Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Amin Maalouf - Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl

Amin Maalouf - Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-27 10:47:48

Description: Amin Maalouf - Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl

Search

Read the Text Version

kutupyıldızıki yerlerimize oturur oturmaz, Clarence ile olan konuş­ mamızı anlattım ve ekledim: —Aslında, tuhaf bir kelime oyunu karşısında bulun­ duğum hissine kapılıyorum. Hecelerin yerli yerinde o- lup olmadıklarını bilmiyorum ve bir yanıtı olup olmadı­ ğını da bilmiyorum. —Geçen pazar görüşmüş olsaydık, ben de aynı sı­ kıntıda olduğumu söylerdim. Sadece sezgilerimle bir şeyler yakalamaya çalışmıştım. Ancak geçen perşembe günü, kafamda inatçı bir düşünceyle uyandım. Bütün günümü kütüphanede, bir virgülün ötesine geçmiyen sütunlarca sayı ve bir o kadar yüzde arasında geçirdim. Tam vazgeçecekken, Akdeniz çevresindeki on büyük kentin nüfusu ile ilgili bir inceleme gördüm. Bu kentler arasında Kahire, Napoli, Atina ve İstanbul da yer alı­ yordu. Burada da, adama alfabesini unutturacak sayılar ama aynı zamanda uzun yorumlar vardı. Yazarlar açık­ ça, her yerde \"erkek\" nüfusun arttığını ve \"kızların\" doğumunda anlamlı bir eksilme görüldüğünü belirtiyor­ lardı. Genelde, yüz kız çocuğuna karşılık yüz elli erkek çocuk doğmaktadır; araştırmalar, yüz on iki veya yüz on dokuz oğlana karşılık (kentten kente değişen biçim­ de) yüz kız doğduğunu göstermektedir. Bu bir bilgisizin gözünde pek bir şey ifade etmese de, yazarlara göre, bu denli bir fark daha önce görülmüş değildir. Hintli doktorların söylediklerine benzer bir durum mu yoksa? Yanıtı vermekten uzağım. En azından, per­ şembeden beri bir muamma olduğunun farkındayım ve benimkisinden başka beyinleri de meşgul ettiğini biliyo­ rum. Böylesine bir doyumsuzluk duygusuyla Andre'den ayrıldığımı hiç anımsamıyorum. Genelde, arkamdaki kapının usulca kapandığını duyar duymaz, düşünceli, dalgın, yürümeye başlardım ama yere sıkıca basan değil 51

kutupyıldızıyüzen adımlarla! Bu, dostumun bana söyledikleri yü­ zünden değildi; başka yerlerden de bilgi edinebilirdim. Bilgisinden çok, dünyaya kuş bakışı bakma yeteneğine imrenirdim. Sakın bana, söz söyleme yeteneğinin ya da avukatlık cüppesinin etkisi altında kaldığım gibi bir hakaret edil­ mesin! Bizim ilişkilerimiz bu nitelikte değildi. Andre'nin ağırlığınca zekâsı vardı diyebilirim. Şunu demek istiyo­ rum, sahte bir utangaçlığa kaçmadan, bu dünyada her şeyin, yasaların, bilimlerin, dinlerin, devletlerin, kendisi gibi, benim gibi insanlar tarafından yapıldığını, dolayısı ile yargılanabilecekleri, alaya alınabilecekleri, yapılıp bozulabileceklerini dile getiren ağırlıklı bir ikna yetene­ ği vardı. \"Biz bu dünyada davetli takımından değiliz, bu dünyaya ait olduğumuz kadar, dünya da bize ait. Geçmişi de geleceği de bize ait\" derdi. Bu düşünceler benim yapıma uygun değildi. Hiçbir sahte yada gerçek utanç duymadan diyebilirim ki, her zaman önemli biri olmadığımın bilinci içinde oldum. Gözlerimi, dünyayı altüst etmek için açmadım; yasaları ben koymuyorum, sadece bir gözlemciyim. Zooloji ya­ salarında unutulmuş olan birkaç maddeyi ortaya çıkart­ maktan mutluluk duyan, benim gibi milyarlarca insan­ dan biri olarak, zamanın ve gücümün elverdiği kadar hayatta kalabilmek ve üremek oyununu oynamaktan mutluluk duyan biriyim. Benim dalımda geçici olanın mutlak bilincine varılıyor ve buna katlanmak öğrenili­ yor. Bu farklı yaklaşımdan ötürü Vallauris ile görüşmele­ rim, benim için çok sağlıklıydı. Sanırım dengemi onun yanında kazandım. Karşılaşmalarımızın ertesi günü, ça­ lışmalarıma bir sonuç alma çabasıyla koyulurdum. Bu kez öyle olmadı. Aksine, kaçma isteği ile yanın­ dan ayrıldım. Alışılmıştan uzun kalmıştım yanında, so­ nuncu böreğe kadar dolu dolu üç saat, ama sadece figü- 52

kutupyıldızıran rolü oynayarak! Andre kendine göre, on tane yar­ dım çağrısı yapmıştı. Hiçbiri bende gerçek bir merak u- yandırmayan on çağrı! Hiçbiri üzerinde en ufak bir a- raştırma yapmış değildim, en ufak bir beyanda bulun­ mamıştım; sadece görüşmemiz sırasında, ona bakmak­ la, sezgilerini, tereddütlerini değerlendirmekle yetindim; oysa görüşmek isteyen ben olmuştum. Araştırmalardan hoşlandığını biliyordum. Ama o günün öğleden sonrası, zihinsel heyecandan öte bir şey vardı onda! Onun hak­ kındaki kanaatime hiç uymayan bir kaygı ve telaş için­ deydi. O an, aşağılayıcı bir değerlendirme yaptım: yaşına verdim! Andre yetmiş bir yaşındaydı, uzun süredir avu­ katlık yapmıyordu ama iş yerini yeni kapatmıştı. Diğer insanların, yaş gruplarını özel olgular gibi almalarını her zaman eleştirmişimdir; herkes, her yaşta genel olgu­ nun, olağanlığın bir parçası sayar kendisini. Eleştiriyor, dikleniyor alay ediyorum ama, kabul etmeliyim ki bu yanılgısının dışında kalmıyorum. O gün, böylesine kestirme bir açıklama ile yetindim. Yine de Andre'nin ilerdeki mektuplarına daha fazla za­ man ayırmaya, benim de arasıra ona birkaç gazete ku­ pürü göndermem gerektiğine karar verdim. Zamanım olursa! Çünkü o tarihte bir konferansa hazırlanıyor­ dum. 8 Aralık'ta yapılacaktı, kasım ayındaydık ve tek satır yazmamıştım. Kendimi koyuvermiş olduğumdan değil, yo hiç de­ ğil! Araştırmalarıma öylesine dalmıştım ki, sıra bir tür­ lü bunları yazıya dökmeye gelmiyordu. Konferansımın konusu - Tanrım! Şimdi ne kadar gerçekdışı görünüyor oysa o tarihte daha sonraki kaygılarımdan ne denli u- zak olduğumu göstermiş olsam da, söyliyeceğim - evet, konferansımın konusu şöyle özetlenebilir: At arabasını taklit ettikten sonra şimdi de kınkanatlıları (mayıs bö­ cekleri, altın böceği, gelin böceği) taklit etmeye kalkı- 53

kutupyıldızışan otomobil! Hiç kuşkusuz helikopter de kızböceğini ya da eşek arısını taklit etti. Boş laf denecek! Oysa ay­ larca bu araştırmalara dalmış ve beni mutlu eden so­ nuçlar çıkartmıştım. Bu sadece bilim değildi, sanattı, biçemcilikti, töreydi. Bazı arabalarla, bunlara modellik edebilecek bazı böcek­ ler arasındaki benzerlikleri gösteren bir dia dizisi hazırla­ mıştım, hatta, büyük, modern bir kentte günlük yaşamı gösteren bir film bulmuş, çevreyi incelemiştim. Sanki kent bir sürü madensel böceğin istilasına uğramıştı! Yani, konferans için her şey hazırdı, esasın dışında! Yani, konferans metninin dışında! Kendime, kasım or­ talarındaki bir pazar gününü ayırmıştım; Clarence'ın, ailesini görmeye Sete'e gideceği pazarı! Sabahtan akşa­ ma kadar kapanacak ve yazacaktım. Sabah yedide kalkmış, sabah kahvaltısından kendimi yoksun bırak­ mış, çalışma masasına koyduğum bir koyu kahve ile ye­ tinmiştim. Saat sekiz olduğunda, ilk paragrafı on bir kez yazmış ve on bir kez bozmuş olarak, işimin başın­ daydım hâlâ. Saat dokuzda, Vallauris aradı: —Araştırmalarınız için bir fikrim var. Bugün, bir ara boşsan... Nasıl hayır denilir? Davranışı o kadar olağandışıydı ki! Telefonu kaparken, önümdeki beyaz kâğıtlara üzün­ tülü bir bakış fırlattım. Tam görevini yerine getirecek­ ken rahatsız edilmekten şikâyet eden ama buna için için sevinen tembel öğrenci bakışıydı bu! Arabayla sokağına girdiğimde, Andre beni aşağıda bekliyordu, boynunda kalın atkısıyla! Bu yıl kış erken gelmişti. Yanıma oturdu: —Yapacağımız gezintiden sonra, gününü boşa har­ cadığın duygusuna kapılırsan, bunu bana söyleme, üzü­ lürüm. Ama içinden beni affet. 54

kutupyıldızıEn evlatça gülüşümü takındım: — N e yana gidiyoruz? —Orleans'a doğru. Bir arkadaş bizi bekliyor. Çok eski bir dost. Ailelerimiz, İkinci Dünya Savaşı'nda Ce­ nevre'ye aynı zamanda iltica etmişti. İkimiz de bilimsel araştırmalara tutkun delikanlılardık. Ama onun babası, avukat olması için ısrarcı olanlardan değildi. \"Son zamanlarda az görüştük. O daha çok Kalifor­ niya'da yaşadı ve çalıştı. Şimdi Orleans yakınlarında, huzurlu bir emeklilik yaşıyor. Bir çiftlik evinde; ağaçla­ rı, kitapları ve torunları ile birlikte! Yeryüzündeki cen­ net! Bütün ömrünü bitki neslinin iyileştirilmesine harca­ dı. Olağanüstü bir şey keşfetmedi ama bazı armutların tadını, kokusunu, kabuğunu, etini, doğa kadar ona da borçluyuz. Onun seçtiği meslek, en kazançlı olanlardan biri çünkü çiçeklerle meyveler el üstünde tutuluyor ve bir de kendi keşfettiğini kendin tadabiliyorsun! Yine de, mevsimler boyu sabır ve ustalık isteyen bir iş! \"Tahmin ettiğin gibi, onunla bitkileri konuşmaya gitmiyoruz. Onunla geçirilen her an, bir keyiftir. Dört duvara kapanmaktan hoşlanmaz, hünsa meyve elde e- dip seyretmek için, cinsleri karıştırmaya bayılır. Dün, telefonda, ona gözlemlerimden söz ettim. Tepkilerinin ilgini çekeceğinden eminim. Çünkü o bir bilgindir, tam anlamıyla bir bilgin. Benim gibi basit bir araştırmacı değil. 55

kutupyıldızı H OTOMOBİLLERDEN VE BUNLARIN BÖCEKLERE BENZEYİŞLERİNDEN S Ö Z ETTİM AZ ÖNCE; oysa insanlar hakkında aynı şeyi söylemekle işe başlamalıy­ dım. Bizleri karıncaya, ateşböceğine, arıya, sineğe ya da peygamber devesine benzeten masalları kastetmiyorum. Ben, fiziki benzerlikten söz ediyorum. Her karşılaştığım insanı, bir böceğe benzetme gibi bir huyum var. Nitekim, Andre'nin arkadaşı bana, an­ tenleri ölçüsüz biçimde yassılaşmış körpe bir kızböceği- ni hatırlattı. Bunu yazmaktan utanıyorum çünkü birkaç yıl sonra bunu ona söylemiştim ve o da o böceği göster­ memi isteyerek gülmüştü. Ona, insanları tanımakta, marazi bir yeteneksizliğim olduğunu söylemiştim. Her gün Müze'de gördüğüm bir meslektaşıma yolda rastlayıp da kim olduğunu çıkarta- madığımı, çünkü onu her zaman gördüğüm yerden farklı bir yerde, sırtında beyaz gömleği olmadan, karısı ve çocukları ile gördüğümü; öğrencilerim konusunda belleğimin gülünç denecek kadar ayırımcı olduğunu, öğrencilerimden biriyle yaptığım konuşmayı ve ileri sür­ düğü fikirleri, on yıl sonra ayrıntılarıyla anımsadığımı ama bu öğrencileri konuşmamızdan bir saat sonra so­ kakta gördüğümde tanıyamadığımı anlattım. Sanki be­ nim için insanlar, manevi ve fikri yönden bütün netliği ile tanınabilecekken, fiziki yönden belirsizdiler. Bu yüzden, sayısız düşman edinince, kendi buldu­ ğum bir bellek tekniğini geliştirmeye başladım. Binlerce 56

kutupyıldızıkınkanatlının özelliklerini, diğerlerinin ancak mikros­ kop altında seçebildiklerini daha ilk bakışta ayırdede- bildiğimden ve her beşeri varlığın bir böcek türüne ben­ zediğini saptadığımdan, sorun, benim için çözümlenmiş oldu. Artık her bireyin şifreli bir adı vardı. Söyledikleri­ me inanmak zorunlu değil ama eczacıma fırında rastla­ dığımda, onu tanımanın tek yolu bu oluyor. Andre'nin arkadaşına gelince, sanırım adının Emma- nuel Liev olduğunu söylemedim. O tarihte, hemen he­ men tanınmıyor gibiydi. Karşılaştığınızda, ilk sözlerini hâlâ anımsıyorum: —Size, benimle birlikte yaşlanan ağaçları göstermek isterdim ama bizim cinsimiz soğuğa hiç dayanıklı değil­ dir; özellikle Vallauris cinsi! Bak sen Andre! Seni, ka­ sımdan marta kadar bir koltukta kış uykusuna yatar­ ken görür gibiyim. Ama belki de genç dostunun önünde böyle konuşmamam gerek. Bizi affedin efendim, ben Ândre'yi on iki yaşındayken tanıdım, ben de on dört yaşımdaydım. Ona, sırf canını sıkmak için \"Ufaklık\" derdim ve bu üstünlüğümü hep korudum. Bu iki yetişkin arasında kendimi yeniyetme gibi his­ setmekten daha doğal ne olabilir? Ama Andre'ye bir tu­ haf bakmış olmalıyım. Orada öyle şaşkın, suskun, sıkıl­ mış, büzülmüş duruyordu. Ona öyle bakarken aniden çocuğu, dostunun söylediği \"ufaklığı\" görür gibi oldum ve ona sanki asla çocuk olmamış, kundakta bebek ol­ mamış gibi hep koltuğunda oturan zaman dışı bir sfenkmiş gibi baktım. Omzuna vurulan birkaç samimi darbe, yetişkin kabuğunun ardından ufaklığın meydana çıkması için yetti. Eve girdikten sonra bundan sıyrılabil- di ve kendini en geniş koltuğa bırakınca, görüntü silinip her zamanki Andre ortaya çıkmış oldu. Emmanuel Liev Cenevre'deki çocukluk günlerini bir yana bıraktı, neşeli gülüşleri duruldu, yerini düşünceli 57

kutupyıldızıbir gülümseyişe bıraktı. İki kaşının arasında iki bilge çizgisi! Konuşmaya başlayınca, Vallauris'e özellikle döndü ama bakışları, kibarca birimizden diğerine gitti: —Anlattıklarını, dünden beri azıcık düşündüm ve sanırım kaygıların benim çok eskiden duyduğum endi­ şelerle aynı. Belirtileri aynı biçimde okumasak da aynı kötülüğü görebiliyoruz. \"Şu Hintli doktorların söz konusu ettikleri \"Erkek çocuklar hastahanesi\"ni ele alalım; konu vahim ve sek­ senli yıllara kadar uzandığına göre eski! Böyle bir uygu­ lama iğrenç de olsa, genelde yasal olduğuna göre, dok­ torlar, aileler ve aynı zamanda resmi makamlar için ah­ laki bir çıkmaz oluşturmaktadır. Doğacak çocuğun kız olduğu anlaşılınca, çocuk düşürücü bir hap yutuluyor. Ne anne, ne de doktor bunun cinsiyet ayırımcılığı oldu­ ğunu itiraf edecektir. O iş, kadın hakları savunucusuna düşer. Ahlaki bir çıkmaz ama bugüne kadar nüfusa bü­ yük etkisi olmamış. Çocuğun cinsiyetini kesin ve erken olarak saptamak artık bugün olasıdır ama pahalı bir yöntemdir. Sadece zengin ülkelerde yaygındır. Diğer ül­ kelerde, ufak bir kesim, sadece zengin olanlar bu yönte­ me başvurmaktadır. Kadınların hemen hepsi, ister zen­ gin ülkelerde ister fakir ülkelerde yaşasın, çocuklarının cinsiyetini merak ettikleri için, babaya \"kız olacakmış\" ya da \"erkek olacakmış\" veya \"üçüz doğacakmış\" de­ mek için öğrenmek istemektedirler. Ama aralarından kaçı, şu cinsiyetteki çocuğu istemediği için işi kürtaja kadar götürür? Sanırım pek azı! Ahlaki açıdan çıkmaz, aynı çıkmazdır ama nüfus sayısı açısından anlamlı ol­ duğunu pek sanmıyorum. Gerçi elimde kanıt yok, \"ço­ ğunluk\" gibi, \" ç o k \" gibi ya da \"çok az\" gibi sözcükleri rasgele söylediğimi biliyorum. Ancak yargıç gibi konu­ şacak olursam derim ki: samimi düşüncem, tehlikenin başka yerde olduğunu söylemektedir. O sırada, bir servis arabası iten yaşlı bir hanım girdi 58

kutupyıldızıiçeriye. Öylesine şık ve zarifti ki, gençliğinde bundan fazlasını olamazdı. Gelen İrene Liev idi. Andre elini öp­ tü, sonra gülerek iki yanağını. İrene hepimize kibarca selam verdiyse de asıl Vallauris'e seslendi: —Size tabaklarda bir şeyler hazırladım. Böylece, yi­ yeceklerin azlığını farketmeyeceğinizi düşündüm. Şarap da getirdim. Tabağını ve bardağını, bunlara el sürmeden bırakan Emmanuel'in yanına oturdu. —Biz başlayabiliriz dedi. İhtiyar konuşurken ne iç­ mesini, ne de nefes almasını bilir. \"İhtiyar\" sevecenlikle, okşayarak bileğini tuttu: —Tehlike başka yerde demiştim. Bir süre, senin dik­ katini çekenden farklı bir alanda var olduğunu düşün­ düm. Yetmişli yıllarda, Afrika'da, bir kızıl salgını kadar doğal ne olabilir? Az kurban, az sıkıntı, medyaya hiçbir şeyin yansımaması! Ancak bazı bilim adamları için bir fırtına! \"Kızıla yakalanan kadınların sadece erkek doğur­ dukları gözlemlenmiştir. Başka ülkelerde, başka göz­ lemlerde bulunuldu, her türlü salgın hastalık ile durum biraz daha iyi anlaşılır oldu. Konuyu size açıklayabile­ cek kadar yetenek ve bilgi edinmedim ama ana fikir şu­ dur: kadın, hastalıkla savaştığı dönemde, bazı antikor­ lar üretiyor ve bunlar bir virüs ile savaşırcasına kadının taşıdığı cenine saldırıyor. Bazı hastalıklar da Afri- ka'daki kızıl gibi - kızlara saldırıyor, bazılarında da oğ­ lanlara. Yani kuramsal olarak bir kadın kızlara ya da oğlanlara karşı bağışıklık kazanabiliyor. Bu konuda a- raştırmalar sürdürülmüş ve sanırım bir ara bir aşı yapı­ mına da gidilmiş. Evet ya, aşı! Bir iğne, bir hacamat ya da belki bir hap! Oğlan olması istenilirse, kızlara karşı aşı olunuyor ve artık hiçbir dişi cenin gelişemiyor. \"Ama şu \"erkek çocuk hastahanesi\" üzerinde dur­ mama izin verin. Pahalı bir teknik uyguladıkları ya da 59

kutupyıldızıçocuklarının cinsiyetini öğrenince hüsrana uğrayanların gebeliklerine son vermede duraksadıkları için tehlikenin azaldığını söylemiştim. Ancak bu aşı imal edilecek, yay­ gınlaştırılacak olursa, cinsiyetin erken saptanmasına ya da kürtaja hiç gerek kalmayacak. Bu ayırımcı doğum hapı almak gibi bir şey! Bazı ülkelerde, bazı çevrelerde, cinsiyet dengesi ağır bir darbe yemiş olmaz, ama dünya­ nın büyük bir kısmında bir felaket yaşanır. Sonuçlarını düşünmek bile istemiyorum. Sustu. Birkaç saniye düşünceye daldı. Gülümseme­ den önce ilk şarap yudumunu içti. —Neyse ki araştırmalar sürüncemede kaldı. Bir mes­ lektaşım çok zorlu teknik güçlükler olduğunu söyledi. Günün birinde bu teknik güçlükler aşılacak olursa, işte o zaman felaketlerin en büyüğü! Ama aşının imal edil­ mediği ve bu yakınlarda imal edilmeyeceği hemen he­ men kesin gibi. Bir yıldır, bu konuda içim rahat. Ne var ki başka endişe konularım var. Bakışlarını kadehinin dibine dikti, geleceği okumak istercesine... — B u kız-karşıtı aşı düşüncesi canavarca bir düşün­ ceydi ama bazı kafalarda daha canavarca düşüncelerin oluşmasına yol açtı. \"Her şey, inekler üzerinde yapılan, görünürde zarar­ sız bir deneyle başladı. Birkaç yıl önce, laboratuvarlar- da hazırlanan yapay döllenme yoluyla, boğaların spermlerinin dişi veya erkek üretecek biçimde değiştiri­ lebileceği keşfedildi. Diğer cinslere, bu ara insanlara da uygulanabilecek bir yöntemdi. Sonra, cinsiyeti değiştire­ cek bir madde zerkiyle, doğrudan hayvanın üzerinde deney yapılıp yapılamıyacağı araştırıldı. Araştırmalar nispeten hızlı oldu. Boğaların gücünü ve verimliliğini artıran, bir bakıma erkek doğurtan spermalara, dişi doğmasını olanaksız kılan bir çeşit \"doping\" yapıldı. \"Sonuç istenilenin tersi oldu çünkü başlangıçta a- 60

kutupyıldızımaç, süt verdikleri ve doğurdukları için daha fazla ka­ zanç sağlayan ineklerin doğmasını sağlamaktı. Araştır­ macıların çoğu, tasarının rafa kaldırılmasını uygun gör­ düler, kaldı ki deney yapılan hayvanlar, tehlikeli biçim­ de saldırgan olmuşlardı. Ama bir takım açıkgözler, ö- zellikle boğa güreşinde, bu işin kazançlı olabileceğini düşünerek o maddeyi, deve gibi, horoz gibi diğer güre­ şen hayvanlara da uygulayabileceklerini ileriye sürdü­ ler. Neden günün birinde insanlara da uygulanmasın? Sadece ringlerde boy gösterecek canavarlar yetiştirmek için değil, ama aynı zamanda milyonlarca ailenin gele­ neksel arzusu olan erkek çocuğa sahip olma \"zorunlu­ luğunu\" da tatmin etmek için! \"Bu aşamada, işler daha ileri gitmeden birileri mü­ dahale etti. Söylendiğine göre bazı biyoloji uzmanları telaşlanıp, tanınmış bilim adamlarını, din adamlarını, siyasetçileri harekete geçirdiler. Bunları sizlere söylenti olarak aktarıyorum çünkü ne isim, ne laboratuvarın bulunduğu ülke hakkında - bir tahmin olsa da - fazla bir şey biliyorum. Ama önemli değil. Önemli olan, bir kararın alınmış olması. Proje durduruldu, fonlar başka alanlara kaydırıldı ve ekip dağıldı. O günden beri ayı­ rımcı doğumdan her söz edilişte, kulakları dikiyorum. Çünkü bilgiler hazır, alıcılar var ve kazanç hırsı soydaş­ larımızı kör ediyor. Nasıl kaygılanmazsın? —Sizi dinleyen, bu işten kaçınılmayacağını sana­ cak. Bu çıkışımdan yararlanan Emmanuel Liev, bir yu­ dum daha içti sonra başını salladı. —Dostum Andre, benim gibi, bütün canavarların o- lasılığından ve önlem alınmazsa hiçbir şeyin kaçınılmaz olmadığından sözedecektir. Soruya, daha doğrudan ce­ vap vermek gerekirse, b uygunsuz maddenin teknik açı­ dan imal edilebileceğini ve belki de-doksanlı yılların or- 6ı

kutupyıldızıtalarından itibaren imal edilmiş olduğunu söyleyebili­ rim. Günün birinde, tamamiyle kullanılır hale gelece­ ğinden eminim. Asıl sorun bunun ne zaman olacağıdır. Asıl soru, erkekler ile kadınların, bunu bilinçli biçimde kullanabilecekleri olgunluğa eriştiklerinde, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmektir. İnsanları olgunlaşmamış diye. nitelemek için, kim oluyorum diyebilirsiniz. Yanı­ tım, yetmiş üç yaşında yaşlı bir keçi olduğum ve yıllar geçtikçe insanlığın en eski davaları en modern araçlarla nasıl çözümlediğini gözlemek fırsatını bulduğumdur, 1000 yılının savaşları, 2 0 0 0 yılının silahlan ile çözüm­ lenmeye çalışılıyor. Atomda müthiş bir enerji bulunu­ yor ve bununla yok edici mantarlar üretiliyor. Şu \"madde\" imal edilecek olursa, uzun çalışmalar sonucu en hassas tekniklerin meyvesi olmayacak mı? Neye ya­ rayacak? Beş kıt'ada milyonlarca ve milyonlarca kız ço­ cuğunun yok edilmesine yarayacak; çünkü hıyarlar dö­ neminden kalma aptalca bir geleneğe göre, aile erkek soyundan iniyor. Bir kez daha, eskimiş bir davanın em­ rine giren çağdaş bir araç! \"Evet biliyorum, zihniyet tekniklerle gelişir, birbirini sürükler ve izler. Ancak her biri aynı hızla gelişmez. Ba- zan, tehlike görüldüğünde, tekniklerin ilerlemesini ya da yayılmasını durdurmak gerekir. 1945 yılında atom bombası kullanılır hale geldiğinde, onu tam bir bilinç­ sizlikle kullandılar. Savaşın sonucunu değiştirmedi, sa­ dece Pasifik'teki savaşı kısaltarak binlerce ölüme yol aç­ tı. 1943'te kullanılabilir olsaydı, Hitler onu Londra'ya, Moskova'ya, New-York ve Washington'a karşı kulla­ nırdı. Tarihin akışı değişir ve ailelerimiz, sevgili Andre, İsviçre'ye sığınmaya fırsat bile bulamazdı. Burada yeni bir gerçeği açıklamıyorum, sadece zaman faktörü üze­ rinde durmak istiyorum. Bombanın hiç yapılmamış ol­ masını isterdim, ya da iki yüz yıl sonra yapılmasını. Ama iki yıl önce gelmemiş olmasına seviniyorum. Ağır 62

kutupyıldızıve pahalı bir teknik olmaya devam ettiğini biliyorum ve şayet yayılacaksa, olabildiğince yavaş olmasını diliyo­ rum. Şu lanet madde için de durum aynı. Otuz yıl sonra yaygınlaşacak olursa, insanlığın onu kötüye kullanmı- yacağını ümit etmek istiyorum. Ama bugün? İçinde ya­ şadığımız dünyayı görmüyor musunuz? O tarihte neyi kastettiğini pek anlamadığımı itiraf etmeliyim. Andre'ye kaçamak bir bakış fırlattım, dal­ mış, sakalını sıvazlıyordu. Sonra İrene Liev'e baktım. Soru sordu: — B u uğursuz sonuca ulaşılacağı bilinirken, araştır­ maları daha önce kestirmek gerekmez miydi? —Her şey olup bittikten sonra bunu demek kolay­ dır. Bugün bile hiçbir bilim adamı, hiçbir resmi maka­ mın burnunu araştırmalarına sokmasını istemez. Genç dostumuz da bunu doğrulayacaktır. Kaldı ki, suçlanan, araştırmanın kendisi değil. Kaymasın diye bir arabanın dört tekeri çıkartılmaz. Kullanım biçimini değiştirmek daha kolay değil mi? \"Kendi dalımdan örnek vereyim. Meslektaşlarım a- rasında ömrünün yirmi yılını, daha ağır çeken, gittikçe daha ağır çeken elmalar yetiştirmeye vermiş biri var. Gerçi daha ağır çeken, tatsız ve tek meziyeti pek de na­ muslu olmayan bağcılara daha fazla para kazandırmak olan elmalar. \"Bir diğer meslektaşım, Venedikli bir ka­ dın. Otuz yıllık deneyimden sonra, belirli bir pirinç bi­ çiminin hacmini, içerdiği vitamini değiştirmeden, artır­ mayı başardı. Onun sayesinde iki yüz milyon insanın beslenme biçimi daha iyi oldu. \"Bu iki araştırmacı aynı kitapları okudular, aynı te­ mel keşifler yaptılar, aynı teknikleri kullandılar. Ama aynı biçimde yararlanmadılar. 63

kutupyıldızı I O GECE, PARİS'E DÖNER DÖNMEZ ÇALIŞMA MASAMA OTURDUM; GECİKMEDEN! Vereceğim konferansı kaleme almak için değil, ama önümüzdeki hareketli haftanın etkisiyle, unutulup solmadan, Liev'in sözlerini kelimesi kelimesine kaydetmek için! O tarihte, bu anılar kitabını yazmayı düşünmüyordum; sadece Clarence'a kâğıt üstünde, araştırmalarına yarayacak e- lemanları göstermek istiyordum. Ona yardım etmeye söz vermemiş miydim? Sete'den gece yarısına doğru döndüğünde, tepkisi kirpiklerini oynatış biçimine kadar, beklediğim gibi ol­ du. Kağıtları, buruşmalarına aldırmadan, sıkı sıkı tutup odada yalınayak gezmeye başladı, kaçamak bakışlarım altında! Sonra, kendini yatağa koyvermeden önce sade­ ce şunları söyledi: \"Nihayet!\" Evet, bu kez araştırma­ nın tam sırasıydı. Gerçi isimler, yerler, tarihler eksikti ama iş onu ürkütmüyordu; iz sürecek, insanları konuş­ turacak, gerekirse belge çalacaktı. Gazetede bazı yüzler asılacaktı tabii ki! Bana, bunu mu istemiştiniz? diye sorulacaktır. Gaze­ tede ona gülmüş olanlardan intikam almak mıydı? Ya tehlikenin kendisi? Ya doğmaları yasaklanacak olan milyonlarca kız? Ayırımcı \"madde\" kurbanları? Tabii ki bunu da düşünüyordum ama Clarence olmasaydı, üç saatlik bir görüşmeyi kaleme almak zahmetine katlan­ mazdım. Liev'in hissettiği ve Vallauris'in de paylaşır gö­ ründüğü korkular bana, öyle denilebilirse, korkulu ol- 64

kutupyıldızımaktan çok gerçekçi göründü. Bütün bunlar, anlaşıldığı kadarıyla, Orleans'daki bir çiftlik evinde geçirilen bir pazarın, entellektüel kuruntusu olmalıydı. Atomdan, u- yuşturucudan, salgın hastalıklardan veya buzulların çö­ zülmesinden aynı ürkütücü deyimlerle söz edebilirdik pekâlâ ve ben yine ilgilenir, meraklanır, heyecanlanabi­ lir, kaygılanabilirdim. Sevgilimin meslek hayatının, be­ nim için dünyanın yazgısından daha çok önem taşıdığı­ nı söyleyecek değilim ama sanki öyleymiş gibi davranı- yordum. Kim bana taş atacak? Diğerlerinin tasaları da­ ha mı az adi? Yazıişleri müdiresi, gülüşmeler arasında, ilelebet yok olduğunu sandığı bir konunun tekrar konuşulmasından hiç de memnun kalmadı. Ancak Clarence'ı haklı çıkar­ tan yeni ögeleri dikkate almak zorunda kalmıştı. —Haftaya pazartesi, yazıişleri toplantısında bir ka­ rar veririz. Daha önce, birbirimizi yanıltmamak için, Pradent'i görmeye gitseniz iyi olur. Pradent'i tanıtmama gerek var mı? Belki bugün bi­ raz unutulmuştur, ama o zamanlar o kadar ünlü, o ka­ dar her yerde hazır ve nazır idiydi ki, adını söylemek yeterliydi. Sanırım bir ara hükümet üyeliği de yapmıştı ama ne zaman ve hangi bakanlıkta yaptığını bulmak i- çin belgelere bakmak gerekir. Söylediğim tarihte bir ta­ kım komitelere, derneklere başkanlık ediyordu ve Cla­ rence'ın çalıştığı gazetenin danışmanı ve önemli bir his­ sedarıydı. Bir iktidar adamı ve kamuoyu yaratıcısı! Clarence, onunla karşılaşmak niyetindeydi. (Başka seçeneği var mıydı?) Ama buluşacakları günün öncesin­ de, dehşet içindeydi. Yeryüzündeki büyüklerden hangi­ siyle olursa olsun, o kendi rolünde, Clarence da kendi- sininkinde olduğu sürece görüşmeye hazırdı ama, Pra- dent'e giderken, kötü mal satıcısı gibiydi. Gitmek hoşu­ na gitmiyordu üstelik kendini konunun uzmanı saymı- 65

kutupyıldızıyordu. Birlikte gitmemizi önerdim, Liev'le doğrudan konuşan ben olduğuma göre! Önerimi, gururlu omuzla­ rını silkmekle iteledi... Pradent, sevimli, güven verici davrandı ve ziyaretçi­ sinin, sözünü kesmeden sonuna kadar dinledi. Arasıra, onaylayan bir baş işaretiyle onu yüreklendirmekle ye­ tindi. Clarence, esaslı bir konuşma yapmış ama Liev ve Vallauris'in adlarını vermemiş ve alay konusu olur kor­ kusuyla \"skarabe\"lerden söz etmeye çekinmişti. Ancak Pradent haberdardı. —Muriel Vaast, sizde bazı Mısır haplarının bulun­ duğunu söylemişti. —\"Skarabe baklaları.\" Size onlardan söz etmedim çünkü bu işle bir ilgisi olduğunu gösterir hiçbir kanıt yok. —Kim bilebilir? Ne demiştiniz? \"Skarabe baklala­ rı\"! Ben bunu duymuştum ama benim yaşımda, belle­ ğim... Bir an susup, gözlerini kırpıştırmış ve Clarence, say­ gı göstermek için, belleğini yoklamasını beklemişti. —Anımsamaya çalışacağım. Ama şimdi, bana söyle­ diklerinize dönelim. Fazla derine gitmeden, ilk tepkim, bütün bunların çok belirsiz, ve karışık olduklarını söy­ lemek olacak. Elle tutulur tek olay, ve sanırım bunu kontrol etmişsinizdir, bazı ülkelerde kız-erkek doğum­ ları arasındaki dengesizlik. Ancak bunlar da pn yıl geç­ meden, bilimsel olarak incelenecek olaylar değil. Size anlatılanların gerçeğe uymasını temenni ederim. Her ne kadar emin değilsem de, günün birinde, dünyanın bazı yörelerinde doğumu azaltacak basit ve etkili bir yöntem bulunacağını tahmin ediyorum. Bu, büyük bir felaket ya da soy kırım mı sayılır? Sanmıyorum. Beslenemeyen çok kalabalık ülkeler var; yöneticileri bir sürü yöntemle nüfus patlamasını kontrol etmek istediler, sınırlı sonuç- 66

kutupyıldızılar aldılar hatta bazan hiç alamadılar. Şayet yarın hatta bugün doğumları, şiddete başvurmadan, zora kaçma­ dan ana-babanın özgür iradesiyle azaltma yolu bulu­ nursa... Ziyaretçisinin gözlerindeki anlamdan, sözlerinin et­ kili olduğunu anlamıştı Pradent. Yüzüne dikçe baktı: —Evet, böyle bir çözüm bulunacak olursa, bunun neresi uygunsuz ya da canice? Çin, tek çocuk yasasını getirdiğinde, Şanghay ve başka kentlerde pek çok aile, ilk çocukları kız olursa, onu yok etmeleri için doktorlar ile hemşirelerin başının etini yemişti. Hindistan'da, zor kullanarak kısırlaştırılma yapılmak istendi, ayaklanma­ lar oldu; erkekler, erkekliklerinden, onurlarından ola­ caklarını sandılar. Sözünü ettiğiniz madde var olsaydı, insanları zorlamadan hatta isteklerine uygun olarak, aynı sonuca ulaştırabilirdi. Clarence aniden, hipnotize olmaktan kurtulmuş gibi bir duyguya kapıldı. —Yanlış anlamadımsa, her insan kendini güçlü ve döl verici hissedecek ve üstelik, iki, üç, dört oğlan sahi­ bi olma sevinci duyabileceğinden, toplumlar kısırlaştı­ rılmış olacak. —Bütün toplumları kısırlaştırmak söz konusu değil ama böyle bir maddenin olması ve yaygınlaştırılması ha­ linde, nüfus fazlalığı sorununun, özellikle büyük olduğu yörelerde, çözümlenmiş olacağını göz ardı edemeyiz. \"Günümüz dünyasına bir bakın. Kesinlikle ikiye ay­ rılmış durumda. Bir yanda, istikrarlı nüfusa sahip, zenr gin, demokratik, teknik ilerlemeleri neredeyse hergün artan, yaşam umudu yüksek. Tarihte bugüne dek görül­ memiş biçimde barışın, özgürlüğün, refahın, ilerlemenin altın çağını yaşayan topluluklar var. Öte yanda, giderek kalabalıklaşan ve durmadan yoksunlaşan, yiyecekleri dışardan sağlanan, dört bir yana dağılmış metropoller, birbiri ardından kaosa sürüklenen devletler var. 67

kutupyıldızı\"Yıllardan beri çözüm aranıyor ama her geçen gün daha da batılıyor. Tam anlamı ile iki ayrı insanlıkla karşı karşıyayız ve aralarındaki uçurum her geçen gün daha da büyüyor. Aniden, Tanrı bir çözüm yollayacak olursa, kim yakınır? Durmadan artan nüfusu doyurma­ ları gereken ve kaydettikleri ilerlemelerin nüfus patla­ masıyla sıfıra indiğini gören üçüncü Dünya ülkeleri mi? Giderek azınlıkta kalan biz ayrıcalıklılar, Güneydeki in­ sanların biraz daha kalkınmış ve biraz daha az kalaba­ lık olmalarını istemiyor muyuz? Söylesenize, bir çözüm bulunacak olursa, kim yakınır? Clarence henüz kimin yakınacağını göremiyordu. Pradent'in konuşması, o sırada ona korkunç derecede mantıklı gelmişti. Bunun üzerine karşısındakini içgüdü­ sel olarak, daha güçlü olduğu ve kafa tutabileceği bir a- lana sürüklemek istedi. —Söylediklerinizin beni çok etkilediğini bütün saflı­ ğımla itiraf etmeliyim. Sizden ayrıldıktan sonra bu ko­ nuda düşüneceğim. Siz, çağımızın temel sorununa par­ mak bastınız. Temel olduğuna göre, gazetemizin de bundan söz etmesi doğal olacak. Hatta, odanıza girer­ ken düşündüğümden daha çok yer ayırması gerekecek. \"Sözlerimin sizi etkilediğine sevindim. Ama bunlar sadece birtakım düşünceler; uzun süre tartışıldı, yeni bir yönü de yok. Günün birinde, Üçüncü Dünya sorunlarını işlemek isterseniz, beni görmeye gelin, size öğretebilece­ ğim nice şey olacak. Ancak hemen belirteyim, sizinle yaptığımız bu dostça sohbet sırasında, çocuğun cinsiyeti­ ni belirlemeye olanak veren yeni bir madde hakkında yüksek sesle düşünmüş oldum. Bildiğim kadarıyla böyle bir madde yok. Bugün, Hindistan'dan Mısar'a kadar bü­ tün dünyaya yayılmış olsaydı, gizli kalır mıydı? Clarence'a konuşmalarının daha fazla süremiyeceği- ni anlatmak için saatine kaçamak bir bakış fırlattı. Ama Clarence diretti: 68

kutupyıldızı— B u hikâyenin bir temele dayanmadığını kabul edi­ yorum ama araştırmalarımı sonuna kadar götürmek is­ tiyorum. Pradent ayağa kalktı, bir sıçrayışta, hiçbir destek al­ madan: —Diretmenizi anlıyorum, gençken ben de inatçıy­ dım. Ama inanın bana, vaktinizi boşa harcamış olursu­ nuz. —Yine de araştırma yapabilir miyim? Muriel Va- ast'a, karşı çıkmadığınızı söyleyebilir miyim? Karşısındakinin yüzü asıldı: —Küçükhanım, sanırım ortada bir yanlış anlama var. Bana danışmaya geldiniz. Size elimden geldiğince tavsiyede bulundum. Benim işim burada bitiyor. Araş­ tırmanızı sürdürmek istiyorsanız bunu yazıişleri müdü- renizle tartışmalısınız. Clarence'ı kapıya götürürken zoraki gülümsedi: —Şayet bazı bilinmezleri açıklığa kavuşturacak bil­ giler edinecek olursam, size bildiririm. Size ya da Muri­ el Vaast'a. Konuşmayı naklettimse, Clarence döner dönmez ke­ limesi kelimesine anlattığı içindir. Bitirdiğinde, düşün­ celi, söylendi: —Pradent'in ne dediğini öğrendin. Ama sanırım esas anlatmam gerekeni anlatmadım. Sustu. Sözcüklerini ya da belleğinde taze bir görüntü arar gibi bir hali vardı. —Hiçbir kanıtım yok ama \"madde\"den söz eder­ ken, yüzündeki bazı titreşimlerden, basit bir varsayım­ dan değil, var olan bir şeyden söz ettiğini duyumsadım. Sarfettiği sözcüklere büyük özen gösterdiği halde... Biraz daha düşündü: —\"Skarabe baklaları\"ndan söz ettiğinde de tuhaf bir hisse kapıldım. 69

kutupyıldızıDaha ertesi günü, yazıişleri toplantısında, Clarence yeni baştan projesinden söz ettiğinde, kimileri gülümse- miş ama o aldırmamıştı. En çarpıcı belgeleri, Vallau- ris'in topladıklarını göstermişti. Muriel Vaast sözünü bitirmesine izin vermemiş, sonra da sormuştu: —Pradent'i gördünüz, değil mi? O ne diyor? —Sorunun üzerinde durulması gerektiğini düşünü­ yor ancak elimdeki bilgileri yetersiz buluyor. —Anladığım kadarıyla, bunların spekülasyon oldu­ ğunu düşünüyor. Clarence yanıtlamak istemiş, yazıişleri müdiresi ya­ tıştırıcı bir hareketle onu susturmuştu: —Meraklı insanların haklı olarak ilgisini çekecek bazı öğeler olduğunu itiraf etmeliyim. Şu \"skarabe bak­ laları\" gibi... incelediğimiz konuyla bir ilgileri olabilece­ ğini düşünüyor musunuz? —Hiçbir veriyi göz ardı etmemeliyim. Hele bunu, hiç! —Pradent'e bundan söz etmiş olmalısınız... — B u ismin ona bir şeyler hatırlattığını söyledi. Ama bir türlü anımsamadı. —Şimdi anımsamış. Bu sabah bize şunu yolladı... Muriel çantasından bir kitapçık çıkartmış ve oku­ maya başlamıştı: — \" B e n ve arkadaşlarım, o köyde, eczane görevi gö­ ren aktar dükkânına gitmiştik. Bize Osmanlı sargı bez­ leri, kokusu yolculuğumuzun geri kalan kısmını boza­ cak merhemler ve bir de şu ünlü afrodisiyak gücünü methettikleri 'skarabe baklalarını' satmak istediler. Ki­ mimiz kuşkudan, kimimiz utançtan bunları red ettik.\" Kitabın adı Nil Yolculuğum, yazarı Gustave Meus- sonier ve... (Muriel kitabın arka sayfasına baktı) Mar­ silya'da 1904 yılında yayımlanmış... 70

kutupyıldızıSkarabenin sonu oldu. Ya Clarence? İncinen ruhu? Yaralanması? Cansız gözleri? Çözülmüştü. Bağırmasını, küfretmesini, kapıları vurmasını ya da çirkin bir vazoyu kırmasını isterdim. Hayır, burnunun ucuna gelmiş bir gözyaşını silecek gücü bile kalmamıştı. Neler olduğunu, bölük pörçük, öğrenebilmiştim. Tuza­ ğı, gülüşmeleri, iki kahkaha arasında hıçkırığı tuttuğu i- çin özür dileyen meslektaşı... kulaklarını tıkamış, koş­ muş, merdivenleri çifter çifter inmiş, takside kendini koyuvermişti Clarence. Eve geldiğinde yığılmıştı. Ben dönene kadar. Teselli edici bir rol oynamaktan nefret etmiyordum ama kaygılıydım. Daha sonraki günler, pek çok kez, bir Polonya filminin sahnesi canlandı. Bir gazeteci, hayatını cehenneme çeviren meslekteki gerilimlerinden bir psika­ nalizciye yakınmaktaydı. Diğeri şöyle demişti: \"Kendi kendine, başına gelebilecek en kötü şeyin gözeticilik duygusun kaybetmek olacağını tekrar et.\" Gazeteci sev­ gilimin başına böyle bir şeyin gelmesinden korkuyor­ dum. Çökme, bozulma, uçurum! Haftanın geri kalan kısmında, sırf elini tutabilmek i- çin, hastaymışım gibi yaptım. —Kuruntu etme, takma, zehiri içinde tutacağına t u ­ k u r gitsin! Tedavim basitti: orada olmak, gevezelik etmek, pen­ cerenin önünde uzayıp duran kahvaltı saatleri geçir­ mek. Yudumlamak, çöplenmek, abur cubur tırtıklamakla geçiyordu günlerimiz ve arada bir, bir sessizlik oldu­ ğunda, böceklerden, aklımda kalan yüzlerce fıkradan söz ediyordum. Bir süre sonra gözyaşları dindi Clarence'ın ama san­ ki sönmüş gibiydi. Gazeteye bir daha ayak basamayaca- 71

kutupyıldızığını söylüyor, ben de ayrılması için teşvik ediyordum. Bir başkasına geçmesi ya da Beatrice'i doğuracağı uzun bir tatil alması için... —Benim bu halimle üzüntülü bir bebek olacak. İs­ terdim ki çocuk ben doruktayken, zafer benden yanay­ ken doğsun. Mutluluk tacı gibi gelsin, bir teselli arma­ ğanı gibi değil... bir depresyonu tedavi etmek için de- ğil... —Niçin tedavi diyorsun? Doğmakla, bu kötü günleri­ nin geçmesine yardımcı olacaksa niçin ona bir müttefik, bir ortak hatta bir \"kurtarıcı\" gözüyle bakmıyorsun? Clarence bana tuhaf bir bakış fırlattı. Bu bakışta, anlaşılması güç bir acıma vardı. Sonra yapay bir cesa­ retle seslendi: —Günlerden bir gün evet dersem, bu seni sevdiğim için olacak. —Bundan daha iyi neden olur mu? Bu, şimdiden \"evet\" demekti. Bunu bana otomobil­ ler ve kınkanatlılar üzerine konferans vereceğim gün söyledi. Konferans metnini kaleme almak için gerekli vakti bulamamıştım ve notlarımla gitmeye hazırlanıyor­ dum; derslerimde genellikle böyle yapardım ama farklı dinleyiciler karşısında daha az alışık olduğum bir konu­ da aklıma güvenmekten kaçınıyordum. Kısacası, kötü uyumuş, kötü uyanmıştım ve beynim koca bir boşluktan ibaretti. Mezbahaya giden kurban­ lık koyun gibiydim. Tam çıkacağım sırada Clarence fı­ sıldayarak - oysa yapayalnızdık - artık \"önlem almaya­ cağını\" söyledi. O çarşamba günü çok parlak bir konuşma yaptığı­ mı, konuya hakim olduğumu ve yadsınmaz hitabet ye­ teneğine sahip olduğumu söylemekte herkes söz birliği yaptı. Onlarca el sıktım, her el sıkışta \"Teşekkürler Clarence\", \"Teşekkürler Beatrice\" dedim içimden. 72

kutupyıldızıGece sevgilimi belinden kavradığımda, yatağa ilk kez giriyormuş gibi bir duyguya kapıldık. Onu soyar­ ken, takıldı: —Beni mi seviyorsun yoksa kızını mı? —Şu an bütün dünyayı seviyorum ve bunu senin vü­ cuduna söylemek istiyorum. Kaçar gibi yaptı. —Senin yüzünden vücudum birkaç ay sonra biçim- sizleşecek. —Biçimsiz mi? Dünya gibi küreselleşen bir karın mı biçimsiz? Sütle dolan, esmer uçlarını çocuğun ağzına u- zatan memeler mi biçimsiz? Tanrım! Bir ölümlünün gö­ rebileceği en güzel manzara bu! Haydi, gel! Edepli filmlerde ışık, işte bu an söner, kapı kapanır, perde iner. Bazı kitaplarda da, sayfa döner ama yavaş­ ça, o dakikaların geçmesi gerektiği gibi yavaşça ve tit­ rek bir tül sesinden başka ses olmaksızın! 73

kutupyıldızı J BEATRİCE, OKULA YETİŞMEK İSTERCESİNE, A- ĞUSTOSUN SON GECESİNDE, ZAMANINDAN Ö N C E DOĞDU, İyi bir okullu belki ama, şimdiden şa­ matacı, uykusuz ve obur, kıpır kıpır çarpık ayaklan ile acayip pembe bir böcekti. Ertesi sabah, evde yalnız, traş olmuş, koku sürmüş, şarkılar mırıldanarak doğumevine, hayatımın iki kadı­ nını bulmaya gideceğim sırada, hiç beklenmedik bir te­ lefon geldi. Muriel Vaast. Clarence ile konuşmak isti­ yordu. Muriel Vaast! Konuşmalarımızda, adının ender geç­ tiği zamanlar, tenekeden bir nişan tahtası muamelesi görürdü. Ama kinlenmenin sırası değildi, Beatrice mut­ luluğunu yaşıyordum ve sesim neredeyse sevecendi. —Clarence bir süre için burada değil. —Özür dilerim, ama hâlen orada mı oturuyor? —Her zamankinden çok! Mutluluk çığlığım için isabetli dinleyiciyi seçmiş miydim bilmiyorum. Öksürdü, bu samimiyet gösterisi­ ne şaşırmış gibiydi. —Ona söyliyeceklerim vardı. —Döndüğünde sizi aramasını söylerim. —Hayır, arayacağından emin değilim. Benim tara­ fımdan ona... —İsterseniz, kayda alayım. —Ah, evet. En iyisi bu. Kaseti çalıştırdım. 74

kutupyıldızı—Sevgili Clarence. Sizden gecikmeli olarak özür di­ liyorum ama içten ve gerçek özür bunlar. Bu yaz sık sık düşündüm... Hayır, bana tuhaf geliyor. En iyisi ona yazmak. —Nasıl isterseniz. On ay sonra duyulan bu pişmanlık, bana biraz kuş­ kulu geldi. Clarence'in tepki göstermedeki haklılığı iki gün sonra ortaya çıktı. Gazeteler, Birleşmiş Milletler'in \"ayrımcı doğum\" hakkındaki raporunu yayımlamışlar­ dı. Bu deyim belli ki tutacaktı, hem de uzun süre! Raporu kaleme alanlara göre - ki bunlar, çeşitli ül­ kelerden on kadar uzmandılar - kız çocuklarının do­ ğumlarında anlamlı bir azalma görülmüştü ve bunu \"tek bir nedene bağlamak\" olanaksızdı. Daha çok - an­ cak rapor bu konuda kesin değildi - bu dengesizliğin ortaya çıkmasında birbirinden bağımsız faktörler bir a- raya gelmiş olabilirdi. Rapor özellikle \"ayırımcı nitelik­ te olmak üzere, gebeliğe son verişin genelleşmesi, ayı­ rımcı döllenme yöntemlerinin yaygınlaşması\" üzerinde duruyordu. Son dört yılda durum vahimleşmiş, bütün kıt'alara - eşit biçimde olmasa da - yayılmıştı. Bundan sonraki tartışmalardan ayrıntılı biçimde söz etmeden önce, beni ister iyi ister kötü yönde olsun, sü­ rekli şaşırttığını itiraf etmeliyim. Kınkanatlılarla yakın­ lığım mı, söz konusu insanlar olunca bu kadar bilgisiz ve saf kılıyor acaba beni? Raporun büyük ilgi uyandıra­ cağını sanmıştım oysa sadece uzmanlar arasında tartış­ malara neden oldu. İşi, insanların bireysel olarak ya da toplumsal olarak hatta cins olarak yaşam güdüsünden yoksun olduklarını söylemeye kadar vardırmayacağım, ancak böyle bir güdünün hareketlerimize sürekli yön vermeyecek kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söyleyeceğim. Şu kadarını belirteyim ki, raporun yayımlanmasın- 75

kutupyıldızıdan sonra, üzerinde çok konuşuldu ama her konuşuldu­ ğunda karışıklık artıyor, içerdiği uyarı daha duyulmaz hale geliyor, inandırıcılığını daha da yitiriyordu. Birkaç gün sonra, uzmanların söyledikleri hem doğru hem yanlış, hem gerekli hem gereksiz görünmüştü. Sıfıra sı­ fır! Kör edici ışıklar çağında değil miydik? Benim belleğimde bu tartışma, Beatrice'in doğumu­ na denk düşüyor. Benim minik aşiretim için ve belki de insanlığın geri kalanı için yeni bir çağ başlıyordu. Kü­ çük davetlimiz bizi gece ve her gece ve gecede birkaç kez uyandırdığında, Clarence ile birlikte kalkıyorduk. O süt vermek için ve ben de - buna inanılır mı - alçak sesle şu ünlü konu hakkında yayımlanan yazıları oku­ mak için, bu da bu dönemi sıkıntısız geçirmemize ola­ nak verdi. Gerçi her ikimiz de izinliydik çünkü benim derslerim Ekim'de başlıyacaktı ve ben ilk sömestrede bütün ders saatlerinden izinli sayılmayı istemiştim. Clarence açısından, ona vaad ettiğim dinlenme yılın­ da olduğumuz söylenemez. Ama onun izni daha da kısa olacaktı. Kasımın ilk günlerinden itibaren bu zoraki tembelliğe son verdi; iki yanlış girişimden sonra araştır­ malarına yeniden başlamak için acele ediyordu. Bir gün, rahatlamış bir gülüşle elini kapı tokmağına götürüp \"Kızınla seni başbaşa bırakıyorum\" dedi. Sonra yola koyuldu. İlk ziyaretini Orleans'da Emmanüel Liev'e yaptı, tavsiyeme uyarak. Ama hemen ardından, izini yitirdim. İki duş arası Roma'ya, Casa'ya, Zürih'e gideceğini ba­ ğırıyor sonra masamın üzerinde \"üstünü değiştirmek\" için uğradığını belirten bir not buluyordum. Bu gezgin­ cilik üç hafta sürdü - Muriel Vaast onu hemen her gün arıyordu ama Clarence büyük gazetelerden biriyle an­ laşmıştı ve araştırmaları için gereken tüm giderlerin pa­ rasını almıştı. Yazısı aralık ayında, Noel'den birkaç gün önce ya- 76

kutupyıldızıyımlandı ve sanırım durumun ortaya çıkmasında ilk ciddi verileri getirmiş oldu. Bunu bir sevgili olarak değil ama bir bilim adamı ve sadık bir okur olarak söylüyo­ rum. Dünyanın bellibaşlı gazetelerinde çıkmış ne kadar yazı varsa toplamıştım. Öte yandan Andre de beni yazı kupürlerine boğmuştu ama şunu diyebilirim ki Claren- ce'ın araştırmalarından önce ortada sadece bölük pör­ çük bilgiler ve varsayımlar vardı. Liev'in verdiği kesin bilgiler sayesinde Clarence daha ileriye gidebilmişti. İlk olarak, bir araştırmacı ekibinin, inekler üzerinde­ ki bazı deneylerden cesaret alarak, erkek doğmasını sağlamak üzere, damızlığın cinsel organlarını etkileyen bir madde yaratmaya kalkıştığını, kanıtlarıyla doğrula- yabilmişti. Yüksek makamların müdahalesiyle ekip da­ ğılmış ve cezalandırılmıştı ama proje, başka laboratu- varlarda, daha az denetim olan yerlerde, uygulanabile­ cek kadar ilerleme kaydetmişti. Özellikle bir adam, doktor Foulbot adında biri, \"maddeyi\" üretmek ve yaymakla görevlendirilmişti. Projenin bilimsel beyni değil ama ticari dehasıydı. Ülke­ yi terkedip bazı Güney ülkelerinden, sözde ilaç imal e- den fabrikaları satın almayı ve yeni maddeyi onların e- tiketiyle piyasaya sürmeyi ilk akıl eden oydu. Kızıl Deniz'in limanlarından birinde bulunan bu fabrikalardan biri, iki yüz yıldan beri \"skarabe baklala­ rı\" imal ediyordu. Clarence, doktor Foulbot'un doksan­ lı yıllarda bu fabrikayı nasıl ele geçirip tantanasız ama dört bir yana yayılan çokuluslu bir şirket haline dönüş­ türdüğünü anlatmakla işe başladı. Resmi makamların kuşkusunu uyandırmamak için, tantanasız, duyurusuz, eski bir etiketin altında devrimci bir maddeyi piyasaya sürmek, bu adamın, dehasının e- seriydi. \"Skarabe baklaları\" ve benzeri maddeler hiçbir zaman yasal sayılmamışlardı ama göz yumulan madde­ lerdendiler ve bir satıcı şebekesi bunları yaygın biçimde 77

kutupyıldızısaf müşterilere satıyordu. Foulbot onlara, sessizce, ger­ çekten etkili, yanılma payı hemen hiç olmayan bir mad­ de sunuyordu. Maddenin piyasada tutunması, kulaktan kulağa yapılacak övgülere bağlıydı, Foulbot buna güve­ niyordu. Böylece alıcılar çoğalmış olacak ve her biri es­ ki bir maddeyi yeni keşfettiğini sanacaktı; resmi ma­ kamlar da mucizeler yarattığı söylenen o aynı tozun da­ ğıtımına alışık oldukları için, bunu abartılmış bir şama­ ta sayacaklardı. Foulbot bu aşırı önlemi, skarabe hak­ kında basında ilk çıkan yazılardan sonra almak gereği­ ni duymuş ve etiketleri çoğaltıp, değişik paketleme yo­ luna gitmişti. Yedi yıldan beri \"madde\" yaygın biçimde dağılmış olmalıydı. Özellikle Güney ülkelerinde ve çeşitli isimler altında. Foulbot'a da bir hayli para kazandırmış olma­ lıydı. Clarence, akıllı davranarak, \"maddenin\" kullanı­ mının olası sonuçları üzerinde duracağı yerde, işin bu yönünü genel olarak belirtmeyi ve daha çok olaylar ü- zerinde durmayı yeğlemişti. Zaten onun sayesinde bazı gerçekler tartışılır olmaktan çıkmıştı: \"maddenin\" var oluşu, geniş biçimde dağıtıldığı ve genelde itibar gören bir madde oluşu! Buna karşılık bir hayli tartışmaya yol açan konu, birbirini izleyen iki soru ile özetlenebiliyor­ du: \"maddenin\" dünya nüfusuna sürekli ve derin bir et­ kisi olacak mıydı? Olacaksa, bu gelişme yararlı mı yok­ sa zararlı mı olacaktı? Bu tartışmayı uzun boylu anlatacak değilim, övme ya da yergi yapmak için tahminde bulunmak kolay iş­ tir. Bu konuda hiç kimse yenilmezliğini ilan edemez, ama bazıları, diğerlerinden daha az kör olmuştur. Cla­ rence de bunlardan biriydi. Ancak, o tarihteki geçerli o- lan ve bir süre geçerliliğini koruyan bir düşünceyi bir­ kaç paragrafta nakletmeyi boş saymıyorum. Bunu, Cla­ rence'ın yazısından birkaç gün sonra \"Yeni bir bininci yıl için yeni bir nüfus\" başlığı ile yayımlanan Paul Pra- 78

kutupyıldızıdent'in yazısı kadar açık tanımlayan olmamıştır. Cla­ rence ile görüşmesinde dışladığı bir takım düşünceleri, yeni bir kılıf altında sunmayı başarmıştı. \"Birtakım rak- kamlardan ve taslak halindeki eğilimleri gülünç biçim­ de uzatarak saçma senaryolar yaratmak, ilk kez olmu­ yor. Dünyanın sonu geldiğini birkaç kez ilan etmediler mi? Ama Dünya, kırılması zor bir cevizdir.\" Sonra, konu dışına çıkarak, Clarence'a taş atıyordu: \"Son zamanlarda hazırlanan birtakım maddelerin, dünya nüfus artışını yavaşlatacağını söyliyenler var. Nüfus boşalıyor çığlıkları atacak yerde, dünya tarihin­ de hayırlı bir gelişme olarak nitelendirmek yoluna ne­ den gidilmez? \"Gerçekten de, binlerce yıldan beri, dünya nüfusu yavaş ve düzensiz bir artış gösterdi. Doğumlar çoksa bi­ le, ölümler az değildi. Bebek ölümleri, salgın hastalık­ lar, savaşlar, kıtlık, yüksek bir nüfus artışını engelliyor­ du. Sonra ikinci bir döneme girdik; bu dönemde tıbbın ilerlemesi ve tarımdaki teknikler sayesinde ölüm oranı geriledi; oysa doğum oranı yüksek olmakta devam etti. Bu dönem daha fazla uzayamazdı. Mantıken doğumla­ rın azalması, dünya nüfusunun kontrollü ve uyumlu bir istikrar bulması gerekiyordu. Birkaç yıldan beri geliş­ miş ülkelerde durum budur ve bu sayede barış ve refah içinde yaşamaktadırlar. Her yerde böyle olması isten­ mez mi? Bugünkü aptalca durum başka nedir? Yani, çocukların, onları besleyebilen, bakabilen, eğitebilen ül­ kelerde giderek azalması ve onlara bakamayan ülkeler­ de giderek çoğalması! \"Şayet yoksul ülkelerdeki nüfus azalacak olursa, bir kuşaklık zaman diliminde şiddetin, açlığın, barbarlığın yok olduğunu görürüz. İnsanlık, yeni bininci yılı karşı­ layacak olgunluğa sonunda erişmiş olacaktır.\" Pradent bu formülden sonra en azından gülünç olan şu cümleyi öne sürüyordu: \"Bırakalım Doğa işini gör- 79

kutupyıldızısün.\" İleri sürdüğü düşünce iyiydi de, \"madde\" doğal mıydı? Sonunda ben de omuz silkip geçtim. Pradent'in mantığı çok açıktı. Ama ben karmaşık bir yaratığım. Bir mantık ne denli sadeyse, o denli çekinirim. Neden çekindiğimi de bilemem ama bir şeyler, fili görmeden fi­ lin ensesindeki pireyi görmeme yol açar. Duygularımda bir şey, herkesin kabullendiği düşüncelerden beni uzak­ laştırır. Tabii bir de, uzun süreden beri Andre Vallauris'in etkisini hesaba katmalı. Salonunda oturmuş, dünyayı düşünürken: \"Bir meyvenin kabuklarını, meyveyi zede­ lemeden ama kabuklara aldırmadan nazikçe soyar gi­ bi\" çevremdeki düşünceleri itmeye teşvik ediyordu be­ ni! 80

kutupyıldızı K BAŞKA ZAMANDA, BAŞKA ÖRFLERDE. BABANIN ÇOCUK BAKTIĞI, ANANIN ÇALIŞIP ÜNE KAVUŞ­ TUĞU BİR ÇİFT İLE ALAY EDİLİRDİ. Ama biz böyle mutluyduk. Ben daha mı az erkek, o daha mı az kadın­ dı? Ama benim mutluluğum, Clarence'ınkinden daha el­ le tutulur gibiydi. Şubat ayından beri, müzeye giderken Beatrice'i bir dadıya bırakıyordum. Dul ve birkaç kez büyükanne olmuş bir komşu kadındı. Birinci katta otu­ ruyordu ve merdivene ilk adımımı atar atmaz, kızım es­ mer kollarını boynuma doluyordu. Gün boyunca ağırlı­ ğını ve kokusunu duyuyordum. Clarence analık işini hünerle yapıyordu. Gereken sevgiyle ama taşkınlık göstermeden! Kısacası, çocuğun ondan bana bir armağan olduğu konusunda anlaşmış­ tık; onu bana vaad etmiş, onu bana sunmuştu ve bekle­ diğimden çok daha önce! Asla şikâyetçi olmadım, onu asla beşiğin başında daha fazla tutmaya kalkışmadım. Yolu başkaydı ve Clarence o yolu izliyordu. Soruşturması yayımlandığından beri, pek az gazeteci onun kadar takdir edilmiş, davet edilmiş, dahası ödül­ lendirilmişti. Büyük röportajlar yapmak hayalini kurar­ ken, yapamayacağı kadar çok öneri alıyordu. Artık seç­ me yapabiliyordu, sabırla işlenmiş bir işin keyfine var­ mak için ve özellikle - ki bu onun deyimi idi - \"enderli- ğini korumak için\" önerileri genellikle red ediyordu. Bu zekice cilvesini de başına buyruk davranışını da onaylı- 81

kutupyıldızıyordum. İlk işe başladığı gazete ile hiçbir kin duyma­ dan esaslı anlaşmalar yaptığı gibi şu veya bu gazeteyle de yapıyordu. Aslında, taahhütlerindeki tek devamlılık bendim. Buhranlardan, sarsıntılardan ve her türlü evlilik bağın­ dan uzak tek devamlılığı! Bir tek kez, ilk karşılaştığı­ mızda, evlilikten söz etmiştik. Ona, en ciddi anlaşmala­ rın bir tokalaşma ile yapıldığı ve her türlü kâğıt parçası sarardıktan sonra da ömür boyu sürdüğü zamanların özlemini çektiğimi özlemiştim. Clarence ile aramızda, tokalaşma biraz özel oldu; daha özümlenmiş, daha kap­ samlı bir tokalaşma! Ama benim için her şeyden önce bir tokalaşmaydı. Aşkımız süresince birlikte olacaktık ve bin türlü kurnazlıkla onu sürdürecektik. Böylece, ne evli, ne aile, ne karı kocaydık... ne ber­ bat sıfatlar! Biz iki sevgili olarak yaşadık, hayatın ni­ metleri ile mutlu, ne zamanın yaşlandırmasına ne de dünyadaki karışıklıklara aldırarak! Clarence'dan başkası \"varacağı yere ulaştığına\" ina­ nırdı. Bu deyim ona hakaret gibi geliyordu. \"Hava a- lanlarına, garlara özgü bir deyim\" diyordu. \"Birisi va­ racağı yere ulaştı dendi miydi, nereye demek içimden geliyor. Nereye, hangi araçla ve hangi amaçla? Bu, te­ vazu muydu? Bence daha çok hem tevazu hem gururdu ve adına \"edep\" deniliyordu. Çünkü sık sık \"daha ileri gitmesini benceremeyenler, varacakları yere ulaştıkları­ nı söylerler\" diyordu. Clarence, adını ve yeteneğini duyuran olayın izini sürmüştü, bu olay, artık onun davası, yaşam savaşımı olmuştu. Olayların aldığı şekil onu endişelendiriyordu. \"Madde\" hakkında yazısını yayımladığında, inandırıcı olabilmek için tarafsız bir üslup benimsemişti. Ancak i- leriye sürdükleri berraktı: birtakım acemi büyücülerin açgözlülüklerini ve acımasızlığını parmağı ile işaret edi- 82

kutupyıldızıyordu. İnsanların bu çapta yönlendirilmesinde, sözde iyi bir gelecek için insanlardaki en kötüyü defetme biçi­ minde ve sistematik bir ayrımcılığın kısa yoldan uygu­ lanmasında, kabul edilmez ve caniyane bir başıbozuk­ luk görüyordu. Olaylar üzerindeki perdeyi kaldırmakla bütün dünyanın sağlıklı bir öfkeyle sarsılacağını sanı­ yordu. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Pradent'in yazısından u- zunca söz ettim çünkü onu kesip ayırmıştım ve çünkü çok açık bir yazıydı. Her çevreden pek çok insanın bu davranışı desteklediğini söylemeliyim. Clarence ile be­ nim, Pradent'inki gibi düşüncelerin en geniş kamuoyu üzerindeki derin ve çekici etkisini anlamamız gerekiyor­ du. Güney ülkelerinde kaygılarımızın kaynağının bu­ lunduğuna inanmak gibi bir alışkanlığımız vardı; onla­ rın ve bizim sorunlarımızı düzene sokmak için basit bir çözüm varsa, uygulamamak ne delilik! Bunlar hakkında hemen bir yargıya varmak doğru değil, dönemin düşünce tarzını anlamak gerekir. Geçen yüzyılın uyuşukluğu üzerinde fazla durmadan, gelişmiş dünyanın iki kanadı arasındaki buluşların, değerlerin, kurumların, konuşma dilinin, benzer yaşam biçiminin benzerliği, dünyayı bölen ve onca sarsıntıya neden olan \"yatay çatlağı\", o başdöndürücü uçurumu ortaya çı­ kartmıştı. Bir yanda, tüm zenginlikler, tüm özgürlükler, tüm umutlar... öte yanda çıkmazlar labirenti: durgun­ luk, şiddet, öfke, fırtına, kaosun bulaşıcı oluşu ve Ku­ zey cennetine kaçış ile selamete ulaşma! \"Çatlağın iki yanında, sabırsızlığın kabardığı duyu­ luyordu. Burada da bu gerçeği anlamama Vallauris yar­ dımcı oldu. Konuya değinmemize yol açan olayı anım­ samıyorum ama sanırım dinsel bağnazlıktı. Andre demişti ki: \"Benim de senin gibi sabırsız oldu­ ğum, patladığım, küfrettiğim, lanetlediğim anlar olu­ yor. Ama hemen ardından kendi kendime, dünyaya, bi- 83

kutupyıldızıze sunulduğu biçimiyle tahammül etmeliyiz diyorum. Batı her zaman senin bildiğin gibi, barış beldesi, adalet diyarı, erek ve kadın hakları ve doğa savunucusu olma­ dı. Senden bir kuşak ileride olan ben, senden farklı bir Batı tanıdım. Şunu unutma ki, yüzyıllar boyu, dünyayı katlettik, imparatorluklar kurduk, uygarlıklar yıktık, Amerika'daki kızılderilileri katlettik sonra da onların yerine, iş görsünler diye, çürük gemilerle zenci getirttik, afyon almaya zorlamak için Çinlilerle savaştık. Evet, yeryüzünde bir kasırga gibi estik! Genellikle yararlı ama sürekli bir kasırga. \"Ya burada? Kendi diyarımızda ne yaptık? Durma­ dan birbirimizi boğazladık, soyduk, gaz odalarına tıka­ dık... hırsla, ta yirminci yüzyılın ortalarına kadar. Son­ ra, günün birinde, doymuş, uslanmış, yorulmuş, biraz da yaşlanmış olarak en rahat koltuğa geçip \"Şimdi her­ kes durulsun bakalım\" dedik! Ama hayır, gördüğün gi­ bi, herkes bizimle aynı anda sakinleşmiyor. Hemen her yerde Alsace-Lorraine'ler var, dinsel, mezhepsel kavga­ lar var. Bizimkiler kadar saçma ama bizimkiler kadar kanlı! Deliliğin geçmesi gerek. \"Dünyaya karşı sabırlı olmalıyız.\" İşte Andre buydu... Sabır, şunun ya da bunun kusu­ ru yüzünden, gittikçe daha az gösterilecekti. \"Çatlağın iki yanında, basiretli sesler sönecekti. Sadece bir başka zamanın adamları, Vallaurisler, Lievler, mucize çözü­ mün çekiciliğine diretebilirlerdi. Kamuoyu, belirgin bir biçimde bütün ağırlığı ile bir o yana bir bu yana sallanmaktaydı. Daha önce kovala­ nan, susturulan \"madde\" yaratıcıları, insanlığın kurta­ rıcıları olarak ortaya çıkmışlardı. Bunda da yanılma­ mışlardı, çünkü anımsanacağı gibi günün birinde, kur­ tuluş ertesi direnişçiler gibi, gün ışığına çıkmışlardı. Rö­ portajlar, sohbetler ile \"yüzyılın buluşu\"na ve kurtarıcı­ lığına sahip çıkan - ki bir bakıma öyleydi - doktor Fo- 84

kutupyıldızıulbot'dan başlayarak bütün kurtarıcılar, karanlık ve ge­ rici güçlerin baskısı ile sürgüne gönderilmişlerdi. Televizyon ekranında görür gibiyim; kalın, siyah gözlüklerinin ardından gözleri şimşekler yağdırmaktay­ dı. Acaba niçin, kızların'doğmasına öncelik tanıyan bir madde yaratmamıştı? \"Çalışmaya tam başlamıştım ki, tahsisat kesildi.\" Maddeyi satarak servet edindiği doğru muydu? \"Kazandığım para araştırmalarıma gidiyor. Her şeyden önce bir bilginim.\" Buluşu sonucu ortaya çıkan ayırımcı tutumlardan kaygı duymuyor muydu? \"Her ilaç iyiye kullanıldığında hayırlı, kötüye kullanıl­ dığında tehlikelidir. Bir mucit, insanlığın olgunluğa eriş­ tiğini varsaymalı; yoksa birçok şey icat edilmezdi! Ama bilim geriye işlemez. İnsanlık, bilgisinden ve gücünden arınamaz. Bu böyle! Özlemciler kendilerine bir neden bulmalı.\" Zamanın en vahim belirtisi, pek çok Kuzey ülkesi­ nin eczanelerinde, \"madde\"yi içeren bazı ilaçların orta­ ya çıkması idi. Artık o eski aktar etiketlerini değil, piya­ sayı başkasına kaptırmak istemeyen büyük ilaç firmala­ rının etiketlerini taşır oldular. Cinsel ayırımcılığı ceza­ landıran yasadan kaçmak için ilaçlar erkek kısırlığını giderici olarak piyasaya sürüldüler. Reçete ile satılmak koşuluyla, Food and Drug Administration Kurulu, ABD'de satılmasına izin verdi ve ardından başka firma­ lar bu ilaçları taklit eder oldular. Bekleneceği gibi, bu ilaçların \"skarabe baklaları\" ya da benzeri maddelerle hiçbir ilgisi olmadığını savunan kalemşörler çıktı. Fazlasıyla teknik bir tartışmaya gir­ mek istemiyorum. İnsan biyolojisi benim alanım değil. Eczacılık hiç değil! Esasen burada anlatabileceğim her şey, uzmanların yapıtlarında açıkça belirtilmiş bulunu­ yor. Benim için, yaşadığım karışıklıklar ve bunların do­ ğuş nedenlerini anlamak önemli. Beatrice çağının ilk 85

kutupyıldızıyıllarında söylenenler üzerinde durduysam, \"mad­ de\"nin kimileri için olağan, kimileri için mucizevi, ki­ mileri için esef verici sayıldığını belirtmek içindir. Ama başka gerçeklerle de bir arada yaşanıyor, öyle değil mi? Tartışma kapanmıştı. Bir avuç inatçının dışında! Cla­ rence durmadan \"modası geçmiş\" bir konu üzerinde duracak olsaydı, okuyucusunu ve saygınlığını yitirmiş olurdu. Aşırı bir çöküntüye uğradığı gün şöyle demişti: \"Ka­ muoyunu uyuyan kocaman bir insan varsaymalı. Arası- ra sarsılarak uyandığında ona bir düşünce fısıldamaya çalışmalı, ama en basit en belirgin düşünceyi! Çünkü kamuoyu gerinir, arkasını döner, esner ve tekrar uyku­ ya dalar ve onu ne tutabilir ne uyandırabilirsin. O zaman, yatağı sarsılsın diye, beklemeye başlar- sın. 86

kutupyıldızı L ERKEKLERİN YATAKLARI SALLANDI DEMEK AZ OLUR. Önce bazı çekingen sarsıntılar oldu, uzaktan, hemen hemen saptanamayan. Onlardan birine, Clarence'ın mazur görülen kabahati yüzünden tanık oldum. Hoş sedalı adları olan bazı yörelerden dönerken, Clarence ertesi tatilde benimle birlikte gitmeye söz ve­ rirdi: kafasında herhangi bir araştırma konusu olmaksı­ zın, sadece dudaklarını değdirdiği nefis nimetleri tat­ mak üzere! Ancak bu hevesi, daha sonra duyduğu heyecanların bastırmasıyla söner, bir düşten ötekine sürüklenir, tüm şeytanların cenneti Chittagong, Battambang, Mandalay Djenne, Gonaîves'te dolanırdı. Bu kez, daha az unutkanlık gösterdi. Bazı konfe­ ransları izlemek üzere Naiputo'ya gitmişti. \"Evrensel\" diye nitelendirilen bu konferanslara, her biri kendi folk­ loru, kendi özelliği, kendi demeci, kendini duyurma ü- midi ile iki yüz delegasyon, binlerce diplomat, uzman, gazeteci katılırdı. Bunu, geç kalan Clarence'ın bir yer bulmakta karşılaştığı zorluğu, ve merkezde yer bulama­ yınca sömürge döneminden kalma, bir hayli uzakta U- huru Mansion denilen beyaz, basık, merdivenli ve pıt­ rak gibi açmış gül bahçeli bir yere gitmek zorunda kal­ dığını belirtmek için söylüyorum. Clarence her sabah, banyosunun penceresinden, a- çık havada kurulmuş ucu bucağı görülmeyen bir sofra- 87

kutupyıldızıya dilimlenmiş kavunlar, etli hintkirazları, yulaf ezmesi ve dumanı üstünde kahve ibrikleri taşıyan hizmetkârlar ordusunu seyrederdi. Saat sekiz buçukta usulca çalınan bir çan sesi, konuklara gelebileceklerini haber verir son­ ra kulübelerin kapıları ardına kadar açılır, insanlar yalı­ nayak koşuşurdu. Ne var ki Clarence'ın taksisi sekiz buçukta gelmiş olurdu, ona işaret eder, sıkışıklıkta kon­ feransa asla yetişemiyeceğini belirtirdi. Koşarken, an­ cak bir dilim kızarmış ekmek ile olmamış bir muz kapı- verirdi Clarence... \"Cennete inmiş gibiyim ama sadece teknik bir mola vermek üzere!\" Clarence'ın sıkıntısı buydu ve oradan ayrılmadan yılın son haftası için bir yer ayırtma niyetindeydi, üstelik fikir değiştirecek olur­ sa, pahalıya mal olsun diye parayı peşin vererek! Fikir benim de hoşuma gitti. Ama Beatrice'i Noel sı­ rası yalnız bırakma düşüncesi yine de huzursuzluk ver­ di. Bana kalsaydı onu da kıvançla yanımıza alırdım ama o söz konusu olduğunda mantığım işlemez oluyor. Clarence sadece gülerdi. Onun sözlüğünde \"siz ikiniz\" kızımla ben; \"biz ikimiz\" erkek ve kadın anlamına geli­ yordu, çağrısız bir konuk edinmemiz söz konusu bile değildi. Renk cümbüşü içindeki kara Afrika, ömrümün sade­ ce küçük bir görüntüsü oldu. Unutulduğu sanılan ama karamsar zamanlarda geri gelip ümit ve patırtı yaratan görüntülerden... Orada ne gördüm? Pek az şey; ruhsuz gökdelenlerin dibindeki satıcı kadınları, sokaklarla, duvarlarla, direk­ lerle, boş arsalarla aşinalık kuran çocuk kalabalığı, gü­ lümseyen ve göz kırpan ve salınarak uzaklaşan zamanın eskitemediği kadınların gözleri. Uzayın hakimi olmuşken zamanın tutsağı haline ge­ len kültürümüzün çelişkisi bu değil mi? Afrika'da, bu konuda insan kendini daha az hâkim ve daha az tutsak 88

kutupyıldızıhissediyor. Arasıra, kendinden uzaklaşmayı başarma hali dışında. Ben bunu denedim. Bildiğim kadarıyla U- huru Mansion, ne asıl Afrika ne de hatta gerçek Naiputo idi. Biz sadece dünya nimetlerini paylaşan bir­ kaç beyaz ile birkaç zenciydik; ama benim ev kedisi ru­ huma gerekli olan bir hava bacasıydı. Clarence'ın, gazeteciliğin bağışlanabilir günahını iş­ leyerek benden sakladığı, buraya sadece sakinliği, yeşil­ liği ve limonlu kavunları için gelmediği idi. \"Ufak bir- kontrolden\" geçireceği bir şey olduğunu, yola koyuldu­ ğumuz ve ben İngiliz usulü sağa oturup arabayı sürdü­ ğüm sırada itiraf etti. Ekvator çizgisine, sırf onu belirle­ yen sınır taşına dokunmak için gitmeye, zaten niyetli değil miydik? Nauputo'ya iki saatlik mesafeydi, yolda küçük bir sapma yapıp Nataval nehri boyunca gidecek­ tik. Yeni yüzyılın ilk yıllarının tarihini okumuş olanlar beni anlayacaklardır: söylendiğine göre, bizi ilgilendi­ ren konuda ilk şiddet olayları Nataval kıyılarında pat­ lak vermiş. Köylüler, resmi makamları \"Hint baklaları­ nı\" (doğu Afrika'da bunlara öyle deniliyordu), üreme yeteneklerini azaltmak ve bazı kabileleri uzun vadede yok etmek için dağıtmakla suçlamışlardı. Bir sağlık gö­ revlisi öldürülmüş, otuz kadar insan yaralanmıştı ve a- ralarında oradan geçmekte olan Avrupalı turistler de vardı ve dünya onlar sayesinde pek de önemli olmayan bu olayları öğrenmişti. Clarence yıkılan dispanserleri gözleriyle görmek ve köylülerle konuşmak istiyordu. Arabamız iki dakika i- çinde, homurdanan bir kalabalık tarafından sarılıverdi; saldırgan bir tutumları yoktu, şikâyetlerini kimi İngiliz­ ce, kimi swahilice sıralıyordu. Orada bulunuşumuz ka­ rışıklığa yol açar korkusuyla iki jandarma gitmemizi is­ tedi. Sözlerini tekrar ettirmedim. Bu olay benim tatil 89

kutupyıldızıdüşüncemle hiç bağdaşmıyordu. Yine de Clarence'a va­ az vermemek için çaba sarfettim. Çalışmadığı takdirde kendini kabahatli ve işe yaramaz görenlerdendi Claren- ce. Bu kalabalığın içinde olmak, onu yolculuğun geri kalan kısmı için diriltmişti. Yararlanacağı tanıklıklar da sağlamıştı çünkü he­ men ardından başka bir ayaklanma Sri Lanka'da, Bu­ rundi'de, Güney Afrika'da, hepsi benzeri nedenlerden ötürü, patlak vermişti. Bildiğim kadarıyla bazı ırkları, etnik veya dinsel grupları yok edici bir araç olarak bu ayırıcı yöntemin bilerek kullanıldığı hiçbir zaman kanıt­ lanmadı. Ama anlatılıp durdu ve kuşku, bulaşıcı birhas- talık gibi yayıldı. Herkes, bu ülkede korunması gereken hassas denge­ ler olduğunu bilir. Şu ya da bu yöneticinin, geleneksel olarak bazı düşman kavimleri yok etmek için \"bakla­ lar\"! dağıtmış olabileceği ve kendi ırkının nüfus artışını koruma çabası içinde olacağı beni şaşırtmaz. Belki gü­ nün birinde araştırmacılar, sadece bir avuç tarihçiyi il­ gilendirecek olayları gün ışığına çıkartacaklardır. Olay­ lar, onları kapsayan tutumlardan daha az önemlidir ve bu konuda yıllar geçtikçe, bir suçlama, şikâyet, kin seli­ ne tanık olunacaktı. Özellikle kırsal kesimde. Kentliler birbirlerini daha az tanır, sayılarını daha az bilir. Bir köyde, birkaç yıl i- çinde, kızların sayısında ani bir düşüş olursa, yaşlılar, erkekler ve kadınlar telaşa kapılır. Hayatta kalma gü­ düsünün son bekçileridir onlar. Topluluklarının tehlike­ de olduğunu hissettiklerinde uğursuzluk nidaları kopa­ rırlar, homurdanırlar, insanları ayaklandırırlar, sorum­ lu ararlar. Kimdir sorumlu, \"doping\" edilmiş erkekler mi? Suç ortağı kanları mı? Hastahane mi? Hasım aşiret mi? Resmi makamlar mı? Neden eski sömürgeci olma­ sın? Cinayet aracını icat eden, onlar değil mi? Nataval kıyılarında dolaşırken, Clarence ile benim, 90

kutupyıldızıbu evrensel kuşkunun bizi sürüklediği uçurumun, her­ kesin çevresinde yağmacı asalaklar gördüğü bu kin dünyasının bilincinde olduğumuz söylenemez. Bir köy dispanserinin yağmalanması, hiçbir biçimde önemli bir olay sayılmazdı. Hiç kuşkusuz dünyanın her yerinde binlerce benzeri olay olmuştur ve kurbanlarının sayısı ve kimliği bile söz edilmesine yetmemiştir. Sadece arası- ra, ilgili hükümetler kaygılanmıştır. Birkaç ender sorumlu, \"madde\"ye, onu icat ve imal edenlere dikkat çekmiş ve ilgili makamları böyle bir a- fet karşısında uyarmıştı. Ama sesleri yitip gitmişti. Yö­ neticilerin çoğu, doğumlardaki cinsiyet, etnik grup, yö­ re veya din ile ilgili bilgilerin yayımlanmasını yasakla­ makla yetinmişlerdi. Genel nüfus rakamları sır olmaya başlamış ve yayımlananlar, düzeltilerek yayımlanmaya başlamıştı. Nüfus bilimciler saçlarını başlarını yolar ol­ muş, verilerin toplanmasında \"tahmin edilemez bir ge­ rilemeden\", yüz yıllık bir gecikmeden söz eder olmuş ama sonunda \"ilan edilmeyen\", \"tarihsiz\" \"tahmini de­ ğerlendirmeler\" ve diğer bilgisizlik itiraflarına alışılır ol­ muştu. Kabul etmek gerekir ki yöntem etkili olmuştu. Köy­ lerdeki öfkeden daha az söz edilmeye başlanmıştı. Oysa artık bugün, bunların büyük sayıda, kanlı ve her zaman bastırılamayan ayaklanmalar olduğu bilinmektedir. An­ cak o yıllar, Kuzey ülkelerini sarsmaya başlayan tartış­ malardan çok daha az yankı uyandırmışlardı. 91

kutupyıldızı M TANIMADIĞIM BİR EL YAZISIYLA YAZILMIŞ BİR PUSULA, Afrika'dan döndüğümün ertesi günü, Paris karlar altındayken, Andre Vallauris'in öldüğünü haber verdi. Vaftiz babam, dolaşmak için sokağa çıkmış. Ra­ hatsızlık duymuş ve düşmüş. Cenazesi sessizce kaldırıldı. Clarence yanımda ol­ mak istemişti, İrene ve Emmanuel Liev de oradaydı. Vallauris'in birkaç meslektaşı ve nispeten genç bir ka­ dın vardı. Onu hiçbirimiz tanımıyorduk ama, görünür­ de dul rolünü üstlenmiş gibiydi. Gözyaşsız, mendilsiz, güzelliği ile, çok güzel oluşuyla, şıklığı ile kafa tutuyor­ du ölüme. Sonuna kadar Andre'nin hayatı, hayatın da Andre'yi sevdiğini kanıtlamak için. Yaşına bakılırsa - kırk yaşlarında olmalıydı - Andre benim vaftizimde bulunduğu sıralar, o küçük bir kız ol­ malıydı. \"Hovardalığın en soylusuyla yetinmek, aşk ol­ madan aşk yapmamak, evliliğe saygı duymamak.\" Hiç kuşkusuz bu dul, Andre'nin hayatına, aşk zincirinin bir halkası olarak katılmış olmalıydı. Sonuncu sevgili ol­ mak gibi acı bir ayrıcalığı oldu. Andre ile yaşıyor muy­ du? Onu görmeye gittiğim pazar günleri, arka odalar­ dan birinde saklanıyor muydu? Yoksa buluşma saati­ mizden önce çıkıp gidiyor muydu? Tören bittiğinde onun elini ilk sıkan ben oldum; her­ kes aynı şeyi yapmak için arkamda sıraya girdi. Bu bek­ lenmedik törene, eğlenmiş gibi bakıyordu. Belki de bu­ nu görse, Andre'nin gülümsemesi aklına gelmişti. 92

kutupyıldızıEn çok etkilenenimiz, karısının gözü sürekli üstünde olan Emmanuel oldu. \"Ufaklığın\" kaybı, kalp atışlarını ve kemik çatırtılarını daha fazla duymasına neden olmuş­ tu. Arabalara doğru giderken onunla birkaç adım attım. —Şu hınzır Vallauris yumurcağı! Soğuğa hiç daya­ namazken, sen tut da karda yürümeye kalkış! Müthiş kızıyordu ona. Yazgı, yaş, önlenmez akıbet gibi sözler söyledim. Liev'lerden izin istediğim sırada \"dul\" bana yetişti: —Andre'nin masasında size yazılmış bu zarfı bul­ dum. Mektubu okuyabilmek için direksiyonu Clarence'a bıraktım. Bu bir vasiyet değildi; zarfın üzerinde adım, adresim ve yapıştırılmış bir pul vardı. Şöyle diyordu: \"Seninle önümüzdeki buluşmamızda tartışmak iste­ diğim bir düşüncem var. Ama şimdiden onu sana yazı­ yorum. Üzerinde düşün diye. Belki, fazla gecikmeden onu somutlaştırabiliriz. \"İşte: Sanırım, insan soyunun sorumsuz müdahale­ lerle karşılaştığı tehlikelerden kamuoyunu uyaracak bir \"Bilgeler Şebekesi\" kurmanın zamanı geldi. Olaya karşı umursamazlık ve tehlikenin sadece Güney ülkeleriyle sı- nırlı kalmıyacağını bilmezlik karşısında dehşete düşüyo­ rum. Sorunlarımızı, tırmanmakta olan bir iğrenç soykı­ rım yoluyla mucizevi bir çözümü kabullenmek hem ha­ yaldir hem cinayettir. \"Bu 'şebeke'ye başkanlık etmesi için Liev'i düşün­ düm, sekretaryasını ve işlerliğini sağlamak için de seni ve kız arkadaşını... \"Bu konuda başka fikirlerim de var. Beni görmeye geldiğinde konuşuruz.\" Bu son cümle bana, yaklaşık yetmiş beş pazar süren \"sohbetlerimizi\" hatırlattı. Bana, eşi bulunmaz bir bilgi hazinesi ve yaşam sevinci sunmuştu. İleri sürdüğü dü- 93

kutupyıldızışünceyi, onun anısına, geliştirmek benim için bir gönül borcuydu. Aynı akşam Liev'i aradım, aslında ne diyece­ ğini biliyordum. Andre gibi o da aynı endişeleri duyu­ yordu ve tıpkı benim gibi, bu yoldan anısına bir şey yapmak istiyordu. Ama acaba şu \"Bilgeler Şebekesi\" deyimi azıcık iddialı, hatta gülünç değil miydi? — H i ç de değil diye yanıtladı heyecanla. Bilgelik ça­ ğımızın unuttuğu bir meziyet. Aynı zamanda bilge ol­ mayan bir bilgin, ya tehlikelidir ya da, en iyi halde, işe yaramazın tekidir. Sonra, \"şebeke\" sözcüğünde bir gi­ zem, bir belirsizlik, insanların merakını çeken bir mu­ ziplik var. Hayır, Andre yanılmadı, Bilgeler Şebekesi iyi bir buluş! Ben varım! Clarence de aynı heyecanı paylaşınca; dört gazetede, uluslararası kamuoyuna, bir bildiri yayımlamaya karar verdik. Şöyle diyordu: \"Bizler, bilim, iletişim, kültür ve eylem insanları ola­ rak, Dünyamıza, bir kez daha kin ve öfkeyi tattıracak, ilerlemeleri çığrından çıkartacak, ölümcül serüvenler­ den korunmak için, bir \"Bilgeler Şebekesi\" kurmaya karar verdik. Amacı: —Cins, ırk, etnik, din ya da başka bir kıstasa göre ayırımcılığa yol açan sapık icatlar yoluyla insan soyu­ nun her türlü istismarına son vermek; —Dünyanın Kuzey ve Güney yöresi arasında hızlan­ dırılmış bir yakınlaşmayı, her yoldan geliştirmek; —Öfke ve hoşgörüsüzlüğün artmasına karşı kamuo­ yunu ve sorumluları sürekli uyarmaktır. Liev ile Clarence'ın öngördüğü bir \"imzacılar\" liste­ siyle, imza ve para yollamak istiyenlere Geoffrey-St- Hilare Sokağı'nın adresi bildirinin altında yer alıyordu. Otuz kadar imzacı, alfabetik sıraya göre altalta ya­ zılmıştı. Sadece Andre Vallauris, V harfine karşın, liste­ nin başında yer alıyor ve isminin hemen yanında, pa­ rantez içinde (anısına) deniliyordu. 94

kutupyıldızıBirkaç gün sonra, çerçeve içinde yayımlanan metine bakarken, dostuma bu armağanı verdiğim için mutlu ama adımın ve adresimin milyonların gözü önüne seril­ mesinden hoşnutsuzdum. Küçük bir katılım olursa, ne büyük bir düş kırıklığı olacaktı! On binleri aşarsa, o za- man da ne iş! Bunlar ne zaman okunacak, her mektuba nasıl yanıt verilecekti? Bu ayrıntılar arasında, esas ola­ nı, yani Vallauris'in, Liev'in ve Clarence'ın savaşımını unuttum sanılmasın. Artık benim de ilk saflarında yer aldığım savaşı! Ama sahneye sıyrılamadığım bir kor­ kuyla çıktığım da bir gerçekti. Daha sonraki davranışı­ mı kimse yanlış anlamasın diye, şimdiden belirtmek is­ tediğim bir olguydu bu. Bildirinin yayımlanmasından sonraki haftalar, Liev beni her sabah aradı. Beni duştan çıkarttığı ya da kah­ valtımı yarıda bıraktırdığı için \"üzgün\" olduğunu söy­ lemekle işe başlıyordu; sonra günlük mektuplar hakkın­ da ayrıntılı bilgi istiyordu. Kaç mektup geldiğini söylü­ yordum ona, ortalama yirmi mektup benim için ideal sayı idi çünkü hem ilgiyi gösteriyor hem de benim için angarya olmuyordu. Memnunlukla \"başkan\" diye çağırdığım Emmanuel, ben mektupları açarken hattın öbür ucunda sabırsızlanı­ yordu. Şu mektup meslektaşım Favre-Ponti'den geliyor­ du, görünürde barışmıştı; şunlar bir öğretim üyesinden, bir eski bakandan, bir hahamdan, bir biyoloji uzmanın­ dan gelmişti; en beklenmeyeni Vallauris'i çok iyi tanımış ve hatta üç yıl onunla birlikte çalışmış Şikago'lu bir avu­ kattan gelmişti. Adı Don Gershwin idi. Gershwin ve Gershwin avukatlık firmasının mensubuydu. Mektubun birinci kısmı, ölümünü yeni öğrendiği or­ tak dostumuzla ilgiliydi. Andre, onu ilk kez kabul etti­ ğinde, neler söylediğini yazmıştı: \"Paris'e âşık bir Ang- lo-Sakson'a her zaman güvenirim. Avukat bile olsa.\" 95

kutupyıldızıÖnemli olan mektubun ikinci kısmıydı. \"Bilgeler Şe­ bekesi\" girişimini ivazsız alkışlayan Gershwin, \"mad­ de\" ile ilgili tüm belgeleri, tıbbi, sosyal ve diğer etkileri­ ni, ileride örnek sayılabilecek bir davada kullanılmak ü- zere, bildirmemi istiyordu. Andre bana birkaç kez Fransa'da fikir tartışmaları­ nın, ahlaki veya siyasi kavramlar çerçevesinde dönenip durduğunu oysa Amerika'da, eninde sonunda bir yargı­ cın önüne geldiğini söylemişti. Bir hukuk adamı olarak bunun özlemini çekmiyor değildi. Bizim konumuzda da, Şikago davası ve hemen ar­ dından da o çok ünlü \"Vitsiya\" olayı olmasaydı, Bilge­ ler Şebekesi saygın bir posta kutusu olmaktan öteye git­ meyecekti. 96

kutupyıldızı N DON GERSHWIN ADI GÜNÜMÜZDE PEK ÇOK Kİ­ Şİ İÇİN BİR ŞEY İFADE ETMEYECEKTİR. Bellekler­ de kalan sadece Amy Random'un adı. Illinoisli genç bir çiftçinin eşi olarak, doğacak ilk çocuğunun erkek olma­ sını istemişti. Aptalca ve safça... sadece kocası Harry'nin kendi üne sıkıca sarılmasını sonra da oğlunu gururla kollarına almasını istediği için eczacısından bir takım haplar almış ve içlerindeki tozu kocasının içtiği bira köpüğüne karıştırıvermişti. Genç çiftin bundan sonra verimli bir cinsel yaşamları olmuştu. Kışın Harry Junior, bir yıl sonra da ikizler Ted ve Fred doğmuştu. Babanın ağzı kulaklarındaydı ama artık bir kızı olsun istiyordu. Amy, bunu gerçekleştirmek için eczacısını görmeye gitmişti. Ama ne yazık ki \"karşıt madde\" henüz keşfe­ dilmiş değildi. Yani iş tesadüfe mi kalıyordu? Eczacı \"ne yazık ki öyle\" demişti; kocasının edindiği erkeklik­ ten sonra bir kızı olması için yıllarca beklemesi gereke­ bilecekti. Bilim adamları \"madde\"nin, özellikle büyük dozda verildiğinde, eskiye dönüşü hemen hemen olanaksız kıl­ dığından kuşkulanıyorlardı ama hiç kimse Amy'e ve di­ ğer milyonlarca kullanıcıya bu durumu bildirmek zah­ metine katlanmamıştı. Öfkeli, umutsuz, suçluluk duygusu içinde kıvran­ makla birlikte, korkusunu yenen Amy, Harry'ye her şe­ yi anlatacak kadar cesaret göstermişti. Harry bir süre 97

kutupyıldızıonu cadıcılık, büyücülükle suçlamış, dövmekle tehdit etmiş, çiftlikten kovacağını söylemişti ama, sert erkek­ lerden değildi ve Amy, çilli burnu ve şaşkın bakışları ile onu yumuşatmayı bilmişti... Bir süre sonra, el ele verip avukatlarına gitmişler, çiftçiler ile bankalar arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemede daha usta olduğunu dü­ şünen avukat da onları, Şikago'daki Gershvvin ve Gers­ hvvin firmasına göndermişti. Random'lara göre eczacısının asılması gerekiyordu ama Don Gershwin doğrudan üreticiye dava açılması i- çin onları ikna etmişti. Amy Random'un davası, bir anlamda \"madde\" da­ vası, kamuoyunun ve sorumluların davranışlarında bir dönüm noktası oldu. Hatta, \"doğal doğum\" ile \"tercih­ li doğum\" yandaşları arasındaki eski ve genellikle şid­ detli kavgayı yeniden başlatmak oldu; Don Gershwin bunu atlatmayı becerdi. Büyük bur ustalıkla, kürtaj karşıtı olanlarla, kadın hakları savunucularını kendi kampına toplamasını bildi. Özellikle kadın hakları sa­ vunucularına, üretilen bu maddenin bir ayrımcılığa yol açtığını çünkü sadece erkeklere doğma hakkı tanıdığını kabul ettirdi. Doktor Foulbot ile taklitçilerini hor gören Kilise ile Bilim dünyasını kendi yanına çekmesini bildi. Avukat ayrıca, üreticilerin, geriye dönüşü olmayan bir yöntemi müşterilerine haber vermemekle, güvenleri­ ni kötüye kullandıklarını belirterek kamu oyunu da kendi yanına çekmişti. Yanılmıyorsam \"gynesterilizas- yon\" deyimi hatta bir hayli yersiz biçimde \"sterilizas- yon\" deyimi \"madde\"nin etkilerini belirtmek için ilk kez bu davada ve davayla ilgili tartışmalarda kullanıldı. Amy Random konusu iki yıl süresince Amerika'yı meşgul etti ve sonunda üreticiler, karı kocaya iki mil­ yon dolar ödemeye mahkûm edildiler; \"tıbbi\" denilen diğer davalarda ödenenlere kıyasla büyük bir para sa- 98

kutupyıldızıyılmazdı ama aynı yıl içinde aynı nedenden ötürü aynı sonuçları alabilme olasılığı olan davalar düşünülecek o- lursa, üreticilerin başlarına gelen felaketin büyüklüğü kolaylıkla anlaşılır. Bu işe girişenlerin tümü iflas etti, kimileri hapise girdi, diğerleri ülkelerini terketti. Hukuksal ve parasal yönü bir yana, Random davası­ nın Kuzey ülkelerinin tümünde sağlıklı bir etkisi oldu. Beatrice'in beşinci yılına kadar (olayları kızımın yaşına göre belirtmeme kızılmasın, hoşgörülü okuyucularımın anlamakta gecikmeyecekleri nedenlerim var; üstelik Beatrice hemen hemen yüzyılla aynı zamanda doğdu) e- vet, diyordum ki Beatrice'den sonra beşinci yılda, Ku­ zey ülkeleri, kötülüğün yayılmasına sadece seyirci kaldı­ lar. Bazan onaylayıcı, bazan kuşkulu ve genellikle u- mursamaz seyirciler olarak... \"orası\" söz konusu oldu­ ğunda davranış yelpazesindeki ortak tutum buydu. \"Madde\" ise, seyircilerin gözünde, \"oraya ait bir mad­ de\" idi. Ya da daha kaba deyimi ile \"az gelişmişlerin işi\" idi. Alt tarafı Kuzey, nüfus sorunlarını çözümlemişti, el­ verişli nüfus artış oranını bulmuştu, ne az ne fazla! Üs­ telik yapılan sondajlar, insanların kız-erkek tercihi yap­ madıklarını gösteriyordu. Korkulacak bir şey yoktu. Bunları, diğer pek çok sorun gibi, rahatlıkla tartışabilir­ lerdi, her şey düşünce planında kalırdı. Kendilerine do- kunmaksızın! Alay etmiyorum, ya da pek az ediyorum. O tarihte düşünülenleri özetlemeye çalışıyorum. Yakın çevremde değil tabii. Liev'lerinkinde de değil. Claren- ce'ınkinde de değil. Ama genel düşünce biçimi buydu iş­ te. Gerçi sanayileşmiş ülkelerde \"madde\" uzun süre bi­ linmedi. Bazıları duyduğunda, şarlatanlık diye niteledi­ ler. Doktor Foulbot'un işlemlerine, çelişkili bir biçimde nitelik kazandıran Birleşmiş Milletler raporuyla ilgili o- 99

kutupyıldızılarak Beatrice'in doğduğu yıl tartışmalar oldu. Böylece, uzun laboratuvar araştırmaları yapıldı. Etkisi kanıtlan­ mış oldu. \"Madde\"yi içeren ilaçlar, Paris, Londra, Berlin veya Şikago eczahanelerinde yasal olarak satılmaya başlandı­ ğında, satın almak için kuyruğa giren olmadı. Ama stoklar rahatça tüketildi, yeniden stoklandı sonra tek­ rar tüketildi. Müşterileri kimlerdi? Avrupa'da başlıca a- lıcıların Türkler, Afrikalılar ve Kuzey Afrikalılar; Kuzey Amerika'da da Latin kökenliler olduklarına dair yapı­ lan çığırtkanlıkların doğruluğunu anlamak için alelace­ le soruşturmalar başlatıldı. Kuzey ülkeleri değil diye ra­ hat nefes alındı. Kuzey'de bu işi yapanlar ise, \"tropikal düşünce tarzına\" sahip olanlardı. Bu esmer insanlara kendi aralarından daha fazla ka­ dın ve erkeğin katıldığını uzun süre kimse kabul etmek istemedi. Sadece birkaç \"sefil\", birkaç \"sınıfsız ve sınıf- landırılamayan\" insan diyorlardı ya da o tarihte yaygın olan daha güçlü bir inancı tekrar etmek gerekirse \"eski kafalıların son örnekleri\" bu işi yapıyor deniliyordu. Amy Random olayı, ilk kez ortaya çıktığında da, bir kı­ sım basın, kadını \"okuma yazması olmayan\", \"rekla­ mın etkisinde robotlaşmış hizmetçi\" diye suçlayan yazı­ lar yayımlamaktan çekinmedi. \"Bir kısım basın\" de­ dim, bu satırları Clarence yazmış olsaydı, meslektaşları­ na daha acımasız davranırdı. O tarihte, bütün haberleş­ me araçlarının aynı aldatıcı mesajı yayımladıklarına i- nanıyordu Clarence. O mesaj da, Kuzey'in korkacak bir şeyi olmadığı, \"madde\" olayının, \"önemsiz\", \"an­ lamsız\", \"sınırlı\", \"küçük\", \"kontrol altına alınabilir\" olduğu idi. Clarence bir süre, aynı şeyi ifade eden bu deyimleri sıralamakla eğlendi. Sanırım, yirmi dört ya da yirmi yedi kadar saymıştı ama günün birinde bu oyun ona eğlenceli gelmez oldu. —Onca radyo, televizyon, gazete ile farklı düşünce- 100


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook