillerdi. Benden 4 yaş büyük ağabeyimin yeri bende çok farklıydı o diğerleri gibi değildi. Bizi sever ve her zaman korurdu. Dersleri de çok iyiydi büyük ağabeylerimin her türlü zorbalıklarına rağmen çok çalışır bana ve kız kardeşime de yardımcı olurdu. 

Annem sakin biriydi. Hiçbir şeye karışmaz, bizi severdi. Babam gün boyu Antalya'nın sıcağında gece gündüz inşaatlarda çalışır, eve geldiğinde bitkin ve sinirli olurdu. Bizim en küçük hareketlenmemizde günün biriken öfkesini adeta bizden çıkarırdı. Belki de uzun yıllar sıcak havalardan ve işten dönen insanlardan bu yüzden nefret ettim kim bilebilir? Çocukluğum böyle abilerimin, göz hapsi, kaba davranışları, babamın her gece bizi dille, bakışlarıyla dövmesiyle geçti. Genç kızlığımda farklı değildi. Çevremdeki insanların yapmacık halleri beni daha da çok bencilleştiriyordu. Sanki ekmek su yerine kinle, nefretle besleniyordum. Bana göre Dünya ve içindekiler karanlık dipsiz bir kuyudan farksızdı.      Gökyüzüne baktığım zaman, bulutların bile birbirine hakaret eden kavga eden insanların, hayvanların resmini görürdüm sanki. Yine de şimdi düşünüyorum da geçen yıllarımda böyle düşünmem azmış bile! İnsanların sürekli birbirleriyle didişmeleri, karı koca kavgaları, çocukların kavgalarına ailelerin karışmaları sonunun karakolda veya mahkemede sonuçlanması, her gece televizyon haberlerindeki cinayetler, savaşlar tamamen bir kaos gibi karışık berbat bir hayat yaşıyordum. Babamın bu hareketleri benim kızgınlığımı daha da arttırıyordu. Ben babamın, ağabeylerimin ve en önemlisi de ailemin o haber magazinlerindeki insanlar gibi olmasını istemiyordum. Adeta göğe her bakışımda bulutların güzelliğini değil havanın kirliliğini görüyordum. Ee neticede çocuklar bir kitap gibidir, aile ne yazarsa çocuklarda onu okur fakat ben kendimden de çevremden de memnun değildim. Her şey bir yana güzelim Antalya’nın tadını çıkartamıyordum. Denizler kirli, hava karanlık, ailem daha da karanlıktı. Bilemem ya benim gözlerim sinire ve öfkeye baka baka kararmıştı ya da gerçekten hava kirli ve denizler bulanıktı. O zamanlar canımı sıkan bir diğer konu da fakirlik sebebi ile hiçbir şeyin tadını çıkartamamaktı. Durumu olan insanların yoksul insanları hademeleri gibi kullanmaları canımı yakıyordu. Durumu olanların kirini bizim gibi insanlar temizlemek zorunda değildi. Ama ne önemi vardı onlar için, çok canım yanıyordu çünkü Antalya gibi güzel bir yerin tadı artık benim için acı idi. Canımı yakan şey insanların ekmek parası için çalışması değildi. Onlara acınmamasıydı belki de onlara acınmamalı onları örnek olarak görmeliydi insanlar ama kim dinler, gerçi haklılar kim sıcakta öyle vakti güneş tam tepedeyken inşaatta, plajda, çarşıda vb. yerlerde çalışmak isterdi ki. İçimi mutluluk ve huzur ile doldurmak istiyordum fakat aynadaki resim asla değişmiyordu çünkü benim aynam ailemdi, bir tarafım onlarda haklı diyordu ama diğer tarafım ben hangi konuda haklıyım diyerek mahkemeler kuruyordu ve sonunda idam edilen mutsuzluk ve öfke değil hayallerim ve mutluluk oldu. O zamanlar hislerim öldü sanıyordum ama her insanın bir tarafında merhamet gizlidir. İşte benim yanımdaki merhamet doğayı görünce küllerinden tekrar doğuyordu ama temiz ve güzel olan doğayı, o zamanlar etraftaki çöpleri de bizim gibi insanlar topluyordu işte en çok bu yönümüz ile gurur duyuyordum.   Gün geçtikçe çevremdeki insan sayısı arttı bu insanların kimisi iyi kimisi kötü idi fakat ben o zamanlar renk körü olmuştum sadece karanlık beni aydınlatıyordu. Ben o zamanlar mutluluğa aç sevgiye susamış idim. Bu sebeple çevremdeki kötülere yöneldim o zamanlar iyi insanları gökkuşağına benzetirlerdi fakat ben onları da siyah beyaz gördüm elimin tersi ile ittim. Bilemem belki de o zamanlar ailemdeki huzursuzluğu onlarda aramıştım neredeyse, ben de içimdeki son rengi kaybedecektim. Ama kim bilir beni hayata tutunduracak şey belki de o renktir ya da o rengi ekip bir gökkuşağı tarlası elde edebilirdim.  Gençliğimde Antalya’da bir otelde çalışıyordum. Sahil kenarında büyük ve geniş bir oteldi. Yazları epey kalabalık olurdu.   Ben mutfakta aşçının yanında yardımcı olarak çalışıyordum. Otelde yenmeyen yemekler çöpe dökülüyordu bu nedenle çok fazla yemek israfı oluyordu. Bu yüzden artan yemekleri her gün otelin arka tarafındaki boş

arsada toplanan sokak hayvanlarına götürüyordum. Sokak hayvanları bu yiyeceklere çok seviniyorlardı.     Bazı insanlar ise “Neden yemek getirip bunları burada topluyorsun?” diyerek kızıyorlardı. Ben ise öyle düşünmüyordum. Sokak hayvanlarının elden geldiğince beslenmesinden ve sevilmesinden yanaydım.    Yine bir gün akşamdan kalan yemekleri sokak hayvanlarına götürürken bir köpeğin acı içinde bağırdığını duydum. Hemen onun yanına doğru koştum. Bir kişi onu sopayla dövüyordu. Sinirli bir şekilde yanına gidip “ Köpeğin nasıl bağırdığını duymuyor musun?” “Ne diye onu dövüyorsun!” dedim. Adam sopayı bırakıp oradan uzaklaştı. Ben köpeği hemen alıp veterinerin yolunu tuttum. Bir yandan da ne kadar kötü insanlar olduğunu düşünüyordum ve onlara karşı nefret duyuyordum. Nasıl bu kadar acımasız olabiliyorlardı?    O gün köpeği veterinere götürüp hayatını kurtarmıştım fakat iş yerimi terk ettiğim için işimden de olmuştum. Ama bu umurumda değildi çünkü bir canı kurtarmıştım.  Köpek yolda giderken bile acı içinde inliyordu. Bir kez daha o adamın yerine ben utandım. Yaklaşık 40-45 dakikada veterinere gelmiştik. Zavallı köpeği hemen veteriner hekime gösterdim. Veteriner hekim kafatasındaki birkaç kırık yüzünden ameliyatagireceğini üzülerek bildirdi. Bu bildiri üzerine Bu bildiri üzerine nedeni bilinmez bir telaş sarmıştı beni ve köpeği öldüresiye döven o insana (?) olan öfkem daha da şiddetlenmişti.  Ameliyatın bitmesini ve güzel haberlerle gelinmesini bir umutla, sabırsızlıkla bekliyordum. Nihayet ameliyat sona erdi. Veteriner hekim yanıma gelip “ Uzun uğraşlar sonucunda ameliyatı anca tamamlayabildik. İyice iyileşmesi için biraz uzun zamana ihtiyacı var. Ama biz kısa sürede kendini toparlayacağına inanıyoruz. ” Bu sözler içimi rahatlatmıştı.  Küçük dostumu görmeye yanına gittiğimde onu gözü yaşlı bir şekilde buldum. Onu böyle görünce ister istemez benim de gözlerim dolmuştu.  Veterinerdeki işlerimi halledip çıktığımda saat 22.30’u çoktan geçmişti. Alelacele otobüs durağına vardım. Bir yandan otobüs bekliyor bir yandan da geç geldiğim için ağabeylerimin – benden 4 yaş büyük olan küçük ağabeyim dışında- ve babamın ne gibi şiddetli tepkiler vereceğini düşünüyor korkudan adeta titriyordum. Otobüsün beni yaklaşık 20 dakika bekletmesi üzerine nihayet sıcacık ama içinde derin ve sert bakışları barındırması ile beni üşüten evime gelmiştim. Kapıyı açmam ile kapını eşiğinde buz gibi yüzlerle karşılaşmam bir oldu. Babam ve sinirli ağabeylerim aynı anda “ Gece gece kiminleydin, neredeydin, niye geç geldin? ” gibi sorular sorarak beni güvenilmez biri olarak hissettiriyorlardı. Benim geldiğimi görünce annem, babam ve ağabeylerimin eşikte oluşturduğu yarım çember biçimindeki zinciri kırarak yanıma geldi bir yandan yaralandım mı diye beni kontrol ediyor bir yandan da sorular soruyordu “ Kızım, neden bu kadar geç geldin? Yoksa yarandın mı? Ah, güzel kızım ne kadar meraklandık bir bilsen, hem telefonları da açmadın…” diye sorular sormasından tasalandığını belli ediyordu. Anneme merak etmemesini yolda saldırıya uğrayan bir köpeği veterinere götürdüğümü söyledim. Annem biraz rahatlamıştı ama babam ve ağabeylerim bana söylenmeye devam ettiler. Ben ise hiç bir şey söylemeden odama çekildim.  •   Ertesi gün yeni bir iş aramak için sabah erkenden çıktım. İş ararken aklım bir yandan da dün akşamki köpekte kalmıştı. İlanlara bakarken bir grubun doğaya çöp attıklarını gördüm. Bu durum beni sinirlendirmişti hemen o grubun yanına gidip attıkları çöpleri toplamalarını söyledim. Onlar ise aldırış etmeyip bulunduğumuz yerden çekip Attıkları çöpleri orada bırakmaya gönlüm el vermedi. Oradaki çöpleri toplayıp ilanlara bakmaya devam ettim. •    Yaklaşık 2 saat sonra kendime göre bir iş buldum ve görüşmeye gittim. Kısa bir görüşmeden sonra işe alınmadım. Tekrar aramaya başladım, yine kendime göre bir iş bulup görüşmeye gittim. Bu sefer uzun bir görüşme oldu. Görüşmenin ardından işe alındım. Sahil kenarında bulunan bir restoranda aşçı yardımcısı olarak işe başladım. Bu seferde farklı bir grup \"Denizi kirletmeyiniz!\" yazılı tabelayı görmelerine rağmen denizi kirletiyorlardı. Çok sinirlenmiştim fakat işe yeni girdiğim için atılmakta istemiyordum. Bir bahane bulup yanlarına gittim ve tabelayı gösterip \"Görmüyorsunuz! Denizi neden

kirletiyorsunuz.\" Diyerek çıkıştım. Gruptan biri üzerime yürüyerek karışmamam gerektiğini söyledi ve gittiler. Artık çok geçti ben gelene kadar denizi kirletmişlerdi. Hemen görevlileri arayıp haber verdim ve restorana geri döndüm. Restorana dönmemden yaklaşık 1 ya da 1 buçuk saat sonra geldiler ve temizlemeye başladılar. 1 saat sonra temizlemeyi bitirip gittiler. İçim rahatlamıştı deniz artık masmavi görüntüsüne kavuşmuştu.    Akşam işten çıkar çıkmaz minik dostumu görmeye veterinere gittim.Beni görünce mutlu olduğunu hissettim. Veteriner hekim ile görüştüm, yavaş yavaş iyileşmeye başladığını söyleyince çok mutlu oldum. Daha sonra veterinerden çıkıp eve gittim. Babam ve ağabeylerimin siniri biraz olsa da geçmişti. Ama onların bana sinirli olması umurumda değildi çünkü bir canı kurtarmıştım. Akşam yemeğinden sonra odama çekildim.   •   Sabah hazırlanıp işe gitmek için evden çıktım. Otobüs durağında beklerken bir fabrika havaya kirli duman bıraktığını gördüm. Tam elimden bir şey gelmeyeceğini düşünürken birinin fabrikanın bacasında filtre olmadığı için ihbar ettiğini gördüm. Derin bir oh çektim, o sırada otobüs geldi ve işe gittim. Akşam işten çıkıp eve giderken ayağım burkuldu. Ayağıma baktırmak için doktora gittim. Doktor önemli bir şey olmadığını söyledi ve krem verdi. Saat epeyce geç olmuştu yine babam ve ağabeylerimin bir şey diyeceğini düşündüm ama düşündüğüm gibi olmadı.   •    Annem bir hazırlık içindeydi. Ne olduğunu sorduğum zaman pikniğe gideceğimizi söyledi. Ama ağabeylerim geçen gün olanlar yüzünden gelmememi, evde kalmamı istiyorlardı. Beni her zaman destekleyen ve yanımda olan küçük abim beni hemen savunmaya başladı. Benim de eğlenmeye hakkım olduğunu benim de gelmem gerektiğini söyledi ve abimleri zar zor ikna etti. Küçük bir hazırlık sonrasında piknik yerimiz olan Kırkgöze gittik. Orasının çok güzel bir doğası var fakat atılan çöpler yüzünden belli olmuyor. Kırkgöz'de pikniğimizi yapmaya başladık. Piknik yaparken üç kişi yeşillik alana çöp atıyordu. Hemen onları uyarmaya gittim. İlk başata beni dinlemediler küçük abim yanıma geldi ve onları çöplerini toplamaları için sert bir dille uyardı. Onlarda çöplerini toplayıp oradan uzaklaştılar ve biz de pikniğe geri döndük. •  Ertesi sabah kötü bir şey yaşamayacağımı umarak evden çıkıp işe gittim. Ama öyle olmadı, restorana gittiğim zaman deniz çok kirliydi ve temizlik görevlileri denizi temizlemeye çalışıyorlardı. Bunu görünce üzüldüm bir yandan da sevindim çünkü görevliler temizlemeye başlamıştı. Hemen restorana girip işimi yapmaya başladım. Akşama kadar kötü bir şey yaşamadım. Akşam otobüsü beklerken gözüm fabrikanın bacasına çarptı. Bacaya filtre takmışlardı, onu görünce mutlu oldum. Eve gider gitmez akşam yemeğini yiyip odama çekildim. Telefonumdan haberlere bakmaya başladım. Doğaya atılan cam parçası yüzünden yangın çıkmış. 2 saatlik çalışmanın sonunda yangını anca söndürmüşler. Hemen o haberden çıkıp başka bir habere girdim. Yine bir kirlilik vakasıydı. Ve düşünmeye başladım:\" Neden bir insan çevreyi kirletir(!) Eğer çevreyi kirletirse olan yine kendisine olacak. İçme suyu, oksijeni kalmayacak!\" • Bu olayların üstüne yıllar geçmişti. Bu zamanlarda gençlik çağlarımın ortalarında belki de sonlarındaydım. Güzelim Antalya’da hatta Dünyada bile her şey iyiye gidiyordu. Birkaç sorun hariç… Bu sorunlardan biri de kadın şiddetleriydi. Diğer ülkeleri ve onların şehirlerinin bu sorunlarını bilmem ama buralarda ne yazık ki hala vardı. •  Bir gün her şey normal ilerliyordu. Ben işime gitmeye hazırlanıyordum, annem örgü örüyor, babam ve ağabeylerim televizyon karşısında vakit geçiriyordu. Sonunda hazır olduğumda evdekiler ile vedalaşarak yola çıktım. İş yerime otobüs ile de gidilebilirdi ama ben müzik dinleyerek yürümeyi tercih ettim. Henüz iki sokağı geride bırakmıştım ki bir çığlık koptu. Yüksek sesle müzik dinlememe rağmen sanki yanımdaymış gibi duyabiliyordum o çığlığı. İlk başta afalladım, sesin nereden geldiğini anlayamadım. Sonunda iyice kulak kesilip sesin geldiği yöne doğru gittim. Gördüğüm manzara içler acısıydı. Bir kadın sokak ortasında herkesin gözü önünde tekmeleniyor, yumruklanıyor hatta tokat yiyordu. Orada bulunanlardan öğrendiğim kadarıyla kadını öldüresiye dövülmesinin nedeni o dayak

atan adamdan (?) boşanmak istemesiymiş. Adam da gururuna yedirememiş.  Kadın çığlıklar arasında yardım istiyor polisi aramalarını çığlıklarına katarak söylemeye çalışıyordu. O gözü dönmüş adama ben müdahale edemezdim, gücüm yetmezdi ama orada duran adamların gücü yeterdi bence. Konuşulurken duydum ki adamlar hapse girmekten, ceza yemekten korkuyorlarmış. Öyle inanmalarının nedeni ise televizyonda duydukları K.. Ş.. olayıymış. Bu olaya yorum yapmak isterdim ama doğru kelimeleri seçmekte zorlanıyorum. Polise haber verecektim ki oradakiler çoktan haber vermişler. Polisin gelip o adamlık kelimesinin o kişiye yakışmadığı kişiyi götürmelerini izlemek isterdim ama polisin gelmesini bekleyemedim. Açıkçası şiddetten ve kabalıktan nefret ediyordum. Bir de böyle bir olayla karşılaşınca iyice köpürmüştüm. •  Ben üzüntü ile karışık öfkeyle beraber sokakları elerken fark etmeden iş yerime vardım. Bir-bir buçuk saat geç kalmıştım. Patronum geç kalma nedenimi öğrenince hiç sorun olmadığını, o kadın için oldukça üzüldüğünü belirti. Patronum bu olay için bağıracak olursa direkt olarak istifa edecektim. Lakin geç kalmamı sakin karşılayınca ben de minnet duyduğumu belirtmek için gece geç saatlere kadar bütün müşteriler ile ilgilenmeye çalıştım.  • Eve gelmiştim. Derin bir nefes alıp babamın ve ağabeylerimin soğuk yüzlerini görmeye hazırlandım. Kapıyı büyük bir dikkatle açtım. Gözlerim kapalı eşikte durdum ve sorularını dinlemeye hazırlandım. Öylece bir dakika kadar durdum. Ses seda çıkmayınca gözlerimi açtım. Eşikte değil de televizyonun karşısında bekliyorlardı beni. Şaşırdım ve içeri girdim. Televizyonda ne izlediklerine baktım. Bugün ki olayı izliyorlardı. Ben de oradaydım, dedim hepsi buz kesildi. Babam, ağabeylerim ve annem bir şeyimin olmadığını görmelerine rağmen iyi olup olmadığımı ısrarla soruyorlardı. Açıkçası babamı ve ağabeylerimi ilk defa benim için kızgınlıktan ziyade endişe duyduğunu hissettim. Babam ve ağabeylerim bana karşı bu kadar kaba oldukları için pişman hissediyorlardı.  Habere dönecek olursak onlar da benim gibi üzgündü. Neredeyse her hafta, her ay kadın şiddeti haberlerini, kadın cinayeti haberlerini, taciz ve tecavüz haberlerini görmekten haklı olarak bıkmışlardı ki ben de en az onlar kadar bıkmıştım. En çok da canımıza tak eden bunların çoğunu ceza almaması ya da hak ettiklerinden daha az, daha hafif ceza almalarıydı. Tamam, belki onların ceza almaları veyahut almamaları o giden canı geri getirmeyecekti ama o vicdanı rahat bir şekilde sokakta elini kolunu sallayarak gezmemeliydi değil mi? Hem o öldürdüğü, taciz veya tecavüz ettiği, dayak attığı kadının hayatını cehennem ettiyse o da Dünyada cehennemi tatmayı katbekat hak ediyordu. Yani bana, aileme ve benim gibi düşünenlere göre böyleydi ve böyle olması gerekiyordu. • Bugün yaşanan olay babamın ve ağabeylerimin rahatsız hissetmelerine hatta utanmalarına bile sebebiyet vermişti. Çünkü hemcinslerinin böyle şeyler yapması erkeklere olan güvenin azalmasına neden oluyordu. Bu olaylar yaşandıkça yeni bir erkekle tanışan herkesin, her kadını aklında sorular ve düşünceler oluşuyor: Ya bir gün sinirlenip sonumu haberlerde gördüğüm kadınlar gibi getirirse? , benim sonumun gelmemesi için her şeye sessiz kalmalıyım, dayak yememek için susmayı, açık giymemeyi hatta her dediğine, tamam, demeliyim. Gibi düşünceler oluşuyor. Ailem ve ben bu gibi düşüncelerin kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyoruz. • Ben anlamadan aradan yıllar geçti. Gençlik, orta yaş ve şimdi yaşı ilerlemiş her şeyi olgunlukla karşılayan ben, artık hayatımın üçüncü kapısındaydım. Orta kapı benim için bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Çünkü gençken dünyayı düzene sokmak için tek başıma savaş vermiş ve başaramamıştım. Ama hayatımın ortasında, 30-35 yaşlarımda, kurduğum sokak hayvanlarına yönelik derneğimde yüzlerce kişi sokak hayvanları için mücadele vermişti. Şimdi böyle dernekler elbette var ama çok az sayıda var. Çünkü eskiye göre sokak hayvanlarının canları daha da koruma altına alındı. Hayvanlara kasten zarar verenlerin cezaları eskiye göre daha da sertleşti. Hayvanlara karşı adaletin

artması benim gibi düşünenlerin, yani hayvanlara zarar gelmesini istemeyenlerin sayesinde gerçekleşti. Onlar hayvanlara ne kadar zarar verdiyse bizde hayvanseverler olarak protestolar ile onlara karşı nefretimizi kustuk. Adalette sonunda bizden yana oldu. Adaletin bizden yana olduğu günü asla unutamam o günü büyük bir coşku ve zaferin getirmiş olduğu gurur ile kutladık. •  Eskiden kafamda “ Neden cinsiyet ayrımı var, neden kadın cinayetleri var, bir can almak onlar için bu kadar kolay mı?” gibi sorgulayıcı sorular çok olsada günümüzdeki adalet sayesinde böyle sorularım oldukça azaldı. Evet, adalet biraz geç ağlanmış olabilir belki de gelecekte beni, bizi bekleyen daha iyi bir dünyayı göremeyecek de olabilirim ama şu zamanlarda kadınların daha rahat yaşaması beni mutlu ediyor. Keşke cinayet nedeniyle giden onca can bugüne geri döndürülebilseler hatta bugünkü rahatlığa varabilseydiler o zaman daha da güzel olabilirdi. Bir zamanlar kadınlara yönelik adaletin sağlanmaması hem şiddete karşı olanların canına tak etmişti. Adalet bakanlığı da bu isyanlara son vermek amacı ile yeni kanun çıkartarak şiddete karşı olanların yüreğine su serpti.  •  Dünyayı yıllar öncesi halinin fotoğrafı ile şimdiki halinin fotoğrafı yan yana getirilirse doğanın değişiminin farkını rahatlıkla görebilirdim. Ağaçlandırılmanın artması, denizlerin temiz olması, yeşillik yerlerin çoğalması gibi bir sürü fark var iki resim arasında. Eskiye göre hava kirliliği yüzünden oluşan hastalıklar şimdiye göre oldukça azaldı. Keşke ben gençken de hava böyle tertemiz olsaydı da annem ve babam akciğer kanserine yakalanıp yaşamını yitirmeselerdi, diye düşündüğüm zamanlar çok oluyor. Her şeye rağmen beni mutlu eden şeylerin olduğunu bilmem daha iyi hissetmeme yardımcı oluyor.                                       KÜTAHYA - GURUR                NECİP’İN HAYATI         Kütahya’nın tanımayanlarına küçük, köylülerine yeten bir köyde yaşıyordu Necip. Güneş başka doğar başka batardı bu köyde. Ekmeklerini taş fırınlarında yapar, çiftçilikle geçinirlerdi. Bir tane de okulu vardı bu güzel köyün. Öğretmenleri ilden geliyorlardı onlar için. Kara tahtaları, tahta sıraları, sobaları vardı sınıflarında. Kışın hepsi etrafına dolar, yazın çalışarak biriktirdikleri parayla aldıkları kestaneleri kışın sobanın üstünde pişirerek yerlerdi. Kestaneler için bütün yaz çalışıp en çok parayı Necip katmasına rağmen oturup onlarla beraber kestanelerden üçten fazla yemezdi. Çünkü yapılan iyiliğin göz önünde bulundurulmasını yanlış buluyor bunu da gururuna bağlıyordu. Sekiz yaşında, deniz gibi mavi gözlü, güneş gibi sarı saçlı bir çocuktu Necip. Onu gören herkes dönüp bir daha bakıyordu.       Okulda Emir adında çok sevdiği bir arkadaşı vardı. Her anını nerdeyse onunla geçirir bu köyün bozkır topraklarında şeker pancarı, ekin, yulaf, mısır yapar bunlarla geçimini sağlayan ailelerine yardım ederlerdi. Tarla bu köydeki insanlar için bulunmaz bir miras değerindeydi. Bir de otlattıkları hayvanlar. Necip en çok koyun güderken okuduğu kitapları severdi. Hayalinde hep gelecek günleri düşünür otlattığı koyunları hem sever hem de gelecekte daha güzel yerlerde olacağını düşünürdü.  Emirle okul çıkışında doğru tarlaya koşar topraktan çıkan şeker pancarlarına gururla bakarlardı. Elleriyle çıkardıkları bu pancar sayesinde okuyup güzel şeyler olacağına inanırlardı. İkisi de okulun hem çalışkan hem de iyi huylu, sevilen çocuklarıydı. Ne kadar büyürlerse büyüsünler hep beraber olacaklarını, hiç ayrılmayacaklarını bilirdi herkes. Bir gün aralarında çıkan tarla meselesinden dolayı Necip ve Emir’in dedeleri kavga etmiş, Emir’in dedesi Necip’in dedesine “Senin gibi gurursuzunu görmedim.” Deyince, dedelerinin arası açılmış Emir’in dedesi Necip’in dedesinin yüzüne vurmuştu, o an Necip’in aklından çıkmamıştı. Aslında Necip, dedesinin yaptığından dolayı Emir’i suçlayacak bir çocuk değildi, fakat dedesini öyle çok seviyordu ki Emir’in dedesine çok sinirlenmiş, Emir’e her baktığında dedesini görmüş bu yüzden onların da arası fazlasıyla açılmıştı. Her anını Emir’le

geçiren onu en sevdiği arkadaşı olmak bir yana kardeşi gibi gören Necip artık Emir’in yanına gidemez, onu göremez olmuştu. Emir ona ne kadar yaklaşmaya çalıştıysa da bu durum artık bir aile meselesi haline gelmiş dedesinin gururunun incinmesi Necip’in arkadaş sevgisinin önüne geçmişti. Bu durum Necip’in günlük hayatını etkilemeye başlamış Necip kendisini yalnız hisseder olmuştu. Aradan geçen zaman Emir’le Necip’i fazlasıyla uzak düşürmüş bu sürede zaten yaşlı olan dedesi de bu hayattan göçüp gitmişti. Annesini de uzun zaman önce kaybetmiş olan Necip’in yanında ne aileden biri ne de görüştüğü bir arkadaşı kalmamıştı.     Öğretmeni Necip’in ne kadar akıllı bir çocuk olduğunu daha ilk dersten anlamıştı. Bu yüzden Necip’i yatılı okuyabileceği bir okula kaydettirmişti. Necip kararını vermişti mühendis olacaktı. Haftalar haftaları, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış, Necip hayalindeki gibi Kütahya’daki Dumlupınar Üniversitesine gidebilmiş. Orada mühendislik okumaya başlamıştı. Okula başladığı ilk hafta sonunda da Kütahya’da herkes tarafından bilinen Germiyan sokaklarını ziyaret etmişti. Kütahya  merkezine beş dakikalık uzakta olan Germiyan Sokağı, hızla yükselen binalara inat hala tarihi dokusunu ve güzelliklerini koruyarak, geçmişten günümüze ayna tutuyordu. 19 yy. mimarlık örneklerinden olan Anadolu’nun ahşap mimari özelliklerini taşıyan Kütahya evlerinin birinci katında Kütahya'da kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerden olan demirci, bakırcı, kalaycı, keçeci, sepetçi, dülger, bıçakçı, semerci, nalbant, saraç, kunduracı gibi meslek gurupları, bölümler halinde mankenlerle ve fotoğraflarla canlandırılmıştı. İkinci katta ise, Kütahya'daki ev yaşamı ve konaktaki odaların iç mekanları gelin, düğün, kına, selamlık, giysiler, yatak odası, mutfak ve halı dokumacılığı gibi günlük hayat canlandırılıyordu. Bu sokaklar ona koyunlarını otlatırken okuduğu kitaplardaki tarih sahnelerini anımsatıyordu. İnsanların geçmişte bu sokaklarda yaşadığını hatta belki bu sokaklar için ne savaşlar yaptıklarını düşündü. Necip içine kapanık haliyle insanlar içinde ama bir o kadar da insanlardan uzak yaşamaya başlamıştı. Geçmişte kardeşten ileri arkadaşıyla bile arası açıldıysa artık bundan sonra kime güvenir kiminle arkadaşlık edebilirdi ki? O da kendini her zaman yaşadığı şehrin büyüsüne kaptırmıştı. Gezdiği yerlerde insanları değil de tabiatın ve eşyanın duygularını arar kim bilir kimlerin üzüntülerini, sevinçlerini, acılarını gördüğünü, geçirdiğini düşünür dururdu. Halk arasında “Hisar” olarak bilinen tarihte birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Kütahya Kalesi’ni ziyaret ettiğinde bir zamanlar bir şehrin ka lbi olan bu kalenin şimdilerde değersiz kalmasına da içlenir hatta insanların bu denli tüm değerlerinin gururunu yaşamadıklarına da öfkelenirdi. Atalarına saygısı büyüktü Necip’in. Onu bilmeyen duymayan kalmamıştı artık bu şehirde.        Üniversite yıllarını büyük başarılara imza atarak geçirmiş olmasına rağmen içindeki gurur onu herkesten ve her ve şeyden uzak tutuyordu. Her durumda insanların ona acıdığını, yalnızlığına üzüldüğünü aklına getirir olmuştu. Bir işe girmesi bile gururu yüzünden gün geçtikçe zorlaşır hale gelmişti. Tüm bu sebepler yüzünden köyüne dönmeye karar veren Necip köye yine eski Necip olarak döndü değişen tek şey mühendis olmasıydı. Ayrılmayacaktı artık Necip köyünden, bırakmayacaktı doğduğu toprakları. Köye gelmesinden kısa bir süre sonra Vali’den bir mektup geldi Necip’e. Köyde elektirik sıkıntısı yaşandığı için bu soruna çözüm bulup bulamayacağını yazmıştı. Necip okul yıllarını çok okuyarak ve çok çalışarak geçirdiğinden bu sorunu çözmek onun için çok da zor bir şey değildi. Bir an önce çalışmaya koyuldu. Elbette sevdiği insanların ona bıraktığı bu topraklar için üzerine düşen görevi yapacaktı.  Çalışmaları olumlu sonuç verdiğinde köyün bu sıkıntısını bir daha olmayacak şekilde ortadan kaldırmıştı. Vali Necip’i tebrik etmek için yanına çağırdığında para ödülü görünce kan beynine sıçramış, oradan hızla uzaklaşmıştı. O günden sonra da ne zaman bir insanla konuşmaya çalışsa onu anlamadıklarını düşündüğünden bir duvar gördü hep karşısında.                Necip yalnızlığına çok üzülüyor ama gururundan da ödün verip kimseye içini dökemiyordu. Yüzünü pek fazla göstermek merakında değildi. Necip insanlarla konuşmuyor olsa da kuşlara, çiçeklere şarkı söylüyor, şiir okuyordu. Çünkü sadece insan dışındaki varlıklar onu anlıyordu. Necip çocukken de böyle içine kapanık, suskundu. Onu yalnız annesi konuşturur annesi güldürürdü. Fakat şimdi annesi de yoktu.

Kütahya’ya özgü olan annesinin ona yaptığı sini mantısının tadı hala damağındaydı.      Köyde olmak Necip’i insanlardan uzak tutuyordu tutmasına ama bu sefer de eski günleri ona kendini sık sık hatırlatır olmuştu. Eskilerin bildiği bir türkü vardır “Tiridine Bandım” adını köyde yapılan bir yemekten alan bu türkü Necip’i ne zaman duysa gülümsetirdi. Kaz eti ve annesinin eliyle açtığı kıtır kıtır yufkalardan yapılan “Tirit” yemeğiydi bu. Bu yemek ne zaman yapılsa evde bir şenlik havası olur yaşlı genç ne kadar insan varsa herkes bu yemeğin etrafında toplanırdı. O günlere gittiğinde annesini hatırlayıp mutlu olur dedesine yapılan ayıbı hatırladıkça da içindeki kırılan gururunu da bir kenara koyamazdı. Bu duygu karmaşası yeniden şehre götürdü onu. Şehirde kendine yeni bir ev almış, her ne kadar mutlu olmasa da şehir yaşamına alışmaya başlamıştı. Necip şehirde de elektrik mühendisliği yapmaya devam etmişti. İşinde de özveri ile çalışıyordu. Bir gün eski arkadaşı Emir ile karşılaştı. Emir onu ilk gördüğü anda tanımış fakat ne diyeceğini bilememişti. Necip de Emir’i çok özlemiş eli ayağına dolanmıştı. Çünkü Emir’in onu anlayan tek kişi olduğunu düşünüyordu. Fakat ona bunu belli etmemişti. Necip daha fazla orada duramadı ve hemen gitti. Bu gurur denilen duygu onu resmen pençesine almıştı.       Yalnız Emir Necip gibi tek başına yaşamıyordu. Yıllar önce evlenmiş ve Elif adında bir kızı olmuştu. Elif elma gibi pembe yanaklı, sekiz yaşında, tombul, tez canlı bir çocuktu. Necip uzun zamandır böylesine mutlu bir aile görmemişti. Özellikle de Elif’i görünce hayranlıktan bakakalıyor onlarla sarılamamanın, konuşamamanın üzüntüsünü yaşıyordu.   Zaten küçük bir şehir olan Kütahya’da Necip ve Emir sık sık karşılaşır olmuştu.  Bu karşılaşmalarda Emir onunla her konuşmaya çalıştığında Necip ondan uzaklaşıyordu. Emir de Kütahya’daki bir okulda öğretmenlik yapıyordu. Okuldaki elektrik kesintisinden dolayı Necip okula gitmiş orada yine Emir le karşılaşmışlardı. Fakat yine Necip Emir ile konuşmamıştı. Necip yalnızlığı yüzünden akşamları çokça yürüyüş yapıyordu. Bu yürüyüşlerinde eskilerin kapan altı dediği şimdilerde ise saman pazarı olarak bilinen eski açık pazar yerine gider insanların şen şakrak alışverişlerini izlerdi. Düğünü olanlar, hacıya gidenler, bayama hazırlananlar hep bu çarşıdaydı. İnsanların mutluluklarını görmek onu az da olsa canlandırır içine bir neşe katardı. Buraya gittiğinde çarşının eski ahşap yapılı dükkanları ona çocukluğunu hatırlatırdı. Emirle oynağı oyunlar, düğünlerde çalan Kütahya Pınarları türküsüyle yaptığı zeybek oyunlarını hatırladığında gözlerinin içi parlardı. Bu düğünlerde genç kızların giydiği şalvarlar da görülmeye değerdi. Pullu, işlemeli rengarenk dikilen bu şalvarları giymek için adeta bir yarış havası olurdu. Kütahya’da ziynet eşyalarına çok önem verilir ne kadar yoksul olursan ol bulunur buluşturulur mutlaka çil çil altınlar şalvarların üzerinde parlardı. Erkekler de kırmızı yeleklerle ellerinde bohçalarla mani ata ata gelini kız evine almaya giderlerdi. Evlenmemiş olan gençler bir gün bu günleri kendisinin de yaşayacağı günlerin hayalini kurardı.  Çiniciler çarşısına gittiğinde  harika bir kervansaray görünümünde, kapalı çarşı içinde bir sürü çini dükkanı, inanılmaz sanat eserleri, el işi çiniler onu adeta mest ederdi. Kütahya’nın sembolü olan ve onu bütün dünyaya tanıtan çinicilik, önemli bir sanat kolu olmanın yanı sıra, Kütahya’da aynı zamanda bir geçim kapısıydı. İnsanlar bunu bir geçim kaynağı olarak yaparken bir yandan da bu çinilere attıkları her bir fırça darbesi onların hünerlerini ve zevklerini yansıtırdı.     Dünyaca ünlü meşhur Seyyah Evliya Çelebi’nin yurdu olan bu şehirde onu yalnız bırakmayan camiler, medreseler, şehitlikler onun yoldaşları olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Atatürk’ün de  “Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir.” sözleri de bu topraklarda söylenmemiş miydi? Tarihin en büyük zaferi kazanılan bu şehir Necip’i her zaman gururlandırırdı.  Necip kafasındaki bin bir düşünceye yürürken akşam olmuş ve eve giderken yolda küçük bir köpek yavrusu görmüştü. Köpeğin kendisi kadar yalnız olduğunu anlayınca onu yanına almış köpeğin aç olduğunu düşünerek ona bir kap süt vermişti. Kendisinden başka kimsesi olmayan bu köpeği Necip kendine benzetir

olduğundan artık Necip’in en yakın dostu o olmuştu. Sabah köpeği gezdirmek için parka götürürdü. Bir gün parkta Elif ve annesi Esma Hanım ile karşılaştı. Elif köpeği görünce dayanamadı ve hemen başını okşamak için yanına gitti.  Köpeği çok seven Elif ona Kömür adını koydu. Onu sevmek için babasını ikna ederek Necip’in evine gelmeye başladılar. Elif köpeği severken canını yakmış köpek de onu ısırmıştı. Alelacele hastaneye gitmişler, Necip bu duruma çok üzülmüştü. Annesi can havliyle Necip’e bağırmıştı. Yıllar önce yaşanılan olay tekrar etmiş gibiydi. Necip çok üzgün olmasına rağmen Elif’i görmeden gitmeyecekti. Elif’in kolunu sargıya almışlar, durumunun iyi olduğunu söylemişlerdi. Necip köpeği adına Elif’ten özür diledi.      Necip’in Emir ile arası oldukça açılmıştı. Necip önceden de bütün kötü anlarında yaptığı gibi yine öğretmeninin mezarına ziyarete gittiğinde orada da Emir ile karşılaşmıştı. Necip bu sefer ona çok değer veren, her zaman yanında olan öğretmeninin hatırı için Emir ile konuşmuştu. Artık Emir’in ve ailesinin yanına bir daha gitmeyeceğini düşünüyordu. Emir Necip’in durumunu anlıyor onun üstüne gitmemeye özen gösteriyordu. Emir  mezarlıktan ayrıldığında Necip de evine doğru yürümeye başladı. Kömür’ün Elif’i ısırması yüzünden hala vicdan azabı çekiyordu. Evine vardığında kapının önünde küçük beyaz bir mektup buldu. Mektup Emir’dendi. İçinde şöyle yazıyordu.      Arkadaşım Necip,     Lütfen mektubumu sonuna kadar oku. Seninle konuşamadığımız için bu mektubu yazdım. Çünkü sana başka türlü veda edemezdim. Öncelikle tekrar karşılaştığımız için çok mutlu olduğumu bilmelisin. Dedelerimiz arasında olan anlaşmazlıktan dolayı beni suçlamadığını biliyorum. Elif’i köpeğin ısırması da senin suçun değildi. Benimle konuşmamanın sebebini anlıyorum. Sen çok iyi bir insansın Necip. Lütfen sen de beni hatalarım için affet.    Hoşça kal eski dostum kendine çok iyi bak.                                                                                                                                                Emir…     Necip mektubu okuduktan sonra gözyaşlarına hakim olamadı. Emir’in gitmesine üzülse de gururu yüzünden ona bir şeysöyleyemezdi. Bu yüzden Emir’i unutmaya çalışıyor hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Emir birkaç gün sonra Kütahya’dan ayrıldı. Necip düşünceleri yüzünden kendini artık hiç işine veremiyordu. İşinde oldukça geriledi. Patronu ona eğer işine kendini vermezse kovulabileceğini söyledi. Zamanla bu durumu kabullendi. Emir’i artık eskisi kadar düşünmüyor, işine daha çok önem veriyor, Kömür’le ilgileniyordu.       Necip şehirdeki bozulan elektrik santralini tamir edecekti. Elektrik santrallerinin olduğu yere gitti ve tamire başladı. Necip tamir sırasında bir köpeği araba çarpmak üzereyken görmüş onu da kendi köpeği Kömür zannetmişti, hızla merdivenden inmeye çalışmış, ayağı kayıp yere düşmüştü. Çok yüksekten düştüğü için, beyin kanaması geçirince uzun yıllar hastanede kalmak zorunda kalmış. Necip gözlerini açtığında yanında yıllardır görmediği arkadaşının kızı Elif’i vardı. Elif Necip’i ilk gördüğünde tanımışve uyanamadığı her gün onunla ilgilenmişti. Necip biraz zorlansa da o da Elif’i tanımıştı. Elif kendisinin doktor olacağını ve bu hastanede staj yaptığını anlattı. Necip’in hastanedeki günlerinde babasının onun yanında olduğunu onu görmek için her gün beklediğini söylediğinde Necip’in Emir’e olan güveni boşa çıkmamıştı Necip çok yaşlanmış, Elif’in sekiz yaşındaki halinden eser kalmamış, çok güzel bir genç kız olmuştu. Elif’in Necip’ başka bir sürprizi daha vardı.  Kömür elif’in yanındaydı. Necipin yokluğunda ona gözü gibi bakmıştı. Kömür de tıpkı Elif gibi çok büyümüş, Necip’i hemen tanımıştı. Necip artık hastaneden taburcu oluyordu. Kömür ile evlerine döndüklerinde Necip içinde yıllardır biriktirdiği gururun verdiği yükten yorulmuştu. Artık Necip kırk beş yaşına gelmiş emekli bir mühendis olarak hayatına Kömür’le devam edecekti.     ÜZÜNTÜ-İSTANBUL Çanakkale merkezde küçük, iki katlı bir apartmanın altındaki dükkanın sahibi olan babam tamirci Hayri Usta

olarak bilinir ben ise Hayri Ustanın küçük kızıyım babam işine önem veren ve severek yapan bir insan. Annem ise evde yaptığı kurabiye ,pasta, tatlı gibi şeyleri bir pastaneye veriyor bence kendine bir pastane açmalı fakat kendisi iş yapmakta gözü olmadığını tek isteğinin ben ve kardeşim Emre’ nin iyiliği olduğunu söyler. Emre  benim küçük kardeşim on üç yaşında, yedinci sınıf öğrencisidir. Kendisi görünüm olarak babamın kopyası , davranışları ise tam annem. Sadece sevdiği insanlar onun için önemli, okul gelecek ya da işi pek umursamaz. Ben de Eda. sekizinci sınıf öğrencisiyim. Şu an on beş tatildeyiz. Kendimi biraz kendi görüşümle anlatıyım. Bence ben dış görünüş olarak anneme ve teyzeme benziyorum. Davranışlarım hem anneminkilere hem de babamınkilere benzer. Mesela insanları önemserim ama gelecek işim ya da okuluma da önem verir ve dikkat ederim. Bugün babanemler ve halamlarla birlikte Çanakkale Deniz Müzesine gideceğiz.Okulların  tatil olması sebebiyle çok dolu olacağına eminim. Biz buradan babaanemler ise halamlarla birlikte müzede buluşacağız. Müzenin içinde silahlar,toplar,gemi parçaları ve daha fazla güzel şey vardı. Buradan sonra her ay yaptığımız gibi Şehitler Abidesi ni ziyaret ettik. Her girişinizde olduğu gibi bu sefer de babaanem yine kendimi tutamamış ve ağlamıştı. Ben de ona destek olmaya çalışıyordum. Abideden çıkar çıkmaz küçük bir kafeye gittik. Herkes birer çay içmiş ve kalkmaya başlamıştık.Arabamıza doğru gittiğim sırada önümden küçük bir kedi geçti. Onun gibi olan evsiz ve aç birçok sokak  hayvanı olduğu aklıma geldi ve bu durum beni çok üzdü.Keşke sokakta sahipsiz hiçbir hayvan olmasa.Hepsinin bir evi ya da güvende olacağı barınakları olsa. Bu düşüncelerle arabadan indim ve eve gider gitmez bizim evin önüne gelen kediler için  küçük bir kaba mama ve su koydum. Eve çıktığımda annem ve babamın konuşmasına kulak misafiri oldum. Babam ne yapacağını  bilmediğini,  annem ise İstanbul'a anneannemlerin yanına gitmemizin en iyi seçenek olduğunu kabul ediyordu. Ne olduğunu anlayamaz bir ifadeyle odaya girdim. Babama baktım ve bana açıklama yapmalarını istedim. Ufak bir gerginlikten sonra annem konuşmaya başladı:      -Babanın işleri kötüye doğru gitmeye başladı. Burda geçimimizi sürdürmekte zorlanıyoruz.Bu yüzden baban dükkanını kapatıp İstanbul’ da kendine yeni bir iş arayacak.Hem anneannen ve deden çok yaşlandılar.Bakıma ihtiyaçları da var.Çanakkale çok güzel bir şehir ama baban aylardır araştırmasına rağmen kendine uygun bir iş bulamadı.İstanbul’ da iş olanakları daha fazla. Bu yüzden İstanbula anneannen ve dedenin yanına gidiyoruz.Orada  kuzenleriniz de var.Hem sizin hem onlar için de iyi bir fırsat. Ne düşüneceğimi bilemiyordum.Doğduğum, büyüdüğüm yerden, arkadaşlarımdan, okulumdan ayrılacak olmak bana tarifi imkansız bir üzüntü veriyordu.Buna bir de babamın hayatını adadığı ve çok sevdiği dükkanını kapatacak olması da eklenince üzüntüm kat kat artmıştı. Tüm bunları düşünürken odama gittim en yakın arkadaşım Melek’i aradım ve ona olan her şeyi anlattım.O da bana ardı arkası gelmeyen sorular soruyordu: Eda nezaman gidiyorsunuz,okullar açılmadan önce mi neden gibi birçok soru soruyor ama ben üzüntümden hiç birine doğru dürüst cevaplar veremiyordum. Neredeyse gece yarısına kadar Melekle konuşmuş,  ne kadar üzgün olduğumu ama elimden birşey gelmeyeceğini anlattım.Canım arkadaşım o da beni teselli etmek adına meraklı bir şekilde dinledi. Gece saat kaçta uyuduğumu hatırlamıyorum.Gözlerimi açtığımda sabah olmuş, güneş açmıştı. Kardeşimin huysuz sesiyle anneme kahvaltının ne zaman hazır olacağını soruyor annemse mutfaktan yüksek bir sesle yakında hazır olacağını söylüyordu.

Uzun bir süre yatağımda ne olucağını sorguladıktan sonra kardeşimin seslendi ve beni kahvaltıya çağırdı.Yatağımdan kalktım ve banyoya doğru yöneldim .Yüzümü yıkar yıkamaz mutfağa gittim. Annem dün verdiği haberden sonra moralimi düzeltmek ister gibi sofrayı donatmıştı. Kahvaltıya neredeyse hiç dokunmadım.Neden herkes hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Sanki evimizden, yuvamızdan ayrılacak olmak bir tek beni üzüyordu.Emre’ nin, annemin umurunda değildi  sanki bütün bu olanlar.Daha sonra Emre neden üzgün olduğumu sordu. Tam ağzımı açıp sebebini söyleyecektim ki annem çeşitli kaş göz işaretleri yaparak yaptığı böreği beğenip beğenmediğimizi sordu. Ben de Emre’ nin henüz annemle babamın taşınma kararlarından haberinin olmadığını anladım. Kahvaltı masasını toparlayıp  anneme ev işlerinde biraz yardım ettikten sonra  Melek’e mesaj yazdım  ve buluşmaya karar verdik. Evimize yakın bir yer olması ve sahiplerini de annemin tanıması nedeniyle annem de arkadaşlarımla biraz daha vakit geçirmem için izin verdi.Sonra aklıma Elif'i de çağırmak geldi. Elif'i aradım ve müsait olduğunu söyledi .Ona da kafenin yerini söyledim ve davet ettim. Altıma siyah düz bir kot ve üstüme bir kazak giydim. Hızlıca çantama bir şeyler attım.Tam  evden çıkıcaktım ki arkadan Emre seslendi. Benimle gelmek istediğin söyledi.Ben de hızlı olmasını söyledim ve beraber evden çıktık. Vardığımızda Melekle Elif beni bekliyorlardı. Biz de hızlıca gidip oturduk. Emre'nin olanlardan haberi olmadığı için konuşurken kelimelerime çok dikkat ettim.Melek’ e de son anda mesaj yazıp Emre ile ilgili durumu anlattım.Onun da benim gibi her şeyi aniden öğrenip üzülmesini istemiyordum çünkü.  Biraz oturup arkadaşlarımla sohbet edip kafamı karıştıran ve beni üzen şeyleri unutmaya çalıştım.İnsanın güvenebileceği, mutsuzken neşelenmesini sağlayan arkadaşlarının olması ne kadar güzel.Emre’ nin yanımızda olması geleceğe yönelik planlarımızı konuşmakta bizi biraz engellese de yine de arkadaşlarımda bir arada olmak bana iyi gelmişti. Birkaç saat oturup sohbet ettikten sonra kardeşimle eve dönmüştük.Akşam yemekten sonra annem ve babam Emre’ ye taşınma durumumuzu anlattı.Emre benim gibi sakin karşılamadı.Okulundan, arkadaşlarından ayrılmak istemediğini,  gerekirse babaannemlerle birlikte kalacağını söyledi.Annem ve babam bu fikre hiç sıcak bakmadılar.Onlar da en az bizim kadar üzgünlerdi.Babam bu durumdan onların da üzgün olduğunu ama bir şekilde hayatın devam ettiğini ve hayat şartlarının bizi taşınmaya zorladığını söyledi.Haklıydı da . Ailemizin reisi olarak bizim için endişelendiğini,Çanakkale’ de kalırsak ekonomik olarak zor durumda kalabileceğimizi söyledi.Biraz mantıklı düşününce ben de ona hak verdim.Bu düşünceyle ben de Emre’ yi ikna etmek için annemle babama destek olmaya karar verdim. Kardeşime biraz anlayışlı olmasını hayatımızı devam ettirebilmemiz için taşınmamızın zorunlu olduğunu anlatmaya çalıştım.Ben de dün öğrendiğimde çok üzüldüğümü ama zamanla bu fikre alışmamız gerektiğini söyledim. Günler geçip giderken biz de taşınma hazırlıklarına başlamıştık.Şu an on beş tatildeydik ama haftaya okul açılacaktı.Bu yüzden bir an önce yeni evimize gitmemiz, gideceğimiz okula kaydımızı aldırmamız gerekiyordu. Taşınacağımız yer İstanbul’ un tarihi semtlerinden olan Kadıköydü.Küçüklüğümden beri sürekli gittiğimiz bir yerdi ama artık rada yaşayacağımız için Kadıköy hakkında derinlemesine bir araştırma yapmaya karar verdim.Şimdilik sadece internetten yaptığım araştırmalarla şu  bilgilere ulaştım: Kadıköy‘ün tarihi çok eski yıllara dayanmaktadır. Kuruluş tarihi olarak M.Ö. 675 yılı kabul edilir. M.Ö. 1000 yılları civarında Fenikeliler tarafından Fikirtepe'de çeşitli kaynaklarda Harhadon adıyla anılan bir ticaret

kolonisi oluşturulduğu bilinmektedir. Fikirtepe’ deki ilk yerleşmenin karşısında Moda Burnu ile Yoğurtçu arasında Halkedon (Bakır Ülkesi) adıyla ikinci bir yerleşme daha oluşur. Halkedon (Kalkedon) bu dönemde Apollon Tapınağı ile ün salar. Haydarpaşa Çayırı ise Halkedonlular tarafından at yarışları için kullanılır. M.Ö. 658'de Sarayburnu'na yerleşerek Bizans şehrinin nüvesini atan Bizans, yörenin güzelliğine hayran kalır ve bu güzel yer dururken  karşı tarafta (Kadıköy'de) yerleşen insanları körlükle vasıflandırarak, Kadıköy'ü “Körler Diyarı” olarak adlandırır. Bu sebeple çeşitli kaynaklarda bu adla da anılmıştır.         İstanbul'un fethi sonrası Fatih Sultan Mehmet Halkedon'u, meşhur Nasrettin Hoca'nın kızının torunu olan ilk İstanbul Kadısı Celalzade Hızır Bey'e verir. Buna izafeten yerleşme adının da Kadıköy olarak değiştiği söylenir.18. yüzyıl, özellikle Lale Devri boyunca Kadıköy çevresinin mesire yeri olarak öneminin attığı bir dönem olur. Haydarpaşa, Yoğurtçu, Moda ve Kuşdili çayırları ile Uzun Çayır halkın rağbet ettiği gezinti alanlarıdır. 18. yüzyılda o zamana kadar Türklerin ve Rumların yaşadığı Kadıköy'e Ermenilerin de yerleşmeye başladığı görülür.Kadıköy ve çevresi 19. yüzyılın ikinci yarısında kararlı bir gelişme göstermeye başlar. Selimiye Kışlası ve Hardarpaşa Askeri Hastanesi gibi önemli yapıların inşasıyla asıl gelişmeler başlar. Bu gelişmeleri takip eden diğer iki önemli olgu da şunlardır: Şehir içi vapur işletmeciliği ve Haydarpaşa- İzmit demiryolunun açılması.                          19. yüzyılın sonlarına doğru Moda çevresinde gayrimüslim ve Levantenlerin yerleşmeye başladıkları gözlenirken, Göztepe, Erenköy, Bostancı çevresinde de II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) önde gelen devlet görevlilerinin geniş araziler içinde köşkler yaptırdıkları görülür. Fenerbahçe'ye doğru da varlıklı Levanten ve gayrimüslimler geniş araziler satın alarak sayfiye amaçlı köşkler inşa ettirirler. 1892'de Hasanpaşa Gazhanesi'nin yapılmasıyla havagazına, 1894'te şehir suyuna kavuşan Kadıköy'e 1928'de elektrik gelir. Kadıköy'de kurulan Onuncu Belediye Dairesi'nin ilk başkanı Osman Hamdi Bey olur.      İstanbul'da 1860'lardaki ilk imar operasyonlarından herhangi bir pay elde edemeyen Kadıköy, 1912-1914 arasında Cemil Topuzlu'nun şehreminliği sırasındaki ikinci imar operasyonları döneminde bazı önemli imar operasyonlarına sahne olur. Bazı yol yapımı ve altyapı uygulamalarının yanı sıra Şehremini Cemil Paşa'nın şehir ve semt parkları oluşturma projesi kapsamında Kadıköy'de Kuşdili Deresi'nin kıyısında Yoğurtçu Parkı yapılır. Ayrıca İskele Meydanında bulunan ve halen kullanılan belediye binası da bu dönemde inşa edilir.        Cumhuriyet arifesinde Kadıköy'ün İstanbul'un en gelişmiş semtlerinden biri olduğu söylenebilir. Kadıköy Cumhuriyet'e kadar az çok devam eden oldukça renkli bir nüfus yapısına sahip olmuştur. Kadıköy, 1869 yılında o zamanlar daha büyük ve önemli bir merkez olan Üsküdar Sancağı'na bağlanmıştır. Uzun süre Üsküdar'a bağlı olan Kadıköy, 1 Eylül 1930'da ilçe olur. Bu tarihte Kadıköy'ün Kızıltoprak ve Erenköy olmak üzere iki bucağı vardır.       1938-1949 arasında Vali ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar'ın giriştiği ve İstanbul'daki üçüncü imar operasyonlarını oluşturan dönemde, Kadıköy'de de projeler gerçekleştirilir. Kadıköy-Üsküdar yolunun Haydapaşa'da demiryoluna rastlayan kesiminde bir köprü yapılması, Bağdat Caddesi'nin Kartal'a kadar asfaltlanması, Kadıköy Halkevi'nin inşası bu dönemin Kadıköy'deki en önemli imar operasyonları olur. Kozyatağı'nda bir su deposu inşa edilir. Hasanpaşa'da yer alan Kadıköy Gazhanesi'ni işletmekte olan Havagazı Şirketi, 1945'te İETT bünyesine katılırken, toplu ulaşım alanında tramvayları desteklemek amacıyla 1947'den itibaren otobüs işletmesine de başlanır.Yapımı 1953'te başlayan Haydarpaşa Limanı ilave rıhtım ve depo inşaatları ile 1954'te başlayıp 1957-1958'de  biten Haydarpaşa-Pendik çift şeritli yolu (eski E- 5, yeni D-100), bu dönemde Kadıköy'de gerçekleşen iki büyük ve önemli projedir. Özellikle Bağdat Caddesi yerine yerleşmenin kuzeyinde inşa edilen yeni Ankara Yolu ile şehirler arası trafik yerleşme içinden çıkarken, yeni yol güzergahıyla da bir anlamda yeni bir psikolojik sınır tanımlanmıştır. Bununla birlikte 1950'li yıllar Kadıköy çevresinde az yoğun, müstakil ve yer yer bahçeli yapılaşma türünün halen devam ettiği bir dönemdir. Kadıköy'ün özgün karakterini oluşturan bu mekansal yapının dönüşümü ağırlıklı olarak

1960'larda gerçekleşir.1960'lar sonrasında Kadıköy'de ticaret ve hizmet sektörlerinin yoğunlaşma göstermesiyle, bu tarihlerden itibaren Kadıköy, Sirkeci-Eminönü-Karaköy-Beyoğlu gibi birinci kademe merkezlerin ardından ikinci kademedeki metropoliten alt merkeze dönüşmüş ve eski semt merkezi özelliklerini yitirmiştir. 1980'li yıllarda çeşitli düzenlemeler yapılır. Bu dönemde gerçekleştirilen çeşitli projeler arasında, Haydarpaşa Koyu'nun doldurularak meydanın genişletilmesi, Dalyan-Bostancı arasında denizin doldurularak kıyı düzenlemesi yapılması ve sahil yolu açılması (1984-1987), Kalamış Koyu ve Fenerbahçe'de yat limanı inşası (1985-1988), yapımı 1993'te tamamlanan İskele-Mühürdar arasında deniz doldurularak meydanın büyütülmesi ve yeşil alanlar kazanılması sayılabilir. Bu dolgu çalışmalarıyla denizden 900.000 metre kareden fazla alan kazanılır ve 5 km'den uzun bir sahil yolu elde edilir. Kadıköy Meydanı da bu dönemde bazı önemli değişiklikler geçirir. Eski hal binası kondervatuvara tahsis edilir ve iskele ile hal arasında kalan alan trafiğe kapatılarak yaya kullanımına açılır. Haydarpaşa yönünde, dolgu alanda yeni durak yerleri oluşturulur. Çarşı içinde de bazı sokaklarda yaya alanı uygulaması başlatılır. İskele yanındaki park yeniden düzenlenir.  Kadıköy günümüzde, nüfus büyüklüğü, ekonomik faaliyet ve imar açısından İstanbul'un en önemli ilçelerinden birisidir.  Çok şaşırmış biraz da korkmuştum.Büyüdüğümüz yer merkez de olsa Çanakkale küçük ve sakin bir yerdi.Bir yeri daha önce görmekle orada uzun süre yaşayacak olmak çok farklıyrahatlatıyordu ama ben yine de düşünmeden edemiyordum. Pazartesi günü erkenden kalkıp kahvaltımızı yapıp okula doğru yola çıktık.Okulumuz yürüme mesafesinde bir yerdeydi.Emre ve annemle birlikte okula gittik.Babam işe gittiği için bizimle gelemedi.Kahvaltıdan sonra bize iyi dersler dileyip evden ayrılmıştı. Sınıfım 8 E.Okulun giriş katında koridorun en sonunda.Annem okulun kapısına kadar gelmişti ama sınıfın kapısına kadar gelmesini istememiştik.Emre’ nin sınıfı 7/A.Üç katlı olan okulumuzun en üst katında. Sınıfın kapısından girip şöyle bir etrafa baktım.Sınıfa yeni geldiğim için bir anda herkes susmuş bana bakmıştı.Ne yapacağımı nereye oturacağımı bilemez halde öylece kalakalmıştım.Allahtan sonradan sınıf başkanı olduğunu öğrendiğim Cemre yanıma gelip bana adımı sormuş, sınıfa yeni geldiğimi öğrenince yanının boş olduğunu söyleyip istersem yanına oturabileceğimi söylemişti.Böylece okuldaki ilk günüm de resmi olarak başlamıştı.İkinci dönemin başlamasının ilk günü olması nedeniyle dersler genelde sakin geçmiti.Öğretmenlerimiz tatilde neler yaptığımızı soruyordu.Özellikle sınıfa yeni katılan bir öğrenci olduğum için sürekli adımı söyleyip nereden geldiğimi anlatma derdine girmiştim.Bu sene gireceğimiz sınav da öğretmenlerimizin en önemli gündem maddelerindendi.Taşınma,eve yerleşme, yeni okul telaşı derken asıl konsantre olmam gereken konu olan sınavdan bu süreçte uzaklaşmıştım.Özellikle sınıf öğretmenimiz olan Fen Bilimleri öğretmenimiz Ayşe Öğretmen artık sınava iyice yoğunlaşmamızı öneriyordu. Okulun ilk gününden yeni arkadaş edinmiştim bile, ama yine de eski arkadaşlarımın yerine geçeceğini düşünmüyordum. Ara ara telefondan görüşüyorduk. Fakat onları hala özlüyordum. Sınıfta Meryem adında bir arkadaşım oldu. Onunla iyi anlaşıyorduk. Beni yeni yeni insanlarla tanıştırdı. Okulda sosyalleşmeye başlıyordum. Tabi ki Çanakkale’ deki arkadaşlarımı unutmadım ama yeni arkadaşlarda edinmem gerekiyordu.Akşam Melek’ i aradım konuştuk. O da yeni arkadaşlar edinmiş. Bir gün beni unutacağından korkuyorum açıkcası. Akşam kardeşim Emre ile konuştum. Okuluna alışamadığını söyledi, yüzünde üzgün bir surat vardı. Ne olduğunu sorsam da içine kapanık kardeşim hiç cevap vermiyorduBen de daha fazla üzerine gitmedim, uyudum. Sabah kalktığımda çok halsiz hissediyorum. Annem okula gitmesem iyi olacağını ateşimin de olduğunu söyledi.. Oysaki Meryem’i 2 gündür görmediğim için onu özlüyordum ama başka çare yoktu. Evdeydim bir süre sonra aniden annemi biri aradı. Annem çok telaşlı bir şekilde evden

çıktı. Ben çok korkmuştum. Aradan birkaç saat geçti. Kapı açılma sesi ile bir anda kapıya fırladım. Emre ağlıyordu. Anneme ne olduğunu sordum. “Emre birkaç arkadaşı ile kavga etmiş. Öğretmeni ile konuştum” dedi. Emre’nin yanına gittim. Çok üzüldüğünü olayların nasıl yaşadığını anlamadığını söyledi. Baştan sona anlatmasını istedim. Kendisi okula yen geldiği için dışlandığını bu yüzden ona sözlü şiddet uygulandığını söyledi. Onun adına üzülmüştüm. Biraz bebek gibi davransa bile onu anlıyorum.Eski arkadaşlarına çok düşkün birisi. Ne olursa olsun hep arkadaşlarıylaydı. Onun için ne kadar üzücü bir durum olsa da alışmalıydık. Babamın işleri burada daha yolunda. Ben de arkadaşlarımı ne kadar özlesem de yapacak bir şey yok. Akşam oldu babam eve geldi. Yemeğe oturduk ve sohbet etmeye başladık. Babama olanları anlattık. Babam ise Emre adına üzüldüğünü yemekten sonra onunla konuşacağını söyledi. Annem bir anda bizim Ayosofya gezimizin konusunu açtı. Babam bu konuya çok sıcak bakmadığını hem biraz da hasta olduğum için gitmememin daha iyi olacağını söyledi. Çok üzülüp odama kapandım saatlerce ağladım. Sonra Meryem’e mesaj attım. O da gelemeyeceğim için üzüldü. Sonra biden babam içeri girdi. Özür diledi ve gidebileceğimi fakat dikkat etmem gerektiğini söyledi. Benim için endişeliydi. Sonra sarılıp barıştık. Akşam olmuştu uyku vakti gelmişti. Yatağıma girdim ve uyudum. Sabah olmuştu. Okula gidecektim, giyindim ve evden çıktım. Yürümeye başladım. Bir an Fen ödevimi yapmadığım aklıma geldi. Ama maalesef okula varmıştım. Yapacak bir şey yoktu. Öğretmen geldi ve kızmaya başladı. Ben ise özür diledim . Bana ceza olarak 2 hafta sonrasına 1 bilim kurgu kitabı okuyup getirmemi istedi. Bende kabul ettim. Teneffüs çaldı Meryem şaşırmıştı dedi ki “senden beklemezdim.Derslerine özen gösteren,çalışkan bir Babam bir apartmanın altında bir dükkan olduğunu ve orayı almak almak istediğini söyledi. Annem mutlu olmuştu. Emre “Burası çok kalabalık bir yer Çanakkale de kalsak daha iyi idi hem arkadaşlarımı kaybetmez hem de okulumu özlemezdim neden buraya taşındık ki” diyerek bir hızla odasına gitti. O da alışacaktır eminim. Ben de arkadaşlarımı kaybettiğim için çok üzgünüm fakat bu ailemiz için olumlu bir karar olabilir.Ne de olsa babamın işleri yüzünden buraya gelmiştik. Babamın da bir suçu yoktu.İşleri yoluna koymak için çabaladı.Annem babam yeni işine başlayınca beni bir dershaneye yazdıracaklarını söyledi. Bu habere kendim için sevinmiştim. Daha sıkı çalışabilir iyi bir geleceğim olabilirdi. Gece olmuştu artık uyumam gerekiyordu. Bir an önce uyumak istiyordum.Sabah erken kalkacaktım çünkü.Sabah olmuştu kahvaltımı edip giyinmiştim. Okul için evden çıkıp yürümeye başladım. Sokağın sonunda yürürken sınıf arkadaşım Erdem’ i görmüştüm. Erdem “ne oldu neden geldin bir anda yanıma” dedi. Bende “hiç nasılsın diyecektim” dedim. O ise “iyiyim, iyiyim” diyerek yanımdanuzaklaşmıştı. Çok kalbim kırılmıştı. Üzülmüştüm. Gerçekten sınıfımın çok iyi bir sınıf olduğunu düşünmüştüm. Fakat Erdem beni şaşırtmıştı. Aslında öyle bir çocuğa benzemiyordu. Okula varmıştım sıra arkadaşım Meryem hala gelmemişti. Sınıf Başkanı Cemre yanıma geldi 2-3 dakika sohbet ettik ve sonra zil çaldı ve öğretmen geldi. Derse başladık. Ders bitişinde öğretmen ödev Verdi ve teneffüs çıktık. Zeynep ile tanışmıştım. Yürürken pencerede asılı olan Ayasofya gezisi yazısını gördüm. Zeynep aniden “Bizde Gidelim mi?” dedi. Bende “Olabilir neden olmasın Meryem de gelir ama ilk ailelerimizden izin alalım” dedim. Akşam eve gittim Ayasofya gezisini anneme sordum. Kabul etti. Babam bir şey demedi. Akşam Meryem mesaj attım. O da gelebileceğini fakat çok hasta olduğunu söyledi. Aslında Zeynep’i de çağırmak istiyorum fakat Meryem ile anlaşamayacaklarından koruyorum.kızsın, nasıl ödevini yapmayı unuttun” dedi. Ben de “Bilmiyorum Emre’nin başına gelenlerden sonra yapmayı unutmuşum” dedim. Bir anda “Ne oldu ki ?” dedi. Olayı anlattım. Meryem de üzüldü. Teneffüs bitti derslere geçtik. Akşam oldu eve gitmiştim. Babam beni bir

dershaneye yazdırdığını söyledi. Önceden de demiştim. Durumumuz gittikçe iyi oluyordu. Dershaneye 2 hafta sonra başlayacaktım. Bir anda aklıma Ayasofya gezisine 2 gün kaldığı aklıma geldi. Babama söyledim biraz harçlık verdi. Meryem’e mesaj attım. Zeynep’in gelmesinin sorun olmayacağını söyledi. Hemen Zeynep’e yazdım. Gelemeyeceğini söyledi. Çok üzülmüştüm. Bir anda telefonumda Meleğin aradığını gördüm. Uzun uzun konuştuk. Sonra yattım sabah kalkıp okula gittim. Her zamanki gibi geçti günüm. Sadece Erdem’i gördüm.O gün bana davranışları için özür diledi.O da evde kardeşiyle tartışmış ve üzgünmüş. Bir anda beni görünce biriyle konuşmak istemediği için bana ters davranmış. Benden özür diledi. Barıştığımızı ama bu şekilde konuşması çok kırıcı olduğunu söyledim. Akşam eve gittim. Yarın Ayasofya gezimiz vardı. Acaba neler yaşanacaktı. Merakla yatağıma gittim ve uyudum. Sabah olmuştu bugün cumartesiydi Ve Ayasofya gezimiz vardı çok heyecanlıydı. Hazırlandım ve Meryem’i aradım. O da hazırlanmıştı . Okula gittim Meryem`i gördüm beraber servise bindik. Çok heyecanlanmıştım. Birkaç saatlik yol ile Ayasofya’ya varmıştık.Çok heyecanlıydım. Meryem de heyecanlanmıştı. Servisten indik ve o güzel Ayasofya gezimiz başlıyordu. Ayasofya hakkında biraz bilgi edindim. Ayasofya I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür.a Gerçekten çok etkileyici bir görüntüsü vardı. Gözlerimi alamıyordum. Çok görkemli bir mimarisi vardı.Gezdikçe daha çok bilgi ediniyor ve hayran kalıyorduk. Ayasofya Müzesi dünyanın 8. harikası olarak bilinmektedir. Eser İmparator Justinianos tarafından yaptırılmıştır. Yapılma esnasında binlerce işçi çalışmış ve toplamda 5 yıl sürmüştür. Böylece 537 yılında açılmıştır. Ayasofya yaptırılırken dünyadan binlerce mermerler ve mozaik taşlar getirilmiştir. Bu mermer ve taşlar dönemin en iyi mermer ve taşlarından oluşmaktadır. Böylece dönemin en iyi eseri ortaya çıkmıştır. Ayasofya'nın yapımından İstanbul'un Fethedildiği döneme kadar kilise olarak kullanılmıştır. Fakat fetih sorası kilise camiye çevrilmiştir. 1935 tarihinde ise Atatürk'ün emri ve Bakanlar Kurulu tarafından müzeye çevrilmiştir. Ayasofya Müzesi içinin görkemli olan yanı havada asılı olarak duran kubbenin yüksekliğidir. Ayasofya kubbesinin çapı 30 metre, yerden yüksekliği ise 55 metredir. Sultan Abdülmecid döneminde onarım çalışmaları yapılmıştır. Kubbenin içerisine ''Allah göklerin ve yerin nurudur'' anlamında Kuranda yer alan Nur Suresinin 35. ayeti yazılmıştır. Altı kanatlı melek figürleri kubbenin altında bulunan dört köşede yer almaktadır. Bu da kubbenin ihtişamına farklı bir hava katmıştır. Ayrıca Ayasofya Müzesinde Osmanlı Döneminde eklenen pek çok eser bulunmaktadır. Sultan Abdülmecid döneminde yuvarlak hat levhalar yapıya ilave edilmiştir. Ayrıca bu levhalar İslam dünyasının en büyük hat levhaları olarak gösterilmektedir. Osmanlı Döneminde 19. Yüzyılda bolca altın yıldız kullanılarak gösterişli mihrap yenilenmiştir. Macaristan fethi sonrasında Kanuni Sultan Süleyman Budin'den şamdanlar getirerek mihrabın sağına ve soluna yerleştirilmiştir. Ayrıca III. Murad döneminde de mihrabın arkasına duvardan boydan boya saran mavi çini kuşak Bakara Suresi 255. ayet ve Ayetü'l Kursi yazılmıştır. Geziye gelmeden önce araştırma yapmamız çok işe yaramıştı.Bir de yakından görmek bizi çok etkilemişti. Arkadaşı Meryem ile bol bol fotoğraf çekindik ve çok şey öğrendik. Gezi bitip eve döndüğümüzde saat akşam yedi olmuştu.Anneme, babama ve kardeşime gezimin nasıl

geçtiğini ve Ayasofya hakkında öğrendiğim bilgileri anlattım.’’Keşke hep birlikte gidebilseydik.Ben de çok merak ettim’’ dedi meraklı kardeşim Emre.Ben de ona üzülmemesini annemle babamın müsait oldukları bir zamanda hep beraber gezmeye gidebileceğimizi söyledim. Onlar da bu fikrimi çok beğenip onayladılar. Okuldu, dersaneydi, sınavlar ve çözmem gereken testler derken ailemi, Çanakkale’ deki arkadaşlarımı ihmal ettiğimi düşünüyordum.Hayatımda ne kadar çok şey değişmişti.Hepsi de birkaç ay içinde olmuştu.Bazen bütün bunları düşünüp üzülüyor, daha bu yıl okul değiştirmişken seneye liseye gideceğim için okul konusunda yaşadığım bu stresi tekrar yaşayacak olmak beni düşündürüyordu.Ne olursa olsun moralimi yüksek tutmaya çalışıyordum. Gün geçtikçe babamın işleri daha iyi gitmeye başlıyordu. annem de anneannem ve dedemle bir arada olmaktan dolayı gayet mutluydu.Emre de sınıf arkadaşlarıyla daha iyi anlaşıyor birlikte futbol maçı bile yapıyorlardı. Babam bir gün bu hafta sonu hep birlikte gezmeye gideceğimizi Şu anlata anlata bitiremediğim Ayasofya ve başka tarihi yerleri gezeceğimizi bu yüzden hepimizin müzekart çıkarmamızın iyi olacağını söyledi.Çok heyecanlanmıştım.Sınava da az zaman kalmıştı ama bu, ailemle birlikte zaman geçirip eğlenmeme engel değildi.Hem bana da moral olurdu. Babamın önerisiyle gezeceğimiz yerlerde kolaylık olsun diye ailecek hepimiz birer müzekart çkardık.Ertesi gün tam bir İstanbul turu yapacağımızı söyledi babam.Çok heyecanlıydım.Buraya geleli bir aydan fazla zaman olmuştu ama ailemin işleri, okul ve dersaneye gitmem ve bu yılki derslerimin ağır olması nedeniyle bir türlü yaşadığımız yeri gezme imkanımız olmamıştı. Sabah erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık ve gezimizi yapmak üzere hep birlikte evden çıktık. Babam: ‘’ İstanbul’u tanımak ve bu şehri anlamak isteyenlerin mutlaka görmesi gereken yerler arasında saraylar, camiler, müzeler, parklar, hamamlar, çarşılar ve daha bir sürü doğal ve tarihi güzellik bulunuyor. Belki de tüm bu noktaları gezmek için bir gün, bir hafta bile yeterli olmayacak fakat, en azından birbirine yakın olan yerlerden birkaçını gezmemiz bize, İstanbul’un tarihi, kültürü ve inanı hakkında bilgi sahibi olmamıza yetecektir. İlk durağımız İstanbul’un en popüler meydanı olan Taksim.Babam buranın hem kutlamalarda hem de toplumsal olaylarda ilk adres olarak ön plana çıktığını söylüyor. Taksim’ den sonra ise soluğu oranın devamında olan İstaiklal Caddesi’ nde alıyoruz soluğu. Yerli ve yabancı turistler İstiklal Caddesi’nde hediyelik alışverişi yaparken İstanbullular da buradan günlük ihtiyaçlarını karşılıyor. Suriye Pasajı, Yapı Kredi Kültür Merkezi, Galatasaray Lisesi, Rumeli Han ve eski Emek Sineması gibi yerleri de görüp biraz mola vermek için bir pastaneye oturuyoruz.İnci Pastanesi… Emre ile birer profiterol yiyoruz. Annemle babam da birer çay içiyor ve gezimize devam ediyoruz. Biraz ilerlediğimizde tüm ihtişamıyla Galata Kulesi karşılıyor bizi.Galata Köprüsü üzerinden yürüyüp balık tutanları izleyerek Eminönü’ ne geçiyoruz.Balık ekmekçilere uğrayıp karnımızı doyurduktan sonra yolumuza tarihi Kapalıçarşı ile devam ediyoruz.Burada babamın asker arkadaşı Ahmet amcayı ziyarete gidiyoruz. O da bize ‘’ dizi ve filmlere de sıkça konu olan Kapalıçarşı ya da turistlerin bildiği adıyla Grand Bazaar; İstanbul’da alışverişin parmakla gösterilen adresi olduğunu aynı zamanda dünyanın da en büyük üstü kapalı çarşılarından biri olan Kapalıçarşı’ nın neredeyse 4 bin dükkana sahip olduğunu söylüyor. Evliya Çelebi’nin de ünlü Seyahatnamesi’nde çarşıdan söz ettiği biliniyormuş.

Tarihi Kapalı Çarşı’da her tür esnaf var.Ahmet amcanın dükkanı gibi Baharatlar, , aydınlatmalar, halılar, kilimler… Kısacası aklınıza ne gelirse buradan temin edebilirsiniz. Buradaki yabancı turist yoğunluğu da çok fazla. Bunu gezerken insanların konuşmalarından anlıyoruz. Oradan da yine İstanbul’ u gezenlerin uğrak yeri Mısır Çarşısına gidiyoruz.Bu ad bana çok komik geliyor.Burada sadece mısır mı satılıyor diye babama sorduğumda o da çarşının Mısır adıyla anılmasının sebebinin ; tarih boyunca ağırlıklı olarak Mısır’dan gelen ürünlerin burada satılması olduğunu söylüyor.Baharatlar, aromalı bitki çayları ve elbette hediyelik Türk lokumları çarşıda bulunan dükkanlarda satılan ürünler. Oradan sonraki rotamız birkaç hafta önce arkadaşlarımla birlikte gittiğimiz Ayasofya.Bu kez aileme ben rehberlik ediyorum. Bizans döneminde inşa edildiğinde bir patrik katedrali olan; 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesi ile ise cami olarak hizmet vermeye başlayan Ayasofya; 1935 itibarıyla müze olarak ziyarete açıldı. 2020 itibarıyla da tekrar camii olarak ibadete açıldı. Mimari olarak bir başyapıt olarak değerlendirilen yapı, dünyanın hem en eski hem de yapımı en kısa süren katedrali olarak da anılıyor.. Müzede vaaz kürsüleri ve Osmanlı tuğraları da var; Hz İsa ve Hz Meryem gibi Hristiyanlık için önemli figürleri simgeleyen mozaikler de… Ayasofya minarelerinden ikisinin Mimar Sinan’a ait olduğunu söylüyorum.Annemle babam da bu yapı karşısında hayranlıklarını gizlemiyorlar ve verdiğim bilgiler nedeniyle bana teşekkür ediyorlar. Daha sonra ise Topkapı Sarayı,Gülhane Parkı,Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Meydanı ve Sultan Ahmet Camii ne gidiyoruz ama artık çok yorulduk ve hava kararmaya başladığı için eve dönmeye karar veriyoruz. Yolda Emre ile birlikte annem ve babama bizi böyle bir geziye çıkardıkları için teşekkür ediyoruz.Gerçekten İstanbul gezilip görülmesi gereken bir yer.Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.Babam İstanbul’ da daha gezilecek çok fazla yerin olduğunu ama bunu sınavdan sonraya bırakmamız gerektiğini söylüyor.İstanbul’ un güzelliklerine dalıp gitmişken sınavı bir süreliğine unutmuştum ama evet bir iki ay gibi bir süre sonra belki de bütün hayatıma yön verecek bir sınava gireceğim.Bu beni hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyor. Eve geliyoruz.Hepimiz çok yorgunuz.Akşam yemeğinden sonra kardeşim Emre de ben de bir an önce uyumak için odalarımıza gidiyoruz.Hemen uyumamız lazım çünkü yarın okul var. Yorucu bir günün ardından ertesi sabah yorgun da olsak okula gitmemiz gerektiğinden kahvaltımızı yapıp kardeşimle okula gittik. Mart ayının gelmesiyle hava ısınmış güneş sonunda yüzünü göstermişti. Türkçe öğretmenimiz bir duyuru yapmıştı.Bu sen 18 Mart Çanakkale Zaferi için bir kompozisyon yarışması düzenleneceğini, yarışmada dereceye giren ilk üç kişiye ödül olarak Çanakkale’ de geziye gideceğini söylemişti.Arkadaşlarım da ben de çok heyecanlanmıştık.Ben de oralı biri olarak Çanakkale’ nin güzelliklerini, tarihimizde ne kadar önemli bir yer olduğunu teneffüste anlatmaya başlamıştım bile.Türkçe Öğretmenimiz Ayşe Hoca benim anlattıklarımı duymuş hem arkadaşlarımı yarışma için motive etmek hem de 18 Mart yaklaşırken sınıfımıza Çanakkale’ yi anlatan bir sunum hazırlamamı istemişti.Cuma günü yapacaktım sunumumu.Heyecanlıydım. biraz da korkuyordum.Orada doğmuş ve büyümüş, ilkokula orada gitmiştim.Her yerine her şeyine hakim olduğum bir yerdi ama arkadaşlarımın karşısında anlatacak olmak beni endişelendiriyordu.Okuldan giderken kardeşime evde de akşam anne ve babama ödevimi söyleyince bunu yapabileceğimi zaten bildiğim bir yer olduğu için rahatlıkla sunumumu hazırlayabileceğimi söylediler.Biraz olsun rahatlamıştım.Ailemin desteğini hissetmek iyi gelmişti.Bugünden sunumumda hangi bilgileri kullanacağımı listelemiş, biraz da sınav için test çözüp yattım.

Okula gittiğimde Meryemle konuştuk.Bana yarışmaya katılmak istediğini söyledi.Çok heyecanlıydı.Ben de arkadaşıma zaten Türkçe dersinde başarılı olduğunu yarışmada da dereceye girebileceğini söyleyerek moral verdim.Cumaya kadar hem yapacağım sunumumda söyleyeceklerimi Meryem’ e anlattım o da bana yarışma için yazdığı kompozisyondan bölümler okudu.Kompozisyonu gayet başarılıydı.Zaten Meryem kendini çok iyi ifade eden, kalemi de bir o kadar kuvvetli biriydi. Derken Cuma geldi.Ödevimi sunmak için okulun yolunu tuttum.Türkçe dersi geldi.Öğretmenimiz akıllı tahtayı açtı ve ben sunumuma başladım:      Eski çağlarda Hellespontos ve Dardanel olarak anılan Çanakkale M.Ö. 3000 yılından beri yerleşim alanı niteliğini korumuştur. Erken Bronz Dönemi’nden bu yana önemli bir yerleşim merkezi olan Çanakkale; Çanakkale Boğazı sayesinde Anadolu ile Avrupa ve Akdeniz ile Karadeniz arasındaki bağlantıyı sağlayan iki geçit bölgesinden biridir. Bu özelliği nedeniyle oldukça zengin bir tarihi vardır.Yörede yaşayan topluluklara ekonomik ve askeri üstünlük sağlamış, onlar da uygarlık alanında çağdaşlarını geçmişlerdir. Ancak bu durum, yöreyi çeşitli göç ve istila hareketlerinin hedefi yapmıştır. Değişik tarihlerde yerleşmek yada yağmalamak amacıyla bölgeye gelenler olmuş, her iki durumda belirli kültür alışverişini yoğunlaştırmıştır. Bu kültürel yoğrulma, yüzyıllar boyu kesintilerle sürmüş, bunun sonucu oldukça renkli bir kültür mozayiği ortaya çıkmıştır. Boğazın en dar yerinde Fatih Sultan Mehmet döneminde Rumeli yakasında Sestos dolaylarında Kilitbahir, Anadolu yakasında Abydos dolaylarında Sultaniye (Kale-i Sultaniye) yada Çanak Kalesi adı ile anılan kaleler yapılmıştır. Bugünkü Çanakkale İli’nin adı Anadolu yakasındaki Çanak Kalesinden gelmektedir. Yörenin en eski halkı Beşiktepe ve Kumtepe yerleşmelerinden bilinen Kalkolitik Dönemin yerli halkıdır. Bunları, İ.Ö. 3000’lerden 1200’lere kadar herhangi bir dış etki altında kalmadan yaşamlarını sürdüren Troya halkı izler. Bundan sonra sırasıyla Troya Savaşları ile Akalar, Ege göçleri ile çeşitli kavimler gelmiştir. En son olarak Sicilyalı Komutan Roger De Flor’un ölümüyle buyruğundaki Katalonyalılar bir süre etkinliklerini sürdürseler de, daha sonra Türkler’le yaptıkları bir anlaşma gereği, Çanakkale ve yöresini Türk Beylerine bırakmışlardır. M.Ö. 3000 yılında kurulan I. Troia, M.Ö. 2500 yıllarında bir depremle yıkılmıştır. Bundan önce de yörede eski yerleşmelerin bulunduğu bilinmektedir. Dardanos kentinin I. Troia'dan önce kurulduğu düşünülmektedir. Kuruluş önceliği 100-150 yıl kadardır. M.Ö. 1200'lerde kuzeyden gelen \"Deniz Kavimleri\"nin göçü ile bölgede ve Anadolu'da yazılı tarih açısından karanlık dönem başlamıştır. Bölge, M.Ö. 7. yüzyılda Batı Anadolu'da büyük bir güç haline gelen Lydia Krallığı'nın egemenliğine girmiş, M.Ö. 5. yüzyılda Perslerin gelmesiyle, Pers etkisi artmaya başlamış, M.Ö. 386 yılında Persler ve Spartalûar arasında yapılan \"Kral Barışı\" ile bölgede kesin olarak Pers egemenliği sağlanmıştır. M.Ö. 334'te Makedonya Kralı Büyük İskender'in Pers ordusunu Biga Çayı (Granikos) yakınlarında bozguna uğratmasıyla Anadolu'da Pers hakimiyeti gerilemeye başlamıştır.İskender'in Ölümünden sonra İskender'in komutanları bölgede iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Bergama Krallığı'nın hakimiyeti ve Galat istilaları döneminden sonra, Roma'nın bölgedeki hakimiyet kurma çabaları sırasında Diktatör Sulla, Gelibolu'ya kadar gelmiştir. Bölge, Roma ve Bizans dönemlerinde limanlarıyla da önem kazanmıştır. Osmanlıların Akdeniz'de egemenlik kurma istekleri, onları Balkan Yanmadası'ndaki fetihlere, Gelibolu ve yöresinden başlamaya yöneltmiştir. Gelibolu'da bir tersanenin kurulmasıyla birlikte Çanakkale'deki Osmalı egemenliği daha da artmıştır. Boğazın Önemi Çanakkale Savaşları'nda (1. Dünya Savaşı'nda) bir kez daha gündeme gelmiş ve düşman donanması 18 Mart 1915 tarihinde bozguna uğratılmıştır COĞRAFYASI Çanakkale Türkiye'nin kuzeybatısında Avrupa ve Asya kıtalarını birbirinden ayıran ve kendi adını taşıyan


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook