Geceleyin kimi görse onu gündüz de tanıyan,kafasını kaldırıp padişahın yüzüne bakarbakmaz tanıyıverdi, yüce sultanı.Arkadaşlarına döndü:“Padişahımız, gece bizimle olan, sakalı hünerliarkadaşımızdır,” dedi, “Nerede olursanız olun, osizinledir denen padişah budur işte arkadaşlar.Ben ondan bağışlanmamı isteyeceğim. Biz cangibi balçığa kakılıp kaldık; kıyamet gününde cangüneşi sensin. Ey gizlice yürüyen padişah, vakitgeldi. Kerem et, hayırlısıyla sakalını bir oynat.Biz hepimiz becerilerimizi gösterdik, ama bunlarancak talihsizliğimizi arttırdı; boynumuzubağladı da, baş aşağı düştük, alçaldık.”Gece gördüğünü gündüz tanıyanın söyledikleriişe yaradı; zaten ötekilerin becerileri insanayolunu şaşırtan gulyabaniler gibiydi. Yalnızgeceleyin padişahın yüzünü gören göz başkaydı;çünkü, onun sayesinde bağışlandılar.
SULTAN MAHMUD İLE EYAZGazneli Mahmud bir gün ava çıkmıştı. Birceylanın peşine düşmüş, atı ile izliyordu.Yanındaki adamlarından ayrılmıştı. Uzaktabirkaç Türkmen evi gördü, oraya geldi.Susamıştı; evlerden birinden su istedi. Karşısınagenç Türkmen olan Eyaz çıktı. SultanMahmud’un kılığından ve halinden padişaholduğunu anladı; onu saygıyla selamladı:“Padişahım, biraz dinlenin. Bu çevrede suyuçok hoş bir çeşme var. Babam şimdi oraya gitti,su getirecek; size o sudan sunarım,” dedi.Sultan Mahmud atından aşağı indi. Eyazkonuşkan, tatlı dilli, saygılı bir gençti. Bir sürepadişahı oyaladı. Çevrenin güzelliklerinden,kendi yaşayışlarından söz etti.Eyaz bir süre sonra kalktı su getirdi, sultanasundu. Sultan suyu içti ve:“Suyun çok güzel, ama ‘Babam su almayagitti,’ dedin; bir süre sonra da bana evden sugetirdin. Neden böyle yaptın?” diye sordu.
Eyaz açıkladı: “Geldiğiniz anda su verseydim,o su size dokunurdu; hastalanırdınız. Sizioyalayarak terinizin kurumasını bekledim.”Sultan Mahmud, bu çocuk yaştaki Eyaz’ın akılve zekâsını beğendi. Eyaz’ı saraya getirdi veayağındaki çarığı, sırtındaki postu çıkarıp onaipekli elbiseler verdi.Eyaz çok akıllı ve düşünceli olduğundan,postuyla sarığını bir odaya astı. Her gün o boşodaya girer ve kendi kendisine:“Sakın kendini bir şey sanma, gurura kapılma!Sen eskiden bunları giyerdin...” diye konuşurdu.Saraydaki arkadaşları, padişaha:“Onun bir odası var, oraya biriktirdiğialtınların, gümüşlerin küplerini koymuş. Hiçkimseyi oraya bırakmıyor. Kapısını sürekli kilitlitutuyor,” diyerek Eyaz’ı şikâyet ettiler.Padişah: “Tuhaf şey, bu kölenin bizdensakladığı nedir?” diye düşündü; sonra biradamına:
“Git odayı aç, orada ne bulursan al. Oradagizlediği şeyi bul. Bizden aldıklarıyla yetinmiyorda, ayrıca altın mı biriktiriyor, öğrenelim...” diyeemretti.Padişahın adamı, otuz kişiyle Eyaz’ın odasınıaçmaya gitti:“Padişahın emri var, bu odayı açacağız,”diyorlardı.Hazine, altın küpler, gümüşler bulacaklarınıumuyorlardı; gelenler büyük bir merakla kapıyıaçtılar. Sinekler ekşimiş ayrana nasıl üşüşürse,onlar da birbirini ite kaka odaya öyle daldılar.İçeri girenler sağa sola bakındılar; yırtık, pırtıkbir çarık ile eski bir posttan başka bir şeygöremediler.Odanın her yanını kazdılar, eştiler; derinçukurlar meydana getirdiler. Sonunda bir şeybulamayınca, kazdıkları yerleri doldurdular. Toztoprak içinde padişahın huzuruna vardılar.Padişah, düşüncesini gizleyerek;“Söyleyin bakalım, ne yaptınız? Hani altınlar,
gümüşler?” diye sordu.Yanlışlarını anlayan adamlar:“Biz, size yaraşanı yaptık padişahım! Bizimsuçumuzu bağışla,” dediler.Padişah dedi ki: “Bana yalvarmayın, gidinEyaz’a yalvarın.”Eyaz’a da seslendi: “Ey Eyaz, suçlularhakkında gereken kararı ver. Seni yüzlerce keredenesem, bir hile bulamam.”Padişahın bu sözleri üzerine Eyaz:“Padişahım, bu iyilik ancak senindir. Benyalnızca bir sarık ve posttan başka bir şeydeğilim,” dedi.Bütün bu konuşmalarda padişah, suçlularıncezasını Eyaz’ın vermesini istiyordu; çünküiftira, Eyaz’a yapılmıştı. Ama Eyaz bunupadişaha bırakıyordu. Kendisi suçlularıbağışlamıştı.
EYAZ’IN SINAVIPadişah bir gün divana girdiğinde, ülkenin ilerigelenlerinin hepsinin toplanmış olduğunu gördü.Kuşağının arasından bir mücevher çıkararakvezirine uzattı ve dedi ki:“Bu nasıl bir mücevherdir, değeri nedir?”Vezir aldı, söyle bir baktı:“Yüz eşek yükü altın değerinde birmücevherdir,” dedi.Padişah:“Kır bakalım bunu,” deyince:“Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malınıniyiliğini isteyen bir kişiyim ben! Değer biçilemezböyle bir mücevherin zarar görmesine nasıl razıolabilirim?” diye yanıt verdi.Padişah, vezirin sözünü beğendi, ödül olarakona bir giysi verdi; ondan inciyi aldı. Sonraötekilerle birlikte başka bir konuyu açarak bukonuşmayı unutturdu. Perdecinin eline
tutuşturdu mücevheri, dedi ki:“Bir isteklisi olsa, ne eder acaba?”Perdeci:“Bu mücevher,” dedi, “Ülkenin yarısıdeğerindedir. Allah ülkeyi tehlikelerdenkorusun.”Padişah:“Kır bunu,” deyince:“Ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım,”dedi perdeci, “Bunu kırıp ufalamak pek yazıktır,pek yazık! Değeri şöyle dursun, şu parlaklığa birbakın! Gündüzün ışığı bile ona uymakta. Bunukırmaya nasıl elim varır? Nasıl olur da padişahınhazinesine düşman olurum?” dedi.Padişah ona da giysi armağan etti, geliriniarttırdı. Onun aklını övmeye başladı. Bir süresonra mücevheri bir beyin eline verdi, onu dasınadı. O da, divanda bulunan öteki beyler deaynı şeyleri söylediler. Padişah da her birine ağırgiysiler verdi, bağışlarda bulundu.
Bir köşede bekleyen Eyaz kalmıştı yalnızca.Padişah mücevheri ona da uzatarak dedi ki:“Ey Eyaz! Söyle bakalım; bu parlaklıkta, bugüzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?”“Söyleyebileceğimden de fazladır padişahım,”deyince:“Haydi, öyleyse kır bakalım onu,” dedipadişah.Eyaz’ın gömleğinin yenlerinde taşlar vardı.Belki bu saf temiz kişi düşünde görmüş, ya damalum olmuştu da, o taşları gizlemişti eteğine.Hemen o taşlarla mücevheri kırdı. Beylerdenyüzlerce çığlık koptu.“Bu ne korkusuzluk? Allah hakkı için bu nurlumücevheri kıran kâfirdir,” dediler.O toplulukta bulunan herkes kötülüklerinden,padişahın inci gibi buyruğunu kırmışlardı.Mücevherin değeriyle sevginin sonucu,gönüllerinde gizli kalmıştı.Eyaz dedi ki: “Ey büyükler! Padişahın
buyruğu mu daha ileri, mücevher mi? Padişahınbuyruğuna aldırış dahi etmiyorsunuz! Bengözümü padişahtan ayırmam. Boyalı bir taşıseçip de padişahın buyruğunu geri bırakancanda hiçbir gevher, hiçbir değer yoktur. Gülrenkli oyuncağı arkanıza atın da onlara renkvereni aklınıza getirin.”Bu sözler üzerine, o yüce beyler hatalarınaözür olmak üzere başlarını önlerine eğdiler.Gönüllerinden yüzlerce ah çektiler. Padişah dayaşlı cellada emir verdi:“Bu çerçöpü benim yüce kapımdan uzaklaştır!Bu aşağılık adamlar, bu makama layık değiller.Bir taş için benim emirlerimi reddettiler. Emrim,bu çeşit fesatçılara bir boyalı taş için aşağıgörüldü.”Bunun üzerine merhametli Eyaz sıçradı, o ulupadişahın tahtına koştu, secde edip dedi ki:“Padişahım, senin gibi yüce bir padişahınsultanlığına, gökyüzü bile hayran olmuştur.Cömertler, cömertliklerini senden alırlar. Eyiyilik ve cömertlik sahibi! Bu suçlularınaymazlık ve küstahlıkları, senin affının
çokluğundandır. Ey bağışlamayı sandığınaalmış, kendine mal edinmiş kişi; bağışla! Seniyilikte en ileri gidensin! Ben kim oluyorum da,bağışla diyeyim. Ey padişahım, suçlu benim.Bağışla! Bağışla!”
İBRAHİM EDHEMO, adaletli, şanlı bir padişahtı. Bir gecetahtında otururken damda bir tıkırtı, hay huylarduydu. Sarayın damında sert sert adımlaratılıyordu.İçinden, “Kim acaba bu densiz?” dediktensonra başını dışarı uzattı:“Kim o?” diye seslendi.Aklından da, “Bu herhalde peri olmalı; yoksainsanlardan kimin haddine düşmüş, bu saattesarayın tepesinde gürültü etmek!” diyegeçiriyordu.O zamana kadar hiç görmediği bir bölük halkdamdan başını uzatarak dedi ki:“Kayıbımız var, gece vakti onu arayıpduruyoruz.”İbrahim Edhem:“Ne arıyorsunuz?” dedi.“Develerimizi,” dediler.
İbrahim Edhem:“Damda deve arandığını kim görmüş,”deyince:“Peki... öyleyse sen taht üstünde oturuppadişahlık ederken, Allah’ı arayıp bulmayı nasılumuyorsun?” dediler.Bundan sonra İbrahim Edhem’i kimsegörmedi. Peri gibi insanların gözündenkayboldu. Aslında halkın önündeydi ama,anlamı gizli idi.Zaten halk sakaldan, hırkadan başka neyigörür ki? Kendi gözünden de kayboldu, halkıngözünden de! İşte ondan sonra Zümrüd-üAnka[4] gibi dünyada ünlü oldu. Hangi kuşuncanı Kafdağı’na geldiyse, bütün dünya onusöyler, ondan söz eder...
DEFİNEAç tavuk düşünde kendisini darı ambarındagörürmüş sözündeki gibi, bizim yoksula dadüşünde bir müjdeci göründü:“Ey hayatı yoksulluklar içinde geçmiş olan!Kalk, komşun olan kâğıtçıda, şu şekilde, şurenkte bir kâğıt var, onu bul ve kimseninolmadığı yere giderek orada oku. Kimseyegösterme. O bir define kâğıdıdır. İş yayılır,ortalara düşerse bile üzülme. Senden başkakimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan.Elde etmen uzarsa sakın umutsuzluğa düşme.Her an, ‘Allah’tan umut kesmeyin’ ayetinihatırla.”Müjdeci bunları söyledikten sonra, eliniadamın göğsüne koydu:“Haydi, yürü, zahmet çek!” dedi.Yoksul kendisine gelince sevindi, içi içinesığmıyordu. Hemen kalktı, giyindi, dışarı fırladı;doğru kâğıtçının yolunu tuttu. Dükkândan girdi,ne aradığının farkına varılmasın diye bir süre
başka kâğıtları karıştırdı. Sonra söz konusukâğıdı bulacağını umduğu yere yöneldi.“Aman Allah’ım! İşte o! Tüm belirtiler varüzerinde... şekli, rengi... hepsi tarife uyuyor!”diye bağırmamak için kendisini zor tuttu. Kâğıdıfark ettirmeden gömleğinin içine gizledi:“Hayırlı işler olsun usta!” diyerek ayrıldıdükkândan.İçinden de:“Bu değerli kâğıt, onca başka kâğıdın arasınanasıl girdi? Yazı alıştırmasında kullanılankâğıtların arasında, hazine tarifi! Allah Allah!Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah,birilerinin bir şeyler aşırmasına izin verir? Bütünovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allahistemedikçe ondan bir arpa tanesi dahialamazsın. Yüzlerce kitap okusan, Allah takdiretmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Amaa...Allah’a kulluk edersen, bir kitap bile okumadanağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırırkalırsın, bunlar benden mi çıktı diye kendindengeçersin. Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki,
gördüğüm düşteki kişi, erenlerden... Yoksaeliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?” diyegeçiriyordu.Çevresine bakındı, kimsenin olmadığınıgörünce kâğıdı sakladığı yerden çıkardı;incelemeye, okumaya başladı.Kâğıtta şunlar yazılıydı:“Bil ki; şehrin dışında mezar olan filancakubbe var ya... hani arkası şehre, kapısı Ferkadyıldızına[5] karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünükıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi,yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz.”Yoksul, bir yay buldu, oku koydu, bütüngücüyle çekerek gerdi, oku boşluğa bıraktı.Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek. Kazdıkazdı... Boşuna... bir şeycikler yok. Kolundagüç, kazma kürekte ağız kalmadı. Gizlidefineden bir eser yok.Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yerikazmaya başladı. Yok... bir türlü bulamıyor,ama umudunu da hiç kaybetmiyor; devam
ediyordu kazmaya. Hep orayı burayıkazdığından, şehirde de dedikodu yayılmayabaşlamış, fırsatçılar, “Filan yoksul bir definekâğıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor,” diyedurumu padişaha haber vermişti. Zaptiyeleradamı söylenen yerde buldular, karga tulumbaedip padişahın huzuruna getirdiler.“Bre densiz, benim memleketimde, bendengizli hazine ararmışsın, doğru mudur?” diyegürledi padişah.Adam yoksul ama, akılsız da değil ya. İşinsonunun kötüye gideceğini fark etti; yalansöylerse acımasız padişahın, derisini bileyüzdüreceğini anladı. Düşünde gördüklerini,hiçbir ayrıntıyı gizlemeden, bir bir anlattı;defineyi tarif eden kâğıdı da padişahın önünekoydu:“Hesapsız zahmetlere girdim, defineden birküçük parça bile çıkmadı. Yorgunluğum,açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Eykaleler fethetmiş padişahım, belki senin bahtınyâver olur da, bulursun defineyi...” dedi.
Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı,okların düştüğü yerleri kazdırdı durdu. Neredekatı bir yay duysa hemen getirtip onunladeniyordu; ama boşuna. Eziyetten, dertten,sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Definesanki “Anka”ya benziyordu. İsmi var, cismiyok. Her yer kazılmış, her yer kuyularladolmuştu. Günün birinde, padişah, yoksuluçağırttı. Define kâğıdını önüne atıp:“Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Seninişin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âlâ;helâl hoş olsun. Bulamazsan kazar durursun...”dedi.Kâğıdı alan yoksul, düşmanların, kıskançlarınarabozuculuklarından emin oldu; hemenkazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı işeadamakıllı sarıldı. Bulduğu her sert yayı alarakdenemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler,padişahın izin verdiğini bildiklerinden sesçıkarmıyor; ama onu kıskanmaktan da geridurmuyorlardı.Günler günleri, günler ayları kovaladı.Yoksulun bir yerleri kazmasına artık herkes
alışmıştı; kimse ilgilenmiyordu bile. Yoksul aç,açık, çıplak, perişan bir durumda macerasının,aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylarboyu. Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da.Ama sonuç da yoktu.Serap misali, tam kavuştum derken, yine boşhayal, havayı döven eller...Sonunda gözler yorgun, beden yorgun,umutların kırıntıları da tükenmekteyken, “Nedenyardım istemiyorum? O isteyin vereyim, duaedin kabul edeyim demiyor mu?” diye düşündü,açtı gönlünü, gönlünün ellerini:“Ey sırları bilen! Bu define için ömrümü ziyanettim! Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbiralamadım, akıllı davranamadım! Düğümü,bağlayana başvurarak çözeyim demedim! YâRabbi! Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın,yine sen aç! Duada da hünerim yokmuş, yinebaşımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum;hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönülnerede? Bunların hepsi de senin aksin, hepsi desensin.”
Duaları gecelerce, günlerce sürdü; Allah’tanesin geldi, bütün güçlükleri çözümlendi:“Sana ‘Yaya bir ok koy ve at,’ dendi! Yayınzıhını[6] adamakıllı çek mi dendi? ‘Tâ kulağınakadar çek,’ demedi. Sen, ukalalığından yayıçekmeye, okçuluk becerini göstermeye çalıştın.Oysa, sen ok gibi düşüncelerini uzaklaraatmadasın. Av yakında, sen uzağa düşmüşsün.Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır. Senokçuluğunu perde yaptın kendine, oysa, isteğinkoynunda idi!”
HIRSIZVaktiyle hırsızın biri, bir bahçedeki en güzelmeyve ağacına çıktı; ama meyvelerinolmuşlarına uzanamadı. Dalları silkerekmeyveleri yere dökmeye başladı. Bahçe sahibidurumu görünce, koşarak ağacın yanına gelipadama bağırdı:“Hey utanmaz herif, ne yapıyorsun? Kimsin?Bütün meyvelerim yere döküldü. Allah’tankorkmaz mısın? Bahçemin meyvelerinimahvediyorsun,” dedi.Ağaçtaki hırsız hiç oralı olmaksızın, sankikendi malıymış gibi konuştu:“Ne bağırıyorsun be adam! Tanrı’nınbağından, Tanrı’nın kulu bir meyve yerse, busuç mudur? Nedir yani, ne demek istiyorsun?”dedi.Bahçe sahibi:“İn bakalım aşağı, in de görüşelim!” dedi.Hırsız indi, bahçe sahibi hırsızın elini kolunu
güzelce bağlayıp hizmetlisini çağırdı:“Al şu sopayı, vur şu herife!” dedi.Hizmetli sopayı vurdukça, hırsız bağırıyordu:“Aman efendim, ne olur yapmayın, etmeyin.Allah’tan korkun!” diyerek bağırıp çağırdı.Bahçe sahibi:“Ne bağırıp çağırıyorsun be adam! SopaAllah’ın, vuran Allah’ın bir kulu, Allah’ın birbuyruğunu yerine getiriyor: bunun ne günahıvar?” dedi.
FİL YAVRULARIAkıllı bir adam, dostlarından birkaç kişininuzak seferlerden geldiğini, aç ve perişandurumda olduklarını, bir süre sonra da köylerinedöneceklerini haber aldı. Yanlarına giderek,bilgi ve deneyimlerinden kaynaklanan birtakımöğütler vermek zorunda duydu kendisini. Dediki:“Arkadaşlarım, biliyorum pek uzaklardangeldiniz, karnınız çok açtır şimdi. Gideceğinizyönde fil yavrularıyla karşılaşacaksınız. Onlarpek güçsüz ve küçüktür; gözünüze hoşgörünebilir. Öğüdümü can ve gönüldendinleyin. Sakın ola ki onlardan birini avlayıpyemeye kalkışmayın. Anaları pusudadır,çığlıklar atarak, hortumundan duman ve ateşlersaçarak, yüz kilometre dahi olsa yol alarakyavrularını ararlar. Çok merhametlidirler onlarakarşı. Otlara, yapraklara razı olun yemek için;ancak, fil yavrularını avlamayı aklınızınucundan bile geçirmeyin. Perişan olursunuzyoksa! Yetinmesini bilin. Boynumun borcunuödedim size karşı. Haydi varın gideceğiniz yere
hayırla gidin.”Yolda adamların, susuzlukları arttıkça arttı,dayanılmaz oldu. Ansızın yeni doğmuş bir filyavrusu gördüler. Aç kurtlar gibi üşüşüpyakaladılar, kebap edip yediler. Yoldaşlarındanbiri öğüt vermek istedi arkadaşlarına, bilgekişinin sözlerini hatırlatmak istedi, ama boşuna...açlıktan hiçbir şey dinleyecek durumdadeğillerdi. Ama kendisi yemedi, bütün açlığınarağmen tuttu verilen öğütleri. Açlıktan gözlerineuyku girmezken, karınları fil yavrusu kebabıylatıka basa doyan arkadaşları, rahatlamanınverdiği ağırlıkla çoktan dalmışlardı uykuya.Kızgın bir fil çıkageldi birdenbire; yemeyenadamın ağzını kokladı üç kere, ama ondan kötübir koku almadı, dokunmadan geçti.Uyuyanların hepsinin ağızlarını sırasıylakokladı, hepsinden de koku aldı. Hemenyavrusunu kebap edip yiyenleri parçalayaraköldürdü.
MESCİDİN SIRRIRey şehrinin yakınında bir mescid vardı.Orada geceleyen herkes, sabah korkudan ölmüşolarak bulunurdu. Durumu kendi açılarındananlatmak isteyenler, türlü yorumlardabulunuyordu.Kimileri, “Kuvvetli periler var orada,geceleyenleri kör kılıçla kesiyorlar!” diyor;kimileri, “Kesinlikle bu bir sihir ya da tılsımolmalı!” diye bilgiçlik taslıyor; insaf sahibi kimiinsanlar, “Mescidin kapısına bir uyarı yazısıasalım, diyelim ki: Ey konuk, canına kastınyoksa burada geceleme. Bilesin ki ölüm sanapusu kurmuştur. Çünkü geceyi buradageçirmeye kalkıp da sabaha sağ çıkangörülmemiştir!” diyerek düşüncelerini söylüyor;başkaları da, “Bunların hepsi iyi hoş da,eksikleri var; herkes yazı bilmez, karanlıktagörülmez de. Geceleyin kilit vuralım kapısına,olsun bitsin. Böylece bilmeden girilmesini deönlemiş oluruz,” diyorlardı.Günlerden bir gün, mescidin şaşılacak ününü
duymuş bir konuk geldi. Yiğit, yaşamaktanusanmış, biraz da maceracı biriydi bu. Gecemescidde yatıp, denemek istiyordu.Dedi ki:“Bu başa, bu vücuda pek aldırış etmem ben.Say ki, can hazinesi için bir zerre gitmiş, neçıkar? Görünen ten gidiversin, ben var oldukçabedenim eksik olmaz zaten; çünkü ben o bedendeğilim ki! Ben hem Allah’ın iyiliğiyle, ‘Beninsana ruhumdan ruh üfledim’ sözlerinin sırrınaulaşmışım, hem de ‘Ey doğru kişiler, ölümüdileyin!’ ayetinin sırrına. Ben de doğrucuyum vebu söze canımı veririm.”Halk dedi ki:“Sakın burada gecelemeye kalkma. Garip birkişiye benziyorsun, bilemezsin... asla tesadüfdeğil bu. Biz nice ölenleri gözlerimizle gördükburada. Birinden duyup anlatmıyoruz.Peygamber, ‘Din öğüttür’ buyuruyor. Sana olansevgimizden söylüyoruz bunları. Sakın akıldanve insaftan ayrılma!”
Konuk dedi ki:“Ey öğüt verenler! Yaptığımdan pişmandeğilim, hayata doydum. Hiçbir şeye aldırışetmeyen, ölümünü arayan bir tembelim. Sakınola yiyecek içecek tembeli sanmayın.Yabancılara el avuç açan, para pul toplayantürden bir tembel değilim ben. Sıçrayıp varlıktankurtulan ve bir madene ulaşan tembelim. Kuşakafesinden çıkıp uçmak nasıl hoş gelirse, banada ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş ve tatlıgelir. Bahçeye, güllerin çimenlerin arasınakonmuş bir kafesteki kuşu düşünün. Kurtulmakiçin neler yapmaz? Her delikten başını dışarıçıkarıp denemez mi kurtulmayı? Onun gönlü decanı da dışarıdadır. Kafesin dışında gezenkedilerden korkan kuşa benzer mi hiç bu?Öyleleri ister ki, kafesin dışında bir kafes dahaolsun.”Halk dedi ki:“Gel etme, bu sevdadan vazgeç. Buradagecelemek uzaktan kolay görünür ama, sonunavarmak zordur. Nice böbürlenen kişiler imdataradılar sonunda. Savaştan önce halka kolay
gözükür savaşmak. Ancak işin içine girincerengi değişir olayın. Aslan değilsen, ileriye ayakatma. Ey canı pek adam! Zaten mescidimizin adıçıkmış, bizi daha fazla suçluluk duygusu altındabırakma; yiğitliği bırak, Zühre yıldızı arşınlaölçülmez. Senin gibi çoklarının sonu, sakallarınıyolmak oldu. Aklını başına al. Kendini degünaha sokma, bizi de!”Adam dedi ki:“Dostlar, ben bir lâhavleden[7] korkupkaçacak şeytanlardan değilim. Bakın size birhikâye anlatayım:Çocuğun biri ekin bekçiliği yapar, kuşlaryemesin diye ha bire elindeki tefi çalar dururdu.Günün birinde tarlanın yanına SultanMahmud’un ordusu kondu. Nöbet davulunutaşıyan deve çocuğun tarlasına girdi, başladıekinleri yemeye. Çocuk da onu kaçırmak için tefçalmaya koyuldu. Ama boşuna... bu deve tefsesinden ürküp kaçmıyordu. Uzaktan olayı farkeden akıllı bir kişi gelerek çocuğa dedi ki: ‘Heyçocuk, senin bu tefin ona vız gelir. O deve var
ya, ordunun nöbet davulunu taşır. Kocamandavul her gidiş ve dönüşte onun sırtındadır vedurmaksızın çalınır.’İşte dostlar, ben de Allah sevgisine kurbanolmuş bir âşığım. Canım ise, bela davulununnöbet vurulduğu yer. Sizin bu tehditleriniz, oçocukcağızın tefi gibidir bana. İsmail’e bağlıolanlardanım, ölümden çekinmişliğim yoktur.Hatta onun gibi başından geçmişlerdenim.Peygamber ne diyor: ‘Bağışlanacak şeyeverilecek karşılığı iyice bilen, bu dünyadabağışta bulunur.’ İnsan için candan iyi bir şeyyoksa, can tatlıdır. Yoksa hor ve aşağıdır. Malile beden, hemen eriyip giden kardır; amasatılığa çıkarınca, alıcısı Allah’tır. Onun için benbu mescidde kalacağım ve uyuyacağım!” dedi.Çaresiz kalan şehir halkı birer ikişer çekildilermescidden, evlerine döndüler.Konuk, gece yarısına doğru şiddetli bir tılsımsesi duydu, kendi kendisine dedi ki:“Bu ses bayram davulunun sesi, nedenkorkacakmışım? Korkacaksa, tokmağı yiyen
davul korksun.”Sonra da:“Gönül, sakın titreme ve korkma! Ya Haydargibi ülkeyi fethederim ya da canım bedenimdengider!” diye söylenirken, yerinden fırladı,bağırmaya başladı:“Ey ulu adam! İşte buracıkta hazırım. Ersengel!”Bu sırada tılsım hemen bozuldu, yandanaltınlar dökülmeye başladı. O kadar çok altındöküldü ki, her yer dolunca kapalı kapınınardında kalacağından korktu; sabaha kadardışarı çuvallarla altın taşıyıp durdu.Bu hikâyeyi duyunca, altına tapan kişilerinaklına hemen gerçek altın gelir. Çocuklar daoynarken saksı kırıklarına altın adını verirler ya!Ama erlerin dediği altın ne o altındır, ne bu altın.Onlar, üstüne Hakk’ın adı basılmış gerçekaltından söz ederler. Gönül o altındanzenginleşir. Parlaklık ve aydınlıkta, her şeydenüstün olur. O mescid bir mumdu, adam da
pervâne;[8] ateş kanadını yaktı, ama daha güzelbir kanat bağışladı.Oğul, sen de Allah erini görünce ondainsanlık ateşi var sanıyor, onu insangörüyorsun... oysa o sıfat, sende.
DİLBİLGİSİ BİLGİNİ VE KAYIKÇIBir gün, gururlu bir bilgin, kıyıda duran birkayığa binip karşıya geçmek istedi. Kıyıdamüşteri bekleyen kayıkçılardan birine seslendi;kayık yanaştı, bilgin de kayığa atladı. Kayıkdenizin üzerinde ilerlerken, bilgin, kayıkçıyasordu:“Sen hiç dilbilgisi okudun mu?”“Hayır! Ben bilgisiz bir kayıkçıyım. Birbesmele bilirim, başka bir şey bilmem.”Bilgin:“Vah vah, çok üzüldüm. Demek yarı ömrünboşa gitti...” diyerek, küçümser bir şekildekayıkçıya baktı.Tam bu sırada bir fırtına koptu; kayık denizinortasında yalpalıyor, kayıkçı bütün gücüyletehlikeyi atlatmak için çalışıyordu. Fırtınagittikçe arttı, kayık batmak üzereyken, kayıkçıkarşısında korkudan tir tir titreyen bilgine sordu:“Ey, her şeyi bilen bilgin dostum. Şimdi ben
sana soruyorum: Yüzme bilir misin?”Bilgin:“Hayır,” yanıtını verince, kayıkçı:“Vah vah, sen ömrünü boşa harcamışsın.Şimdi, senin bütün ömrün gitti; çünkü birazdankayık batacak. İyi bil ki, burada dünya bilgisideğil, Tanrı’da yok olma bilgisi[9] gerekli. Eğer,yokluk bilgisini biliyorsan, tehlikesizce denizedal!”İstersen dünyada zamanın en büyük bilginiol; ama, dünyanın yokluğunu da gör, zamanınyokluğunu da... Dilbilginini size, yok olmabilgisini öğretmek için anlattık. Fıkıhı bilmeyide, yok olmada bulursun; dünya bilgisiniöğrenmeyi de...
SERÇENİN AVCIYA VERDİĞİÖĞÜTBir avcı kuş avlamak için tuzak kurmuştu.Tuzağa küçük bir kuş yakalandı. Minik kuşueline aldı. Hayret; minik kuş konuşuyordu:“Ey büyük efendi! Sen birçok koyunlar,sığırlar, develer yiyerek doymadın da, benimazıcık etimle mi doyacaksın? Ben senin dişininkovuğunu bile dolduramam.Beni salıverecek olursan, sana üç öğütvereceğim. Bu öğütlerden ilkini seninelindeyken, ikincisini şu damın üstünde,üçüncüsünü ise ağacın üstünde söyleyeceğim.Bu üç öğüdümü tutacak olursan, ömür boyumutlu olursun,” dedi.Avcı bu öneriyi beğendi; aslında eti olmayanbu küçük kuşla nasıl doyacaktı ki? Kuşun öğüdübelki işe yarardı. Avcı:“Peki, söyle bakalım,” dedi.Minik kuş:
“Elindeyken vereceğim öğüt şudur:Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin,inanma.”Kuş, bu birinci öğüdünden sonra avcınınelinden uçup karşıdaki damın üstüne kondu veşöyle dedi:“İkinci öğüdüm: Geçmiş gitmiş şeyler içinüzülme; bir şey senden gittikten sonra, onunözlemini çekme. Benim karnımda on dirhemağırlığında çok değerli bir inci vardı. O inci senide, çocuklarını da zengin ederdi. O inci senindi,ama kısmetin değilmiş. Öyle bir inci kaçırdın ki,dünyada eşi benzeri yoktu,” dedi.Avcı, bu sözleri işitince:“Eyvah! Ben kendi elimle kendime yazıkettim. Elimdeki talih kuşunu kaçırdım. Ah benimakılsız kafam,” diye üzülmeye, ağlamaya vedövünmeye başladı.Kuş, avcının bu halini görünce:“Be aptal adam! Biraz önce ben sana ne öğütverdim? Şu haline bir bak. İnci elinden gittiyse,
ne üzülüyorsun; ben sana geçen bir şeye üzülmedemedim mi? Sözümü anlamadın mı? Sonrasana, olmayacak bir söze sakın inanma, diyeikinci öğüdümü verdim. On dirhemlik inciyiduyunca aklın başından gitti. Benim üç dirhemgelmeyeceğimi bildiğin halde, nasıl içimde ondirhemlik inci bulunabilir?” dedi.Kuşun uyarısını dinleyince, avcının aklı başınageldi:“Doğru, güzel ve akıllı kuş! Şu üçüncüöğüdünü de söyle, öyle git,” dedi.Minik kuş, üçüncü öğüdünü vermek içindamdan ağacın üstüne sıçradı ve avcıya alaylıbir tavırla:“Allah Allah! İlk iki öğüdümü çok iyi tuttunda, üçüncüsünü mü tutacaksın?” diyerekaçgözlü avcının haline güldü ve göğünmaviliklerine doğru uçtu gitti.Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek,çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık vebilgisizlik yırtığı, yama kabul etmez. Ey öğüt
verenler, ona hikmet[10] tohumunu saçmadanönce, onu yamasız, yırtıksız duruma getir.
AĞZINA YILAN KAÇAN ADAMAkılı bir adam, atına binmiş geliyordu.Uyumakta olan birisinin ağzına da bir yılankaçmak üzereydi. Atlı onu görüp adamcağızıkurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak içinkoşmaya başladı; ama fırsat bulamadı. Adampek akıllı bir kişi olduğundan, o uyumakta olanadama şiddetlice birkaç topuz vurdu. Topuzunacısı, adamı bir ağaç altına kadar kaçırdı. Ortayaepeyce çürük elma dökülmüştü. Adama:“Ey dertli kişi, bunları ye...” dedi.Adamsa:“Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastınvar? Eğer bana gerçekten bir kastın varsa, vurkılıcı, birden kanımı dök! Sana çattığım saat neuğursuz saatmiş. Ne mutlu senin yüzünügörmeyene! Dinsizler bile kimseye suçsuzgünahsız, az çok bir şey yapmadan böyle sitemetmezler: bu sitemi uygun saymazlar!” diyordu.Konuşurken de ağzından kan geliyordu;“Yarabbi, cezasını sen ver!” diye bağırıyor; lanet
ediyordu.Atlı ise:“Haydi, bu ovada koş!” diye onu dövüyordu.Adam, topuz acısıyla atlının korkusundan yelgibi koşmaya başladı. Hem koşuyor, hemyüzüstü düşüyordu. Karnı toktu, uykulu vegevşemiş bir durumdaydı. Ayağında, yüzündeyaralar açılmıştı.Atlı o adamı akşam vaktine değin çekiştiripdurdu. Sonunda, adamın safrası kabardı,kusmaya başladı. İyi kötü yediklerini kustu. Bukusma sırasında yılan da içinden dışarı çıktı. Oyılanı görünce, kendisine iyilik eden atlıya secdeetti. O kapkara, çirkin ve heybetli yılanıgörünce, bütün dertlerini unuttu ve dedi ki:“Sen, bir rahmet Cebrâilisin. Ne kutlu saatmişki benim başıma geleni sen gördün.”
AYI İLE DOST OLAN ADAMBir ejderha, bir ayıyı yakalamıştı. Yiğidin biride ayının bağırmasını duydu ve onu ejderhanınpençesinden kurtardı.Hile ile babayiğitlik birleşip de ejderhayı bugüçle alt edip öldürünce, ayı da ejderhadankurtuldu ve o babayiğit erden iyilik gördüğüiçin, bir köpek gibi onun peşine takıldı; adamlabirlikte evine dek gitti. O Müslüman hastalanıpyastığa baş koyunca da adama gönül borcuolduğundan onu bırakmadı, başında beklemeyebaşladı.Komşusu oradan geçerken, nasıl olduğunusormak için adamın evine uğradı, “Halin nasıl?”derken ayıyı gördü:“Kardeş, bu ayıyla ne işin var?” dedi.Adam, ejderha olayını anlattı. Komşusu:“Ayıya güvenme be ahmak. Ayının dostluğudüşmanlıktan beterdir. Nasıl olursa olsun,köyden sürülmesi gerek,” dedi.
Adam dedi ki:“Vallahi bunu kıskançlığından söyledin, yoksasen ayıya ne bakıyorsun; hele onun sevgisini birgör!”Komşusu:“Ayıların sevgisi aldatıcı bir sevgidir; benimbu kıskançlığım onun sevgisinden iyidir. Beadam, gel benimle bir ol da o ayıyı köyden sür!”dedi.Adam:“Hadi ordan, sen kendi işine bak, kıskançherif!” diye yanıt verdi.Adam:“İşim buydu, ama sana nasip değilmiş. Yücekişi, ben bir ayıdan daha aşağı değilim ya, onubırak da eşin dostun ben olayım. Başına bir şeygelecek diye yüreğim titriyor. Böyle bir ayı ileormanlığa gitme. Yüreğim asla olmayacakşeyden titremedi. Bu seziş Tanrı ışığındandır,saçma değil,” dedi.
Bu sözler adamın kulağına girmedi. Ayınınelini tuttu, adamın elini bıraktı. Adam da:“Senin aklın başında değil, ben gidiyorum,”dedi.Adam dedi ki:“Git, benim için kaygılanma! Boşboğaz herif,her şeyi de bilirim sanma! Uykum geldi. Bırakbeni, işine git!”Komşusu:“Yahu, ne olur bir dosta uy da, akıllı birininkorumasında, gönül sahibi bir dostun yakınındauyu,” dedi.Babayiğit, o adamın ısrarına kızıverdi; yüzünüçevirip:“Bu belki de bana düşman; ya da bir şeyumuyor... dilenci ve külhâni herifin biri. Ya dabeni bu ayıyla korkutma konusunda öncedendostlarıyla bahse girmiş olmalı,” dedi.İçinin kötülüğünden hatırına iyi bir şeygelmedi.
O Müslüman kızdı:“Benim ona ciddilikle öğüt vermemden,üstüne düşmemden, gönlündeki hayaller arttı;büsbütün kuruntu ediyor. Demek ki öğüt yolukapandı,” dedi ve gitti.Adam uyudu. Ayı sinek kovalamaktaydı.Sinek, kovulunca kalktı, ama inadına genekalktığı yere gelip kondu. Ayı o gencinyüzünden kaç kere sineği kovduysa da sinekhemen kalktığı yere gelip konmaktaydı. Ayısineğe kızıp gitti dağdan kocaman bir taşyakalayıp getirdi, sineğin yeniden uyuyanadamın suratına konmuş olduğunu görünce, okoca değirmen taşını alıp sineği ezmek içinadamın suratına fırlattı. Taş, uyuyan adamınsuratını paramparça etti. Bu olay da herkeseyayıldı.Aptalın sevgisi, şüphesiz ayının sevgisidir.Kini sevgidir, sevgisi kin. Ant içse bile inanma.Eğri sözlü adam andını da bozar.
BİR MÜSLÜMAN, BİR YAHUDİ VE
BİR HIRİSTİYAN’IN YOLCULUĞUBir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan,birlikte yolculuğa çıktılar; gidecekleri yerevardılar. Varlıklı bir kişi, sevap kazanmak için,bu yolculara sıcak ekmekle bir sahan bal helvasısundu.Yahudi ile Hıristiyan, oburluklarından midefesadına uğradılar. Müslüman ise oruçluydu.Akşam namazı vaktinde Müslüman iyiceacıkmıştı.Oburlar:“Biz boğazımıza kadar tokuz; bu helvayı dayarın yiyelim. Bu gece sabredip yemeyelim,”dediler.Müslüman:“Bu gece yiyelim, yarına bırakmayalım. Sabrınsırası değil,” karşılığını verdi.Ötekiler:
“Sen helvayı tek başına yemek istiyorsun,”dediler.Müslüman bir öneride bulundu:“Bakın dostlar! Anlaşamadığımıza göre,helvayı paylaşalım. Kim isterse, payına düşeniyesin: yemeyen de saklasın.”Yahudi ile Hıristiyan:“Paylaşmaktan vazgeç,” dediler.Yahudi ile Hıristiyan’ın amacı, Müslüman’ageceyi aç geçirtmekti. Müslüman onlaradirenemeyip razı oldu. Boynunu eğerek:“Peki arkadaşlar...” dedi.O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalktılar;ellerini, yüzlerini yıkadılar. Sonra üçü bir arayageldiler.Biri:“Herkes gördüğü düşü anlatsın, kiminki dahagüzelse, helvayı o yesin,” dedi.
“Tamam,” dediler.Önce Yahudi gördüğü düşü anlatmaya başladı:“Düşümde bir yola düşmüş gidiyordum. YoldaMûsâ Peygamber karşıma çıktı. Onun peşinedüştüm; Tûr[11] dağına kadar gittik. Ben denurdan görünmez oldum. Mûsâ da Tûr dağı dagörünmez oldular. Derken o kutsal nurdan birkapı açıldı. Nur içinden başka bir nur çıktı. Oikinci nur yükseldi. Gökleri aydınlattı. O ikincinurun ışığında ben kayboldum, Mûsâ dakayboldu gitti, Tûr dağı da. Kısacası, bütün gecenurlar içinde kaldım.”Yahudi’den sonra Hıristiyan söze başladı:“Ben düşümde, Hazret-i İsâ’yı gördüm.Onunla göğün dördüncü katına, dünyagüneşinin bulunduğu yere çıktım. Gökkubbelerinin insanı şaşırtan öyle şaşırtıcılıklarınıseyrettim ki gördüklerim dünyadaki şeylerlekarşılaştırılamaz. Herkes bilir ki çok yüksek olangökyüzü, şu alçak dünyadan yüzlerce defageniştir.”
Bundan sonra anlatma sırası Müslüman’agelmişti:“Düşümde sultanım Muhammed Mustafâyanıma gelmişti. Bana dedi ki: ‘Yahudi, Cenab-ıHakk’la konuşmak mutluluğuna eren Mûsâ’ylagörüştü. Hıristiyan ise, İsâ ile göğün dördüncükatına çıktı. Kalk, hepsinden geride kalmış, zarargörmüş kişi olarak, hiç olmazsa o helvayı senye...”Bu sözleri duyan Yahudi ve Hıristiyan:“Ne yani, yoksa helvayı yedin mi?” diyesordular.Müslüman:“O, emrine uyulan büyük varlık, bana helvayıye dedikten sonra ben nasıl olur da emrine karşıgelirim. Sen Yahudi’sin, Mûsâ’nın emrindendışarı çıkabilir misin? Sen Hıristiyan’sın, İsâ’nınsözünü yerine getirmez misin? Ben de emreuydum, helvayı yedim.”Bunun üzerine onlar:
“Vallahi senin gördüğün düş, gerçek düş. Budüş bizimkinden yüz kat daha iyi,” dediler.
MÛSÂ PEYGAMBER VE ÇOBANMûsâ, yolda bir çoban gördü; çoban, şöylesöylenip duruyordu:“Ey iyilik sahibi Tanrı! Neredesin ki sana kul,kurban olayım, çarığını dikeyim, saçınıtarayayım, giysilerini yıkayayım, bitlerinikırayım. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim.Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyumavaktin gelince, yerceğizini silip süpüreyim.Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütünnağmelerim, heyheylerim senin hatırınadırTanrım!”Mûsâ, “Çoban, kiminle konuşuyorsun?” diyesordu.Çoban:“Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle...”diye yanıt verince, Mûsâ dedi ki:“Vah vah, sen sersemlemişsin. DahaMüslüman olmadan kâfir oldun! Bu ne saçmasöz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzınapamuk tıka, küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu.
Küfrün, din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak,ancak sana yaraşır. Bir güneşe, bu çeşit şeylerinne gereği var? Böyle sözlerden ağzınıkapamazsan, bir ateş gelir, halkı yakar. Zatenateş gelmedi de bu duman ne? Can niye kapkaraoldu? Tanrı’nın her şeye gücü yeten, her konudaadaletli olduğunu biliyorsan, nasıl oluyor da busaçmalıklara, bu küstahlığa cesaret ediyorsun?”Mûsâ sözünü sürdürdü:“Akılsız dost, düşmandır. Ulu Tanrı, bu çeşithizmetlerden gerek duymaz. Sen bunları kimesöylüyorsun; amcana mı, dayına mı? Tanrı’ylaedepsizce konuşmak gönlü öldürür; Davranışdefterini kapkara eder. İsterse aslında kendihalinde saf bir adam ol. Fatma sözü, kadınlariçin övünçtür; ama erkeğe söylersen, kılıç yarasıgibi etkiler. El ayak bizim için övünç vesilesidir;ama Tanrı’nın arılığına oranla kusurdur. Onun,doğmaz, doğurmaz niteliği vardır.”Çoban, “Ey Mûsâ; ağzımı bağladın,pişmanlıktan canımı yaktın!” dedi.Giysisini yırtıp, yana yana bir “Âh!” çekti.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124