Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-27 10:37:20

Description: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Search

Read the Text Version

TANPINAR - Bana kalırsa bu ayar istasyonları personelini sadece genç kız­ lara ve kadınlara inhisar ettirelim. Hiç erkek almayalım. Sizin de­ diğiniz şekilde bir terbiyeyi ancak genç kızlara verebiliriz. Erkek­ ler için başka işler ararız... Bir yığın delikanlıyı otomat hâline ne di­ ye sokalım! Zaten yapamayız. Şimdi kadınlar da erkekler kadar genç ve güzel kadınlarla anlaşabiliyorlar... Sinema artistlerine hay­ ranlıklarından belli. Ben erkekler içinde hiç olm azsa kadınlar kadar beyinsiz bulun­ duğuna em indim . Hayır, her iki taraf aynı şekilde muamele görm e­ liydi. Fakat ısrar etmedim. Çünkü aklım a başka bir şey daha gel­ mişti. Bu üniforma ve kıyafet meselesinde bizim bir estetik müşa­ virine mutlaka ihtiyacımız olacaktı. Acaba Selma Hanımefendiyi ve Nevzat Hanımı beraberce müesseseye alamaz mıydık? Yüzüm kızara kızara H alit A yarcı’ya bu m eseleyi açtım . Esas prensipi ka­ bul ediyordu. Fakat şahıslar üzerinde müteredditti. İşte o zaman ben biraz evvel öğrendiğim şekilde kozumu oynadım. Müessesenin müdürü sıfatıyla zatıâliniz Sabriye Hanımı teklif buyurdunuz. Bendeniz kabul ettim. Şimdi ona mukabil kendi hak­ kımı kullanıyorum ve Selma Hanımı kendime mensup bir insan sı­ fatıyla teklif ediyorum . Kendi yakınım addederek.... Halit Ayarcı bir m üddet düşündü. Sonra gülmeğe başladı: - Bunu böyle bir prensip m eselesi yaparsanız kabul... A m m a ko­ casını ne yapacağız? - Onu da günah keçisi olarak alırız... Sessizce beni süzdü. - Sizde epeyce iş var! dedi. Hattâ kin tutmayı bile biliyorsunuz. Hepsi kabul... Hattâ N evzat Hanım dahi... Fakat unutmayın ki kad­ ro paylaşılmıştır. Bir iki tavsiyeli de gelsin, ondan sonra karar veri­ riz. Selma için söylemiyorum. İkisiyle de temas edin, konuşun. Be­ nim bu günlerde çok işim var zaten. M eseleyi öğrendiniz. Cemal Beyle Nevzat Hanım için biraz daha bekleyelim! Çıkarken, çok ehem m iyetsiz bir şeyden bahseder gibi. -H a ! dedi, az kaldı unutacaktım. Belediye reisi kadronun çık­ 250

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ m asına intizaren ücretinizi biraz arttırdı. Bu aydan itibaren Uç yüz lira alacaksınız! İlk önce teşekkür için boynuna sarılm ayı, iki elini öpmeyi dü­ şündüm, fakat birdenbire demin verdiğim karar aklım a geldi. Ona yetişmeğe, onun gibi hareket etmeğe karar vermiştim. Bu benim tek çaremdi. Yarı yolda kendimi tuttum . -T eşekkür ederim, dedim. Ve en ciddî sesim le. - Fakat bence asıl mesele m üessesenin muvaffakiyetidir. İkimiz birbirimize bir dakika kadar bakıştık: - Evet, dedi, asıl mesele odur. Bu suretle esaslarını beraberce düşünmüş olduğumuz saat ayar istasyonlarından birine iki sene sonra uğradım . U çak hosteslerini andıran bir kıyafetle giyinmiş genç bir kız dünyanın en tatlı tebes­ sümleriyle beni birdenbire yakaladı, bir örümcek gibi sardı. Bile­ ğimden çıkartm am a müsaade etmediği saatimi kurdu, tabiî kendi saatiyle ayarladığı için ayarım bozdu. Ve bütün bunları yaparken de saat hakkında, insan hakkında benim bildiklerim den yüz defa daha ahmakça sözleri hep aynı şirin tebessüm le tekrarladı, hattâ suallerime cevap verdi, bana kozmik saat ayarından bile bahsetti. Bilhassa sözü saatten gayrı bir şeye nakletmeme zerre kadar m ü­ saade etm edi. Ve çıkarken de elim e enstitüye ait yine az çok benim kalemimden çıkmış bir yığın prospektüs tutuşturdu. Ayrıca Hürri­ yet T epesi’nde yapılm akta olan yeni enstitü binam ızı behem ehal ziyaret etmemi tavsiye etti ve bütün bunlar yetm iyorm uş gibi bir yıllık ayar abonesi, yine enstitümüzün bastığı takvim den üç nüsha birden sattı. Tam ayrılacağım sırada istasyonun duvarlarını süsleyen fotoğ­ raflar arasında beni gösteren bir resmin önünde durdum. Selma H a­ nımefendinin bana göstermek için getirdiği yeni kıyafet m odelleri­ ni seçerken çekilm iş olan bu resim benim en iyi resm im di. Genç kı­ za gülerek beni tanıyıp tanımadığını sordum. Evvelâ böyle bir su­ alin son derecede şahsî olduğunu ve ayar istasyonları nizam nam e­ 251

TANPINAR sinde kendisini buna cevap vermeğe mecbur edecek bir madde bu­ lunmadığını söyledi. Sonra ısrarım üzerine. -T a b iî tanıdım... dedi,fakat Sabriye Hanımın verdiği talimatın dışına çıkmak istemedim. O bize müşterilerin yüzlerine fazla bak­ madan gülümsememizi, son derecede gayrişahsî davranmak şartıy­ la şahsî olm am ızı ve daim a saatten bahsetm em izi, ezberlem iş gibi konuşmamızı, enstitüye dair her türlü izahatı en açık şekilde ver­ memizi söylemişti. Sabriye Hanımı bu işe tavsiye ederken hiç de yanılmamıştım. - P e k i, şimdi tanıdınız! Ne yapmanız lâzım geldiğini düşünü­ yorsunuz? Duvardaki saate baktı: - Yedide işim bitiyor... dedi. O zaman sizi dinleyebilirim. Zehra enstitüde pek az kaldı. O ayar istasyonlarında çalışmayı tercih etm işti. Ve o sayede evlendi. Ve tabiî evlenir evlenm ez ko­ casını yelkovan şubesi şefi ve mütehassısı yaptık. Damadımı da dışarda bırakacak değildim ya! K üçük baldızım , Z ehra’dan boş kalan yere tâyin ed ilm işti. Onu da en stitüm üzde iş arayan tav siy e­ siz bir genç, miiesseseye girmek için başka çare kalmadığını an­ layınca, hemen o gün istedi. Bilhassa bu sonuncu izdivaç bana enstitüde ayrıca bir nikâh memurluğu tesisi fikrini verdi. Fakat Halit Ayarcı işin ciddiyetini bozar korkusuyla bu çok yerinde tek­ lifi reddetti. Sabriye Hanımı yukarda anlattığım konuşm adan iki gün sonra evinde ziyaret ettim. Beni gördüğüne son derecede memnun oldu. Geçmiş zamandan hakikaten bir kalbi varmış gibi hüzün ve teessür­ le bahsetti. M eseleyi kendisine açınca beraber çalışmamız ihtimali­ ne çok sevindi. Ayrıca beni daha düzgün bir kıyafetle ve bayağı me­ suliyetini taşıdığım bir işin arasında gördüğü için memnundu. - İspritizma Cemiyeti dağıldı... dedi. Büsbütün canım sıkılıyor. D aha doğrusu ben kendim de böyle bir iş arıyordum . Ne zam an is­ terseniz emrinize hazırım. Kendisine şimdilik daha personelimizi tanzim etmediğimizi. 252

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ hattâ kadromuzun bile çıkmadığını, fakat yakında bunların halledi­ leceğini ümit ettiğimizi söyledim. - Siz de bu meseleyi düşünün. Beşer, onar grupluk genç kızlar bir bakım a m ânâsız bir iş için toplanm ış olacaklar. B ütün m uvaffa­ kiyetleri bu çocukların davranışlarında olacak. Hattâ mtiesseseyi bu tutturabilir. Niçin bunu yapıyoruz? Burasını bilmiyorum. Fakat tut­ ması lâzım. Her şeyden evvel hoşa gitmeli ve mümkün olduğu ka­ dar fazla şaşırtm alı, fakat rahatsız etm em eli. Ö yle sanıyorum ki sonradan bu istasyonlara başka fonksiyonlar da verebiliriz. Şimdi bunları yetiştirmek meselesi var. Sabriye Hanım dudaklarını kısmış beni dinliyordu. - Halit Ayarcı ile beraber olduğunuzu söylemeseydiniz de ben onunla beraber olduğunuzu anlardım. Bunlar hep onun düşünebile­ ceği cinsten şeyler. B ilir m isiniz ki alelâde işi sevm ez. İş dediğin onun için evvelâ bir sergüzeşt olmalı. Kutup seyahati, kaçakçılık, her şey elinden gelir. Yalnız lâalettâyinden hoşlanmaz. Sonra tuhaf olmalı, imkânsız olmalı, herkesi şaşırtmalı ve hattâ korkutmalı! Sonra da iş olm alı. D evlet m em uriyetlerinde bu yüzden kalm adı. Bütün büyükler dostudur. O da bir vakitler onların arasında idi. Fa­ kat bir türlü sevmedi. Çünkü sergüzeşt değildi. Fakat aynı zam an­ da inanacağı bir tarafı da bulunmalı yaptığı işin... M eselâ siz zan­ netmem ki bu işleri ciddî bulasınız. H albuki H alit Ayarcı bu işe imanla girmiştir, buna em inim . Eminim ki Saatleri Ayarlama Ensti­ tüsü de böyledir. Yine cem iyet için çok iyi bir şey, im kânsız bir şey düşünüyor. Fakat faydalı olması büyük olması ona yetm ez. Dedim ya herkesi şaşırtmak, kızdırmak, etrafta gürültü yapmak da lâzım... Zaten demin siz müessesenin gayelerini anlatırken onun kelim ele­ rini kullandığınızı derhal anladım . Ö zetliyorum , candaşım , geliyo­ rum. Göreceksiniz ne cümbüş olacak... Sabriye Hanımı konuşturmak için sual sormamak lâzım geldiği­ ni biliyordum . - Hiç böyle fırsatı kaybeder miyim? diyordu. Sabriye Hanımın salonunda onunla karşı karşıya oturmuş çay 253

TANPINAR içerken ister istem ez hayatımdaki değişikliği düşünüyordum. Beş sene evvel de ben bu eve sık sık gelir ve Sabriye Hanım la böyle karşı karşıya otururdum . Fakat o zaman bana yapılan her ikramda bir nevi okşama, gönül alma, yüksek sevap, kendi kendini tatmin vardı. Ondan daha sonraki zam anlarda bu kapıyı çalmağa bile ce­ saret edemeyecek hâlde idim. O hâlde arada bir şey değişmişti. Bu değişikliği, nasıl yapacaktım da bütün hayatıma mal edecektim? Bunu devam ettirebilm enin çaresi neydi? Bu iş meselesini de geçi­ yordu. Başka bir şeydi. Sabriye Hanım zihnimden geçenleri anla­ mış gibi birdenbire sözü değiştirdi: - Hayri Bey, biliyor m usunuz ki siz çok değiştiniz! dedi. - Hayırdır inşallah! dedim. -H a y ır, çok değiştiniz! Sakın darılm ayın, sizi kırmak, küçült­ mek için söylemiyorum. Hayatınıza, hattâ içinize bir rahatlık gel­ miş. Evet öyle. Ç ok rahatsınız. B iliyor m usunuz ki bu H alit Beyin tesiridir. Halit Bey rahat adamdır. Bütün mesele burada idi. Halit Bey rahat insandı. Bu para m ese­ lesi, filân değildi. Alelâde kendine güvenm e hissi de değildi. Daha başka bir şeydi. H ayatla, herhangi bir şeyle oynar gibi oynuyordu. Onu tanıdığımdan beri ister istemez hep onun verdiği çerçeveler içinde düşündüğüm ü, hattâ onu taklit ederek yaşadığımı bir daha anladım. Bu hakikatin yanı başında Sabriye Hanımın bana anlattı­ ğı diğer hususiyetleri ikinci, üçüncü derecede kalıyordu. - Halit B eyle iş görenlerin hem en hepsi kabiliyetleri derecesin­ de bu rahatlığı alırlar. H alit Bey beni sevm ez. Belki de kendisini iyi tanıdığım için sevmez. Fakat ben onu çok beğenirim... Sabriye Hanım a, Nevzat Hanımla Cemal Beyi ve Selma Hanımı da H alit A yarcı’nın m iiesseseye alm ak fikrinde olduğunu söyledim . Selm a Hanım ın adı geçer geçmez, “Bekliyordum bunu...” der gibi g ülüm sedi. - Selma Hanım gelir, dedi. Hattâ çağırdığınız için çok memnun olur. Zannederim ki çalışm ağa ihtiyacı var. O da benim gibi, fakat başka sebeplerle bir şeyle meşgul olması lâzım. Zannederim ki Ce­ 254

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ mal Beyle aralan çok fena. C em al’in de işleri pek bozuk... Bir yı­ ğın sıkıntısı var! Fakat N evzat’ın geleceğinden şüpheliyim ! - Niçin? - N evzat, hiç de eski N evzat değil artık. Z aten S elm a’yı da çok değişmiş göreceksiniz. Fakat Nevzat gittikçe daha dalgınlaştı. Bü­ tün dostlarıyla alâkasını kesti. Â deta bir günahı ödüyor gibi yaşı­ yor. Çok koyu bir dindarlık çöktü üstüne. Sabahtan akşam a kadar K u r’ân okuyor, nam az kılıyor... H attâ ruhları bile çağırm ıyor. - M urat n ’oldu? - O da kayboldu. Dedim ya! Artık eski Nevzat Hanım değil. Sonra birdenbire sözü değiştirdi: - Bilir misiniz, bugünlerde ben kiminle dostum? Halanızla... Ne mükemmel kadın, nasıl canlı, yaşını nasıl yeniyor! Doğrusu aranı­ zın açık olmasına sizin hesabınıza müteessirim. O kadar açık fikir­ li, berrak görüşlü bir insan ki... O da biliyorsunuz tasavvufa merak etti. Hattâ âşıkâne şiirleri bile var. Yarın çayına gideceğim. Konuşmanın bundan sonrasının beni sıkacağını anladım. Sabri­ ye Hanımdan kendisine telefon eder etmez geleceği vaadini alarak evden çıktım. Sabriye Hanımın Selma Hanım için söylediği şeyler beni haki­ katen üzmüştü. Belki bu yüzden ilk rast geldiğim dükkândan C e­ mal Beyin evine telefon ettim. Karşıma Cemal Bey çıkarsa telefo­ nu kapamağa karar vermiştim. Beş seneden beri görm ediğim , türlü sıkıntılar arasında çehresini bile unuttuğum kadın birdenbire Sabri­ ye Hanımın söylediği birkaç sözle şimdi dört bir tarafımı bir yan­ gın gibi sarmıştı. Halbuki işlerimizin yavaş yavaş düzeldiği bu gün­ lerde Pakize ile yeniden tatlı balayı günleri geçiriyorduk. Telefona Selma Hanım cevap verdi. - N erelerdesiniz a canım !.. C em al’e soruyorum , Hayri Bey bu, bilinir mi hiç? İstifa etti, gitti, diyor. O kadar ara! diye yalvardım. Zannederim her tarafa baş vurdu. Sizi ele geçirem edik vesselâm... Ve bütün bunları hep, içine bir yığın çocuk neşesi karışan o ince billûr sesle söylemişti. Demek böyle idi, Cemal Bey ona benim is­ 255

TANPINAR tifa ettiğimi söylemişti. Ben huyu suyu bilinmeyen bir adamdım. Aram ış, bir türlü bulamamıştı! Kendisine vaziyeti anlattım. Bize yardım edip edemeyeceğini sordum . Saatleri A yarlam a E n stitüsü’nün adı pek hoşuna gitmişti: - Bu nasıl iş canım ? diyordu, âdeta şakaya benziyor. Hakikaten şaka gibi bir şey... Hele bir anlatın... Elimden geldiği kadar müesseseyi izah ettim. Kendisinden rica ettiğimiz şeyi de söyledim. Ertesi sabah enstitüye geleceğini vaat etti. Onu o günlerde kalem e devam etm eğe başlayan Z eh ra’nın yü­ zünden Halit Beyin odasına aldım. Daha ilk anda kendisinde bir yı­ ğın şeyin değiştiği görülüyordu. Yine eskisi gibi güzel ve zarifti. Bütün hareketlerine hâkim di. Gülüşü ateş oyunu gibi bir şeydi. Fa­ kat makinada bozuk bir şey vardı. Eski neşesi kalmamıştı. Istırap denen çemberden geçtiği muhakkaktı. Sanki bilmediğimiz üzüntü­ ler, düşünceler, belki de bir korku arasından konuşuyordu. Belki de yalnız bu sonuncusu vardı. Korkuyu bütün ömrümce tatmıştım, o yılanı gayet iyi bilirdim . Bir kere içim ize yerleşti mi bulandırm aya­ cağı hiçbir şey yoktu. Fakat neden korkuyordu? Niçin telâşlıydı? Buralarını anlamam kabil değildi. Benden ilk önce iş hakkında izahat istedi. Çok çocukça bir saf­ lıkla, “Ben böyle şeyleri yapamam ki...” diyordu. Bunu söylerken elleriyle yaptığı işaret o kadar güzeldi ki bütün konuşma boyunca bir daha yapmasını bekledim. -Z annettiğiniz gibi değil! dedim. Sadece müesseseye fikir vere­ ceksiniz! H içbir güçlüğü yok... Hele siz ki bu işleri çok iyi bilirsi­ niz, o kadar mükemmel bir zevkiniz var... Sonunda o da razı oldu. Eğlenceli bir iş olacağını tahmin ediyor­ du. Zaten giyim kuşam en sevdiği şeydi. Yalnız Cemal Beye bir ke­ re sorması lâzımdı. - Belki istem ez, diyordu. Onun için vaat etmeyeyim! M esele çı­ karmayalım! - Ne m esele çıkacak! Zannetm em ki Cemal B ey sizin herhangi bir arzunuzu reddetmeğe kalksın! 256

SAATLER! AYARLAMA ENSTİTÜSÜ Bunu mahsus söylemiştim. Başını salladı: - Cemal son zamanlarda hiç eski Cemal değil! O kadar kendisine hâkim olan kadın neredeyse karşımda ağlaya­ caktı. İçime yum ruk gibi bir şey tıkandı. Asıl beni şaşırtan bu sözlerin altında Selm a Hanımın bütün ha­ yatının bulunm asıydı. Dem ek ki o Cemal Beyi hiç anlam adan, on­ dan hiç şüphe etmeden, gözü kapalı ve biçare yaşam ıştı. Onu bütün ömrünce insan olgunluklarının bir numunesi gibi görmüş ve öyle sevmişti. Bununla da kalmıyordu. Ona bağlıydı. Onun emrinde idi. Onu seviyor, kıskanıyor, ve ondan korkuyordu. O zamana kadar bu kadını bütün hayatından sıyırarak sevmiştim. Cemal Beyle evli ol­ duğunu biliyor ve sadece kabul ediyordum. Fakat ikisinin arasında­ ki münasebetin üzerinde durm am ıştım . Benim içim de ne Cemal Bey bana Selma Hanımı, ne de Selma Hanım zarurî şekilde Cemal Beyin varlığını hatırlatmıştı. Kocası olduğu gibi, herhangi bir has­ talığı da olabilirdi. Şimdi ise onu kıskandığını anlayınca birdenbire vaziyet değiş­ mişti. O zam ana kadar Cemal Beyden sadece nefret ederdim. Bir yığın kinim vardı. Fakat onu hiçbir zaman kıskanmamıştım. Şimdi bir anda onu kıskanmağa başlamıştım. Bileklerimden yukarıya doğru bütün damarlarım çekile çekile: - P e k i sorun! dedim . Ü m it ederim ki reddetm ez... Asıl felâketi o kadar beğendiğim kadının birdenbire hayatından şikâyet edecek kadar herkese benzemesiydi. Fakat daha garibi, hat­ tâ daha gülüncü vardı. Sıkıntılarımdan biraz çıkar çıkm az kendime yeni ıstıraplar bulmamdı. Gömüldüğü dalgaların içinden başını çı­ karır çıkarmaz karşı sahili gören bir yüzücü gibi, ben de kendime bir iş bulur bulm az Selm a Hanım a dönm üştüm . “Buna niçin şaşm a- Iı? diye düşünüyordum . M adem ki yavaş yavaş yine kendim oluyo­ ru m ...” İş meselesi böyle halledilince Selm a H anım , benim aradaki beş senelik hayatımı merak etti. Her şeyden evvel şirketten niçin istifa ettiğimi soruyordu: 257

TANPINAR - Biliyorsunuz ki o günlerde Cemal hep maaşınızın artacağın­ dan bahsediyordu. Bir müddet yüzüne dalgın dalgın baktım. Nerede ise her şeyi söyleyecektim. Fakat ne diye acele edecektim sanki? Belki de söz­ lerime inanmayacaktı. Yahut hayatına yeni bir üzüntü daha ilâve edecektim . En iyisi bir yalanla işin içinden sıyrılmaktı: - İ s ta n b u l’dan uzakta idim ... dedim . - İyi am a sizi görmüşler... - Ben de hiç uğram adım , hep İz m ir’de kaldım , dem edim ya... Selma Hanım başını kaldırarak yüzüm e baktı: - N için doğrusunu söylem iyorsunuz? dedi. C em il’in yalan söy­ lediğini ben biliyorum... T e/rar bir sessizlik oldu, sonra yavaşça ilâve etti: - Daha doğrusu şüphe ediyorum. Fakat şimdi eminim. Deminki duruşunuz bana her şeyi öğretti... Elimden geldiği kadar kendisini tatmine çalıştım. Fakat o kendi düşüncesinde devam ediyordu: -H ay ır! dedi. Bu mesele zannettiğiniz kadar basit değil. Çok karışık bir iş bu! Benden gizlem esine o kadar ehem m iyet verm iyo­ rum. Nihayet sizi sevdiğimi biliyordu. Çok zahmetimi çekmiştiniz, ahbaptık! Üzülürüm , diye gizlemiş olabilir, hoş bu da affedilecek şey değil. Çünkü ortada bir sürü yalan var. Fakat sizi işten ne diye çıkarttı, oraya kendisi getirdiği hâlde? - Belki ötekiler çıkm am da ısrar ettiler... - İmkânsız... Böyle olsa o zaman benden gizlem ezdi. Fakat farz edin ki öyle, o zaman nasıl razı oldu? Hayır, bu işte mutlaka başka bir şey var. Sonra gözlerini gözlerime dikti: - Kim bilir, ne kadar sıkıntı çektiniz... -A ldırm ayın! dedim. Her şey düzeldi şimdi. Benim için üzül­ meyin ve mesele yapmayın bunu. Hattâ bizim teklifimizi de unu­ tun, belki karşılaşmamızı istemez... Rahatınız bozulmasın! Selma Hanım bir müddet çantasında mendilini aradı. 258

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ -B e n im artık rahatım yok! dedi. İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. M uhak­ kak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti. - H e r neyse, sizi tekrar bulduğum a m em nunun... İş m eselesine gelince, daha düşünürüz. Ben size telefon ederim. Merdivenlerden beraber indik. Kapının önünde. - Hakikaten şaşılacak şey... Bu kadar yalan söylesin! diyerek ay­ rıldı. Hakikaten şaşılacak şeydi. III B elediye reisinin ziyaretinden iki ay sonra daha m ühim , daha sa- lâhiyetli, hattâ mutlak denecek kadar salâhiyetti bir zat dairemize geldi. Fakat biz artık eski binada değildik. Çok rahat, geniş bir ye­ re geçmiştik. Personelimiz de çoğalmıştı. Nermin Hanım , Zehra, Ekrem Bey, benimle beraber tam bir büro kadrosuyduk. İşlerimiz de artmıştı. Halit Ayarcı her sabah geliyor, ya Nermin Hanıma, ya­ hut Z eh ra’ya bir yığın şey dikte ediyordu. K ızım ın daktilo acem i­ liklerine ehem m iyet verm iyor, Ekrem Beyi iş fikrine yavaş yavaş alıştırıyordu. Halit A yarcı’yı bu yeni m isafir de şaşırtm adı. B ir m üddet ayak­ ta, belediye reisiyle beraber izahat verdi. M üessesenin esas gayesi­ ni anlattı. Bu yeni ziyaretçinin eskisinden bir farkı vardı. Bu hiç ko­ nuşmuyor, sadece gözlerini gözlerinize dikerek dinliyor, icap eder­ se kirpik işaretleriyle sizi tasdik ediyordu. O da izahattan sonra m ü­ esseseyi gezmeyi istedi. Duvarlara asılacak vecizeleri çok beğendi. Bunları şehrin, hattâ yurdun her tarafına dağıtm am ızın lüzumundan bahsetti. Halit Ayarcı bu teklifi yalnız bir, “Düşünüyoruz efen­ dim.,.”le karşıladı. Fakat belediye reisi. - B u her şeyden evvel bir tahsisat meselesi... diye cevap verdi. Enstitünün bu günkü parasıyla, hattâ bu sene bütçeye koyduğumuz 259

TANPİNAR para ile bunun yapılması imkânsız... M amafih Halit Bey çalışıyor. Garip şekilde roller değişmişti. Bu sefer Halit Bey benim yeri­ me geçmiş, belediye reisi onun yerini alm ıştı. Ben dördüncü plan­ da idim. Mamafih Halit Ayarcı yine benim unutulmama razı olm a­ dı. Bana çok açık, cevabı içinde sualler sordu ve kendi üslûbunda cevaplar aldı. Salâhiyetli zat, belediye reisini, - Tabiî... diye tasdik etti. Yalnız her şeyi paraya bağlamamalıdır. İnsan iradesi daima maddî şartlan yener... Sözüne devam etsin diye ne kadar dua ettim . Bunun sırrını bir kere öğrenseydim her şey halledilecekti. Fakat devam etmedi. Şüp­ hesiz bu mühim işin usullerini kendimizin bulmasını istiyordu. Belediye reisinin bu hususa hiçbir itirazı yoktu. Binaenaleyh, gerçeği bu olmakla beraber, çünkü o da maddî şartlan sadece ira­ desiyle yenmişe benziyordu, yeni kurulmuş bir müessesede, bilhas­ sa bu kadar masraflı bir işin büsbütün de parasız yapılamayacağını, yapılsa bile bu iş için sarf edilecek iradenin çok pahalıya mal ola­ cağım en münasip dille, yani karşısındakinin fikrini daima doğru bula bula tekrar hatırlatm ağa çalıştı. îtikadım ca belediye reisinin bu işte hakkı vardı. İşsizlik zamanlarımda sadece irademle geçinebil­ mek içir., bu cevheri o kadar sarf etmiştim ki çoktan beri bende zer- res1 bile kalmamıştı. Ve belki de bu yüzden aylardır Halit Ayar- c ı’nın ayağıyla ittiği bir futbol topuna benzem iştim . Halit Ayarcı bütün bu konuşma boyunca âdeta lâkayt kalmıştı. Masanın bir köşesine hafifçe yaslanmış, sakin ve alâkasız, beyhu­ de sözlerle israf edilen zam ana pek fazla fark ettirmeden acır gibi etrafına bakıyordu. Hiçbir zaman can sıkıntısı denen şeyin bu kadar asîl, bu kadar üstün şeklini görmemiştim. Etrafındaki konuşmanın bitmesini, birdenbire kabaran bir rüzgârın savurduğu bir toz dalga­ sının geçmesini bekler gibi bekliyordu. “Ben işe karışacağım zama­ nı biliyorum. Fakat siz bir kere aranızda anlaşın! Sizleri huyunuz­ dan vazgeçiremem ki... Çaresiz tahammül edeceğim. Nasıl olsa ol­ duğum yere geleceksiniz” . Bir insan karşısındakine o anda yalnız 260

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ sabır ve tahammül olduğunu ancak bu kadar terbiyeli şekilde gös­ terebilirdi. Nihayet salahiyetli zat kararını verdi. - Para işini merak etm eyin... dedi. H er türlü fedakârlığı yapaca­ ğız. Mademki bu işe girdik... Ben mümkün olduğu kadar tutumlu olmak gerektiğini söylemek istiyordum. Belediye reisi bu çok basit temenniye hemen hemen aynı zik­ zaklardan geçen bir cümle ile teşekkür etti. İşte o zaman Halit Ayar­ cı dayandığı masadan ayrıldı ve seyirci vaziyetinden çıktı. -İm kânlarım ız biraz genişlerse elde bulunan çok faydalı bir eseri de neşretmeyi düşünüyoruz! dedi. Hayır, bu adamı ben taklit edem ezdim . O na yetişm ek imkânsızdı. - Demek hazır eserleriniz var! Ne çabuk böyle? - Evvelâ büyük bir etüdümüz var. Arkadaşım Hayri Beyin he­ men hemen bütün ömrünü sarf ederek yazdığı bir kitap... En büyük saadetimiz için... Belediye reisi bu fırsattan istifade ederek beni daha yakından ta­ nıtmağa muvaffak oldu. - Hayri Bey arkadaşım ız eski saatçiliğim izin tarihini belki en iyi bilen adamdır. Zaten saatten ve felsefesinden çok iyi anlar. Bu sefer dikkatli bakışların tek hedefi ben oldum. Kanunun an­ lattığı mânada tam bir cürmümeşruttu bu. Suçüstü... Suçüstü... “Ah Yârabbim bir kaçabilsem!” Fakat niye kaçacaktım sanki? Böyie bir ilgiyi bütün ömrümde görmemiştim. - Kitabınızın ismi nedir, Hayri Beyefendi? Ben bu sualle birdenbire yuvarlandığım karanlık uçurum da tutu­ nacak bir yer ararken Halit Ayarcı benim yerime cevap verdi: - Ahmet Zamanî Efendiye ait bir etüt. Ahm et Zamanî Efendi ve Eseri. - Ahmet Zamanî Efendi mi? Hiç işitmedim... - O n yedinci asrın meşhur âlimlerinden... Dördüncü M ehmet devri adamı. Tam klasik devrimizde... - Ne yapmış bu adam? 261

TANPINAR - Devrin en m ühim saatçisi... H attâ G raham ’dan evvel rabia he­ saplarını bulmuş diyorlar. Hayri Bey doğrudan doğruya onun mek­ tebinden gelen bir zatın talebesidir. M uvakkit Nuri Efendinin... Tekrar bakışlar benden yana çevrildi. - Kitabınız bitti mi? Artık sıra bana gelmişti. Bu kadarını yapabilirdim. Halit Ayarcı beni yolun ortasına kadar götürmüştü. Bundan sonrası benim işim- di. Nereye gideceğimi biliyordum. -D o ğ ru s u n u isterseniz henüz hayır! Yani halledilecek bir iki mesele var. Fakat bitmek üzere... Hattâ bitmiş gibi... Halit Ayarcı tekrar dinamik rehavetinden ve alâkasızlığından sıyrıldı. Bana, - Zannederim ki gelecek nisana yetiştirirsiniz... Sonra misafire döndü. - Gelecek nisanın sekizi Ahmet Zam anî Efendinin ölümünün yüz sekseninci yıldönümüdür de... Sonra kendi kendine hesap etti. - Evet, tam yüz seksen sene oluyor. - Demek büyük bir merasim yapabiliriz? Halit Ayarcı konuşmanın topunu yine belediye reisine bıraktı. - Halit Beyin niyeti de öyle efendim... Hayri Bey biraz yorula­ cak ama... Bu fırsat kaçırılm az... M üessesenin açış resmini de o zaman ya­ parız, değil mi Hayri Bey? Bu vesile ile daha parlak olur. Halit Ayarcı tekrar konuşmağa katıldı. - Açış törenini bendeniz yeni binam ızda düşünmüştüm... dedi. Bu sefer ilk defa olarak iki taraf da itiraz etti. - Hayır, hayır... O zaman çok gecikir... Zaten yeni bina için ayrı bir açış töreni daim a yapılabilir! Bu gibi törenler ne kadar sık olur­ sa o kadar faydalıdır! Salâhiyettar zat tekrar bana döndü: - Hayri Bey, bu kitap şubata kadar bitecek... Bunu sizden katî şekilde istiyorum. Bu kadar mühim bir zatın unutulmuş olması 262

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ doğru değil... Yaptığınız işin ehemmiyetini bilin ve ona göre çalı­ şın... Siz de bana bu neşriyat meselesini hatırlatın... -B a ş üstüne efendim... Zaten takdim ettiğimiz projede yazılı... Halit Bey tekrar tavzih etti. - Yalnız eserlerin ismi yok. Ek bir liste takdim ederim . Ahmet Zamanı Efendi isminde hiçbir insan tanımamıştım. Hat­ tâ adını ilk defa işitiyordum. “Ah Yârabbim, ekm ek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın!” Hakikatte de böyle idim. Ucunu bucağını bilm e­ diğim, her gün yeni bir parçasıyla karşılaştığım âdeta tefrika hâlin­ de bir yalan olmuştum. Salâhiyettar zat Ahmet Zam anî Efendiden bir türlü vazgeçemi- yordu. - Mühim bir keşif, diyordu. Fakat nasıl oldu da hiç adı işitilmedi? Sanki demin kafamdan geçenleri düşünen ben değilmişim gibi, yavaş ve en kandırıcı sesimle cevap verdim: -E sk ile r malûm efendim... Şöhrete âfet diye bakarlardı. Sonra çok genç yaşta öldü. K ırk iki yaşında falanm ış... - Rabia hesaplan o devirde, aramızda?.. Bu sualle nefesim birdenbire tükendi. Burada artık işin telkini yoktu. Bilginin kendisi vardı. Fakat Halit Ayarcı orada idi: - Niçin olmasın efendim? Sözüne devam edeceği yerde masanın camı üzerine iyice bastır­ dığı büyük, geniş ayalı eline bakmağa başladı. - Öyle ya niçin olmasın?.. Eskileri o kadar az biliyoruz ki... -D e v ir, çok ehemmiyetli bir devir. Zaten büyük bir mekanik merakı var. Hemen herkes, küçük büyük icatlarla meşgul... M ina­ reden minareye uçma tecrübeleri bile var... Salâhiyettar zat tekrar bana döndü. - Nasıl bir insanmış bu?.. Halit Ayarcı bu sefer de ceketinin düğmeleriyle oynam ağa baş­ lamıştı. Bu dem ekti ki, iş bana düşüyordu. B ütün kuvvetim i, cesa­ retimi topladım. “Ya pîr!” Fakat yalancıların piri kimdi acaba? 263

TANPINAR - Uzun boylu, sarışın, kumral sakallı, siyah gözlü bir adammış! Dili gençliğinde biraz peltekmiş. Fakat kendi kendine, iradesiyle düzeltmiş, diyorlar. Daha doğrusu hocam rahmetli Nuri Efendi böyle söylerdi. G arip huylan varm ış. M eselâ çok iyi m eyva yetişti- diği hâlde üzüm den başkasını yem ezm iş. Bal ve şeker gibi şeyler de kullanmazmış. M evlevî tarikatindenmiş. Zengin bir adamın ço­ cuğuym uş. Birden fazla kadın alm anın aleyhinde bulunduğu için devrinde pek sevilmezmiş... - Demek modern bir adam... Âdeta bizden! - Aşağı yukarı... San rengi çok severmiş. Hattâ pek mutat olma­ dığı hâlde san cübbe, sarı kaplı kürk giydiğini hocam Nuri Efendi söylerdi. Sarı, güneşin rengidir, dermiş. Çok aradım am a bu kana­ atin nereden geldiğini bulamadım. Ben söyledikçe belediye reisinin de, salâhiyetli zatın da yüzleri tebessüme gark oluyordu. A h, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, bir­ kaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat...Tevekkeli değil es­ kiler yalnız şiir söylemişler! - Bir işi, falan var mıymış? Artık ne dönm em , ne de durmam kabildi. İster istemez yoluma devam edecek, yeni yeni şeyler uyduracaktım. - Ç engelköy’de küçük bir cam iin m üezziniym iş... Fakat evlen­ me meselesindeki fikirleri yüzünden çıkartmışlar. O da selâmlığını açmış, yatsı namazlarını misafirlerine evinde kıldırmış. Ezanı da evin penceresinden okurmuş! Halit Bey tekrar bana döndü: - Bir Venedikli vasıtasıyla devrin garplı riyaziyecileriyle m ek­ tuplaştığını söylüyordunuz... - Evet am a, m üsbet bir şey bulunam adı. Nuruosm aniye Kütiip- hanesi’ndeki kitap kaybolm asaydı... Salâhiyetli zat hayretler içinde idi: - Mühim keşif doğrusu... Böyle bir adam... H alit Ayarcı işi biraz daha tabiileştirm ek ihtiyacını duydu. -B e n d e n iz e öyle geliyor ki, K âtip Ç eleb i’nin etrafındakilerden 264

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ biri olacak... Başka türlü izahı güç... Bu ihtimal her ikisini de tatmin etti. Belediye reisi meselenin şimdilik bu tarzda halledilmesinden mem nun, dairenin gezilmesini teklif etti. Bu aşağı yukarı iki ay evvelki teftişin hemen hemen aynıdır. Şu şartla ki, binamız biraz daha genişlemişti ve salâhiyettar zat beledi­ ye reisinden daha yüksek mevkide olduğu için daha dikkatli, daha titizdi. Binaenaleyh iki saat sürdü. H em en her şeyin önünde durdu, yerinden kalkabilecek her şeyi bir kere yerinden oynatıp altına ba­ kıyor, sonra kendisini elinde iyice evirip çevirip muayene ediyor, tekrar yerine koyuyordu. Bütün boş defterleri açıp bakıyor, grafik­ lerin önünde uzun murakabe saatleri geçiriyordu. Bir ara bana döndü, bir eli kılıfım çıkarm ağa çalıştığı yazı m a­ ki nasında: - Neden öldüğünü biliyor musunuz? diye sordu. -M aalesef efendim... Ama... -B e n söyleyeyim, bakalım buldum mu? Şekerden... dedi. Ben­ de de var da oradan biliyorum. Tabiî niçin böyle olması icap ettiğini sormadık. Niçin soracak­ tık? Hattâ niçin şüphe etmeliydi? Herkes bir şeyden öldüğüne göre Ahmet Zamanî Efendi de elbette bir hastalıktan ölecekti. Şekerden veya can sıkıntısından ölmesi arasında ne fark vardı? Asıl mühim olan salâhiyetti zatın bu işe getirdiği iyi niyet, bizim le böyle işbir­ liği etm esiydi. H epim iz birden bu ihtim ali kabul ettik. H attâ ben: - Çok doğru buyurdunuz... Üzümden başka bir şey yemediğine göre... diye hafiften tasdik bile ettim. Sonra saatine baktı. G üzel, altın kapaklı bir L o n jin ’di. “Yorul­ dum ...” dedi. H epim iz yorulm uştuk. Onun için H alit A yarcı’nın odasına geldiğimiz zaman Derviş Ağanın getirdiği kahveler pek makbule geçti. Hattâ az şekerli olm asına bile ehem m iyet vermedi. Kahvelerden sonra yine o gün olduğu gibi kadro m eselesine ge­ çildi . Ondan sonra tebrik faslı geldi. Bu sefer altın tepsi belediye re­ isi ile onun arasında gidip gelm eğe başladı ve nihayet kundaklan­ 265

TANPINAR mış bir çocuk gibi Halit Beyin birdenbire açtığı kollan arasında kaldı. Aziz velinimetim: -T eveccühlerinize güvenmeseydim, bu işe katiyen girmezdim. Bu itibarla ne kadar teşekkür etsem azdır. Bana bu hizmet vesilesi­ ni verdiğiniz için bahtiyarım ... diyerek meseleyi halletmişti. Bütün gün hep böyle yapmış, en lüzumlu noktada konuşmuş, hiçbir şey rica etmeden istediklerinin hepsini kabul ettirm iş, şimdi de asıl işin kendisi tarafından kurulduğunu, beyhude m ünakaşaya lüzum olmadığını iyice anlatmıştı. Fakat salâhiyetli zat tecrübeli adamdı. Koskoca enstitüyü sade­ ce bizlere bırakamazdı. - Bu mtiesseseyi başından itibaren benimsedim, dedi. O sizlerin olduğu kadar benimdir de... Reis bey de size yardım edecekler... Ayrılırken tekrar bana iltifat etti: - Kitabı isterim... Bitecek anladınız mı Hayri Bey? Ve yanağımı okşayarak kitapla olan alâkasını bir daha teyit etti. Kapıdan çıkarken: - Sloganları dağıtın! B iran evvel ve her tarafa... diye tekrar emir verdi. Tam merdivenin başında belediye reisine yavaşça: - B u rabia hesabı nedir siz biliyor m usunuz?diye sorduğunu işittim . Onlar gittikten sonra Halit Ayarcı tekrar bana döndü: -A rtık bundan sonra da şüphe etmezsiniz zannederim... dedi. - Hayır, dedim. M üessese kurulacak. Bir de işimizi bilsek! - H â lâ bilmiyor musunuz? Saatleri ayarlayacağız... - Evet ama nasıl? Bu kadar kalabalık bir teşkilâtla... - Çaresini bulacağız... Herkes kendisine, tâyin olunduğu vazife­ nin adından bir iş çıkaracak. Zaten kurulur kurulmaz bir tâmimle bütün arkadaşlardan rica edeceğim bunu... Ve tabiî onlar da yapa­ caklar. Boş durm ayacaklar ya... Sonra bir eli odasının kapısının tokm ağında: - Siz kitabı ne vakit bitireceksiniz? Yani ne vakit bitirebilirsiniz, 266

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ demek istiyorum... diye sordu. -N a sıl yazarım ben bu kitabı?., diye cevap verdim. M evcut ol­ mayan bir adam için... Halit A yarcı’nın kaşları birdenbire çatıldı. İlk defa hiddetleni­ yordu. - Nasıl m evcut olmayan adam ?.. Daha dem in kendiniz bahsedi­ yordunuz... Dördüncü M ehmet zamanında yaşamış. Sarı rengi se­ vermiş. Güneşin rengidir, dermiş. M evlevî olduğunu bile biliyorsu­ nuz. Graham hesaplarıyla meşgul olduğu malum... Şekerden ölmüş. Yok azizim, ben bu cinsten sabotaj istemem. Bu m üessese muvaf­ fak olacaktır. Herkes vazifesini yapacak. Sizin ilk işiniz budur. - İ y i am a, bütün bunlar mânâsız şeyler... Hepsi uydurma! Birdenbire ceketimden tuttu: - Bu kitap yazılacak!.. Yahut da gider içeriye istifanamenizi ya­ zar getirirsiniz! Ben bu kadar bağlı olduğum bir miiessesede en ya­ kın dostlarım tarafından ihanet görmemi istem em ... Hem kendiniz söylüyorsunuz, hem de yoktur, diyorsunuz... - Ben A hm et Z am an î’den bahsetm edim ... - Am a, Nuri Efendiden bahsettiniz... O da o demek... Sonra birdenbire belki de bozulan yüzüm e dikkat ettiği için gül­ dü: -A d ı olan her şey mevcuttur Hayri Bey! dedi. Binaenaleyh Ah­ met Zamanî Efendi vardır. Biraz da ikimiz böyle istediğim iz için vardır. Hattâ şimdi büyük dostumuz da istiyor. Hiç üzülmeyin... Çalışın sadece... Sonra, kadro meselesini ne yaptınız? İstedikleri­ mizi veriyorlar. Hani listeniz?.. Aksi aksi: -T anıdığım insan çok az... dedim. - Bulun... -A k rab am yok... - Akrabasız adam olmaz... - Belki vardı ama m eydanda yoklar... Şim dilik görünmüyorlar... İsterseniz gazetelere bir ilân vereyim! 267

TANPINAR Tekrar gülümsedi. - Ah, Hayri Bey, ah Hayri Bey... dedi. Siz hakikaten beni yoru­ yorsunuz. Bir tiirlü sizi bazı şeylere alıştıram adım. Hayır, ilâna lü­ zum yok, biraz daha bekleriz... Onlar gelirler... Bir de Sabriye Ha­ nımla Selma Hanımı artık davet zamanı geldi sanırım. O dam a girdiğim zam an Z ehra’nın beni beklediğini gördüm . Benden izin istiyordu. Yeni elbiseleri içinde hakikaten giizel ve me­ suttu. Yeni taşındığım ız evde odasını ne kadar zevkle döşemişti. Pakize ile iki dost gibi geçiniyorlardı artık. Karımın tiroit guddele­ ri tedavi edileliden beri evde kavga yoktu. A hm et üç ayda altı kilo almıştı. Kızıma yarın dahi isterse evde kalabileceğini söyledim... O teşekkür yerine bir kırıttıktan sonra çekilip gitti. Ben başım iki eli­ min arasında düşünm eğe başladım. Hayır, istirahat etmemin imkâ­ nı yoktu. Birçok yalanın içinde olsam bile ihmal edemeyeceğim bir hakikat, büyük bir hakikat vardı ortada. Saatleri Ayarlama Enstitü­ sü hayatımı kurtarmıştı. Halit Ayarcı ile evime refah denen güneş doğmuştu. Bütün bun­ ları düşünürken iç telefon çaldı. Halit Ayarcı, sanki aram ızda geçen şeyleri tamamiyle unutmuş gibi en rahat sesiyle: -Y a r ın size A hm et Z am an î’yi yazm anıza yardım edecek tarih kitaplarını getireceğim ... G öreceksiniz ne kadar kolay iş... -T eşekkür ederim efendim... - Bir iki ayda çıkar... -Z annederim efendim. Siz de yardım edersiniz tabiî.. - Selma Hanım la Sabriye Hanımı davet için biraz bekleyin! Ben gidiyorum , bir iş olursa evde ararsınız... - Baş üstüne efendim... IV Başından beri gazetelerde enstitü hakkında havadisler çıkıyor­ du. Kadromuzun müzakere edileceği tarih yaklaştıkça bu yazılar arttı. Bayağı günün meselesi hâline geldik. Hemen her gün enstitü­ 268

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ nün teşkilâtı, çalışm a tarzı, yapacağı iş m ünakaşa ediliyor, bittabi bu arada müdürün, müdür yardımcısının ve diğer personelin hayat­ ları hakkında da ufak tefek şeyler geçiyordu. Bazı gazeteler Halit A yarcı’yı son derece sem patik buluyorlar, bir kısmı bu kadar m ü­ him iddialı bir mtiessesenin bu cinsten bir iş adam ına verilm esine şaşıyorlardı. Bir kısmı ise, “Ne iş görecek bu m üessese?” diye so­ ruyordu. Halit Ayarcı bütün bu yazıları dikkatle okuyor, tenkitlere m üsamaha ile gülüyordu. -E lb e tte , diyordu, bu kadar m ühim bir iş yapılırken aleyhte de söylenecek! Mesele münakaşa edilmesidir. B ilhassa bir gazetenin, Saatleri A yarlam a E nstitiisü’nün gerek adının, gerek vazife ve öğrenilebildiği nisbette teşkilâtının bürokra­ si tarihinde hakikî bir m erhale olduğunu yazm ası pek hoşuna git­ mişti. - Kim yazdıysa bunu, işi anlam ış... Zeki adam! Evvelâ asrım bi­ liyor. Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürok­ rasi asrıdır. S pingler’den K ayserling’e kadar bütün filozoflar bü­ rokrasiden bahsederler. Ben hattâ derim ki, bürokrasinin asıl kemal çağı istiklâl devri bu devirdir. Bunu anlayan adam mühim adamdır. Ben mutlak bir müessese kuruyorum. Fonksiyonu kendisi tâyin edecek bir cihaz... Bundan mükemmel ne olabilir? Kadro müzakerelerinin zamanı yaklaştıkça sıklaşan bu havadis­ ler ve düşünceler sonuna doğru birdenbire şahıslarım ız etrafında toplandı ve iki hafta içinde de H alit Beyi bırakıp sadece beni hedef aldılar. Bu ağız değişmesi sayesinde müessesemizin lüzumuna dair ya­ pılan münakaşaların birdenbire kesilm esine bakılırsa bu işte Halit Ayarcı’mn bir tertibi olduğuna hükm etm ek hiç de yanlış olm az. Şu­ rası da var ki, hayatımın garip cilveleriyle ben Halit Beye nazaran efkârıumumiyeyi oyalamağa daha müsaittim. İşte o andan itibaren benim için günlerce süren bir huzursuzluk başladı. Hemen gün aşı­ rı, bir gazetede resmim çıkıyor, hayatım münakaşa ediliyor, bu ka­ dar mühim bir işte bulunmamın doğru olup olmadığı hakkında fi­ 269

TANPINAR kirler yürütülüyordu. Takribî A hm et Efendi C am ii’nin bir asra yak­ laşan hikâyesi, Şerbetçibaşı Elması, çocukluğum da ve ilk gençli­ ğimde tanıdığım insanlar, yetiştiğim m uhit, işsizlik yıllarım, gördü­ ğüm işler birbirine zıt bir yığın tefsire yol açıyordu. Bazı kimseler için bu işin âdeta tek favorisi bendim. Onlara gö­ re bütün ömrüm saat ve zam anla geçmişti. Binaenaleyh hayatımın her safhası bu işe bir hazırlıktan başka bir şey değildi. Nuri Efendi­ nin son talebesi idim . B inaenaleyh Şeyh A hm et Z am anî’nin m üsbet veya esrarlı bütün bilgilerinin vârisi sayılırdım . Tam bu s ıra la rd a -y in e şüphesiz H alit A yarcı’nın gizli teşvikiy­ l e - M uvakkit Nuri Efendinin M erkezefendi’deki m ezarının tamiri beni büsbütün Ön safa geçirdi. Bu m erasim de verdiğim nutukta, H alit A yarcı’nın sıkı tem bihleri yüzünden A hm et Z am anî’den bah­ setm em işi büsbütün alevlendirdi. Bu sefer zekâm , görüş kabiliye­ tim, hattâ şahsî metodum methedilmeğe başlandı. Ertesi hafta gazetelerden birinde dünyanın en garip başlıklı ma­ kalelerinden biri vardı. “ Hayri İrd al’ın çıraklık seneleri” diye baş­ layan bu yazıda, benim üç yaşımdan itibaren saat ve zamanla meş­ gul olduğum anlatılıyordu. Babama muttasıl evimizdeki büyük sa­ ati, M übarek’i göstererek nasıl işlediğini sorarm ışım . “Z engin, d in ­ dar, kibar cetler silsilesinden tek aile mirası olarak büyükçe bir sa­ atten başka bir şey bulunmayan bu evde ihtiyar baba sabah akşam çocuğuna, saatin kâinatın timsali olduğunu söylüyordu. İşte bütün çocukluğu bu saat karşısında geçen Hayri İrd al’ı talih doğm adan evvel bu işe hazırlam ıştı.” cüm lesiyle biten bu makale hakikî bir şaheserdi. Bir hafta sonra bir başka m uharrir, beni, “Tanınmamış V oltaire’im iz” diye takdim ediyor ve hayatında saatçilikle zengin olan bu filozofla aram ızda ipe sapa gelmeyecek mukayeseler yapı­ yordu. Üçüncü yazıda Nuri Efendi de, babam da Voltaire de bir ta­ rafa itiliyordu. Bu yazıda benim hayatımın insanları ve cem iyetimi­ zi öğrenm ek için girişm iş olduğum bir tecrübe olduğu söyleniliyor­ du. “Hayri İrdal çocukluğundan beri zihniyet m eselesiyle m eşgul­ dü, elbette ki bu devamlı çalışm a bir gün gelip meyvalarını vere- 270

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ çekti.” deniyordu. Bittabi bu velveleye Doktor Ram iz yabancı kalam azdı. Nitekim sonradan büyütüp kitap hâline getirdiği bir makale yazdı ve benim ruh tahlilimi yaptı. Nezredilmiş bir camiin para şartları yüzünden küçüle küçiile indiği son had olan eski saatimizi nasıl baba telâkkî ettiğimi iyice izah etti. Tabirnam elerden, fal kitaplarından. Seyit L ûtfullah’tan bahsetti ve bendeki zam an sezişini övdü. O na göre ben bir nevi Ebu Ali Sinâ idim . “ Evet, diyordu Doktor Ramiz, Hay­ ri îrdal, bu şark F aust’unun m odern hayatım ızda yeni baştan görü­ nüşünden başka bir şey değildi. O nasıl ameliyelerini İzafî zam an­ da yapmışsa, Hayri Bey de yaşanan zamanda yapıyor. Bu yüzden dostum Halit Ayarcı’nın girdiği mühim teşebbüste bu hakikî değe­ ri bulup m eydana çıkarm ası kadar övülecek bir hareket olam az!” İşin en sıkıcı tarafı Halit A yarcı’nın bu budalalıklardan her şikâ­ yetimde bıyık altından gülmesi, beni teskini hiç aklına getirmeme- siydi. - Elbette, diyordu. Elbette aziz dostum, böyle mühim bir mües­ sesenin kurulma şerefini paylaşan bir insanın etrafında biraz gürül­ tü olur. Ne yapmamı istiyorsunuz sanki? Çıkıp, “ Hayır, yalan söy­ lüyorsunuz!” mu diyeyim? Bu müesseseyi kökünden yıkar. Bıra­ kın, bu bir dalgadır, kendiliğinden geçer... Bazen de; - Voltaire’e veya F aust’a benziyorsanız kabahat benim mi? Ya­ hut benzetiyorlarsa... Onlar da bizim bir şeylerimiz olmasını isti­ yorlar. Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle yetişm ek kolay mı? İşin içine elbette biraz m übalâğa girecek! Nasıl filân rom ancı­ mızı B alzac’a öbürünü Z o la’ya benzettilerse, sizi de başkalarına pekâlâ benzetirler. Hayret ediyorum doğrusu! Sizi kıskanmadığım için bana teşekkür edeceğiniz yerde kızıyor, hiddet ediyorsunuz! Ben sizin yerinizde olsam hiç ses çıkarm az, kendi işime bakardım. Siz oturun, kitabınızı yazın, enstitümüzün tekâmül çarelerini ara­ yın!.. Bunlar o kadar basit şeyler ki... G öreceksiniz, sonunda nasıl alışırsınız! Ne hacet, alışmadınız mı sanki? Bir hafta evvel aleyhi­ 271

TANPINAR nizde çıkan yazıya nasıl kızm ıştınız? Ö yle sanıyorum ki kızılacak büyük bir tarafı da yoktu. Yani, şimdi söylediklerinizin doğruluğu­ na inanmam lâzım gelirse tabiî bulm anız icap eden bir yazıydı de­ mek istiyorum. Hayatınızdan kendi anlattığınız şekilde bahsediyor­ lardı. Halbuki kızdınız. Dem ek ki öbürlerinden mem nunsunuz!.. Filhakika aleyhimdeki yazı da pek öyle kızılmayacak cinsten değildi. “Bütün İstanbul halkının tanıdığı bir meczubu öne sürmek­ le işlenen bu hata” diye başlıyor, beni nasılsa adaletin elinden kur­ tulmuş alelâde bir sahtekâr olmakla itham ediyor, “Şerbetçibaşı El­ ması rezaleti henüz unutulm uşken, bir başka dalavere daha mı?” di­ ye hem bana, hem H alit A yarcı’ya yükleniyordu. Bu yazının m u­ harririne göre H alit Ayarcı efkârıum um iye ile alay eden bir iş ada­ m ı, bir sergüzeşçi idi ve ben onun kuklasıydım! Salâhiyettar zatın ziyaretinin ertesi günü mükâfat olarak bana kendi kereste fabrikasında yüz liralık bir ücretle hiç işi olm ayan bir kontrollük veren Halit Ayarcı, bu yazı üzerine de sabun fabrikasın­ da aynı şekilde bir vazife verm işti. Bu da gösteriyordu ki yazı ha­ kikaten aleyhimde idi, ve doğrusu ben de hakikaten kızmıştım. -Ş ü p h e siz ki o yazılara kızdım. A leyhim de söylenirse elbette kızarım. Siz de biliyorsunuz ki Şerbetçibaşı Elması dâvasında hiç­ bir kabahatim yok!.. - Hayır, siz kukla kelim esine kızdınız... - Hayır ona kızmadım. Kukla olduğumu biliyorum! Halit Bey hep aynı soğukkanlılıkla: - Çok acayip insansınız, diyordu. İş arkadaşlığının ne olduğunu bilmiyorsunuz. Bütün öm rünüzce yalnız yaşadığınız ne kadar bel­ li! Hiç cem iyet hayatına alışm am ışsınız! A ncak insana alışm amış olanlar başkalarının hürriyetine karışabilir! Hem aleyhinizde yaz­ mayacaklar, hem de ölçülü şekilde methedecekler... Ne âlâ şey! B u­ lursanız bana da gönderin böylesini... Hayır azizim, herkesin hürri­ yeti var! Pek haksız da değildi. Lehimde yazılan şeyler hoşuma gidiyor­ du. Benim kızdığım şey, kendimin de inanmayacağım mübalâğalar­ 272

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ dı. Doktor R am iz’in m akalesinden sonra bir gazetecinin karım la yaptığı röportaj çıktı. Ve bu sonuncusu hepsini bastırdı. Pakize şah­ sıma karşı, on seneyi geçen alâkasızlığını, beni küçük görmesini, ihmallerini, hulâsa evlendiğimizden beri yaptığı bütün haksızlıkla­ rı yirmi dakikalık bir konuşm ada ödem eğe karar verm iş gibi, beni durmadan övüyordu. Fakat Pakize saatle, psikanalizle, yüksek bil­ gi ile alâkası olan insan değildi. O m odern kadındı. Sinem ayı sevi­ yordu. Kâinata beyaz perdeden bakıyordu. Binaenaleyh ister iste­ mez onun gözü ile ben de değişecek, sinema olacaktım. Karım kocasını çok seviyordu. Esasen çocukluğumuzdan beri se­ vişmiştik. Benim bir yığın talihsizlik yüzünden Emine ile evlenmem üzerine o da ilk kocasıyla evlenmişti. Fakat hiçbir zaman beni unut­ mamıştı, ne de ben onu... Zaten ilk evlenmemden bir gün evvel ken­ disiyle konuşmuş, bu işteki zaruretleri anlatmıştım. Birinci karım çok iyi kadındı. Fakat beni anlayacak seviyede değildi. O nun için hayatta muvaffak olamamış, kendimi tanıyamamıştım. Onun ölümü üzerine Pakize de kocasından ayrılmış, gelmiş, beni bulmuştu. Çün­ kü ben bütün büyük adamlar gibi kadın meselesinde, çekingen, m ağ­ rur ve tabiatıyla dalgındım. İşte ondan sonra, Pakize’nin sayesinde asıl çalışma devrem başlamıştı. “Kendisini işine tam vermek için memuriyetini bile bıraktı... Y edi, sekiz sene ailem den kalan öteberiy­ le geçindik. Neyimiz varsa hepsi sarf oldu...” A m a Pakize şikâyetçi değildi. Esasen o, büyük bir adamın karısı olmanın ne gibi fedakâr­ lıklar icap ettirdiğini biliyordu. Hususî hayatım mı? Tabiî biraz dal­ gındım. Fakat kendimi büsbütün işe kaptırmadığım zam anlar neşe­ liydim. İyi ata binerdim, güzel yüzerdim , tenis oynardım . “Biraz ku­ marı severdi ama, hatırım için vazgeçti!” Kadın tuvaletinden hakikî zarafetten çok iyi anlıyordum . K üçük baldızım ın tuvaletleri hep be­ nim tavsiyemle yapılmıştı. Saatten başka sevdiğim şeyler mi? Tabiî musikîyi seviyordum. Hem alaturka, hem alafrangasını. Güzel piya­ no ve banjo çalardım. Büyük baldızım bütün muvaffakiyetini bana borçluydu. “A , bilmiyor musunuz?.. Ablam Billur Çağlayan Gazino- su’nda her akşam söyler... On bir buçukta giderseniz eğer, dinlersi- 273

TANPINAR zin...” Evde çoluk çocuğumla sohbetten hoşlanırdım. Sabah kahval­ tılarında meyva suyu içerdim. Bir huyum vardı, sık sık âşık olurdum. Fakat karım bunu hoş görüyordu. “Onun seviyesinde olan bir insan için...” “Zaten kadın kısmını bilirsiniz, rahat bırakmazlar ki...” Ken­ disine gelince, vaktiyle dansöz olmak istemişti ama... “İnsan, Hayri gibi bir erkekle evlenince kendisini seve seve feda etmeye alışıyor.” Saatleri Ayarlama Enstitüsü açılmadan evvel, yani tam kurulacağı sı­ ralarda iki teklif alm ıştım . Birisi Hollyvvood’dan... “E vet, evet, Hollyvvood’dan... B ir şark filmi için...” Ö bürü de büyük bir saat fab­ rikasından... İsviçre fabrikalarından biri. İsmini söyleyemeyecekti. O kadar ev işine düşkündü ki bu gibi şeyleri birdenbire unuturdu. “Zaten artist olarak başladı. Biz ailece artistiz. Gençliğinde tiyatroda çalıştı. Son zamanlarda bir filmde de rolü vardı!” Filhakika işsizliği­ ni sıralarında iki defa figüranlık yapmıştım. Sevdiğim yemekler mi? “Haşlanmış sebze, ızgara gibi şeyler...” Karıma göre yemeyi sever­ dim ama, perhize çok riayet ederdim. En büyük kusurum da kendi­ mi ihmal etmemdi! Anlaşılan eğlence ile pek başım hoş olmayacak­ tı ki geceleri pek çıkm azdık, nadiren sinem aya giderdik. K onuşm a­ nın bundan sonrası sevdiğim artistlerin adları idi. Kısacası hangi mahkemeye ve hâkime gidersem gideyim, eğer ikimizi birden deli diye tım arhaneye, yahut yalancı diye hapisha­ neye tıkmazsa, yirmi dakika içinde ayrılmamıza karar verebilece­ ği bir röportajdı bu! İler tutar bir yerim yoktu. “G eceleri çalışır... Sabaha doğru, yarım saat kadar ancak uyur...” Am a bu sadece bü­ yük mesai zam anlarında böyleydi. Bazen de yirmi dört saat uyur­ dum. Bilmem niçin, çırçıplak döşem enin üstünde yatmaktan hoş- lanırdım. Romatizmalarım ata binmeğe şimdi müsaade etmediği için sadece jim nastik yapıyordum . Akrabamdan çok zulüm gör­ müştüm. Fakat Pakize bunların üzerinde durmuyordu. Bilhassa ha­ lamdan bahsetm ek istemediğini açıkça söylüyordu. “ Hayri onları çoktan affetti...” Mülâkatı sabahleyin dairede Halit Ayarcı bana kendisi okudu. Hiddetime hiç aldırmıyor, her cümlede bir kahkaha savuruyordu. 274

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ - Harika... diyordu, harika... Bundan daha mükemmel bir müla­ kat olamaz. îlk işim bir gazete çıkarm ak olacak karınızın idaresin­ de... Çay Saati. Adı Çay Saati olacak... Bu istidat böyle bırakılır mı hiç? Sizi nasıl anlamış! Tam olduğunuz gibi... - Beni kepaze ediyor, deseniz daha doğru olur. Neremi anlamış! Baştan aşağı zevzeklik, herkese rezil oldum. Halit A yarcı’nın yüzü birdenbire değişti, ciddileşti: - Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor, sevebileceği şekle sokuyor... Niçin ters tarafından alıyorsunuz hep? Bütün bunları da sizi sevdi­ ği için yapıyor. Size hakikî çehrenizi veriyor. -B aştan aşağı yalan ve hamakat!.. - S iz öyle zannedin. Herkes çıldıracak... M eselâ şu cümle: “Ayakkabılarımı kendisi giydirir. Bu en sevdiği şeydir!” -D o ğ ru dürüst ayakkabısı bile yok! -O lm ad ıy sa kabahat sizin! Böyle kadının kocası olan adam her şeyden evvel onun rahatını ve saadetini düşünür. Yarın yarım düzi­ ne ayakkabı alın! Sonra bu İsviçre seyahati! “Kocam hiç seyahat et­ medi! Yalnız geçen yaz beni İsv içre’ye, kendisini davet eden fabri­ kaya misafir gönderdi. Doğrusu hoşuma gitti... Seyahati seviyorum ama, ne yapayım, kocamı yalnız bırakamam...” Niçin seyahati sev­ miyorsunuz Hayri Bey? Hakikaten sevm iyorsanız çok yazık. Belki vapur, şimendifer dokunuyor... Halbuki ata biniyorsunuz! Ayağa kalktım: - B u kadın deli ve budala... dedim. Üstelik yalan söylüyor. Ço­ cukluğum uzda nasıl sevişebiliriz ki benden tam on altı yaş küçük... - Ufak bir tarih hatası... Hepimiz yaparız! Ne çıkar sanki? Farz et ki baştan aşağı doğru olmuş olsaydı, pek mi kazanırdınız? Karda yürümekten hoşlanmazsınız farz edelim, bunu herkesin bilmesi si­ ze ne kazandırır? O da ayağa kalktı ve omuzumu yakaladı: -D eğişiyorsunuz Hayri Bey, değişiyorsunuz... Asıl memnun olacağınız şey bu... Yeni hayat, yeni insan... Tekrar doğam ayacağı- nıza göre bundan başka çareniz yoktur... Ben sizin yerinizde olsam 275

TANPINAR bugünden itibaren karımın istediği adam olm ağa çalışırdım. Bu rö­ portajı bir program gibi alın... Ve m adde madde tatbik edin! - Yani döşemede ve çırçıplak yatayım , öyle mi? Halit Ayarcı eli çenesinde düşündü: - Burada zannediyorum ufak bir hata var, yani nasıl söyleyeyim küçük bir fantazi! Ondan vazgeçin! - Banjo çalayım, Amerikan şarkıları söyleyeyim! - N için olm asın? Bende bir tane var. A m erika’da iken alm ıştım . Bu akşam size gönderirim. Daha doğrusu kendim getiririm. Çalışır­ sınız. Hiç de fena olmaz! Sesiniz güzel... Derhal başlayın! Acema- şiran’dan bıkm adınız mı? İçinizde hiç başka şeylerin dâüssılası yok mu? Ben hiç cevap vermeden telefonu açtım. Fakat mâni oldu. -H a y ır, dedi, dönemezsiniz artık. Olanın üzerinde ısrar etme­ yin. Sonra bu kadar iyi düşünceli bir kadını üzm ek doğru değil... Bakın sizi nasıl seviyor. Sizce yapılacak şey bu sevgiye lâyık ol­ maktır. Bu ara Zehra odaya girdi. Bir elinde gazete boynuma sarıldı: - A h babacağım! diyordu, ben zaten biliyordum böyle bir insan olduğunu senin! A m a, işte bizden gizliyordun... İmkânı var mıydı başka türlü olmasının? Allah annemden razı olsun... Halit Ayarcı kızım a dikkatle ve gülümseyerek baktı. - Siz de benim gibi düşünüyorsunuz... dedi. Anneniz harika bir insan! Ben çoktan beri bu kadar güzel bir şey okumadım! Bir kelime ile, çıldıracaktım. Daha o gün ikindiye doğru bu harika mülâkatın ilk neticesiyle karşılaştık. H alit A yarcı’nın odasında, kendisi, D oktor R am iz, Yan- geldi A saf Bey, ben, oturmuş konuşuyorduk. Daha doğrusu Halit Ayarcı Bey bazı mukavemetlerim yüzünden bana hücum ediyor, Doktor Ramiz onun konuşmasıyla çıktığı düz caddede -h e r zaman yaptığı gibi- arabayı doludizgin sürüyordu. Artık sadece Ahmet Zamanî Efendi mevzubahis değildi. Ayrıca karımın sabahleyin ga­ zetelerde çıkan mülâkatı karşısındaki tavrım da bir cürüm olmuştu. 276

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ D oktor R am iz’e göre ben bütün kabiliyetlerim i inkâr eden, asrı­ na göz yum m akta inat eden, bu yüzden dünyasını küçülttüğü için etrafına karşı olan vazifelerinde bir yığın kusuru olan adamdım. - Başkaları seni olduğu gibi görüyor da, sen kendini görem iyor­ sun! Birtakım miskince korkularda hapsoluyorsun. Bu tahammül edilir iş mi? Ona göre Ahmet Zamanı Efendinin mevcut olmasındaki tered­ dütlerimle karımın anlattığı banjo çalan ve ata binen adam oluşumu kabul etmeyişim hep aynı şeylerdi. - Karın seni bize dünyanın en modern adamı diye takdim edi­ yor. Sen hâlâ şüpheci vaziyetler takınıyor, her şeyi inkâr ediyorsun! - Karım delidir, evlendiğim günlerde beni bir akşam evvel gördü­ ğü filmin artistleri zanneder, sabahleyin yataktan kalkınca Bağdat Hır­ sızı filminde giydiği İncili terliklerini arardı. Bunu sen de biliyorsun! Doktor Ramiz bir an afallar gibi oldu. Fakat Halit Ayarcı aldırmadı: -T abiî! Karın deli, ben yalancı ve madrabaz... Peki kızına ne dersin? Zehra Hanıma?... -Z e h ra işin alayında... Daha evvelki gece, “Hayatım dan çok memnunum... Kendimi bir operet, yahut vodvilde sanıyorum... Ya­ şama denen şeyin tadını almağa başladım !” diyordu. Doktor Ramiz, - Gördün mü? dedi. Dem ek ki artist ruhlu olduğunuzu o da kabul ediyor. Zaten bu sabah kendisi söylem iş. Baba, sen busun, demiş! Halit Ayarcı bana iyice dargın, artık yalnız onunla konuşuyordu: - Bırak canım, o şüpheleriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat yürüyor. Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni di­ ye bir şey var! Onu inkâr edenin vay hâline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz! Doktor Ramiz birdenbire daha müşfik oldu: - Ben kabiliyetlerini bildiğim için acıyorum. Konuşmam, zorla­ mam hep bu yüzden... Yoksa bana ne? - Ben ona da acımıyorum. Yalnız müessesemizi düşünüyorum! Yangeldi A saf Bey uykusundan silkindi, avucunu sinek avlar gi­ 277

TANPINAR bi birden havaya uzattı: - Ben de onu düşünüyorum . Yazın bir frijider alacağız değil mi? Bir de vantilatör... Halit Ayarcı gülmemek için dudağını kıstı. - İnanmayan bir adam la çalışm ak dünyanın en güç işidir. Artık bunalmıştım. - Bütün dediklerinizi yapıyorum. Bu yetişmez mi? İnanmağa ne lüzum var? - Hiçbir şey yapmayın, yalnız inanın, bize bu yeter... Halit Ayarcı bu sefer gerçekten hiddetliydi: - Çünkü bana evvelâ inanç lâzım. Saf kalbe bu işin doğruluğu­ na inanç... Siz çürüm üş insansınız... Eski ruhsunuz! Hayata inan­ m ayan insanla çalışılm az. D aha A hm et Z am an î’nin mevcudiyetini bile kabul etmediniz... - İyi ama, yok bu adam ... Yok. Tarihlerde yok! Bana tek bir kâ­ ğıt gösterin, sadece bir isim gösterin, yeter. Doktor Ramiz. - Eski moda laflar... diyordu. Tarih, günün emrindedir. Ben sana yüz meselede yüzlerce kâğıt gösteririm ki yalandır, bundan ne çı­ kar? Mevcut olm asa adını bilmezdiniz, ondan konuşmazdınız... Bütün mesele şuradan geliyor: Kendinizi zamanınızdan üstün görü­ yorsunuz... Entellektüel gururu. Ben bütün hakikatleri bilirim, de­ mek istiyorsunuz! Hayır, azizim , öyle bir şey olamaz. Bir insan bü­ tün hakikatleri bilm ez, bilemez... Birdenbire kapının önünde kopan bir gürültü, bana vermeğe ha­ zırlandığım cevabı unutturdu. İlk önce Derviş Ağanın sesi geldi. A d am cağız, - Olmaz hanımefendi, sormadan olmaz! Resmî toplantı var! di­ ye çırpınıyordu. Dik bir ses ona cevap verdi: - B e n bilirim onların toplantısını... Çekil bakayım oradan! Derviş Ağa galiba bir şeyler daha söylemek istedi. - Çekil diyorum sana herif... 278

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ Artık şüphe edemezdim, halamın sesiydi. Yirmi dört yılın ara­ sından onu tanımıştım. Olduğum yerde büzüldüm. Hiçbir kurtuluş imkânı yoktu. Birdenbire kapı ardına kadar açıldı. Halam, bir elinde başının üstünde salladığı şemsiyesi, öbüründe bir yığın gazete ve bavul ka­ dar büyük bir çanta, beyaz saçlarının üzerine kondurduğu siyah, büyük tüylü, bir kartal kadar azametli şapka, bir fırtına gibi içeriye girdi. M erkezefendi mezarlığından dönüşü kadar garip, şaşırtıcı bir hâli vardı. M akyajlı yüzü hiddetten alt üsttü. Pudra ve sürmelerinin arasından gözleri şimşek gibi parlıyordu. Bileklerinde, parm akla­ rında, boynunda, kulaklarında bir yığın mücevher vardı. Sırtında yeldirmeye benzeyen bej rengi pardösiisüyle yürürken daha ziyade uçuyora benziyordu. Fırsat bulsaydım kahkahadan çıldırabilirdim. Hepimiz ayağa kalkmıştık. Yalnız Halit Bey olduğu yerde sakin, “ Bu da nedir?” der gibi ona bakıyordu. -T oplantı varmış ha?.. Ne toplantısıymış o bakayım?.. Sonra birdenbire beni gördü. -S e n i mendebur seni, siinepe herif seni... Yaptıkların yetişmi- yormuş gibi bir de gazetelere akrabam diye adımı geçirlisin ha!.. Ben yana fırladığım için ilk darbe A saf Beyin om uzuna geldi. İkincisi H alit A yarcı’nın m asasına indi. Ve kocam an kristalle bera­ ber şemsiye de kırıldı. - Seni arsız, hayâsız, dolandırıcı... O şıllık karın demek beni af­ fediyor ha! -A m a n halacığım... Allahaşkına, diyemeden kırık şemsiyenin dip tarafı burnuma indi. Dudaklarımın üstüne doğru sıcak bir şeyin aktığını duydum. El­ lerimle yokladım, kandı. - Oh olsun... Dur bakalım, daha neler yapacağım sana... Tam üzerime doğru atılmak üzere iken yorgunluktan, yahut da kanı görmesi asabını bozduğu için olduğu yerde durdu. Nerdeyse düşecekmiş gibi bütün vücudu titriyordu. İşte o zaman Halit Ayarcı yavaşça yerinden kalktı. Hemen o an­ 279

TANPINAR da gelmiş bir misafiri ağırlar gibi sükûnetle masanın etrafını dolaş­ tı. Halamın om uzlarından tutarak onu masanın tam yanı başındaki büyük koltuğa oturttu. Elindeki çantayı, gazeteleri camı kırılan m a­ sanın üstüne koydu. - Zannederim ki Zarife Hanım efendi ile teşerrüf ediyorum ... de­ di. Halamın yüzü bembeyazdı. Fakat hiddeti hâlâ geçmemişti. Ağzı köpüre köpüre: - Evet, dedi, Zarife Hanım... Bu mendeburun halasıyım! Halit Ayarcı aynı soğukkanlılıkla ve aynı tebessümle: - B e n d e n iz H alit A yarcı’yım! Bu m üessesenin m üdürü... Bu kadarı halamı yeniden çıldırtmağa kâfiydi. -D e m e k ki bu dolandırıcıların bir de m üdürü var ha!.. Ne ya­ parmış bu müessese bakayım? Bana doğru dik dik bakarak ilâve etti: - Elbette! Bu sünepenin ne haddine böyle şeyler yapmak!.. Sonra tekrar H alit A yarcı’ya döndü: -B a b a sı olan herif de böyleydi... Şunun bunun peşinden git­ mekten başka elinden bir şey gelm ezdi.Tabiî, öyle ya, birisi kurma­ dan hareket eder mi? Ata binermiş beyim, tenis oynarmış! Eşekle atı birbirinden fark etm ezsin sen! Bir de benim adımı gazetelere ge­ çirirsiniz! Ne zam andır beni affedecek adam oldu karın?.. Sonra tekrar H alit A yarcı’ya döndü: - Ama siz, bir insan evlâdına benzersiniz, nasıl girdiniz bu m en­ deburla bu işe?... Halit Ayarcı hiç istifini bozmuyordu: - Resmî bir müessesenin aleyhinde bulunuyorsunuz! Çok yazık! Halbuki biz de burada kendimize göre hizmet ediyoruz. - Hizmet mi? Neymiş o hizmet bakayım? Saatleri ayarlayacak­ mışsınız öyle mi? Ben yutar mıyım bunu? Benim adım Kefen Yır­ tan Z arife’dir. Ö yle laflara gelm em ... Birdenbire durdu, etrafına bakındı: -B a n a ne sizin işlerinizden? dedi. Vaktiyle uğraşırdım böyle 280

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ şeylerle. Fakat şimdi vazgeçtim. Ben buraya karısı beni affettiğini gazetelere yazan herifi görmeğe geldim. Daha burnunun üstündeki iki dam la kanı silm esini bilm iyor, şuna bakın! B ir de büyük biiyük laflar... Ben yavaşça cebimden çıkardığım mendilimle yüzümü sildim. Önünden geçmem lâzım gelmeseydi derhal dışarıya fırlardım. Halit Ayarcı zili çaldı. Hiç tanım adığım ız bir Derviş A ğa içeriye girdi. Alnı şiş içinde, yakası yırtıktı. Halam dan müm kün mertebe uzak bulunmak için odanın ta öbür ucundan dolaştı. - Ne emredersiniz hanımefendi, kahve, çay... - B ir kahve! dedi. Tiryaki işi olsun. D oktorlar yirmi senedir ya­ sak etti, ama ben yine içiyorum. Ama bu pasaklı herif yapacaksa, vazgeçin! -D e rv iş A ğa çok iyi kahve pişirir. M em nun kalacaksınız! Biz de isteriz Derviş Ağa. Sonra Derviş Ağa çıkarken ilâve etti: - Amma daha evvel, bir sepet, bir şey getir de şu camları kaldır! Birisi gelirse mahçup olmayalım! Ve bizzat kendisi şemsiyenin parçasını masanın altına attı. - Ne olsa resmî daire, hanım efendi! Halam bayağı müteessir olmuştu. - Ben buraya gelmezdim, amma eski evde bulamadım! Çıkmış­ lar. Adresi de bilen yok. İster istem ez geldim. Halit Bey en tatlı tebesümüyle onu teselli etti: -Z a ra r yok efendim, zarar yok... Aile arasında olağan şeylerdir bunlar. Zaten siz gelmeseydiniz, biz size geliyorduk! - Bana mı? Ne münasebet? -T a b iî size! diye cevap verdi. Şimdi konuşuyorduk. Bakınız an­ latayım: Saatleri Ayarlam a E nstitüsü’nün çalışm alarını destekleye­ cek halk arasında fikirlerini yayacak, hattâ bunlar için neşriyat ya­ pacak bir cemiyete ihtiyacımız var. Onun için bir “Saat Sevenler Cemiyeti” tesisine çoktan karar vermiştik. Bugün bu cemiyetin mü- essisler heyeti üzerinde konuşuyorduk. Toplantımız bunun içindi. 281

TANPINAR Arkadaşlarla ben bu cemiyetin daha ziyade kadınlar arasında aza bulmasını istiyorduk. Reisi de bilhassa bir kadın, ve muhterem bir hanımefendi, olm alıydı... Sabahtan beri düşünüyoruz, münasip, şahsiyet sahibi birini hatırlayamadık. Nihayet Hayri Bey, “Halam bu iş için en elverişli insandır. Evvelâ baştan aşağı şahsiyettir. Bir orduyu bile idare eder. Tecrübe sahibi insandır. Sonra da muhitinde çok sevilir. Yazık ki bana dargındır. Ben teklif edemem! Ricaya git­ sem kovar!” diyordu. Bunun üzerine ben hep birden size müracaat etmeyi teklif ettim. İşte tam o esnada siz teşrif ettiniz... Eğer reisli­ ği kabul ediyorsanız, lütfen yerim e buyurun! H alam bir m üddet H alit A yarcı’ya, sonra da onun yanı başında ayakta durduğu boş koltuğa baktı. İlk defa dans edecek bir kız gibi şaşkın ve arzu ile dolu idi: -B ilm em yapabilir miyim? Hele bu yaşta... Halit Ayarcı gülümsedi: - H i ç yapm az olur m usunuz? K aldı ki sizi iş başında gördük! Halam bana dik dik baktıktan sonra: - Bu daha bir şey değil! dedi. Hele bir karısı elime geçsin! Halit Ayarcı rahat bir kahkaha attı: - Bu işte Pakize Hanımın kabahati olamaz... Eminim! Görseniz pek seversiniz. O cins kadın değil. Bunlar röportajı yapanın ilâvesi olacak. Bir şey karışmış her hâlde. Görmediniz mi? diyordu, resim­ lerin çoğu Hayri Beyin değil! Hakikaten röportajdaki resimlerin birçoğu benim değildi. Beni at üstünde gösteren resim aşikâr şekilde bir İngiliz manzarasının orta­ sında idi. Kütüphanem diye tanıtılan yeri bütün ömrümce görmemiş­ tim, göremezdim. Saat kolleksiyonum hayalimden bile geçemezdi. Bir sükût dakikası oldu. Sonra Halit Ayarcı yerinden kalktı, ha­ lama: -K a b u l buyurursanız, şöyle geçin de içtimaa başlayalım! dedi. Halam hiç ses çıkarmadan yerinden kalktı ve masanın başına geçti. Halit Bey yandaki sandalyeye oturdu. - Müsaade buyurursanız Doktor Ramiz toplantımızın kâtipliğini 282

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ yapsın! Doktor Ramiz bir bloknotla masanın yan tarafında yerini aldı. Halam âdeta kadınca şikâyete başladı: - B u işler hep böyle olur, hep benim üstüme yıkılır. Bununla dördüncü cemiyetin reisliği olacak. Daha İttihat ve Terakkî zam a­ nından beri bu böyle gidiyor. M am afih H alit Ayarcı hiç vakit kaybetm iyordu. İlk iş kurucular meclisinin azalarını bulmaktı. Halamın bu husustaki fikrini sordu. - Benimle Hayri Bey, bir de Doktor bulunacağız... Gerisi kadın olması lazım... Halam bu fikri beğenm iyordu. Bizim Saat Sevenler C em iyet’in- de bulunmamız belki yerinde idi, böyle cem iyetlerde reise yardım edecek genç ve sem patik bir iki erkeğin de bulunmasını istiyordu. Halit Bey Şair Ekrem Beyi tavsiye etti. Ondan sonra kadın aza üze­ rinde düşünmeye başladık. Halam birkaç isim söyledi. Halit Bey Sabriye Hanımla Nevzat Hanımı teklif etti. Zarife Hanım birincisi­ ni kabul ediyor, fakat İkincisini istem iyordu. -S a b riy e hoş kız! diyordu. Kulağı delik. K onuşm asını bilir. Ötekini ne yapayım! Mızmızın biri. Sonra kendiliğinden Selma Hanımın ismini ortaya attı. Böylece on on iki isim kaydettikten sonra ertesi hafta kendi evinde buluş­ mak üzere toplantıya son verildi.Tam çıkacağı sırada kapı açıldı ve kızım Zehra içeriye girdi. Halit Bey halama: -T anıdınız mı? diye sordu. Yeğeninizin kızı... Halam yine düşm an düşm an bana baktıktan sonra Z eh ra’ya bir iki tatlı kelime söyledi. Hâline bakılırsa akraba görm ek hiç hoşuna gitmiyordu. Bununla beraber kızım odadan çıktıktan sonra bir müddet arkasından düşünceli düşünceli baktı. Sonra bana döndü: - Bu herhâlde öbüründen olacak, şu hani seni anlamayan karın­ dan... Bu yeni şıllıkla alâkası olamaz... dedi. Bir hafta sonraki içtimada Saat Sevenler C em iyeti’nin nizam na­ mesi hazırlandı. İki hafta sonra cem iyetin resm î form aliteleri bit­ miş, her şey düzenlenmişti. Bu arada Halit Bey bir gün bana: 283

TANPINAR - H alanızla m utabık kaldık... H ürriyet T epesi’ndeki arsayı ensti­ tüye hediye etti. Yeni binamız orada yapılacak! haberini verdi. Birkaç gün sonra da Suadiye’nin üstlerinde bir başka, daha bü­ yükçe arazinin yine halam tarafından Saatleri Ayarlama Enstitüsü K ooperatifi’ne bedeli taksitle ödenm ek şartıyla devredildiğini öğren­ dim. Halit Beyin bunu bana haber verdiği gün neşesi pek yerindeydi. - Nasıl? dedi. Bir daha karınıza kızar mısınız? Pakize Hanım gi­ bi akıllı bir kadın... D ün, halanızda gördüm , bilem ezsiniz nasıl se­ vişiyorlar. “Cemiyetin idare meclisi azalığına seçilmezse ben de çe­ kilirim” diyordu. Pakize bunları bana anlatmıştı. Zehra ise onun evinden artık çık­ m ıyordu. - Güzel... dedim , çok güzel. Hepsi iyi. Yalnız ben anlamıyorum! Anlayamayacağım da... -H a y ır, dedi, anlamıyorsunuz ve anlamaya da çalışmıyorsu­ nuz... M amafih ehemmiyeti yok! Siz kitabı bitirin. V H alit A yarcı’nın, halam ın enstitüye o kadar gazapla geldiği gü­ nün akşam ı, bana uşağı ile gönderdiği banjo, çalışma odamda asılı duruyor. Ara sıra ona bakar ve bir zamanlar hayat yolunda ne kadar acemi olduğumu acı acı düşünürüm. Rahmetli velinimeti bu kadar üzmeli m iydim ? Şurası var ki bazı insanlar, hakikatin ışığı kendile­ rinde mevcut olarak doğuyorlar. Ben ise, tam zıddı idim. Meselâ halam bile benim gibi değildi. O yaşta ve o kadar tecrübeden son­ ra, daha iki saatlik bir konuşmanın veya kavganın sonunda, gözü­ mün önünde H alit A yarcı’nın sözlerini kabul etm iş, ne olduğunu bilmediği bir cem iyetin reisi olmağa razı olm uş, bize evini açmıştı. Ben ise her şeyi Halit Beyden beklediğim hâlde onu kırmaktan çe­ kinmiyor, onunla devamlı kavga ediyordum. Kapıyı açıp da uşağın elinde bu acayip çalgıyı görür görmez hid­ detten az kalsın çıldıracaktım. Hele içeriye getirip kanepenin üzeri­ 284

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ ne koyduğum zam an P akize’nin ve Z e h ra ’nın sevinçleri, hattâ ka­ rımın, “Çalsana şunu!” diye ısrarı beni büsbütün çileden çıkarttı. Daha Pakize ile mülâkat üzerine konuşm am ış, bu kepazeliği niçin yaptığını ona sormamıştım. Böyle bir konuşmanın beni nerelere ka­ dar götürebileceğini bilmiyordum. Fakat karım hiç oralarda değil­ di. Bir hamlede yedi çocuk birden doğurm uş bir dişi kedi gibi yap­ tığı işten m em nun, bütün uzviyetinden sevinç aka aka etrafımda dolaşıyordu. Onun bu şuursuzluğunu gördükçe kafam büsbütün atı­ yordu. Bu hiddete Z ehra’nın küçük bir m üdahalesi son verdi: -B a b a , dedi, bugün kimi gördüm, biliyor musunuz? Topal İs­ m ail’i. Dairenin hemen kapısının önünde gibi bir şey... Birdenbire beni görünce nasıl şaşırdı! Benzi kül gibi oldu. Sonra uzun bir ıslık çaldı, koşa koşa gitti. M eğer ne kadar çirkinmiş! A z kalsın onunla evlenecektim. Allah göstermesin, ne yapardım o biçare ile?.. Hiddetim birdenbire söndü. Tam o esnada Pakize: -B a n a hâlâ teşekkür etmedin Hayri! dedi. Halit Bey bana, dün­ yada sen kocanı anlayamazsın! Onun kadar mühim adamı anlaya­ bilir misin hiç? demişti. Hattâ bahis bile tutuştuk. Am m a kazandım. Sabahleyin telefonda beni nasıl tebrik etti bilsen! Dem ek iş böyle olm uştu. Bunu da H alit Ayarcı düşünm üş, Paki­ z e ’yi kışkırtm ış, beni dosta düşm ana gülünç etm işti. K arım a teşek­ kür ettim: - Fevkalâde... dedim, yalnız döşemede çıplak yatmam nereden aklına geldi? Başka bir şey uyduram az m iydin? Bilirsin ki ben tak­ kesiz, hırkasız bile yatamam! Karım son derece mahcup ilâve etti: -H a m a k kelimesini unutmuştum, dedi. Halit Bey senin bütün gençliğinde hep hamakta uyuduğunu söylüyordu. Fakat kelime bir türlü aklıma gelmedi. Bu ehemmiyetsiz teferruatı böylece hallettikten sonra bana tek­ rar velinimetin hediyesini uzattı: -H a y d i çal biraz n ’olursun! diyordu. Sazı elime alıp şurasına burasına dokundum. Maksadım bilme­ 285

TANPINAR diğimi gösterm ekti. Fakat P akize’nin yüzüne bakınca büsbütün şa­ şırdım. Yedi kat göklerde imiş gibi m esuttu. Neredeyse gözünden yaşlar akacaktı. Fakat Zehra ortadan kaybolmuştu. Ahm et ise hiç görünmüyordu, odasında çalışıyordu. Yemekte bu bahislere tekrar dönmedik! Yatmadan evvel bir ara Z eh ra’yı gördüm : - Nasıl, dedim , banjomu beğendin mi? Zehra, büyük gözlerini üzerime dikti: - Başka çarem iz var mıydı baba? diye sordu. Yalnız Ahm et be­ ni çok düşündürüyor, diye ilâve etti. Fakat ben A hm et’i düşünm üyordum : -T o p a l İsm ail’i hakikaten gördün m ü? dedim . - Hayır, fakat hâliniz o kadar acayipti ki, bir şey söyleyip önle­ mem lâzımdı. Aklım a o geldi. Sonra ceketim in düğmesini tuttu. Gözleri gözlerimin içinde: - Fena mı yaptım? dedi. Beyhude yere kavga edecektin! Ben kav­ gadan bıktım artık. Bütün çocukluğum kavga, dırıltı içinde geçti. Bil­ mezsin neler çektim! Bağıran insan sesi beni öyle korkutuyor ki... Hele hiddetin değiştirdiği insan yüzü! Öyle kendinden çıkıyor, öyle katılaşıyor ki insan... D ünyada bundan kötü, iğrenç bir şey olamaz. - Ama sen de ara sıra kızıyorsun... dedim. - Şimdi değil artık! Şimdi rahatım . Ben etrafımı sevmezsem ra­ hat edemiyorum. Her şey içimde alt üst oluyor sanki... Z eh ra’nın konuşkan zam anıydı. H er genç kız gibi o da kendisi­ ni anlatmak istiyordu. Söylediklerinde ne kadar yalan vardı, bilm i­ yorum. Fakat bana açılması hoşuma gidiyordu. - Hem biz kavga edemeyiz! dedi. Sen de öylesin... Kendisinden başka herkesi haklı bulan insan kavga eder mi hiç?.. - Neler söylüyorsun kızım sen? - Öyle değil mi? dedi. Öyle değil misiniz? Hiçbir kabahatim ol­ masa, hayatlarına karışmış olmayı kendime affedemiyorum! - Bari şimdi memnun musun?., diye sordum. Birdenbire yüzü güldü. 286

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ -T ab iî! dedi. Bir kere üst üste değiliz artık! Herkesin bir hayatı var. Sonra bu işler de tuhafım a gidiyor. H ep sonu n ’olacak? diye bakıyorum! Başka bir şey daha var, herkes o kadar değişti ki, etra­ fım d a... Doğru söylüyordu. Herkes değişmişti. -Y alnız Ahmet değişmedi. O hep kapalı, hep ciddî. Sizden giz­ li bir şey yaptık. A hm et devlet im tihanlarına girdi. K azandı. Demek bu idi. Bir aydır evin içindeki sır havasının sebebi bu idi. - Niye bana haber vermediniz? Fena bir şey değil ki... - Her şey olup bitince söylemek istiyordu. M uvaffak olamazsa gizleyecektik. Acaba anneleri sağ olsaydı birbirini bu kadar severler miydi? di­ ye düşündüm. - Darılmadın ya... Çocuklarımın bana karşı hâlâ saygı ve sevgi göstermelerine şa­ şıyordum. Ahmet bile beni açıktan açığa üzmek istemiyordu. Bu şüphesiz E m ine’den gelen bir taraflarıydı. B irdenbire içim de kor­ kunç bir yara sızladı. O yaşasaydı bunların hiçbiri olm azdı. Birbi­ rine alışm ış, birbirini tanıyan iki araba atı gibi hayat yükünü hep yan yana, birbirimizi gözeterek taşım ak ne iyi olacaktı. Gözümün önünde eski evimizin taşlığında benim Adlî Tıptan döndüğüm gün­ kü sevinci canlandı. Gece geç vakte kadar oturma odasında tek başıma, ne yapacağı­ mı bilmeden vakit geçirdim. Bir türlü içeri gitmek istem iyordum . Em ine’nin hâtırası içimde o kadar kuvvetliydi ki, hattâ uyurken bi­ le P akize’yi görm eğe taham m ül edem eyecektim . B unun da ayrıca bir haksızlık olduğunu biliyordum. O akşam hava çok ağırdı, Saat bir buçuğa doğru gök gürültüsü, şimşek başladı. Odanın perdeleri birbiri ardınca bir tiyatro dekoru gibi yeşil ışıklarda kaybolup, sonra tekrar eski yerlerine geliyordu. Sonra şiddetli bir yağmur boşandı. Pakize gök gürültüsünden kor­ kardı. İstemeye istemeye yatak odasına girdim ve yanına uzandım. Beni yanında hissedince birdenbire uyandı. Dünyanın en şefkatli 287

TANPINAR sesi sandığı bir sesle, nazlana nazlana, - Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil mi? Hayri, sen hiç ken­ dine acımıyorsun! diye mırıldandı. Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklâm özentileri bile bu kadar soğuk olamazdı. İlk önce alay ediyor sandım. Keşke öyle olsaydı. Hayır, ciddî idi. Halbuki çalışmadığımı, çalışacak bir şeyim olmadı­ ğını biliyordu. Sadece aklı başında, iyi niyetli, kocasının sıhhatine dikkat eden kadın rolünde idi. Boynuma uzattığı kolunun altında bü­ tün vücudum buz kesilmişti. Kurulmuş bir saatten, bir otomattan ne farkı vardı sanki bunun? O zaman tekrar işe başladığımdan beri et­ rafımda her gün biraz daha artan dikkati, itinayı hatırladım. Hakikat­ te altı aydan beri bir buz dolabında yaşıyor gibiydim . P akize’nin sa­ dece uzvî iştihalarıyla beni hatırladığı, bana geldiği, onun dışında beni sünepe pısırık, tembel, budala, beceriksiz bulduğu günlere ne­ redeyse hasret çekecektim. Hiç olmazsa o zamanlar kendisiydi. İlk önce tekrar yataktan fırlam ak istedim. Fakat bu sefer tam uyanacak ve konuşm ağa başlayacaktı. En iyisi hiç kıpırdamadan ol­ duğum yerde kalmaktı. Her temastan bir parça kaçarak büzüle bü- züle âdeta duvara yapıştım ve oradan, gözlerim açık, sağanağın uğultusunu dinleye dinleye sabahı beklemeğe başladım. Hiç durma­ dan kendi kendim e,“Ahmak mı, yalancı mı?” diye soruyordum. Hem ahmak, hem yalancıydı. Belki de ahmak olduğu için yalancıy­ dı. Belki de daha korkunç bir şeydi. Sadece şahsiyeti yoktu. Ara sı­ ra sağanak hafifliyor, o zaman nefeslerini işitiyordum: “Hiç olmaz­ sa rüyasında biraz kendisi olsa!” Bir ara yavaşça doğruldum ve yü­ züne baktım. H afif açık dudakları gülümsüyor gibiydi. Yüzü bazı uç-anlarda olduğu gibi iyice içine doğru çekilmişti. İnsanın düpedüz yokluğu idi bu! Bununla beraber, kapalı gözleriyle, yarı açık duda­ ğıyla, belirsiz nefes alışıyla ve bilhassa kendisi olmayışıyla ne kadar güzeldi. Fakat niçin uyurken bu kadar mesuttu? Kime ve neye böy­ le gülüyordu?Bu hiç de herhangi bir gülümseme değildi. Ancak kuvvetle duyulan bir hisle elde edilebilecek bir şeydi bu. Demek ki, o da kızım gibi m em nundu. Belki de kendisine düşeni yaptığını san­ 288

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ dığı için bu huzuru duyuyordu. Yahut da her şeyden ve hepimizden sıyrıldığı, kendi içinde bir köşeye çekildiği içindi bu. Hulâsa onun da bir sırrı vardı. Hattâ kendi yokluğunda olsa bile buna eriştiği için mesut ve güzeldi. Bir lahza bu bütünlüğü kıskanır gibi oldum . N e­ redeyse onu bozacak, dağıtacaktım. Fakat neye yarardı? Birkaç da­ kika sonra yine aynı insan, aynı taş bebek olacak değil miydi? Bu düşünce ile tekrar köşeme büzüldüm. Sabaha karşı bir ara dalmışım. Bu kısa uykuda gördüğüm rüya belki o günlerdeki ruh hâletimi daha iyi anlatır. Rüyamda eski evimizin sofasında idim. Geniş, büyük bir aynanın önünde durmuş, dikkatle çehremi seyrediyordum. Ve her defasında kendi kendime bu ben değilim ki... Bu ben miyim? İmkânı yok... di­ ye söyleniyordum. Filhakika gördüğüm şey benim yüzüm değildi. Kaldı k i, her an değişiyordu. Âdeta görmek fırsatını bulamayacak ka­ dar değişiyordu. Sonra birdenbire halamın sesini işittim. Haydi geç kaldık! dedi ve beni çekmeğe başladı. Dar ve sapa yollardan hızla yü­ rümeğe çalışıyorduk. Fakat her adımda ya halamın ya benim, biri­ mizden birinin ayakkabısı çıkıyor, bu yüzden duruyor, sonra tekrar koşmaya başlıyorduk. “ Nihayet işte geldik!” diye haykırdı. Ve ken­ dimi büyükçe bir meydanda, bir nevi bayram yerinde yapayalnız bul­ dum. Davul zurna sesleri arasında büyük, çok büyük ve kat kat, çem­ berleri birbirinin içinden geçen bir atlı karıncanın üstünde idim. Her dönüşünde bir tanıdığa rastlıyor ve gülmekten katıla katıla selâmla­ şıyorduk. Sonra yavaş yavaş süratimiz artmağa başladı ve bizim, Ha­ lit Ayarcı’nm , benim , halam ın, Selm a H anım ın, Cemal Beyin bulun­ duğu çember mihverden fırladı ve imkânsız yüksekliklere doğru dö­ ne döne çıkmağa başladı. Ben korkudan ölecek gibi Seyit Lûtful- lah’ın kaplumbağasının boynuna asılm ıştım . Ü zerinde oturduğum hayvan o idi. Bir taraftan ona sımsıkı sarılıyor, düşmemeğe çalışıyor, öbür taraftan da durmadan halama bakıyordum. Filhakika halam ar­ tık atlı karıncadaki hayvanlardan herhangi birinde değildi. Boşlukta tek başına uçuyordu. Pakize’nin sesi beni uyandırdı. Karım: -H ay d i uyan! Saat dokuz! Daireye geç kalacaksın! diyordu. 289

TANPINAR VI Halam koltuğunda oturmuş, karşısındakilere beni anlatıyordu. - Siz bu adamın kim olduğunu dünyada bilmezsiniz, kızım! Ona hiç güvenilmez. Rahmetli kardeşim adını Hayri koyacağı yerde ha­ yırsız koymalıydı. Tam yirmi sene beni arayıp sormadı. Ne yapar, ne eder? diye düşündüm durdum. Kolay mı? Ailenin tek erkeği! El­ bette severim. Onsuz Takribî Ahm et Efendi hanedanı söner gider­ di. En sonunda adını gazetelerde gördüm. Bari, dedim, gidip araya­ yım! Bu yaştaki kadına yapılır mı bu iş? Sırtında siyah atkısı, elinde küçük Japon yelpazesi, bütün mü­ cevherleri içinde parıl parıl Selma H anım a, öbür kadınlara bakarak dert yanıyordu. Ben kanepenin bir köşesinde âdeta susta duruyor­ dum. Daha doğrusu bir reçel kavanozuna düşmüşüm gibi bütün ömrümce tatmadığım bir yığın tatlı serzenişler içinde yavaş yavaş b oğuluyordum . - B ir ara harbde şehit olduğu haberi geldi. Rahmetli kocamla aylarca matemini tuttuk. Üç defa m evlit okuttum, hatimler indirt­ tim. Amma yine içimden hiçbir şey olmamıştır, sağ salim gelir di­ yordum... Öyle oldu. Hakikaten doğruydu. Askerden yeni dönüşümde halamı tanıyan bir dostum bir gün ziyaretine gittiği zaman evi hıncahınç bulmuş, ve tam duada benim adım ın okunduğunu işitince şaşırmıştı. “Her şey bitince, halana eğer yeğeni benim tanıdığım Hayri ise hayatta olduğunu, hiç üzülmemesini söyledim. Bana ne dedi, bilir misin? Demek bu da yalandı, ha! Tabiî o babanın öyle oğlu olur! Sakın ha! Evim e ayak basm ağa kalkm asın! Sonra iş fena olur.” Şimdi aynı halam bana bakıp gülümsüyor, babamdan rahmetle bahsediyor, benimle övünüyordu. Kendisine babamın ben askerde iken açlıktan öldüğünü, benim Şerbetçibaşı Elması hikâyesinde ko­ casının ısrarı yüzünden az kalsın tımarhaneyi boylamak üzere oldu­ ğumu birisi söylemeğe kalksa m uhakkak hayret edecek, imkânı yok! diyecekti. 290

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ Zaten böyle şeylerden bahsetmeyeceğimi, maziyi hiç hatırlatma­ yacağımı biliyordu. Ben artık sıraya girmiş, terbiyeli, mazbut adam olmuştum. Halit Ayarcı gibi hayatımı çekip çeviren bir dostum , mühimce bir işim vardı. Halamın evine bu ilk gelişimdi. Saat Sevenler Cemiyeti bu kok­ teylle o gün ilk umumî toplantısını yapmıştı. Halam devam etti. - Böyle günlerde ne beklenir? Hısım akraba, ev sahipliği yapar­ lar, değil mi? Sağ olsun. Hayriciğim aklına bile gelmez. Allah kı­ zıyla karısından razı olsun! Onlar geldiler de... Filhakika Zehra hole yakın bir sofada üç delikanlı ile tatlı tatlı didişiyordu. Pakize iç salonda Halit Ayarcı ile Sabriye Hanımın bu­ lundukları grupta idi. M uhakkak ki büyük baldızım da, günün şöh­ retli artisti s'fatıyla, marifetini göstermeğe çağırılacağı zamanı bek­ leyerek bir yerde yarış atlan gibi sabırsızlıkla eşiniyordu. Halam devam ediyordu. - Hiç beklem ezdim doğrusu, çocukluğunda tanıdığım H ay ri’nin bu kadar modern bir insan olacağını! İşi de kendisi gibi... Hem de kurucusu o imiş! O kadar sessiz sadasızdı ki... Am m a saati severdi doğrusu! Hattâ benim hastalığım esnasında bir gün yem ek odam ı­ zın saatini tamire kalkmıştın, hatırlıyor musun? Sonra rakkasını kaybetmiştin! Halamın, “Ya rakkası şimdi bulursun, yahut bir daha gözüme görünme!” demesinden bir lahza korktum. Hayır, o maziyi düzelt­ mekle, hattâ güzelleştirmekle meşguldü. Neden olmasın sanki, ken­ dimize daima yaşanacak iklim yaratmaktan başka ne yaparız? Hâl denen keskin bıçak sırtında oturam ayacağım ıza göre... -İs te rd im ki üvey kızım da Z e h ra ’ya benzesin! N e gezer, şirre­ tin biri çıktı! Selma Hanımın gözlerinden bir parıltı geçti. Halamı bize getiren şeyi o da, ben de öğrenmiştik. O tam benim aksime yalnızlıktan mustaripti. Üvey kızım ve damadını sevmiyordu. Fakat Halit Ayarcı bunu nereden nasıl öğrenmişti? Ve neden bu kadar çapraşık yollar­ dan yürümüştü? Nasıl her şeyi böyle tehlikeye atmağa razı olmuştu? 291

TANPINAR Halam söziinii bu istikamette tam am ladı. - H a y r i ile evlendirm ediğim için ne iyi yaptım . Rahm etli Naşit- çiğimin bayağı hatırını kırdım. Ne denirdi? Her şey değişmişti. Her şeyi olduğu gibi yani bugün bana verildiği gibi kabule mecburdum. - Ya oğlum! Talihin varmış... Şair Ekrem Beyin görünmesi üzerine halam bizi unuttu. - İşte bir başka vefasız daha... İdare meclisinde aza olduğu hâl­ de içtimalara bile gelmiyor. Haydi Ekremciğitn! Şöyle yürüyelim bakalım, m isafirlerimiz ne hâlde!.. Zavallı Ekrem, bir gözü bizden biraz uzakta. Cemal Beyin âde­ ta pençesinde çırpınan Nevzat Hanım da, halamla beraber uzaklaş­ tı. Birkaç kişi daha eğlenceli arkadaşlar bulm ak ümidiyle onları ta­ kip etti. Selma Hanıma halamı nasıl bulduğunu sordum. O bana cevap vereceği yerde “Sizi çok seviyor, dedi. Bir saattir hep sizden bah­ setti!” Kendisine halamla olan hikâyemizi anlattım. Evvelâ katıla- sıya güldü, sonra ciddiyetle, - Büyük insanların etrafı da acayip olur... diye söylendi. Ben şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Ne diyebilirdim ki? Biraz sonra Sabriye Hanım yanımıza geldi. Bütün gün Tak- sim ’de açılacak “A yar İstasyonu”nda çalışm ıştı. “K ızların üçü de çok iyi yetiştiler” diyordu. “Sabahtan beri prova yaptık! Tam iste­ diğimiz gibi, yalnız elbiseleri yok...” Selma Hanım istediğimiz za­ man işe başlayabileceğini söyledi. Biraz sonra Cemal Bey gelip ka­ rısını aldı. O zam an Sabriye Hanım a sordum: -C e m a l Beyden izin almış mı Selma Hanım? - İzne lüzum yok, boşandılar... dedi,. Fakat şim dilik gizli? Cemal Beyin ihtilâsı var. Şirket iflâs etmek iizere... Kıyamet kopuyor. Siz nerelerdesiniz? - Cemal Beyin hâlinde öyle bir şey yoktu. Nevzat Hanımla ga­ yet rahat konuşuyordu! - Cemal ölürken de istifini değiştirmez... dedi. Asıl mesele o de­ 292

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ ğil! Halanız nasıl? Harika değil mi? - Evet, dedim. Fakat hiçbir şey anlamıyorum. Nasıl barıştı? Ni­ çin barıştı? Karımın yazdığı budalalıklar onu cemiyete getirmek için miydi? Hiçbir şey bilmiyorum. - Halit Beyi tanımıyorsunuz da onun için... Siz zannediyorsunuz ki program la hareket eder, H alanız zengin diye ona ağ kurdu. H a­ yır... O sadece enstitünün sizin vasıtanızla reklâmını yapm ak isti­ yordu. O esnada halanız geldi, o da istifade etti. Halit Bey rahat ve uyanık adamdır. Sporu sever, menfaati değil! Saat Sevenler C em iyeti’nde bir yığın genç, güzel kadın, yakışık­ lı, kibar erkek vardı. Bütün bir muhitti bu. Bununla beraber hemen hemen birçoğunu ya İspritizm a C em iyeti’nden, yahut kahveden, yahut Halit Beyin etrafında tanım ıştım . Bir ara, B üyiikdere’de gör­ düğüm devletli de geldi. O geldiği zaman ben halamın yanında idim. Yeğeni olduğumu söyleyince bir kat daha memnun oldu. Ens­ titü ile çok alâkadardı. - İşler nasıl?.. Ben cevap vermek üzere iken garson havyarlı sandviçler getirdi. Devletli, bir bana, bir de tepsiye baktı. Sonra dünyanın en kayıtsız çehresiyle tepsiyi masanın üstüne koymasını söyledi. Biraz sonra viski getirildi. Viski ile beraber H alit Bey de bize iltihak etti. “Ge­ nişçe bir kooperatif yapıyoruz, beyefendi! dedi. Personelim iz için!” Planları hiç haberim olmadan bermutat ben tetkik ediyordum . Ay­ rıca da “Saatleme Bankası” adlı bir banka için de bir projem bulun­ duğunu o gece yine Halit Beyden öğrendim. Bilerek, bilmeyerek, herhâlde hayatımda muvaffak olmuştum. Fakat eriştiğim şey ney­ di? Bu acayip, birbirini tutmaz kalabalıkta canım sıkılmaktan baş­ ka elime ne geçmişti? VII Şeyh A hm et Z a m a n î’nin H ayatı ve Eseri adlı kitabım ın neşri ha­ kikaten büyük bir teveccühle karşılandı. H alit A yarcı’mn bir çırpı­ 293

TANPINAR da bulduğu bu mühim şahsiyet etraftan derhal kabul edildi. Pek az insan Graham hesaplarının bundan iki yüz sene evvel ve bilhassa aramızda yaşamış bir adam tarafından bulunup bulunamayacağını düşünüyordu. Esasen H alit A yarcı’nın ısrarıyla ecdadın riyazî bilgi­ lere olan m erakı üzerinde o kadar geniş tafsilât verm iştim ki A hm et Zam anî’nin keşfi, kendiliğinden herhangi bir hesap ameliyesinin en tabiî neticesi oluyordu. Bununla beraber kitabın basılışı sona erdi­ ği günlerde hakikî bir korku içinde idim . “Ya, diyordum , kitap be- ğenilmezse... İşin yalan olduğu m eydana çıkarsa...” Ve bu korku ile âdeta her saniye benirleyerek yaşıyordum. Geceleri gözüme uyku girmez olmuştu. Halit Ayarcı benim bu telâşıma gülüyor ve her fır­ satta korktuklarımın tam aksi olacağını söylüyordu: -A z iz im H ayri İrdal, diyordu, sevgili dostum , göreceksin ki bu kitap çok sevilecek. Siz yalan diye bir şey mevcuttur, sanıyorsunuz. Hayır, yalan yoktur. Böyle meselede yalan olamaz. Ahmet Zamanî bugün için yalan olam az, bilâkis hakikatin ta kendisi olur. Ne vakit yalan olurdu, bilir m isiniz, hem de korkunç bir yalan? Eğer hakika­ ten bizim kendisine yüklediğimiz fikirlerle yazdığını söylediğimiz eserlerle on yedinci asır sonunda yaşasaydı, işte o zaman yalan olurdu. Çünkü asrından ayrılırdı. Asrını delip geçerdi. Bu da im­ kânsız tabiî! Bu m eselelerde yalan veya hakikat diye bir şey yok­ tur. Asrına uym ak, onun adamı olmak vardır. Ahm et Zam anî Efen­ di bizim asrım ızın bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyacı on yedinci asrın so­ nunda tatmin ediyor, işte bu kadar... Binaenaleyh gerçeklerin ger­ çeğidir. Geçen akşam halanızı hep beraber dinledik. Takribî Ahmet Efendi sülâlesini Fatih devrine çıkarıyordu. Kimse itiraz etti mi? Yok. H erkes pekâlâ kabul etti. N için? Çünkü bu fikir yaşayan iki büyük realiteye dayanıyordu, halanıza ve size! Siz kabul edildikten sonra m esele baştan halledilm işti. Bu kadar sevilen iki şahsiyeti ta­ rihin en uzak zam anına götürmekten daha tabiî ne olabilir? Amma yirmi sene evvel halanız bunu yapsaydı, herkes ayıplardı. Çünkü ne siz on sene evvel bugünkü sizdiniz, ne de Zarife Hanımefendi bu­ günkü Zarife Hanım dı. Herkes o zam an, “Allah Allah! derdi, doğ­ 294

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ muş olmaları bile mânâsız olan bu adamların Fatih devrinde kendi­ lerine ced aramaları kadar gülünç şey olur mu? Tam, murdar öldü­ ğüne yanmaz kendisine öd ağacından tabut ister, sözü... M uhakkak yalan söylüyorlar. Aksi takdirde hâllerinde bir necabet ve asalet bu­ lunması gerekirdi...” Amma şimdi demiyorlar! Başka bir misal da­ ha... Halanız sizin muvaffakiyetlerinize şahit oldukça sade hakkı- nızdaki fikri değil, pederiniz hakkındaki fikri dahi değişti. Yine ge­ çen akşam babanızdan nasıl bahsediyordu? Yalan mı söylüyordu? Hayır. Sadece bugüne ait bir hissi maziye taşıyordu. Ahm et Zama- n î’nin Viyana m uhasarasına iştirak etmesi çok iyi oldu. Bu kadar mühim bir adam böyle mühim bir hâdiseden uzak kalamazdı. Bilir misiniz, sizin bu buluşunuzu fevkalâde beğendim. Aşağı yukarı G oethe’nin Fransız İhtilâli harplerine, Valmy m uharebesine gidişi gibi bir şey... Bu büyük adam daim a devriyle temas hâlinde idi. Bu­ na mukabil Ahmet Zamanı Efendinin harpde öyle fevkalâde bir şeyler yapmaması da ölçü fikrinizin bulunduğuna delâlet eder. Her­ kes her işi yapm az. Varsın o cinsten kahram anlığı başkaları yapsın! Esasen böyle bir şey olsaydı meselâ Ahmet Zam anî Efendi falan veya filân kaleyi fethetseydi, bu müverrihlerin gözünden kaçmaz­ dı. Onun Akd-iil-Mizac fi-U m ur-il-İzdivac adlı risalesini gençliği­ nizde okumuş olmanız hakikaten talih eseridir. Okumamış olsaydı­ nız bu mühim eserden kimse bahsetmeyecek, kaybolup gidecekti. Gerek bu eserin, gerek saatçiliğe dair kitabının kaybolm asına her­ kes nasıl üzülecek. N uruosm aniye K ütüphanesi’ndeki eski yazm a­ lardan birinin arkasına bu iki kitabın adını işaret etm eniz de çok iyi oldu. Am m a burada eski mürekkepten anlam anızın da tesiri var. Hayır azizim şahane bir eser yazdınız!.. Bir başka defasında şöyle demişti: - Bir harekette başlangıçtaki hızı tutmak, onu yaratm ak kadar mü­ himdir. Siz bizim hareketimizi maziye nakille hızlandırdınız. Ayrıca da cedlerimizin daima inkılâpçı ve modern olduklarını gösterdiniz. Herhangi bir insan bile mazisiyle dargın yaşayamaz. Tarih, sadece tenkit için midir? Beğendiğimiz ve sevdiğimiz bir insana hiç tesadüf 295

TANPINAR etmeyecek miyiz? Bu işten herkes memnun olacak, göreceksin! Yazık ki etrafın gösterdiği çok doştça ilgiyi birkaç âlim taslağı bozmağa kalktı. Böyle bir insanın mevcut olmadığını, kitabımın baştan aşağı uydurma olduğunu söylemek küstahlığında bulundular. Bu esere başladığım zamanki ruh hâlinde olsaydım biitün tenkit­ lere memnun olur, “ Oh Yârabbim! derdim , sana bin şükür... Hiç ol­ mazsa aklı başında birkaç kişiye rastlamak mümkün! İşte yalanı ka­ bul etmiyorlar. Bundan daha mesut ne olabilir?” Fakat yazık ki de­ ğişmiştim. Bu kitapla uğraştığım altı ay içinde Halit Ayarcı’nın di­ siplinini öyle benimsemiştim ki, kolay kolay her itirazı kabul ede­ mezdim. Kaldı ki m uharrir sıfatıyla ortada izzetinefsim de m evzu­ bahisti. Ayrıca da Ahm et Zam anî Efendiyi sevmiştim. Varlığından şüphe etm ek bana ağır geliyordu. Tek kelim e ile, Halit A yarcı’nın izafilik dediği şeyin, tabir caizse, bir hakikat olduğunu kendi haya­ tımda yaşıyordum. Bu arada olan iki hâdise nakledilm eğe değer. Bunlardan birisi beş altı göbekten beri Çengelköylü bir zatın kendisini Ahm et Za- m an î’nin cedbeced torunu ilân etm esi ve soyadını değiştirm eğe kalkması ve elindeki aile şeceresinin doğruluğuna şahadet etmemi benden istemesiydi. M aalesef gerek bu şecerenin, gerek vesika ola­ rak göstermeğe kalktığı vakıfnamenin asılları ortada yoktu. Elinde kendi el yazısıyla kopyalan vardı. Hakikat namına tabiatıyla red­ detmek mecburiyetinde kaldım. Bu hâdisenin matbuata aksi de ay­ rıca övülm em e sebep oldu. Herkes benim bu gibi meselelerdeki dikkatime hayran olmuştu. Kitabın rağbeti bu yüzden biraz daha arttı. Halit Bey bu işteki metanetimi pek beğendi. Yalnız Zehra m ü­ teessirdi. “Belki adam cağız hakikaten Zam anî Efendinin oğlu­ dur...” diye üzülüyordu. - O lsa bile bizim Z am an î’nın oğlu olam az. Çünkü herif yaşam a­ dı! diye susturdum . İkincisi, eski İspritizm a Cem iyeti’ndeki bazı dostların bir ay ge­ celi gündüzlü bir uğraşm adan sonra A hm et Z am anî’nin ruhunu ça­ ğırmağa ve onunla konuşmağa muvaffak olmalarıydı. Bu konuşma­ 296

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ da Ahmet Zamanî Efendi de kitabımın bazı yerlerine itiraz etmişti. Ezcümle peltek ve kekeme olmayı reddediyor, nisbet ve tarikati hakkında daha geniş malûmat veriyordu. Gazeteler bunu da yazarak işi biraz daha alevlendirdiler. Asıl garibi bu mülakatın merhum tara­ fından bana bir teşekkürle bitmesiydi. Yazı hayatında ilk defa görü­ len bu âhiretten teşekkür de lâyık olduğu ehem m iyetle karşılandı. Ahmet Zam anî için en son ve ortalığı en fazla karıştıran tenkit Cemal Beyden geldi. Selma Hanımın eski kocası zaten öteden beri bana düşmandı. Boşadığı karısıyla gittikçe artan münasebetimi öğ­ renince büsbütün küplere binm işti. Bu iş vesilesiyle hem bana, hem de enstitüye adamakllı yüklenmek fırsatını kaçırmadı. Yalnız yara­ tılıştan yalancı olduğu için, A hm et Z am an î’yi doğrudan doğruya reddedeceği yerde, onun yerine başka birisini çıkartıyordu. Cemal Beye göre Ahmet Zamanî hiçbir zaman yaşamamıştı. Fakat o devir­ de yaşayan çiçek meraklısı, mihanikle meşgul, büyüklere dost bir Fennî Efendi vardı. Asıl saatle ve zamanla meşgul olan bu idi. Biz Fennî Efendinin eserini kendi uydurduğumuz Zam anî Efendiye nakletmiştik. Bunun da sebebi gayet basitti. Zamanî adı enstitümüz için en tabiî, akla en yakın bir reklamdı. Böylece tarihî bir hakika­ ti reklam için tahrif etm iştik. İşin garibi Cemal Beyin bizim Z am a­ nî Efendiye atfettiğimiz saatçiliğe dair kitabı kendisinin de görüp okuduğunu söylemesi, ve birden fazla kadın alm a aleyhindeki kita­ bı düpedüz uydurduğumuzu iddia etmesiydi. Hiçbir tâbiye bu kadar ustalıklı olam azdı. Cemal Bey bizi vur­ mak için yalanımızı kabul ediyordu. Filhakika, “vardı, hayır yoktu” şeklinde sonuna kadar devam edebilecek bir münakaşaya gitmek­ tense, yalanın bir kısmını kendisine bir ring yaptıktan sonra oradan bize hücum etm ek, bizi vurm ak daha tesirliydi. Bu acayip tenkidin çıktığı andan itibaren A hm et Z am an î’nin varlığından şüphe edilm e­ ğe başlandı. N e Halit A yarcı’nın üst üste yaptığı basın toplantıları, ne benim yazdığım cevaplar bu şüpheyi bir daha gideremedi. Kita­ bın şöhreti kökünden sarsılmıştı. Makalenin çıktığı gün Selma ile beraberdik. Daha doğrusu her 297

TANPINAR zaman buluştuğumuz garsoniyere o sabah gazeteyi alarak gelmişti. - Bak, yılan seni nasıl sokmuş!., diye bana uzattığı gazetede es­ ki resmimi onun resm iyle beraber görünce az kalsın çıldıracaktım . Cemal Bey beni küçültmek için hiçbir şeyi esirgemiyordu. “Vaktiyle şirketim de küçük bir m em ur sıfatıyla çalışırken kötii ahlâkı ve yalancılığı dolayısıyla çıkarm ağa m ecbur olduğum bir şarlatan, pespaye bir dolandırıcı...” diye söze başlıyor, “Değil rabia hesaplan üzerinde konuşm ak, alelâde bir toplam ameliyesi yap­ maktan bile âciz olan bu adamın tarihî bir şahsın ismi, hayatı ve eseri üzerinde yaptığı bu tahriften hakikatte mesul olan tek insan Halit Ayarcı Beydir!” diye sözü bitiriyordu. O gün bir an için her şeyin yıkıldığını sandım ve asıl işte o za­ man bu bir yıl içinde ne kadar dönülm ez yolları geçmiş olduğumu anladım. Hiçbir şey böyle bir âkıbet kadar korkunç olamazdı. Ha­ yatıma mucizeli sihirbazlar gibi giren, bana bir yığın yolu birden açan para, mevki, şöhret hepsi birden gidiyordu. En korkuncu Sel- m a’nın gözlerinde, m ünasebetim izin başladığından beri rastladığım o acayip ve ürkek parıltıydı. Zannederim ki enstitü işlerini o günden, daha iyisi bu korkudan sonra asıl ciddiye aldım ve dört elle sarıldım . H ayır bu iş bir yalan gerçek meselesi değil, bir olmak ve olmamak meselesiydi. Kendi kendime. “Bazı düşünceler benim için sadece bir lüks ve fazla süs­ tür, bunu artık anlam alıyım !” dedim. Tekrar yarınsız ve hiçbir şey­ siz insan olacaktım. Tekrar sokağa düşecektim. Tekrar eski günler, arada alıştığım bu kadar nimetten sonra, ve şüphesiz onların yüzün­ den daha acı, daha çekilmez şekilde başlayacaktı. Yalnızlık, güven­ sizlik, küçülme... Karşım da yan çıplak gülümseyen güzel kadın da­ ha şimdiden benim için uzak bir hayal olmuşa benziyordu. Bu ba­ har sabahı sisli denize bakarak onu beklediğim bu sıcak, güzel ve tenha apartman, onun ömrümde görmediğim eşyası, bu mahremi­ yet, daha arkada asıl hayatımı yapan bir yığın şeyler beraber gide­ bilirdi. Selm a’nın gelirken getirdiği, kendi eliyle vazolarına yerleş­ tirdiği bahar çiçekleri bir lahzada solmuş gibiydiler. 298

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ Birdenbire telefon çaldı. Asabım o kadar bozuktu ki zilin sesi ba­ na bir kıyamet alâmeti gibi korkunç ve dayanılm az geldi. Hakikat­ te de böyleydi. O bana dışardaki âlemi hatırlatıyordu. Onun bu oda­ ya hücum uydu. Ve biliyordum ki dışarısı bana düşm andır. Korka korka açtım . H alit Ayarcı’nın yarı alaylı sesi içimi biraz serinletti. -G ö rd ü n mü? diyordu. - Evet, şimdi okudum... M ahvolduk! Ne yapacağız? İlk önce: - Başımıza dünya yıkılıyor, sen eğlen! diye alay etti. Sonra: - Ehem m iyet verme! dedi. Fakat işi sıkı tutm ak lâzım! Sen der­ hal dikkatli bir cevap yazarsın! Ben kendi tarafım dan onun zayıf damarını bulur basarım. Bunlar efkârıum um iyeyi bir zaman işgal eder. Fakat asıl mühim mesele herkesi şaşırtacak bir şey yapma- mızdır. Anladın mı? Yeni, çok yeni bir şey... Öyle bir şey ki, dost, düşman herkes şaşırsın! Bizim gibi m üesseseler bir lahza bile aktü- alite olmaktan vazgeçemezler. Bunu kafana koy ve öyle çalış!.. Bir şeyi unutma! Talihe güvenmek lâzım! - Lâf! dedim, hepsi lâf! Her şey bitti. Sizi benimle vurdular. Hiç bir çaremiz yok! Tası tarağı toplayıp gitmekten başka hiçbir şey ya­ pamayız! Halit Ayarcı benim bu sözlerim üzerine en gürültülü kahkahala­ rından birini attı. - Yağma yok, Hayriciğim, yağma yok! Ben yerimdeyim, sen de yerinde kalacaksın! Bizim gibi mühim dâvalar peşinde olan insan­ lar kolay kolay düşman karşısında çekilemezler... Soğukkanlılığı, kendisine inanışı, neredeyse beni çıldırtacaktı. Bir an aziz velinimetimin aklından şüphe ettim. Acaba vaziyetin vahimliğini fark etmiyor muydu? O düşüncemi anlamış gibi, sesi birdenbire ciddileşti: -T abiî! dedi, müthiş darbe. Hiç bunu tahmin etmezdim. Cemal Bey yalanla mücadele etmesini biliyor. Yalana ancak yalanla karşı konabilir. Bu işte hakikat üzerinde ısrar sadece sönük bir inat olur­ 299


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook