Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Medeniyet Köprüsü Beş Şehirli

Medeniyet Köprüsü Beş Şehirli

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-27 10:33:26

Description: Medeniyet Köprüsü Beş Şehirli

Search

Read the Text Version

ALİ FUAD B A Ş G İ L bize ulaşıyor ve bilhassa din ve laiklik üzerindeki doyurucu ifadeleri kitaplaşıyordu. Esasen beni en çok etkileyen husus, onun din ve laiklik üzerinde­ ki görüşleridir. Bunlar bizim yanlış görüş ve tutum lar içinde olduğu­ muzu gösteriyor. Ali Fuad Hoca’yı, daha önceden tanıştığımız ve evime yakın oldu­ ğu için komşum bulunan Nurettin Topçu Hoca vasıtasıyla tanıdım. İstanbul’da özellikle Beyazıt Çemberlitaş’ta Muallimler Birliği’nde ya da Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nde, 1955’ten sonra, M armara Ote- li’ndeki konuşmalarında İnsan Hakları, Demokrasi ve bilhassa Din ve Laiklik konulu konferanslarında ondan çok etkilenmiştik. 1958 yılından sonra ise eşimle beraber evine sık gider eski ticaret erba­ bından kayınpederi Aziz Bey’i, Nüvide Hanım’ı, anne ve teyzelerini oradan tanırdım. İsviçre’ye, şeker hastası olan Aziz Bey’e, refakat et­ mek için gitmiştim. 1950 Demokrat Parti’nin kuruluş ve gelişmesi, iktidar yılları ve sonrasında baskı altında bulunan İslami hareketlerin yavaş yavaş kı­ pırdanmaya başladığını hatırlıyorum. 1949 yılında İlim Yayma Ce­ m iyetinin kuruluşunda Ali Fuad Hoca’nın yol gösterici rolünü ha­ tırlıyorum. Daha sonraki yıllarda da aynı grubun Sönmez Neşriyat için yine Ali Fuad Hoca’nın direktifiyle birçok toplantı yapıldığını hatırlıyorum. 1957 seçimlerinde DP yine kazanmış, CHP mebusları bu seçimde artmış ise de yine muhalefetin başını çekiyordu. Bundan ötürü M en­ deres iktidarı ile çetin bir kavgaya girişmişlerdi. İşte o yıllarda aklıse­ limini kaybeden siyasetin her iki tarafı da işin hal yoluna yanaşma­ dan olayları germeye devam ederken, Cumhuriyet tarihinde ilk defa iktidarı ve meclisi kapattıran bir askerî darbe gerçekleşti. Genç ve tecrübesiz askerlerden oluşan cunta, akıl almaz işler yaptı. 27 Mayıs ortaya çıkmadan evvel Ali Fuad Hoca, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in “bu çıkmazdan nasıl çıkarız” soru­ larına Ankara’da çok makul çözümler dile getirmiş idi. Ali Fuad Hoca, işin kısa yoldan halledilmesi için evvela hükü­ metin çekilmesini ondan sonra bir anlaşma hükümeti kurularak, 49

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ 50

ALİ FUAD B A Ş G İ L cemiyet içindeki bu yükselen sıkın­ tıyı çözelim demişti. Fakat bu iş ol­ madı. Nihayetinde 27 Mayıs sabaha karşı Türkeş’in sesinden tanıdığım darbe patladı. Sabah sokağa çık­ m a yasağı vardı. Sultanahmet’teki evimden çıktım. Gizlice sessiz, kim ­ sesiz sokaklardan Beyazıt’ta oturan GENÇLERE Rahmetli Hasan Basri Çantay’ın BAŞBAŞA evine gittim. Kapıyı çaldım ve kapı­ da beni gördüğü zaman “Oğlum, bu darbe İslam’a ve Türk Milletine kar­ şıdır” dedi. Bu teşhisinin daha doğ­ ru olduğuna işaret etmek istiyorum. 1961 yılında Hoca, kurucu mec­ lisin kuruluşunun hukuka uygun olmadığını yazdı diye alelacele Balmumcu Çiftliği’ndeki askerî kışlaya alındı. Ben de onun ziyaret­ çilerinden birisiydim. Mesleki bilgi aktarmak üzere 1964 ortasında Amerika’ya acilen gitmem gerekiyordu. Hoca ve eşini aradım ve haberleştik. İsviçre’de evlerinde iki oğlum ve eşimle de misafiri ol­ muştuk. Ali Fuad Hoca’nın gelişi onu Nurettin Topçu Hoca ile Anka­ ra’ya gönderişimiz ve senatörlüğü de bıraktıktan sonra İsviçre’ye gidişini ve orada Fransızca olarak 27 M ayısın Sebebi ve Neticeleri isimli eserini hazırladığını biliyorum. Bu aziz insanın edebinin, görgüsünün, terbiyesinin örneklerini askerî kontrol altındayken, hapishanedeyken, İsviçre’deyken, Fener yolundaki evindeyken her zaman gördüm. Eşim İstanbul’a döndü. Ara sıra gidiyor ve eşiyle görüşüyordu. 1967’nin ortasında ben yurda dönecektim. 1967 Ni- san’ında vefat haberini onlardan ve gazetelerden öğrendim. Fevka­ lade üzüldüm. Ancak bu Nisan ayının ayrı bir özelliği var. Bir kere Peygamber Efendimizin kutlu doğum haftasının kutlandığı aydır. Rahmetli Hocam’ın bu diyardan öbür diyara gidiş tarihi de bu ay. 51

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ 52

ALİ FUAD B A Ş G İ L Son söz olarak Başgil için şunları belirtmeliyim: O her şeyden önce bir Osmanlı münevveriydi. Aile ocağında, doğduğu Çarşam­ ba’daki okul yıllarında ve m uhitinde gördüğü değerleri, Birinci Cihan Harbi’nde müdafaa etmek için kazandığı gazilik rütbesinin manasını, orta ve yüksek tahsilini yapmak üzere gittiği, doktorasını tamamladığı Garbın lider ülkelerinden birinde asli şahsiyetini kay­ betmeden, inkar etmeden, ülkesine dönmüş, her şeyin değiştiği, eski değerlerin geçerliliğinin kalmadığı, onlarla irtibatın kesilmek istendiği bir ortamda şaşırmadan, değişmeden, onları inkar etme­ den, yoluna ve mesleğine, milletine hizmet veren nadir bir alim, mütefekkir ve kâmil insan olarak onu selamlıyorum. Ali Fuad Başgil Hoca’nın müstesna bir hususiyet ve kabiliyeti­ ni de belirtm em gerekiyor: Bu, O’nun erişilmez güçteki ifade tar­ zı ve üslubudur. Gerek günlük konuşma ve yazılarında doyulmaz üslubu gerekse dersleri konferansları ve kitaplarına kadar uzayan inandırıcı beyanları ve ifadeleri çevresindekileri özellikle meş’um 27 Mayıs 1960 olayı öncesi ve sonrasında basındaki seri yazıların­ da görülür. Nitekim O’na yurt çapında sevgi ve üm it kaynağı, bu yazılar olmuştur. Bu hakikati, “düşükler, gericiler” gibi suçlamalara m aruz kalan millet çoğunluğu, şehirlerdeki aydınlardan, kasaba ve köylerdeki vatandaşlara ve dağ başındaki çobanlara kadar uzanan, millet çapında bir sevgi, takdir ve um ut kalesinin tek kaynağıydı. İnsanlığın, millî kültürüm üzün öz değeri olan İslam’a inanmış, onun bazı vecibelerini yerine getirememenin üzüntüsünü duydu­ ğunu bize bizzat hissettirmiş, o acıları hissettiren bir kişilikle her adımda hakkı ve doğruyu arayan bir alim, bilge ve kâmil bir insan olmasının idrakiyle öm rünü hizmetlerle tamamlamış, kişiliğiyle Türk aydınlarına timsal olmuştur. Onu, bu şahsiyetiyle tanıyor, ha­ yırla anıyor, hatırası önünde saygıyla eğilirken Allah’tan rahm et ve mağfiret diliyor, sizlere de hürmetlerim i sunuyorum. 53

NURETTİN TOPÇU’NUN KALEMİNDEN ALİ FUAD BAŞGİL Merhum Ali Fuad Başgil’in hukuk ilminde memlekete getirdi­ ği eser, geçen asrın sonunda Mecelle’yi bir ilmî heyetle birlik­ te tedvin eden Cevdet Paşa’nın fikrî hareketinin daha geniş alanda devamı gibidir. O, unutulan ve inkâra uğratılan İslâm düşüncesini Batının ilim zihniyet ve metotlariyle değerlendirerek tanıttı. Hukuk kültürünü gençliğe sunduğu ahlâk aşısı ile tamamlamaya çalıştı. Va­ tan sevgisinin, ancak ilim aşkı ve fazilet imaniyle gerçek olacağını anlattı. Siyasî ve hukukî müesseselerin ahlâka dayanmadığı yerde millet kavramının vehimden ibaret olduğunu gösterdi. Hak davasına bütün iman edenler gibi haksızlığın karşısında isyanı öğretti. Bu is­ yanı bizzat kendi şahsiyle gerçek yaptı, örnek ve önder oldu. Bir gençlik onu, hakikat ve fikir adamı olarak hayranlıkla takip etti. Bir millet onu, hareket ve isyan kahram anı olarak tebcil etti ve bağrına bastı. Lâkin Ali Fuad’ın fikirleriyle hareket kudretine, irfa- niyle isyanına çok daha üstün bir tarafı var ki onu sözle anlatmak muhâl. İfade onu küçültür, tasvir düşürür. O, bir kalp cevheridir. İn- cil’de söylendiği üzere “saf kalpler ne bahtiyardır! Çünkü onlar Al­ lah’ı göreceklerdir.” Onun kalbi nice Cennet nuru ile yıkanmış, Allah eliyle sunulmuş Dost hediyesi, hislerin ve aklın hiçbir zaman kavra­ yamayacakları İlâhî bir cevherdi. O kalbi görebilenler ne bahtiyardır! N urettin Topçu. M illet Mistikleri. (Yay. Haz. Ezel Erverdi-İsmail Kara). Dergâh Yayınları, İstanbul 2013. Nurettin Topçunun el yazısıyla m uhafaza edilen bu yazı 1970 veya 1971 yılında M T T B nin düzenlediği A li Fuad Başgili anma toplantısında yapılan konuşma metni olmalıdır. 54

N U R ETTİN TO P Ç U ’NUN BAŞGİL’İN M EZA R TA ŞI İÇİN YAZDIĞI METİN: “Kırk yıl Türk Milleti’ne ilim ve irfan aşılayan, ilmi âsârından, şahsı ilminden, kalbi âlemden büyük, Anadolu’nun asil evladı, Ali Fuad Başgil burada Rabbi’nin eşiğine ulaştı, ruhu için Fatiha istiyor.”

A Lİ FUAD BAŞGİL’DEN GENÇLERE * G ö n ü l is te r k i, m e k te p le rim iz , ilk in d e n y ü k s e k ta h s ilin s o n u n a k a d a r, d e re c e d e re c e g e n ç le re ö ğ re n m e v e y e tiş m e y o lu n d a e m n iy e tle y ü rü m e n in u s u lü n ü ö ğ re ts in ; ç a lış ıp m u v a ffa k o lm a n ın s ır r ın ı g ö s te rs in . M e k te p , b ilg i im a l e d e n b ir fa b r ik a h a lin d e ç a lış m a s ın v e g e n ç le rin y a ln ız z e k a la rı ü z e rin d e k a lm a s ın , ir a d e le r i ü z e rin d e de d u rs u n v e o n la rın r u h î te r b iy e le r in i y a p s ın . Ç ü n k ü in s a n ın k ıy m e t v e k u v v e ti, b ilg is in in g e n iş liğ in d e o lm a k ta n ç o k , b e n liğ in e s a h ip v e ira d e s in e h a k im o la b ilm e s in d e ; iy i h u y la rın d a v e r u h î te rb iy e s in d e d ir. İra d e v e r u h te r b iy e s i is e , a y r ı b ir iş tir . B u , d e rs v e k ita p o k u y u p e z b e rle m e k le e ld e e d ilm e z . B u n u n la b e ra b e r, h e rk e s b iliy o r k i, h a d d in i a ş a n s ın ıf m e v c u d u ile d o lu p ta ş a n m e k te p le rim iz in h iç m e ş g u l o lm a d ığ ı iş le rd e n b ir i b u d u r. İş te b u b o ş lu ğ u g ö z ö n ü n d e tu ta r a k v e b ir ta r a fta n o k u d u k la rım d a n , b ir ta r a fta n d a u z u n c a s ü re n b ir ta le b e lik v e h o c a lık h a y a tım ın te c rü b e le rin d e n is tifa d e e d e re k g e n ç le re m u v a ffa k o lm a n ın s ır r ın a v e ç a lış m a n ın u s u lü n e d a ir b ir f i k ir v e rm e k is te y e c e ğ im . B iliy o r u m k i, b ir g e n c in b e k le d iğ i v e b ir g e n ç te n b e k le n e n d e m u v a ffa k o lm a k tır. Y a n i m e k te p s ıra la rın d a is e iy i b ir s u re tte ta h s ilin i b itir m e k , h a y a ta a tılm ış is e , c e m iy e t iç in d e u m d u ğ u v e la y ık o ld u ğ u y e r i a lm a k tır . G e n ç a rk a d a ş ım ! İd d ia s ız c a * Ali Fuad Başgil. Gençlerle Başbaşa. Yağmur Yayınevi, İstanbul, 2012.

s ö y lü y o ru m k i, s a n a b u ra d a b u g a y e y e g ö tü re c e k e n d o ğ ru v e e m n iy e tli y o lu g ö s te re c e ğ im . G e rç i m u v a ffa k o lm a k , m e s u t o lm a k d e m e k d e ğ ild ir. İn s a n m u v a ffa k o lu r, c e m iy e t iç in d e ö z le d iğ i y e r in d a h a ü s tü n ü n ü b ile a lır d a , m e s u t o lm a y a b ilir. S e rv e tin , ik tid a r v e ş ö h re tin s o n h a d d in e v a rm ış n ic e in s a n v a r d ır k i, iç i d a im a s a a d e t d ü n y a s ın ın h a s re tiy le y a n ıp tu tu ş u r. M ü k e lle f a p a rtm a n la rd a , g öz k a m a ş tırıc ı b ir k o n fo r v e lü k s iç in d e y a ş a y a n in s a n la r g ö rü rs ü n k i, b u n la rın h e p s in i b ir g ü n lü k s a a d e tle d e ğ iş tirm e y e h a z ır d ır la r . Ç ü n k ü , s a a d e t ta m a m iy le g ö n ü l iş id ir . V e iç im iz d e d ir. O n u k e n d i iç im iz d e n b a ş k a b ir y e rd e s a n ıp a ra m a k v e s a a d e ti s ı r f s e rv e t, ik t id a r v e ş ö h r e tte g ö rm e k ç ö ld e s e ra b ı s u z a n n e tm e k tir. B u n u n la b e ra b e r, s a a d e tin y o lu , m u v a ffa k iy e tin y o lu n d a n a y r ı d a d e ğ ild ir. V e s a a d e t ü lk e s i, m u v a ffa k iy e t d iy a rın ın , b ira z d a h a ile ris in d e d ir. B u d iy a r ı a ş m a d a n s a a d e te e riş m e k , im k a n s ız d e ğ ils e d e , ç o k g ü ç tü r. M u v a ffa k o lm u ş b ir in s a n iç in s a a d e te k a v u ş m a k is e k o la y d ır. Y a ln ız b ira z c ık d a h a g a y re t iş id ir. Y o lc u m ! b e n s a n a b u e s e rc ik te m u v a ffa k iy e t d iy a r ın ın y o lu n u g ö s te re c e ğ im . S e n is te rs e n , o n d a n ö te s in e , k e n d in g id e b ilir v e ö z le d iğ in s a a d e ti b u la b ilirs in . F e n e ry o lu , M a y ıs 1 9 4 9

B ir in c i D ü n y a H a r b i’n d e , d ö r t b u ç u k se n e , K a fk a s la rd a c e p h e d e n c e p h e y e k o ş tu k ta n v e b u fe lâ k e tli h a rb in b ü tü n s e fa le t v e ıs tıra b ın ı ç e k tik te n s o n ra , n ih a y e t İs ta n b u l’d a te r h is e d ild im . T e rh is im in ilk h a fta la rın d a m ü th iş b ir a v a re lik v e k a ra rs ız lık iç in d e k a ld ım . N e y a p m a lı v e h a y a tta n a s ıl b ir y o l tu tm a lıy d ım ? Y a rım k a la n ta h s ilim e d e v a m m ı e tm e liy d im ; y o k s a te r h is e d ile n b irç o k a rk a d a ş la rım g ib i, ta h s ild e n v a z g e ç ip iş h a y a tın a m ı a tılm a lıy d ım ? İç im i k e m ire n b u te re d d ü d ü y e n e m iy o r, b ir tü r lü k a r a r v e re m iy o rd u m . G ö rü p k o n u ş tu ğ u m k im s e le r b e n i h e p ta h s il h a y a tın d a n s o ğ u tu y o r v e b ir iş tu tm a y a te ş v ik e d iy o rd u . B ir a ra lık , S irk e c i k a h v e le rin d e n b irin d e g e n ç b ir tü c c a r h e m ş e h rim e ra s tla d ım . M a l a lm a y a g e lm iş . B a n a n e y a p a c a ğ ım ı v e n e iş tu ta c a ğ ım ı s o rd u . B e n d e k a r a r s ız o ld u ğ u m u , fa k a t g ö n lü m ü n ta h s ile d ö n m e y e a k tığ ın ı s ö y le d im . “ Ş a ş a rım a k lın a , o k u y u p d a k ü tü p h a n e fa re s i o la c a ğ ın a , b e n im g ib i iş y a p d a p a r a k a z a n ” d e d i. B ilâ h a re h ır s ın ın k u rb a n ı o lu p g e n ç y a ş ın d a ö le n b u tü c c a r h e m ş e h rim in s ö z le ri, z a te n s a lla n a n iç im i, b ü tü n b ü tü n a lt ü s t e tti. A d e ta ş a ş k ın a d ö n m ü ş tü m . N ih a y e t, ilm in e v e k e m â lin e d e r in b ir h ü rm e t b e s le d iğ im v e k e n d is in d e n fe y z a ld ığ ım , Ş e v k e ti E fe n d i is m in d e e s k i m ü d e rris le rd e n (p ro fe s ö r) b ir z a t v a rd ı. B u z a tı z iy a r e t e d ip f ik r in i ö ğ re n m e y e k a r a r v e rd im v e k e n d is in i Ç a rş ık a p ı’d a k i e v in d e z iy a r e t

e ttim . H o ş b e ş te n s o n ra , H o ca b a n a n e y a p a c a ğ ım ı s o rd u . B e n d e k e n d is in e k a ra rs ız lığ ım ı a n la ttım . B a n a ş u n la r ı s ö y le d i: “ T e re d d ü d ü b ır a k v e ta h s ile d e v a m e t. İn s a n ih tiy a rlığ ın a k a d a r ö m rü n ü n h e r ç a ğ ın d a iş h a y a tın a a tıla b ilir v e a z ç o k m u v a ffa k o lu r. F a k a t o k u y u p ö ğ re n m e n in m u a y y e n b ir ç a ğ ı v a rd ır. S en b u g ü n b u ç a ğ d a s ın . B u ç a ğ ı g e ç irirs e n o n a b ir d a h a d ö n e m e z s in v e is tid a d in i h e d e r e tm iş o lu rs u n . O k u y u p ö ğ re n d e , s o n ra is te r s e n tü c c a r o l. B u n d a b ir z a r a r ın o lm a z .” B u h ik m e t d o lu s ö z le r ü z e rin e k a r a r ım ı v e rd im v e p iş m a n o lm a d ım . G a rip tir k i, m e rh u m Ş e v k e ti E fe n d i H o c a n ın b u g ü z e l n a s ih a ti, y a ln ız b e n im d e ğ il, b e n im g ib i te re d d ü d k a r a n lığ ı iç in d e b o c a la y a n d iğ e r b ir in in de y o lu n a ış ık tu tm u ş tu r. G e rç e k te n , b e n d e n b ir a z s o n ra , te r h is o lu n u p İs ta n b u l’a g e le n K e m a l G a lip B a lk ır ile b u lu ş tu k . Ç o k a z iz v e k ıy m e tli b ir in s a n o la n b u a rk a d a ş ım d a , tıp k ı b e n im g ib i ş a ş ırm ış k a lm ış , ta h s il m i, iş h a y a tı m ı te re d d ü d le ri iç in d e b u n a lm ış tı. K e n d is in e , m e rh u m h o c a n ın n a s ih a tn ı a n la ttım v e k e n d i k a r a r ım ı s ö y le d im . G ö z le rin in ö n ü n d e k i b e lir s iz lik p e rd e s i k a lk tı, y o lu a y d ın la n d ı v e ta h s il h a y a tın a d ö n d ü . K e n d is i h a le n T ü r k iy e ’m iz in v a r lığ ı ile if t ih a r e d e c e ğ i y ü k s e k b ir h u k u k a d a m ıd ır. V e b u s ıfa tla A n k a ra ’d a S iy a s a l B ilg ile r F a k ü lte s i İd a re H u k u k u P ro fe s ö rü v e D e v le t Ş u ra s ı B a ş k a n ı’n ın s ö z c ü s ü d ü r. A lla h ; Ş e v k e ti E fe n d i m e rh u m u n u r iç in d e y a tırs ın .



EKREM HAKKI AYVERDI (d. 1 8 99 İ s t a n b u l , ö. 24 N i s a n 19 84 İ s t a n b u l ) M im ar-m ühendis ve 051■4\"59■65■ ■ ■ araştırm acısı. Osm anlı kü ltü r coğrafyası ve m im ari m irasının keşfedilm esine ö ncü lü k eden k ü ltü r ve şe hir insanı. “O smanlı mimari üslûbu, bütün dünyadaki mimarilerin hepsine tepeden bakmakta, kimse ondaki mânâya yaklaşamamaktadır. Bu mimari, dünya yüzünde dört başı mâmur tek mimaridir. ” Başlıca Eserleri Fatih Devri Mimarisi Fatih Devri Hattatları ve Hat Sanatı Fatih Devri Mimari Eserleri Türk Mimarisi ve Dünya Osmanlı Mimârîsinin İlk Devri, Osmanlı Mimârî Çağının Menşei Avrupa'da Osmanlı Mimârî Eserleri



22 Aralık 1899da İstanbul Şehzâdebaşı’nda, Kalenderhâne Mahalle­ sinde doğdu. 1907de tahsil hayatına başlayan Ekrem Hakkı Ayverdi, 1920de M ü­ hendis M ektebinden (İstanbul Teknik Üniversitesi) mezun oldu. İstan­ bul Belediyesinde bir buçuk yıl kadar çalıştıktan sonra serbest meslek hayatına atıldı. 1950’li yıllara kadar m üteahhit olarak yol, köprü, hastane gibi çok çe­ şitli binaların yanında, eski mimari eserlerin tamir, tadil ve restore işle­ rini yaptı. 1950’lerde müteahhitlik çalışmalarını bırakarak fikir ve yazı hayatı­ na başladı. İş hayatında muvaffakiyeti ve dürüstlüğü ile tanınan Ekrem Hakkı Ayverdi, bundan sonra mimari tarihi araştırıcısı olarak da yeri ko­ lay kolay doldurulmayacak eserler verdi. Araştırma çalışmaları hemen hemen hayatının son senelerine kadar devam etti. Çok sayıda tetkik se­ yahatleri ve kaynak çalışmaları ve bütün bu elde edilen bilgilerin değer­ lendirilmeleri ve telifi aralıksız sürdü. 1952, 1956 ve 1975 yıllarında Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Macaristandaki Türk eserlerini tetkikin dışında, 1950den itibaren Anadolu'nun her tarafına müteaddid seyahatler yaptı. 1953’te İstanbul’un 500. Fetih yıldönümü dolayısı ile ilk büyük ese­ ri olan Fatih Devri Mimârisi’ni kaleme aldı. Daha sonra bu çalışmasını, Osmanlı Devleti’nin başlangıcından Fatih Devri sonuna kadar olan 250 senelik bir devreyi içine alacak şekilde genişletti. 1975 ve 1976 yıllarında Avrupa’ya iki seyahat gerçekleştirdi ve çok geniş arşiv çalışmaları yaptı. Avrupa’daki Osmanlı eserlerini tetkik etti. Elde edilen bilgileri dört cilt halinde yayımladı. 1950 yılında İstanbul Fethi Derneği’ni kurdu. 1953’ten itibaren ve­ fat ettiği 1984 yılına kadar bu cemiyetin genel başkanlığını yaptı. Aynı zamanda Mühendisler Birliği ve Turing Otomobil Kurumu şeref üyele- rindendi. 1979 yılında “Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı” adı altında bir vakıf kurarak bir öm ür boyu biriktirdiği çeşitli sanat eserlerini ve koleksiyonlarını, evini ve diğer emlâkini bu vakfa bağışladı. 24 Nisan 1984’te Fatih’teki evinde vefat etti. 63

TÜRK MİMARLIK TARİHİNDE EKREM HAKKI AYVERDİ* Türk sanatı araştırmaları içinde ayrı bir yeri ve daha çok Türk m i­ marlık tarihinin tetkiki ile şöhret bulmuş olan Dr. Yüksek Mü­ hendis M imar Ekrem Hakkı Ayverdi 1899da doğmuş ve 24 Nisan 1984’te Hakk’ın rahm etine kavuşmuştur. Dolu ve renkli bir hayatı olan hocamızın 1920 senesinde M ühen­ dis Mekteb-i Âlîsinden (günümüzdeki adıyla İstanbul Teknik Üni­ versitesi) mezun olduktan sonra çok kısa bir müddet Belediye Fen İşleri’nde çalıştığını biliyoruz. Daha sonra da serbest çalışmış, haya­ tının birinci devresinde, yani elli yaşına kadar tam amen mimarlıkla ve müteahhitlikle meşgul olmuş, aşağı yukarı otuz sene çeşitli bina­ ların yapımıyla ve eski sanat eserlerimizin restorasyonu ile uğraş­ mıştır. Bu zaman zarfında inşaatın ve yapının her çeşidi ile içli dışlı yaşayarak birçok devrin yapı özellikleri konusunda ihtisas sahibi ol­ muştur. Ekrem Hakkı Bey’in hayatının bu evresi için denebilir ki, içinde yaşadığı kültürle ve mimariyle yakın alaka kurm a dönemidir. Bu yakın alakanın temelinde milletine ve memleketine duyduğu aşk derecesinde sevgi ve bu milletin millî bir mimarlık dehasına sahip olduğu inancı vardı. Bu inanç ve aşkladır ki taş ve topraktan hareket­ le, yapının asıl ruhuna, esas manasına nüfuz etmişti. Bu otuz senelik * İ. Aydın Yüksel, “Türk M im arlık Tarihinde Ekrem Hakkı Ayverdi” Ekrem H akkı Ayverdi 1899-1984: M im arlık Tarihçisi, Restoratör, Koleksiyoner (Editör: M. Baha Tanman), İstanbul Araştırm aları Enstitüsü, İstanbul, 2014. 64

EKREM HAKKI AYVERDİ Uğur Derman, Turhan Baytop, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Semavi Eyice, İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’nde, 1969. yoğun meşguliyetin içinde, ayrıca çeşitli sanat eserlerini, bilhassa hat sana­ tının en nadide örneklerini, Kur’an-ı Kerimleri, m urakka ve ciltleri, çeşitli kumaş ve çini parçalarını, hat yazı sanatına ait malzemelerin en güzellerini toplamış, muhafaza etmiş ve çeşitli koleksiyonlar meydana getirmiştir. Otuz senelik mimarlık devresinde yoldan hastaneye hatta sinemaya kadar birçok binanın müteahhitliğini üstlenmiştir: Bunlar arasında Bur- sada Vilayet Konağı (1923), Maliye-Defterdarlık Dairesi (1924), Vilayet Matbaası (1925) ve İpekiş Fabrikası (1926), İstanbul’da Gureba Hastanesi Frengi Pavyonu (1933), Boyacıköyü Camii (1933), tasarımı kendisine ait olan Heybeliada Camii (1934), İstanbul Üniversitesi bünyesinde Biyoloji Enstitüsü (1934) ile Rasathane (1935), Cerrahpaşa Hastanesi Göz Pavyonu, Haseki Hastanesi Tedavi Pavyonu, Kadıköy Halkevi Binası (1939), Taksim Belediye Gazinosu (1939) ve Barbaros Anıtı’nın kaidesi zikredilebilir. Fakat bu devrede asıl önemli faaliyeti, birçok mimari eserimizi büyük bir titizlikle restore etmesidir. İlk restorasyonları ve tadilatları arasında, 65

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ 1922de Zeyneb Hanım Konağının Fen-Edebiyat Fakültesi haline getirilmesi, M imar Kemâleddin Bey’in eseri olan Medresetu’l-Kuz- zât’ın Dârü’l-Fünun Kütüphanesi, Harbiye Nezaretinin 1933de Dâ- rülfünun binası, yine 1950de İstanbul Üniversitesi merkez binası olarak restorasyonu ve tadili sayılabilir. Ekrem Hakkı Bey’in en uzun ve geniş restorasyonlarından biri, belki de birincisi 1935-1945 yılları arasında devam eden, Topkapı Sarayı’nın ihyasıdır. O sıralarda çok harap ve m etrûk bir vaziyette olan sarayın m uhakkak kurtarılm a­ sı gerekiyordu. Sarayı oluşturan bölümlerden O rta Kapı, Akağalar Kapısı, Kubbealtı, İç Hazine, Fatih Köşkü ve revakları, Ağalar Ca­ mii, Beşir Ağa Camii, Mutfaklar, Has Ahır, Zülüflü Baltacılar ve Ha­ rem Ağaları Koğuşları, Hürrem Haseki Dairesi, Valide Taşlığı, Silah Müzesi, Şehzadeler Dairesi ve Hırka-i Saadet Dairesi’nin restoras­ yonunda Ekrem Hakkı Bey’in üstün gayretlerini görürüz. Bu arada İstanbul’daki mimari abidelerinden bazılarının da restorasyonunu sayabiliriz: Bâli Paşa Camii (1935), Mesih Paşa Camii (1935), Sul­ tan Selim Camii (1936-1937), Lâleli Camii (1937), Ayasofyada kısmî tamirler (1943), 1943-1950 tarihleri arasında da Gazanfer Ağa, Ku­ yucu Murad Paşa ve Hasan Paşa medreseleri (1943-1950 arası), Bey­ koz’da İshak Ağa Çeşmesi ve diğerleri... Ekrem Hakkı Bey’in restorasyon alanına, İstanbul’un dışında Trakya’daki abideler de girmiştir. Bu faaliyete eski bir payitaht olan Edirne de dahildi. 1929-1946 arasında Selimiye Camii, Üç Şerefeli Cami, Eski Cami, Yıldırım, Muradiye, Süleymaniye (Süleyman Paşa) camileri, ayrıca Havsada Sokollu Camii (1938) ile Çorluda Süley­ m an Paşa Camii’ni (1949) sayabiliriz.1 Ekrem Hakkı Ayverdi’nin “Âbidelerin Bir Elden İdaresi”2 adlı makalesinden eski eserlerimiz hakkındaki düşünceleri bu bağlamda dikkate değer: “Âbidelerin târihî şuur ve san’at anlayışıyla mücehhez ve bu iş için kurulmuş bir müessese elinde olması kurtuluşlarının yegâne çıkar yolu olduğu anlaşılmıştır... Bizim teklifimiz Fransızların, Service des Monuments Historiques dedikleri gibi bir teşekküldür.” Ekrem Hak­ kı Bey, kanunların müsaadesi nispetinde m uhtar olan bir teşkilatın 66

EKREM HAKKI AYVERDİ Topkapı Sarayı Kubbealtı restorasyonu yapılırken (1940 lı yıllar) 67

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Mesleki seyahatlerinden birinde binalar kadar aynı zamanda tabii güzellikler, mahalleler ve kasa­ balarla da alâkadar olması lazım geldiğini ve bu teşkilatın tarihçi, mimar, edebiyatçı vb. mütehassıslardan mürekkep olmasını, bütün abide ve güzelliklerin önce çok sağlam bir tescilinin lazım geldiğini düşünüyordu. Bu tescilin birinci safhası kayıt, plan, resim, fotoğraf ile abidelerin tespitidir. Bu tescil yolu ile büyük abidelerin yanında en basitleri de kurtulmuş olacaktır. Bunlara kitabeler ve kabir taşları da dâhildir. Zira bunları okuyanların abidelerden evvel yok olduğu aşikârdır. Ekrem Hakkı Bey ikinci olarak da restorasyonların bina­ nın “aslına şaşmaz bir sadakat” ile yapılmasını düşünmektedir. 1950’den sonra yazı hayatına atılarak otuz senelik tecrübe ve bil­ gilerinin mahsulünü vermeye başlamıştır.3Çeşitli gazete ve dergiler­ de çok sevdiği İstanbul’un çeşitli meseleleri, Boğaz Köprüsü,4 şehrin mimarisi ve abideleri hakkında monografyalar, fikir yazıları, İslam ve İstanbul ansiklopedilerine maddeler yazdığını görmekteyiz. İçle­ rinde bir kitap hacminde olan pek önemlileri de vardır. Bunlardan biri, Vakıflar Dergisinin 3. sayısında yayınlanan “Yugoslavya’da Türk 68

EKREM HAKKI AYVERDİ Âbideleri ve Vakıfları” başlıklı incelemesidir. 1957’de hazırlanan ve 100 fotoğraf ve 30 planla sunulan bu çalışma, kendi alanında he­ men hemen topluca yapılan ilk büyük araştırmadır. Yine H. Baki Kunter’in bir takdim yazısı ile 1958’de Vakıflar Dergisinin IV. sayı­ sında yayımlanan “Fâtih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri ve Şehrin İskânı ve Nüfusu” isimli çalışma, şehircilik ve kültür tarihi açısından çok kıymetlidir. Ekrem Hakkı Bey’in Vakıflar Dergisi’n- de yayınlanan diğer makaleleri ise şunlardır: “Dimetokada Çelebi Sultan Mehmed Câmii” (3. sayı), “M udurnu’da Yıldırım Bâyezid Manzumesi ve Vakfiyesi” (5. sayı), “Bursa Orhan Camii ve Osm an­ lı Mimarîsi” ve “Fâtih Camii Hakkında Yeni Bir Vesika” (7. sayı). Ekrem Hakkı Ayverdi’nin risale ve kitap olarak 1950’de yayınla­ dığı ilk eseri XVIII. Asırda Lâle adını taşır. Daha sonra İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü için hazırlanan Fâtih Devri M imarî Eser­ leri adlı eseri gelir. Bu inceleme, sonraları dört cilt halinde yayınla­ nacak olan büyük eserine temel oluşturmuştur. 1958’de, İstanbul’un tarihî topografyasının incelenmesi açısından pek kıymetli bir çalış­ m a olan 19. Asırda İstanbul Haritasını yayımlamıştır. Fâtih Devri Hattatları ve Hat Sanatı ise 1953’te daha çok kendi koleksiyonla­ rından faydalanarak hazırladığı bir çalışmadır. Vakıflar konusunda çok önemli bir yayın olan İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri Ö. Lütfi Barkan’la birlikte uzun seneler içinde hazırlanmıştır. Bu sahada ça­ lışacakların hemen ilk başvurdukları çok ciddi bir kaynak eserdir. Ekrem Hakkı Bey’in asıl şöhreti, başlangıçtan Fatih Devri so­ nuna bütün mimari eserleri ele alan büyük çalışmasıdır. Sahasında yerine kolay kolay yenisi konamayacak ana kitaplardan sayılan bu büyük külliyat, sanat tarihi ile uğraşanların her zaman başvura­ cakları bir incelemedir. 1966’da neşredilen İstanbul M imârî Çağı­ nın Menşei, Osmanlı Mimârîsinin İlk Devri, Ertuğrul Gazi’den yani 1230’dan 1402’ye Çelebi devrine kadar olan bir devreyi içine al­ maktaydı, I.cildi, Osmanlı M i’mârîsinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri izledi. Daha sonra da 1953’te bir cilt halinde çıkarılan Fâtih Devri M imârî Eserleri bu sefer iki cilt olarak, Osmanlı M i’mârîsin- de Fâtih Devri adıyla çok daha geniş ve hacimli bir şekilde bilim 69

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Eşi İlhan Hanım ve Süheyl Ünver ile birlikte dünyasına sunuldu. 1974’te tamamlanan bu dört ciltlik dev külliyatla, iki yüz elli senelik Osmanlı-Türk mimari eserleri m üm kün olduğu öl­ çüde bir envantere geçirilmiş oluyordu. 1976’da ise bu dört cildin öze­ ti niteliğinde İlk 250 Senenin Osmanlı Mimarîsi yayınlandı. Osmanlı Mimarîsinde Fâtih Devri’nin devamının yazılmasına Ekrem Hakkı Bey yanaşmıyordu. Hâlbuki külliyatın devamı bakımından, II. Baye- zid devrinin incelenmesi ve Kanunî devrinin klasik üslubuna geçişin tespiti gerekliydi. Çok uzun vadeli ve iddiasız bir arzu ile kendisine bu işe başlamayı istediğimi belirttiğim zaman beni hararetle teşvik ettiği gibi, Fetih Cemiyeti’nin m addî imkânlarıyla da desteklemeye çalıştı. Böylece de vefatından altı ay önce Osmanlı Mimarîsinde II. Bayezid Yavuz Selim Devri başlıklı kitabın yayınlandığını gördü ve kendi açtığı 70

“Bugün memleketimiz millete dürbünün tersi ile bakan snob, taklitçi, câlî bir zihniyetin tazyîki altındadır. Hüküm ve kuvvet garp hayranlarının elindedir. Ters dürbün milleti karınca gibi gösterse de o levh-i mahfuzda yazılı ezelî kanunların zırhı içinde karınca misâli azığını saklamakta, tefekkürünü, mantığını, yaşama ölçülerini, örf ve âdetini muhafaza etmektedir. Bunlardan bir tohum kalması kâfidir. Bir gün onlar yeşerecek, bu fetret devri geçecektir.” Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı MîmSrisinde Fâtih Devri 888-886 (1481-1481) Cilt HI, İkinci Baskı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1989.

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ bir yolun devam ettiğine de şahit oldu. Kendisi her ne kadar Fatih devrinin devamı olan II. Bayezid devrini yazmaya teşebbüs etmedi ise de, belki bundan daha zahmetli bir çalışmanın içine girmekten de çekinmedi. Bu sırada Kültür Bakanlığı’nın teşebbüsü ile Türkiye sınırları dışında kalan Türk mimari abidelerinin tespiti ve tesçili m e­ selesi ortaya çıkmıştı.5 Bu arada, Türk mimari felsefesinin yazılması çalışması da, Avrupa’daki Türk eserlerinin tetkiki meselesi ortaya çı­ kınca, henüz çok az bir çizim ve notlar aşamasında kaldı. 6 Avrupa topraklarındaki eserlerimizin tespiti ve bir nevi tescili Ekrem Hakkı Bey dâhil hepimizi çok heyecanlandırmıştı. Ekrem Hakkı Bey ile zevcesi İlhan Hanım’ın yanı sıra, bu satırların yaza­ rından başka M imar Gürbüz Ertürk, Yüksek M imar Dr. İbrahim Num andan oluşan grup önce 1976’da Romanya ve Macaristan’da ça­ lıştı. Mevcut eserler yerinde görüldü, fotoğraflar çekildi, çeşitli dokü­ manlar toplandı, değerlendirildi. Ertesi sene sıhhati elvermediği için Ekrem Hakkı Hoca gelemedi ve biz üç meslektaş Yugoslavya yolcu­ luğuna çıktık. 1978’den 1983e kadar süren bir çalışmayla dört cilt halinde yayınlanan Avrupa’da Osmanlı M imarî Eserlerinin ne gibi “zahmetler ve rahmetlerle” meydana geldiğini anlatmak zordur. Bu arada, Vakıflar Genel M üdürlüğü Arşivi’nden çok faydalandığımızı da bilhassa belirtmek isterim.7 Çeşitli tarihlerde kayda geçen cihat defterleri, kayıtlar Türkiye sınırları dâhilinde bile yapılamayan bir işin başarılmasında yardımcı olmuştur. 1979 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Ekrem Hakkı Ayverdi’yi Türk sanatına hizmetlerinden dolayı fahri doktor­ luk unvanıyla taltif ederek bir kadirşinaslık gösterdi. Ekrem Hakkı Ayverdi, bütün bu faaliyet ve çalışmalarının yanın­ da, 1953’ten beri İstanbul Fetih Cemiyeti’nin başkanlığını da yürütü­ yordu. Bu onun vazgeçilmez aşkı idi denilebilir. Fetih Cemiyeti’nin menfaatlerini her şeyden önde tuttuğunu ve bunun için çeşitli müca­ deleler verdiğini buna yakından şahit olanlar bilirler. M erhum Nihad Sami Banarlı ile beraber cemiyete bağlı bir Yahya Kemâl ve İstanbul Enstitüsü ve yine bir Yahya Kemâl Müzesi kurmuşlardı. 72

EKREM HAKKI AYVERDİ Estergon Kalesi'nde namaz kılarken 73

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Son olarak da Ekrem Hakkı Ayverdi’nin bir ömür boyu topladığı malzemeyi, evini ve diğer mülkünü kendi kurduğu Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfına bağışladığını belirte­ lim. Zira hususi hayatındaki cömertliğiyle meş­ hur olan Ekrem Hakkı Bey, önce malını değil, kendini vakfetmeyi bilenlerdendi. Notlar 1 E. Hakkı Ayverdi’n in tasarım , inşaat ve restorasyonlarına dair ayrıntılı bilgi için bkz. î. Aydın Yüksel, “E. Hakkı Ayverdi Biyografisi’, Ekrem Hakkı Hâtıra Kitabı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1995, s. 11-24. 2 E. Hakkı Ayverdi, “Âbidelerin Bir Elden İdaresi”, Kubbealtı A kadem i Mecmuası, Yıl 6, Sayı 1, Ocak 1977, s. 52-63. Bu m akale aslında 11 N isan 1956 tarihinde “Âbidelerim izin Tarihimizdeki Rolü” başlığıyla tarih konferansında verilen tebliğin özetidir. 3 Yayınlarının döküm ü için bkz. İsmet Binark, Ekrem Hakkı Ayverdi Bibliyografyası, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1999. 4 E. Hakkı Ayverdi H ocam köprünün, Boğaz’ın güzelliğini bozar endişesi ile aleyhindeydi. H atta bu m evzuda bir seri yazı da yazmıştır. Fakat köprü yapılıp bittikten sonra fikrinde eskisi kadar ısrar etmemiş, tahm ininde yanıldığını söyleme faziletini göstermiştir. 5 Bu tetkik gezisinin gerçekleşmesinde hiç şüphesiz devrin Kültür M üsteşarı Prof. E m in Bilgiç Bey’in büyük dahli vardır. Burada bu vesile ile şükranlarım ızı arz etm ekten büyük bir haz duyarım. 6 Bu çalışmanın giriş kısmı, Türk Mimarîsi ve Dünya adıyla vefatından sonra Kubbealtı neşriyatından (1984) yayımlanmıştır. 7 Arşiv m ütehassısı M ehm ed D uru Bey’in fotokopilerini verdiği Cihat Defterleri, bu kütüğün yazılmasında en büyük âmilerden olmuştur. 74

“Osmanlı demek Allah yoluna baş koyan serdengeçti demektir. Devletini kendinden daha mübârek ve mukaddes tutan insanlardan mürekkep cemiyet demektir.” Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı MîmsLrisinde Fâtih Devri 855-886 (1451-1481) Cilt IH, İkinci Baskı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1989.

TANIDIĞIM EKREM HAKKI AYVERDİ* Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi’yi çocukluk ve ilk gençlik yılla­ rımda, ailemin yakın dostları arasında tanıdım. Evimize gelen, bizim de ziyaretine gittiğimiz, şık giyimli, çok nazik, sohbeti tatlı bir beyefendiydi, çevremizi oluşturan diğer eski İstanbullular gibi, eşi İlhan Ayverdi de, içten tebessümüyle bulunduğu meclise huzur veren, son derecede zarif bir hanımefendiydi. Fatih’teki “müze-evle- rine” ilk olarak kaç yaşımda gittiğimi hatırlamıyorum ama etrafımı saran güzel eserlerden ve sofrayı donatan nefis yemeklerden çok et­ kilendiğimi biliyorum. Yaz aylarında Boğaziçi’nin farklı semtlerinde kiraladıkları yalılara yapılan ziyaretler de başka türlü keyifli olurdu. Baba akrabalarımdan Münevver Ayaşlı’nın Beylerbeyi’ndeki yalısını kiraladıkları bir yaz onları daha sıkça gördüğümüzü hatırlıyorum. Bizim “Mimi Hala” olarak hitap ettiğimiz Münevver Hanım “Ekrem Beyefendi kadar hakiki m anada ‘İstanbullu’ olan pek az insan kaldı. Güzel eşya sever, güzel yemek sever, misafir sever, sohbet sever ve kedi sever” demişti... Gerçekten de evlerinde hep alımlı ve bakımlı kediler görmüşümdür. Hadım edilmiş bir Kedi Bey vardı. Son dere­ ce de “yakışıklı” ve azametliydi. Bir de, sokak çocukları tarafından küçükken bıyıkları kesilmiş olan Kehkeşan vardı. Zavallı Kehkeşan, M. Baha Tanman, “Tanıdığım Ekrem Hakkı Ayverdi” Ekrem Hakkı Ayverdi 1984: M im arlık Tarihçisi, Restoratör, Koleksiyoner (Editör: M. Baha Tanm an), İstanbul A raştırm aları Enstitüsü, İstanbul, 2014. 76

EKREM HAKKI AYVERDİ Ekrem Hakkı Beylerin himayesine girerek paçayı kurtarmıştı fakat dengesini sağlayan bıyıklarından m ahrum olduğu için yalpalayarak yürür ve kafasını devamlı sağa sola sallardı. Ekrem Hakkı Bey de onun için “Biçare kedicik. İşte efendim, o da bir nevi meczup” der­ di. Beylerbeyi’nde başka bir yalıda kaldıkları yaz Kehkeşan salonun penceresinden Boğaz’a düşerek hayata veda etti. Tesadüfen bu tatsız hadisenin ertesi günü annemle yalıya yaptığımız ziyaret de âdeta bir taziye ziyaretine dönüşmüştü. Çocukluktan çıktıkça Ekrem Hakkı Bey’in, kaybolmakta olan bir dünyanın son temsilcilerinden olduğunu idrak ettim ve Münevver Ayaşlı’nın kendisi için söylediklerini daha iyi kavramaya başladım. Daha sonra, Ahm et Hamdi Tanpınar’ın son dönem Osmanlı dünya­ sına dair şu satırlarını okuyunca Ekrem Hakkı Bey’in evinde teneffüs edilen değişik havayı, Osmanlı ve Batı kültürlerinin iç içe geçtiği, bu­ gün maalesef yitirmiş olduğumuz sentezi yarattığını anladım: “ Eski İstanbul bir te rk ip ti.1 ... Bu terkibin arka sın d a M ü slü m a n lık ve im p arato rluk m üessesesi, bu iki m ih veri2 de kendi za ru re tle ri çarkınd a döndüren bir iktisa dî ş a rtla r bütünü vardı. Bu te rkip iki asırdan beri büyük mânasında, hemen her sahada m üstahsil3 olm aktan çıkm ış bir içtim aî4 m anzum enin malıydı. Bu itibarla gerçekte fakir, fakat zevk­ le de ğilse bile in an ılarak yaşandığı için halis ve ayrı, bü yü k bir mazi mirasının son parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösteriş­ li, bütün bir gö ren ekle r zin cirin e dayandığı için de zen gindi. H ususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikam et veren ve her dokunduğunu rahm anileştiren dinî bir kisve bu terkibin m ucizesini yapıyordu. G üm ­ rükten geçen her şey M üslüm anlaşıyordu. Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanım ının sırtında Lyon kum aşından çarşaf, üst tarafına asılmış Y esarîzade yazm a sı yü zü n d e n Fransız üslûbu konsol, B ohem ya işi lam ba hep M üslüm andı.”5 Nitekim Ekrem Hakkı Bey, kaliteli İngiliz kumaşlarından, usta terzilere diktirilmiş elbiseleriyle, siparişle yaptırılmış pabuçları ve hepsi zevkli olan diğer aksesuarlarıyla her zaman son derecede şık bir Osmanlı beyefendisiydi. Elbisesine uygun renklerde, ince deri­ den yapılmış özel “ev pabuçları” vardı. Kendisini bir gün bile terlikle görmedim. Günümüzde muhafazakâr geçinen bazıları gibi onda ne 77

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ “taşra sofuluğundan” eser vardı, ne de başında fesiyle bir “mazi ka­ rikatürü” idi. Sevdiklerine şaka yapmaktan çok hoşlanırdı. Notre Dame de Si- ondan mezun olduktan sonra üniversitede Romanoloji tahsili yapan ve hali tavrı alafranga olan anneme takılmak için arada “Saffet Ha­ nımefendi. Siz mühtedisiniz6” derdi. Annem de kızmış gibi yaparak “Aşk olsun beyefendi. Benim ecdadım hep meşâyihten7 ve ulem â­ dandır” diye karşı çıkar, bu sefer Ekrem Hakkı Bey gülerek “Efen­ dim. Ben ecdadınıza bir şey demiyorum. Nur içinde yatsınlar. Sizin için söylüyorum. Mamafih sonunda imana geldiniz elhamdülillah” diye noktalardı. En az onun kadar şaka seven annem de, 1980’de Bal- kanlar’a yaptığımız bir gezi sırasında. Selanik’te, aziz ikonasını tas­ vir eden bir kart satın aldı ve arkasına şunları yazarak Ekrem Hakkı Beye yolladı: “Efendim. Bu nurani simaları gördükçe hep sizi hatır­ lıyoruz...”. İstanbul’a dönüşümüzü izleyen ilk ziyarette bizi gülerek, elinde o kartla ve anneme şunları söyleyerek karşıladı: “Ah siz yok musunuz, siz..”. Velhasıl Ekrem Hakkı Bey’in bulunduğu meclisler, memleket meseleleri, eski kültürümüz, sanat, tarih, edebiyat ya da tasavvuf gibi ciddi konular konuşulduğu halde daima neşeli olurdu. Eski musikimize çok düşkün olan Ekrem Hakkı Bey’in evinde geçirdiğimiz bir geceyi unutamam. Kubbealtı’nda verilen, musiki­ ye dair bir konferansı müteakip akşam yemeğine davet edilmiştik. Ünlü musiki üstatları, rahmetli udi ve bestekâr Cinuçen Tanrıkorur (ö. 2000), rahmetli neyzen Aka Gündüz Kutbay (ö. 1979) ve tamburi Abdi Coşkun da davetliydi. Her zamanki gibi muhteşem bir yemek­ ten sonra salona geçildi ve geç saatlere kadar eski besteler çalındı. Mimarlık öğrencisi olduğum yıllarda, İlhan Hanımefendi’nin başkanlığını yürüttüğü, annemin de mensup olduğu Kubbealtı Ce- miyeti’nce düzenlenen bazı gezilere katılmıştık. Bu gezilerin bence en önemlisi, Ekrem Hakkı Bey’in rehberliğinde, Edirne’deki Osm an­ lı eserlerini incelemeye yönelik olanıydı. Ekrem Hakkı Bey’den ilk “derslerimi” o gezide almıştım. Yapıları gezerken, sıradan bir reh­ berden çok farklı biçimde, Osmanlı mimarisinin özüne ilişkin, daha sonraki mesleki hayatımda bana yol gösteren tespitlerini aktarıyordu. 78

EKREM HAKKI AYVERDİ Koleksiyonundaki çinileri anlatırken 79

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Üç Şerefeli Cami’nin Osmanlı mim arisinin en önemli yapısı olduğu­ nu, yüz elli yıllık bir hazırlık döneminden sonra, bizim şimdi “kla­ sik” dediğimiz çağı açtığını ve M imar Sinan’ın doruğa çıkaracağı bu üslubu müjdelediğini bütün teferruatıyla ne kadar güzel anlatmış­ tı. Ayrıca hiç unutm am , Selimiye’yi hayran hayran seyreden bizle- re Ekrem Hakkı Bey şunları söylemişti: “Bakınız efendim. Osmanlı devrinin en büyük yapısının karşısındayız. Birçok meslektaşım için Osmanlı mimarisinin şaheseri bu camidir, ama benim gönlüm hep Süleymaniye’den yana olmuştur. M amafih Selimiye’nin azametini ve güzelliğini de inkâr edemeyiz. Fakat m ühim olan şudur: Selimiye’nin büyüklüğü altında ezilmiyoruz. Bizi hayran bırakan onun iriliği de­ ğil, kitlesindeki ahenk ve nispetlerindeki kusursuzluktur. Bizim m i­ marimiz, dimdik yükselen, devâsâ kitlesiyle insanı şaşırtan ve ezen ‘şeddadî’ binadan hoşlanmaz. Dikkat buyurun, kitle yükseldikçe ka­ deme kademe geriye çekiliyor ve Allah’ın m utlak birliğini terennüm edercesine, tek bir noktada, merkezi kubbenin aleminde nihayet bu­ luyor. Ayrıca, binayı teşkil eden unsurların hiçbirisi gözü oyalasın veya süs olsun diye oraya konmamıştır. Hepsinin binanın statiğiyle alakalı bir vazifesi vardır. Fakat aynı zamanda m im arinin ahengine, estetik ifadesine katkıda bulunurlar. Tezyinat8 cephelerde yok dene­ cek kadar azdır, içeride de asgari seviyededir. İşte bunlar, Osmanlı mimarisini, hem Garp’taki hem de İslâm dünyasındaki muasırların- dan9 ayıran, ona şahsiyetini veren temel hususiyetlerdir. Bunlar bi­ linmez ise, Osmanlı mimarisini derinliğine anlamak asla m üm kün değildir”. E. Hakkı Ayverdi mesleki hayatımda, hocalarımın yanı sıra, ya­ yınlarından başka, sohbetlerinden de çok şey öğrendiğim insanlar arasında yer alır. Mesela günümüzde “1. Ulusal Mimarlık” olarak anılan, E. Hakkı Bey kuşağının ise “Milli Mimari” olarak adlandırdı­ ğı akıma dair şunları söylediğini hatırlıyorum: “Kemâleddin Bey ile Vedad Bey şüphesiz istidatlı ve hüsnüniyet sahibi mimarlardı. M im a­ rimizi, 19. asırda içine düştüğü karışıklıktan çıkartıp asli hüviyetine döndürmeyi istediler. Fakat maalesef Osmanlı mimarisinin ruhuna nüfuz edemeyip şekle takıldılar, cephelere sivri kemer, mukarnaslı 80

EKREM HAKKI AYVERDİ Evinde başlık ve firuze çini yerleştirmekle iktifa ettiler. Bu çıkmaz yolun da kısa zamanda sonu geldi”. Fakat Ekrem Hakkı Bey asıl, 1976’da İstanbul Üniversitesi Ede­ biyat Fakültesi’nde, hocam Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın başkanı ol­ duğu Türk ve İslam Sanatı Kürsüsüne asistan olmam ve ardından İstanbul’daki tekkelerin mimari özelliklerini ele alan bir doktora tezi yapmaya başlamamla, kadim aile dostu olmanın yanı sıra, benim için çok önemli bir “rehber” olmuştu. Yakın dostu M. Uğur Derman hatıralarında Ekrem Hakkı Bey’in, bütün vaktini mimarlık tarihi eserlerini yazmaya vakfettiğini, çok sevdiği koleksiyonunu bile uzun süre ziyaret etmeye zaman bulamadığını nakleder.10 Bu kadar meş­ gul bir insanın, torunu yaşında olan ve henüz meslek hayatının ba­ şında bulunan benimle çalışma odasında saatler geçirmesi, üzerinde çalıştığı konulara yönelen gençlere ne kadar önem verdiğini göste­ rir. Kendi arşivinden İstanbul tekkeleriyle ilgili bazı belgeleri, henüz Osmanlıcayı doğru dürüst okuyamayan bana dikte eder, ayrıca bu yapılar üzerinde çalışırken nelere dikkat etmem gerektiğini belirtir, çoğu mütevazı binalar olan tekkelere, sırf maddi varlıkları açısından 81

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Ekrem Hakkı Ayverdi yaklaşırsam Osmanlı mimarisi tarihine çok önemli bir katkı sağlaya­ mayacağımı, ancak onları yaratan kültür ortamı içinde değerlendire­ rek anlamlandırabilirsem önemli bir çalışma meydana getireceğimi söylerdi. Sanat Tarihi Bölümü’nde erken dönem Osmanlı mimarisi dersle­ rini vermeye başladığımda E. Hakkı Ayverdi’nin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih döneminin sonuna kadar (1300-1481) uzanan süreyi kapsayan muhteşem külliyatı devamlı başvurduğum en önemli kaynak oldu. Bu vesileyle onun Osmanlı mim arisinin doğuşunu iz­ leyen gelişim safhalarına dair tespitleri ve görüşlerini daha ayrıntılı olarak incelemek fırsatını elde ettim. Bu meyanda, mühendis-m im ar olmanın yanı sıra, uzun yıllar farklı türde birçok Osmanlı eserini res­ tore etmiş olmaktan kaynaklanan zengin birikimi sayesinde, E. Hakkı Ayverdi’nin yapıları tahlil ederken mimari kurguyu dikkate alması da benim için aydınlatıcı oldu ve sanat tarihi literatüründe sıkça rastla­ nan, biçime ve üsluba dayalı değerlendirmeleri strüktürün gereği açı­ sından sorgulamamı sağladı. 82

EKREM HAKKI AYVERDİ Ekrem Hakkı Bey çok verimli bir ömür sürdükten sonra geriye Osmanlı mimarisi araştırmalarına çok büyük katkıda bulunan bir külliyat ile hat sanatı başta olmak üzere, Osmanlı el sanatlarının en seçkin örneklerini içeren muhteşem bir koleksiyon bıraktı. Eserleri benim kuşağıma olduğu gibi, eminim bizden sonra gelecek kuşakla­ ra da ışık tutacak. Gel gelelim, kendisini tanıma şansına sahip olan­ lar, onun evinde geçirdikleri zamanı ve asıl beyefendinin öğretici ve nükteli sohbetini hep özleyecekler. Notlar 1 Terkip: Sentez. 2 Mihver: Eksen. 3 Müstahsil: Üretici. 4 İçtimaî: Toplumsal. 5 A. H am di Tanpınar. Beş Şehir. İstanbul, 2010, s. 125-126. 6 Mühtedi: Sonradan Müslüman olan gayrimüslim. 7 Meşâyih: Sufi şeyhleri. 8 Tezyinat: Süsleme. 9 Muasır: Çağdaş. 10 M. U ğur D erm an. “ ‘Büyük Reis’ Ş ânındandır”, Ö m rüm ün Bereketi: 1, yay. Kubbealtı, İstanbul, 2011, s. 243. 83

HALİL İNALCIK’TAN EKREM HAKKI AYVERDİ’YE MEKTUP* (j*jlâ - diJjS’ü L â js ^ ^ ¿ j^ j J j ^ ... Çankaya/10 12 H aziran 1972 (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Doçenti Şevkiye İnalc ı k Pek M uhterem Ekrem Hakkı Beyefendi, Göndermek lûtfunda bulunduğunuz pek değerli eseriniz “Osmanlı M imarisinde Çelebi, ve II. M urad Devri” II. Cildi büyük bir memnuniyetle almış bulunuyorum. Beni ihya ettiniz. Osmanlı kültürüne meclûp biri için ne baha biçilmez bir hediye, ne büyük bir himmet eseri. Efendim, bendeniz Ency. De L’Islam için Istanbul m addesinin yazılm asını üzerim e alm ak gibi bir m alâyutâk bir iş yaptım . Her adımda görüyorum ki, böyle bir tetkikin temel taşları zâtı âliniz tarafından atılmıştır. Pek değerli kaynaklar ve tetkikler gün ışığına çıkarılmıştır. Son çıkardığınız Istanbul evkafı Tahriri sonsuz bir hazinedir. Onsuz yazam azdım bir şey. Bu muazzam eser için bir tanıtm a yazısına hazırlanırken ikinci bir dev eserle beni adeta mebhut bıraktınız. Efendim en samimi tebriklerim i Kabul buyurm anızı rica eder, bilvesile hürm etlerim i tekrarlarım , efendim. (imza) Prof. Halil İnalcık Hâmiş: Efendim, sizin F atih Devri M im arisi’ni hiç bir yerde bulamıyorum. Acaba tükenmiş de olsa, ihtiyatlardan bir nüsha ödemeli olarak gönderebilir misiniz? Son derece m innettar olacağım. Onsuz ne yapabilirim? (paraf) Mümkün ise yine ödemeli olarak, Fatih ve Istanbul ve İstanbul E nstitüsü Dergisi’nin tam -veya m evcut nushalarından b irer takım ı göndermeleri için emirlerinizi rica ederim. (paraf) *Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, Ayverdi Enstitüsü Ekrem Hakkı Ayverdi Arşivi.

EKREM HAKKI AYVERDİ’DEN REŞAD EKREM ’E MEKTUP* ¿lâij dJHuı d jjlp jlû ^ 1953 ^ j l o 20 ll.ı&.3ü (Tahminen 20 Mayıs 1953 günü çıkan Cumhuriyet gazetesinde ( j^ ûjUm j ^Ip ^ j Ls Reşad Ekrem'in kendi yazısı içine sıkıştırılan makalesi) (Aslı Cumhuriyet'in Fatih ilavesindedir) İstanbul'un Beşyüzüncü fetih yılı münasebetiyle Fatih devri âbideleri adıyle hakiki bir emek m ahsulü bir eserin müellifi olan m uhterem Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Türk İstanbul mevzuunda fikirlerini öğrenmek istemiştim. Şayanı dikkat m ektubunu naklediyorum: Şerefül m ekân bil mekîn, vecizesi ile m uhitin ancak beşerin cehdi ile şeref kazanacağını söyleyen kelâmı kibar ne güzeldir. Bulunduğu yeri şereflendiren insandır; onu gönlünden fışkırıp önce tazelik, yavaş yavaş olgun bir inkişaf gösteren çiçeklerle süsleyen, câzibeli, ru h okşayıcı hale getiren beşerdir. Hiç şüphesiz ki yerinde hissesi büyüktür. Mesele bu iki kutup arasındaki esrarlı köprüyü kurabilmektir; bir memlekete yerleşen kavmin, milletin mas kabiliyetleri olması lazım geldiği kadar sinesini size açan toprağın velûd hassaları bulunması icabeder. İstanbul ve Türkler bu halin en canlı bir misalini teşkil etmektedirler; vardıkları ülkeleri derûni bir X şua ile süzüp m anasının derinliklerini sezen Türkler nasıl Bursa'da dağ eteklerinin, oyaların yemyeşil bahar ve erguvanî kızıl hazan renklerini aksettiren zengin binalarla süslü, tabiatın içinden fışkırmış koca bir şehir m eydana çıkardılarsa, İstanbul'a ulaşır ulaşmaz -ulaşmak bilmem ne derece yerinde bir tabirdir; gönülleri asırlardır zaten orada değil miydi?- benimsemişler, hemen ısınmışlar, onunla kaynaşıp onbeş asırlık eski sakinlerinin erem edikleri olgunluğa vasıl olmuşlardı. Onbeş asır işlenmiş olan bir şehri erdiği ahenkten büsbütün başka kıvama ulaştırm ak ne dem ektir? Tasavvur buyrulsun, bir odanın nizamını bile değiştirmek istense tesirinden sıyırılıp yeni buluşa emek için zaman geçer. Halbuki İstanbul, lâtinler tarafından yıkılmış ve yakılmış, Bizanslıların istirdadından sonra geçen iki asır zarfından fakrü ' Kubbealtı Akademini Kültür ve Sanat Vakfı, Ayverdi Enstitüsü Ekrem Hakkı Ayverdi Arşivi.

zaruret elinde ne kadar erimiş olursa olsun şurada bir saray harabesi, beride bir bina iskeleti, öte yanda birkaç kilise vardı; iskân m ıntıkaları, idare çevreleri, saray m uhitleri taayyün etmişti. Biz şehri alınca ne yaptık? İlk akla gelen, ortalam a su rette eski, kalıntılara uymak, iskeleti tam ir ve aynı yerlerde ihya suretiyle şehri devam ettirm ek değil m idir? Hayır böyle olmadı. Daha fethin üstünden yirm i gün geçmeden Fatih Sultan Mehmet yeni bir saray inşasını emretmekle beldenin yeni baştan kurulm ası lazımgeldiğini gösteren zihniyeti ilan etmiş oldu. Bir şehrin merkezi sikleti değişiyordu; Türk sarayı Bizanslıların estetik bakımdan anlaşılmaz bir zihniyetle ihmal ettikleri boğaz tarafına yaklaşıp, bir müddet sonra bunu da kâfi görmeyerek o nazlı suların kenarına kadar varacaktı. Onbeşinci asırdaki halici, bugünki mezbele haliyle mukayese doğru olmaz; bu m uhakkak, lâkin havasının da tepeler kadar ceyyid ve ferah olduğu da iddia edilemez. Bizansın son sakinleri bu sahillere dolmuşlar, m ahallelerini sıkışık bir halde kurm uşlardı. Yeni gelenler, yabancılara ait olsa da kırılması güç olan mevcut team ül halkasını parçaladılar; Fener ve Balatta nisbeten mam ur mahalleleri derhal hürriyetlerini bahşettikleri rum lara terk ile kendileri Ebül Fidanın, İbn B atûtanın, Clavijio’n u n ekin tarla la rı olarak bildirdikleri sırtlara tepelere yükseldiler. Bu yerleşme, tatlı meyillerle birleşen zirveler zincirinin nazlı zerafeti, denizden görünüşlerinin sırrı teselsülündeki sırrı onlara açmış oldu; artık İstanbul'un dünyada m enendi olmayan siluetini çizecek binalar serisinin ilhamı doğmuştu. M inareleri ve sonradan tarafım ızdan yapılmış ekleme tahkim payeleri olmasa harici m anzarası sert, ağır Ayasofyanın İstanbul ahengine bir şeyler ilave olunamaz. Halbuki fetihten hemen on sene sonra başlanan Fatih camii İstanbulun dördüncü tepesi üstünde bir taç gibi yükselm ekte idi. Onsekizinci asırda bir zelzele sonunda yıkılm asından sonra yapılan şimdiki bile bu vazifede kusur etmiyor. Müteakıp asırlarda Sultan Selim, Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Cerrahpaşa camiileri.... bu ezeli ve ebedi kubbe ve m inare zincirini Fatih camii ile tam am layacak Topkapı sarayı da bütün bu zirveler hattının düğüm yeri olacaktır.

Sâkinini, zairini , seyyahını bir m ıknatıs silsilesi gibi büyüleyen bu dış hatların ortası da mühmel bırakılmış değildir; Muradpaşa, Davudpaşa, Beyazıt, Sokollu, .... gibi camiler, bedestenler, çarşılar, hanlar, sebiller, çeşmeler, küçük (?)atıreler asm a dallarıyle gölgeli sokaklarla bezenmiştir. Açtığımız sokağı bir gecenin bir daha unutmayacağı şekilde hususiyet ve şiir serpmişizdir; Türkler şehrin dam arlarında akan kanın ahenk ve kıvamını nabızdan okuyup, M uhterem İsm ail Habib’in dediği gibi, zirvelere haşm et, kıyılara yumuşaklık mimarisi yapmışlardır. 15 Asır boyunca bağrını Roma pençesiyle m ühürlem ekten tam am en k u rtulam ayan Bizanslılara karşılık, bu “beldei tayyibe” ye İstanbul damgasını vuran yalnız Türklerdir. Burada bir de yabancı, fakat büyük şahit okutmak isterim. 19 uncu asır Fransız edebiyatının layem ut isim lerinden Théopile Gautier bir İstanbul seyahatından büyük şehrimizin adını taşıyan bir eser ve kalbinde necip Milletimize karşı sevgi ile dönmüştür; aşağıdaki güzel tercüm enin kimin kaleminden çıktığını bilemiyoruz., “resim li ta rih m ecm uası” n d a neşredilen bu sa tırlar varken ayrı bir tercüm e yapm anın lüzumsuz titizlik ve h atta nahvet olacağına kaniim; Fransız şairi ne güzel görüyor ve ne güzel konuşuyor: “Bence İstanbul, şarkın centilm enleri olan T ürkler için yaratılmıştır. Bu centilmenler kendi bahadırlık ve kibarlık destanlarını milyonlarca halkı dinletmek için iki büyük kıtanın kulak kulağa geldiği, dudağa verdiği böyle bir y er lazımdı. Tabiat bu yeri yarattı ve Türk, uzun asırlar araya araya -kendisi için yaratılan- cennet köşesini buldu. İstanbul bütün güzelliği ile, bütün haşm etiyle, T ürk’e yaraşır. Zarf ile m azrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer, kürrenin başka bir tarafın d a görülem ez”. Sözümü, İstiklâl m arşım ızın bir m ısraı ile bağlıyorum: O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK !..



(d . 1922 İ s t a n b u l, ö. 1977 İs t a n b u l) Şair, yazar ve fik ir insanı. A nadolulu b ir ş e h irli; Osm anlı m edeniyeti bilg esi, anlatıcı, tanıtıcı, te m s ilc i, yaşatıcı, y e tiş tiric i, k ü ltü r ve şe hir insanı. “Gelecek mübarek bir vakte hazır olunuz. Şâh-ı Velâyet’in kelam-ı mübarekelerini tekrar söylüyorum: “Gözü olana sabah ışımıştır.” Hâl-i yakazadayız. O sabahın alacasındayız...” Başlıca Eserleri Dostluk Üzerine Çeşitli Dergilerdeki Makaleleri



Ekim 1922 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Haydarpaşa Lisesi’nden 1940 yılında mezun olduktan sonra, İs­ tanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu. İstanbul’daki bazı azınlık okullarında 1950-1955 yıllarında Türk­ çe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul’un spor, kültür ve sanat etkinlikleri merkezi olan Spor ve Sergi Sarayı’nın m üdürü olarak 1955-1963 yıllarında çalıştı. Arapgir Postasının baş yazarı olarak 1956-1959 yıllarında kale­ me aldığı büyük çoğunluğu dış politika üzerine olan yazılarında, özellikle Afrika’nın önemini vurguladı. 1959 yılında Dr. Emine Suzan Hanım’la evlenen Fethi Gemuhlu- oğlu’nun Mehmet Ali ile Veli Selman adında iki çocuğu oldu. 1963­ 65 yıllarında ailesi ile beraber Almanya’da kaldı. Arkadaşı Nevzat Cihat Bilgehan’ın Millî Eğitim Bakanlığı döne­ minde 1965-66 yıllarında özel kalem müdürlüğü yaptı. 1966-1969 yıllarında Türkiye Odalar Birliği basın müşaviri ola­ rak çalıştı. 1969 yılından itibaren M ithat Recai Öğdevin ve Ahm et Aydın Bolak ile birlikte kuruluşunu gerçekleştirdikleri dönemin sayılı eği­ tim vakıflarından biri olan Türkpetrol Vakfı’nın genel sekreterliğini vefatına kadar sürdürdü. Konuşmalarında coşkuya, aşka ve dostluğa yaptığı vurgu ile m a­ nevi hayata dikkat çekti ve müstakil olarak daha sonra defalarca ba­ sılan “Dostluk Üzerine” adlı konferansını 22 Kasım 1975 tarihinde verdi. 5 Ekim 1977’de vefat etti. İstanbul’da, Sahrayıcedid Mezarılığı’na defnedildi. 91

FETHİ GEMUHLUOĞLU* İstanbul Göztepe’de doğdu. Arapgirli bir Türkmen ailesinin oğlu olup babası Mustafa Neşet Efendi, annesi Fatma Saniye Hanımdır. Çocukluğu, son Osmanlı aydınlarının yaşadığı Erenköy ve Gözte­ pe semtlerinde geçti. Yetişmesinde, geniş tarih bilgisinde, edebiyat ve tasavvufla olan münasebetinde, gönül adamı kişiliğinde ailesinin ve çevresinin büyük tesiri olmuştur. Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdik­ ten sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etti. 1950-1955 yılları arasında İstanbul’da çeşitli okullarda Türk dili ve edebiyatı hocalığı, 1955-1963 yıllarında Spor ve Sergi Sarayı m ü­ dürlüğü yaptı. Daha sonra Almanya’da iki yıl serbest gazeteci olarak çalıştı. 1965-1966 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığı’nda özel kalem müdürlüğü görevinde bulundu. 1966-1970 yılları arasında Ankara ve İstanbul’da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği basın müşavirli­ ği yaptı. Çok sayıda vakıf, dernek ve hayır kurum unda yönetim ve danışma kurulu üyeliği gibi görevlerde de bulunan Gemuhluoğlu, kuruluşunu gerçekleştirdiği Türkpetrol Vakfı’nın sekiz yıl süreyle ge­ nel sekreterliğini yürüttü. 5 Ekim 1977de İstanbul’da vefat etti. Kabri Sahrayıcedid Mezarlığı’ndadır. Yaptığı hizmetlerle yaşadığı döneme bir gönül ve hizmet adamı olarak damgasını vuran Fethi Gemuhluoğlu sağlam karakteri, toplu­ m u bir bütün olarak ele alan hoşgörülü tutum u ve herkese sevgiyle yaklaşımından dolayı etrafında aydın bir çevre oluşturdu. Zarif bir İstanbul Türkçesi’yle yaptığı konuşmalarında, mektup ve makalele­ rinde iman, aşk, emek, hürriyet, güzel ahlâk, çalışkanlık gibi değerle­ rin savunucusu oldu ve bir dönemin yüksek öğrenim gençliğine bu değerleri aşılamada önemli rol oynadı. Bulunduğu bütün görevlerde Ferm an Karaçam. “Gem uhluoğlu, İrfan Fethi”. İslam C. 14, s. 17 Türkiye Diyanet Vakfı, 1996. 92

FETHİ G EM UHLU OĞ LU 93

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ Batılılaşma’nın Türk toplum unda meydana getirdiği tahribatın onarılması için büyük çaba sarfetti. Fikirlerini işlediği yazıları Serdengeçti, Yeşilada, Arapgir Postası, Türk Yurdu, Düşünen Adam Mecmuası, Yeni Sabah, Göldağı gibi gazete ve dergilerde yayımlanan Gemuhluoğlu konularını daha çok yaşanan hayatın içinden seçti. Büyük şehirlere göçlerin gelecekte doğuracağı tehlikelerden Macar hürriyet savaşçılarını destekleme­ ye, mazlum ve masum milletlerin bağımsızlığına, İslâm ülkelerinin birbirine yakınlaşmasının öneminden müslümanların birbirlerini tenkit etmesinin yanlışlığına, sanattan siyasete, ahlâktan eğitim ve tarihî meselelere kadar hemen her konuda yazılar yazdı. Bir yan­ dan millî meseleler üzerine yetkililerin dikkatini çekerek çözüm teklifleri getirirken öte yandan milletlerarası bazı konular üzerine de eğildi. Bu meseleleri çözüme kavuşturacak akademik kadroların yetişmesi için öm rünün sonuna kadar büyük bir gayretle çalıştı. Faaliyetlerini sevgi ve dostluk ekolü şekline dönüştüren bir prensip ve disiplin içinde sürdüren Gemuhluoğlu, gençlere sadece maddî ve manevî açıdan destek olmakla kalmayıp kendilerinde bilgi, zekâ, cesaret ve sanat parıltısı gördüklerini yetenekleri doğrultusunda yönlendirdi ve böylece sadece akademik hayatta değil İslâmî dü­ şünce, sanat ve kültür hayatının gelişmesi üzerinde de etkili oldu. Halvetiyye tarikatının Şâbâniyye koluna mensup olan Gemuh- luoğlu’nun şahsiyetini oluşturan temel unsur tasavvuftur. Gemuh- luoğlu, hayatı boyunca tasavvufun riya ve şöhretten uzak durmayı telkin eden anlayışına bağlı kalmış, birbirinden uzak çevrelerden edindiği çok sayıda dostuna hiçbir çıkar endişesi gözetmeden hiz­ met etmeyi ibadet kabul etmiştir. İnsanın başta kendisiyle dost, kendi içinde dengeli ve tutarlı olmasını önemli bir varlık şartı ola­ rak ele almış, ferdin iç dünyasının güzelliğinin insana, dünyaya, hayata ve olaylara bakışta temel rol oynadığına inanmıştır. İnsanla insan, insanla eşya ve insanla mücerret kavramlar arasındaki dost­ luğu çok ileri noktalara taşımış, şöhret, mal ve uyku dışında her şeyle ve herkesle dost olmanın gereği üzerinde ısrarla durmuştur. Buradan hareketle, bir müslüman için dünya ve âhiret diye bir 94

FETHİ G EM UHLU OĞ LU ayırım yapılmadan âhiretin dünyada başladığını bilerek ölüme de dost olunması gerektiğini vurgulamıştır. Konuşmalarında, makale ve mektuplarında sevgi ve dostluk kav­ ramları üzerinde titizlikle duran Fethi Gemuhluoğlu, bunların öl­ çüsünün insana ve İslâm’a hizmet etmek olduğunu, sevginin hiçbir karşılığının bulunmadığını, insan hayatının aşk ve cezbe üzerine kurulduğunu ifade etmiştir. İnsanın iyi tarafını öne çıkarmanın an­ cak sevgi ve dostlukla m üm kün olduğunu söyleyen Gemuhluoğlu’na göre aşk insanın katı yanlarını yumuşatarak hayata bir esneklik ka­ zandırır. Bu esneklik güçlüklerin aşılmasına yardımcı olur, insanlar arasındaki dayanışmayı ve yardımlaşmayı m üm kün kılar. Gençlere, geçmişi geleceğe bağlamanın, insanları birbirine kay­ naştırm anın, istikbale um utla bakmanın en temel yolunun sevgi olduğunu söylerken düşüncelerini kabul ettirme yerine özümsetme çabası içine girmiştir. Gemuhluoğlu insana dostça yaklaşımı, geçmi­ şi geleceğe taşıyan siyasî şuur dehası, müessese ile insanı birbirine ustaca bağlayan kişiliği, söz ve davranışlarındaki uyumla çağdaş bir müslüman örneği oldu. Ülkenin tabii kaynaklarını zenginliğe dö­ nüştürecek beceri, bilgi ve ahlâkî donanım a sahip insanlara ihtiyaç olduğuna inandı ve hayatını bu insanları ortaya çıkaracak şartları oluşturmaya adadı. Bazı sohbet, mektup, hâtıra ve yazılarıyla ölümünden sonra hak­ kında yazılanların bir kısmı Dostluk Üzerine adlı bir kitapta toplan­ mış (İstanbul 1978), bu eserde de yer alan bir sohbeti daha sonra Dostluğa Dair adıyla ayrıca yayımlanmıştır (İstanbul 1988). Necip Fazıl Kısakürek Bâbmlıde, Cahit Zarifoğlu Yaşamakta ona müstakil bir yer ayırırken Nuri Pakdil Bağlanma adlı kitabında bü­ tünüyle onu ele alıp anlatmış, ölümünün 10. yıldönümünde Suffe Kültür-Sanat Yıllığında onunla ilgili çeşitli hâtıra, anekdot ve değer­ lendirme yazılarından oluşan geniş bir bölüme yer verilmiştir. Ge- muhluoğlu, 1977’den bu yana ölüm yıl dönümlerinde her kesimden sevenlerinin katıldığı anma toplantıları yanında radyo ve televizyon programlarıyla da anılmaktadır. 95

NURİ PAKDİL’İN “BAĞLANMA” ADLI ESERİNDE FETHİ GEMUHLUOĞLU* İstanbul’da üniversitede okuduğum yıllardaydı. Şimdi hep düşünü­ yorum; adını ilkin kimden duymuştum, diye. Nerde duymuştum, diye. Üniversitede miydi, kaldığım yurtlarda ya da evlerde miydi, yolda mıydı, bir kahvede miydi, lokantada mıydı; 1959’un başlarıydı sanıyorum ilk duyduğumda adını. “Fethi Ağabey” diyorlardı. Anla­ tıyorlardı. Gittikçe artıyordu ilgim. (Bende, hiç görmediğim birine karşı ilgi yavaş yavaş oluşur. Bunun nasıl oluştuğunu hiç ayrımsaya- mam. Birikim, çok geç patlama noktasına gelir, gidip görme isteği uyanır bende). Böyle olmuyordu bu kez. Hemen gidip görmek isti­ yordum. Anlatılanlar büyülüyordu beni. Çalıştığı yeri öğrenmiştim. Nasıl varacaktım yanına, ne diyecektim? Nasıl karşılayacaktı beni? Gittim: çalıştığı yerde gördüm: oturuyordu masada: odası kalaba­ lıktı: konuklarıyla dolu idi. (Pencereden bakabilmiştim içeri ancak). Sık sık gidip, pencereden bakıp, içerisini gözlemleyip, dönüyordum: içeri girmek, tanışmak gözüpekliğini gösteremiyordum. Üniversite­ deki arkadaşlarıma anlatıyordum içimde heyheylenen dağları. “Gir içeri, tanış”, diyorlardı. Sanırım, bir yıl böyle geçti. Bir ilkyaz akşa­ mıydı. (Çok iyi anımsıyorum bunu). Tüm gözüpekliğimi bir silah gibi kuşanarak vardım. Gene birkaç kişi vardı içerde. Görünce bu denli yakından, bir evrenin dolduğunu içime hemen duyumsadım. (Ben, şimdiye değin, çok az insanı böyle yakından görünce, benze­ ri duygulara kapılmışımdır. Çok az insanı). Gizemli bir güç kuşattı beni: özgürlüğün elden gidişi anlamına değil bu; tersine, onun bilin­ cine varılıyor böyle bir yücelikte. Bulunduğu yapı, Sergi Sarayı idi. Bu yapının önünde bir çay bahçesi vardı. İndik bahçeye, çay içtik. (Hiç *N uri Pakdil. Bağlanma. Edebiyat Dergisi Yayınları, İstanbul, 2012. 96

FETHİ G EM UHLU OĞ LU Gençlik yılları unutamadığım çaylardan biri de o çaydır). O yaz da, görmeye git­ miştim böyle birkaç kez. (1960 yazı, çok karmaşalı, biraz da kargışlı bir yazdı benim için). Bir gece, Cağaloğlu’nda bir gazeteye uğramış, oradan Sirkeci’ye inmiş, Eminönü’nden, Köprü’den geçerek Kadı­ köy iskelesine değin yürümüştük. (Sanırım, o yıllarda Göztepe’de oturuyordu). Bu; görüşme değil, kuşkusuz, salt bir dinlemeydi, bir onarılmaydı. (O’nunla konuşan, daha doğrusu salt O’nu dinleyen, O’nun yanından ayrıldığında, iç aygıtlarının bir bakım dan geçiril­ diğini, onarıldığını mutlaka duyumsamıştır). İnsan kalbinin, o kalp­ teki manevi yaraların büyük bir onarım ustasıydı. (Bu yaz sonun­ dan, 1961 ilkyazına değin Maraş’ta kaldım). Mektuplarla saygılarımı sunuyordum. Küçük, beyaz kartlarla yanıtlanırdım. (Bu kartların tüm ünde yazı yazmamı buyururdu). İstanbul’a, fakültedeki ertelen­ miş son sınavımı vermek için gelmiştim. Uğrardım bu arada yanına; dinlerdim, sürekli dinlerdim: (O, konuşurken, sizi de yanına alarak, bir amaca doğru sanki yürürdü). O yaz gene Maraş’a döndüm , sonra asker oldum. (Tuzladaki okul döneminde hiç görememiş miydim? Sanırım öyle olmuştu). 1962 ortalarında 1963 sonuna değin -tam 97

M E D E N İ Y E T K Ö P R Ü S Ü BEŞ Ş EH İ R L İ sonu olmasa da- Bitlis’te kaldım asker­ lik için. (Çok tuhaf, hiç haber alamı­ yordum). 1962 sonları mıydı -büyük bir olasılıkla öyleydi-, bir gün, bir gaze­ tede, uçak merdiveninden çıkarken çe­ kilmiş bir resmini gördüm: Almanya’ya gidiyordu. Aradan çok geçmemişti ki, mektup geldi Almanya’dan: (Sanatın, edebiyatın evrensel işlevi üstünde du­ rarak, gene, yazı yazmamı buyuruyor­ du). Ben de, elimden geldiğince düzen­ li olarak, mektup sunma mutluluğuna eriyordum. 1964 yılında İstanbul’day­ dım, haftalık bir dergide sanat sayfası düzenliyordum. (Çok az sürdü bu). Bu dergiyi de sunuyordum mektuplarımla birlikte Almanya’ya göndererek. Onurlandığım mektuplarının birinde, bir sanat dergisi çı­ kartmamı, birtakım arkadaşlarla bu derginin çerçevesinde toplanma­ mızı buyuruyordu. (Edebiyat dergisinin tohumu, belki de 1964’lerde düşmüş oldu içime). Mektuplarıyla sürekli yüreklendirirdi: çağımızda en çok buna gereksinimimiz var: yüreklendirilmeye, 1965 ilkyazında Almanya’dan Ankara’ya gelmişti: Millî Eğitim Bakanlığı’ndaydı. Tarih­ sel yazgı gereği ben de artık Ankara’daydım. (O’nun, Ankara’da sürekli kalışı: 1967’lere değin uzanan bir dönem aşağı yukarı). Sık sık görme­ ye gidiyorduk. Geceleri ya evinde, ya Gençlik Parkı’nın “Söğüt” adını verdiğimiz bir çay bahçesinde -oralar çok dingindi-, ya kaldığı otelde -bu 1967’lerde, ondan sonraki yıllarda, İstanbul’dan gelişlerinde kaldığı yıllarda-, Kızılay’daki pastanelerde -şimdi hiçbiri kalmadı onların, yı­ kıldı-, ya Hacı Bayram çevresindeki kahvede olurduk; çoğunluk birlikte varır, hemen doluşuverirdik yanına: bir çember oluştururduk çevresin­ de. Bir bir vurguluyordu: aşılması gereken dönemeçleri: dirençle. Tanrı inancı ile Peygamber bağlılığından kaynaklanan evrensel ısıydı, dost­ luk coşkusuydu sunduğu. İnsanın elinden tutuyor, adeta çağa çıkarta­ rak yürüyüşe alıştırıyordu. İnsan; arttığını, çoğaldığını duyumsuyordu O’nun yanında. 98


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook