Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Mahur Beste 11. pdf1

Mahur Beste 11. pdf1

Published by Mahur Beste, 2022-10-29 16:44:49

Description: Mahur Beste 11. pdf1

Search

Read the Text Version

‖MAHUR BESTE 11

GECE UZUYOR ELLERİNLE YÜZÜMDE İBRAHİM HALİL ZENGİNOĞLU Gece zümrüt yapraklı çiçekler içindir, Gece zümrüt yapraklarıyla senindir. Gece siyahına bulanmış gökyüzü, güneşin parıltısını çalan hırsız ay, yeryüzünden yükselen yalan- ları içine çekmekten sönmeye yüz tutmuş ve kara yalanların ağırlığına dayanamayıp kayan yıldız- lar, intihar eden yıldızlara bakarken bir dilek tutan hayata tutunamamış insanlar, geceye uzanan kabuk gövdeli yaşlı ağaçlar ve yaşlı dallarında zümrüt yeşiline nispet yapan parlak yapraklar, ay- dınlıktan bir şeyler saklıyor gibiler. İnsanlığın ayıbını gizler gibi bir telaş içindeki evren, akşam renkli geceliğini geçirmiş üstüne. Telaşı, sağa sola koşuştururken aydınlığı sömüren akşam renkli geceliğini titretiyor, titrettikçe yürüdüğüm sokak gecede iyice kayboluyor. Dört en fazla beş adım genişliğindeki dar sokağın zemininde Arnavut taşları sıralanıyor. Ayak tabanlarım, taşların arala- rındaki boşluktan dibe çöküyor; sanırım yer çekimi bugün telaşlı, evrene yardım ediyor. Sokak boyunca sağlı sollu sıralanan gecekonduların duvarlarında âşıkların şehvetini püskürttüğü şiir söz- leri; Gece uzuyor ellerinle yüzümde, gece kuytularda korkunç masalıyla derindir. Sokağın bitimine doğru tuz kokan buharı sırtlayıp taşıyan rüzgâr, yolculuğuna yüzümde son veri- yor. Balkonların birinde tülbendini düzeltmekten bıkmış biri, çekirdek kabuklarını dudaklarının kıvrımlarından tükürüp caddeye, arabaların tepesine atıyor. Kötü bir devin bağırsaklarını anımsa- tan şehrin sokaklarına, guruldayan arabaların egzoz kokularına karşın tülbendini son kez düzeltip çay dolduruyor bardağa ve bardağın ince belinden tutunca bütün iştahı kaçıyor, boş eliyle göbeğini itiyor içine doğru. Babalarına, annelerine, dayılarına benzeyen insanlar sarkıyor pencerelerden. Balkonlardan da öyle. Bir devridaim portresi asılıveriyor şehrin duvarlarına, insan döngüsünü an- latan bir sanat eseri… O sırada kemikten adam, sekiz çizen ayaklarına ileri gitmesini emrediyor, emredince ayaklar şehrin bağırsaklarından karşıya doğru ilerliyor. Kemikleri ve derisi arasına kan rengi suyu dolduruyor, her yudumda dünya daha da dönüyor, döndükçe kemik adamın dünyasında ‖MAHUR BESTE 11

mevsimler peş peşe sıralanıyor; ilkyalan, yaz, sonyalan, kış. Üç yüz altmış beş gün, dört yalan, şişeden kemikleriyle derisi ara- sına akıp gidiyor. Gece siyahına bulanmış gökyüzü az sonra gizliyor kemik adamı, onu karanlığın bir parçası yapıyor. Kaldırım taş- larının üstüne oturmuş bir şair-akademisyen görünümlü, kel ama yakışıklı- siyah çerçe- veli gözlüğünü taktıktan sonra Valery’den sesini ödünç alıp şiirinin bir kısmını okuyu- veriyor. Gece uyuyan dağları boyuyor bir yandan, Gece resimlere çizilen mat bir zemindir. Şehrin şairi de geceyi hissediyor, gecenin saklamaya çalıştıklarını sezdiriyor şiirinde. Valery’nin ödünç ses dalgaları denize doğru savruluyor, savruldukça peşinden gidiyorum, savrulup uzaklaşan ses dalgaları mı, ben miyim, diye soruyorum kendime. Sorular cevapsız kalınca dinlenmeye karar veriyorum denizin dudağında yaşlanan çatlak bankın üstünde. Nefeslendikçe Tanrı imzalı bir re- sim çiziliveriyor karşıma. İmzadan anlıyorum gerçekçi bir çalışma olduğunu. Gece, mat bir zemin olarak kullanılmış. Yine aynı tonlarda dağlar sıralanmış uzaklarda, dağların ardı yok. Sol köşede rıhtım, rıhtımın ucunda bir hareket görünüyor. Gece, onu da gizlemeye çalıştıkça hareketler artı- yor, arttıkça zümrüt ışıltıları saçılıyor etrafa. Denizin dudağında ilerliyorum ışıltıların saçıldığı yere doğru, yaklaştıkça geceden bir parça heyecan sızıveriyor içime. Yaklaştıkça görebiliyorum. Zümrüt yeşili ceketi kalçasına kadar uzanıyor. Ceketin bitiminden beş en fazla altı parmak altında siyah eteği sonlanıyor. Aşk şarkılarının hafif ritminde bir sağa bir sola sallanıyor, sallandıkça ışıl- tılar saçılıyor yere, yerden sekip gözlerime. Tuzlu rüzgâr esiyor gece siyahı dağlardan rıhtıma doğru. Rıhtım boyunca öfkelenen rüzgâr etrafımızda geziniyor, iki de bir çığlık atıp korkutuyor, soğuğunu savurta savurta denizin o ucundan bu ucuna esiyor, sonra da gecede gizlenip kesiliyor. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin içinden sesler getiriyor da, işitilenleri yanılsamaya dönüştürüp karanlığa doğru var gücüyle haykırıyor sanki. Zümrüt yeşili ceketten bir kart düşüyor yere, dü- şünce rüzgâr çalıp yuvarlıyor rıhtım boyunca ve ayağıma çarpınca devrilip düşüyor. Rüya pembesi ‖MAHUR BESTE 11

üzerine kırmızı serpiştirilmiş bir kart, gece renginde yazılar; Pınar TAN, Sıhhatleri Ayarlama Ens- titüsü. Kartın sahibine doğru yürüyorum, yürüdükçe gece bir parça daha heyecan üflüyor yüzüme. Aramızda iki adım mesafe kalıyor ve sessizliğini görüyorum. Hiç kuşkusuz, bir şeyler saklıyordu; ince belli bardakta çay içen kadını, kaldırım taşlarında oturan şairi ve beni, kurallar, rüyalar veya hatıralar adına izleyen bir elçiydi belki. O sırada rüzgâr, şairin sözlerini çalıp bana kadar getiriyor. Gece düşen bir yaprak üstüme, Gece yüreğimde edilen bir yemindir. Bir “Merhaba” karışıyor şairin sözlerine. Tanrı imzalı resim renkleniyor, alaca güzellik yeryüzüne yayılıyor, yayıldıkça mat zemin siliniyor. Yanaklarından yere süzülen bukleler birer merdiven olu- veriyor ayaklarımın altında. Aşk kırıntılarının en küçüğü oluveriyorum ve buklelere basıp yükse- liyorum, yükseldikçe küçülüyorum, küçüldükçe yaklaşıyorum. Utanç kırmızısı yanaklarına ula- şınca göz kapaklarının ucundaki oklara vuruluyorum. Bir lahza, zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası yetiyor tırmandığım buklelerden düşüp ölmeme. Düştüğüm zeminde yeniden bü- yüyorum, bedenimi hissedince kırıntı hâlimi özlüyorum. Düşmanını surlardan alaşağı eden hinlik gülümseyişi beliriyor utanç kırmızısı yanaklarında. Elimdeki kartı uzatıyorum ona. Uzun süredir konuşmadığım için, onunla konuşurken her şeyi olduğundan derin, olduğundan yüksek ve karma- şık görerek yaşamı abartacağımı düşünüyorum, daha kartı vermeden başlayabilirim bu işe; birlikte o mekândan bu mekâna sürüklenir, yalnızlığımı şehrin bağırsaklarının içinde azaltmaya çalışırken sakin sakin onu izler, sonra da bütün şehri geride bırakıp onunla birlikte yürürken vizörün içinden mutluluk saçan görüntümüzü en büyük perdeye yansıtmanın hayalini kurabilirdim. Uzattığım kartı alıyor elimden, alırken “Biz sıhhatleri ayarlama kurumunun çalışanlarıyız. Yalnızların yalnızlığını kırıyor, mutsuzlara neşe oluyoruz.” diyor. Şaşırıyorum önce, sonra da bu kurumu veya bir benze- rini daha önce duyduğumu ifade ediyorum. Söylediklerim kahkahalarına karışıyor, eriyip yok olu- yor. Buklelerini sihirbaz ustalığıyla etrafına dolayan parmaklar, her an ısıracakmış gibi gözüken inci beyazı dişler, gökyüzünün rengini içinde tutan parlak gözler ve kelimelerle iş birliğine girip öldürücü sesler çıkarmaya çalışan kırmızı dudaklar ne kadar gizlemeye çalışsalar da, kendi arala- rında sistemli bir şehvet trafiği, rıhtım boyunca da duyu organlarımın sınırlarını aşan bir frekansta sürekli sinyal yaratıyorlar. “Geceyi neden seviyorum biliyor musun? Gece olunca zaman silinir, tıpkı Dali’nin eriyen saatleri gibi kayar gider.” ‖MAHUR BESTE 11

Samimiyet, şimdilerde derecelendiriliyor. Sanırım onunla çok samimi oluyoruz. Oysa önce az sa- mimi, sonra orta, daha sonra da çok samimi olmamız gerekmez miydi? Hem bahsedip durduğu saatleri eriten ‘deli’ de kim? Ahşapları çatlamış bankı gösteriyor gözleriyle ve “Eminim senin evinde oturabileceğimiz daha rahat koltuklar vardır, hatta belki uzana- bileceğimiz bir yatak.” diyor. Havlaması ya- saklanmış bir köpek gibi hissediyorum o an. Her şeyin hareketi ve hareketsizliği, sadece be- nim itaat etmem için. Çünkü bu evrendeki ya- şamın biat eden tarafıyım ben. Emretmeye ve yönetmeye olabildiğince uzağım. Onlar da bana uzak, yasak. Ruhum heyecanımı çalıp be- denimin önünde yürüyor, o ise hafif bedenini bana yaslamış ve kollarımız ısı alışverişi yapı- yorken evreni göz görüşü boyutuna indirgeyerek, orada gelecek zaman arzularının hayalini yarat- manın hazzı çoktan yayılmıştı içime. Rıhtıma geldiğim yoldan geri dönüyoruz. Şehrin bağırsakla- rını geçiyoruz, çekirdek çitleyen çaycı kızı görür görmez dört adım genişliğindeki dar sokağa sa- pıyoruz, Arnavut taşları ve yer çekimiyle savaşan topuklularının izin verdiği ölçüde ilerliyoruz ve sokağın bitimine gelince duruyoruz. Çocukluğumu sömüren sokağı süzüyor önce, sonra da duvar- larına aşk sözleri püskürtülmüş gecekonduyu inceliyor ve “Çok da kötü değilmiş, çürütür ama öldürmez.” derken kapıyı açıyorum, hızlıca içeri giriyoruz. Ürkütücü bir “Olamaz!” patlayıveriyor evin içinde. Ne oldu, demeye kalmadan ellerini uzatıyor bana. “Tırnağım kırılmış, oje de silinmiş hep.” Hızlıca koltuğa oturup çantasından bir şeyler çıkarıyor, çıkarırken bana bakıp gülümsüyor ve en sevdiğim rengi soruyor. “Siyah, gecenin rengi.” Bu gece benim istediklerim olacakmış, gecenin en siyahını sürecekmiş, hem de ben istedim diye. İsteklerimin yapılıyor olmasının hazzını yeniden yaşıyor olmanın verdiği mutluluk, mutluluğun yarattığı şaşkınlık ve aptallık evin eşyalarına karışıyor. Belki de bu, eşyaların beslenme biçimidir. ‖MAHUR BESTE 11

Yıllarca yalnızlık prensi gibi dörtnala at koşturduğum bu evde atımın toynaklarından ortalığa sa- çılan öfke, kin ve çokça hüzün onları beslemiştir. Şimdi de mutluluğumu, şaşkınlığımı ve aptallı- ğımı emiyorlar ve geriye sadece sessizlik asılı kalıyor duvarlarda. Duvarlarda asılı duran sessizliğe inat konuşmaya başlıyor. “Ojenin kurumasına yardım eder misin?” Ellerini izliyorum bir süre, sonra ne yapmam gerektiğini bilmediğimi anlıyor gözlerimden. “Gel yanıma. Al bakalım elle- rimi.” Evrendeki rolümün itaat etmek olduğunu anlamış gibi davranıyor ve ben tıpkı eğitimli kö- pekler gibi istenileni yapıyorum. “Şimdi yavaşça tırnaklarıma doğru üfle.” Ellerinin sıcaklığı ne- fesimin soğuğuna karışıyor, karıştıkça nefesim hızlanıyor. Pencere pervazındaki çatlaklardan sızan hava, söylemeye utandığım bütün sözleri, arkasına gizlediğim perdeleri titretiyor; titreyince düşü- veriyor her biri. Aralarından birkaçı yan yana sıralanıyor. Gece içimde yaşıyor kımıl kımıl, Gece ufkumu baştan başa saran gözlerindir. Tüm hayatım boyunca, bana sorulmuş en zor soruydun sen ve ben, çözümünü hiç bulamayacak kadar saf ama bulma yolunda her şeyimi verecek kadar hırslıydım. Gece karanlığıyla ölü eşyaların arasında kaybolamayacak kadar güzel gözlerin vardı, bakışların her yana dağılan meraklı sorulardı ve sen aşk kırıntılarıyla süslenemeyecek kadar büyüktün. Kapakları İngiliz oymalı dolabın eskiyen menteşele- rinin tiz sesleri duyulmaya başladığında, dolabın ra- fındaki ikinci kalite şişe, sohbetimizin sıcaklığında kaynıyor, kaynayan sıvının buharı şişenin tıpasını patlatıveriyor. Odayı ısıtan konuşmalar bardakların kırmızı yanaklarına çarpıyor, duvarda sessizlikle birlikte asılı duran antika saat yine, yeniden çalış- maya başlıyor. Tik tak, tik tak… “Ne garip saatmiş öyle, elimizdeki şişeden daha eski herhâlde.” “Garip değil, Mübarek.” diyorum saate bakarak. Ai- lemden kalan tek şeyin o saat olduğunu, annemin o saate çok değer verdiğini, hatta bir isim bile koydu- ‖MAHUR BESTE 11

ğunu anlatıyorum. Ne zaman çalışacağını bilmediğimiz saat ilgisini çekiyor ve ojesinin kurudu- ğuna emin olduğu eliyle Mübarek’e dokunuyor. “Bizden yaşlı olmalı.” diye mırıldanıyor. O an heyecanlanıyorum ve saat hakkında konuşmaya başlıyorum. Konuşmanın sonunda çok değerli bir antika olduğunu, eğer doğru alıcıyla buluşturulursa çok para edeceğini söyleyip tekrar susuyorum. Bardaklar doldurulup boşalmaktan bunalıp çatlıyor parmaklarımızın arasında, şişe bitik hâlde ka- derine küsüp yan yatıyor. Yıkılmaya yüz tutmuş gecekondu sadece âşıkların görebileceği büyülü bir adacık oluveriyor ve biz damarlarımızdaki kırmızı deniz dalgaları dışında hiçbir şeyi duymaz oluyoruz. Hislerimiz, dalgaların arasında köpürüyor ve kum tanelerinde son buluyor. İnce bedeni kum tanelerini kıskanıyor ve üzerindeki elbiseleri teker teker çıkarıp atıyor. Ben ise aşk kırıntıla- rının en küçüğü oluveriyorum yeniden ve ojeli parmaklarına tutunup yukarı doğru tırmanıyorum, bütün bedenini geziyorum. Gözlerine gelince düşüp kayboluyorum, gerisi gece karanlığı, derinliği. Derinlerine ulaşınca tüm sesimle haykırıyorum. Gece bir kadın gibi yumuşak kolumda/yanımda, Gece içimi ısıtan tatlı sözlerindir. Gözlerimi açtığımda güneş en aydınlık ışığıyla saldırıyor gözlerime. Fiziksel dünyayla savaşan bedenim her şeyden habersiz güç kaybediyor. Sen zihnimin dibinde karmakarışık bir soruydun hâlâ ve şüphesiz, kendi güzelliğinin içinde yüzüyorsun. Gece boyunca çatlayıp parçalanan bardak- ların arasında yürüyorum, bir yandan da güneş saldırıyor gözlerime. O an, bardağın bir parçası saplanıyor ayak tabanıma ve gece boyunca kızaran yanaklarının intikamını alıyor benden. Yere düşerken Mübarek’in giderken ardında bıraktığı izi görüyorum duvarda. Yerdeki yabancı kâğıdı alıp okuyunca anlıyorum her şeyi. Not: Ben ‘Sıhhatleri Ayarlama Enstitüsü’ çalışanı Pınar TAN, sıhhatinizi ayarlama karşılığında Mübarek’i alıyorum, hoşça kalın. ‖MAHUR BESTE 11

PEMBE RUJ ÖZAY ERDEM Belkıs Hanım, gecenin bir vakti sıkıntıyla uyandı. Onu rahat yatağından kaldıran şey mide rahat- sızlığı veya havanın bunaltıcılığı değildi. Rüyasında gördüğü rakamlar bir kez daha kâbusu ol- muştu. Söylenerek banyonun ışığını açtı. Bir kenarda duran pembe basküle çıktı. Önce rakamı okuyamadı fakat sonra gözlerini ovuşturunca görüntü netleşti. Çamaşır makinesinin üzerindeki deftere uzanıp iki yüz gram notunu düştü. Ardından yavaş adımlarla yatak odasına döndü. Yeniden uykuya dalmadan önce, hafta sonu on iki saatlik bir kür yapmaya karar verdi. Böyle giderse haftaya nihayet zafer tacını takabilirdi. Gözlerini bu sefer çalar saatin zorbalığıyla açtı Belkıs Hanım. Aynada, ancak ensesine kadar gelen saçlarına bakıp zorla gülümsedi. Birkaç ay öncesine kadar kıyamadığı upuzun dolgun saçları ak- lına geldi. Neredeyse bir şampuan reklamından teklif alabilecek kadar güzeldi. Yaptığı şey o anda gözüne bir çılgınlık hatta delilik olarak göründü. Ama hemen peşinden pembe rujlu kadının o suni, mekanik sesi kulağına gelir gibi olunca üzülmeyi bıraktı. Mutfağa geçip yiyecek bir şeyler hazır- ladı tepsiye. Kahvaltıda limonlu çayla beraber üç adet ceviz, bir tane haşlanmış yumurta ve bulaşık tableti büyüklüğünde peynir bulunuyordu. Ayrıca birkaç tane de kavanozda havasızlıktan buruş- muş zeytin vardı. Sofraya oturmadan önce banyoya gidip basküle çıktı. Kalemi alıp elli gram yazdı. Evden çıkarken anahtarı almadığını fark etti Belkıs Hanım. Kapıdan dönüp aceleyle misafir oda- sına yöneldi. Buradaki komodinin çekmecesini açtı. Hepsinden birkaç kutu bulunan Aferin, Parol ve Aspirin arasından evin anahtarını çekip çıkardı. Bu sırada gözüne iki tane de Apranax ilişmişti. Annesi olsa “Kızım, çantandan çıkarma anahtarını.” derdi mutlaka. İş yerine geldiğinde Sezen ve Nermin’in çalışma masasındaki mütevazı ama sağlıksız kahvaltısına bakıp burun kıvırdı. Tahinli börek yine oradaydı. Yanında da iki susamlı simitle birlikte karton bardaklarda dumanı tüten çaylar duruyordu. Bir sandalye de kendisi çekip aralarına keyifle otur- duğu günler geldi aklına. Şimdiyse ekibi dönmemek üzere terk etmişti. Öğle arasında da herkes tost söylerken o dışarıya yürüyüşe çıkıyordu. Günde iki öğün sağlıktır diyenler sınıfına katılmıştı Belkıs Hanım. Valiliğin karşısındaki parkta birkaç kere turluyor, bisiklet için kavga eden çocukları ‖MAHUR BESTE 11

seyredip öğle arasının bitmesine on dakika kala geri dönüyordu. Çalıştığı dairenin altındaki mal müdürlüğüne uğruyor, personel henüz ortalarda yokken müdürün odasına girip siyah basküle çı- kıyordu. Çok değil bundan üç ay önce Belkıs Hanım kilolarıyla barışık, balık etli, şen şakrak ve mutlu bir kadındı. Sabahları iş yerine gelirken börek ve simitleri fırından kendisi alırdı. Öğle arasında tost söylenecekse mutlaka “Benimki büyük boy atom olsun.” derdi. Ama o gün, baharın yeni yeni kendini gösterdiği güneşli ve sıcak bir gündü. İş çıkışı çarşıda canı biraz gezmek istemişti ve vit- rinde görüp beğendiği çiçekli elbise hayatını değiştirmişti. Çalışanlardan biri olduğunu tahmin et- tiği genç kıza ürkekçe yaklaşıp kıyafetin kendisine uygun bedenini sormuştu ve karşılığında “Bü- yük beden satılmıyor burada.” cevabıyla karşılaşmıştı. O an içinde bir şeyler kırılmıştı Belkıs Ha- nım’ın ve kendisini dışlanmış hissetmişti. Eve geldiğinde bu özel klana girip beğendiği kıyafetle arzıendam edebilmek için sıkı bir diyete başlamaya karar vermişti. Bunun için önce bir basküle sahip olup problemin büyüklüğünü tespit etmesi gerekmişti. İnternetten kesesine uygun duyarlığı yüksek pembe bir banyo baskülü almıştı aynı gün. İlk haftalarda midesine saplanan ağrılar yüzünden çok zorlanmıştı Belkıs Hanım. Oysa şimdi bir alışkanlığından uzak kaldığı, kahvaltı ve öğle arası çemberine dâhil olamadığı için biraz üzülü- yordu o kadar. Bazen sokakta yürürken öyle hafif hissediyordu ki bir çocuğun üflediği köpükler gibi havalanacağını veya karahindiba gibi dağılacağını düşünüyordu. Belkıs Hanım’ın çevresin- deki hareketlere de duyarlılığı artmıştı. Kimi zaman bir arabanın geçişine bakışlarını kilitliyor, bir kamera varmış gibi ağır çekimde boyasını, jantını, aynasından bakan suratı inceleyebiliyordu. Fa- kat kimi zaman da yapması gereken bir işi unuttuğu oluyordu. Bir boş vermişlik gelmişti üstüne. Nitekim geçen hafta elektrik faturasını yatırmayı unutmuştu. Oysa bu daha önceki hayatında bir ritüel gibi atlanmaması gereken kutsal bir görevdi onun için. Bazen de sokakta denk gelen bir tanıdığı fark edemiyor, aşk olsun Belkıs sözleriyle yolu kesiliyordu. İşten dönünce kendisine bol limonlu -içine iki çay kaşığı şeker attığı- bir bardak su hazırlayıp içiyordu. Ardından spor kıyafetlerini giyerek sahile yürüyüşe iniyordu. Güneş bütün kızıllığını etrafa yayıp denizde boğuluyormuş hissi uyandırırken telefonundan adım programını açıp on bin adıma ulaşana kadar yürüyordu. Dikkat etmişti, üst geçidin hizasından başlayan yürüyüşü jetin sergilendiği açıklıkta iki bin oluyor, bisiklet yoluna gelince üç bine ulaşıyor ve yüzme havuzu önünde de beş bine tamamlanıyordu. Tabii bu yolun bir de geri adımlanması vardı, böylece on bin ‖MAHUR BESTE 11

adımı tamamlıyordu Belkıs Hanım. Dönüşteyse sağlık merkezinin bulunduğu caddeden geçerek eczaneye uğruyordu. Evindeki baskülün sağlamasını yapıyordu burada Belkıs Hanım. Nedense o yıpranmış gri alete bütün diğerlerinden daha çok güveniyordu. Belki de ortamdaki ciddi havanın etkisi vardı bu durumda. İnsan, böyle ilaçla dolu bir dükkânda durmadan somurtup işine bakardı muhtemelen. Ama bu sürekli gelip gitmelerinin eczacı adamda rahatsızlık uyandıracağını düşün- müştü. Bunun için de kendince bir yol bulmuştu Belkıs Hanım. Bazen bir kutu Aspirin, bazen Parol bazen de Aferin alıyordu. Aslında böyle yaparak daha çok dikkat çektiğini bilmiyordu. Ec- zaneden çıkarken o anda aklına gelmiş gibi elindeki ilaç poşetini bir kenara bırakıp basküle çıkı- yordu. Genellikle sabahki kilosuna göre iki yüz gram vermiş olduğunu görüyor, muzaffer bir edayla, eczaneden ayrılıyordu. Onun bu hâlini gören yanlışlıkla buraya girdiğini düşünebilirdi. O gün de işten dönüşte önce eve uğramış, sonra yürüyüşe çıkmıştı Belkıs Hanım. Güneş bir kez daha dağların arkasına değil denize doğru batıyordu ve son cılız ışıklarını sahilde yürüyenlere he- diye ederken beş bin adımı tamamlayıp aksi istikamette yürümeye başladı. Ardından bir kez daha sağlık merkezinin olduğu caddeye çevirdi adımlarını. Eczaneden haftalık hapını Aferin olarak seçti bu kez. Mahalleye girince fırının önünden geçti, tahinli böreğin hayali geldi gözünün önüne he- men. Önce kokusunu çekip sonra ısırdığı o eşit büyüklükteki dilimleri hatırladı. Keselim mi abla derdi güleç yüzüyle Yasin. O da evet diye cevap verirdi. Ahşap tezgâhta nasıl da lokma lokma dilimler ve bir çırpıda naylon kaba aktarırdı. Fırıncıda çalışan bu güzel delikanlıyla ayaküstü soh- bet de ederdi Belkıs Hanım. Nişanında yaşananları Yasin gözleri ışıldayarak anlatmıştı ona. Mavi gözlü, kıvırcık saçlı, dünya güzeli bir kızmış sevdiği. Belkıs Hanım alışverişi kestiği zaman evlilik hazırlığı yapıyorlardı. Belki çoktan evlenmişlerdi, belki de nikâh dairesinden gün almışlardı. Ba- zen bunu merak edip bir defalığına tahinli börek almayı düşünüyor fakat sonra vazgeçiyordu. Artık yedi bucak yabancıydı onun için bu fırın. Kuruyemiş dükkânının oradan geçerken durdu Belkıs Hanım. Burasıyla olan selam sabahı devam ediyordu hâlâ. Yeni çekilmiş kahveden alıyordu kimi vakit ama o da uykusunu kaçırdığı için sey- rekleşmişti. Dükkâna girip dibek kahvesinden üç yüz gram paket yapılmasını istedi. O sırada - camın arkasında- güzelliğini belli eden bir edayla uzanmış, iri parçalı, şekilsiz kırılmış fındıklı ve meyveli çikolatalarla göz göze geldi. Önceden olsa şunlardan da iki parça versene derdi Feyzullah Bey’e fakat artık akşamları kahve yanına koyulan çikolatalar da tedavülden kalkmıştı. ‖MAHUR BESTE 11

Onun için her gün önünden geçtiği ve aşinası olduğu dükkânlar ışıltısını birden kaybetmiş, kilo vermesiyle doğrudan bağlantılı, uzak durması gereken yerlere dönüşmüştü. Bütün bunları kendi- sine düşman kılan pembe rujlu kadına yine kızdı. Keşke hiç girmeseydi o mağazaya, hiç sorma- saydı o elbiseyi. O zaman her şey yine mutlu mesut eskisi gibi devam ederdi hayatında. İnsan böyleydi işte, kendi kendisine eziyet çektiriyor ama bu yoldan da bir türlü dönemiyordu. *** Cuma akşamı en sevdiği dizinin bitmesini bile beklemeden erkenden uyudu Belkıs Hanım. Fakat yine gecenin bir vakti sıkıntıyla uyandı ve banyoya gidip pembe basküle çıktı. Kâğıda yüz gram yazdıktan sonra yatak odasının yolunu tuttu. Sabah sekize doğru bir kez daha gözlerini açtı. Saati görünce yeniden uyumak için zorladı kendini. Bu eylem birkaç kez tekrarlandı ve öğleye doğru yataktan kalktı Belkıs Hanım. On iki saatlik uyku kürü parçalı da olsa tamamlanmıştı. En etkili kilo kaybının aç karnına yatılan zamanlarda olduğunu keşfetmişti. Hesapladı, akşamdan beri top- lamda üç yüz elli gram vermişti. Yarım saat sonra hazırlanıp limonlu şerbetini içerek yürüyüşe çıktı. Döndüğünde nispeten besleyici bir kahvaltı hazırladı. En azından bu sefer gazoz kapağını dolduracak kadar bal ve yarım dilim çavdar ekmeği vardı sofrada. Vakit neredeyse ikindiye yak- laşmıştı, artık yemeliydi. Ama Elif arayınca dokunmadı hazırladıklarına. Bu fırsatı kaçıramazdı, hazırlanıp alt kata indi. Merdivenlerde biraz başı dönse de zili çalmadan önce kendisini toparladı. Elif önceleri de -özellikle hafta sonları- çay içmeye çağırırdı Belkıs Hanım’ı. Fakat Belkıs Hanım bir bahane uydurup gitmezdi. Şimdilerdeyse, birkaç aydır böyleydi, bu davetleri kaçırmıyor seve seve gidiyordu. Hem açlığını unutup biraz kafasını dağıtıyor hem de kendi baskülünün sağlamasını hafta sonları burada yapıyordu. Önüne güler yüzle konulan çay ve kurabiyesine dokunmadan önce “Elif” diyor, “senin şu baskül nerede, bir getirsen de tartılsam.” Hayatının her durağında tartılacak bir baskül bulmuştu Belkıs Hanım. Çok gizli bir askerî sır gi- biydi onun için bu noktalar. Bir de esmer çocuk vardı sağlık merkezinin önünde duran. Nedense ona hiç güvenmiyordu. Müşteri memnun olsun diye tartının ayarlarıyla oynadığı düşüncesini ka- fasından atamıyor, bir kez olsun ona yüz vermiyordu. Bazen korkuyordu ama Belkıs Hanım. Adım çıkarsa ne yaparım diye düşünüyor, işte o zaman hepten evde kalırım diye tedirgin oluyordu. Ar- kasından Baskül Belkıs denilen bir kızla kimse evlenmek istemezdi herhâlde. Bazen de umudunu yitirip vücudunun daha fazla kilo vermek için direnç gösterdiğini düşünüyordu. Böylesi anlarda ‖MAHUR BESTE 11

daha radikal kararlar alıyordu. Bir akşam aynada upuzun beline kadar inen kumral saçlarına bak- mış. Eliyle toplayıp kontrol etmişti. Kaç kilo gelirdi acaba? Ertesi gün iş çıkışı kuaföre gidip kes- tirmişti. Sonra tartıya çıktığında yüz gram bile fark etmediğini görünce ufak bir sinir krizi geçir- mişti. Oysa biliyordu, bunun o kıyafeti giyebilmek için bir faydası olmayacaktı. Hafta sonunu bir kilo vererek tamamlayınca pazartesi büyük gün olmuştu Belkıs Hanım için. İş çıkışı çarşıya kadar yürüdü. Aylar sonra o mağazaya mehter marşıyla girerken büyük bir zafer duygusu kapladı içini. Yan tarafta bir çiğ köfteci açılmıştı ve kaldırıma konan hoparlörden müzik coşkuyla çalıyordu. İçeriye girince etrafına bakındı ama pembe rujlu kızı göremedi Belkıs Hanım. Aynı model elbiseyi bulmayı beklemiyordu zaten. Hatta pembe rujlu kızın kendisini hatırlamasını da. Fakat ortalarda göremeyince işkillendi. Kovulmuş muydu yoksa sivri dili nedeniyle? Olsun, bir şekilde adresini alır, gerekirse yeni çalıştığı yeri bulup karşısına çıkardı. Kasaya gidip sordu o kız nerede diye. Aklında kaldığı kadarıyla boyunun kısalığından, saçının rengi ve yüzünün şeklinden bahsetti. Öyle bir çalışanımız yok hepsi bu kadar deyip harıl harıl dağılan kıyafetleri düren personellerini göster- diler. İçlerinde pembe rujlu kız yoktu. Belki lavaboya gitmiştir düşüncesiyle bir saat oyalandı Belkıs Hanım. Alacakmış gibi elbiselere baktı. Sonunda pes edip ayrıldı mağazadan. Hoparlörden bu kez sakin, dinlendirici bir müzik yük- seliyordu. Belkıs Hanım, pembe rujlu kızın kendisi gibi bir müşteri olduğuna karar verdi. O gün onu çalışan zannetmek gibi bir aptallıkta bulunmuştu. Pembe rujlu kız olmayınca bütün bunlara katlanmasını gerektirecek sebep de ortadan kalkmıştı. Artık bir Budist gibi davranıp saatlerce aç durmasına gerek kalmamıştı. Kendisine itiraf etmekten çekindi ama sevinmişti bu duruma Belkıs Hanım. Öyle ki dönerken sağlık merkezinin önünde bekleyen çocuğun tartısına çıktı. Rakama gülümseyerek baktı ve çantasından parlak bir madeni para çıkarıp verdi. Mahalleye girince fırına uğradı. Yasin evlenmişti nihayet, sizi de davet edecektim düğüne ama denk gelemedik dedi. Bunun üzerine -Belkıs Hanım için- şöyle, fırından yeni çıkmış, güzel bir tahinli börek dilimledi taze damat. ‖MAHUR BESTE 11

MEKÂNSIZ ŞİİR MEVLÜT ŞENER I. Sabahın kuş çiçeklerini Yeryüzüne serdiği Yerde de okunur şiir. Hatta umudu Sardunya kokan bir kadının Bahara sustuğu yerde de. II. Akdeniz’i gözlerine giyen, İncir kokan bir yamacın Gökyüzüne değdiği Yerde de okunur şiir. Hatta meridyenlerin Ve eş yükselti eğrilerinin Kesiştiği yerlerde de. ‖MAHUR BESTE 11

III. Ve bir tamircinin Soba başında Ellerinin maviye üşüdüğü Yerde de okunur şiir. Hatta volan dişlisinin Ve krank milinin Dünyayı kavradığı yerde de. ‖MAHUR BESTE 11

BÜYÜMEDEN ÖNCE İNANILAN ŞEYLERE DAİR: KAMBUR SEVDA DENİZ K. 4- “Anne, doğru söylüyorsun değil mi? Arkadaşlarımın dediği gibi kambur muyum ben? Yoksa ger- çekten de kanatlarım mı çıkacak?” “Bana inanmıyor musun? Sen bir meleksin. Kanatların çıktığında doğru söylediğimi göreceksin.” “Kambur, kambur, kambur.” Can, bunu niye yaptığını bilmiyordu ama kardeşinin -her gün okuldan eve onunla birlikte dönmesi gerekiyordu- yüzüne baka baka kamburuyla alay etmek çok hoşuna gidiyordu. “Şuna bak ya umu- runda bile değil. Oğuz, oğlum hey sana diyorum! Cevap alamayınca iyice sinirlendi. “Salak ya.” Oğuz, okulun merdivenlerini hiç acele etmeden indi. Kendisinden üç yaş büyük olan abisine, “Sa- lak değilim.” dedi kendinden emin. “Ben bir iyilik meleğiyim, kambur değilim. Annem sırtımdaki o çıkıntın kanat yeri olduğunu söyledi.” İçi rahattı, gülümsedi. Dökülen ön dişleri bile yüzünü kaplayan tebessümün güzelliğini bozamadı. “Tatlım, istersen eve ben bırakabilirim seni.” Necla Teyze, ne zaman yanlarına gelmişti de elini incitmekten korkar gibi hafif bir dokunuşla omzuna bırakmıştı. Çocuk, sevinerek sıra arkadaşı Burcu’nun annesinin elini tuttu. “Yemeğimizi yedikten sonra Burcu’yla sokakta oynayabilir miyiz?” diye de sordu en şirin hâlini takınarak. O sırada ne Oğuz ne de genç kadın, diğer iki çocuk arasında yaşanan küçük arbedeyi fark etti. Can, “Çilli böcek gelmiş.” dedi pis pis sırıtarak. Burcu ise hiç alttan alacak tarzda bir kız değildi. “Fa- sulye sırığı çok konuşma!” dedi. Küçücük ellerinin olanca kuvvetiyle de boyunun yettiği yere Can’ın tam belinin ortasına yumruk attı. Ardından o da pis bir sırıtışla ekledi. “Annene söyle seni fazla sulamasın. Her sabah çişli çarşaflarını yıkamaktan da bıkmıştır zaten.” Genç kadın, balkonda oturmuş oğlunun okuldan gelmesini bekliyordu. Hava serin, rüzgâr da tatlı sert esiyordu. Biraz önce astığı çamaşırlar çabuk kuruyacaktı. Aklından şimşek hızıyla geçen, ‖MAHUR BESTE 11

“Keşke Oğuz’a montunu giydirseydim. Hem kamburu da belli olmazdı.” düşüncesi suç işlemiş gibi canının sıkılmasına neden oldu. Sanki ayıbı olur olmaz ortalığa dökülmüş birinin utancıyla da yüzünün kızardığını hissetti. Eli titredi. İçmek için kendini zorladığı suyu o sırada küçük balkon masasına döküldü. “Böyle söyleme çocuğa. Onu kandırma. Oğlumuza kötülük ediyorsun.” diyordu hep kocası. Belki de doğru söylüyordu. Fakat onun anlamadığı bir şey vardı. Oğuz mutsuz olursa nasıl iyi bir çocuk- luk geçirebilirdi ki? Oğlunu kucağına verdikleri ilk dakikalarda içini kaplayan sıkıntı yine geldi yüreğine oturdu. En azından biraz büyüyene kadar oğluna kürek kemiğindeki anormalliği söyle- meyecekti. Kararlıydı. Hem gerçekten de çocuklar bir melek değil miydi? Akşam yemeklerini yemişler, biraz oturmak için balkona çıkmışlardı. Genç adam başını gazete- sinden kaldırdığında gördüklerinden hoşlanmayan bir ifadeyle baktı karısına ve oğluna. Oğuz diz- lerinin üzerine eğilmiş -bu duruşla iyice kamburlaşıyordu- tabletinden çizgi film izliyordu. Karısı ise cep telefonuna kendini öyle bir kaptırmıştı ki ne demlediği çayı, ne de -hepsinin en çok sevdiği atıştırmalık- kurabiyeyi getirmişti. Sert bir tonda konuştu. “Kaç defa dedim sana telefonla değil çocuklarınla ilgilen! Can nerede?” Kadın utanmıştı. Cevap vermedi, başını öne eğdi sadece. İkisi de bu uyarının neden yapıldığını biliyordu. Balkon duvarı alçaktı ve bu konuda apartman yöneti- miyle bir türlü uzlaşma yolunu bulamayan adam çok huzursuzdu. Yüksek sesle söylendi. “Kabul etmezlerse etmesinler yine de balkona korkuluk yaptıracağım. İstedikleri yere şikâyet etsinler.” “Burcu sırtıma bak! Sanki kanatlarım iyice belirgin olmaya başladı. Yakında çıkarlar.” Oğuz ye- rinde duramıyordu, öyle mutluydu ki. “Çizgi filmlerdeki gibi belki bir gecede bile çıkabilirler.” diye hevesle konuşuyordu. “O zaman bize izin vermedikleri her yere uçarak gideceğim. Senin için de bir şeyler bulurum belki oralarda.” Sevinçle ellerini çırptı. “Uçarım ve canım ne isterse alır kaçarım.” Burcu duyduklarından hoşlanmamıştı. Arkadaşının sırtındaki eğrilik artmaya başla- mıştı. Suratını astı. İsteksiz konuştu. “Akıllım, melekler hırsızlık yapmaz ki.” Oğuz’un da bir anda canı sıkıldı. Burcu’ya aşağıdaki evin bahçesinden erik toplayalım demek için gelmişti ama vaz- geçti. “Haklısın melekler yaramazlık da yapmazlar.” Genç kadın tam kapıdan çıkarken oğluna seslendi. ‖MAHUR BESTE 11

“Kardeşinle yaramazlık yapmadan, evi dağıtma- dan güzel güzel oynayın. Kapıyı da kimseye aç- mayın. Tamam mı? Marketten bir şeyler alıp he- men geleceğim.” Oğuz zaten odasında kendi hâlindeydi. Süper- men çizgi filmini izliyordu. Ama abisinin rahat durmak gibi bir niyeti yoktu. Annesi evden çıkar çıkmaz kardeşinin odasına girdi. İlk işi çocuğun elinden tabletini çekip almak oldu. “Bırak şu be- bek işlerini artık.” Sonra da bir hamlede yatağın üzerine çıktı ve sere serpe uzandı. Oğuz ağlama- mak için kendini zor tutuyordu. “Kalksana yatağımdan sırık. Bozmasana örtümü.” diye bağırdı. Can, ‘sırık’ lafına çok içerliyordu aslında ama kızdığını belli etmedi. Aldırmaz bir tavırla, “Örtüye de bakın. Örümcek Adam resimli battaniye. Tam bebek işi.” İyice keyfi yerine gelmişti. Bu fırsat eline her zaman geçmiyordu. Öyle sinir oluyordu ki kardeşine. Ne vardı yani, kambur diye bu kadar kayırılmazdı ki bir çocuk. Hep o vardı annesinin babasının aklında. O ne isterse anında ye- rine getiriliyor hep o düşünülüyordu. Ne zaman itiraz edecek olsa babası, “Oğlum görmüyor mu- sun onun fiziksel olarak eksikliği var. Sen öyle misin? Daha şimdiden belli ne kadar yakışıklı ve uzun boylu olacağın. Kardeşin ise hayata eksiyle başladı.” Ne demek istiyordu? “Kusursuz doğ- duğum için görmezden mi gelinmem lazım?” Hissettiklerini kelimelere dökmeyi bilmiyordu. Bu yüzden her geçen gün daha fazla hırçınlaşıyordu. Fırsat bulduğu anda da kardeşinin canını yakı- yordu. Hem Oğuz’un gözleri belki de dünyanın en güzel gözleriydi. Öğretmeni, bir keresinde onun için “Bu kadar güzel bir göz rengi görmedim bu yaşıma kadar.” dememiş miydi? Bir de Oğuz, bütün sınıf arkadaşlarından daha zekiydi. Daha dört yaşında okumayı kendi kendine öğrenmişti. Ona göre kardeşinin en büyük sorunu çok fazla masal kitabı okuması ve çizgi filmlere olan düş- künlüğüydü. Çok da hayalperestti. Hayalperest ne demek bilmiyordu ama babasından duymuştu. Can, “Kambursun işte, melek değil. Annem sana yalan söylüyor.” dedikten sonra yatağın üzerine bağdaş kurarak oturdu. Ve saymaya başladı. “Bir, iki, üç, dört…” Ona kadar saymadan kardeşinin ağlamaya başlayacağından emindi. Fakat beklediği olmadı. Gözleri dolan Oğuz, ağlamak yerine yumruklarını sıktı. Dişlerinin arasından belli belirsiz kelimelerle konuştu. “Görürsün şimdi sen. Bir melek olacağım ve uçabildiğimi görünce sen de beni kıskanacaksın.” Abisinin kahkahalarını ‖MAHUR BESTE 11

ardında bırakarak odasından çıktı. “Ne o, gidip bir yerlere saklanıp ağlayacak mısın?” diyen Can’a cevap vermedi. Ağlamaya hiç niyeti yoktu. Madem bir melekti, o zaman kanatları ihtiyacı oldu- ğunda çıkmalıydı. Yalnız başına çıkması yasak olan balkona çıktı. Küçük masayı balkonun kor- kuluğuna yaklaştırdı ve fazla zorlanmadan üstüne çıktı. Karşı apartmanın balkonunda annesiyle oturan Burcu’yu görünce heyecanla onlara el salladı. Onlar da onu balkonda, duvarın dibinde gö- rünce korkuyla ayağa fırladılar. Burcu “Oğuz, in aşağıya!” diye bağırmak için ağzını açmıştı ki ilk şaşkınlığını atlatan annesi, kızını sus anlamına gelen bir el hareketiyle durdurdu. Olabildiğince sakin kalmaya çalışarak konuştu. “Oğuz, biz de size gelecektik. Burcu ve sana muzlu pasta yap- mıştım. Hadi kapıyı aç da bekle. Hemen geliyoruz.” Çocuk biraz duraksadı. Pasta yeme fikri çok cazipti. Ama sırık abisine uçabileceğini göstermek istiyordu. Kollarını iki yana açtı. Doğrulabildiği kadar doğruldu ve hafifçe öne eğildi. *** “Gerçekten o son dilimi de yiyecek misin?” diye endişeyle sordu Burcu. O sırada çalan kapı ikisi- nin de dikkatini dağıttı. Burcu çıkarken parmağını tehdit eder gibi bir ifadeyle kocasına doğrultup salladı. Oğuz ise muzip bir ifadeyle çatalını tabağına ritmik hareketlerle vuruyordu. Karısı, odaya Can ile beraber döndüğünde ilk lokmayı ağzına atmak üzereydi. Abisi “Hey o benim hakkım. Sa- kın yemeye kalkma!” diye yalancı bir kızgınlıkla bağırdı. Oğuz, pişkin pişkin “Ooo, sırık abim gelmiş. Hiç yer miyim yahu ben senin hakkını.” derken çatalını “Kaptırdık son dilimi.” diyerek bıraktı. Gülmeye başladılar. “Ya tabi bilirim hiç yer misin? Seni gidi tatlı canavar. Ne olacak.” dedi Can, kardeşine sarılırken. Bahar gelmişti. Bahçede açan çiçeklerin kokusunu içlerine çektiler. Üçünün de keyfi yerindeydi. Abisi muzlu pastanın son dilimini yerken -Burcu da bu pastayı en az annesi kadar güzel yapıyordu- kardeşine sevgiyle baktı. Ne o gün ne de daha sonra -üstünden yıllar geçmişti- bir daha o günü konuşmamışlardı. Oğuz, tam kendini aşağıya bırakmaya hazırlanırken Can’ın sessizce, yaşından beklenmeyecek bir soğukkanlılıkla hiç panik yapmadan gelişini… Burcu’nun annesi, Oğuz’u ko- nuşturarak oyalarken Can’ın da kardeşinin beline sımsıkı sarılarak çocuğun hayatını kurtardığını… Sohbetleri, gelecek hayalleri, Oğuz’un yazdığı son fantastik romanın başarısı üzerineydi. Can, Burcu’ya, “Hamilelik seni çirkinleştirdi.” derken kardeşine göz kırptı. Burcu’yu kızdırmaktan çok hoşlanıyorlardı, o da eline geçen ufak tefek nesneleri iki kardeşe fırlatmaktan hoşlanıyordu. ‖MAHUR BESTE 11

Can, “Çok oturdun. Kalk yerinden çilli güzel. Bir bardak daha çay ver bana.” dedi çerez tabağını kardeşinin önünden çekerken. Burcu, “Haklısın aslında sırık abim bu kadar hareketsiz kalmam iyi değil.” diyerek yerinden kalktı. “Sizinle laflayacağım diye yemeği yakacağım neredeyse.” O sırada Oğuz da yıllar önce yaptığını yapıyor abisinin özenle taradığı saçlarını karıştırıyordu. ‖MAHUR BESTE 11

AİLE KÜBRA SARIBIYIK Aile; evlilik ve kan bağına dayalı en samimi, en içten ve en güvende olduğumuz yerdir. Yani öyle olması umulan. Üreten, ürettiğini tüketen, yaşayan bir canlıdır. Örgünün ilmekleri gibi birleştikçe güçlenen daha anlamlı hâle gelen sevimli bir örgüttür. Tüm aileler sürekli değişim durumundadır. Aile üyelerinden birinin değişimi tamamını etkiler, tıpkı örgüdeki ilmeklerden birinin değişiminin bütünün anlamını değiştirdiği gibi. Bu değişimler sırasında dengeyi aramakla meşguldür aile. Bu dengeyi her aile kendine has dili kullanarak bulur. Dünya üzerinde ne kadar aile varsa o kadar aile dili vardır; hepsi birbirinden başka, hepsi birbirinden özel. Çoğu zaman o yüzden başka ailelerde olup bitenleri, yaşananları, kuralları ve hiyerarşiyi anlayamayız. Bir ailenin saygısızlık olarak gör- düğü diğer ailede fark edilmez bile. İşte tam da bu sebeple her ailede çocuğun yeri ve eğitimi çok farklıdır. Ne kadar farklı olsa da çok bilinenin aksine çocuk eğitimi anne karnında değil eş seçi- miyle başlar, bu sıranın önemi her ailede aynıdır. Unutulmamalıdır ki anne-baba arasındaki ilişki çocuğun üçüncü ebeveynidir. Bu uzun yolda ortak paydada anlaşarak sürdürebilir yenilikçi değişimlere uyum sağlayabileceğiniz bir eş seçmeniz ge- rekir. Kitapta okuduğumuz, sosyal medyada gördüğümüz, komşudan duyduğumuz, bizim mizacı- mıza uygun olmayan günübirlik ebeveynlikler peşine heveslenmememiz gerekir. Önemli olan temel mevzularda istikrarlı bir şekilde çocuk yetiştirmektir. Sürdürülemeyen istikrar tutarsızlığa, tutarsızlık çocukta kafa karışıklığına ve anne-babaya güven eksikliğine yol açar. Bunu başarabilmek için insanın önce kendisini, sınırlarını, yeteneklerini sonra çocuğunu ve çocuğunun yetiştiği çağı tanıması gerekir. Bunların ortağında elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalı ve sadece kendisiyle yarışmalıdır. Çocuğun sosyalleşmesi kişiliğin dengelenmesi ailenin görevidir. Pek tabi önce kendisi sosyalleşebiliyor olması gerekir, önce kendisinin kitap okuyor olması gere- kir, önce kendisinin büyüklerine saygılı olması gerekir diye bu liste uzar gider çocuk duyduğundan değil gördüğünden öğrenir. Yani çocuğun güçlü ebeveynler tarafından kültürlerle donatılmaya, güçlü bir kişilik kazandırabilecek yetenekli ebeveynlere ihtiyacı vardır; öğretmeyi bilen, bilgiyi ‖MAHUR BESTE 11

kendisine saklamayan cömert ebeveyn- lere. Bu bilgiler çoğu zaman gözümü- zün önünde duran basit günlük hayat becerilerine dayanır. Bilgiler içinde kaybolup elimizin altın- daki fırsatları kaçırırız çoğu zaman. Ço- cuğa günlük hayat becerilerini önce gösterip, sonra beraber yaparak daha sonra da desteğimizi yavaş yavaş çeke- rek deneyimlenmesini sağlamakla bu işe başlayabiliriz. Çocuğun her şeyi sosyal öğrenme yoluyla sadece bizi iz- leyerek öğrenmesini beklemek çok sık düştüğümüz bir hatadır. Yeni nesil anne-babalarda karşı- laştığımız sık düşülen hatalardan biri de bence; çocuğun öz benliğini korumaya yönelik özgüveni kırılmasın diye adabımuaşeret kurallarından ve değerlerden uzak çocuk yetiştirmektir. Bu şekilde büyütülen yetişkinlerin toplum içerisinde zorlanacakları konuları görmemiz ve meseleyi bütün olarak ele almamız uzak değildir. Aile içi iletişim aktif olmalı, kurallar mantıklı sebeplerini de açıklayarak çocuklarla beraber koyulmalıdır. Çocuğumuza “HAYIR” demeyi öğrettikten sonra bizim işimize gelmediği zaman “HAYIR” dedi- ğinde kuralları ihlal edersek sorunlu çocuğumuz varmış gibi hissedebiliriz. “Sorunlu çocuk yoktur ilgisiz anne-baba vardır.” söylemini duymuşsunuzdur ben buna katılmıyorum; ilgisiz anne-baba- dan çok nasıl ilgileneceğini bilmeyen, sevgisini nasıl göstereceğini bilmeyen, çocuğun dilini çö- zememiş anne-baba olduğunu düşünüyorum. Doğru kurslar, seminerler, kitaplar ve filmlerle bal- tamızı sürekli bileyerek dikkatimizi diri tutmak mümkündür. Örneğin; her babanın mutlaka izle- mesini düşündüğüm gerçek hayat hikâyesi olan 2011 yapımı “Extremely Loud And Incredibly Close” baba-oğul ilişkisine dair pratik ve neşeli ipuçları vermektedir. Biyografik bir film olan 2010 yapımı “Temple Grandin” de bize bir annenin sevgisi ve azmiyle neler olabileceğini gösteren muh- teşem bir ilham kaynağıdır. Bu iki harika filmi izlediğinizde artık çocuğunuza dil cimriliği, sevgi cimriliği yapmayacağınıza söz verebilirim. ‖MAHUR BESTE 11

Dil cimriliğinden kastım çocuğumuzu takdir etmemek; yeri gelmişken çocuklarımızı takdir eder- ken çaba gerektiren özelliklerine vurgu yaparak takdir etmemiz gerekir. Örneğin; zeki-güzel ço- cuğum yerine çalışkan-bakımlı çocuğum vs. tercih edilmelidir. Doğuştan getirdikleri özellikleriyle çocuklarımızı övmemizin kişilik gelişimine pek faydası dokunmayacaktır. Bu şekilde söylemleri- nizdeki basit ama etkili değişiklikler çocuğunuzun salt sevgiyi tatmasını sağlar. Diğer türlü ben güzel olduğum için ailem beni seviyor yanılgısına düşüp ailesinin sevgisine güveni azalır. Bu ha- yatta en değerli varlıklarının çocukları olduğunu söyleyen anne-babalar çocukların kalbine sevil- meme korkusunu hüznünü yerleştirmekten hiç mi korkmazlar? Nerede sevilmediğini düşünen, hisseden bir büyümüş çocuk görsem içim acır. Çünkü sevginin birbirini anlamanın ön koşulu olduğuna inanırım. Birbirini sevmeyen, anlamayan insanların aynı evde yaşamaları onları aile yapmaya yeter mi? Aile içi sevgiyi, bağlılığı artırmak için ritüellerin önemli olduğunu kendi hayatlarınızı düşününce de anlayabilirsiniz. Basit ve küçük ama ailemize özel ritüeller akşamları hep beraber çay içmek, pazar günü kahvaltıda pankek yemek, yılbaşında çam ağacı süslemek, her yaz Bozcaada’ya tatile gitmek, her bayram yeni kıyafetler almak, her doğum gününde meyveli pasta yemek gibi her aileden aileye değişen, aileyi birbirine bağlayan, sevgiyi ve muhabbeti arttıran, yıllar sonra neşeyle hatırlanan anılar biriktirmenize yardımcı olan ritüelleridir. Aile içi bu ritüellerin önemi kadar, aile bireylerinin ikişer ikişer baş başa vakit geçirmeleri de yine sevgiyi ve muhabbeti arttırıp birbirini daha iyi tanımalarına ve güvenle bağlanmalarına yardımcı olacaktır. Anne-kız, anne-oğul, baba-kız, baba-oğul saatleri gibi. Sorunlar birden ortaya çıkmaz, her sorunun bir kuluçka dönemi vardır. Ve birçok sorunun kuluçka dönemi sevgisizle başlar. Se- vilmediğini hisseden çocukların hata yapmaya, suça yönelmeye, ani kararlara, öfkeye ve hırçınlığa daha meyilli olduklarını bilerek onları sevgimizden haberdar etmeli her fırsatta sarılıp “Seni sevi- yorum.” demeyi ihmal etmemeliyiz. Sevginin olduğu her yerde kıskançlık da vardır. Kıskançlık kendimize yönelmesini beklediğimiz ilgi ve sevginin bir başkasına yönelmesi durumunda hissettiğimiz evrensel ve doğal bir duygudur. Sevmediğinizi hissettirmenin bir başka yolu olan kıyaslamalar da kıskançlığı besleyip büyütür. Kıyaslama sadece çocuk için değil ebeveynin kendini başka ebeveynlerle kıyaslaması durumunda da çok tehlikelidir. Kıyaslamanın her türlüsü hiç farkında olmadan yaptığımız yanlışlarımızdandır. ‖MAHUR BESTE 11

Bugün yanlış inanışların çoğu çocukluk döneminde aldığımız yanlış bilgilerden kaynaklanmakta- dır. Değerler eğitiminin doğru ve yetkin bir şekilde yapılmasının bu durumda bize önemli katkıları vardır. Ancak yanlış ve sistemsiz yapıldığında veya hiç yapılmadığında mutsuzluk ve uyumsuzluk kaynağı olabilmektedir. Şu an hayatımızda olan birçok saplantılı fikir, hatta bu konularda işlenen suçlar değerler eğitiminin doğru verilmemesiyle ilişkilidir. Değerler eğitimi ne olduğumuz ve nasıl olmamız gerektiği husu- sunda yolumuzu aydınlatır. Ve değerler eğitimini aile dışında vermeye çalışmak suya yazı yaz- maya benzer. Tüm bunların yanında en önemlisi çağı yakalayan ebeveyn olmaktır. John Dewey’in dediği gibi “Bugünün çocuklarını, dünün yöntemleriyle eğitirsek yarınlarından çalarız.” Yeni bir düzen için yeni fikirler gerekir. Çocuk eğitiminde konu ne olursa olsun onun ihtiyaç duy- duğu anda içten, samimi ve abartısız bir şekilde verilmedir. Henüz soyut kavramları anlayamayan beş yaşındaki çocuk annesini kaybettiğinde annen uzaklara gitti geri gelecek diyerek oyalamak doğru değildir. Ölüm, din, cinsellik gibi anlatmakta zorlandı- ğımız konuların eğitimi o konuyla ilgili bir durum yaşandığında ve çocuk soru sorduğunda başlar. Cevabını bilmediğimiz ve zorlandığımız sorularda ise uzman yardımı almak işimizi kolaylaştırır. Teknik olarak verilen tavsiyeleri yerine getiremesek bile gerçekten çocuklarımızı severek bu sev- giyi onlara doğru bir şekilde hissettirerek tüm hatalarımızı bence telafi etme şansı bulabiliriz. Peki ya sevmeyi öğretebilir miyiz anne-babalara? ‖MAHUR BESTE 11

GECE AYARTMASI ÜNAL ŞARMAN Sürdüler geceleyin üstün ırkın hamlığını, Ha üstün ırk demişken Hem de ham çok kolaydır kadavra. Keşfi, muntazam beyni, O gün bugündür cesedi kam ırkı sayarız Veyahut gam ırkı. Ceset gömülünce yaşar, İncitir kaburga kırığı, Karabasan oturur yüzlerine Kara ve bozkır toprağını pişkince… Haddini bilenler için gece Kimine yurt, kimisine kursak. ‖MAHUR BESTE 11

Turla avladılar geceyi balıkçılar Ağlarında bi-ümit deniz mahsulü avlayacakken Balıkçı teknesinde gecesefası rutin, Gece mut gibi düştü bahtlarına Kaptan yerindi denize doğru Su bulanık, biz bunadık dedi. Lacivert geceyi süreriz Daha demin korkuydu ellerde Deniz savuşuk, geceleyen yalnız Devinen şeylerin tekrarında Himaye olundukça artan, Yükselen denizin altında Gece ayartmasına maruz kalan kimseler. Kuşkusuz gece pervin bir döşektir Lacivert yenisi. ‖MAHUR BESTE 11

DÜNYADAN UZAK BAŞKA BİR DÜNYA KÜBRA BAYRAKTAR “Mesel”den geliyor masal, misalden. Kim demiş masallarla uyunur! Masallarla uyanır insan. Başka Bir Dünya insanı haya- tın gerçeklerine uyandıran masallardan. Kitabın karakterleri olan Mişima ve Mavi bir gün pencereden baktıklarında gördükleri şeyin gri binalardan ve uzun gökdelen- lerden ibaret olduğunu fark ettiler. Ve karar verdiler başka bir dünyaya. Masalları, yolculukları böyle başladı. Onların haya- lindeki dünya, yaşamak için en güzel yer, yeşil bir vadi, berrak akan sular, temiz bir doğa olmalıydı. Evlerini sırtlayıp yola ko- yuldular. Her masalda olduğu gibi az gittiler uz gittiler. Önce aradıklarını bulamadılar. Buldukları iki ağaçtan ibaret değildi onların başka bir dünya arayışları. Öyle bir yer olmalıydı ki o dünya yaşadıklarını anlamalıydılar. Denemeye değerdi ve tekrar yola çıktılar. Yine aradıklarını bulamadılar. Tekrar, tekrar, tekrar denediler. Çünkü bulanlar arayanlardı. Bir umuttu. Aramaya değerdi. Ve sonunda buldular. Başka bir dünyada değil, kendi yaşamlarına başka bir pencereden bakarak buldular. Değişmesi gereken çevre değildi, kendileriydi. Yolda ararken bunu fark etti Mi- şima ve Mavi. Evlerini kurdular, bahçelerini ektiler. Hafiflediler, Toprak onlara kucak açtı, bahar kapılarını ar- dına kadar araladı. Zamanla Mişima ve Mavi’nin başka bir dünyası kelebek etkisiyle çevresine bulaştı, büyüdü, çoğaldı. Ve masal bizi uyandırarak mutlu bitti. Ruh Ziynetleri kitabında şöyle yazıyordu: “Kesinlikle insanlık tarihinin en kötü döneminde değiliz asrımızı tamir edebiliriz, kendimizi güzelleştirebiliriz, iyiliklerimizi çoğaltabiliriz.” Mişima ve Mavi’nin yolculuğu bunu bana bir kez daha öğretti. Artık biliyorum ki çözüme, değişime fert ola- rak kendimizden başlarsak belki de bir insan bir aileyi, bir aile bir kasabayı, bir kasaba bir beldeyi, bir belde bir ülkeyi, bir ülke bir dünyayı değiştirecek, kurtaracak. Sebepler zinciriyle çoğalan gü- zelliklerin sonunda da orası bambaşka bir dünya olacak. ‖MAHUR BESTE 11

İZ SEMRA ÖZÇELİK Hava soğuk, Yapraklar ölüyor. Bir kedi sığınacak köşe ararken Yağmur bastırıyor. Radyoda yine o şarkı. Ruhum yerle bir. Ay da yok bu gece, Yıldızlar da kayıp. Bir inşirah izi peşinde, Hüznün kıskacına sıkışmış gölgem. Ey gecenin sahibi, Yok mu yarama merhem? ‖MAHUR BESTE 11

MESUT KAPLAN’LA AZERBAYCAN’DA TEVFİK FİKRET KİTABI ÜZERİNE SÖYLEŞİ SÖYLEŞEN: KÜBRA BAYRAKTAR “Tevfik Fikret, karakteri ve sanatıyla etrafındaki insanları büyüsü altına alabiliyor.” Öncelikle hayırlı olsun kitabınız. Yüksek lisans tezinizi kitaplaştırdınız. Ön sözde birçok ya- zar ve şairden bahsediyorsunuz. Tez konunuz için aralarından Tevfik Fikret’i seçmenizin sebebi nedir? Çok teşekkür ederim, sağ olun. Türk edebiyatı, dünyanın en zengin edebiyatlarından biridir. Bu sebeple de içerisinde birçok değerli isim barındırmaktadır. Birbirinden değerli bunca isim içerisin- den neden Fikret, sorunuza şöyle cevap vermiş olayım: Amerikalı yazar Mark Twain, “İnsan ha- yatında iki önemli gün vardır. Bunlardan ilki doğdunuz ikincisi ise de neden doğduğunuzu anladı- ğınız gündür.” der. Her insan gibi doğduğum günü ben de hatırlamıyorum fakat en azından neden doğduğumu düşündüğüm gün, henüz bir lise öğrencisiyken önümde Tevfik Fikret’in Türk edebi- yatının belki de en romantik tınısına sahip olan ve, “Küçük, muttarid, muhteriz darbeler Kafeslerde, camlarda pür-ihtizâz Olur dembedem neha-ger, nağme-sâz Kafeslerde, camlarda pür-ihtizâz Küçük, muttarid, muhteriz darbeler.” mısralarıyla sürüp giden “Yağmur” şiiri vardı. O günden sonra hep Fikret’i araştırıp okudum. Beni çok etkilemişti şiiri, yaşamı, hayata bakışı… Onu okudukça daha çok öğrenme güdüsü oluştu ve daha iyi anlamaya başladım. Üniversite döneminde de aklımda hep Fikret hakkında çalışmak vardı fakat Türk edebiyatında belki de hakkında en fazla akademik çalışma hazırlanan ismi üzerine ne ‖MAHUR BESTE 11

yapabilirim ki derken, Azerbaycanlı şair, Mehemmed Hâdi’nin “Fikret” isimli şiiri ile karşılaştım. Bu şiir de beni Fikret hakkında bir yüksek lisans tezi hazırlamaya götürdü. Tevfik Fikret, Robert Kolejinde çalışmasaydı Amerika için yine de bu yeri edinebilir miydi sizce? Tabii. Fikret’in Robert Kolej’inde çalışması, ona farklı coğrafya- ların kapılarının açılmasına büyük olanak sağlamıştır. Fikret, orada hem modern eğitim anlayışını hem de kültürlerini öğren- mesinin yanında kendisinden etkilenen özellikle Amerikalı öğret- men ve yazarlar, Fikret’in ismini Amerika’ya taşımışlardır. Bu durumu sadece Fikret’in Robert Kolej’inde çalışmasına bağlamak doğru olmaz. Çünkü Fikret, adını yalnız Amerika değil, dünyanın farklı coğrafyalarına taşımayı başarmış bir isimdir. Eminim ki Fikret, kolejde çalışmasaydı da ismi Amerika’ya ulaşırdı. Bahsettiğiniz üzere Tevfik Fikret yüksek kültürlü, centilmen ve vatansever biri. Tüm bun- lara rağmen toplumumuzda kendisiyle ilgili gerekli bilgi birikimine sahip değiliz. Kendi top- lumunda yerinin bu şekilde az oluşunu neye bağlıyorsunuz, yeterli çalışmalar çıkıyor mu bu konuda? Çok doğru. Dediğiniz gibi Tevfik Fikret, sanatı, kişiliği ve felsefesi ile kendi çağının ötesinde bir isim. Kendi toplumunda yeterince bilinmemesi gibi bir fikrin doğru olduğunu pek düşünmüyorum. Çünkü bir önceki soruda da belirttiğim gibi Tevfik Fikret ismi, Türk edebiyat tarihinde hakkında en fazla bireysel ya da akademik çalışmanın, konferans, sempozyum, panel, süreli yayınlarda hak- kında haberler konusunda önde gelen belki de ilk kişidir. Fikret’in toplumuz tarafından fikirleriyle benimsenmesi biraz uzun sürmüştür evet, fakat bu da onun bizlerden çok farklı bir zihin dünya- sında yaşamasının bir neticesi diye düşünüyorum. Nitekim Fikret’in hem yaşamı hem de sonra- sında kendisinden sonraki yazar ve şairlerimize baktığımızda ondan etkilenmeyen isim bulmak çok zordur. Tevfik Fikret hakkında Moskova’da yayımlanan kitabın siyasi amacı olup olmadığı ile ilgili somut ne söyleyebilirsiniz? Rusya’da, Tevfik Fikret hakkında yayımlandığını bildiğimiz ilk çalışma; Azerbaycanlı yazarlar ‖MAHUR BESTE 11

Ali Ejder Said-zade ve Zeynetullah Nuşirevan’ın 1923 yılında hazırlamış oldukları “Tevfik Fikret, Müntehap Parçalar” isimli kitaptır. Bu kitapta Tev- fik Fikret’in şiirlerinden seçilmiş eserleri ve “Mü- düriyetten”, “Tevfik Fikret ve Hayatına Dair Kita- biyat” ve “Tevfik Fikret’in Sınıfı, İçtimai Ehemmi- yeti Hakkında Mütalaalar” isimli yazılar bulun- makta. Kitapta, bizim de dikkatimizi celbeden bu konu, yani kitabın bir siyasi amaç güdüp gütmediği konusu oldu. Zeynetullah Nuşirevan, kitapta, “Tevfik Fikret ha- yatının henüz bütün tekamül safhatını ikmale vakit bulamamış bir Jean-Jacques Rousseau Fikret, Rousseau’nun yaşadığı mütekamiş kapitalimizm ve istismar memleketinde yaşamış olaydı -bundan hiç şüphe etmiyoruz- ya ikinci bir Jean-Jacques Rousseau ve yahut birinci Rousseau’nun büyük bir arkadaşı olurdu; tabir-i diğerle eğer Tür- kiye’deki iktisadi inkışafın bugün almakta olduğu şeklini, zulm ve istismarın, sınfi mücadele ham- lelerin bugünkü haşin başlangıcına şahit olabilmiş olaydı elbet Türkiye’ni Jean Jean Rousseau olurdu. Hayatları itibarlarıyla bu kadar benzeşme ve ayrılık dereceleri gördüğümüz Tevfik Fikret ile Jean-Jacques Rousseau arasında ölüm ve akıbet itibariyle de aynı müşahebeti ve cüzz’i farkı buluruz. Bu iki koca insanın her ikisi zulme, hıyanete, kizb ve riyaya karşı bağırarak mazlumlara karşı kalplerinin bütün pak ve sıcak mühübbet ve meclu beyitlerini güneş nuru gibi serperek öldü- ler. Onlar öldü fakat onların hoş sedaları bu kubbede hâlâ çınlamaktadır ve çınlayacaktır.” diye bahseder. Fikret, burada olduğu gibi kitabın genelinde de bir halk kahramanı olarak belirmekte. Öte yandan özellikle seçilen şiirlerin kolaylıkla kendi siyasi propagandalarına uydurulabilmesi de dikkate de- ğer diğer bir konudur. Bunula ilgili son olarak da kitabın kapağında, o dönem Sovyetler Birliğinde kendi siyasi çıkarları doğrultusunda yayımlan kitaplarda bulunan önemli sloganı: “Dünyanın bütün yoksulları birleşiniz.” ibaresi de bunu kanıtlar mahiyette olduğu kanaatindeyim. Fikret’in devrimci ruhunu ve siyasi bakış açısını düşündüğümüzde bunu sanat hayatındaki izlere de taşıdığını görüyoruz. Peki, bu durum onun tanınması için bir avantaj mıydı yoksa ‖MAHUR BESTE 11

toplumdaki konumu itibariyle dezavantaj mı? Aslında Türk edebiyatı bazında baktığımızda şair ve yazarlarımızın önemli kısmı ile ilgili “söyle- dikleri gibi yaşamamak ya da yaşadıkları gibi söylememek gibi” durumlar olduğunu belirtmek gerekir. Toplumlarda da söyledikleri ile ölümsüz bir hal alan şairler de özü sözü bir olmak, onların değerlerine değer katmaktadır. Tevfik Fikret özelinde bu duruma bakacak olursak. Edebiyat tari- himizde yaşantısı, söyledikleri ve hayat görüşü örtüşen ilk birkaç isimden biri olduğu şüphesizdir. Tevfik Fikret, kalemini her zaman hak ve halk için doğru bellediği yolda kullanmıştır. Onun için doğruluk, şaşılacak bir durumda olmazdı. Nitekim Tevfik Fikret hakkında yanlı ya da karşıt dü- şüncede hazırlanmış bütün çalışmalarda ya da söylenmiş bütün sözlerde onun karakteri, yaşamı, siyasi ve dini bakış açısının birbiriyle örtüştüğü belirtilir. Şüphesiz bu durum da Fikret’in yüz yıldır ülkemizde ve ülke sınırlarının dışında tanınmasını ve yaşamasını sağladığı sonucunu ortaya koyar. 1926 yılında Bulgaristan’da Nakovalnya dergisinin bir sayısında Fikret’in şiiri için Victor Hugo’yu hatırlattığı söyleniyor. “Onun şiiri merhamet ve hümanizm ile aşılanmış, zengin ve ahenklidir.” diye de belirtilmiş. Bu bağlamda söylemek istediğiniz bir şey var mı? Aslında Tevfik Fikret ile ilgili yurtdışında yapılan tüm yayınlar çok dikkat çekicidir. Sizin de be- lirttiğiniz gibi Bulgaristan’da yayım yapan Nakovalnya dergisi, onu özellikle hümanizm içerikli şiirlerinden dolayı Victor Hugo’ya benzetir. Bu, çok doğru bir tespittir aslında. Çünkü Fikret, Vic- tor Hugo’yu takip ettiği gibi şiirlerinden de esinlenmiştir. Bunun en büyük ispatı ise “Joyeus Vie” şiirinden hareketle yazmış olduğu ünlü “Han-ı Yağma” şiiridir. Lakin şu unutulmamalıdır ki Fik- ret’le ilgili bu tarz benzetmeler yalnızca bundan ibaret değildir. 1923 yılında Sovyetler Birliği’nde yayımlanan “Tevfik Fikret Müntehap Parçalar” kitabında da Zeynetullah Nuşirevan, Fikret’i Jean- Jacques Rousseau’ya, Tolstoy’a, Mehmet Emin Resulzade ise 1917 yılında Açık Söz’deki yazı- sında Fikret’i Emile Verhaeren’e benzetiyor. Kitabınızda Tevfik Fikret’in Amerika, Rusya, Bulgaristan, Kırım, Kıbrıs ve Mısır edebiyatı ve toplumunda etkilerinden bahsediyorsunuz. En kapsamlı şekliyle Azerbaycan’da Fikret'in yansımasını ele almanızın bir sebebi var mı? Sonrasında araştırma yaparken bu konuyla ilgili sizi en çok etkileyen şey veya şeyler nedir? Hazırlamış olduğumuz bu çalışma, modern Türk edebiyatının ilk temsilcilerinden bir isminin sı- nırların ötesinde edindiği yeri göstermesi açısında bir ilk taşımaktadır. Bu sebeple bunu değerli ‖MAHUR BESTE 11

görüyorum. Tevfik Fikret, dediğiniz gibi çok farklı ülkelerden yer edinmiş ve sanatı saygı görerek yayılmıştır. Neden Azerbaycan sorunuza gelecek olursak da; Modern Azerbaycan edebiyat tari- hinde nereye bakarsak Fikret’i görmemizdendir. Azerbaycan’daki ders kitaplarından bütün şair ve yazarlarına hatta halk arasında bile şaşırtıcı derece bir yer edindiğini görüyoruz. Bu denli çok mal- zemenin olduğu bir ortamda elbette ki Azerbaycan’ın öncelikle ele alınması kaçılmaz oldu bizim için. Çalışma sırasında bizi en çok etkileyen birçok şey oldu fakat bunlardan ikisi her zaman anlattığım ve anlatacağım örnekler olacaktır. Bunlardan ilki Sovyetler Birliği ile yapılan savaşlarda ölen Azerbaycanlı askerlerin ceplerinden Tevfik Fikret’in “Rübâb-ı Şikeste” ve “Halûk’un Defteri” şiir kitaplarının çıkması. Bir diğeri de yine Rusların Azerbaycanlı vatandaşları esir olarak tuttukları hapishanelerin duvarlarında Tevfik Fikret’in şiirlerinin de Azerbaycanlı şairlerin şiirleri ile birlikte yazılıyor olması: “Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa, Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır; Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.” Şelale ve Açık Söz dergilerinin bahsi ülkemizde pek edilmiyor sanırım. Sizce bunun sebebi nedir? Şelale ve Açık Söz, Azerbaycan’daki önemli süreli yayınlardan yalnızca iki tanesidir. Bunların yanı sıra özellikle Füyuzat dergisi vardır ki bizdeki Servet-i Fünun dergisinin karşılığı diyebiliriz. Bun- ların dışında, Rehber, İrşad, Basiret, Tekâmül gibi daha birçok yayın sayabiliriz. Bunlardan ülke- mizde pek bahsedilmiyor olmasının tek cevabı, araştırma ve öğrenmeye kapalı olmamızdan başka bir şey değildi. Hâlbuki Azerbaycan hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde edebi ve sosyal anlamda çok sıkı bir ilişki içerisinde bulunmuş önemli bir coğrafyalardır. Tevfik Fikret’in Azerbaycan’da hem edebiyat camiasında hem de halk tarafından kabul gör- mesinin sebebi neydi? Tevfik Fikret’in isminin ulaştığı bütün coğrafyalarda kabul görüp yer alması aslında aynıdır. Tev- fik Fikret’in bu toplumlarda benimsenmesi, onun özellikle şiirlerinde değindiği konulardır. Azer- baycan genelinde baktığımızda aynı zamanda ilk Türk Cumhuriyeti olan Azerbaycan, hürriyet, ‖MAHUR BESTE 11

eğitim, modernlik gibi birçok konuya çok uzun yıllardan beri aşinandır. Halkın haksızlığa karşı olması, kadın hakları, yoksulluk, hümanizm Azerbaycan için önde gelen konulardır ki Azerbay- canlı şairler de bu konulara özellikle Tevfik Fikret’ten esinlenerek yer vermişlerdir. Fikret’in bu konuları şiirlerinde sürekli işliyor olması da onu Azerbaycan halkı arasında özel kılar. Azerbaycan’da olan Tevfik Fikret etkisinin Türkiye’de olmamasının sebebi olarak kendi toplumunda yeterince anlaşılamadığını belirtiyorsunuz. Fikret sizce kendi toplumu tarafın- dan neden anlaşılamadı? Anlaşılamadı demektense anlaşılması biraz uzun sürdü diyelim. Tevfik Fikret’in anlaşılmasının böyle uzun sürmesi, öncelikle 1930’lu yıllarında sonu ve 40’lı yılların başındaki Tevfik Fikret hakkında yapılan karalama propagandaları diyebiliriz. Fakat Azerbaycan’da Fikret’in bu kadar se- vilmesi ve sayılmasının cevabı da bir önceki soruda zaten yer alıyor. Kitapta görüyoruz ki Azerbaycan’ın Tevfik Fikret’i kabul etmesinden öte Azerbaycanlı Tev- fik Fikret olarak anılan Mehemmed Hadi var. Fikret'in Hadi üzerinde bu etkisi sizce neden? Tevfik Fikret hakkında yıllardır söylenen birçok olumlu yahut olumsuz sözler vardır. Fakat Fikret sevilsin ya da sevilmesin ne denli güçlü bir karakter olduğu vurgulanır. Bunu da Fikret’i görmüş ya da onunla tanışmış olan diğer edebiyatçıların anılarında görebiliyoruz. Tevfik Fikret, karakteri ve sanatıyla etrafındaki insanları büyüsü altına alabiliyor. Romantik Azerbaycan edebiyatının önemli temsilcilerinden olan Mehemmed Hadi ise bir dönem İstanbul’da yaşıyor ve Servet-i Fünun topluluğu içerisinde nüfuz edip eserler ortaya koyuyor. Tevfik Fikret de Azerbaycan’dan gelen genç şair Mehemmed Hadi’ye özel bir ehemmiyet gösterip ilgilenir. Bu sebepledir ki Hadi’nin, eserlerini incelerken her şiirde Tevfik Fikret’i görebiliyoruz. Bu çalışmayı Fikret'in kendi toplumu dışında toplumlarda ele aldınız. Böyle bir çalışmayı Türk edebiyatındaki etkisi üzerinden müstakil bir eser de yazmayı düşünüyor musunuz? Kesinlikle düşünüyorum. Çünkü Tevfik Fikret’i hem yaşamında hem de sonrasında Türk edebiya- tının diğer temsilcilerinin sanatlarında görmek mümkündür. ‖MAHUR BESTE 11

ENDÜLÜS YÜRÜYÜŞÜ GÜL ÖZEN Yılın bu mevsimi Frenk üzümleri zamanı, ekşi zeytin seleleri patikada yığılıdır. Henüz gün öğleyi ışımadan sepetlerini yemişlerle dolduran bir mahalle dolusu gelinlik çağında kızla, ağaçların serin gölgesinde soluklanıyoruz. Kimimizin kocası, kimimizin babası, ağabeyi, daha sekizinden gün al- mamış körpecik oğlu… Aylardır cepheden gelen acı haberlerle kederlenen bedenlerimiz, yük ta- şımaktan pörsümüş ellerimiz ve gitgide açlığın her zerremizde hissedildiği bir yokluk. Gırnata’ya giren eril sinekten dahi haberimiz var. Kucağımda kardeşim Fatıma ile topladığımız yaban mer- sinlerini yiyerek dinleniyoruz. Birden hırçın atların kişneyişleriyle irkiliyoruz. Atların toynakları dörtnala, kavruk toprağın üzerinde sürüklenen keskin bir toz bulutunun içindeyiz, gözlerimiz ya- nıyor. Genizleri yakan öksürükler, telaşlı yavruların eteklerimize doluşması... Kısılmış gözlerimizi açıyoruz. Gırnata’nın güney tepesinde, üzüm bağlarına tereddütsüz giren dört atlıdan, dört tebdili kılıkta İspanyol süvarisi, tumturaklı asilzâde görünümlerini gizleyememiş karşımızda duruyorlar. On ye- dilik Roman kızı Marie, içlerinden birini tanıyormuşçasına öne atılıyor. Kocasından ümidi kesmiş olmasındansa erkeksizliğin canına tak etmiş olmasına ihtimal veriyorum. Yoksa ne diye, ilk kez gördüğü birinin kollarına atlayarak cilveleşsin ki! Doğrusu, bu çingenelere atılan iftiralara karnım tok. Marie, iyi yürekli, yardımsever, ağzı oldukça iyi laf yapan, elleri kıvrak ebe doğurtkanlığında, ev işlerinde de Flamenko’da olduğu kadar yetenekli bir kız. Zekâsına gıpta etmemek olmaz, onun kadar cesur olabilseydim keşke. Belki de bu dört atlının nahoş ziyaretini, kendisini tepside sunarak, bizi ve küçük kızları koruyarak bertaraf etmeye çalışıyordur. Parlak dudaklı, ahududu yanaklı Ma- rie, sana minnettarız! Atlılardan biri Marie ile meşgulken şu köşede pusmuş adamların tuhaf tavırları, oldukça ürkütücü. Gizlenmeye çalıştıkları çuhadan abalarının altında kalan ipek çorapları, paçaları ince dantel işle- meli pantolonları, meltemle yayılan saçlarının sabunsu kokularına bakılırsa saray soylusu olmalı- lar. Demek muharebeden kaçan korkaklar, soysuzluklarını saklıyorlar. Trafalgar’da yitip giden düzinelerce geminin ardından, mağlup olmanın verdiği inatçı fakat kaçak bir öfkeyle insan içine ‖MAHUR BESTE 11

çıkacak yüzleri kalmamış. Belki de geride kalan birkaç sağlam erkek olmanın gururuyla yüzleşe- miyorlar, döllerini ulu orta saçmaktan korkuyorlar. En dehşetengizi de porsuk çalısına tünemiş, be- yaz yassı şapkalı, kırmızı pantolonlu olanı; şa- lına sıkı sıkıya sarınmış, burnunun üstünü dahi şakaklarına değin kapatmış, kılıcının ucu top- rağa saplanmış, siması seçilemeyen şu adam. Sanki gözlerini bana dikmiş. Allah’ım, nereye baktığını görmeme imkân yok! En iyisi ondan tarafa bakmamak. “Lâ galibe illallah!” Fatıma, ağlama küçüğüm, gidecekler birazdan. Biz de köyümüze döneceğiz kafileyle. Korkma! Beyaz başörtüme sıçrayan mavi benekli lekelere gö- züm ilişti. Dört süvarinin gözleri, yalnızca Ma- rie’deydi. Nasıl da mutlu yüz ifadesi, koluna gir- diği adamın peçesini indirmeyi başarmış olması, yüzünü saklamaktansa tutkulu bir aşka feda edilmeyi yeğleyen çapkın bir haydut olduğuna işaret ediyor. Aslında bir bakıma, bu adamlar gaddar, zalim yahut eşkıya kimseler olsalardı; hepimizi rahatsız eder, ırzımıza geçer, işkence ederlerdi. Düşüncesi dahi kan dondurucu! Zavallı Esmeralda, kızı gözünün önünde yem oluyor. Hiç de şikâyet eder yanı yok gerçi. Kahraman bir fettan! Ya ben? Ben ne zaman kurtulurum kimsesizlikten? Savaş bittiğinde, geriye hayatta kalan gazilerden veya esir düşenlerden mi bulurum kısmetimi? Kim bilir, belki Sultan III. Murad’ın, İspanyol esiri Oviedolu Catalina’ya aşkı gibi, bir İber Kralı’nın gözdesi olurum. Yahut İspanyol tutsak Madrigal ve İstanbullu Müslüman kızın yasak aşkı gibi, bir Mağripli tutsağa vurulurum. Güneş tepeden inerken bulutlar yorgun, önüne geçti. Parçalı hüzünlü, yer yer umutlu bir gün batımına doğru ka- file, Marie’siz yola koyuldu. ‖MAHUR BESTE 11

MASALIN GERÇEKLE YOLCULUĞU: SEVGİLİ ARSIZ ÖLÜM VE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK İSMAİL TURAN “Gerçek ve fantastik olanın yan yana gelip ortak kurgu oluşturduğu düşsel bir gerçekliğin sergi- lendiği edebiyat anlayışını temsil e[den]” (Çakır & Günday, 2017, s. 1), postmodern düşüncenin merkezini oluşturan, ontolojik ve politik bir akım olan büyülü gerçekçilik, 1950’li yıllarda Latin Amerika romanında kendisine yer bulurken Türk edebiyatında da büyülü gerçekçilikle 1980’li yıllarda tanışılır. Türk edebiyatında pek de tanımlanmayan ama içerisinde tabiatüstü olaylara yer verilen, halk edebiyatının, kültürün, yöresel konuşmaların ve geleneğin izlerine rastlanılan ve bunu bir kurmaca metin düzleminde gördüğümüz büyülü gerçekçilik, Latin Amerika edebiyatından esinlenilerek edebiyatımıza dâhil edilir. “Magic” sözcüğünden türeyen bu akım; hayatın gizemli, büyülü, fantastik ve mantığa sığmayan kısmını ifade eder. “Realism” ile birleşerek gerçeğin, aslolanın sunumunu yapar. Mantığa uyanın ve akledilen olayların varlığını kabul eder. İşte bu iki kelimenin birleşimiyle de, hem mantık hem de mantık dışı olayların, durumların birleştiği görülür. Bundan da hareketle olağandışı bir gerçek- lik düzlemi etrafında şekillenir. Fakat yine de tam tanımı yapılamamaktadır. Bunun sebebi de sı- nırlarının net olarak çizilememiş olmasında yatar. “Bu tarzın tanımlanmasında karşılaşılan güç- lüklerden en önemlisi, onun fantastikle, gerçeküstücülükle olan sınırlarını iyi çizememektir” (Ök- temgil, 2003, s. 12). Büyülü gerçekçilik; aslında yeni bir tür ve yaklaşım değildir. Aksine var olanların yeniden yorum- lanması, irdelenmesidir. Geleneksel romanla arasındaki farklar ise, şekil ve içerik, eser yazar iliş- kisidir. Klasik romanın aksine bu tür romanlarda bütünlük değil, parçalanmışlık hâkimdir. Bundan dolayı da şekil ve içerik açısından zengindir. Kurgusal düzlemiyle okuyucuyu sığlıktan, monoton- luktan ve kurallardan kurtarır. “Büyülü gerçekçiliğin en önemli belirleyeni, gerçek ile gerçek dışının bir eserde bir arada yer al- ması ve bu durumun kurgu kişileri tarafından olağanmış gibi karşılanmasıdır. Olaylar gerçek dışı ‖MAHUR BESTE 11

unsurlar içermekle birlikte büyülü gerçekçilikte mekân daima gerçek dünyaya aittir” (Türkmenoğlu, 2015, s. 418). Diğer anlatım türlerinin aksine bir araya gelmesinin imkânsız olarak görülen birçok motifi, imgeyi ya da unsuru aynı pay- dada toplayıp okura sunmaya çalışır. Nitekim büyülü gerçekçi eserlerin en önemli amaçlarından birisi olan bilinçdışı kapıla- rını açma isteği (arzusu), bu anlatının hemen hemen bütün cümlelerinde yer alan imgelerle kendi varlığını kanıtlar. Türk edebiyatına önemli yenilikler getirmiş olan Latife Tekin, 1980 sonrası Türk roman anlayışına damgasını vurarak özel- likle ilk kitaplarında köyden kente göç eden aileleri konu ola- rak işler. Daha çok toplumcu gerçekçi çizgide eserler muhteva eden Tekin, büyülü gerçekçiliği ve bunun gibi birçok akımı eserlerine etkili bir biçimde ilmekler. Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı ro- manını taklit ederek yazdığı söylenen Tekin, bunun etkiden öteye gitmediğini ve kurgusal dilin imkânlarını kullanarak eserlerini oluşturduğunu dile getirir. “Sevgili Arsız Ölüm bir yandan Orta Asya Türk inanışlarına, Türk destanlarına, geleneksel Türk anlatılarına yaslanmasıyla gelenek içinde anlam kazanır ve bu geleneksel birikimin aktarılmasında Márquez model olarak seçilerek klasik gerçekçi çizginin dışına çıkılır” (Uğurlu, 2008). Tekin; yazdığı bu ilk ‘romanı’ için aslında roman tanımını kullanmaz; kendisinin yapmaya çalıştığı şeyin halk edebiyatının, kültürün temel alındığı özgün bir biçim denemesi olarak düşünür. Hatta bunu yazarın şu ifadeleriyle de açıklayabiliriz: “[A]slında roman yazmak istemiyorum. Çünkü romanın, özellikle de klasik romanın halkımın ken- dine bakışına, dünyayı algılayışına denk düşmediğini düşünüyorum. Romanı bütün bütün inkâr etmiyorum. Ama kendi halk edebiyatımızı kültürümüzü temel alarak yeni bir biçim geliştirme ça- basındayım” (Kalkan, 1983, s. 5). Huvat’ın “bir gündüz bir gece süren yolculuğu[nun], bir öğle vakti Alacüvek Köyü ağılının ba- şında son bul[ması]” (Tekin, 2014, s. 7) ile başlayan eser, Anadolu’da bir köyde (Alacüvek köyü) yaşayan Aktaş ailesini merkeze alarak o köyde yaşayan köylülerin inançlarına, yaşayış tarzlarına, duygu ve düşüncelerine dikkat çeker. Köyde yaşanan olağandışı olayların da etkisiyle köyden ‖MAHUR BESTE 11

kente göç etmek zorunda kalan Huvat Aktaş ve aile- sinin yaşadığı sorunları, kentteki çaresizlikler ve arada kalışları aktarırken; şehre taşındıktan sonra da köydeki batıl inançlarını terk etmemeleri sonucunda yaşanan olumsuzlukları anlatır. İki katmanlı (bölüm) şekilde ilerleyen bu romanda yazar, kendi çocukluk yıllarındaki yaşamından da et- kilenerek olayları kurgusal düzleme aktarır. İlk bö- lümde daha fantastik, masalsı unsurların yer alması ve köyü terk etmek zorunda kalmalarıyla; ikinci bö- lümde ise şehre göç ederek ve gerçek hayatın ger- çekçi düzleminde ilerleyen bir kısımdır. Şehirdeki çetin mücadelenin içinde fantastik unsurlar aza- lır. Çünkü hayatın gerçekleriyle karşılaşır kahramanlar. Eserde büyülü gerçekçiliğin etkilerine gelince; halk kültürünü ve inanışını İslami boyutta değer- lendirirken, bunun yanında eski Türk inanışlarının da izlerine rastlanır. Yazar, bu bahsi geçen an- latım tekniğini kullanırken Şamanist geleneklere de yer verir. Bunların yanında Atiye, gördüğü bir rüyada babasının öldüğü haberini alır. Yazar, karakterlerin dini inançlarından dolayı rüyanın ha- berci olma özelliğine inandıklarına değinir: “Babasının rüyasında hiç konuşmadan uzun uzun yü- züne baktığını, sonra çakmağını zarfından sıyırıp eline verdiğini, sonra da birden kaybolduğunu anlattı” (Tekin, 2014, s. 38). Doğaüstü durumların olduğu bu eserde, köylüler tarafından Huvat’ın köye getirdiği Atiye “cinli ve uğursuz bir kadın” olarak nitelenir (Tekin, 2014, s. 8). Gözleri “mercimek gözlü” (Tekin, 2014, s. 10) olarak belirtilen Kepse adlı cinin köyde serbest bir şekilde ortalarda dolandığı görülür. Bu- nun yanında eserin özellikle ilk bölümünde Kişner Oğlan, Sarıkız, Kepse gibi doğaüstü varlıkların (cinlerin) sürekli adlarının zikredilmesi, büyülü gerçekçiliğin izlerine örnek gösterilebilir. Aktaş ailesi, Dirmit’in ve aile bireylerinin köyde yaşamış olduğu durumlardan dolayı kente göçer. Şehirde cin vakalarının azalmasına rağmen Atiye ile Dirmit’in bu konudaki endişeleri devam eder ve Atiye sürekli rüyaya dalar, fal bakar, büyü yaptırır, ölmemek için Azrail ile mücadele içine girer: ‖MAHUR BESTE 11

“Azrail gelip Atiye’nin kalbini dinledi, nabzını yokladı. Atiye’yi karşısına alıp uzun uzun konuştu. Atiye, Azrail gider gitmez, çocuklarını, kocasını, gelinini çağırıp başına topladı. Onlara iki gün içinde öleceğini açıkladı” (Tekin, 2014, s. 77). “Ama Atiye koca koca iğnelerden, mercimek gibi haplardan sonra kendine geldi. Kendine gelir gelmez tüm ağırlığıyla göğsüne çöken Azrail’le kavgaya tutuştu. Azrail’e, dünyada gün yüzü gör- mediğini, Tanrının kendisine hiç kimsenin kocasına benzemez bir koca verdiğini, ömrünün yarı- sını onu beklemekle çürüttüğünü, dağ başlarında kardeşlerinden uzak, garip kaldığını söyleyip ağ- zına ne geliyorsa saydı sayıştırdı” (Tekin, 2014, s. 148). Atiye’nin davranışlarından dolayı Huvat’ın sürekli bir şüphe içinde olması, Dirmit’in tulumba ile konuşması, yine Dirmit’in bir durumdan dolayı bağlanıp kuyuya indirilmesi ve oradaki karanlıkta bazı nesnelerin Dirmit’in karşısına çıkmasıyla uzun süre konuşmaması doğaüstü durumlara, alışıl- madık vaziyetlere örnek verilebilir. “Dirmit, cinli doğduğuna inanılan kız, kitaptaki bütün karakterlerin aksine okumayı tercih etmiş biridir. Şehre gidildiğinde etrafta gördüğü çocuklarla oynama isteği duyan Dirmit, parka yöneldi- ğinde Atiye şaşkındır. Çünkü Dirmit, bütün köy halkı tarafından cinli ve büyülü olan, kötü şans getiren, diğer çocuklarla oynamayı bilmeyen, ruhani varlıklarla konuşan bir kız çocuğudur. Gerçek duruşu normal bir çocuk gibi olan Dirmit, halkın anlatımıyla (…) fantastik özelliklere sahipmiş gibi anlatılır” (Tanrıtanır & Çalışkan, 2017, s. 310). Gerçekle gerçeküstü durumların iç içe olması yazarın başarılarından birisidir. Bunu harmanlaya- bilmek, iyi işleyebilmek çok önemlidir. Yazarın bu eserini gerçeklik ve gerçeküstücülük açısından, zaman ve mekânın etkisinden ve eserin üslubu açısından değerlendirmek gerekir. Gerçeklik-Gerçeküstücülük “Gerçekçilik dünyayı olduğu gibi gösterir ve nesneldir; öznelliğe yer vermez, dış etkilere kendini kapalı tutar. Fakat büyü kültürel bir etmen olarak ortaya çıkar; her türlü değişikliğe açıktır. Fan- tastik olan durumlar, nesnel olarak sunulan gerçeklerin sorgulanmasını ister ve durumu öznelliğe dönüştürür. Büyülü gerçekçilik duygu ifadesinden kaçınırken bir yandan da verilen duyguları abar- tılı ve yoğun bir şekilde aktarır” (Tanrıtanır & Çalışkan, 2017, s. 307). ‖MAHUR BESTE 11

Gerçeğin ve gerçeküstünün harmanlanması o kadar net ve anlaşılır olmalı ki okur gerçeği ve fan- tastik düzlemi kolay şekilde görsün. Eserde karşılaşılan bazı karakterler cin kovalayan, muska ya- pan veya bozan karakterlerdir. “Halit’i bağlamak için kırmızı bir ipi, nikâh kıyılırken kırk yerinden düğümleyip karanlık bir yere attığını, üstüne de üç avuç toprak saçtığını söyle[yen]” Atiye, oğlu Halit’e büyü yapıldığını düşünür (Tekin, 2014, s. 51). Böylelikle de sahip olunan bu batıl inanç- lardan dolayı Atiye Halit’i hocaya götürür. Aslında Halit karısıyla birlikte olamıyor olma durumu gerçek olan düzlemde iken, anlatımla ve büyülü gerçekçilik olgusuyla bu durum fantastik bir du- rumla anlatılır. Köyden kente göç eden Aktaş ailesinin yaşadığı mücadeleleri, çıkmazları, bocalamaları anlatan yazar bu eserinde, Bayraktar’ın peri kızına âşık olması ve ondan iki çocuğunun olması, göçmen kuşların kızlara hediyeler getirmesi, Atiye’nin babasının ölüsünü rüyasında görmesi ve onunla ko- nuşması, Dirmit’in tulumba, kuşkuş otu, köpek karı, taşlar ile konuşması ve Atiye’nin ise Azrail ile ölüm kalım mücadelesine girmesi, gerçeküstücülük açısından değerlendirilebilir. Bu gibi du- rumlar hem köylü tarafından hem de kahraman tarafından normal karşılanır ve genellikle hiç kimse bu gerçeküstü durumları hayretle karşılamaz. Yazar bunları normal bir davranışmış gibi aktarırken kahramanlar da bunu yadırgamaz. Eserde bu gibi örneklerin sayısını arttırmak mümkündür. Yazar, işte bu örneklerle büyülü gerçekçiliğin vazifesini yerine getirmiş olur. Zaman ve Mekân Kronoloji, büyülü gerçekçilikte düzgüsel bir çizgide ilerlemez ve böyle bir zaman algısı yoktur. Bu teknikte zaman kavramı net değildir, art arda sıralanabilir sadece. “Bir kuşluk vakti”, “gül vakti”, “harmanın sonu”, “havaların soğumasın yakın” gibi zaman göstergeleriyle romanın ilerle- diği görülür. Yazar, zamansal açıklamaya ihtiyaç duyduğunda genellikle doğa olaylarıyla bu açığı giderir. Bu da zamanın belirsiz olması, okurun zihninde sıralı bir düzlemi tasarlamak zorunda kal- maması ve bundan dolayı da bu doğaüstü olayların mantığının sorgulanmaması için yapılır (Öza- teş, 2014, s. 10). “O zamana kadar Alacüvekliler, bir yerden bir yere eşek sırtında gitmeye bile pek alışık değillerdi. Gidip geldikleri yerler kasaba dışında iki adımlık yoldu. Kasabaya da öyle sık gidip gel[enlerin]” (Tekin, 2014, s. 7) olmadığı bu köy; dışa kapalı, batıl inançların çokça kabul gördüğü ve masalsı unsurların sıklıkla yaşandığı bir mekândır. Dış dünyayla bağlantısı yok denecek kadar azdır. Dışa kapalı bir köy olmasının bir başka sebebi de köylülerin, “üç koyunun art arda şişip ölmeleri, (…) ‖MAHUR BESTE 11

[ç]ifte sarılı yumurtlayan tavuğun yumurtayı kesmesi, Huvat’ın anasının tahtalıdan düşmesi” (Te- kin, 2014, s. 8) gibi olayların Atiye’nin köye gelmesiyle arttığını dile getirmelerine bağlanır. Bü- yülü gerçekçilikte mekân net olmamakla beraber ekseriyetle gerçek dünyadan seçilir. Üslup ve Anlatım “Akılcılığa ve edebî gerçekliğe aykırı olan” (Emir & Diler, 2011, s. 52) büyülü gerçekçilikte ma- salsı anlatıma ve bu anlatımı da işleyebilmek için destansı bir üsluba, anlatıma ihtiyaç vardır. Te- kin, bu eserinde bunu açık şekilde göstermektedir. Bunu benzetmelerle, mecazi söylemlerle, abar- tılı ibarelerle yapar. Buna örnek olarak da eserin ilk sayfalarında, “Herkes uykudan, yemeden iç- meden kesildi. Korkudan yüreği ağzına gelen iki gelin çocuk düşürdü. Köyün yarısından çoğu fenalık geçirdi,” diyerek Huvat’ın elinde radyoyla geldiğini gören köylülerin şaşkınlıklarını belirt- mek için anlatıma canlılık katar (Tekin, 2014, s. 8). Bunun yanında yazar, sözlü edebiyat örnekle- rine de yer verir: Atiye’nin çocuklara masal, efsane, hikâye anlatması gibi. Sonuç Büyülü gerçekçilik tekniğiyle değerlendirdiğimiz bu eser, önemli fantastik ögelere yer vermesi ve masalsı anlatım tarzıyla önemlidir. Fantastik ögelerle zengin bir anlatıma sahip olan bu romanda Huvat Aktaş ve ailesi, bütün zorluklara rağmen ayakta durmak için çaba harcar. Bu mücadele, gerçekçi düzlemin yanında gerçeküstü düzlemle de okura sunulur. Yazar, ekseriyetle Dirmit ve Azrail’le çetin mücadele içinde olan Atiye’nin etrafında kurguladığı fantastik ögelerle romanı sığ- lıktan ve sıradanlıktan kurtarır. Sevgili Arsız Ölüm’de Latife Tekin, kahramanlarının cinlerle, perilerle ve daha birçok olağanüstü varlıkla konuşmasını masalsı bir anlatıma renk katan destansı üslup ile büyülü gerçekçiliğin etki- lerini okura sunar. Gerçeğin ve gerçeküstünün net bir biçimde okura hissettirilmesi, bunlar arasın- daki karşıtlığın ne yazar ne de kahramanlar tarafından anormal karşılanması ve fantastik ögeleri okura hissettirebilmek için hurafelerden, doğaüstü varlıklardan fazlaca yararlanması; eserin bü- yülü gerçekçilik tekniğiyle yazıldığını apaçık bir şekilde okura gösterilir. ‖MAHUR BESTE 11

Kaynakça Çakır, F., & Günday, R. (2017). Kırmızı Pazartesi’nin Büyülü Gerçekçilik Temelli Psikanalitik Eleştirisi. Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10(1), 1-18. Emir, D., & Diler, H. (2011). Büyülü Gerçekçilik: Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm ve Angela Carter'in Büyülü Oyuncakçı Dükkânı İsimli Eserlerinin KArşılaştırılması. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi(30), 51-62. Kalkan, Ş. (1983, Aralık 1). İlk Romanı Sevgili Arsız Ölüm'le Dikkati Çeken Latife Tekin. Aslında Roman Yazmak İstemiyorum. Söyleşi. Cumhuriyet Gazetesi. Öktemgil, C. T. (2003). Latife Tekin'in Romanlarında Büyülü Gerçekçilik. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü. Özates, T. (2014). Türk kültürü ve büyülü gerçekçilik kavramlarının Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm ve Sema Kaygusuz'un Yere Düşen Dualar eserleriyle bağdaştırılarak incelenmesi. https://www.academia.edu/ E.T.: 04 Temmuz 2020. Tanrıtanır, B. C., & Çalışkan, A. M. (2017). Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi Romanıyla Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm Romanında Büyülü Gerçekçilik. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 26(1), 302-312. Tekin, L. (2014). Sevgili Arsız Ölüm. İstanbul: İletişim Yayınları. Türkmenoğlu, S. (2015). Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm Romanında Büyülü Gerçekçilik. A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (TAED)(54), 417-426. Uğurlu, S. B. (2008). Sevgili Arsız Ölüm Romanında Gerçeklik, Gelenek ve Yenilik. Milli Eğitim, 37(178), 166-176. ‖MAHUR BESTE 11

BİR ÇAĞ ŞAHİDİ AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU VE ÇAĞLAYANLAR ALTAN ÇETİN 1910 ile 1923 arasına yerleştirilen Millî Edebiyat akımı olarak adlandırılan çerçevede, Ahmet Hik- met Müftüoğlu (1870-1927)’nun Çağlayanlar adlı hacmi küçük ama muhtevası Türkler ve Türk- lerin tarihleri kadar geniş eseri de yer alır. Çağlayanlar; milliyetçilik ve bu meyanda Türkçülük denilen akımın, Osmanlı Devleti’nden Cum- huriyet’e geçtiğimiz devrede hangi duygularla tezahür ve teşekkül ettiğini anlamak ve düşünmek isteyenlere fikir verecek bir kaynak olması yönünden değerlendirilmesi gereken bir eserdir. Yazar kalemini son derece millî bir zeminde kullanarak bir devrin hâletiruhiyesi, zamanın ruhu diyece- ğimiz konuları anlamamızı sağlar. Çağlayanlar okunduğunda Türkistan’dan müellifin kendi dev- rine kadar, tarihten düşünceye pek çok meselenin tartışıldığı görülür. Çağlayanlar gençlere bilinç kaynağı olmak gibi temel bir işlevin ötesinde bir devir şahididir. Ya- şadığı devre, edebiyat üzerinden gösterdiği örneklik bugün için geleceğe dair edebiyatın manasını da düşünmemizi sağlayıcı niteliktedir. Türk milliyetçiliğinin tarih köklerinin Fransa’dan değil Ötüken’den kaynaklandığı bir devri şahidinden okumak ve Osmanlı Devleti’nin son dönemlerin- deki fikir akımları içinde Türkçülüğün ana fikir ve duygu zeminini görmek açısından Çağlayanlar dikkat çekici bir yerde durur. 1922’de yayınlanan bu eser âdeta Millî Edebiyat’ın mevzuu olan devrin bir hülasası, bir çağ şahidinin içinden geçerek yaşadığı devre dair on iki hikâye ile geleceğe konuşması gibidir. Ahmet Hikmet Bey, “Türk İli Zeybeklerine” başlığındaki kısımda, “Ey Türk! Bu satırlarda mazi- nin destanlarını, hâlinin ayrılık acılarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi…” diyerek başladığı eserinin âdeta mazmununu da tespit eder, gösterir. “Asırlardır, dinin milletin aşkına ba- şına yağan, sonu gelmez bir beladır… Yurdun nihayetsiz bir Kerbela’dır… Memleketin, içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan, bir mabet halini aldı. Ne yoncan ne yorgan kaldı. Bir ‖MAHUR BESTE 11

Allah’ın bir de Muhammed’in kaldı.” sözleri ile Trablusgarp ve sonrası yakın mazisi ile güne ko- nuşurken mahzun lakin umutsuz değildir. “Vaktiyle Çin ve Hint’in medeniyetleriyle İran’ın fey- zini birleştirdiğin gibi, bugün de Avrupa’nın irfanını Asya’ya ileteceksin. Ey kervanbaşı yürü!” diyerek 1922’den geleceğe konuşur. Bu bakımdan Çağlayanlar bu ülkenin ve milletin acıları ve umutları ile kol kola giren hikâyeleri üzerinden aslında bize bizim hikâyemizi anlatır. “Gözyaşı Çeşmesi” hikâyesinde “Bilir misin Beliğ, fakir bir şair olacağıma, zengin bir mühendis olaydım. Bir tarihçi gibi, şu tarihî safhanın kenarına binlerce senelik Türk neslinin mazi ve istikbaldeki görünüşünü bir mermer kültesine özetlerdim: Bir “Gözyaşı Çeşmesi” şek- linde…”, diyerek hüzünlü hikâyemiz üzerinden mazi ve müs- takbele bakar. 1918’de yazılan “Alparslan Masalı” hikâyesi, kendisini kay- betmiş bir hafızanın ve arslan mizacının yeniden kendisini ha- tırlamasıyla âdeta mitolojik devirlerden tarihe ve geleceğe yü- rüyüşte millete kendisini düşündürecek hikâyelerle başlar. Ta- rihimizin zamanın karanlıkları içerisinden nasıl cihana hâkim bir medeniyete ulaştığı gösterilerek “Oğuz oğullarının akıttığı her damla kan birer yakut olacak…” dediği o yerden, tarihin başlangıcından geleceğe bakar. Bu yazıdan sonra 1911 yılında yazılan “Yarayı Kanatan” hikâyesi ile o cihana yayılan Türk’ün son hâlini göstererek nereden nereye tespitini yapar. Doğu ve Batı arasında sıkışan son devir dü- şünce hayatımıza dair muasır eğitim almış Doktor Pertev’in ön yargılarının fikir ile değil de sanat üzerinden kendisini hatırlatmak suretiyle hafızanın yenilenmesi yöntemi üzerindeki kurgu son de- rece nefistir. “Ben vatanımı beğenmiyorum beğendirecek etrafımda ne bir olay ne bir manzara görebiliyorum.” diyen bir “garpzedeyi” tatmadığı bir lezzeti sanat üzerinden tattırarak iyileştiren Müftüoğlu’nun eseri de bir sanat mahsulü olarak benzer bir maksada talip görünmektedir. Türk’ün dünü ve bugününü mukayese ettiren iki hikâyeden sonra, 1911’de yazılan “Padişahım Alınız Menekşelerimi, Verin Gülümü” başlıklı yazı bizi Trablusgarp savaşının hüzünlerine götü- rür. Bu âdeta tarihi süreci de hikâyeler içerisinden başlatmak gibidir. “Altın Ordu” hikâyesinden Türklerin göçler ile Oğuz Kağan evladının cihana yayılması, Türk tufanının cihanı kaplaması, sıra ve saygı yani töre ile âleme yayılış anlatılır. ‖MAHUR BESTE 11

Türkistan bilinci üzerinden tarih geçmişten geleceğe anlatılır- ken arkasından gelen 1911 tarihli “Üzümcü” hikâyesinde sa- vaşlar ve çarpışmalardan çıkan ama vakur ve temiz Türk’ün hâli resmedilir. Bundan sonra ise 1918 tarihli “Sümbül Kokusu” hikâyesi bir çiçek üzerinden vatanı anlatırken “Ah! Vatan! Misk gibi ko- kusu canlarda türer.” denilir. Çanakkale’de vatan savunmasına koşan iki genç üzerinden vatanın ve milletin hikâyesi anlatılır. Eserdeki en dikkat çeken hikâyelerden 1922 tarihli “Turhan Nasıl Çıldırdı” hikâyesi mefkûreci bir gencin gayretinin haya- tın gerçeklerine çarpması üzerinden tezatların gösterildiği bir anlatım içerir. Turhan çırpındığı mefkûreci yalnızlığı içerisinden sonsuza doğur uçup gidecektir. 1918 tarihli “Ayşe Kızla Vato” hikâyesi bir kilim üzerinden vatanı ve kendi değerini düşünen in- sanı gösterir. Harap Gördes kasabasındaki ışığı bir Vato tablosu vasıtasıyla fark eden ironik hâl üzerinden “Sen nasıl bir ocaksın ki, soğumuş küllerinde ateşler gizlidir.” denilerek vatanda mek- nuz ama akıl ve gözlerden saklı çelişkiler ve hazineler ortaya konulur. Sanat üzerinden kendini düşündürme yaklaşımı bu hikâyelerde dikkat çeken bir değer olarak kayıt edilmelidir. Bundan sonraki 1914 tarihli “Yatağan” hikâyesinde maziye ağıt, güne nasihat ve geleceğe umut emanet edilmektedir. “Rahat Döşeği” (1918), “Maviş” (1919), “Bahar” (1920), “Bayram”, “Gözyaşı Çeşmesi” (1920), “Matemin Kuvveti” (1920), “İnci” hikâyelerinde eserin muhtevasına dair insani durumlar üzerin- den farklı konulara işaret ediliyor. “Bayram” hikâyesindeki “Bütün Doğu bir Meşhet, bir Kerbela’dır. Türk onun ezeli kurbanı, daimî şehididir. O şehidin hayatında bela elbisesi ve gam gıdasıydı. Azap eğlencesi, mahrumiyet alış- kanlığıydı. Onun yaratılışından belaya uğramışlığın en millî ve en samimi şairinin inleyişlerinden anlamalıdır. Bu harabenin sevimli bülbülü bir baykuştur. Türk’ün millî şairi Fuzuli’dir. İnsanlara saadet vadeden aşk bile Türkler için bir beladır.” diyerek eserde anlatılan tarihe, güne dair hicran özetlenir, devrin karanlığı anlatılır âdeta. Lakin müellif umutludur. ‖MAHUR BESTE 11

Mesela “Yatağan” hikâyesinde “Ben bunları belki elli, yüz sene evvel söylüyorum. Lisanın ömrü, insanın ömründen uzundur. Bu cümlelerin manaları, yarım, bir asır sonra anlaşılacaktır.” şeklinde 1914’teki temennisi ne hazindir ki bugün okuyanlar için hoş bir tebessümle bakılan neyse ki geçti o günler diyemeden mükerrer bir döngü duygusuyla, farklı tezahürler üzerinden okunmakta ve Ahmet Hikmet Bey’in dediği gibi de anlaşılmaktadır. Millî Edebiyat akımının Çağlayanlar gibi Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kaleminden dökülen hikâyeleri bir çağ şahitliği, kendiyle hesaplaşma, maziye umutla ve hüzünle bakışlar, gelecek için ikaz ve uyarılar içeren hikâyeleri kökü bu topraklardaki herkes için bir manayı göstermektedir. “Lisanın ömrü, insanın ömründen uzundur. Bu cümlelerin manaları, yarım, bir asır sonra anlaşıla- caktır.” Hikâyelerde hamaseti aşan ızdırap ve sağduyu yazarın anlaşılmasını bekledikleriyle bizi hâlâ muhatap kılıyorsa Çağlayanlar’ı okumak ve onun üzerine düşünmek için tam zamanıdır. Siz de “Sümbül Kokusu”nu duydunuz mu? ‖MAHUR BESTE 11

MİLLÎ EDEBİYAT NEDİR YA DA MİLLÎ BİR EDEBİYAT MÜMKÜN MÜDÜR? GALİP ÇAĞ Türk edebiyatı; geçirdiği dönemler, işlediği konular, biçimsel tercihler ve oluşturduğu çevre bağ- lamında birçok isimle tanımlandı, bölümlendi, anıldı. Bu adlandırmalar ile alakalı şüphesiz ki bir mutabakat hiçbir zaman sağlanamadı. Ancak birçok kalem ve bu kalemlere ait eserler bu tanzim içerisinde konumlandırıldı. Dönemsel ve biçimsel adlandırmalar genel manada bir tartışma ortamı yaratmadı ise de işlediği konular veya ideolojilere bağlı sınıflandırmalar çoğu zaman uzun süren hatta bitmeyen münakaşaları beraberinde getirdi. Bu yazı tüm sınıflandırmalar/adlandırmalar üze- rinde duramayacak elbette. Bu manada odaklandığı nokta millîlik kavramı üzerinden millî edebi- yat tartışması olacaktır. “Millî neye denir?”, “Millî edebiyat nedir?”, “Millî edebiyat mümkün mü- dür?” ve “Millî edebiyatçılar ile ürünleri nelerdir?” soruları da bu çerçevenin sınırlarını oluştura- caktır. Ancak buradaki anlatıyı zaten bilindik olan tanımlama ve sınırlamalara bağlı olarak tek yönlü değerlendirmektense konuya dair tartışmalar bağlamında bir anlatı çok daha faydalı olacak- tır. Türkiye’de Millî Edebiyat dönemi olarak ifade edilen evrenin zamansal sınırını, 1911 yılında Se- lanik’te, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin tarafından çıkarılan Genç Kalemler dergisini başlatan önemli bir kesim var. Bunun gerekçeleri de kendi içerisinde tutarlı ve geçerli. Özellikle Balkan Harbi yıkımı sırasında o güne dek kurtuluş reçetesi olarak görülen fikir hareket- lerinin etkilerini kaybetmeleri ile güçlenen Türkçülük düşüncesi, edebiyatta da biçime ve muhte- vaya bağlı yeni dönemi başlattı. Dilde sadeleşmeden Batı taklitçiliğine karşı duruşa, Anadolu in- sanının hayatından halk edebiyatı unsurlarına önem vermeye dek birçok yenilik bu dönemin özel- likleri arasında yer aldı. Şiirdeki etkileri ve buna bağlı ürünler her daim tartışıldı. Dönem şairleri arasında bir mutabakat birçok alanda sağlanamadı. Ama yine de Fecr-i Âti gibi bir anlayıştan son- raki evrede ortaya konan ürünlerde bu değişim açıkça görüldü. Elbette bu dönemi, bahse konu kavramla yani Millî Edebiyat ile ananlar olduğu gibi farklı ve çok daha geniş manada; sözlü ürün- ‖MAHUR BESTE 11

lerden en son yayımlanan edebî esere kadar güzel Türkçe ile yazılan eserlerin bütünü olarak ta- nımlayanlar da oldu. Bu ikinci tanımın biraz daha kapsayıcı ve müphem bir çerçeve sahip olması sebebi ile içine alınacak unsurlar konusunda daha çeşitli olduğu, hâl böyle olunca zaman zaman karşılaşılan ideolojik kısıtlamaların dışında kaldığı da açıktır. Sonuç olarak bu akımın “Millî, “Mil- liyetçi veya Türkçü” ve “Memleket” gibi ön adlandırmalar ile ifade edilegeldiğini Muharrem Da- yanç’ın ifadesi ile müebbet bir tartışma olduğu da bilinmelidir. Millî Edebiyat ifadesini ilk defa “Âtî-i Edebîmiz” yazısı ile Genç Kalemler dergisinde Ali Canip (Yöntem) kullandı. “Bi- zim bir edebiyyât-ı milliyyemiz yoktur; bu bir ihtiyaçtır ki mazhar olmazsak çok yazık olur.” cümlesi kavramın ilk kez dillendirildiği yer olduğu gibi devamında gelen, “Evet, Os- manlı gençleri bir ‘edebiyyât-ı milliye’ istiyorlar. Bu onların en mukaddes arzusudur. Ve mâdem ki âtiye onlar hâkimdir, bu mutlak olacaktır. Şâhit mi istiyorsunuz onların bugün vü- cuda getirdiği eserleri okuyunuz.” cümleleri de bunun doğal bir yönelim ve hatta ihtiyaç olduğu iddiasını ortaya attı. An- laşılan odur ki bu düşüncenin ortaya çıkmasında özellikle II. Meşrutiyet devri gelişmeleri, yeni yetişen Osmanlı gençlerinin ihtiyaçları önemli rol oynadı. Elbette bu kısmı doğru kabul etmek mümkün olmakla birlikte bunun bir dönem kabul edildiğinde hangi aralığa tekabül ettiği de başka bir tartışma konusu oldu. Yukarıda bahsedilen dönem tartışması bugüne dek birçok veçhesi ve ayrıntıları ile uzun uzun ko- nuşuldu. Dolayısı ile burada bir kez daha uzun bir tartışma açmak yersiz olacak. Bunun yerine konunun önemli araştırmacılarından Ömer Faruk Akün’ün değerlendirmesi de faydalı olacaktır. Akün, Millî Edebiyat dönemini doğru anlamak için dört önemli eseri işaret eder: Ahmet Hikmet, “Üzümcü” (1911) hikâyesi, Ziya Gökalp, “Sanat” (1917) şiiri, Yahya Kemal, “Ezansız Semtler” (1922) adlı yazısı/denemesi ve Faruk Nafiz, “Sanat” (1926) şiir (“Divan Edebiyatı”, İslâm Ansik- lopedisi, c. 9). Bu durumda millî edebiyat bir dönemi kapsıyor ise kabullere uygun olarak bunun 1911-1923 veya 1926 arasında gerçekleştiğini düşünmek çok da yanlış olmayacak gibi. Yine de kavramın çok daha geniş açılı bir bakışla ele alınması gerektiği de tarafımızca aşikâr. Konunun ‖MAHUR BESTE 11

buraya kadarki veçhesini toplu bir tahlille okumak isteyen- ler elbette Muharrem Dayanç’ın “Millî Edebiyat Dönemi, Milliyetçi Edebiyat ve Millî Edebiyat Kavramı Üzerine Düşünceler”ini okuyabilirler.1 Burada konuya dair daha geniş bir açı ortaya konacaksa mutlaka millî olan ile edebiyat arasındaki biçim ve muhteva ilişkisinin doğru anlaşılması veya tespit edilmesi gerekli. Osmanlı son döneminde neredeyse Refik Halid öykülerine dek, Anadolu bir edebi eserin konusu olamadı. Hatta belki Anadolu’yu Refik Halid’in Memleket Hikâyeleri ile tanı- dık. Bu durumda millî olan Anadolu’yla irtibatı olan mıydı? Bir açıdan evet. Çünkü Anadolu’yu, Anadolu köylüsünü, Türküleri konu olarak seçmek millî ve bizden bir duruş kabul edilemez miydi? Sabahattin Ali’nin “Hasanboğuldu” öyküsünün millî bir duruş olmadığını kim söyleyebilir ki? Ziya Gökalp’e göre Millî Edebiyat destanlar döneminden başlar. Yani Anadolu’nun ötesinde Türk tarihinin kadim köklerine bağlanır. Millî olan bunlardan da beslenmelidir. Bu durumda Atsız’ın ancak 1949’da tamamlanan Bozkurtlar tefrikasının birçok açıdan millî edebiyatın en karakteristik örneklerinden biri olduğunu söylemek de yanlış mıdır veya Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağ- layanlar’ı? Osmanlı sonrası dönemde, Türk milliyetçiliğinin yeni bir sürece girdiği herkesçe malum. Bu sü- recin bilhassa İstiklal Harbi’nden sonra Anadolu merkezli başlayıp güçlü bir Türk birliği gayesi ile ürünler verdiği de açıktır. Bu manada Millî Mücadele olarak da adlandırılan İstiklal Harbi’nin sırf bu ilk adlandırmadan sebeple dahi millî edebiyatın konusu olabileceği, olduğu ve dahi olacağı da bilinmelidir. Halide Edip, Halide Nusret Zorlutuna, Süleyman Nazif, Falih Rıfkı, Faruk Nafiz ilk akla gelenler. Neredeyse yazdıkları ile millî edebiyat kavramını besleyerek belge nitelikli me- tinler ortaya koydular ki Türk bağımsızlık mücadelesi olarak da adlandırılan Kurtuluş Savaşı’nın birinci ağızdan kaynaklarını da sağladılar veya Akif’in şiirleri? 1 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Haziran 2012, 13(1), 91-103. ‖MAHUR BESTE 11

Peki ya sonrası? Savaş kazanıldı ve Anadolu kurtarıldı. Yeni bir rejim ile Türk tarihi yeni sathına kavuştu. Ama elbette kültürü kendine kaynak alan bir millîlik bu süreçte de devam etti. Hatta bu evrede biraz daha eleştiri, bazen kadimi yücelten, özlem anlatan metinler kaleme alındı. Anımsatıldı mazi. Ta- rih yeni bir millîlik unsuru olarak kabul edildi. Ahmet Hamdi’nin Huzur’u, Yahya Kemal’in İstan- bul yazıları, Peyami Safa’nın Mahşer’i, Biz İnsanlar’ı, İstanbul Hikâyeleri hangi kısmıyla mazi kodlarından beslenmemiş görülüp millî edebiyatın bir parçası sayılamaz? Kemal Tahir’in bütün o eserlerine tarihî roman derken tek başlarına bu kadar cesur bir şekilde anlattıkları millî unsurlar barındırmaz mı? Bu noktada tarihten bir miktar uzaklaşıp millîlik olgusunu biraz da aynı 15 ve 16. yüzyıl Av- rupa’sında olduğu gibi natüralizm ile de eşleştirmek mümkün. Bu eşleşmede Köy Enstitülerini de anmak şart. Zira 1940-1954 arasında Anadolu’da muazzam bir dönüşüm yaratan projenin, köy enstitülü yazarlarının köy, toprak, köylü temalı, belirli ölçülerde de natüralist anlatıları, âdeta yeni bir kuşak yarattı. İstanbul dışındaki ülkenin en ücra köşesine dair anlatılar zaman zaman büyük sükse yaptı. Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu Doğu Anadolu’yu; Mehmet Başaran Trakya’yı, Ege’yi; Talip Apaydın İç Anadolu’yu, Osman Şahin Güney Anadolu’yu; Fakir Baykurt Akdeniz ve Ege’yi anlatıyordu bu dönem. Sabahattin Eyuboğlu, Pertev Naili Boratav, Bedri Rahmi Eyu- boğlu, Vedat Günyol’un omuz verdiği 16.500 tirajlı Köy Enstitüleri dergisi de başlı başına bir ekoldü. Ve günümüze geldiğimiz dikkat çekici bir tarih-edebiyat eşleşmesi yeniden kendini hissettiriyor. Buna bir de politik bakış ve buna bağlı gelişen devletçi tavır eklenince giderek popülerleşen tarihî roman furyası yeni millî edebiyat iddiasının da merkezine oturuyor gibi. Eskinin ürünlerini saymak bu manada nispeten kolay ancak bugün bir nitelik sancısı çekildiği, romantik dilin tarihî malze- meye tahakküm ettiği de gerçek. Hâl böyle olunca bu son kısmı örneklendirmek şüphesiz ki yeni tartışmalar yaratacaktır. Ki böyle bir çıktı bu yazının gayesi olamaz. Hülasa Millî Edebiyat’ın varlığı veya mümkünlüğünden öte tartışılması gereken şey, bugünlerde sıklıkla kullanılan ve daha çok da politik bir söyleme dönüşen yerlilik-millîlik meselesi. Yani ne- yin yerli ve millî olduğuna dair net tespitlerin yapılabildiği bir gün, muhakkak ki millî edebiyatın ürünleri de buna göre tasnif edilebilecek. Dolayısıyla en dar çerçevesi ile bizi biz yapan kültürel unsurları kendine konu olarak seçen her ürünü millî edebiyatın bir unsuru saymak, bunun dışında ‖MAHUR BESTE 11


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook