Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Keloğlan'ın Babası 1

Keloğlan'ın Babası 1

Published by combojoy, 2021-03-10 13:47:46

Description: Keloğlan'ın Babası 1

Keywords: Masallar Ülkesinde Matematik

Search

Read the Text Version

1

2

Bu kitap; Masallar Ülkesinde Matematik eTwinning Projesi kapsamında ortak ürün olarak proje öğrenci ve öğretmenleri tarafından yazılmış ve görselleştirilmiştir. 2021 PROJE EKİBİ Ahmet CANBOLAT - ISPARTA/MERKEZ Meryem SAK KASAPOĞLU – KOCAELİ/GEBZE Elif Banu YETİMOĞLU – ANKARA/GÖLBAŞI Zübeyde ARSLAN – ANKARA/ÇANKAYA Gülay BAYKAL – TOKAT/ZİLE Gülben ORAKÇI – VAN/ÖZALP Gülşah BULUT – BURSA/OSMANGAZİ Yavuz Selim BULUT – BURSA/NİLÜFER Şule ŞİMŞEK CANTEZ – KONYA/KARATAY Özlem YURTSEVER – İSTANBUL/BAYRAMPAŞA Gunel ARMURADOVA – AZERBAYCAN Raifa HİDAYATOVA – AZERBAYCAN Aynur AXUNDOVA – AZERBAYCAN Aytakin BAYRAMOVA - AZERBAYCAN 3

KELOĞLAN ISPARTA’DA Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, güzel mi güzel bir ülkede Keloğlan adında saf mı saf, akıllı mı akıllı bir çocuk yaşarmış. Keloğlan ile annesi hayatlarını birlikte devam ettirirlermiş. Çok fakir olan Keloğlan ile anası köyde çobanlık yaparlar ve geçimlerini bu şekilde sağlarlarmış. Günlerden bir gün, Keloğlan çobanlık yaptığı bir sırada yanına bir güvercin gelmiş. Güvercinin ayağında bir kâğıt varmış. Güvercinin ayağındaki kâğıt Keloğlan’ın dikkatini çekince hemen kâğıdı alıp okumaya başlamış. Kâğıtta, yıllar önce babasını kaçıran eşkıyaların babasını götürdükleri yerin şifresini bulacağı bir harita ve altında izleyeceği yol varmış. Keloğlan hemen kâğıdı alıp anasının yanına 4

koşmuş. Olanları anasına bir bir anlatmış. Bu haritayı ve şifreleri kullanarak babasına ulaşacağını biliyormuş. Bu durum anasını çok telaşlandırmış ama Keloğlan’ın gözündeki kararlılığı gördüğü için de Keloğlan’a destek olması gerektiğini çok iyi anlamış. Anasını düşündüren şeyler, oğlunun bu yolu izlerken karşısına çıkacak engeller ve paralarının olmamasıymış. Keloğlan, anasına yola sabah gün ağarırken çıkacağını söylemiş. Anası, Keloğlan’a: - Ey benim saf oğlum, dünyalar çiçeği çocuğum! Herkesi kendin gibi saf ve temiz sanma. Yoksa başın çok ağrır. Gurbete ilk defa çıkıyorsun. Ne hain ol ne de hainliğe uğra. Hadi uğurlar ola, kara talihin açık ola. Yalnız, çok bekletme beni, gözlerimi yollarda koma emi, demiş. Biriktirdikleri üç beş kuruş parayı Keloğlan’ın cebine koymuş. Keloğlan anasına: - Ey ana, sen hiç merak etme ben gittiğim yerlerde para kazanacak bir yol bulurum. Ne yapar eder babamı buraya getiririm, demiş. Sabah güneş ağarırken yola çıkan Keloğlan, şifreyi bulmak için ilk yerin neresi olduğunu anlamaya çalışmış. Şifrede gideceği yerin mayıs ayında pembe güllerle, haziran ve temmuz aylarında lavantalarla donatıldığı yazıyormuş. Hemen aklına ilkokul arkadaşı Han gelmiş. Çünkü Han, babasının halı işleri sebebiyle Isparta iline yerleşmiş. Isparta, Keloğlan’ın yaşadığı köye çok uzak değilmiş. Keloğlan az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, Isparta iline varmış. İlk iş olarak arkadaşının babasının iş yerini bulmaya çalışmış. Isparta’da el halısı çok meşhur olduğu için Han'ı bulmak zor olmamış. Isparta halılarının satıldığı yer olan Halı Sarayı’na varmış. Burada Han'ın babasının dükkânını hemen bulmuş. Han, babasına dükkânda yardım ediyormuş. Keloğlan’ı karşısında görünce çok şaşırmış, çok da sevinmiş. Keloğlan arkadaşına neden Isparta’ya geldiğini anlatmış. Keloğlan’ın acıktığını fark etmiş Han. Keloğlan’la Isparta’nın en meşhur yemeği olan Kabune pilavı yemişler. Bu nefis yemeğe bayılan Keloğlan’a Han, Kabune pilavının hikâyesini anlatmış: Bir gelin, yorgun kaynanasını oturtup bir gün önceden kalmış biraz nohut, bir parça haşlanmış et ile pirinç pilavı pişirmiş. Bu nefis pilav karşısında kaynana: -Kı(z) bu ne, demiş. Zamanla, kı bu ne, kabune olarak söylenmeye başlanmış. Mükemmel Kabune pilavının lezzeti karşısında mest olan Keloğlan, bu nefis yemekten dönüşte annesine de götürmeye söz vermiş. 5

Şifrenin iki harfi Isparta’nın Aksu ilçesindeki Zindan Mağarası’ndaymış. Zindan Mağarası’na gitmeden önce biraz para kazanmak istediğini söyleyen Keloğlan’ı Han hemen sabahın ilk ışıklarıyla gül bahçelerine götürmüş. Isparta gülü özel bir gül çeşidiymiş. Isparta gülü, melez bir gül çeşidiymiş ve en fazla gül yağı bu türden elde ediliyormuş. Öğle saatlerine kadar süren gül toplama işlemi yaklaşık bir ay bu şekilde devam etmiş. Parasını da biriktiren Keloğlan arkadaşı Han ile Zindan Mağarası’nın yolunu tutmuş. Zindan Mağarası’na giderlerken Uluborlu ilçesinde, ağaçların dallarından sarkan kocaman kirazları görünce şaşıran Keloğlan’a Han, - Napolyon kirazı ülkemizin önemli kiraz çeşididir. Yurt dışına ihraç edilir. Bu kiraz kalp şeklinde, kabuğu kırmızı, bol sulu, ömrü uzun bir kiraz çeşididir, demiş. Bir bahçenin yanında duran Keloğlan’a Ak Bayram lakaplı Bayram dede, kirazlarından ikram etmiş. Bu nefis tat karşısında da Keloğlan’ın dili tutulmuş. Bu lezzeti de anacığına götürmeye söz vermiş. Uluborlu’dan ayrılıp tekrar yola koyulmuşlar. Yol üzerinde eşsiz güzelliği ile Eğirdir Gölü’nü gören Keloğlan, bir kez daha şaşkınlığını gizleyememiş. Eğirdir Gölü Türkiye’nin dördüncü büyük gölüymüş. Göl yedi rengi de içinde barındıran eşsiz bir doğa harikasıymış. Akpınar Seyir Terası’ndan bu eşsiz manzarayı izleyen Keloğlan’ın, gölün etrafındaki elma bahçelerinin çokluğunu görünce hayranlığı kat kat artmış. Soğuk hava deposundan gelen bir elmanın kafası kadar olduğunu görünce Allah’ın verdiği nimetlere şükretmeden edememiş. Isparta elması, Türkiye’de 6

elma üretiminde ilk sırada yer almaktaymış. Keloğlan, Han’a ne kadar şanslı olduğunu, çok güzel bir şehirde yaşadığını söylemiş. İki arkadaş tekrar Zindan Mağarası’nın yolunu tutmuşlar. Aksu Çayı Boğazı’nın güneye bakan yamacında bulunan mağara, yarı aktif bir mağaraymış ve içi tamamen aydınlatılmış. Zindan Mağarası’na girdiklerinde çok rahat yürüyebilecekleri bir alandan geçmişler. Mağaranın en sonunda hamam denilen kısımda yerler mozaikmiş ve mozaikte “MA” yazıyormuş. Keloğlan arkadaşına “İşte ilk şifremiz tamam canım arkadaşım!” diye bağırmış. Sevinçten havalara uçan iki arkadaş dönüş yolunda Isparta’da bulunan sadece kış turizmi değil on iki ay sportif faaliyet yapılabilecek Davraz Kayak Merkezi’nden; tarihi “Kral Yolu”nun bulunduğu, Bizans döneminden kalma ibadet alanları ve yazılar bulunan, bu yazılardan dolayı Yazılı Kanyon adı verilen ve turistlerin uğrak noktası olan Yazılı Kanyon’dan; Yalvaç sınırları içinde bulunan, Milattan Önce 275 yıllarında yapılan Pisidya Antik Kenti’nden; Toroslar’ın en yüksek dağı olan içerisinde Türkiye’nin en uzun mağarası bulunan Pınargözü Mağarasını da barındıran, yılın on bir ayı üzerinde kar eksik olmayan ama aynı zamanda Melikler Yaylası denilen kısımda Türkiye’nin dört bir yanından gelen dağcıların çadırlarıyla konakladıkları Dedegöl Dağı’ndan ve daha birçok turizm ve kültür mekânından bahsetmişler. Isparta’ya döndükten sonra ilk işleri lavanta bahçelerine uğramak olmuş. Lavanta bahçeleri Isparta merkezine 50 km uzaklıktaki Kuyucak Köyü’ndeymiş. Lavanta bahçeleri eşsiz güzelliğinin yanında Burdur Gölü’nü de ardında barındırıyormuş. Lavanta hasadı temmuz ayı sonu ağustos ayı başında bitermiş. Asıl önemlisi Türkiye’de lavanta ihtiyacının yüzde 90’ı buradan karşılanırmış. Keloğlan tarlada yerli ve yabancı turistlerle çektirdiği güzel pozlar ve yanına aldığı birbirinden güzel lavanta ürünleriyle arkadaşı Han'a teşekkür edip yeni şifreden anladığı Mevlana diyarına doğru yola koyulmuş. 7

KELOĞLAN KONYA’DA Az gitmiş uz gitmiş, Beyşehir’e varmadan susamış. Yol üzerindeki Eflatunpınarı’na uğrayarak kana kana su içmiş, elini yüzünü yıkamış. Kavak ağaçlarının altında soluklanırken yanına gelen köylülerden Hititlerden kalma bu üç anıtın UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne dahil edildiğini öğrenmiş. “Allahaısmarladık!” deyip köylülerden ayrılarak Eşrefoğulları Beyliği’nin başkenti Beyşehir’e doğru yola koyulmuş, bir yandan da karnı acıkmaya başlamış. Aklında askerlik arkadaşı Salih’i bulmak varmış. Askerde Salih, Beyşehir’i, balkondan gölü 8

izlediğini, tekne ile sazan avlamaya çıktığını anlatırmış hep. İlk işi göl kenarındaki tekne sahiplerini bulmak olmuş. Onlara Salih’i tanıyıp tanımadıklarını sormuş: - Dur, hemen çağıralım, demişler. Salih merakla koşmuş, gelmiş. Keloğlan’ı görünce; - Vay, asker arkadaşım gelmiş, diyerek sarılmış, kucaklaşmışlar. Keloğlan, Konya’ya geliş amacını anlatmış. Salih; - Hallederiz ortağım, ama gel önce bir Beyşehir sazanı yiyelim, sonra ne yapacağımıza bakarız, demiş. - Karınlarını doyurup tarihi taş köprüden geçerek Eşrefoğulları Camii’ne gelmişler, vakit namazlarını kılmışlar. Göl kenarında dolaşırken Salih, Eşrefoğulları Camii’nin Anadolu'daki ahşap direkli camilerin en büyüğü ve orijinali olduğunu; minberinin tamamen ceviz ağacından, üstün bir işçilik ve zengin bir süsleme ile oymalı, çatmalı ve tutkalsız olarak yapıldığını da anlatıvermiş. Keloğlan camiyi uzun uzun süzüp; - Bizim şifre Konya’da nerede saklı kim bilir, demiş. Salih arkadaşına yardımcı olmak isteyerek, - Bu akşam misafirimiz ol, yarın Konya’ya Beyşehir sazanı götüreceğim. Beraber gideriz, demiş. Sabah erkenden Salih’in eşinin hayır duaları ile yola çıkmışlar. Yolda Altın Apa Baraj Gölü’nü geçip Akyokuş’ ta durmuşlar. Salih: - Gel ortağım, buradan Goca Gonya’yı izlemeden geçilmez, demiş. Keloğlan, ucu bucağı görülmeyen Konya Ovası’nı hayranlıkla izlemiş. Tekrar yola çıkıp Muhacır Pazarı’ndaki balık haline sazanları teslim etmişler. Salih, hadi gelmişken seni gezdireyim biraz, demiş. Mevlana, Atatürk Müzesi, Etnografya Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Alaaddin Tepesi, İnce Minare ve İstiklâl Harbi Şehitliği’ni Salih anlata anlata bitirememiş. Keloğlan, Mevlana diyarına hayran kalmış kalmasına da çok yorulmuş, karınları da acıkmaya başlamış. Salih’in tanıdığı etli ekmekçi Cemal’in dükkânının yolunu tutmuşlar. Etli ekmekle karınlarını doyururken bir yandan da sohbet ediyorlarmış. Keloğlan’ın macerasını duyan Cemal: 9

- Ortağım, gel burada çalış, burada kal. Hem iş öğren hem babanı birlikte ararız, demiş. Salih çok sevinmiş, Keloğlan’ı güvenli bir yere emanet ederek helalleşmiş ve gönlü rahat bir şekilde: - Dönüşte babanla mutlaka uğra, diyerek Beyşehir’e doğru yola koyulmuş. Keloğlan hem araştırma yapıyor hem etli ekmekçide meslek öğreniyor hem de para biriktiriyormuş. Cemal, iyi adammış. O da soruyor, soruşturuyor, öğrendiklerini Keloğlan ile paylaşıyormuş. Bu arada bir de düğün hazırlığı yapıyormuş. Keloğlan, izin günlerinde 80 Binde Devr-i Alem Parkı, Kelebekler Vadisi, Japon Parkı’nı gezerek şifredeki kuzey kapısını arıyormuş. Bir cumartesi akşamı Cemal, Keloğlan’ a: - Hazırlan, seni bir yere götüreceğim, demiş. Beraber Mevlana Kültür Merkezi’ne gitmişler. Kalabalığı aşıp boş bir koltuğa oturmuşlar. Ney sesi, semazenlerin gösterisi büyülemiş Keloğlan’ı. Zaman geçiyor, Keloğlan bir yandan sabırsızlanıyor, bir yandan da Konya’ya alışıyormuş. Cemal’in düğün zamanı gelmiş. Cumartesi akşamından kazanlar kurulmuş. Keloğlan bu büyük telaşı anlamıyormuş. Elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışmış, söylenenleri yapmış. Pazar günü yuvarlak sofralar kurulmuş, davetliler gelmeye başlamış. Keloğlan’ı da sofralardan birine oturtmuşlar. Sofralara önce ekmek, meyve suyu ve su gelmiş. İki büyük kâse yayla çorbası sofraya konulmuş, herkes kaşıklamaya başlamış. Çorbalar daha bitmeden iki büyük tabak kavurmalı pilav, yanında Konya’ya özgü “zerde” tatlısı, bunlar daha bitmeden helva gelmiş. Keloğlan tam “Kesenize bereket!” deyip kalkacakken iki kâse bamya çorbası gelince şaşırmış. Sofradakiler ona gülmüşler ve tekrar oturtmuşlar. Konya’da düğün pilavı böyle olurmuş meğer. Kavurmalı pilav, helva, keyifle patlayasıya kadar yemişler. Yapılan duanın ardından sofralardan kalkılmış. Öğleden sonra Konya’nın âdetine uygun olarak damadı alıp tarihi Sille Köyü’ne gezmeye gitmişler. Sille Baraj Gölü’nü gezip göle karşı çay içmişler. Sille Köyü’nde Aya Elena Kilisesi’ne girmişler. Kilisenin kuzey kapısından girdiklerinde kesme Sille taşlarının üzerindeki “ SAL “ harflerini gören Keloğlan: - Cemal, işte burada! Nihayet buldum.” diye bağırmış. Bir süre daha çalışıp 10

para biriktiren Keloğlan, Meram Bağları’nda çay içip keyif yapmayı alışkanlık haline getirmiş. Yeterli parayı biriktirince Cemal’den hayır duası isteyip babasını bulmak için ayrılmış, şifrenin sonraki durağı olan Ankara yoluna düşmüş. Konya’nın çıkışına doğru değişik bir yapı dikkatini çekmiş. Kapıdaki görevlilere sormuş. Türkiye’nin ilk TÜBİTAK destekli Bilim Merkezi olduğunu öğrenince merak etmiş, içeri girip gezmiş. Merdivenle gidilen bir küre dikkatini çekmiş. Bir salon görünce oturup soluklanırken, birden her yer kararmış ve kendini uzayda bulmuş. Planetaryum değil miymiş burası? “Astronot” adlı gösteriyi izlerken kendini uzayda hissetmiş gerçekten. Şu Konya diyarında neler varmış neler, diyerek yoluna devam etmiş. Biraz daha yol gittikten sonra sağ tarafta yaz günü kar yağmış gibi görünen bir ova dikkatini çekmiş. O yöne doğru ilerlemeye başlamış. Ayakkabısını çıkarmış pembe gölde yürüyen insanları görmüş, onlara katılmış. İnsanlar suyun tadına bakıyormuş, denemiş, çok tuzluymuş. Hemen sormuş. Buranın Türkiye’nin tuz ihtiyacının yüzde 55’ini karşılayan Tuz Gölü olduğunu öğrenmiş. - Ay babam, seni sağ salim bulana kadar daha neler göreceğiz, diyerek seğmenler diyarı Ankara’ya doğru ilerlemeye devam etmiş. 11

KELOĞLAN ANKARA’DA Dilini damağını kavuran tuzun etkisiyle Şereflikoçhisar’dan Gölbaşı’na doğru zar zor ilerleyen Keloğlan, koca koca çanakları görünce hastalanıyorum herhalde, diye düşünmüş: - Su ararken, uzay üssü buldum! Acaba Konya’ya geri mi döndüm? Keloğlan, Türkiye’nin Dünya’ya açılan en önemli iletişim ağının olduğu TÜRKSAT’ı görünce durumu anlamış. Bir an önce su bulmak amacıyla hızlanmış ve Gölbaşı’na varmış. Varmış ki ne görsün: Deniz! Masmavi bir deniz… Ankara’da deniz yok ki, diye düşünmüş ve Gölbaşı’na, Mogan Gölü’ne vardığını anlamış. Hemen Mogan Gölü kenarındaki turistik işletmelere gitmiş. İş aradığını söylemiş. Yaz olduğu için herkes Mogan Parkı’ndaymış. Piknik yapanlar, lokantalarda ya da kafelerde oturanlar o kadar çokmuş ki! Lokantalardan birinde işe başlamış. Bazı piknikçiler sazlıkların arasından balık tutuyormuş. Bazıları da kerevit çıkarıyormuş. Kahvesini içenler onları izliyor, çocuklar dev parkın oyuncaklarında oynuyorlarmış. Başkentin her şeyi güzel, diye düşünmüş Keloğlan. Kendisi gibi işçi olan Osman’la tanışmış. Osman, Ankara’nın ve Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden biri olan ODTÜ’de okuyormuş ve okul masraflarını çıkarmak için yazları çalışıyormuş. Keloğlan’a, ODTÜ sınırlarında yer alan Eymir Gölü’nü gezdirmeye ve birlikte bisiklet bineceklerine söz vermiş. Ama önce Ankara’nın ciğerleri diye nam salan Beynam Ormanları’na gitmişler. Dönüşte Osman Keloğlan’a Mogan Gölü Efsanesi’ni anlatmış: - Bir zamanlar, burada, bir köyde yaşayan Monza ve Ganey adında iki genç, birbirlerine aşık olmuşlar. Ama, her iki gencin ailesi de, bu sevgiye karşı çıkmış. Bunun üzerine iki genç, evlerinden kaçmışlar ve birbirlerinden habersiz, iki ayrı tepeye çıkmışlar. Bu tepelerin üzerinde, 8-10 yıl, hiç durmadan ağlamışlar. Gözyaşları, tepelerden inip, şimdiki gölün yatağına birikmiş ve göl oluşmuş. Monza ve Ganey'in göz pınarları kurumuş ve kör olmuşlar. Mogan ismi: Monza ve Ganey isimlerinden gelir. 12

Gölbaşı’na girerken, kavşakta Sevgi Çiçeği yazan bir heykel görmüş Keloğlan. Osman da hemen bilgi vermiş: - Nasıl da atlarım ben Sevgi Çiçeğini? Türkiye' ye özgü, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir çiçek Sevgi Çiçeği. Halk arasında yanardöner, gelin düğmesi, türbe ya da kırmızı peygamber çiçeği ve hasırcı çiçeği olarak da bilinen Sevgi Çiçeği dünyada yalnızca Ankara'nın Gölbaşı ilçesi Hacı Hasan Köyü yakınında yetişir. Söylenceye göre, birbirini çok seven ama kavuşmaları mümkün olmayan iki gencin durumuna içlenen Sevgi Çiçeği her ilkbaharda açarak değişik renkteki çiçekleriyle bize bu aşkı anlatırmış. Efsaneleri çok seven Keloğlan’ın aklına hemen Monza ve Ganey gelmiş. Osman ve Keloğlan, Eymir Gölü etrafında bisiklet sürmeye gitmişler. Kürek çekmişler. Göldeyken karşıda yükselen binaların üzerinde TRT yazdığını görmüş Keloğlan. Türkiye’nin resmi yayın kuruluşu olan TRT’yi de gezmişler. Keloğlan, TRT’deki Yayıncılık Tarihi Müzesi’ne bayılmış. Hatta kendisiyle ilgili çizgi filmler hazırlandığını görünce, hakikaten düşüp bayılmış. Gölbaşı’nda çok sayıda okulun olması çok mutlu etmiş Keloğlan’ı. Neredeyse tüm üniversiteler, özel okullar buradaymış. Günler haftaları kovalamış. Ankara’da gezilecek o kadar çok yer varmış ki! Eh, başkent oluşunun da hakkını vermiş şehir. Aralık ayının sonlarına doğru Elmadağ Kayak Merkezi’nde kayak bile yapmış Keloğlan. Yediği muhteşem Ankara tavalarını, Beypazarı sarmalarını, kurularını, baklavalarını; Ayaş domateslerini Eymir ve Mogan’da yaptığı yürüyüşlerle, bisiklet ve kürek çekmekle eritmiş Keloğlan. Parası da birikmeye başlayınca, artık babamı bulmak için şehir merkezine doğru yol alayım daha fazla oyalanmayayım, demiş. Kepekli’de çok kar varmış. Çok üşümüş Keloğlan. Keklikpınarı’na gelince 13

seğmenleri ve onları temsil eden heykelleri görmüş: - Soğuk mu çarptı beni? 27 Aralık’mış, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’ya geldiği gün. Seğmenler, temsili olarak günün anlam ve önemine uygun oyunlar oynuyormuş. Heykellerin arasında dolaşırken, heykellerden birinin altında koca bir levha görmüş Keloğlan: “L-A-R” Şifreyi bulmanın verdiği mutlulukla Keklikpınarı’ndan fırlayıp Dikmen Caddesi boyunca koşmaya başlamış Keloğlan. Bir de bakmış ki, herkes koşuyor! Bu Ankara ne enteresan şehir deyip, yanında hem koşan hem de şaşkınlığına gülümseyen kıza neden koştuklarını sormuş. Koşucu kız: - Atatürk’ün Ankara’ya gelişini kutlama etkinliği olarak Büyük Atatürk Koşusu yapıyoruz. Hadi sen de koş, demiş. Keloğlan da onlarla koşmuş. Büyük bir kapıya gelince kalabalık sıraya girmiş. Adının Maya olduğunu öğrendiği koşucu Keloğlan’a: - Keloğlan burası egemenliğimizin sembolü olan yeni meclisimiz. Ata’mız yurdumuzu düşmanlardan kurtarmak için Ankara’ya geldiğinde şimdi Ulus’ta bulunan ama küçük olduğu için artık kullanılamayan eski meclisi kurarak cumhuriyetin temelini attı. Cumhuriyeti kurmadan önce Ankara’yı başkent yaptı, demiş. Ziyaretçi kapısından TBMM’ne girmişler. Rehber eşliğinde gezmeye başlamışlar. Genel Kurul Salonu’nu gezerken salonun oturum düzeninin bayrağımızdaki hilal şeklinde olduğunu duyunca çok etkilenmiş. Sonra rehber onları milletvekilleri yemek salonuna götürmüş. -Hem dinlenin hem de Ankara’nın yöresel yemeklerini yiyin. Menüde Ankara tavası, Ankara döneri, testi kebabı, Ayaş domatesinden yapılmış fesleğenli domates çorbası, Ankara armuduyla yapılmış hafif bir tatlı ve Kalecik karası üzümü ile Ayaş dutu konulmuş meyve tabakları varmış. Keloğlan hepsinin tadını merak ettiği için azar azar almış. Hepsini çok sevmiş. Meclis 14

gezisinin bitiminde rehber kendilerine birer şapka ve geleneksel oyunumuzu yaşatın, deyip topaç hediye etmiş. Meclis’ten çıkınca Keloğlan Maya’ya: - Ankara başkent olduğuna göre daha gezecek görecek kim bilir ne kadar çok yer vardır, demiş. Maya: - Evet Keloğlan, burası Ankara’nın kalbi Kızılay. Bak şu karşısı Hava Kuvvetleri Komutanlığı, şu çapraz karşısı Genel Kurmay Başkanlığı, onun karşısı da İçişleri Bakanlığı, bu ikisinin arasındaki yoldan aşağı inince Güven Park’ a ve Kızılay Meydanı’na ulaşırsın. Yolun devamından da Ulus’a ve eski meclisimize varırsın. Ulus heykelinden yukarı çıkarsan Hacı Bayram Veli Camisi’ne varırsın. Yukarıda Ankara Kalesi var. Ama Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile Genelkurmay arasındaki şu yoldan dümdüz gidersen az ilerden sağa dönünce Anıtkabir’e; dümdüz devam edersen Ankara çıkışındaki Gordion’a, daha da gidersen Eskişehir’e varırsın. Meclis ile İçişleri Bakanlığı arasındaki şu yolu takip edersen doğru Kocatepe Camisi’ne ulaşırsın. Meclis’in arkasındaki şu yoldan yukarı dümdüz çıkarsan solda TÜBİTAK, ardından Kuğulu Park var. Oradan dümdüz yokuşun en tepesinde uzun bir direğin tepesinde dönen top gibi görünen Atakule’ye ulaşırsın. Onun terasından bütün Ankara’yı seyretmek mümkün. Yokuştan çıkıp Atakule’den sola dönünce Çankaya Köşkü var. Oradan aşağı Kızılay’a doğru inerken solda Pembe Köşk var. Bütün bakanlıklar, askeri komutanlıklar, devlet kurumlarının genel merkezleri ve başkonsolosluklar Ankara’dadır. Ayrıca dünyada ilk 100’e giren ODTÜ, BİLKENT, Ankara, Hacettepe, Gazi, TOBB, Çankaya, TED, Ufuk, Başkent ve Atılım Üniversitesi gibi köklü üniversiteler de var. Savunma sanayimizin övünç kaynağı askeri araçlar, İHA’lar da Ankara’daki üslerde geliştirilip üretiliyor, demiş. Keloğlan, İHA’ları (İnsansız Hava Araçları) çok merak ettiğini söyleyince Maya: - Annemin öğrencisi Murat abim orada çalışıyor. Belki o bize yakından gösterir, hadi yanına gidelim, demiş. Kızılay’dan metroya binmişler, son durakta inip servisle TAİ’ye doğru giderken önce hipodromun sonra da Göksu Park’ın kenarından geçmişler. Murat, onları kapıda karşılamış. Yaptıkları çalışmaları gururla göstererek anlatmış. 15

- Keloğlan sana bir sürprizim var. Hadi şu son geliştirdiğimiz İHA ile bir Ankara turu yaptırayım size, demiş. Keloğlan ve Maya Ankara’nın sandıklarından da görkemli olduğunu Maya’nın bahsettiği yerlere yakınlaştırıp bakarak büyülenmiş gibi izlemişler. Keloğlan: - Murat abi bu kocaman yol nereye gidiyor, diye sormuş. Murat: - Bu yol Ankara- İstanbul Otobanı. Biraz ileriden sağa dönünce Uluslararası Esenboğa Havalimanı’na gidiliyor ama şu geçen otobüslerden birine binersen ya Bursa’ya ya da Kocaeli üzerinden İstanbul’a varırsın demiş. Keloğlan, ilk gelen otobüs şansıma hangisine gidiyorsa o ile gideceğim her şey için ikinize de teşekkür ederim, deyip Maya ve Murat’la vedalaşıp yolun kenarında beklemeye başlamış. İlk gelen otobüsü görünce elini kaldırmış, otobüs durunca önünde Ankara- Bursa yazdığını ve üzerinde kocaman “ÜL” hecesinin olduğunu görmüş. Sevinçle otobüse binmiş. Bursa’ya doğru giderken merakla etrafı izlemeye koyulmuş. 16

KELOĞLAN BURSA’DA Ankara'dan yola çıkan Keloğlan çok yorulmuş. Eskişehir’i geçtikten sonra birden yükselen ormanla birlikte mis gibi çam havası onu çok mutlu etmiş. Bursa İnegöl’den geçmiş. Burası, Türkiye’nin mobilya üretim merkeziymiş. Çok acıkmış, bir şeyler yemek istemiş. Yoldan geçen yaşlı bir kadın görmüş, aynı annesine benziyormuş. Gözlerinden iki damla yaş dökülüvermiş. Annesini özlemiş. Yaşlı kadın Keloğlan'a eğilerek sormuş: - A, benim kel oğlum. Bahtı güzel oğlum. Söyle bakalım, niçin ağlarsın, yüreğimi dağlarsın? Keloğlan başını kaldırarak, 17

- Benim uzaklarda gözü yaşlı bir anacığım var. Seni görünce ona benzettim, bu yüzden ağlarım, demiş. Yaşlı kadın sarılmış alnından öpmüş. Keloğlan, annesinin özlemini biraz olsun gidermiş. Keloğlan’ı yorgunluğunu gidersin diye Cumalıkızık Köyü’ne götürmüş. Cumalıkızık Köyü tam bir zaman kapsülü gibiymiş. Keloğlan, taş döşemeli dar sokaklar boyunca uzanan mor, mavi ya da sarı renklere boyanmış, kerpiç, tahta ve taş karışımı evleri gördüğünde köyün iyi korunmuşluğu karşısında hayrete düşmüş. Köy, iyi korunması ve Osmanlı’nın kuruluşundaki önemi sebebiyle 2014’te UNESCO Dünya Miras Listesi‘ne kabul edilmiş. Yerli ve yabancı turistler buraya akın etse de teyzeler ne şalvarlarını ne de meyve bahçelerini terk etmişler. Tonton elleriyle gözlemeler mantılar yapıp Uludağ’ın eteklerindeki köyde misafirlerini ağırlıyorlarmış. Cumalıkızık Köyü'nün en önemli özelliği taş evlerde kendine özgü kahvaltıları gelenlere sunmakmış. Teyze Keloğlan’a bir tas ayran vermiş. Bahçesinden şeftali toplamış ona cantık yapmış. Keloğlan da afiyetle yemiş. Şeftalinin bu kadar lezzetli olduğunu ilk defa görmüş. Sulu sulu, mis gibi de kokuyormuş. Yaşlı kadın bu kadar güzel yediğini görünce ona şöyle demiş: - Keloğlan Bursa deyince aklına hemen şeftali gelsin, şeftalinin atası Bursa'dır. Dağlarında kestane olur, tarlalarında sulu sulu domatesler… Ağaçlarında incirler, yüzyıllardır hiç eksilmeyen zeytinler, burnunda ıhlamur kokuları… Yeşil Bursa'ya geldin oğlum, daha ne göreceksin? Hakikaten de her yer yemyeşilmiş, ağaçlar çiçekler mis gibi kokuyormuş. Keloğlan yaşlı kadının yanında dinlenmiş. Birkaç gece misafir olmuş, yaşlı kadının da evladı yokmuş, ona da yoldaş olmuş. Keloğlan köyünden çıktığı günden beri yaşadıklarından ve babasından bahsetmiş. Bulması gereken “ KE” şifresi olduğunu söylemiş. Yaşlı kadının ellerinden öpüp şifreyi aramak için yola koyulmuş. Bursa şehir merkezine gidecek olan dolmuşların yanına gitmiş. Bir de ne görsün, iki kişi atışıyor. İzlemeye başlamış: 18

Karagöz: Hoş geldin suda pişmiş bal kabağı! Hacivat: Aman Karagöz’üm benimle güzel konuş. Gel seninle Bursa’yı gezip dolaşalım. Karagöz: Kime dalaşalım? Hacivat: Dalaşalım değil Karagözüm, dolaşalım. Karagöz: Nereyi dolaşalım? Hacivat: Bursa'yı dolaşalım, dedim ya Karagöz’üm sen beni dinlemiyorsun. Karagöz: Hı, peki anladım Hacivat’ım. Hacivat: Gel şuradan dolmuşa binelim. Karagöz: Ne dolmuşu Hacivat’ım. Tepemin tasını attırma. Açtırma benim bayramlık ağzımı tepelerim ha! Hacivat: Seninle arabaya binip Bursa’yı dolaşalım diyorum, anlamıyorsun. Karagöz: Hı, tamam anladım. Hadi arabaya binelim. Karagöz: Hacivat’ım bu kel başlı da kim, bize bakıyor? Hacivat: Bilmem ki Karagöz’üm, bir derdi var gibi duruyor. Karagöz: Bir dergisi mi var? Bize ne dergisinden… Hacivat: Hay Allah Karagöz’üm. Sıkıntısı var demek istedim. Bir soralım. Buranın yabancısına benziyor. Karagöz: İyi, çok güzel Hacivat’ım. Çok iyi olur. Neyse benim gitmem lazım. Hacivat: Tamam sonra görüşürüz, hoşça kal. Karagöz: Oh, çok şükür senden kurtuluyorum. Hacivat: Haydi git gideceğin yere uğurlar olsun! Hacivat, Karagöz’ü uğurlar. Keloğlana sorar. Keloğlan da anlatır başından geçenleri. Bursa’yı bilmediğini, şifreyi nerede nasıl bulacağını... Hacivat çok bilge biriymiş. Bursa’ ya gezmek için gitmeye hazırlanan Hacivat onunla birlikte dolmuşa binerek Emir Sultan Camii ve Külliyesi’ne gelmiş. Bursa merkezde bulunan, Hundi Fatma Hatun’un eşi Emir Sultan adına 15. Yüzyılda yaptırdığı Emir Sultan Camii ve Külliyesi, Bursa’da en çok ziyaret edilen yerlerden biriymiş. Burada bulunan türbenin duvarlarını süsleyen enfes çini işlemeleri, ziyaretçilerin oldukça ilgisini 19

çekiyormuş. Emir Sultan Camii’ne 8 dakikalık yürüme mesafesinde bulunan bu türbede Sultan Mehmed Çelebi’nin, çocuklarının ve dadılarının sandukaları da yer alıyormuş. Buradan sonra otobüsle rahatlıkla Yeşil Camii’ ye gitmişler, adını içinde bulunduğu Yeşil Mahallesi’nden alıyormuş. Bursa’ya gelince, Kapalı Çarşı’ya gitmeden olmazmış. İlk olarak Uzun Çarşı adıyla hizmet veren Kapalı Çarşı’da giyim, yeme, içme, hediyelik eşya, takı gibi pek çok sektörde çalışan işletmeler yer alıyormuş. Daha çok kuyumcuların olduğu bu çarşı, 650 yıldan daha fazla süredir varlığını sürdüren Hanlar Bölgesi’nin içinde yer alıyormuş. Çok kalabalık olduğu için Keloğlan’ın gözü korkmuş. Keloğlan, acıktığını hissetmiş. İskender yemeden gitmek olmazmış. Üstüne bir de közde kahve içmek için Kozahan’a girmişler. Ulu Cami ile Orhan Cami arasında bulunan Koza Han’ın içinde geniş, dikdörtgen bir avlunun çevresinde iki katlı olan handa 95 oda, tam ortasında küçük bir mescidin altında bir şadırvan varmış. İnsana huzur veriyormuş. Anacığına İpekhan’dan ipek şal almayı unutmamış. Ezan sesini duyunca Ulu Camii’ye geçmişler. Hanlar Bölgesi’nde yer alan Ulu Camii, Bursa’da gezilecek yerlerin en önemlilerinden bir tanesiymiş. Bursa’yı temsil ediyormuş.1400 yılında yapımı tamamlanan cami, 1855 yılında gerçekleşen depremin ardından restore edilerek bugünkü görünümüne kavuşmuş. Kâbe Kapısı’nda bulunan ve saf altından yapılmış iplikle işlenen örtünün değiştirilmesi ve örtünün bu camiye getirilmesinden dolayı Ulu Camii büyük önem kazanmış. Vakit namazını kılmışlar. Kâbe örtüsüne bakarken bir de ne görsün ‘KE’ şifresi asılmış duruyormuş. Çok sevinmiş. Koşarak almış. Ama şifrenin altında: - TAMDIM, SEN YARIMIMI ALDIN, yazıyormuş. Keloğlan anlayamamış. Hacivat bilgeliğini yine göstermiş, Bursa’da “SİN” şifresinin de olabileceğini söylemiş. Keloğlan Ulu Cami'nin dışına çıkınca Ulu Cami'nin karşısında bekleyen tur otobüslerini görmüş. Yaklaşarak 20

otobüslerin önünde bekleyen bir rehbere sormuş: - Ben Bursa'yı gezmek istiyorum. Bana yardımcı olur musunuz? Tur rehberi: - Merhaba, benim adım Orhan. Ben size yardımcı olabilirim. Buyurun otobüse geçin hemen hareket edelim, ilk durağımız Uludağ, demiş. Uludağ eteklerine vardıktan sonra, teleferiğe binerek zirveye çıkmaya başlamışlar. Keloğlan, teleferiğin ne olduğunu nasıl çalıştığını anlamaya çalışmış. Bunun için Orhan'dan yardım istemiş. Orhan, teleferiği Keloğlan’a anlatmış ama bu arada Keloğlan teleferikle havada Uludağ’ın tepesine doğru hareket ederken çok şaşkın bir şekilde etrafı izlemeye başlamış. Çünkü Bursa giderek küçülüyormuş. Muhteşem manzara karşısında Keloğlan'ın ağzı açık kalmış. Bir taraftan da çok yükseğe çıktıkları için korkmaya başlamış. Keloğlan ve Orhan teleferikle önce Sarıalan istasyonundan geçmişler. Burası çok kalabalıkmış. İnsanlar piknik ve mangal yapıyormuş. Sarıaalan’dan son istasyon olan Oteller Bölgesi’ne gitmişler. Oraya varınca Keloğlan'ın şaşkınlığı bir kat daha artmış. Her taraf bembeyazmış ve insanlar kayak yapıp eğleniyorlarmış. Orhan, Keloğlan'a Uludağ hakkında bilgi vermeye başlamış: - Bilge kişilerden edinilen bilgilere göre Uludağ'ın eski adı Cebe-i Rahip yani Keşiş Dağı'ymış. Dervişler ve rahipler tarafından yapılan manastırlarda yaşamlarına devam ettikleri varsayılmaktaymış. Uludağ'da bulunan, Softaboğan ismi verilen mevki ise, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim zamanında yaşanan olaylardan dolayı halk tarafından bu isimle anılmaya başlanmış. Diğer bir efsaneye göre, dağın yeşil yamaçlarında bulunan ve içinde ihtiyar bir kadın ve Sarıkız’ın yaşadığı bir kulübe varmış. Sarıkız’ın da bir sarı ineği varmış. Bu sarı ineğin bir memesinden bal diğer memesinden süt akarmış. Sarıkız altın saçlı, ayva tenli bir kızmış. Sarı ineğin yanına inerek her gün olduğu gibi yine sütünü içip balını yiyecekmiş. Kulübeden çıktığı sırada çok derinlerden inilti gibi dokunaklı ince bir ses duymuş. - Sarıkız, Sarıkız! Şimdi geldim, şimdi geliyorum, ağlayarak mı yoksa çağlayarak mı geleyim? Sarıkız korkudan titremiş, soğuk soğuk terler dökmeye başlamış. Hemen anasının yanına koşmuş. Atmış kendini kollarına ve hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Anlatmış başından geçenleri. Bunun üzerine anası: 21

- Vardır bir hikmeti, boş değildir duyduğun ses. Bir daha duyarsan cevap ver bakalım, demiş. Sarıkız akşam korkarak inmiş sarı ineğin yanına. İyice etrafa bakmış, görmemiş kimseyi, derken bir fısıltı, aynı ses: - Sarıkız, Sarıkız! Şimdi geldim, şimdi geliyorum, ağlayarak mı yoksa çağlayarak mı geleyim? Zor olsa da kendini toparlamış Sarıkız ve çağlayarak, demiş. Sarıkız’ın bu sözü üzerine başlamış kayalar çatlamaya, taşlar yarılmaya. Köpük köpük çağlamış sular durulmaz önünde. Sarıkız köpüklerin arasına karışmış, büklüm büklüm altın saçları çözülmüş tel tel saçılmış. Alev alev yanan yüreği erimiş sularda. Sular Sarıkız’ın saçıyla sararmış, alev alev yanan yüreğiyle ısınmış. Bursa'nın kaplıcalarının efsanesi böyle anlatılır halk arasında, diye sözünü bitirmiş Orhan. Keloğlan şaşkınlık içinde bu efsaneleri dinlemiş ve duyduğu efsanelerle yeni bilgiler de öğrenmiş. Sonra Orhan'a demiş ki: - Orhan, ben de acaba kızağa binebilir miyim? Kızağa binmiş, kızakla kayarken çok eğlenmiş. Keloğlan'ın acıktığını düşünen Orhan: -Hadi Keloğlan gel bakalım acıkmışsındır sen de, bir sucuk ekmek yiyelim, demiş. Daha sonra Keloğlan’a kestane şekeri ikram etmiş. Hava kararmaya başlamış. O gece Uludağ’da konaklamaya karar vermişler. Sabah olduğunda Orhan, Keloğlan'a: - Keloğlan, şimdi seni Bursa'yı yüksekten izleyebileceğin çok güzel bir yer olan Tophane’ye götürmek istiyorum, demiş. Tophane'ye gittiklerinde, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi ve oğlu ikinci padişah Orhan Gazi'nin de türbesini görmüş Keloğlan, türbeleri ziyaret ederek Osmangazi ve Orhangazi için dua etmiş. Türbenin içinde şifreleri aramış ama bulamamış. Türbeden çıkınca Saat Kulesi'ni görmüş. Orhan, Keloğlan'a kulenin Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılmış olduğunu söylemiş. Keloğlan Tophane'den Bursa'yı izlemiş. Bursa, Tophane’den bütün güzelliği ile görünüyormuş, arka tarafta Uludağ ön tarafta Bursa, çok güzel bir görüntüymüş. Saat Kulesi’nin yanında kestane pişiren kestaneciden kestane alarak yemişler. Orhan Keloğlan'a seslenerek: 22

- Şimdi de Ulubat Gölü üzerinde, yüzen ada gibi duran masalsı bir Osmanlı köyüne götürmek istiyorum seni, bu köyün adı Gölyazı Köyü, demiş ve başlamış masalsı köy olan Gölyazı'ya gitme yolculuğu. Gölyazı’yı tepeden gören Keloğlan bir yarımada şeklinde gölün ortasındaki köyü görünce güzelliğine hayran kalmış. Köyün dışında otobüsten inmişler. Orhan: - Burası doğal güzelliği korumak için araba girişinin yasak olduğu bir bölge. O yüzden bundan sonra yürüyerek devam edeceğiz, demiş. Gölyazı'nın içinden yürüyerek giderken etrafta bulunan kahvaltı yerlerini, tarihi manastırı görmüş Keloğlan. Hayretler içerisinde etrafını izlemeye devam etmiş Keloğlan Ağlayan Çınar’ı görüp önünde bulunan bilgileri okuyunca çok şaşırmış. Ağlayan Çınar'ın etrafında şifreyi aramış ama bulamamış. Keloğlan yarımada olan yere doğru ilerlemeye başlamış. Köprünün üzerinden geçerken görünen muhteşem manzara çok hoşuna gitmiş. Göl üzerinde sandalla gezmek için ilerlemiş ve bir sandala binmiş. Sandalla gölün üzerinde gezerken nilüfer çiçeklerine rastlamış ve nilüfer çiçeklerinin ne kadar güzel göründüğünü fark etmiş. Sandal turunun bittiğini gören Orhan, Keloğlan'a seslenerek tur otobüsüne gitmeleri gerektiğini söylemiş. Bir sonraki durakları Mudanya imiş ve Mudanya’ya doğru yola çıkmışlar. Keloğlan yolda giderken gördükleri karşısında çok şaşkınmış. Uludağ, Tophane ve Gölyazı Köyü çok güzelmiş, efsaneleri şaşırtıcıymış. Mudanya’ya vardıklarında ilk olarak karşılarına çıkan denizi gören Keloğlan yine hayretler içerisinde denizi seyretmeye başlamış. Denizin bu kadar büyük olduğunu tahmin edememiş. Üzerinde uçuşan martıları, denizdeki gemileri, feribotları ve balıkçıları görünce Bursa'nın ne kadar güzel bir şehir olduğunu daha iyi anlamış. Mudanya’ya ilk girdiklerinde Orhan, Keloğlan'a ilk gidecekleri yer olan Mütareke Evi’ni göstermiş. Mütareke Evi’ne girerken Orhan Keloğlan'a Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin siyasî alanda kazandığı ilk başarı olan Mudanya Mütarekesi’nin bu evde imzalandığını açıklamış: - Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve silah arkadaşlarının Büyük Taarruz'u zaferle sonuçlandırmasından sonra 23

İngiliz, Fransız ve İtalyanlar uzlaşma çağrısı yapmışlar. Mudanya'da bir araya gelmişler. Çok uzun görüşmeler sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni temsil eden İsmet Paşa görüşmelere Fevzi Paşa ve Refet Paşa ile birlikte katılmış. Mudanya Ateşkes Antlaşması bu evde imzalanmış. Mütareke Evi’nin içini gezerken Keloğlan görüşmelerin yapıldığı odaları, odalarda bulunan balmumu heykelleri görmüş. “Toplantı Odası” yazan yere girmiş. Odadaki masanın etrafında İsmet Paşa ve İtilâf Devletleri’nin temsilcilerinin canlandırılmış olduğu balmumu heykelleri görmüş. İsmet Paşa, elini masaya vuruyormuş ve masa çatlamış. Bunun sebebi ise İtilaf Devletleri’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne kabul edilemeyecek şartlar sunması, İsmet Paşa'nın da bunu kabul etmediği anı göstermesiymiş. Mütareke Evi’ni gezmeyi bitiren Keloğlan ve Orhan Tirilye bölgesine gitmişler. Tirilye’ye girildiğinde rengârenk farklı şekilde yapılmış evleri görünce çok şaşırmış Keloğlan. En önemli özelliği rengârenk ve birbirinden farklı olması olan bu evler Keloğlan'ı büyülemiş. Her yer turist kaynıyormuş. İstanbul'dan ve çeşitli illerden buraya gezmeye geliyorlarmış. Keloğlan denizin ve balıkların kokusunu alınca acıktığını hissetmiş. Orhan'la birlikte sahil kenarında balık ekmek yemişler. Sahil kenarı boyunca her yer zeytin tezgâhları ile doluymuş. Orhan, Tirilye’nin zeytininin dünyada en çok bilinen zeytin türlerinden biri olduğunu söylemiş. Tirilye'de aradığı şifreyi bulamayan Keloğlan, Bursa ilini gezmeye İznik ilçesi ile devam etmiş. Tur rehberi Orhan İznik'in 4500 yıllık uygarlık tarihi boyunca Roma, Selçuklu, Bizans ve Osmanlı devletlerine başkentlik etmiş bir şehir olduğunu ve bu uygarlıklardan kalan birçok tarihi yapı bulunduğunu söylemiş. İznik’in kısa bir zamanda gezilecek bir yer olmadığını anlatmış. Tarihi yapılarından bahsetmiş. İznik Gölü'nün gezilmesi gerektiğini, İznik'in girişinde ve çıkışında dört tarihi kapı olduğunu, Ayasofya Cami'nin, II. Murat Hamamı'nın, Süleyman Paşa Medresesi'nin, Hacı Özbek Camii’nin, Eşrefzade Camii’nin, İznik Roma 24

Tiyatrosu’nun, Yeşil Camii, Şeyh Kudbettin Camii, İznik Müzesi, Kırgızlar Türbesi ve bunun gibi daha birçok gezilecek görülecek yer olduğunu söylemiş. İznik Gölü'nde önce bir kanoyla gezi yapmışlar. Bu arada Keloğlan bulması gereken şifreyi her gittiği yerde arıyormuş. Kano gezisinden sonra İznik'te, İznik'in çok önemli bir ürünü olan çiniyi görmüşler. Çinilerin yapılarda ne kadar güzel kullanıldığına şahit olmuşlar. Keloğlan bu çinilerin içinde de şifreyi aramış, ama bulamamış. İznik'in çıkışında bulunan kapılardan biri olan İstanbul kapısını gezerken İstanbul kapısının duvarlarında bulunan yazıları incelemeye başlamış. Yazıların içinde aradığı ‘SİN’ şifresini görmüş. Şifreyi bulan Keloğlan rahatlamış. Aynı zamanda çok yorulduğunu fark etmiş ve İznik'te bir gece konaklayıp sabah Kocaeli'ne gitmek için dinlenmeye çekilmiş. 25

KELOĞLAN KOCAELİ’DE Sabahın ilk ışıkları ile Keloğlan sıradaki şifreyi bulmak için Kocaeli’ye doğru yola koyulmuş. Elinde kalan paranın büyük bir kısmını Karamürsel’e gitmek için harcamış. Bindiği dolmuşta yanında oturduğu amca ile muhabbet etmeye başlamış. Amca, Karamürsel’in yerlisiymiş ve Karamürsel isminin nereden geldiğini anlatmaya başlamış: - Karamürsel adını, ilk Osmanlı donanma komutanı olan Kaptan-ı Derya Mürsel Alp Bey’den almış. Bu kaptanın adına Orhangazi tarafından gözü pekliği nedeniyle “Kara” lakabı eklenerek Kara Mürsel denilmiş. Bu bölgeyi bu kaptan fethettiği için de buraya ismi verilmiş. 26

Yeni bir bilgi öğrendiği için çok mutlu olan Keloğlan birden karnının acıktığını fark etmiş ve bu yaşlı amcaya karnını nerede doyurabileceğini sormuş. Amca Keloğlan’a: - Çok şanslısın. Burada Ramazan ayına özel yapılan güzel bir yöresel simit var. Adı, simit dolması. Benim bir tanıdığım bu dolmalardan yılın her ayı yapıyor. Bu güzel lezzeti özlediğim için oraya gidiyorum, sen de benimle gelebilirsin, demiş. Keloğlan, amcaya daveti için teşekkür etmiş ama, onu alacak kadar parası olmadığını söylemiş. Amca da, - Bugün kandil olduğu için arkadaşım simit dolmalarını ücretsiz dağıtıyor, birlikte gidip yiyebiliriz, demiş. Keloğlan bu duruma çok sevinmiş. Dolmuştan indiklerinde hemen simit dolması yemeye gitmişler. Keloğlan tadını çok beğenmiş ve içinden ‘’Keşke anacığım da yanımda olaydı da bu lezzetlerden o da yiyeydi.’ demiş. Tam anacığını düşünürken camdaki yazı dikkatini çekmiş. Dükkânın sahibi yanında çalışacak bir eleman arıyormuş. Keloğlan hemen dükkânın sahibine durumunu anlatmış, babasını aradığından ve bu yolculukta paraya ihtiyacı olduğundan bahsetmiş. Keloğlan’ın durumuna üzülen adam geçici süre ile yanında çalışmasına izin vermiş. Keloğlan bir süre burada çalışıp para biriktirmiş. Yeteri kadar parası olduğunda dükkân sahibinden helâllik alarak yoluna devam etmiş. Gölcük ilçesinden geçerken sahil kenarında bir kalabalık görmüş. Şoföre bu kalabalığın nedenini sormuş. Şoför de: - Orada Denizcilik Müzesi var. İnsanlar bu müzeyi gezmek için geliyorlar, demiş. Keloğlan burayı da çok merak etmiş ancak öncelikli görevinin şifreleri tamamlayarak babasına kavuşmak olduğunu düşünerek yoluna devam etmiş. Kocaeli’nin bir diğer ilçesi olan Başiskele’den geçerken arkasında oturan kişilerin ‘’Bugünlerde çok sular kesiliyor. Mevsimler de yağışsız geçiyor. Şehrimizin en önemli su kaynağı olan Yuvacık Barajı’mızdaki sular da azaldı galiba!’ dediklerini duymuş. Ve insanların suları daha tasarruflu kullanmaları gerektiğini düşünmüş. Yol yorgunluğu üzerine çöken Keloğlan’ın içi geçmiş ve uyuyakalmış. Rüyasında, çocukken birlikte oynadığı kuzeni Gülfidan’ı görmüş. Birden irkilerek uyanan Keloğlan ‘’Sahi ya, Gülfidan Kartepe’de oturuyordu. İnşallah evi değişmemiştir. Onu bulursam Kocaeli’deki yolculuğum çok daha kolay olur.’ diye düşünmüş. Dolmuş, Kartepe’ye varınca Keloğlan inerek kuzeninin evini hatırlamaya çalışmış. Hatırladığı yollardan geçerek eve varmış. Büyük bir korku ile kapıyı çalmış. 27

Kapı açıldığında kuzenini görünce çok mutlu olmuş ve hemen ona sarılmış. Kuzeni Keloğlan’ı görünce çok şaşırmış. - A benim canım kuzenim Keloğlan’ım! Seni burada görmek ne büyük mutluluk. Hayırdır seni hangi rüzgâr attı buralara, diyerek içeri davet etmiş. Keloğlan içeri girip soluklandıktan sonra babasını bulmak istediğini, bunun için şifreler topladığını ve bir şifrenin de Kocaeli’de olduğunu anlatmış. Kuzeni amcasının yaşadığını duyunca çok mutlu olmuş. Elinden gelen yardımı yapacağını bugün dinlenerek ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkabileceklerini söylemiş. Bütün akşamı muhabbet ederek geçiren Keloğlan’la Gülfidan çocukluk yıllarını hatırlamışlar. Sabah olduğunda Gülfidan kahvaltının çok önemli olduğunu belirterek Keloğlan’ı Kartepe’nin meşhur kahvaltı yeri olan Maşukiye’ye götürmüş. Çevre illerden buraya çok fazla gelen olduğunu ve ilçe için önemli bir gelir kaynağı olduğunu söylemiş. Keloğlan şöyle bir çevreye baktığında sessizliği ve doğal güzelliği ile gerçekten çok güzel bir yer olduğunu anlamış. Kahvaltı sırasında Gülfidan, Kartepe Kayak Merkezi’nden bahsetmiş. Keloğlan’ın Bursa Uludağ’da kaydığı kızak çok hoşuna gittiği için kayak merkezi çok ilgisini çekmiş. Gülfidan bu merkezin Kocaeli kış turizmi için çok önemli bir yer olduğunu anlatmış. Keloğlan içten içe burayı da görmek istese de vaktinin giderek azaldığını düşünerek kahvaltıdan hemen sonra yola devam etmeleri gerektiğini söylemiş. Kahvaltıları bitince Gülfidan’la birlikte yola koyulmuşlar. Gülfidan Sapanca Gölü’nün yanından geçerken bu gölün batı kıyısının Kocaeli’ye sınır olduğunu ve buranın bir efsanesi olduğunu söyleyerek anlatmaya başlamış: - Efsaneye göre, önceden gölün bulunduğu yerde bir kasaba varmış. Kasabadaki zengin insanlar maddiyata oldukça düşkünlermiş. Bir keresinde yakındaki bir dağdan çok fakir ama kalbi bir o kadar temiz bir derviş burayı ziyarete gelmiş. Derviş burada bir evde konaklamak istemiş, bir bardak su istemiş ancak kimse oralı olmamış. Bu Allah misafiri derviş aç ve susuz bir şekilde kasabadan ayrılırken bir kulübeye rastlamış. Burası halka sapan satarak para kazanan bir sapancının kulübesiymiş, dervişe kapılarını açmış ve onu ağırlamış, yemek ikram etmiş. 28

Derviş bu durumdan mutlu ve memnun gecesini burada geçirmiş ve sabah kalktıklarında sapancı dervişi uğurlamış. Geri dönen sapancı bir de ne görsün, ortada kasabaya dair hiçbir şey kalmamış. Yaşanan felaket sonucu her yer suyla kaplanmış ve kasaba yok olmuş. Bugün hala gölün ortasında duran bir minare varmış. Denilene göre gerçekten suyun altında hala yapılar mevcutmuş. Keloğlan efsaneleri oldukça severmiş, Gülfidan’a anlattığı için teşekkür etmiş. Kartepe’den ayrılıktan sonra sahil kenarından Kocaeli’nin merkezi olan İzmit’e doğru yola çıkmışlar. Keloğlan aradığı şifrenin burada olabileceğini düşünerek çok umutlanmış. Sahilden geçerken Gayret Gemi Müzesi’ni görmüşler. Geminin müze haline dönüştürülmesi Keloğlan’ın çok hoşuna gitmiş. İzmit’e vardıklarında karşılarına ilginç bir heykel çıkmış. Keloğlan sağına bakmış soluna bakmış anlam verememiş. Gülfidan onu gülerek izlemiş. Daha sonra bu heykelin pişmaniye çeken ustaların heykeli olduğunu söylemiş. Keloğlan “Pişmaniye” kelimesini ilk kez duymuş, acaba nedir diye düşünürken Gülfidan, - Pişmaniye Kocaeli’nin en meşhur tatlısıdır. İzmit özellikle pişmaniyesi ile tanınır. Şenliklerin ve eğlencelerin vazgeçilmez yiyecekleri arasındadır. Koyun yününe benzediği ve beyaz olduğu için önceleri ‘’Peşmek’ ismiyle anılırken zamanla halk arasında “Pişmaniye” olarak söylenmiş. Özgün ve hafif bir tatlı olması, Türkiye’nin ve diğer ülkelerin aradığı bir lezzet olmasını sağlamış. Hatta 2009 yılında pişmaniye ustaları 1040 metrelik pişmaniye çekerek ‘”Dünyanın En Uzun Tatlısı’ unvanını alarak Guinness Rekorlar Kitabına girdi, demiş. Bu duydukları karşısında şaşıran Keloğlan pişmaniyenin tadına mutlaka bakması gerektiğini düşünürken Gülfidan elinde bir kutu pişmaniye ile karşısına dikilivermiş. Pişmaniyeyi ağzına atan Keloğlan gerçekten de ağızda dağılan çok güzel bir tatlı olduğunu anlamış ve çok beğenmiş. Sokaklarda yürümeye, etrafta şifreyi aramaya devam ederlerken İzmit’in sembolü olan Saat Kulesi’ni görmüşler. Belki 29

şifre buradadır diye etrafında dolaşmışlar ancak yine bir şey bulamamışlar. Saatin üç tarafında bulunan çeşmelerden su içip yollarına devam etmişler. Hemen buranın yakınında Osmanlı zamanında İstanbul dışında yapılan tek saray olma özelliğine sahip ‘’Kasr-ı Hümayun Saray Müzesi’ne’ gitmişler. Müzeyi baştan sona gezmişler ama yine bir ipucuna rastlayamamışlar. Gülfidan, Keloğlan’ın üzüldüğünü görünce, merak etme daha gezilecek çok yerimiz var elbet bulacağız, demiş ve onu SEKA Kâğıt Müzesine götürmüş. SEKA Kâğıt Fabrikası Türkiye’nin ilk sanayi kuruluşlarındanmış ancak kapatılarak müzeye dönüştürülmüş. Kâğıdın tüm serüvenini anlatan bu müze şu anda Avrupa’nın da en büyük kâğıt müzesi olma özelliğine sahiptir, diyerek Keloğlan’ın biraz da olsa hüznünü dağıtmaya çalışmış. Gerçekten de Keloğlan bu müzeyi merak etmiş ve her yeri gezmişler o kadar büyükmüş ki çok yorulmuşlar. Biraz dinlendikten sonra Kocaeli Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni gezmişler. Keloğlan hepsini büyük bir merakla inceledikten sonra kalacakları otele gitmişler ve ertesi gün aramaya devam etmek için sözleşmişler. İzmit’ten çıktıktan sonra yine sahil kenarından yollarına devam etmişler. Körfez ilçesine geldiklerinde buranın en önemli özelliğinin Hereke halıları olduğunu söylemiş Gülfidan. “Bir halı nasıl bu kadar önemli olabilir, diye sormuş Keloğlan. Gülfidan da: - Hereke halısı dünyada bilinen en eski halılar arasında. Bu halı uzun yıllar sağlam kalmasıyla da ünlü. Bu halının uzun ömürlü olmasının en önemli sebebi de çift düğüm tekniği denilen “Gördes” tekniğiyle örülmesi. Bu yüzden bu halının ücreti de oldukça fazla, demiş. Ayrıca Hereke’de Kaiser 2. Wilhelm Köşkü de var. Buranın da en önemli özelliği tekne yapım tekniği kullanılarak yapılması ve yapımında metal hiçbir çivi kullanılmaması, diyerek Hereke’yi Keloğlan’a tanıtmış. Keloğlan Kocaeli’nin daha bilinmedik bir sürü yerinin olduğunu düşünerek “Şu dünyada ne kadar da çok görülmesi gereken yer varmış! Anacığımla hayat kavgası verirken neleri kaçırıyormuşuz!’ diye düşünmüş. Gülfidan: - Artık Kocaeli’nin son ilçesine geldik. Buraya kadar şifre ile ilgili herhangi bir ipucuna rastlamadık. Gözümüzü dört açalım, şifre kesin buralarda bir yerde, demiş. Keloğlan ile Kocaeli’nin Gebze ilçesinde gezmeye başlamışlar. Gebze’nin en önemli tarihi yapılarından biri olan Çoban Mustafapaşa Camii ve Külliyesi’nde vakit namazlarını kılarak bu tarihi camiyi gezmişler ve Keloğlan bu külliyenin 30

yapısındaki geometrik düzene hayran kalmış. Gülfidan Eskihisar’da iki önemli yapının daha olduğunu ve mutlaka buralara da gitmeleri gerektiğini, şifreyi burada bulabileceklerini söylemiş. İlk olarak Osman Hamdi Bey Evi ve Müzesi’ne gitmişler. Oradaki rehberden Osman Hamdi Bey’in Osmanlı zamanında yaşamış önemli bir ressam olduğunu ve eserlerinin hala günümüzde de önem taşıdığını, günümüzdeki en meşhur eserinin de “Kaplumbağa Terbiyecisi’ olduğunu öğrenmişler. Müzeden çıkarak Eskihisar’ın en önemli yapısı olan Eskihisar Kalesi’ne gitmek için yola koyulmuşlar. Bu kale Bizans döneminde limanı korumak amacıyla yapıldığı için çok güzel bir deniz manzarası varmış. Keloğlan ve Gülfidan kaleye çıktıklarında ilk dikkatlerini çeken bir tabela olmuş. Tabelada birkaç cümle varmış ve cümlenin sonunda “Bilmeceyi bul, ilk hecesini al!” yazıyormuş. Gülfidan bu yazıya bir anlam verememişken Keloğlan ‘’İşte bu!’ diye bağırmış. Duruma şaşıran Gülfidan ne olduğunu sorunca Keloğlan ‘’Bana gönderilen haritada da aynı cümleler vardı ben de ne olduklarını anlamamıştım, demek ki bu cümleleri birleştirip çözmem gerekiyormuş. Birlikte çözebilirsek şifreyi de bulabileceğiz.’ demiş. Gülfidan tabeladaki yazıyı yüksek sesle okumuş: Kalenin surlarına çıkarsın, etrafı seyre dalarsın Karşında bir mavilik, girsem de serinlesem dersin. Keloğlan bu cümleler acaba neyi anlatmaya çalışıyor diye düşünürken Gülfidan ‘’Buldum!’ diye haykırmış. Cevap tam karşımızda nasıl göremedik, demiş ve denizi göstermiş. Keloğlan maviliğin deniz olduğunu anlayınca çok sevinmiş ve sıradaki şifrenin ‘’DE’ olduğunu da bu şekilde öğrenmiş. Bir süre daha kaleden denizi seyretmişler. Keloğlan sıradaki durağının İstanbul olduğunu söyleyince Gülfidan artık evine dönmesi gerektiğini Kocaeli’deki şifreyi buldukları için çok mutlu olduğunu, amcasını bulduğunda mutlaka kendisine uğramalarını söylemiş. Keloğlan Gülfidan’a sarılarak: - Çok teşekkür ederim. Bana çok yardımcı oldun. İyi ki varsın, demiş ve Gülfidan’ın yanından ayrılarak İstanbul’un yolunu tutmuş. 31

KELOĞLAN İSTANBUL’DA Keloğlan kısa süre sonra kendini Türkiye’nin en kalabalık ve en görkemli şehirlerinden biri olan İstanbul’da buluvermiş. Macerasına bu şehirde devam edecekmiş. Yalnız İstanbul o kadar büyük bir şehirmiş ki, şifreyi nerede ve nasıl bulacağını, o da bilmiyormuş. Açıkçası şehir onu da korkutmuş. Bu korkular içinde kendiyle savaşırken birden karşısında Bilgecan Dede belirivermiş. Onu gördüğüne 32

o kadar mutlu olmuş ki, Bilgecan Dede’nin boynuna uçuvermiş. Bilgecan Dede ona: - Buralarda ne işin var Keloğlan, diye sormuş. Keloğlan: - Haftalardır şehir şehir geziyorum. Babamı bulmak için tüm şifreleri toplamam lazım ve şifrelerden biri de İstanbul’da. Yedi tepe üzerine kurulu bu şehirde nereden başlarım derken, Allah seni karşıma çıkardı. Şükürler olsun Bilgecan Dede, demiş. Bilgecan Dede: - Hadi gel bakalım Keleşoğlan, babanı birlikte arayalım. Bilgecan Dede onu alıp metrobüse bindirmiş. İlk defa hayatında metrobüse binen Keloğlan önceden onun neye benzediğini bile tahmin edemiyormuş. Metrobüs, Avrupa yakasını, Anadolu yakasına bağlayan Boğaz Köprüsü üzerinden geçiyormuş. Oh, bir de ne görsün, muhteşem Marmara Denizi köprünün altında! Köprünün iki yakasında da, yalılar ve o kadar çok tarihi yer varmış ki… Birden gözleri kamaşmış. Özellikle karşılıklı duran Rumeli Hisarı ve Anadolu Hisarı’na bayılmış. Bilgecan Dede: - Evlat, Rumeli Hisarı, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethinden önce Boğaz’ın kuzeyinden gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı'nın tam karşısına inşa ettirilmiş. Burası boğazın en dar noktası. Anadolu Hisarı da Yıldırım Beyazıt Han tarafından yaptırılmış, dedi. Keloğlan’ın gözleri tarihi bir yer olduğu belli olan sahildeki yapıya takılmış. - Orası neresi Bilgecan Dede? - İstanbul’un Üsküdar ilçesinde yer alan Selimiye Kışlası Keloğlan. III. Selim tarafından Nizam-ı Cedid askerleri için yaptırılmış. Yeniçeri ayaklanması 33

sırasında da yakılmış, daha sonra Sultan II. Mahmut tarafından yeniden yaptırılmış. Hatta bir müddet askeri hastane olarak kullanılmış. Modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale, o dönemlerde kışlaya gelerek yaralı İngiliz askerlerinin tedavisinde görev almış. Bu sebeple, Florence Nightingale ve beraberindeki hemşirelerin kaldığı oda günümüzde müze olarak kullanılıyor. İstanbul’da yeni bir yer öğrenmenin mutluluğuyla bakınmaya devam etmiş. Keloğlan daha girişinde bu kadar çok tarihi yeri barındıran bu şehirde şifreyi nerede bulacakmış. Bir an yeniden endişeye kapılmış ve sonra içinden, “İyi ki yanımda Bilgecan Dede var.” demiş. Kafasını bir sağa bir sola hızla çevirmeye devam eden Keloğlan tam denizin ortasındaki Kız Kulesi’ni görmüş. Buranın efsanesini daha önce “Masallar Ülkesinde Matematik “projesindeki arkadaşı Görkem ona anlatmış. Fakat bu kadar eşsiz bir güzellikte olduğunu hayal edememiş. Eğer vakitleri kalırsa içini de görmeyi, oradan tüm İstanbul’u izlemeyi istiyormuş. Metrobüsün Edirnekapı durağında Bilgecan Dede ile inivermişler. Yeni bir toplu taşıma aracına daha binmişler: Tramvay… Evet, Keloğlan hayatında ilk defa bir tramvaya biniyormuş. Tramvayın son durağı da Dolmabahçe Sarayı’ymış. Bilgecan Dede’nin anlattığına göre, Dolmabahçe Sarayı, 31. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış. Osmanlı Devleti’nin modernleşme hedefine uygun olarak Batı anlayışı ile tasarlanmış, yapımı 13 yıl sürmüş. Hatta Mustafa Kemal Atatürk de son zamanlarını bu sarayda geçirdikten sonra buradaki yatak odasında 10 Kasım 1938’de vefat etmiş. Meğer İstanbul’da ne çok gezilecek yer varmış. Bir hafta da kalsa, bu şehri gez gez bitiremeyeceğine karar vermiş.Tramvaya bindikleri duraktaki Edirnekapı Surları ise, başlı başına bir tarihmiş. Çünkü bu surlar, Doğu Roma zamanında yapılmış, İstanbul’u çevreleyen şehir duvarlarıymış. Sarayburnu'ndan Haliç kıyısı ve Marmara kıyısı boyunca Yedikule'ye, Yedikule'den Topkapı'ya, Topkapı'dan Ayvansaray'a uzanıyormuş. Sizin anlayacağınız tüm şehri kuşatmış. Bilgecan Dede’nin tahminlerine göre şifre tarihi yarımadada gizliymiş. Tarihi yarımadanın ne olduğunu Keloğlan bilmiyormuş. Ta ki Bilgecan Dede anlatana kadar. Meğer İstanbul şehrinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen isimmiş. Tramvayla Sultanahmet Meydanı denen bölgede inmişler. Bilgecan Dede: - Keleşoğlan gel bakalım buraların Sultanahmet Köftesi çok meşhurdur. Seninle oturalım az, yemek yiyelim. Üzerine de bir güzel Türk lokumu alırız. Belki anacığına da alıp götürmek istersin. - Kesinlikle Bilgecan Dede, çok acıkmıştım. Bayağı da yorucu olacak şifreyi bulmak. Önce şu İstanbul lezzetlerini tadalım, enerjimizi alalım. 34

Yemeklerini yedikten sonra Kapalı Çarşı’ya doğru yürümeye başlamışlar. Bilgecan Dede anlatmaya başlamış: - Biliyor musun Keloğlan? Kapalıçarşı'da yaklaşık 4 bin dükkân bulunmakta ve bu dükkânlarda çalışan sayısı yaklaşık 25 bin. Gün içerisindeki en yoğun zamanlarında içinde yarım milyona yakın insan barındırdığı söylenir. Dev ölçülü bir labirent gibi, 66 kadar sokağı var. Dünyanın en büyük çarşısı ve en eski kapalı çarşılarından biri. Şifreyi bulmak bizi zorlayacak gibi görünüyor. - Hakikaten ne kadar çok kuyumcu ve kumaşçı varmış. Hatta hangi kapıdan nereye çıkacağımı, şu an ben bile karıştırdım. Ve hala şifreyi göremiyorum. - Ümitsizliğe kapılma, bulacağız evlat! Derken birden kendilerini Osmanlı Döneminde açılan Darülfünun olarak bilinen İstanbul Üniversitesi’nin önünde bulmuşlar. Türkiye'nin en eski devlet üniversitesinin girişindeki heybetli kapı onu büyülemeye yetmiş. Kapının en üstünde Sultan Abdülaziz’in tuğrası duruyormuş. Merakla içeri doğru ilerlemişler. Sağa doğru yöneldiklerinde Beyazıt Kulesi’ni görmüşler. 85 metre yüksekliğinde ve 150 basamakla çıkılan, geçmişte yangınları gözetlemek ve haber vermek amacıyla yapılan bu kuleye tırmanacak takatı bulamamışlar. Bilgecan Dede: - Çok yorulduk evlat burada sabahlayalım. Yarın kuleye de çıkar şifrenin orada olup olmadığına bakarız. - Gerçekten de çok yorulduk, İstanbul kazan biz kepçe misali bütün gün Kapalı Çarşı’nın her sokağını gezmekten takatimiz kalmadı, yarın devam ederiz, diyerek bir ağacın kenarına kıvrılmışlar. Sabah Süleymaniye Camisi’nden gelen ezan sesiyle birden irkilip yerinden kalkmış Keloğlan. Kuleye çıkmış. Ama şifre orada da yokmuş. İstanbul’u sabahın sessizliğinde izlemek de ayrı bir keyif vermiş ona… Sonra Bilgecan Dede’yi uyandırmış ve camiye doğru yönelmişler. Sınırları içinde 3 bine yakın cami bulunduran İstanbul’un en büyük camilerinden olan Süleymaniye Camisi, yaklaşık 6 bin metrekarelik bir alana sahipmiş ve cami bahçesinin 11 kapısı bulunuyormuş. Mimar Sinan’ın kalfalık eseri sayılan bu camide, iç avludan ilerleyip, camiye girmişler. Caminin kubbelerine bakınca ne kadar yüksek olduğunu fark etmiş Keloğlan. Caminin kıble tarafında içinde Kanuni Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sultan'ın bulunduğu bir hazireyi 35

ziyaret etmişler, onlar için dua okuyarak oradan ayrılmışlar. Hala yemek yemediklerinden, Süleymaniye Medreseleri’nin önündeki Tarihi kuru fasulyecilere geçip bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Kahvaltı etmeden kuru fasulye yenmez ama buranın kuru fasulyesini de yemeye bir daha kim bilir ne zaman gelirim diyerek, bir güzel kurulmuş sofraya Keleşoğlan. Yokuş aşağı ara sokakları gezmişler. Kendilerini Yerebatan Sarnıcı’nın kapısında bulmuşlar. İçinden bir ses şifrenin burada olabileceğini söylüyormuş. Bilgecan Dede anlatmaya başlamış: - İstanbul'un görkemli tarihsel yapılarından birisindeyiz şu an. Burası Ayasofya’nın güneybatısında, Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak isimlendirilir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılır. Bu sarnıç, yaklaşık 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip. Bilgecan Dede bunları anlatırken, elli iki taş basamaktan aşağıya doğru inmişler. İçerisi suların verdiği serinlikle buz gibiymiş. Gördüklerine inanamıyormuş. İçeride 9 m uzunluğunda tam 336 tane sütun varmış. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki Medusa başına doğru yaklaşırken bir de ne görsün, aradığı şifre tam oradaymış. “MA” - Bilgecan Dede, buldum, buldum, diye sevinç çığlıkları atarken, herkes ona bakıyormuş. Tam da Bilgecan Dede’nin tahmin ettiği tarihi yarımada da bulmuşlar şifreyi. Doyamadığı bu şehri terk etmek zorundaymış. Dışarı çıkmışlar, daha göremediği o kadar çok yer varmış ki… Ayasofya-ı Kebir Camii, Sultanahmet Camii ve Meydanı, Alman Çeşmesi, Tarihi Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı, Sarayburnu, Eminönü, Galata Kulesi… Neler neler… İstanbul gezmekle bitmezmiş. Ama bir an evvel diğer şifreleri de bulması gerekiyormuş. Bilgecan Dede’ye sarılmış, elini öpmüş ve İstanbul’la ilgili eşsiz bilgilerini onunla paylaştığı için çok teşekkür etmiş, bir de bakmış ki 36

Bilgecan Dede yok, kaybolmuş. Sanki Allah onu yol göstersin diye karşısına çıkarmış. Madem öyle yola devam, demiş Keloğlan. KELOĞLAN TOKAT’TA Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş. Uzun mu uzun, yorucu mu yorucu bir yolculuğun ardından Zile’ye varmış. Zile’deki, doğası bozulmamış tarihi evlerin arasında dolaşırken evinin önünü süpüren Fadik Kız’ı görmüş: - Ey güzeller güzeli, şu garip Keloğlan’a bir tas su ver de şöyle bir kendine gelsin, demiş. - Sen de kimsin, nereden gelirsin, nereye gidersin? Belli ki buralarda yabancısın hele bir yol soluklanıver bakalım in misin, cin misin? - Ne inim ne de cinim. Ben bir garip Keloğlan’ım, anamı memlekette bırakıp düştüm bir şifrenin peşine aslını sorarsan 37

çoğunu da buldum bile. Yolum buraya düştü. Şifremi de bulmadan gidemem. Peki sen kimsin güzeller güzeli adını bağışlar mısın? - Aman bre Keloğlan, benim adım da Fadik Kız çok okurum, çok bilirim. Ama şifrenin sırrını da bilmek isterim ki ben de sana yardım edeyim. - Fadik Kız, yıllar önce babamı eşkıyalar kaçırdı. Koyunlarımızı otlatırken ayağında bir kâğıt asılı bir güvercin kondu ağacın dalına, açıp baktım ki babamı nasıl bulacağımı yazıyor. O gün bugündür diyar diyar dolaşıp şifreleri bulmaya çalışıyorum. Gittiğim diyarlarda şifre hep tarihi yerlerde karşıma çıkıyor. Yani anlayacağın Fadik Kız, babamı bulmam için yardıma ihtiyacım var. Keloğlan’ın haline çok üzülen Fadik Kız ona yardım edeceğine söz vermiş. - Ama önce sana biraz Zile pekmezi ile anamın yaptığı katmerlerden ikram edeyim, bugün bir de bat yapmıştık, bak sana da nasip oldu, diyerek içeri gitmiş ve bir sini ile geri dönmüş. - Anammm, nasıl da karnım acıkmıştı Fadik Kız, hay sen bin yaşa! Karnı da doyunca Keloğlan’ın, Fadik Kız’ın anasından izin isteyip, şifreyi bulmak üzere yola düşmüşler. İlk olarak Zile Kalesi’ne bakmışlar. Fadik Kız ona kaleyi tanıtmış; - Zile Kalesi ki 4 bin yıldır ayakta, antik çağlarda kurulmuş, bir höyüğün üzerine inşa edilmiş akropol özelliğine sahip, Roma kalesidir. Kalede su sarnıcı, tiyatro alanı ve yeraltı geçitleri de mevcuttur. Sezar da gelmiş üstelik buraya. Hatta “Veni, Vidi, Vici!- Geldim, Gördüm, Yendim!” sözünü de burada söylemiş. Yani M.Ö. 47'de Zile önlerinde yapılan üçüncü savaşı kazanan İmparator Jül Sezar, bu sevincini \"Veni-Vidi-Vici\" yani \"Geldim- Gördüm-Yendim\" sözleriyle Roma'ya 38

müjdelemiştir. - Söyle Fadik Kız, şimdi ne yapacağız? - Keloğlan keleş oğlan, yüreği güzel oğlan. Babandan daha fazla ayrı kalmana da gönlüm razı değil. Ama nasıl etsek bilmiyorum. Anam izin verirse şifreyi bulana kadar seninle aramaya devam ederim, demiş. Fadik kızın anasından izin almışlar. Hatta anacığı onlara azık bile hazırlayıp koymuş, yolcu etmiş. İki kafadar koyulmuşlar yola; az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Varmışlar Pazar’a, sormuşlar hocaya: - Hoca efendi buralarda varmış bir kervansaray acep ne taraftadır? Hoca yolu tarif etmiş ve kervansarayı bulmuşlar. Mahperi Hatun Kervansarayı’nın, 1238 yılında Alaeddin Keykubâd’ın zevcesi ve II.Gıyaseddin Keyhüsrev’in validesi Mahperi Hatun tarafından yaptırılmış olduğunu öğrenmişler. Avlusuna girmişler, gezip incelemişler, hiçbir ize rastlamamışlar. Üzgün üzgün birbirlerine baktıktan sonra Fadik Kız: - Üzülme Keloğlan, şifreyi de bulacağız babanı da, demiş. Ve yola revan olmuşlar. Akşam hava kararmaya başlamış. Hem durup dinlenecekleri hem de gece kalabilecekleri bir yer bulmaları gerekiyormuş. Az ileride bir mağara görmüşler. Burası Ballıca Mağarası’ymış. - Yaşı yaklaşık 3 milyon yıl olarak belirlenen Ballıca Mağarası, dünyadaki benzerlerinin içinde özel bir konuma sahip, diye başlamış Fadik Kız anlatmaya: - Yarı kayalık yüksek bir tepenin yamacındaki mağaraya giriş, kısmen düzeltilmiş ana kaya bloğundan sağlanır. Aydınlatma, yürüyüş yolları, seyir terasları yapılarak 1996 yılında ziyarete açılan Ballıca Mağarası 10 bin metrekare yüzölçümüne sahip. Gezilip görülebilen kısmı 94 metre yüksekliğinde olan mağaranın en önemli karakteristik özelliği, “soğan sarkıt” oluşumlarına sahip olması. Mağaranın bir diğer önemli özelliği de koloniler halinde yaşayan cüce yarasaların bulunmasıdır, diyerek sözlerini bitirmiş Fadik Kız. O gece mağaranın yakınında akrabalarına ait olan bir evde kalacaklarmış. Böylelikle şifreyi aramak için bolca vakitleri 39

olacakmış. Sabah önce Fadik Kız’ın anasının koyduğu yağlı katmeri ve çökeleği yemişler. Sularını içmişler. Kalkıp etrafa bakınmaya başlamışlar. Yarasalar da onlarla birlikte etrafta dört dolanıyorlarmış. Aramaktan vazgeçmiş, yorulmuş ve biraz da umutsuz olarak geri dönmüşler. Ertesi gün, sabah erkenden Tokat’a doğru yol almaya başlamışlar. Keloğlan, babasını bulduğunda neler yapacağına dair hayallerini anlatıyormuş Fadik Kız’a, Fadik Kız da onu dikkatle dinliyor ve cesaretlendiriyormuş, mutlaka bulacağız, diyormuş. Derken konuşa konuşa Meydan Camii’ne kadar geldiklerinin farkına bile varmamışlar. - Meydan Camii, demiş, Fadik Kız; diğer adı Hatuniye Camii. Sultan II. Beyazıt’ın annesi Gülbahar Hatun adına yaptırdığı camii kayıtlarda “Hatuniye Cami” olarak geçmekteymiş. Meydan Mahallesi’nde adını aldığı geniş bir alan üzerinde 1485 yılında yaptırılmış. Tokat’ta yapılmış en güzel Osmanlı eserlerinden birisi. Kesme taştan inşa edilmiş, ana mekân üzerinde tek minaresi ve 6 sütundan oluşan 5 kubbeli son cemaat yeri var. Ahşap kapı kanatları birer sanat şaheser, diyerek bitirmiş sözlerini. Keloğlan’ın aklı şifredeymiş. Caminin şadırvanından minberine kadar her yeri aramış ve bir iz bulmaya çalışmış. Yok, bulamıyormuş; neredeyse ümitsizliğe kapılıp vazgeçecekmiş. - Ah be Keleş oğlan ne çabuk su koyverdin öyle, hadi kalk bir Tokat kebabı yiyip kendimize gelelim, demiş Fadik Kız. Ocakbaşına gidip kebaplarını yemişler. Meşhur Tokat kebabının tadı damağında kalmış Keloğlan’ın ama durmaya da hiç niyeti yokmuş. Tokat’ın dar ve taşlı sokaklarında gezerken: - Fadik Kız, demiş Keloğlan, ne garip değil mi? Tokat’ta ne çok taş var! Geldiğimizden beri hep taş binalar gördük. Sence şifre bu taşlarda saklı olmasın? Hem yürüyor hem düşünüyorlarmış. O arada karşılarına TAŞHAN çıkmış. Bak işte, demiş Keloğlan, al sana bir taş daha: TAŞHAN! 40

Usulca Taşhan’ın kapısından içeri süzülüvermişler. - Bak Keloğlan, keleş oğlan; Türkiye’nin en güzel hanlarından biri olan Taşhan, Anadolu’daki en büyük şehir hanlarından. Gaziosmanpaşa Bulvarı üzerinde. 1626-1632 yılları arasında inşa edilmiş bir Osmanlı eseri. Dikdörtgen planlı, açık avlulu, iki katlı bir yapı. İçeride dış dükkânların bulunduğu kuzey ve doğu yönünde revaksız işyerleri, güney ve batı yönünde ise önünde revak bulunan dükkânlar yer alır. Giriş koridorunun sonunda sağdan ve soldan ikinci kata çıkılır. İkinci katta bütün odalar revağa açılır. Girişin üstünde kubbeli bir mekân vardır ve bu mekân konsollar üzerinde dışa taşar. Odalarda dışa açılan birer pencere, bir ocak ve niş bulunur. Anadolu’daki en büyük şehir hanlarındandır, diyerek susmuş ve karşıdaki dükkânları göstermiş: - Gidelim bakalım neler varmış şöyle bir güzel gezelim, biraz da eğlenelim, diyerek gitmişler dükkânların olduğu yere. Fadik Kız yemenileri, fistanları görünce dayanamamış her birini tek tek denemeye başlamış. Bu yemeniler nasıl yapılıyor, bu nakışlar nasıl konmuş buraya, diye merakla sormuş bizim Keloğlan dükkân sahibine: - Bunlar Tokat’ta taş baskı tekniği ile yapılır, demiş ve Keloğlan’ın beyninde bir şimşek daha çakmış: - Bak işte bir taş daha gördün mü? Her şey taş, şifre de bu taşlarda saklı olmalı, Fadik Kız gözünü dört açmalısın, demiş. Ama önce anacığıma en güzelinden al bir yemeni ve bir mor fistan alayım sevinsin anacığım! Keloğlan anasını ne kadar özlediğini bir kez daha fark etmiş. Alışveriş bittikten sonra Taşhan’da oturup bir çay içmeye karar vermişler. Havuz başındaki masaya oturmuşlar. Çayları gelmiş. Hem konuşuyor hem de çaylarını içiyorlarmış. Keloğlan birden bire ayağa kalkmış. Ne olduğunu anlayamayan Fadik Kız telaşla Keloğlan’a bakmış. - Ne oldu Keloğlan nedir bu halin? - Avlunun kemerindeki tabela gözümü aldı. Gidip bakacağım bakalım tabelada ne yazıyor? Kalkmışlar TAŞHAN yazan tabelaya doğru gitmişler. Tabela gerçekten de çok göz alıcıymış, bakarken gözleri kamaşmış her ikisinin de. - Fadik Kız, dur bak tabelanın arkasında ne var sen de görüyor musun? Fadik Kız birden bir çığlık atmış: 41

- Bulduk Keloğlan, müjdeler olsun bulduk! Etraftakiler şaşkın şaşkın bakarken Keloğlan tabelanın arkasına gizlenmiş olan şifreyi okumuş. Sevinçten bayılacakmış. Kâğıdı eline almış. Büyük harflerle ‘’ TE ‘’ yazıyormuş. Şifreyi bulmuş. - Fadik Kız, şifremi buldum, artık babama bir adım daha yaklaştım. Bakalım diğer şifre nereden çıkacak? Bana çok yardım ettin, hakkını helal et, seni evine bırakıp ben de yoluma devam edeyim, demiş. Fadik Kız’ı Zile’ye getirmiş. Anasının elini öpmüş: - Sağ olasın anacığım, Fadik Kız olmasaydı ben şifreyi bulamazdım. Hakkınızı helâl edin demiş. Fadik Kız: - Keloğlan, anacığına biraz Zile pekmezi ile Zile kömesi koydum. Bunları lütfen götür, demiş. Keloğlan yeni maceralara doğru yola düşmüş. 42

KELOĞLAN VAN’DA Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gitmiş. Bir de dönüp ardına bakmış ki, ne görsün. Eşsiz doğası ve birçok medeniyete ev sahipliği yapan geçmişi ile gezilmesi gereken önemli şehirlerimizden Van’a gelmiş. Heybetiyle karşısında duran, Anadolu’nun en büyük kapalı havzası olan Van Gölü’nü görünce gözleri fal taşı gibi açılmış. Oturmuş gölün kenarına soluklanmaya başlamış. Etrafı izlerken bir de ne görsün, o bahsedilen Van Gölü canavarı! Telaşla yerinden kalkıp kendi kendine, Keloğlan, keleş oğlan, sen bu cahil aklınla ne gördüğünü sanırsın? Yorgunluktan hayal görmeye başladın herhalde, demiş. Elini yüzünü gölde yıkadıktan sonra acıktığını fark etmiş. Anasının, oğul Van’a yolun düşerse oranın kahvaltısı meşhur gidince yemeyi unutma, dediği aklına gelmiş. Hemen toparlanmış yola koyulmuş. Edremit’te güzel bir kahvaltı salonunda Van Gölü manzaralı bir kahvaltı yapmış. Yedikçe 43

yiyor, dur durak bilmiyormuş. Güzelce karnını doyurduktan sonra, Van Gölü’nün kenarındayken şarkısını mırıldanmaya başlamış: Ben bir garip Keloğlan’ım Eşeğimin yok palanı Varım yoğum doğruluktur Hiç de sevmem ben yalanı Tam o sırada küçük bir çocuk yanına yaklaşmış, yabancısın, demiş. Keloğlan anlamamış. Çocuk, abi sana soru soruyorum, yabancısın? Keloğlan gülmüş, hatırladım, sizin buralarda böyle soru soruluyordu. Anladım şimdi, demiş: -Evet, yabancıyım. Ülkemin tarihi ve doğal güzelliklerini geziyorum, demiş. Bunun üzerine çocuk, seni gezdirebilirim istersen, deyince Keloğlan bu işe çok sevinmiş. Beraber Gevaş’a doğru yola çıkmışlar. İlk durakları Akdamar Adası olmuş. Akdamar Adası’ndaki Surp Haç Kilisesi veya Kutsal Haç Katedrali, Kudüs'ten İran'a kaçırıldıktan sonra 7. Yüzyıl’da Van yöresine getirildiği rivayet edilen Hakiki Haç'ın bir parçasını barındırmak maksadıyla Kral I. Gagik'in emriyle 915-921 yıllarında Mimar Manuel tarafından inşa edilmiş. Tarihin önemli ve uzun bir dönemine tanıklık eden Akdamar Kilisesi’nin geçmişten günümüze ağızdan ağıza gelen bir de efsanesi varmış. Efsaneyi dinleyen Keloğlan, Aykız’ı hatırlayıp hüzünlenmiş. Oradan ayrılan Keloğlan ve genç çocuk, Gevaş’ta bulunan Abalı Kayak Merkezi’ne gitmiş. Keloğlan etrafına bakıp, ben kızakla kaydım ama hiç bu kadar görkemli bir dağda kayak yapmadım nasıl yaparım, derken genç çocuk durumu fark edip Keloğlan’a neler yapması gerektiğini anlatmış. Bu duruma memnun olan Keloğlan, kayak takımlarını 44

alıp denemelere başlamış. Bir düşmüş, iki düşmüş, üç düşmüş derken, anamdan böyle dayak yemedim, deyip gülmüş. Düşe kalka öğrenmiş bu kayma işini. Sonra yorulduğunu ve üşüdüğünü fark edince, genç çocukla vedalaşıp tutmuş otelin yolunu. O gece başını yastığa koyunca düşünmeye başlamış ne çok yer gezdiğini. Bunların her birinin altın değerinde tecrübeler olduğunu anlamış. Hepsini bir kitapta toplayıp insanlara anlatsam nasıl olur derken, uykuya dalmış. Güneşin odasını aydınlattığı vakitlerde kalkıp Muradiye Şelalesi ve Şeytan Köprüsü’nü görmek için yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş derken sonunda şelaleye ulaşmış. Muradiye, Bend-i Mahi Çayı’nın kuvvetli akış gücünden dolayı görkemli bir manzara sunarken etkilenmemek elde değilmiş. Keloğlan manzarayı izlerken bir tur kafilesinin oraya geldiğini görmüş. Rehberin kafileye, - Muradiye Şelalesi, sadece görüntüsü ile değil çevresini güzelleştiren tabiatıyla da görülmeye değer. Her mevsim ayrı bir manzaraya bürünür. Bahar aylarında rengârenk çiçekler, Muradiye Şelalesi’nin güzelliğine güzellik katar. Kış aylarında ise donan şelale suları buzdan kristallere dönüşür. Doğanın yaptığı bir beste, Muradiye Şelalesi’ni dinlemek insana eşsiz duygular yaşatır, dediğini duymuş. Keloğlan yaşadığı bu huzurun sebebini böylelikle anlamış. Muradiye Şelalesi’nden sonra volkanik Yiğit Dağı'nın püskürttüğü kayaçların rüzgâr ve yağmur suları ile aşınması sonucu ortaya çıkan Vandokya adıyla bilinen Başkale’deki peribacalarını görmek için yola koyulmuş. Yolculuğu sırasında Sardur adında yaşlı bir adamla karşılaşmış. İsminin Sardur olması Keloğlan’a farklı gelince yaşlı adama adının anlamını sorduğu zaman, Urartulara ait bir kral ismi olduğunu 45

öğrenmiş. Biraz sohbet ettikten sonra Sardur’un da Başkale’ye gittiğini öğrenmiş. Yol boyunca Vandokya’dan konuşmuşlar. Sardur ile Vandokya’yı gezen Keloğlan, buradaki peribacalarının Nevşehir’in Ürgüp ilçesindeki peribacalarını aratmadığını söylemiş. Buna sevinen Sardur, şehrinin doğal güzelliklerle dolu olmasından dolayı gurur duymuş. Sardur ile vedalaşan Keloğlan, Erek Dağı'nın eteklerinde Yukarı Bakraçlı Köyü’nde bulunan Ermeni Kilisesi Varak Surp Haç Manastırı olarak da bilinen Yedi Kilise’yi görmek için yola çıkmış. Bakraçlı Köyü’ne varınca köyün kahvesine soluklanmak için oturmuş. Köyün muhtarı ve köylüler Keloğlan’ı görünce yanına gelip tanışmışlar. Keloğlan’ı seven köy halkı, ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaya çalışmış. Bizim Keloğlan’ımız bu durumdan pek bir keyif almış. Köylü yedirmiş içirmiş bir de üstüne Yedi Kilise ’ye kadar Keloğlan’a eşlik etmiş. Yedi Kilise’ye gelince yedi tane kilise görmeyi bekleyen Keloğlan, bir de bakmış ki aslında anıldığı gibi yedi adet kilise olmayıp iki grup halinde beş kilise, kiliseye eklenen bir Jamatun, bir kütüphane ve bir çan kulesi görmüş. Bu duruma çok şaşırmış. Köylüler, Keloğlan’ı gezdirdikten sonra köyde kalması konusunda ısrarcı olmuşlar. Keloğlan’da da köy özlemi olunca dayanamamış, muhtarın evinde kalmayı kabul etmiş. O gün akşam sobanın üzerinde demlenmiş çay ve kestane yemişler. Yer yatağında mis gibi bir uyku çeken Keloğlan, güne horoz sesiyle uyanmış. Yataktan kalkınca burnuna mis gibi köy tereyağından yapılmış yumurta kokusu gelmiş. Hemen toparlanıp, yer kahvaltısındaki yerini almış. Uzun süredir böyle güzel ve lezzetli bir kahvaltı yapmadığını hatırlamış. Muhtara teşekkür ettikten sonra Van merkezdeki Van Kedi Evi’ne doğru yola çıkmış. Çağlar boyunca, insanların dikkatini üzerine toplamış, ipeksi beyaz kürkü, kehribar mavi gözleri, mükemmel avcılığı ve suda oynamayı sevmesiyle en fazla ilgi gören Van Kedisi’ni gören Keloğlan, bir tane de Van Kedisi sahiplenmiş. Kedisinin adını da ‘Kartopu’ koymuş. Kartopu’nu da yanına alan Keloğlan son durağı, Van Kalesi’ne gitmeye karar vermiş. Güzel bir yolculuğun ardından Van Kalesi’ne ulaşmış. Van Kalesi’nin girişindeki yazıda, Tuşpa adıyla uzun süre Urartu Devleti'nin başkentliğini yapan kale, Urartu kralı I. Sarduri tarafından M.Ö. 840-825 tarihleri arasında kurulmuştur, yazıyormuş. Keloğlan tebessüm edip Başkale’deki yaşlı amcayı anımsayıp kalenin içerisinde dolaşmaya başlamış. Kedisi Kartopu, bir kâğıt parçası bulup Keloğlan’a getirmiş. 46

Keloğlan, şaşkın şaşkın kâğıdı açarken bir de ne görsün kâğıtta “MA” hecesi yazıyor. Heyecanlanıp kedisi Kartopu’na sarılıvermiş. Kartopu anlamasa da sahibinin sarılmasından memnun olup Keloğlan’ın koltuğunun altına yatıvermiş. Keloğlan’da Kartopu’nu alıp şifreyi bulmanın verdiği huzurla yeni diyarlara gitmek için yola koyulmuş. 47

KELOĞLAN AZERBAYCAN’DA Keloğlan Van’dan Azerbaycan’a gelmiş. Karşısına çıkan ilk kişiye buranın gezmek için en güzel yerlerini sormuş. O da ona birkaç yer tavsiye etmiş. Başkent Bakü’nün en güzel tarihi yeri olan İçeri şehre gidip Kız Kulesini görmesi gerektiğini düşünmüş. Çünkü Kız Kulesi çok eskiymiş ve matematiksel bir zekâ ile yapılmış. Kalenin nasıl yapıldığını bilen birilerini aramış. Karşısına Çırtdan çıkmış. Keloğlan ona Kız Kulesi’nin nasıl yapıldığını sormuş. Çırtdan: - 1964 yılından müze olarak faaliyet göstermeye başlamış Kız Kulesi’nin iç kısmı 8 kattan ibarettir. 1. Katta duvarın kalınlığı yaklaşık 5 metredir. Her kat yontma taşlarla inşa edilmiş, kubbe şeklinde tabanla örtülmüştür. Kalenin yüksekliği 28 metre, çapı 1.katta 16,5 metredir, demiş. Keloğlan anlatılanları merakla dinlemiş. Müzeyi gezmeye başlayan Keloğlan oradaki sergilere hayran kalmış. Çırtdan’a hikâyesini anlatmış. Çırtdan, son heceyi bulmasına yardım edeceğini söylemiş. Keloğlan’ı Eski Gobustan Kayalıkları’na götürmüş. Kaya üstündeki resimler, kaval taşından çıkan müzik Keloğlan’ın çok hoşuna gitmiş. Azerbaycan’ın 48

çok eskilere uzanan bir tarihi olduğunu anlamış ve babasının bu diyarda olduğuna emin olmuş. Keloğlan babasının mert bir insan olduğunu düşünmüş ve Karabağ’a doğru gitmiş. Karabağ’ın eşsiz şehri olan Şuşa’yı gördüğü zaman hayranlığı daha da artmış. Şuşa’yı dolaşan Keloğlan, gördüğü manzara karşısında şaşırmış. Şuşa, kale duvarları ile çevriliymiş. Bu kale duvarları eskiden Şuşa’yı düşmanlardan koruyormuş. Keloğlan’ın Şuşa’ya hayranlığı daha da artmış. 1751 yılında inşa edilmiş kale, muhteşem bir güzelliğe sahipmiş. Kalenin en yüksek yerine ulaşan Keloğlan burada günlerdir aradığı ‘ TİK’ hecesine ulaşmış. Son heceyi de bulmaktan mutluluk duyan Keloğlan, Çırtdan’ın yanına gidip onun boynuna sarılmış. Artık babasını bulabilecekmiş. MASALLAR ÜLKESİNDE MATEMATİK şifresi ona tüm kapıları açmış. Şifreyi bulması ile babası Şuşa’nın kapısında görünmüş. Babasını gören Keloğlan koşup boynuna sarılmış. Babası Keloğlan’a: - Beni bulacağını biliyordum, rüyalarımda hep seni ve anneni görüyordum. Beni kaçıranlardan biri kurtulabilmem için bana bir şans verdi. Eğer şifreyi Keloğlan çözebilirse seni kurtarır. Eğer çözemezse burada yok olur gidersin, dedi. Ben de kabul ettim şifreli notu güvercinle sana yolladık, demiş. 49

- Canım babam, güvercinin getirdiği notu aldıktan sonra hiç düşünmeden seni bulmaya yemin etmiştim. Seni alıp köyümüze ve anneme götüreceğim. Babasını yanına alan Keloğlan Türkiye’ye dönüp gelirken uğradığı tüm şehirlere tekrar gidip ona yardımcı olan arkadaşlarına tek tek teşekkür edip helalleşmiş. Annesine götüreceği hediyeleri sırtlanan Keloğlan, babasıyla köylerine dönmüş. Annesi ve babası ile birlikte kalan hayatlarına mutlu bir şekilde devam etmişler. Gökten birçok elma düşmüş: Biri Isparta’nın, Biri Konya’nın, Biri Ankara’nın, Biri Bursa’nın, Biri Kocaeli’nin, Biri İstanbul’un, Biri Tokat’ın, Biri Van’ın, Biri Azerbaycan’ın Masallar Ülkesinde Matematik eTwinning Projesi ortak öğretmenlerinin başına, diğerleri proje için canla başla çalışan öğrencilerinin başına, sonuncu elma da tüm eTwinningcilerin başına! Masal ola! 50


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook