14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS internal ısıtma tedavileri başlandı. Hastanın ilk 1 saat içerisinde vücut ısısı 32.7 oC (celcius) dereceye, sekizinci saatinde ise 36.4 oC dereceye yükseltildi. Tam kan sayımı, lipit paneli ve kapsamlı metabolik panelleri içeren laboratuvar testleri normal sınırda idi. Serum alkol düzeyi 0.01, amilaz 518, lipaz 1,098, amonyak 25, serum karboksihemoglobin seviyesi 1.9 ve β-HCG negatif idi. Tüm sepsis belirteçleri negatifti. Hasta, acil servise getirilmesinin 15’inci dakikasında, ısıtma tedavileri sırasında tanıklı generalize tonik-klonik nöbet geçirdi. Abdominal ultrasonografisinde; yağlı karaciğer ve assit izlendi. Batın bilgisayarlı anjio tomografisi görüntülemesinde; peripankreatik apsesi veya radyoopak safra taşı olmadığı ancak akut pankreatit bulgularının olduğu gözlendi. Hasta medikal olarak tedavi edildi, az yağlı diyete tolerans gösterdi ve dördüncü gününde hastaneden taburcu edildi. Sonuç: Kronik alkolizm, geçici hipotermiye sebep olabilmektedir. Geçici hipotermi ise mikrodolaşım bozukluklarına yol açarak akut pankreatite sebep olabilmektedir. Bizim olgumuzda geçiye hipotermiye sekonder AP gelişmiş olan bir hasta; erken ve agresif sıvı resüsitasyonu ve ısıtma tedavileri ile etkin bir şekilde tedavi edilmiştir ve gelişebilecek olası komplikasyonları önlenmiştir. SS-20 GASTROİNTESTİNAL SİSTEMİN SİTOMEGALOVİRUS ENFEKSİYONLARI: RİSK FAKTÖRLERİ, ENDOSKOPİK ÖZELLİKLERİ VE TEDAVİ SONUÇLARI MUSTAFA SALİH AKIN 1, HÜSEYİN SAFFET BEKÖZ 2, BURCU SAKA 3 1 MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI 2 MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HEMATOLOJİ BİLİM DALI 3 MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ PATOLOJİ ANABİLİM DALI Giriş: Sitomegalovirüs (CMV), yetişkinlerin %40-%100ünü etkileyen ve latent enfeksiyona yol açan bir virüsdür. CMV, solid organ ve hematopoietik hücre transplant alıcıları, HIV ile enfekte hastalar, steroid ve immünomodülatör ilaç alan hastalar ve ülseratif kolitli hastalar için önemli bir patojendir. Biz de bu çalışmada gastrointestinal sistem sitomegalovirus enfeksiyonlarının; risk faktörlerini, endoskopik özelliklerini ve tedavi sonuçlarını değerlendirdik. Materyal ve Metod: Bu çalışmaya 2015-2018 tarihleri arasında Medipol Üniversitesi Hastanesi Gastroenteroloji Bölümünde endoskopi ve/veya kolonoskopi yapılan ve CMV enfeksiyonu saptanan 41 hasta dahil edildi. CMV enfeksiyonu, CMV antijeni ve/veya CMV inklüzyon cisimciklerinin, hematoksilen eozin ve spesifik immünohistokimyasal boyalarla gösterilmesiyle belirlendi. Tüm örnekler ülser, ciddi mukozal inflamasyon, polip, stenoz veya membranlardan biyopsi forsepsi kullanılarak elde edildi. Bulgular: Hastaların 46,3’ü solid veya hemopoietik kök hücre transplant alıcısı, %31,7’si immünkompetan, % 19,5’i Ülseratif Kolit, %2,4’ü Crohn hastası idi. Hastaların %17,1’inde özofagus, %7’sinide mide, % 75,6’sında kolon tutulmuştu. Hastaların %65,9’unda ülser, % 7,3’ünde polip, % 9,8’inde darlık, % 14,6’sında mukozal inflamasyon, % 2,4’ünde membran 51
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS şeklinde endoskopik bulgular saptandı. Hastaların %38,5’i valgansiklovir ve % 61,5’i gansiklovir tedavisi aldı. Hastaların altta yatan nedene göre tedavi sonuçları farklı değildi (p=0,62). Çalışmada, solid veya hemopoietik kök hücre transplant alıcılarında (%79), immünkompetan hastalarda(%100), ülseratif kolitli hastalarda(%100), Crohn hastalarında(%100) tedavi başarısı sağlandı. Hastaların tedavi türlerine göre tedavi sonuçları farklı değildi. [Valgansiklovir (%100) Gansiklovir (%81,3) (p=0,07)]. Çalışmada endoskopik bulgusu darlık olan hastalarda tedavi başarısı (%50); ülser (%94,4), polip (%100), mukozal inflamasyon (%75) ve membran(%100) olanlara göre daha düşüktü. Sonuç: Çalışmamızda gastrointestinal CMV enfeksiyonları için en sık risk faktörü solid organ veya hemopoietik kök hücre transplantasyonu idi. Endoskopide en sık karşılaşılan bulgu ülserler ve en sık tutulum yeri kolondu. Tedavide kullanılan valgansiklovir ve gansiklovir eşit etkinliğe sahipti. Solid organ veya hemopoietik kök hücre transplantasyonu yapılan hastalarda tedaviye yanıt daha düşük olmakla birlikte, diğer gruplarla istatistiksel olarak fark yoktu. SS-21 SBÜ ADANA ŞEHİR EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ BAŞVURAN AKUT PANKREATİTLİ HASTALARIMIZIN RETROSPEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ NURETTİN AY ADANA ŞEHİR EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ, İÇ HASTALIKLARI KLİNİĞİ Giriş: Akut pankreatit (AP), pankreasta normalde inaktif halde bulunan sindirim enzimlerinin herhangi bir etyolojik faktörle aktif hale geçerek pankreas dokusunu ve çevre dokuları sindirmesi ve buna karşı yaygın bir inflamasyonun gelişmesi ile karekterize organizmada lokal, rejyonal ve sistemik yansımalara ve komplikasyonlara yol açan klinik tablodur. Alkol ve safra taşları, AP nin en sık iki etiyolojik nedenidir. AP‘ nin diğer nedenleri endoskopik retrograd kolonjiyopankreatografi (ERCP), cerrahi, ilaçlar, HIV infeksiyonu, hiperlipidemi ve biliyer anomalilerdir. İdiyopatik AP ise nedenin ortaya konamadığı durumları tanımlar. Amaç: Bu çalışmada 18 Eylül 2017 - 18 Haziran 2018 tarihleri arasında Adana Şehir Eğitim Ve Araştırma Hastanesi’inde izlenen AP tanısı almış hastaların demografik özelliklerinin, tedavi yöntemlerinin, hastalığın etyolojisi, şiddeti ve mortalitesinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Retrospektif olarak yapılan bu çalışmada Sağlık Bilimleri Üniversitesi Adana Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi’inde 18 Eylül 2017 - 18 Haziran 2018 tarihleri arasında izlenen ve AP tanısı alan ve laboratuar sonuçları tam olan hastaların dosyaları incelendi. Bulgular: Taranan 414 akut pankreatit tanılı hastanın 236 (%57) tanesi kadın, 178 (%43) tanesi erkekti. Kadınların yaş ortalaması 56,5 yıl iken erkeklerin yaş ortalaması 51,3 yıldı. Ortalama yatış süresi 10,2±8,3 gündü. AP tanılı hastaların etyolojik nedenlerine bakıldığında 56 (%13,5) tanesinin idiyopatik, 291 (%70,2) tanesinin safra taşı, 34 (%8,2) tanesinin hiperlipidemi, 4 (%0,9) tanesinin ilaç, 5 (%1,2) tanesinin pankreas karsinomu, 20 (%4,8) tanesinin alkol, 4 (%0,9) tanesinin kronik pankreatite bağlı olduğu anlaşıldı. Hastaların geliş ranson değerlerine 52
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS bakıldığında 148 (%35,7) tanesinin ranson 0, 158 (%38,1) tanesinin ranson 1, 74 (%17,8) tanesinin ranson 2, 28 (%6,7) tanesinin ranson 3, 6 (%1,4) tanesinin ranson 4 olduğu görüldü. 260 (%62,8) hastaya antibiyotik verildiği (%50 imipenem), 154 (%37,2) hastaya ise antibiyotik verilmediği tespit edildi. Hastaların 226 (%54,5) tanesinde diyabetes mellitus, hipertansiyon, kalp yetmezliği, koroner arter hastalığı, hipotiroidi, astım ve kronik obstrüktif akciğer hastalığından bir veya birkaç tanesi bulunmaktayken, 188 (%45,4) tanesinde ek hastalık yoktu. Hastanede takipleri sırasında 6 (%1,4) hasta ise exitus oldu. Tartışma ve Sonuç: Akut pankreatit, yerel inflamasyondan, organ yetmezliğini de içeren ağır bir sistemik tutuluma kadar geniş bir yelpaze gösteren pankreasın iltihabi bir hastalığıdır. Çoğu olguda kendi kendini sınırlayan hastalık söz konusuyken hastaların %15-20’sinde abartılı bir sistemik inflamatuvar yanıt ve buna bağlı çoklu organ yetmezliğinin neden olduğu yüksek morbidite ve mortalite vardır. Literatürde akut pankreatite neden olan durumlar incelendiğinde safra taşı ilk sırada olduğu görülmektedir. Bizim de akut pankreatitli olgularımızın etiyolojik sebepleri incelendiğinde en sık sebep safra taşlarıydı. Cinsiyete göre akut pankreatit nedenlerini değerlendirdiğimizde; biliyer nedenli akut pankreatitin kadınlarda daha sık (152 hasta %66), alkole bağlı akut pankreatitin ise erkeklerde daha sık (20 hasta %100) olduğu görüldü. Diğer pankreatit nedenleri ile cinsiyet arasında farklılık yoktu. Bu açıdan literatür ile uyumlu olduğu görülmüştür. Literatürde akut pankreatitlerin %80-85 kadarı hafif pankreatit iken, %15- 20‟si ağır pankreatit olarak görülmektedir. Bizim çalışmamızda da hastaların Ranson skor sistemleriyle hastaların % 74 hafif , % 26’ sinin ağır ankreatit olduğu saptandı. Hastalar 55 yaş altı ve 55 yaş üstü olmak üzere iki gruba ayırarak şiddet bakımından aralarında bir ilişki olup olmadığı değerlendirildi ve yaşın artıkça pankreatit şiddetinin de arttığı tespit edildi. Çalışmamızdaki sonuçlar, daha önce ülkemizin farklı merkezlerinde yapılmış çalışma sonuçlarıyla uyumludur. Olgu sayımız arttıkça daha kesin sonuçların verilebilmesi mümkün olacaktır. SS-22 SİROZDA NADİR BİR ETYOLOJİK FAKTÖR: PROGRESİF FAMİLYAL İNTRAHEPATİK KOLESTAZ ÖMER TOPDAĞI ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ Giriş: Kolestaz karaciğer hastalıklarında görülen ciddi bir bulgudur. Safra akımının hız kısıtlayıcı basamağı safra içeriğinin kanaliküler taşınmasıdır. Bu taşıyıcı proteinlerdeki herhangi bir defekt hepatositlerde toksik madde birkmesine ve sonuçta karaciğre hasraına yol açar. Progresif familyal intrahepatik kolestaz genellikle yenidoğan ve yaşamın ilk bir yılı içinde görülen adelösan döneme kadar siroza ilerleyen nadir bir kolestaz formudur. Otosomal resesif geçişlidir. Klinik bulguları arasında sarılık, hepatosplenomegali, kaşıntı, kolestaz ve gelişme geriliğidir. Genetik yerleşim yerine göre 3 tipi vardır. Serum GGT düzeyi, PFIC tip 1 ve 53
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS 2’de karakteristik olarak normal veya hafif yüksektir ve ciddi kaşıntı görülür. Tip 3’te serum GGT düzeyi yüksektir ancak belirgin kaşıntı yoktur. Tanı genellikle intrahepatik kolestaza yol açan diğer karaciğer hastalıkları dışlandıktan sonra labaratuvar, klinik ve genetik incelemeyle konulabilir. PFIC tip 3’te safra yolları korunmuş olmasına rağmen duktal proliferasyon, portal fibrozis ve erken dönemde inflamatuar cevap vardır. Burada 18 yaşına kadar sirotik portal hipertansiyon nedeniyle takip edilen ve ilk kez kanama nedeniyle kliniğimize başvurduğunda tanısı konulan nadir bir PFIC tip 3 olgusu sunulmaktadır. Olgu: 18 yaşında bayan hasta sirotik portal hipertansiyon nedeniyle takip edilmiş. İlk kez Aralık 2016 yılında portal hipertansif GIS kanaması sebebiyle kliniğimize yatırıldı ve hastaya proresif familyal ıntrahepatik kolestaz tip 3 (PIFC 3, ABCB 4 geninde homozigot mutasyon) tanısı kondu. Sekonder profilaksi altındayken ikinci GIS kanamasını Temmuz 2017 üçüncüsünü kasın 2017 de geçirdi ve iki kez varis bant ligayonu uygulandı. Hastaya TIPPS/ Karaciğer transplantasyonu hazırlığı yapılırken Ocak 2018 de tekrar varis kanaması nedeniyle yatırıldı. Varis bant ligasyonu ve uygulanan medikal tedavilere rağmen kanamaı kontrol altına alınamayan hastaya Sengstaken blakemore tüpü takıldı.3. gün kanama kontrol altına alındı ve tüp çıkarıldı bu süreçte hastaya 12 ünite eritrosit süspansiyonu,14 ünite taze donmuş plasma ve 5 ünite trombosit süspansiyonu verildi. Hastanın çekilen trifazik bilgisayarlı tomogrofisinde portal ve hepatik venler açık olarak izlendi. Hastaya distal splenorenal şant yapıldı durumu stabilleşen hasta önerilerle taburcu edildi. Sonuç: Progresif intrahepatik kolestaz değişik etyolojilerin sebep olduğu bir grup heterojen bozukluktur. Hastalığın patogenezinden safra kanalcıkları düzeyinde safra asidi transportunun bozukluğu sorumlu tutulmaktadır. Taşıyıcı proteinleri kodlayan genlerdeki mutasyonlar, fonksiyonlarının bozulmasına, neticede safra asit sekresyonunda veya metabolizmasında defekte yol açmaktadır. Progresif familyal intrahepatikkolestaz kesin tanısı için moleküler çalışmalara ihtiyaç vardır. Progresif familyal intrahepatik kolestazlı hastaların başlangıç tedavisinde UDCA ve parsiyel eksternal biliyer diversiyon dikkate alınmalıdır son zamanlarda PEBD siroz gelişmeden önce hastalığın ilk tedavi şekli olabilir ancak tedavilerde yetersizlik düşünüldüğünde karaciğer nakli planlanmalıdır. SS-23 GEBELERDE APANDİSİT TANISINDA MANYETİK REZONANS GÖRÜNTÜLEME İLE ULTRASONOGRAFİ BULGULARININ KARŞILAŞTIRILMASI AYŞE SERAP AKGÜN İSTANBUL MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ Gebelerde apandisit tanısında manyetik rezonans görüntüleme ile ultrasonografi ulgularının karşılaştırılması Amaç: Bu çalışmanın amacı akut apandisit ön tanısı ile kliniğimize başvuran gebe 54
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS hastalarda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile ultrasonografi (USG) bulgularını karşılaştırarak tanı koymadaki performanslarını değerlendirmektir. Gereç-Yöntem: 2014 Ocak- 2018 Temmuz tarihleri arasında ani başlayan karın ve/veya pelvik ağrı ile gelen, akut apandisit klinik ön tanısı ile US ve MRG çekilmiş 29 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm hastaların yaşları, gestasyonel yaşları, fizik muayene bulguları, USG ve MRG raporları, patoloji raporları retrospektif olarak taranmıştır. Apandisit tanısı koymada MRG ve USG’nin sensitivite, spesifite, pozitif prediktif değerleri, negatif prediktif değerleri hesaplanmıştır. Bulguların değerlendirilmesinde istatistiksel analizler için SPSS 15 programı kullanılmıştır. Bulgular: 29 hastanın yaşları 20-42 arasında değişiyordu (ortalama yaş:30,90±5,72 medyan yaş:31,00). 29 hastanın 3 tanesi 1. trimester, 18’i 2. trimester, 8’i 3.trimester hastasıydı (Tablo1). MRG’lerinde 10 tanesine akut apandisit denilirken bu 10 hastanın sadece 5’inde sonografik olarak akut apandisit tanısı konmuştu. 5 hastanın raporunda; ‘Apendiks görülemedi’ yazıyordu. 19 hastanın MR raporu negatifken, bunlardan sonografik olarak 1 tanesinde akut apandisit ile uyumlu yazıyordu (Tablo 2) MRG’de apandisit tanısı konan 10 hastanın 9 unun patolojik tanısında akut apandisit doğrulanmış; 5’i akut apandisit, 1’i flegmonöz apandisit, 1’i gangrenöz apandisit, 2’si perfore nekrotizan apandisit tanısı almıştı. 1 hasta operasyonu reddetmiş, medikal tedavi ile takip edilmiş ve şifa ile taburcu edilmiştir (Tablo 3 ve Tablo 4) Apendiks MRG de görüldüğünde ve akut apandisit tanısı konduğunda sensitivite %100, spesifite %100, pozitif prediktif değerleri %90, negatif prediktif değerleri %100 iken US’ de görüldüğünde ve sonografik olarak akut apandisit tanısı konduğunda sensitivite %55,55, spesifite %94,73, pozitif prediktif değerleri %83,33, negatif prediktif değerleri %78,26 olarak hesaplanmıştır (Tablo 5). Sonuç: Gebelerde akut apandisit tanısında en çok tercih edilen görüntüleme yöntemi, ucuz ve noninvaziv olmasından dolayı ultrasondur. Ancak gebelikte ağrı lokalizasyonunun ve apendiksin gebelik haftasına göre batın içi yerleşiminin değişmesi nedeniyle ultrasonografinin normal olarak değerlendirildiği durumlarda akut apandisit tanısının tamamen ekarte edilemeyeceği akılda tutulmalı ve bu durumlarda noninvaziv ve radyasyon riskinin olmadığı, yüksek spesifite, sensitivite, negatif ve pozitif prediktif faktörler ile yüksek tanı koydurucu özelliği olan MRG’nin kullanılabileceği unutulmamalıdır. Tablo 1. Trimesterlerine göre hasta dağılımı Trimester Hasta Sayısı (n) % Birinci Trimester İkinci Trimester 3 (10,34) Üçüncü Trimester 18 (62,06) Toplam 8 (27,58) 29 (100,00) 55
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Tablo 2. US ve MRG lerine göre hastaların dağılımı USG Akut apandisit Hasta Sayısı (n) % MRG Negatif 6 (20,69) Akut apandisit 23 (79,31) Patoloji Negatif 10 (34,48) Toplam Akut apandisit 19 (65,52) Negatif 9 (31,03) Medikal Tedavi 19 (65,52) 1 (3,45) 29 (100,00) Tablo 3. Patoloji raporlarına göre hastaların dağılımı Hasta Sayısı (n) % Patoloji 5 (55,56) Akut apandisit 1 (11,11) Gangranöz apandisit 1 (11,11) Flegmonöz apandisit 2 (22,22) Perfore nekotizan apandisit 9 (100,00) Toplam Tablo 4. Patoloji tanısı apandisit ile uyumlu hastaların özet bulguları Gebelik haftası US MR Patoloji sonucu Hasta Akut nekrotizan per. app Akut app. numarası Perfore akut app Akut app 1 28 Perfore app Perfore app Akut app Akut app 2 30 Akut app Akut app Akut flegmonöz app Akut app 3 27 Akut app Akut app Akut gangranöz app 4 28 Apendiks izlenmedi. Akut app 5 28 Akut app Akut app 6 24 Apendiks izlenmedi. Akut app 7 30 Apendiks izlenmedi. Akut app 87 Apendiks izlenmedi. Akut app 9 24 Akut app Akut app App= apandisit per=perfore 56
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Tablo 5. Sensitivite, Spesifite, Pozitif Prediktif Değer, Negatif Prediktif Değerler Sensitivite USG MRG Spesifite %55,55 %100,00 Pozitif Prediktif Değer %94,73 %100,00 Negatif Prediktif Değer %83,33 %90,00 %78,26 %100,00 Resim 1. 1 haftadır geçmeyen karın ağrısı ve bulantı ile gelen 30 yaşında 28 haftalık gebe hastanın USG ve MRG ile akut apandisit tanısı konmuş, aksiyel T2 SPAIR ağırlıklı sekanslarda sağ alt kadranda apandiks çapı artmış, lümende apendikolit ile uyumlu hipointensite ve her iki parakolik sıvı izlenmektedir. Patoloji raporu akut nekrotizan perfore apandisit ile uyumlu gelmiştir. Resim 2. 3 gündür geçmeyen karın ağrısı ile gelen 33 yaşında 28 haftalık gebe hastada koronal T2A ağırlıklı sekanslarda ileri gebelik haftası nedeniyle subhepatik alana uzanım gösteren duvarı kalın ve ödematöz görünümde inflame apendiks izlenmektedir. Patoloji raporu akut apandisit ile uyumlu gelmiştir. Resim 3a. Sağ kasık ağrısı ile gelen 29 hafta 5 günlük 24 yaşında gebe hastada koronal T2 A ağırlıklı sekanslarda apendiks çapında artış ve minimal sıvı artışı izlenmiştir. 57
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Resim 3b. Aynı hastanın USG sinde sağ alt kadranda kör sonlanan, nonkomprese, çapı 9 mm ile artmış tubuler yapı akut apandisit lehine değerlendirilmiştir. Patoloji raporu akut flegmonöz apendisit ile uyumlu gelmiştir. SS-24 KRONİK HEPATİT B HASTALARINDA KARACİĞER FİBRÖZ DERECESİ İLE NÖTROFİL LENFOSİT ORANI ARASINDAKİ KORELASYON YAHYA ATAYAN MALATYA EĞİTİM ARAŞ. HASTANESİ Giriş: Kronik karaciğer hastalığında necroinflamatuar aktiviteyi ve fibröz drecesini göstermede altın standart karaciğer biyopsisidir. Karaciğer biyopsisi invaziv bir işlem olduğu için fibröz derecesini tahmin etmek amacıyla non invaziv testlere ilgi artmıştır. Sistemik enflamasyonu göstermek amacıyla non invaziv bir test olarak nötrofil lenfosit oranının (NLO) kullanılması çeşitli çalışmalarda önerilmiştir. Bu çalışmamızda, histoptolojik olarak karaciğer fibröz derecesiyle ile tam kan NLO’ı arasındaki korelasyonu araştırdık. Materyal ve metod: Tedavi almamış 114 kronik hepatit b hastasının karaciğer biyopsinin histopatolojik sonuçları ve tam kan sayımında nötrofil ve lenfosit değerleri incelendi. Patolojik olarak hafif fibrözisi (f 1-2) olan 21 hastayı grup: 1, orta derece fibrözis (f 3-4) olan 75 hastayı grup: 2, ileri derece fibrözisi (f 5-6) olan 18 hastayı grup: 3 olarak gruplara ayrıldı (tablo 1). Grupların NLO’ları ve ortalama değerleri hesaplandı. Sensitivite, spesifite, pozitif prediktif ve negatif prediktif değerleri hesaplandı. (tablo 2). Bulgular: Çalışmaya alınan hasta grupları arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. Gruplar, NLO’ı açısından karşılaştırıldığında sensitive ve spesifitenin düşük olduğu, pozitif veya negatif prediktif değerlerinin anlamlı olmadığı tespit edildi (tablo 2) Tartışma: Kronik viral hepatit b hastalığı, ülkemizde ve tüm dünyada önemli bir sağlık sorunudur. Hepatit b virüsü, karaciğerde kronik inflamasyon, nekrozla birlikte fibrozise kadar ilerleyebilir. Karaciğer fibrosiz sürecinde lenfomononükleer hücreler önemli rol oynamaktadır. Tam Kan sayımında lökositlerin yaklaşık % 41-73’ını nötrofil ve %19-44 lenfositler 58
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS oluşturmaktadır. Sistemik bir enfeksiyon veya sistemik inflamatuar yanıtın varlığı kandaki nötrofil ve lenfosit sayısının artmasına neden olabilmektedir. Çelik bilek M. ve arkadaşların retrospektif yaptıkları yaptığı çalışmada 89 kronik hepatit b hastaların fibröz skoru ile NLO’ı arasında korelasyon tespit edememişler. Yeşil ve arkadaşlarınn 286 kronik hepatit b hastalarında karaciğer fibröz dercesi ile NLO’ı arasında korelasyon olduğu belirlemişlerdir. Bizim çalışmamızda, fibröz grupların NLO’ı açısından karşılaştrıldığında, sensitivite ve spesifitesi düşük olduğu, pozitif veya negatif prediktif değerleri anlamlı korelasyon tespit edemedik. Sonuç: Kronik hepatit b hastalarında karaciğer fibröz derecesini tahmin etmede bir non invaziv test olarak NLO’nın hesaplanması faydalı görülmemiştir, ancak bu konuda ileri araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Tablo 1: Hasta gurupları ve demografik özelikleri. Gruplar NLO’ları Yaş Cins Grup: 1, F:1 -2 n: 21 1,4 ± 0,4 42.0±12 e: 10 k: 11 Grup: 2, F:3-4 n: 75 1,8 ±0,9 46,67 ±12,0 e: 40 k: 35 Grup: 3, F:5-6 n: 18 2,1±1,0 43,40±17,0 e: 8 k: 10 Toplam, n:114 1,8 ± 0,8 44,3 ±13,8 Tablo-2: sonuçlar Grup:2 Grup:3 Spes% Sen% PP NP P Grup:1 Fibröz 3-4 Fibröz5-6 Fibröz 1-2 n: 75 N: 18 n: 21 NLO 1,4 ± 0,4 1,8 ±0,9 2,1±1,0 58.5 43.73 1.06 0.9 P= 0.69 Spes: spesifisite Sen: Sensitivite PP: Pozitif predictive NP: Negatif predictive SB-25 HELİCOBACTER PYLORİ VE ATEROSKLEROZ IFATMA KAPLAN EFE1, AYSUN AYBAL KUTLUGÜN1, MÜJGAN TEK2, OKTAY BULUR1 AD1KEÇİÖREN EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ 2TOBB ETÜ HASTANESİ ILMAmaç: Helicobacter Pylori (H.Pylori) ile erken evre ateroskleroz arasında ilişki olup olmadığı Tnet değildir. Yapılan çalışmalarda H.Pylori seropozitifliği ile kardiyovasküler risk faktörlerinin KAbirlikteliği tespit edilmiştir. H.Pylori enfeksiyonu sonrası gelişen inflamasyonun erken dönem 59
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS ateroskleroza yol açtığı bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı endoskopik mide biyopsisi ile saptanan H. Pylori pozitifliği ile ateroskleroz arasında ilişki olup olmadığını araştırmaktır. Gereç ve Yöntemler: Bu kesitsel çalışmada hipertansiyon, aterosklerotik kalp hastalığı,diyabeti ve böbrek hastalığı olmayan ve endoskopi yapılan hastalar alındı. Endoskopik mide biyopsi sonucuna göre hastalar H. Pylori pozitif grup (n=52) ve H. Pylori negatif grup (n=62) olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Tüm hastalara santral kan basıncı ve arteriyel stiffness ölçümü PWA/ABPM kullanılarak yapıldı. Bulgular: Ortalama kan basıncı, santral sistolik kan basıncı, santral diastolik kan basıncı ve augmentasyon indeksi H. Pylori olan grupta anlamlı şekilde yüksekti. Santral kan basıncı ve augmentasyon indeksi ile H. Pylorinin şiddeti arasında korelasyon tespit edilmedi. Sonuç: Endoskopik mide biyopsisinde H.pylori tespit edilen hastalar ateroskleroz ve kardiyovasküler hastalık açısından risk altında olabilir. SS-26 ENDOSKOPİK OLARAK EKSTİRPE EDİLEN FASCİOLA HEPATİCA ; OLGU SUNUMU NİHAT GÜLAYDIN ÖZEL İSTANBUL MEDİCİNE HOSPİTAL Giriş: Fasciola hepatica koyun, keçi ve sığır gibi evcil hayvanlarda yaygın olarak görülebilen, yaprak şeklinde bir trematod olup insanlarda sporadik olarak rastlanan solucanlar ailesinden bir parazittir. İnsanlar kontamine içme suyu ve gıda tüketimi nedeniyle bu parazit için rastlantısal konak olabilmektedirler. Akut enfeksiyonda ateş, karın ağrısı gibi bulgular olurken kronik olgularda biliyer kolik ve sarılık görülebilmektedir. Fasciola hepatika’ nın erişkin formu safra yolları ve safra kesesinde taş oluşumuna yatkınlık yaratmakta, ayrıca nadiren safra yolları obstrüksiyonu ve kolanjite sebep olabilmektedir. Sunumumuzda Endoskopik retrograt kolanjiyopankreotografi (ERCP) ile teşhis ve tedavisini sağladığımız olguyu sunacağız. Olgu: 37 yaşında kadın hasta karın ağrısı, boyun, sırt ve göğüste ağrı şikayetiyle polikliniğimize başvurdu. Karın ağrısı 6 aydır devam eden ve son 3 gündür şiddetlendiğini ifade eden olgunun özgeçmişinde bilateral total tıroidektomi dışında özelliği yoktu. Yapılan fizik muayenesinde murphy (+) liği saptandı. Diğer sistem muayneleri normaldi. Laboratuar değerleri lökosit 8180/mm, hemoglobin 12.5 g/dl , hematokrit %36,5, platelet 214.000 N/l, AST =15,6 U/L, ALT =17,5 U/L,ALP= 48 U/L,GGT=14 U/L,Total Bilirubin=0,319 mg/dl,Direkt Bilirubin =0,132 mg/dl idi. Yapılan batın ultrasonografisinde kolesistolithiazis,koledokolithiazis ,Koledokta (12mm) ve intrahepatik safra yollarında genişleme saptanması üzerine ERCP planlandı. Yapılan ERCP de papilla normal görünümdeydi. Kanüle edildi ve opak madde verilerek koledok-safra yolları görüntülendi. Koledok 15 mm çapında olup distalinde dolum defekti izlendi. 12 mm sfinkterotomi yapıldı. Balon ile koledok süpürüldü. Bir adet canlı fasciola hepatika paraziti ekstrakte edildi. 60
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Sonuç: Fasciola hepatica enfeksiyonu ülkemizde nadir görülen bir parazittir. Tanısında güçlük yaşanmasının bir nedenide budur. Enfeksiyonun iki klinik fazı mevcuttur; parazitin hepatik invazyon dönemini kapsayan akut faz ve safra yollarında parazitin bulunduğu kronik dönem. Safra yollarına ulaştıktan sonra helmint 3 ay içerisinde gelişerek erişkin hale gelir. Akut dönemde uzamış ateş, sağ üst kadran ağrısı, hepatomegali ve eozinofili gözlenir ki bu bulgular kolaylıkla atlanabilir. Kronik dönemde bu bulgular kaybolabilir. Bu dönemde parazitin safra yollarında bulunmasına bağlı kolestaz ve kolanjit bulguları gözlenmeye başlayabilir. Olgumuzda literatürle uyumlu olarak eozinofili mevcuttur. Parazitin kesin tanısı dışkıda ya duodenal aspiratta parazit yumurtalarının saptanması ile olsa da parazitin az yumurta üretmesinden dolayı bu yöntem ile başarı şansı fazla değildir. Fasioliazis tanısı klinik kuşkuya dayanır. Türkiye gibi sporadik olguların görüldüğü yerlerde hastalığı tanımak zordur. Her ne kadar akut dönem sadece ilaçlar ile tedavi edilebilse de kronik dönemde Fasciolahepatica’ya bağlı obstrüksiyonlarda ERCP ile sfinkteretomi yapılarak safra yollaırının temizliği gerekebilir..Olgumuzda ERCP ile sfinkteretomi yapıldıktan sonra canlı parazitler çıkarıldı , sonrasında hastaya triklobendazol tedavisi başlandı. 2 yıllık takipte relaps saptanmadı. Sonuç olarak fasciola hepatika ülkemizde her ne kadar olarak görülsede koledokolithiasis ön tanısıyla yapılan ERCP’lerde karşımıza çıkabileceğini ve aynı seansta tedavisini yapabileceğimizi vurgulamak istedik. SS-27 KRONİK HEPATİT C TEDAVİSİNDE DİREKT ETKİLİ ANTİVİRALLER: ÇORUM GERÇEK YAŞAM VERİLERİ HÜSEYİN KÖSEOĞLU HİTİT ÜNİVERSİTESİ, TIP FAKÜLTESİ, GASTROENTEROLOJİ BÖLÜMÜ Giriş: Kronik Hepatit C tedavisinde kullanıma giren direkt etkili antiviraller yüksek kalıcı viral yanıt, önceki tedavi rejimlerine kıyasla düşük yan etki ve kısa süreli tedavi ihtiyacı gibi avantajları olan ilaçlardır. Bu çalışmada bölgemizde kullanılmış olan bu tedavilerin etkinliğinin ve yan etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç-yöntem: Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hepatit C nedeniyle tedavi edilmiş olan ve tedavi sonrası tetkikleri mevcut olan 26 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik verileri, tedavi öncesi ve sonrası laboratuvar bulguları hastane veri sisteminden saptandı. Bulgular: Değerlendirmeye alınan 26 hastanın 15’i erkek, 11’i kadındı ve ortalama yaş 61,04±17,62 idi. Sirozu olan 14 hastanın 9’u Child A, 3’ü Child B ve 2’si Child C idi; 12 hastada ise siroz mevcut değildi. Hastalardan birisi tedavi deneyimli (Peg IFN ve ribavirin) iken diğer 25 hasta tedavi almamış hastalardı. Genotip 1b 24 hastada (%92,3) mevcutken birer genotip 1a ve genotip 2 olan hasta vardı ve ortanca HCV RNA 1190000 iU/mL idi. Hastalardan 16’sı (%61.5) ombitasvir/paritaprevir/ritonavir/dasabuvir, 2’si (%7.7) ombitasvir/paritaprevir/ 61
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS ritonavir/dasabuvir+ribavirin, 5’i (%7.7) ledipasvir/sofosbuvir, 2’si (%7.7) ledipasvir/sofosbuvir +ribavirin, 1’i (%3.8) ise sofosbuvir+ribavirin tedavisi almıştır. Hastaların tümünde tedavi bitiminde HCV RNA negatifliği saptanmıştır (%100). Hastalardan birinde hafif kaşıntı, birinde halsizlik ve yorgunluk izlenmişken bir hastada şiddetli ve eritrosit replasmanı gerektiren anemi gelişmiştir. Ancak yan etki gelişen 3 hasta da tedavisini tamamlamıştır. Tedavi öncesi ve sonrası laboratuvar değerleri karşılaştırıldığında AST ve ALT değerlerinde anlamlı azalma saptanırken albümin değeri tedavi sonrasında anlamlı olarak artmıştır (Tablo 1). Sirotik hastalarda tedavi sonrasında Child ve Meld skorlarında anlamlı düzeyde azalma izlenmiştir (Tablo 1). Tedavi öncesinde Child B olan 3 hasta ve Child C olan 1 hasta tedavi bitiminde Child A’ya gerilemişken, Child C olan diğer hasta Child B olmuştur. Sonuç: Hastanemizde tedavi almış olan hepatit C hastalarında düşük yan etki oranı ile %100 tedavi başarısına ulaşılmıştır. Tedavi sonrası Child ve Meld skorlarında anlamlı azalma izlenmiştir. Tablo 1: Hastaların tedavi öncesi ve sonrası bazı laboratuar değerleri ile Child ve Meld skorları. Tedavi öncesi Tedavi sonrası p Kreatinin (mg/dL) 0,72 0,80 0,120 AST (U/L) 80,95 26,40 <0,001 ALT (U/L) 69,75 17,75 <0,001 Albumin (g/dL) 3,78 4,17 0,001 Bilirubin (mg/dL) 1,51 0,88 0,099 INR 1,13 1,09 0,248 Lökosit (109/L) 6850 6693 0,684 Hemoglobin (g/dL) 14,10 14,14 0,892 Platelet (109/L) 181428,57 173619,05 0,182 Child skoru 6,46 5,38 0,009 Meld skoru 10,46 9,00 0,035 AST: Aspartat Aminotransferaz, ALT: Alanin Aminotransferaz, INR: International SS-28 HBV AŞISI YAPILAN HCV SEROPOZİTİF HEMODİYALİZ HASTALARININ AŞILAMA TAMAMLANDIKTAN 1 AY VE 12 AY SONRAKİ ANTİ-HBS DÜZEYLERİ HALİL İBRAHİM ERDOĞDU, ERAY ATALAY KAFKAS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI ANA BİLİM DALI, KARS Amaç: Çalışmada HCV seropozitif hemodiyaliz hastalarının HBV aşısı tamamlandıktan 1 ay ve 12 ay sonraki yanıt düzeyleri ve bu düzeylerin devam edip etmediğini belirlemek amaçlandı. Gereç-Yöntem: Çalışma Kars, Iğdır ve Ardahan kamu hemodiyaliz merkezlerinde haftada 3 kez 4 saat hemodiyaliz tedavisi sürdüren ve HCV-RNA ile doğrulanan anti-HCV pozitif hastaların 62
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS serolojilerine ait verilerinin analizi ile yapıldı. HBsAg ve anti-HBs negatif saptanarak 0.1.2.6 aylarda dört kez 40µg dozda rekombinant HBV aşısı uygulanan HCV hastalarının aşılama tamamlandıktan sonra 1. ve 12. aya ait serolojileri analiz edilerek HBV aşısı yanıt (anti- HBs ≥10 IU/mL) düzeyininin devam eden 12. ayda sürüp sürmediği değerlendirildi. Bulgular: Merkezlerde HCV seropozitif hasta sayısı 10 olup bu hastaların tümünün HBV aşılama şemasından 1 ay sonrası anti-HBs düzeyleri ≥10 IU/mL ölçüldü. Real Time PCR HCV- RNA kayıt verileri tam saptanan HCV pozitif hasta sayısı 7 idi. Aşılama şeması bittikten 1 ay sonra anti-HBs düzeyleri; 2 hastada ≥ 10-99 IU/mL, 3 hastada 100-999 IU/mL, 2 hastada ≥ 1000 IU/mL ölçüldü. 12 ay sonraki değerlerine bakıldığında ise; anti-HBs düzeyleri ≥ 10-99 IU/mL olan 2 hastadan biri yine aynı aralıkta, diğerinin anti-HBs düzeyi 100-999 IU/mL saptandı. Anti-HBs 100-999 IU/mL olan 3 hastanın üçü de 12 ay sonra yine aynı aralıkta, anti-HBs ≥ 1000 IU/mL olan 2 hastanın ikisinin de 12 ay sonraki anti-HBs düzeyi ≥ 1000 IU/mL olup düzeylerini sürdürmekte oldukları belirlendi. Sonuç: HCV enfeksiyonu olan hemodiyaliz hastalarının HBV aşısına yanıtları yeterli olup HBV’ye karşı koruyucu düzeylerinin aşılama bittikten sonraki 12. ayda da devam etmekte olduğu saptandı. Anahtar kelimeler: HCV pozitif hemodiyaliz hastası, HBV aşısı, HBV aşı yanıtı SS-29 ADIYAMAN EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANEMİZDE LAPAROSKOPİK KOLESİSTEKTOMİDEN AÇIK AMELİYATA GEÇME NEDENLERİ SABRİ ÖZDAŞ ADIYAMAN EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ Amaç: Hastanemiz genel cerrahi kliniğinde tek hekim tarafından yapılan laparoskopik kolesistektomi girişimlerinin demografik özelliklerinin saptanması, açık ameliyata geçiş oranının belirlenmesi, açığa geçiş nedenlerinin ortaya konması hedeflenmiştir. Yöntem: Hastanemizde Haziran 2014- Mayıs 2018 yılları arasında yapılan 300 laparoskopik kolesistektomi girişiminin kayıtları geriye dönük incelendi. Yaş ve cinsiyetleri, açığa geçiş nedenleri, akut kolesistit ve kronik kolelitiyazis olguları, yaş gruplarına göre açığa geçiş oranları belirlendi. Bulgular: Olgularımızın 212’ i kadın (% 70.6) ,88’i erkektir (% 29.4), kadın/erkek oranı 2.4 idi. Ortalama yaş 42.5 (17-83), ortalama ameliyat süresi 50.3 (26-150) dakika idi. ameliyat endikasyonları; 241 hasta kolelitiyazis (% 80.3), 28 hastanın akut kolesistit (% 9.3) ve 7 hastanın safra kesesi polibi (% 2.3). 6 hastanın akalkülöz kolesistit (% 2) 18 hastada (%6) ERCP sonrası nedeni ile opere olmuştu. Olgularımızın 17’sinde(% 5.6) açığa geçilmiş, 2 olguda (% 0.6) olguda intraoperatif komplikasyonlar gelişmişti. 1 olgu da postop 5. saatte MI nedeni ile mortalite gelişmişti. Hastanede yatış ortalama süresi 1.8 gündür (21 saat-19 gün). Açığa geçiş nedenleri; akut kolesistite bağlı olarak Calot üçgeninde yapışıklık (9 hasta), koledok taşı (3 hasta), 63
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS geçirilmiş ameliyata bağlı yapışıklıklar (2 hasta), coledok yaralanması (2 hasta), anatomik varyasyon (1 hasta), olarak belirlendi. Sonuç: Laparakopik kolesistektomide açığa geçişi arttıran en önemli faktör akut kolesistit gibi görünmektedir. Erkek cinsiyet, ileri yaş ve akut kolesistit halinin açık ameliyata geçiş riskini arttıran faktörler olduğu saptandı. Buna rağmen ilk tercih edilecek girişim şekli laparoskopik kolesistektomi olmalıdır. Anahtar kelimeler: Laparoskopik kolesistektomi, açık kolesistektomi, komplikasyonlar SS-30 DENEYSEL AKUT PANKREATİK ENSEFALOPATİ OLUŞTURULAN RATLARDA BORİK ASİTİN SEREBRAL VE SEREBELLAR HÜCRELER ÜZERİNDEKİ ANTİAPOPTOTİK ETKİSİ MUSTAFA KARADEMİR SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ, BEYİN VE SİNİR CERRAHİ ANABİLİM DALI Amaç: Bu çalışmanın amacı borik asitin (2-amşnoetil difenilborinat) beyin koruyucu etkisini deneysel olarak akut pankreatit oluşturulmuş ratlarda saptamaktır. Materyal ve Metot: Çalışmada 200-250 gram ağırlığında 30 adet erkek Spraque-Dawley rat rastgele 3 gruba ayrılmıştır. Grup 1: Sham grubu, Grup 2: Akut pankreatit grubu ve son olarak Grup 3: Akut pankreatit oluşturulmadan önce, 2 mg/kg borik asit uygulanan grup. Grup 2 ve 3’te akut pankreatit 1.5 mg/kg L-arjinin’in 1 saat ara ile iki kez intraperitoneal yolla uygulanması ile oluşturulmuştur. Tümör Nekroz Faktör alfa (TNF-α), interlökin 6 (IL-6) ve pankreatik amilaz ölçümleri ELISA yöntemi ile gerçekleştirilmiştir. Beyin doku örnekleri histopatolojik olarak incelenmiş, apoptotik hücreleri göstermek için TUNEL boyaması yapılmıştır. Sonuçlar: Grup 3’teki hayvanların serebral kortekslerindeki TUNEL pozitif apoptotik hücrelerin azaldığı, bu arada Bcl-2 pozitif hücrelerin sayısının da arttığı gözlendi. Yine Grup 3’te glial agregasyon alanlarının Grup 2 ile kıyaslandığında anlamlı şekilde azaldığı tespit edildi. Diğer yandan Grup 2’de özellikle glial agregasyon alanlarında TUNEL pozitif hücrelerin yoğunluğunun arttığı, Bcl-2 pozitif hücrelerin sayısının azaldığı ortaya kondu. Tartışma: Borik asit akut pankreatite bağlı gelişen serebral hasarı önlemekte, glial agregasyonu azaltarak aynı zamanda hücrelerin apopitoza gidişini durdurmaktadır. Anahtar Kelimeler: 2-APB, apoptozis, Bcl-2, Pankreatik Ensefalopati, Ciddi Akut Pankreatit 64
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-31 ÜLKEMİZDE FEKAL İNKONTİNANSTA İNTERNAL VE EKSTERNAL SFİNKTER PROBLEMLERİ SIKLIĞI VE DAĞILIMI HARUN ERDAL, İBRAHİM DOĞAN GAZİ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI Fekal inkontinans, 3 yaşından büyük kişilerde en az 1 ay süreyle sürekli veya sık olarak kontrolsüz gaz/gaita geçişidir. Fekal inkontinans, genellikle anorektal bölgenin fonksiyonel ve yapısal işlevselliğinin bozulmasına bağlıdır. Parsiyel/ Minör inkontinans bir miktar gaz veya sıvı gaita kaçırılması ile çamaşırın kirlenmesidir. Tam/majör inkontinans ise istem dışı gaita kaçırılmasıdır. Gelişmiş ülkelerde erişkinlerde gaita inkontinansı prevalansı %1 ve 24 arasında değişmektedir. Yaşlı popülasyonda daha sık ve daha ciddi düzeyde görülmektedir. Doğum hasarı, travma, cerrahi, nörolojik nedenler etyolojide rol oynar. Kadınlarda daha sık. Depresyon ve beyaz ırk kadınlarda risk faktörüdür. Bağımsız risk faktörleri ise KOAH, İBS, üriner inkontinans, kolektomi, kronik diaredir. Eksternal anal sfinkter (EAS) istemli sıkma basıncını oluşturur. İnternal anal sfinkter (İAS) istirahat basıncına %70-85 katkı sağla ve sadece rektal distansiyona bağlı gevşer. Anal endovasküler yastıklar sfinkter istirahat basıncına %10-20 katkı sağlar. İstirahat halinde anal tonusu %50-85 İAS, %20-30 EAS ve %15 anal yastıkçıkların genişlemesi ile oluşur. Çalışmamızın amacı; hastanemize gaita inkontinansı nedeniyle başvuran hastalarda anal sfinkter disfonksiyonlarının türü ve sıklığının ortaya konmasıdır. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Gastrointestinal Motilite Laboratuvarı 2008-2011 arşiv verileri üzerinde yapılmıştır. İçleme kriterleri: Gayta inkontinansı nedeniyle başvuran, form doldurmuş ve anorektal manometrik incelemesi yapılmış hastalar. Dışlama kriterleri: Kolon veya rektumdan opere hastalar, malignitesi olan hastalar. Çalışmamızda; tüm hastalarda mikst tip sfinkter yetmezliği ön planda olup doğum sayısı arttıkça internal sfinkter yetmezliği sıklığı artar. Normal doğum ve sezeryan ile doğum yapanlarda da en sık mikst tip sfinkter yetmezliği görülmektedir. Hastaların %80 inde etyoloji multifaktöryeldir. Hastaların çoğunda, internal ve eksternal sfinkter defektleri ve rektal duyarlılık anormalliklerinin kombinasyonudur. Literatürde benzer bir çalışmada aynı şekilde; mikst tip sfinkter yetmezliği daha sıktır. İnkontinansın, internal ve eksternal sfinkter yetmezliğinin kadınlarda daha sık olduğu gözlenmiştir. 65
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-32 SPONTAN İZOLE SÜPERİOR MEZENTERİK ARTER DİSEKSİYONU SİNAN KARACABEY MARMARA ÜNİVERSİTESİ Süperior Mezenterik Arter (SMA) abdominal aortun üç ana ön dalının ikincisidir. Duodenumun alt kısmından trasnver kolonun 2/3ünün, midgut ve incebarsağın kanlanmasını sağlar; ayrıca diğer batın içi organların ve pankreasın kanlanmasından da sorumludur. Arter diseksiyonu, arter duvarının intramural hematomla bölünmesi olarak tanımlanır. SMAnın diseksiyonu genellikle aort diseksiyonunun bir uzantısı olarak görülür. Gerçek izole SMA diseksiyonu nadir görülen bir durumdur. Bu vakada SMAnın izole bir spontan diseksiyonu vakasını sunmayı amaçlamaktayız. 61 yaşında bayan hasta, keskin batıcı tarzda epigastrik ağrı şikayetiyle acil servisimize başvurdu. Hastanın yapılan fiziki muayenesinde epigastrik ve sağ üst kadran hassasiyeti mevcuttu. Laboratuar analizinde tam kan sayımı, karaciğer fonksiyon testleri, amilaz, lipaz ve laktat değerleri normal aralıklardaydı. Hastaya yapılan Ultrasonografide özellik saptanmadı. Çekilen bilgisayarlı tomografide (BT) proksimal SMAda tromboz ile diseksiyon tespit edildi. Bağırsak istirahati, tansiyon kontrolü ve antikoagülasyon ile konservatif tedavi, semptomlarını hafifletti. Hekimler, özellikle acil servislerde daha yaygın nedenleri dışladıktan sonra izole spontan SMA diseksiyonu tanısını düşünmelidir. Kesin tedavi yöntemi henüz netleşmemiş olmakla birlikte ilk plana konservatif tedavi iyi bir tercih olamktadır. SS-33 KOKAİN KULLANIMINA BAĞLI AKUT PANKREATİT SİNAN KARACABEY MARMARA ÜNİVERSİTESİ Pankreatit Gastrointestinal sistemin en sık gröülen hastalıklarındandır. Ciddiyetine göre farklı klinik prezentasyonalrı olabilir. Klinik tablo birkaç gün hastanede yatıştan ciddi multi-organ yetmezliklerine kadar farklılık göstermektedir. En sık görülen etiyolojiler, incelenen popülasyona bağlı olarak, en sık safra kesesi taşları ve alkol olup, bunu hipertrigliseridemi izlemektedir. Daha az sıklıkta görülen nedenler arasında ilaca bağlı pankreatit bulunur ve bu alt grupta, kokainle indüklenen vakaların çok az sayıda raporu bulunabilir. 32 yaşında bir erkek hasta, sırta yayılan karın ağrısı, mide bulantısı ve kusma ile acil servisimize başvurdui. Anamnezde kokain alımını takiben 2. günde karın ağrısının başladığı özgeçmiş ve soygeçmişte özellik olmadığı tespit edildi. Yapıan fiziki muayenede epigastrik hassasiyet dışında özellik saptanmadı. Bakılan laboratuar tetkiklerinde Amilaz 1890 U / L, lipaz 3681 U / L, LDH 2236U / L, Hematokrit% 4942, beyaz kan hücresi sayısı 18300 / mm3 (% 78,7 nötrofil) trombositlerden 398.000 / mm3 idi. Kan üre, oksijen saturasyonu, serum kalsiyum, 66
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS koagülasyon parametreleri ve trigliserit düzeyleri normaldi. Çekilen Bilgisayarlı Tomografide pankreasta diffüz büyüme izlendi. Hadsta pankreatit tanısıyla gastroeneteroloji servisine yatırıldı. Hastanın takiplerinde ağrısı ve enzimleri geriledi. 6. gününde taburcu edildi. Acil servislerde pankreatit etyolojisinde ilaçlar sorgulanırken kokain gibi iskemiye neden olarak bir çok medikal probleme sebep olan uyuşturucu madde kullanımın sorgulanmasıda etyolojiyi aydınlatmak adına önem taşımaktadır. SS-34 HELİKOBAKTER PİLORİ ERADİKASYONUNDA KLARİTROMİSİN DİRENCİ AZALIYOR MU? MUSTAFA TAHTACI, OSMAN ERSOY ANKARA YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI Amaç: Ülkemizde klaritromisin direncinin yıllar içinde belirgin olarak arttığı, bunun sonucunda amoksisilin ve klaritromisin temelli helikobakter pilori (HP) tedavi protokolü etkinliğinin azaldığı ve HP eradikasyon başarısının % 60’ların altına indiği bilinmektedir. Buna karşın bu tedavi protokolü halihazırda kolay reçete edilebilen tek bir preparat olması nedeniyle hekimler tarafından sıklıkla reçete edilmektedir. Çalışmamızda amoksisilin ve klaritromisin temelli üçlü tedavinin HP eradikasyonunda etkinliğinin değerlendirilmesi araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya üst gastrointestinal endoskopisi yapılan ve histolojik yöntemle HP enfeksiyonu teşhis edilen olgular dahil edildi. amoksisilin 2 gram/gün, klaritromisin 1 gram/gün ve lansoprazol 60 mg/gün dışı tedavi verilmesi ve tedavi sonrası HP kontrolü yapılmaması dışlama kriterleri olarak belirlendi. Sonuçlar: Çalışmaya üst gastrointestinal endoskopisi yapılan ve antrumdan biyopsi yapılan toplam 468 olgu alındı. Histolojik yöntemle HP tespit edilmeyen 197 hasta çalışma dışı bırakıldı. HP tespit edilen ve amoksisilin 2 gram/gün, klaritromisin 1 gram/gün ve lansoprazol 60 mg/gün tedavisi 14 gün süreyle verilen toplam 64 olgu çalışmaya dahil edildi. Tedavi ile eradikasyon sağlanan hastaların yüzdesi 84.4 olarak saptandı. Tartışma: Çalışmada amoksisilin ve klaritromisin temelli üçlü tedavi ile HP eradikasyon yüzdesinin ülkemizde yapılan çalışmalara göre yüksek bulunması, ülkemizde klaritromisin direncinin son yıllarda azalmış olduğunu düşündürmektedir. SS-35 KRONİK HEPATİT C ENFEKSİYONUNDA MTTP -493 G/T POLİMORFİZMİNİN HEPATİK STEATOZ İLE İLİŞKİSİ ERSİN AKGÖLLÜ, YAKUP ÜLGER ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ 67
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Giriş: Hepatit C virüs enfeksiyonu dünya genelinde önemli bir halk sağlığı sorunudur. Hepatit C virüsü karaciğerde inflamasyona yol açarak fibroz dokunun gelişmesine neden olmaktadır. HCV hastalarında hepatik steatoz fibroz dokunun gelişmesine katkıda bulunur. Hepatik steatozun gelişmesinde Mikrozomal Trigliserit Transfer Protein (MTTP) gen polimorfizmlerin etkili olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir. MTTP proteini, trigliseritlerin oluşmaya başlayan apolipoprotein B’ye katılmasını sağlayarak hepatositlerden lipidlerin uzaklaştırılmasını sağlar. MTTP -493 G/T polimorfizminin MTTP geninin ekspresyonunu etkileyerek hepatik steatoza neden olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı MTTP gen polimorfizminin HCV’li hastalarda hepatik steatozun gelişmesine katkısının olup olmadığını belirlemektir. Materyal ve Metot: 160 HCV’li hastada MTTP gen polimorfizmi PCR-RFLP yöntemi ile belirlenmiştir. Karaciğer biyopsisi olan 144 hastanın biyopsi örneklerinden patolojik yöntemlerle yağlanma ve fibrozis dereceleri belirlendi. Kalan 16 hastanın karaciğer yağlanma dereceleri USG yöntemi ile belirlenmiştir. Hastaların tam kan sayımları ve biyokimyasal parametreleri MTTP alelleri ve yanıt durumları ile ilişkisi karşılaştırılmıştır. Yağlanma dereceleri hafif ve şiddetli olarak kategorize edilmiştir. Sonuçlar: MTTP genotipleri hastaların yanıt durumu, yağlanma dereceleri ve fibrozis gelişimi ile ilişkili değildi. MTTP polimorfizminin G aleli yağlanma derecesi riskini 2,14 kat artırmasına rağmen istatistiksel olarak sınırda bir anlamlılığa sahipti (0,058). MTTP polimrofizmi ile hastaların kan parametrelerinden sadece ALT düzeyi istatistiksel olarak anlamlıydı. Ayrıca, hastaların yağlanma dereceleri ile yanıt durumları ve fibrozis dereceleri istatistiksel olarak anlamlı değildi. Yanıt durumları ile trigliserit, total kolestrol, LDL, AST, ALT ve GGT kan değerleri arasında anlamlı bir ilişki belirlenmiştir. Yorum: HCV enfeksiyonunda hepatik steatozun gelişmesi birçok faktöre bağlıdır. Konak genetiğindeki birçok variyantın katkıda bulunabileceği birçok çalışmada rapor edilmiştir. Çalışmamızın sonuçlarından yola çıkarak MTTP -493 G/T polimorfizminin G aleli karaciğer yağlanmasında bir risk faktörü olabileceğini düşünmekteyiz. Bu konunun aydınlatılması için daha büyük örnek sayısı ile MTTP gen polimorfizminin çalışılmasını önermekteyiz. Anahtar Kelimeler: MTTP gen polimrofizmi, HCV enfeksiyonu, Hepatik steatoz, SS-36 HCV ENFEKSİYONUNDA NÖTROFİL-LENFOSİT VE PLATELET-LENFOSİT ORANLARININ YANIT DURUMU VE FİBROZİS İLE İLİŞKİSİ YAKUP ÜLGER, ERSİN AKGÖLLÜ ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ Giriş: Kronik hepatit C bir inflamatuvar karaciğer hastalığıdır. Dünya genelinde yaklaşık 185 milyon insanı etkilemektedir. Tedavi edilmediğinde her yıl 350 bin kişi bu hastalıkla ilişkili karaciğer hastalıklarından yaşamını yitirmektedir. Nötrofil-lenfosit oranı ve platelet-lenfosit 68
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS oranı son zamanlarda birçok hastalıkta inflamasyon biomarker’ı olarak ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmanın amacı hepatit C’li hastalarda hastaların yanıt durumu ile fibrozis derecelerinin öngörüsünde nötrofil-lenfosit ve platelet-lenfosit oranlarının bir marker olarak etkisini araştırmaktı. Materyal ve metot: 184 kronik hepatit C’li hastanın nötrofil-lenfosit ve platelet-lenfosit oranları, biyokimya kan parametreleri analiz için kullanılmıştır. 124 hastanın karaciğer biyopsi örneklerinden fibrozis derecesi tespit edilmiştir. Nötrofil-lenfosit ve platelet-lenfosit oranları hastaların yanıt durumu ve fibrozis dereceleri ile ilişkisi analiz edilmiştir. Ayrıca, hastaların yanıt durumları ve fibrozis dereceleri ile kan parametreleri karşılaştırılmıştır. Sonuç: Nötrofil-lenfosit oranı ve platelet-lenfosit oranı hastaların yanıt durumu ile ilişkili bulunmamıştır. Hastaların fibrozis derecesi nötrofil-lenfosit oranı ile ilişkili iken (P:0,02) platelet-lenfosit oranı ile anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ayrıca yanıt durumu ile fibrozis derecesi ilişkili bulunmuştur (P:0,04). Ek olarak, yanıt durumu ile GGT, ALT, AST, LDL, total kolestrol, trigliserit ve trombosit düzeyleri anlamlı bulunmuştur. Fibrozis derecesi ile nötrofil, trombosit, lökosit, Hgb, trigliserit, AST ve GGT düzeyleri ilişkili bulunmuştur. Yorum: Birçok çalışmada yeni ve ucuz bir biyomarker olarak önerilen nötrofil-lenfosit ve platelet-lenfosit oranlarının mevcut çalışmamızda hastalığın yanıt durumunu öngörmede bir prediktör olarak kullanılamayacağını belirledik. Fakat bu konunun aydınlatılması için daha büyük örnek sayısı ile bu çalışmaların yapılması önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: HCV enfeksiyonu, Nötrofil-lenfosit oranı, Platelet-lenfosit oranı SS-37 LAPAROSKOPİK NİSSEN FUNDUPLİKASYONU: 2016_2018 DENEYİMİMİZ MURAT CAN MOLLAOĞLU 1, MUSTAFA ATABEY 2 1 CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ GENEL CERRAHİ ABD CERRAHİ ONKOLOJİ KLİNİĞİ SİVAS 2 ÖZEL SİVAS MEDİCANA HASTANESİ SİVAS Amaç: Laparoskopik NİSSEN funduplikasyonu hiatal herni, gastroözefageal reflü hastalığında güncel olarak uygulanan bir tedavi prosedürüdür. Bu çalışmamızda kliniğimizde 20016-20018 tarihleri arasında yaptığımız NİSSEN funduplikasyon deneyimlerimizi paylaşmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Genel Cerrahi Kliniğinde 2016-2018 yılları arasında NİSSEN funduplikasyon yapılan hastalar retrospektif olarak incelendi. 26 hasta çalışmaya dahil edildi. Bütün hastalara ameliyat öncesi endoskopi yapıldı. Tüm hastalara genel anestezi altında 5 port kullanılarak, 360 derecelik laparoskopik NİSSEN funduplikasyonu ameliyatı yapıldı. Bulglular: Hastaların 12 si kadın 16 sı erkekti. Hastaların ortalama yaşı 40.3 olarak hesaplandı. Ortalama hastanede kalış süresi 2.6 gün idi. Hastalara operasyon kararı endoskopi ve klinik değerlendirmelerin sonucunda verildi. Hastaların tamamı daha önce teşhis edilip ilaç tedavisi almış ve tedaviye rağmen semptomları kaybolmamıştı. Hastaların tamamında göğüste yanma 69
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS ve reflü şikayetleri mevcuttu. Endoskopik bakıda hastaların 5 inde özefajit saptandı. 20 hastada gastroözefageal reflüye hiatus hernisi eşlik ediyordu. Vakaların tamamında funduplikasyon aşamasında 42 fr lik özefagus buji dilatatörü kullanıldı. Tüm hastalarda NİSSEN funduplikasyonu operasyonu laparaskopik olarak sonlandırıldı. Ortalama operasyon süresi 135 dakika idi. 1 hastada post op kontrollü fistül gelişti. Hasta reoperasyona alınmadan sorunsuz taburcu edildi. Sonuç: Hiatal herni ve gastroözefageal reflüsü olan hastalara uygulanan laparaskopik NİSSEN funduplikasyonu operasyonu sonrası dramatik yanıt alınmakta ve sonuçlar yüzgüldürücü olmaktadır. Uzun süreli ilaç tedavisine alternatif, düşük morbidite ve mortalite oranı ile uygulanabilecek bir tedavi prosedürüdür. Bu tedavi ilaç tedavisine rağmen semtomatik özefajiti ve reflüsü devam eden hastalara deneyimli merkezlerde güvenle uygulanabilir.. Anahtar Kelimeler: Laparaskopi, Nissen Funduplikasyonu, Hiatal Herni, Reflü SS-38 KOLŞİSİN KULLANAN HASTALARDA KARACİĞER HASAR TESTLERİNİ YÜKSELMESİNİ ETKİLEYEN DİĞER FAKTÖRLER IMEHMET EMİN DERİN 1, AYŞE KÖROĞLU 2, ELİF MÜEZZİNOĞLU 2, ALİ ŞAHİN 1 D1 CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI ROMATOLOJİ BD 2 CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ AGiriş: Kolşisin özellikle Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA) ve Behçet Hastalığında kullanılan önemli anti- romatizmal ilaçlardan bir tanesidir. Yan etki olarak karaciğer hasar testlerini yükseltebilir. MAncak hastalardaki diğer faktörler bu etkiyi artırabilir. ILAmaç: Çalışmamızda kolşisinin karaciğer fonksiyon testlerini yükseltmesini etkileyen diğer faktörleri saptanması amaçlandı. Metot: Çalışmamız Ocak 2018-Temmuz 2018 tarihleri arasında Cumhuriyet Üniversitesi İç THastalıkları Romatoloji BD Polikliniğine başvuran ve kolşisin tedavisi kullanan toplam 94 hastanın geriye dönük dosya taraması ile gerçekleştirildi. ASonuçlar: Çalışmaya toplam 94 hasta alındı. 47 hasta (%50) kadın, 47 hasta (%50) erkek idi. 51 Khasta Behçet hastası (%54.3), 43 hasta AAA (%45.7) hastası idi. ALT değerleri 57 hastada (%60.7) normal, 23 hasta (%24.5) normal değerin 3 katına kadar yüksek, 14 hasta ise (%14.9) normalin 3 katından daha fazla değere sahipti. Ortalama hastalık süresi 9 yıldı. 84 hastada (%89.4) hepatostaetoz bulunmamaktaydı. 7 hastada (%7.4) grade 1, 3 hastada ise (%3.2) grade 3 hepatosteatoz saptandı. 55 hastada kolşisine ek başka ilaç kullanımı mevcuttu. 4 hasta (%8) steroid olmayan anti-inflamatuvar ilaç, 8 hasta (%16) anti-Il-1 tedavisi, 10 hasta (%20) anti-tnf, 24 hasta (%48) azotiyopürin, 4 hasta ise çeşitli ilaçlar kullanmaktaydı. Ek ilaç kullanan 50 hastanın ortanca ALT değeri 32.5 U/L iken, ek ilaç kullanmayan 40 hastanın ortanca ALT değeri 30 U/L saptandı. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı 70
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS (p>0.05). İlaç alt gruplarına göre ALT değerlerinde herhangi bir farklılık saptanmadı (p<0.05) (Tablo 1 ) Hepatosteatoz saptanmayan 84 hastanın ortanca ALT değeri 45.15 U/L, Grade 1 saptanan 7 hastanın 59.7 U/L ve Grade 3 hepatosteatoz saptanan 3 hastanın ise ortanca ALT değeri 84 U/L olarak tespit edildi (p:0.022). ALT ile sadece hepatosteatoz arasında pozitif bir ilişki saptandı (r:0.258 p<0.05)Tartışma: Kolşisin AAA ve birçok romatizmal hastalıkta kullanılan önemli bir ilaçtır. Çalışmamızda karaciğer hasar testlerini artıran en önemli sebeplerden bir tanesinin hepatosteatoz olduğunu tespit ettik. Diğer ilaçların kolşisinin karaciğer toksisitesini arttırmadığı sonucuna ulaşsak da her türlü ilacın karaciğer toksisitesi yapabileceği ve bazılarının öngörülemeyeceği açıktır. Kolşisin ile birlikte diğer medikal tedavilerin dikkatle izlenmesi gerekmektedir. Tablo 1: Kullanılan Ek İlaçlar ve Ortanca ALT değerleri Ortanca ALT değeri (U/L) 38.5 Kullanılan ilaç 85 NSAII 17.5 35.5 Anti IL-1 27.5 Anti-TNF Azatiyopürin Diğer P<0.05 SS-39 22Q11.2 DİSTAL DELESYON SENDROMU, MOZAİK TURNER SENDROMU VE PERİAMPÜLLER TÜMÖR BİRLİKTELİĞİ HANDE KÜÇÜK KURTULGAN CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ GENETİK A.D. Giriş: Kromozom 22q11.2 mikrodelesyonları en sık görülen mikrodelesyonlardır ve sıklığı 1/4000-8000’dir. Olguların büyük çoğunluğunda 3 Mb’lık bir delesyon bulunur. Çok daha nadiren delesyon bu 3 Mb’lık bölgenin distalinde bulunur ve 22q11.2 distal delesyon sendromu (DDS) adını alır. 22q11.2 DDS’de klinik bulgular oldukça değişkenlik göstermektedir. Maligniteye yatkınlığa yol açtığı bildirilmektedir. Turner Sendromu, kısa boy, gonadal disgenezi, yele boyun ile karakterize bir sendromdur. Turner sendromunda çeşitli kanserler bildirilmiştir. 22q11.2 DDS’nin nadir görülmesi, Turner sendromu ve bildiğimiz kadarıyla periampüller bölge tümörünün eşlik ettiği ilk olgu olması nedeniyle sunulması amaçlanmıştır. Olgu sunumu: Gastroenteroloji servisinde yatan elli yaşında kadın olgu dismorfik yüz görünümü nedeniyle tıbbi genetik polikliniğine konsülte edildi. Olgunun fizik muayenesinde uzun yüz, içe strabismus, hipotelorizm, prognatizm, yüksek damak, belirgin burun kökü, yüksek burun köprüsü, yay şeklinde kaş yapısı, brakidaktili, klinodaktili, brakisefali, kısa boy, ikterus ve hafif mental retardasyon mevcuttu. Olguda ayrıca, yüksek ateş, periampüller 71
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS tümör, akciğer- karaciğer- yaygın lenf nodu metastazları ve kolelitiazis olduğu öğrenildi. Hastanın soygeçmişinde özellik yoktu. Olgudan sayısal ve yapısal kromozom anomalileri açısından karyotip analizi yapıldı. Sonuç 45,X(3)/46,XX(29) (mozaik Turner sendromu) olarak raporlandı ve floresan insitu hibridizasyon yöntemiyle teyit edildi. Ancak olgunun karyotipi, fenotipi açıklamadığından olası mikrodelesyon/ duplikasyonlar açısından değerlendirmek üzere aCGH yöntemi ile moleküler karyotipleme yapıldı. Yapılan değerlendirmeler sonucunda olguda 22q11.21-q11.22 bölgesinde yaklaşık 1 Mb’lık bir delesyon saptanarak 22q11.2 DDS sendromu tanısı kondu. Sonuç: Literatürde gerek 22q11.2 DDS gerekse Turner sendromunda çeşitli kanserlere yatkınlık olduğu bildirilmiştir. Her iki sendromun da olgumuzdaki periampüller tümör gelişimine katkıda bulunuyor olabileceği kanaatindeyiz. SS-40 SERUM MATRİKS METALLOPROTEİNAZ 9, MYELOPEROKSİDAZ VE SİTOKERATİN 18’ İN AKUT PANKREATİT TANI VE ŞİDDETİNİN BELİRLENMESİNDEKİ ETKİNLİĞİ EMİN KÖSE OKMEYDANI EAH Giriş: Akut pankreatit şiddetinin öngörülmesinde çesitli klinik ve biyokimyasal değişkenler kullanılmakla birlikte bunların tanısal gücü tartışmalı bir konudur. Matriks metalloproteinaz 9(MMP-9) ekstraselluler matriksin yapısını oluşturan bir endopeptidazdır. Myeloperoksidaz (MPO) azurofilik granüllerin içerdiği enzimlerden biridir ve kandaki nötrofil aktivasyonunu yansıtır. Sitokeratin 18 (CK-18) epitel hücrelerinin ölümü ya da apoptozunun belirlenmesi için kullanılan bir belirteçtir. Bu çalışmada MMP-9, MPO ve CK-18’in akut pankreatit şiddetinin öngörülmesinde belirteç olarak kullanılabileceğini araştırmak amaçlanmıştır. Metod: Yaş ortalaması 67.7±14.8 yıl olan 18’i kadın, 12’si erkek 30 biliyer akut pankreatit hastası ve yaş ortalaması 39.9±4.2yıl olan 9 kadın, 6 erkek 15 kontrol hastası prospektif olarak çalışmaya dahil edildi. Akut pankreatit derecelendirilmesinde Ranson kriterleri kullanıldı. Ranson skoru 3 ve üzeri olan hastalar şiddetli pankreatit olarak değerlendirildi. Hastalardan ilk başvuru esnasında biyokimyasal inceleme için kan örneği alındı. MMP-9, MPO ve CK-18 serum değerlerinin, şiddetli akut pankreatit öngörüsündeki etkinliği esas değişken olarak kabul edildi. Bulgular: Akut pankreatit hastalarının MMP-9, MPO ve CK-18 değerleri sırasıyla 4.0±1.7 ng/ml, 45.38±19.9 nmol/ml ve 0.21±0.17 u/L idi. Kontrol grubunda ise aynı değerler sırasıyla 1.77±0.2 ng/ml, 3.30±1.75 nmol/ml, 1.37±0.5 u/L olarak bulundu. MMP-9, MPO ve CK-18 için akut pankreatit ve kontrol grubu arasında anlamlı farklılık tespit edildi (hepsi için p<0.05). Ranson skoru 3 ve üzeri olan 16 hasta (%53) şiddetli akut pankreatit olarak değerlendirildi. Kontrol grubu ile hafif (n=14) ve şiddetli pankreatit (n=16) grupları karşılaştırıldığında, MMP-9, MPO ve CK-18 değerleri için anlamlı farklılığın devam ettiği görüldü (hepsi icin p<0.05). 72
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Hafif ve şiddetli akut pankreatitiçin MMP-9, MPO ve CK-18 değerleri açısından anlamlı bir farklılık tespit edilmedi (hepsi icin p>0.05). Sonuç: MMP-9, MPO ve CK-18 akut pankreatit tanısında yol gösterici olmakla birlikte, akut pankreatit şiddetinin belirlenmesinde bir etkisinin olduğu gösterilememiştir.Bu belirteçlerin klinik kullanıma girebilmesi için akut pankreatitşiddetiyle birlikte prognozunun da değerlendirildiği daha geniş katılımlı çalışmalara ihtiyaç vardır. SS-41 METASTATİK KARACİĞER TÜMÖRLERİNDE İMMÜNOHİSTOKİMYASAL YAKLAŞIM FAHRİYE KILINÇ NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ MERAM TIP FAKÜLTESİ TIBBİ PATOLOJİ ANABİLİM DALI Amaç: Karaciğer lezyonlarında immünohistokimyanın kullanımı, doğru tanıya ulaşmak için önemli basamaklardan biridir. Hepatosellüler karsinom(HCC) tanısında, benign hepatosellüler lezyonlarla ayrımında ve nonhepatik orjinli tümörlerin belirlenmesinde immünohistokimyadan yararlanılmaktadır. Uygun immünohistokimyasal panelin seçimi ve klinik bulgularla korelasyon önem arzetmektedir. Bu çalışmada histopatolojik inceleme için bölümümüze gönderilen karaciğer biyopsi/rezeksiyonlarında metastatik tümörlerin orjinine yönelik immünohistokimya sonuçlarını gözden geçirdik. Bulgular: 122 metastatik karaciğer olgusuna ait dokuda orjin en sık pankreatikobilier sistem(39 olgu), ikinci sırada meme(27 olgu), üçüncü sırada gastrointestinal sistem(25 olgu) tespit edildi. Azalan oranlarla diğer organlar akciğer, nöroendokrin tümör, genitoüriner sistem, nazofarinks, serviks ve overdi, 3 olgununsa primeri tespit edilemedi. Pankreatikobilier sistem tümörlü olguların immünohistokimyasal panelinde; Sitokeratin-7 uygulanan 33 olgunun tümünde, Sitokeratin-19’la 30 olgunun 28’inde, Sitokeratin-20’yle 23 olgunun 5’inde, CEA ile 16 olgunun 11’inde pozitiflik mevcuttu, HepPar-1 20 olgunun tümünde negatifti. Meme orjinli olgularda; ER ile 27 olgunun 16’sı, PR ile 26 olgunun 15’i, c-erb-B2 ile 24 olgunun 21’i pozitifken HepPar- 1’le 5 olgunun tümü negatifti. Kolon kaynaklı tümörlerde Sitokeratin-20’yle 10 olgunun tümünde, CDX-2 ile 5 olgunun tümünde, CEA ile 8 olgunun tümünde, Sitokeratin-7’yle 10 olgunun 2’sinde pozitiflik saptandı. Sonuç: Karaciğer, metastatik tümörlerin başlıca yerleşim alanlarından biridir. Metastazlar sıklıkla akciğerler, meme ve gastrointestinal sistemden kaynaklanır, primeri belli olmadan ilk olarak metastaz kliniğiyle de karşılaşılabilir. Metastatik adenokarsinomların histolojik görünümü benzer olabileceğinden immünohistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır. PSA ve tiroglobülin gibi organ-spesifik antikorlar orjin tespitinde başarılı olurken CEA gibi antikorlar nonspesifik kabul edilmektedir. Sitokeratin-7 ve Sitokeratin-20 pankreatikobilier ve gastrointestinal sistem tümörlerinin identifikasyonunda pozitiflik ve negatiflik oranları karşılaştırılarak değerlendirilen iki belirteçtir. HepPar-1 HCC tanısında yararlı olmaktadır, adenokarsinomların çoğu (pankreatikobilier, kolorektal, meme, ürotelyal, prostatik) 73
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS negatif/zayıf pozitif, HCC morfolojisine benzeyen tümörlerin çoğu (nöroendokrin, renal hücreli karsinom, adrenokortikal karsinom, melanom,epiteloid anjiomyolipom) negatif/fokal pozitiftir. Fakat kötü-diferansiye HCC negatif; gastrik, özefagial, pulmoner, pankreatik karsinomlar pozitif olabilir. İmmünohistokimyasal panel seçiminde ve değerlendirilmesinde klinik bulgular gözönüne alınmalıdır. Anahtar Kelimeler: Karaciğer, metastaz, immünohistokimya SS-42 ANTİOKSİDATİF ARYLESTERAZ VE PARAOXONAZ 1 DÜZEYLERİNİN ÜLSERATİF KOLİT HASTALARINDAKİ DÜZEYLERİ MEMDUH SAHİN Amaç ve Giriş: Paraoxonaz-1 (PON-1) esteraz görevi görmekte olup aynı fonksiyonlara sahip Arylesterase (ARE) ile birlikte enzimatik antioksidan sistemin önemli bir komponentini oluşturmaktadır.Çalışmamızda tutulum çeşidine göre ülseratif kolit hastalarında ARE ve PON- 1 düzeylerinin aktivite ile ilişkisi ve kontrol grubuna göre ülseratif kolit hastalarındaki farklılığının incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda 66 ülseratif kolit hastası ve 24 (%26.7) adet sağlıklı birey kontrol grubu olarak yer almıştır. Kontrol ve ÜK hastaları oksidatif stres belirteci olarak PON- 1 ve ARE düzeyleri açısından karşılaştırılmıştır. ÜK hastaları aynı zamanda Mayo ÜK aktivite skorlarına göre gruplandırılarak PON-1 ve ARE düzeyleri açısından oluşabilecek farklılıklar açısından değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Kontrol grubunda ARE ortalaması ÜK hastalarına göre daha yüksek olarak bulunurken (p=0,017) kontrol ve ÜK hastaları arasında PON-1 değerleri açısından istatistiksel farklılık bulunmamıştır. Hemoglobin değeri 10 altında olan hastalarda ARE değeri istatistiksel olarak daha anlamlı olacak şekilde daha düşük bulunmuştur. ÜK hastalarında ARE ve PON-1 değerleri açısından korelasyon ilişkisi bulunurken Mayo hastalık şiddet skorlarına göre ARE ve PON-1 değerleri açısından farklılık saptanmamıştır. Hb değeri düşük (10’un altı ) ve yüksek (10’un üstü) olan iki grup arasına bakıldığında Hb değeri yüksek olan grupta ARE değerinin istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek olduğu tespit edildi (p=.0.016). Mayo skorları açısından değerlendirildiğinde A grubu hastaları ile B grubu hastaları arasında ARE ve Par-1 değerleri açısından istatistiksel farklılık tesbit edilmemiştir. 66 ÜK hastasının ARE değerleri beyaz küre sayımları ile negatif yönde (r-29; p=0.03) koreledir. ARE ve Par-1 değerleri UK hastalarında birbirleri ile pozitif yönde korele olarak tespit edildi (r:0.27; p=0.026). Verilerimize göre ARE ile albümin arasında pozitif yönde (r=0.27; p=0.041) ve Ferritin (r=-0.302; p=0.037) ile ARE arasında negatif yönde korelasyon ilişkisi tesbit edildi. Verilerimizde UK hastalarında Par-1ile hs-CRP, Sedimentasyon, Hb, B12, Feritin arasında korelasyon ilişkisi tespit edilemedi. 74
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Lineer regresyon modelinde Par-1 üzerine beyaz küre düzeylerinin etkisi tespit edilmiştir ( B:-27.36, Standart Error: 11.332, t:-2.415, p:0.019, min:-50.087- -4.64) PON-1 ve ARE ek bir ilişki tespit edilemedi. Çıkarım: Çalışmamızda ÜK hastalarında ARE değerleri sağlıklı bireylere göre daha düşük olarak bulunmuştur. Aynı sonuçlar PON-1 için tespit edilememiştir. Elde ettiğimiz veriler ÜK hastalarının antioksidatif kapasitesinin düşmüş olabileceğini ortaya koymaktadır. ÜK hastaları aktivite şiddetlerine göre değerlendirildiğinde antioksidatif kapasite farklılığı saptanamamıştır. SS-43 GEBELİKTE NADİR GÖRÜLEN ÖLÜM NEDENİ: AKUT YAĞLI KARACİĞER EMSAL PINAR TOPDAĞI YILMAZ ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ Giriş ve Amaç: Gebeliğin akut yağlı karaciğeri (GAYK) oldukça nadir görülen obstetrik bir acildir. Patofizyolojik olarak mitokondriyal beta oksidasyon bozukluğundan kaynaklandığı bilinmektedir. Kusma ve sarılık semptomu ile perezente olurlar. Karaciğer enzimlerinde yükselme, bilirübin ve ürik asit seviyelerinde artış, trombositopeni görülebilir. Ayırıcı tanıda HELLP sendromu ve akut viral hepatitler akılda bulundurulmalıdır. Teşhis ve tedavinin gecikmesi halinde DIC, böbrek yetmezliği, koma ve ölüm görülebilir. Teşhis konulduğunda acil doğum planlanmalıdır. Biz hastaneye başvurduktan sonraki yaklaşık 36 saat içinde maternal ve fetal mortalite ile sonuçlanan GAYK vakasını sunmayı amaçladık. Olgu:30 yaşında gravida 3 parite 2 olan miad hasta şiddetli sağ üst kadran ağrısı nedeniyle kliniğimize yatırıldı. İlk değerlendirmede tansiyon 160/110 mm/Hg, radial nabız:140 / dk solunum sayısı 20 / dk, somnole görünümde idi. Tam idrar tahlilinde 600 mg ın üzerinde proteinüri saptandı. Hemoglobin değeri 13 mg/dl trombosit sayısı 183.000/mm3 kan biyokimyasında AST 150 U/ml ,ALT 255 U/ml, total bilirubin 8,2 mg/dl, indirek bilirubin 2 mg/dl idi. Obstetrik ultrasonda 37 hafta ölçülerle uyumlu fetal kalp atımı olmayan gebelik izlendi. A, B ve C viral hepatit paneli merkerleri negatifti. Hastanın durumu göz önüne alınarak HELLP sendromu ön tanısıyla acil sezeryan ile 3500 gr ölü erkek bebek doğurtuldu. Sezeryan sonrası hasta yoğun bakıma alındı. Acil olarak dahiliye kliniği tarafından konsülte edildi. Bu esnada çalışılan laboratuvar tetkiklerinde hemoglobin 9.6 g/dl, lökosit sayısı 15.000/mm3 ve trombosit sayısı 58.000/mm3 protrombin aktivitesi 42 sn., fibrinojen 119 mg/dl, fibrin yıkım ürünleri >40 Lig/ml, üre 74 mg/dl, ürik asit 7.6 mg/dl. AST:1950 U/mL, ALT: 2500 U/mL hastaya saatlik bakılan glukoz düzeylerinde tedrici olarak düşüş tespit edildi. Glukoz infüzyonuna rağmen kan şekeri 40 mg/dL olarak ölçüldü. Şuuru bozulan hastada yapılan nörolojik konsültasyonda patoloji tespit edilemedi. ilk planda HELLP sendromu, GAYK, SIRS düşünülen hasta 36. saatte yapılan tüm müdahalelere ve destek tedavisine rağmen exitus oldu. 75
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Sonuç: GAYK tablosu çok nadirdir ancak mortalitesi yüksek olan bir tablodur. Teşhis ve tedavinin geciktiği durumda hastalık hızla fulminan karaciğer yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilir. Karaciğer enzim yüksekliği ile müracaat eden ve şuur bozukluğu olan hastalarda akılda bulundurulmalıdır. SS-44 OBSTRÜKTİF TİP CROHN HASTALIĞI; STEROİD TEDAVİSİ; TEK MERKEZ VERİLERİ MUHAMMED SAİT DAĞ MEDİKALPARK GAZİANTEP HASTANESİ Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemde transmural tutulum yapan ve sebebi bilinmeyen immun kökenli inflamatuvar bir hastalıktır. Tedavide amaç semptomların giderilmesi ve mukozal iyileşmenin sağlanmasıdır. Kortikosteroidler (KS), vaskuler permeabiliteyi, nötrofil infiltrasyonunu, vaskuler proliferasyonu ve kollajen birikimini bloke edici etkileri ile CH’ da kullanılırlar. Bu yazıda kliniğimizde obstrüktif tip CH atağı ile başvuran ve parenteral KS tedavi verilen hastalarımızın sonuçlarının ortaya konması amaçlanmıştır. Temmuz 2014- Temmuz 2018 tarihleri arasında gastroenteroloji kliniğinde ileal yada kolonik tutulumlu obstrüktif tip CH tanısı konan ve parenteral KS tedavisi verilen hastalar dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, verilen tedaviler, obstrüktif atak sayısı ve steroid tedaviye cevapları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya 10’ u erkek ve 3’ ü kadın toplam 13 hasta dahil edildi. Yaş ortalaması 44 (25-80) idi. Ortalama hastalık süresi 3.7 yıl ve ortalama obstrüktif atak sayısı 2.6 (1-8) idi. Beş hastada daha önce geçirilmiş ileal yada kolonik cerrahi öyküsü vardı. Dört hastada adalimubab ve takiben 3 hastada vedolizumab tedavisi altında ve diğer hastalarda azatiopürin içeren immünsüpresan tedaviler sırasında obstrüktif ataklar gelişmişti. On hastada terminal ileum, 2 hastada sol kolon ve 1 hastada terminal ileum ve çıkan kolon tutulumu vardı. Tüm erkek hastalar sigara içiyordu. Gastrointestinal sistem obstrüksiyon tanısı klinik ve radyolojik (direkt grafi, bilgisayarlı tomografi) olarak konuldu. Tüm hastalara 3 gün iv metilprednisolon 40-60 mg/gün dozunda verildi. Takiben 16-48 mg/gün oral doz genellikle 4 haftada azaltılarak kesildi. Tüm vakalarda parenteral tedaviyi takiben 1-3 günde obtrüksiyon açıldı ve oral tedavi ve rejime geçildi. Çalışmamız sonucunda; -Belirgin erkek cinsiyet hakimiyeti ve tüm erkek hastalarda değişik miktarlarda sigara içme anamnezi vardı -Obstrüktif atak ile başvuran hastalarda parenteral KS tedavi obstrüksiyonun giderilmesinde son derece etkili ve güvenlidir -KS tedavi ile obstrüksiyonun giderilmesi antiinflamatuvar, immünsüpresan ve biyolojik ajan tedavilerine etkinlik için zaman kazandıracaktır Anahtar kelimeler; kortikosteroid tedavi, obtrüktif hastalık 76
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-45 KRONİK KARACİĞER HASTALIKLARINDA FİBROSİZİN DEĞERLENDİRİLMESİNDE C-TGF VE P2/MS NİN NONİNVAZİF BELİRTEÇLER OLARAK YERİNİN ARAŞTIRILMASI SERPİL ÇİFTEL 1, HİLMİ ATASEVEN 2, SEDAT ÇİFTEL 3, AHMET ALTUN 4 1 ERZURUM ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ENDOKRİNOLOİ VE METABOLİZMA HASATALIKLARI BD 2 SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BD 3 ERZURUM BÖLGE VE EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANESİ GASTROENTEROLOJİ KLİNİĞİ 4 SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ FARMAKOLOJİ BD Amaç: Noninvaziv testler olarak CTGF (Konnektif doku büyüme faktörü) ve P2/MS [platelet sayısı (109/L)]2/[monosit fraksiyonu (%) x segmente nötrofil fraksiyonu(%)] oranının karaciğer fibrozisini yansıtmada karaciğer biyopsisi ile karşılaştırmak. Kronik karaciğer hastalıklarında CTGF ve P2/MS oranının karaciğer dokusunun patolojik incelemesiyle elde edilen sonuçlarla korelasyonu ve bu testin kronik karaciğer hastalığı tanısında noninvaziv belirteçler olarak kullanılıp kullanılamayacağının tespit edilmesidir. Materyal ve metod: Kronik hepatit tanısı olan, eş zamanlı karaciğer biyopsisine sahip, karaciğer hastalığına yönelik tedavi almamış olan, yaşları 18-70 arasında değişen 27 kadın, 25 erkek olmak üzere toplam 52 hasta alındı. Kontrol grubu ise; benzer yaş grubundan ve herhangi bir karaciğer hastalığı olmayan 18 kadın, 13 erkek toplam 31 sağlıklı bireyden oluşturuldu. Hastaların karaciğer biyopsi sonuçları modifiye Knodell sınıflamasına (ISHAK) göre 7 derecede raporlanmıştır. Karaciğer biyopsisiyle eş zamanlı olarak serumda CTFG değerlerine bakıldı. Bulgular: Kronik hepatitli hastalarda kontrol grubuna göre CTGF değerleri yüksek bulundu. Hasta grubundaki bireylerin karaciğer biyopsi sonuçlarına göre P2/MS değerleri karşılaştırıldığında aradaki farklılık önemli bulunmuştur. Fibrozis derecesi arttıkça P2/MS değeri düşüş göstermektedir. HBsAg pozitiflik durumuna göre bireylerin CTGF değerleri karşılaştırıldığında aradaki farklılık anlamlı bulunmuştur. Sonuç: Noninvaziv testler olarak CTGF ve P2/MS oranının karaciğer fibrozisini yansıtmada karaciğer biyopsisi ile paralel olduğu görüldü. Karaciğer biyopsisinin yapılamadığı veya tekrarının gerektiği durumlarda ve hastaların izleminde fibrozisin erken saptanmasında noninvaziv olan bu belirteçler kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Karaciğer fibrosizi, CTFG, P2/MS SS-46 KRONİK HEPATİT C HASTALARINDA DİREK ANTİVİRAL TEDAVİNİN ETKİNLİĞİ GERÇEK YAŞAM VERİLERİMİZ MEHMET BAYRAM , KADER İRAK KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN EĞ. ARAŞTIRMA HASTANESİ 77
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Amaç: Kronik Hepatit C enfeksiyonu seyrinde karaciğer sirozu ve hepaoselüler karsinoma neden olan bir hastalıktır. Ülkemizdeki prevelans yaklaşık %1 dir. Ülkemizde yakın zamanda kullanıma giren ve Gastroenteroloji polikliniği’ne başvuran direkt etkili antiviral ajan kombinasyonlarından Paritaprevir/ritonavir, Ombitasvir, Dasabuvir (PrOD) ±Rbv ve Ledipasvir, Sofusbuvir(Ldv/SOF) ±Rbv alan hastalarımızda bu tedavilerin etkinlik ve yan etkilerini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma hastanesinde Haziran 2016 –Mayıs 2018 arasında PrOD ± Rbv veya LDV/SOF ± Rbv tedavi rejimleri alan toplam 55 HCV li genotipi 1 ve 2 olan hasta dahil edildi. Hastaların demografik klinik ve virolojik özellikleri kalıcı Viral yanıt (KVY) oranları ve yan etkiler açısından değerlendirildi. Bulgular: Kronik HCV tedavisi alan 55 hasta( Erkek 20 (%36 ), Bayan 35 (%64)) değerlendirildi. Hastaların 53’ü genotip 1, 2 ‘si genotip 2 idi. Hastaların aldıkları tedaviler genotip 1 ler PrOD ±Rbv/ Sofusbuvir-Ledipasvir ±Rbv 28/25 ve genotip 2 ‘ler ise Sofusbuvir/ rbv şeklinde idi. Hastaların bazal demografik ve klinik özellikleri Tablo 1 de , bazal laboratuvar değerleri tablo 2 de belirtilmiştir. Kalıcı viral yanıt (KVY) oranı 12 hafta PrOD ± RBV alan grupta % 96.1 ve LDV/SOF ± RBV alan grupta % 96.2, genotip 2 olan Sofusbuvir+rbv alan grupta %100 olarak saptandı. Hastalarda ensık görülen yan etki kaşıntı PrOD ± RBV alanlarda %14 ve LDV/SOF ± RBV % 10 , yorgunluk PrOD ± RBV alanlarda %14 ve LDV/SOF ± RBV alanlarda % 10 olarak saptandı. Sonuç: Kronik HCV tedavisinde her iki direkt etkili antiviral rejimide yüksek kalıcı viral yanıt oranına sahiptir ve iyi tolere edilebilmektedir. Tablo 1:Hastaların bazal demografik ve klinik özellikleri Değişken N:55(%) Yaş(ortalama) 56 Cinsiyet E/K 20(%36)/35(%64) Genotip 8(%15) 1a 45(%82) 1b 2 (%3) 2 40(%73) Naive 15(%27) Tedavi deneyimli 21(%38) Siroz 34(%62) Non sirotik 26(%47) PrOD ± Rbv 27(%49) LDV/SOF ± Rbv 2 (4) Sof /rbv SVR 12 25/26(%96.1) PrOD ± Rbv 26/27(%96.2) LDV/SOF ± Rbv 2 /2 (%100) Sof /Rbv 78
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Tablo 2: Hastaların bazal laboratuar değerleri Değişken N: 55 AST(U/L) 62.6 ALT( U/L) 65.7 Trombosit ( x109) 153000 Albumin (g/dL) 3.9 Total Bilrübin(mg/dL) 0,9 HCV RNA (IU/ml) 3 322 482 SS-47 ERİŞKİN YAŞTA NADİR GÖRÜLEN ANOREKTAL MALFORMASYON VAKASI BÜLENT ALBAYRAK ERZURUM BÖLGE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ GASTROENTEROLOJİ BÖLÜMÜ Giriş: Anorektal malformasyonlar ürorektal septumun bir kısmında veya hingut, allantois ve müllerian kanalın anormal gelişiminden kaynaklanan karmaşık bir konjenital anomalidir. Vestibüler fistül ile birlikte perineal ektopik anüs kızlarda en yaygın anorektal anomalidir. Çoğunlukla yenidoğan döneminde tespit edilip cerrahi tedaviler uygulanmaktadır. Bu vakada yenidoğan döneminden erişkin yaşa kadar toplumsal ve sosyoekonomik nedenlerden dolayı gizlenen retrovestibüler fistüllü anorektal malformasyonu sunuyoruz. Yöntem ve bulgular: 22 yaşında bekar bayan hasta anüsünün kapalı olması, sık idrar ve genital yolu enfeksiyonu şikayetleri ile başvurdu. Fizik muayenesinde özellik yoktu. Boy: 165 cm, kilo: 55 kg idi. BMİ: 20 olarak hesaplandı. Yapılan genitoanal muayenede anüsün kapalı olduğu ve vajen alt posteriorda rektum orifisi gözlendi. (resim1) Çekilen batın MRG sinde rektovajinal fistül traktı ve kapalı anal orifis gözlendi. Kolonoskopisinde rektum mukozası dahil diğer kısımlar normal görünümdeydi. Laboratuvar testlerinde idrarda bol lökosit dışında özellik yoktu. Üst gastrointestinal endoskopisi normaldı. Wingspread sınıflamasına göre alçak tip (infralevator) anorektal malformasyon olarak değerlendirildi. Daha sonra cerrahi olarak tedavi edildi(Resim 2). Hastaya laparoskopik iki porttan loop kolostomi ve anterior sagittal anorektoplasti (ASARP) yapıldı. Hasta postoperatif 7. Gün taburcu edildi. Operasyondan 2 ay sonra anal tonus muayenesinin ardından kolostomi kapatıldı. Yaklaşık 1 yıldır komplikasyonsuz takibine devam edilmektedir. Sonuç: Yenidoğan döneminde tespit edilip tedavi edilmesi gereken bu malformasyonların erişkin dönemine kadar kadar gizlenmesi sosyoekonomik nedenlere bağlı olduğu açıktır. Anorektal malformasyonlu hastalarda tanı ve eşlik eden anomalileri belirlemek fonksiyonel 79
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS prognoz açısından önemlidir. Deneyimli cerrahi ve iyi tanımlanmış bir anatomi ile maksimum verimli bir fonksiyonel anorektal bölge oluşturulmaya çalışılmalıdır. SS-48 AKUT KARIN AĞRISIYLA BAŞVURAN MEZENTERİK LENFADENİTLİ 14 ÇOCUĞUN ETYOLOJİK, LABORATUAR, GÖRÜNTÜLEME ÖZELLİKLERİ MAHMUT EKİCİ1 , ÖMÜR CEREN ERDOĞAN2 ¹ CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ, PEDİATRİ ANABİLİM DALI, SİVAS ² CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ, SİVAS Amaç: Mezenterik lenfadenit, çocuklarda karın ağrısı, ateş, bulantı-kusma yapar. İnfeksiyonlar, inflamatuar hastalıklar ve maligniteler mezenterik lenfadenitin nedenlerindendir. Bu çalışmada, mezenterik lenfadenitli çocukların etyolojik, laboratuar, görüntüleme özellikleri kaydedilmiştir. Yöntemler: Cumhuriyet Tıp Fakültesi Pediatri Polikliniğine 2017-2018 yılarında, akut karın ağrısıyla başvuran 14 çocuğun; yaşları, cinsiyetleri, şikayetleri, lenf nodunun boyutları, etyolojisi, lökosit (WBC) ve C- reaktif protein (CRP) değerleri, ayakta direkt karın grafisi bulguları retrospektif incelendi. Tanılar klinik ve ultrasonografiyle konuldu. Bulgular: Hastaların 10u (%71,42) erkek, 4ü (%28,57) kız idi. Yaş ortalaması 6 yaş 11 ay 15 gündü. Hastaların 14ünde de (%100) karın ağrısı vardı. 6sında (%42,85) ateş, 5inde (%35,71) bulantı-kusma, 3ünde (%21,42) öksürük, 2sinde (%14,28) ishal, 1inde (%7,14) boyunda şişlik, 1inde (%7,14) eklem ağrısı, 1inde (% 7,14) oral aft, 1inde (%7,14) iştahsızlık vardı. Hastaların karın ultrasonografisinde, lenf bezinin boyutları en küçüğü 6X4 mm, en büyüğü 30X10 mm, ortalama 13,2 X 6,14 mmdir. 8 hastaya (%57,14) batın grafisi çekildi, 8inde de (%100) yoğun barsak gazı saptandı, 2 hastada (%25) hava-sıvı seviyesi de saptandı. WBC değerleri en düşük 6,7, en yüksek 26,8, ortalama 10,9 saptandı. 11 hastada (%78,57) CRP negatifti, 3 hastada (%21,42) pozitifti. Lenfadenitin sebebi olarak; 6 hastada (%42,85) solunum yolu enfeksiyonu, 4ünde (%28,57) otoinflamatuar hastalık, 3ünde (%21,42) infeksiyöz akut gastroenterit, 2sinde (14,28) Enfeksiyöz Mononükleoz, 2sinde (%14,28) gastrit, 1inde (%7,14) idrar yolu enfeksiyonu, 1inde (%7,14) allerjik rinit saptandı. 5 hastada (%35,71) 2 farklı sebep saptandı ki bu hastaların 5inde de enfeksiyon tespit edilmiştir. Böylece, 11 hastada (%78,57) etyolojide enfeksiyonlar saptanmıştır. Sonuç: Çocuklarda akut karın ağrısının sebepleri fazla olup ayırıcı tanıda mezenterik lenfadenit de düşünülmeli ve tanı için ultrasonografiye başvurulmalıdır. Mezenterik lenfadenitin etyolojisinde ise öncelikle enfenksiyonlar düşünülmelidir. 80
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-49 65 YAŞ VE ÜZERİ KARACİĞER BİYOPSİ SONUÇLARIMIZ ZEYNEP TUGBA OZAN, SERDAR YANIK BOZOK ÜNİVERSİTESİ ARAŞTIRMA VE UYGULAMA HASTANESİ Giriş: Yaşlılığa spesifik herhangi bir karaciğer hastalığı bulunmamasına karşın, daha genç hastalara kıyasla yaşlılarda karaciğer hastalıklarının ortaya çıkışı, hastalığın seyri, kliniği ve prognozu farklılıklar gösterir. Hepatit B virüsü(HBV) prevelansı 64 ila 74 yaş arasında tüm nüfusa kıyasla üç kat artmaktadır. Kronik HBV enfeksiyonu olan hastalarda hepatoselüler karsinom riski siroz olmayan vakalarda bile daha sık görülebilmektedir. Hepatit C virüsü (HCV), ise yaşlılarda yaklaşık %75-80 oranında kronikleşebilmektedir. Biz de geriatrik populasyonda tanıda altın standart olan karaciğer biyopsi sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. Materyal metod: 2013-2017 yılları arası Bozok üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi patoloji laboratuarına gelen karaciğer biyopsi spesimenleri incelendi. Bulgular: 2013-2017 yılları arası patoloji arşivinde 65 yaş ve üzeri 27 adet karaciğer biyopsi spesimenine rastlanıldı. 65-86 yaş aralığındaki 27 vakadan 13’ü kadın ve 14’ü erkek hasta idi. Kadınların yaş ortalaması 69.46 yıl iken erkeklerin yaş ortalaması 71.21 yıl idi. Patoloji sonuçlarına göre; en sık %48.1 oranında kronik hepatit vakasına rastlanırken %18.5 ile ikinci sıklıkta malignite, %11.1 ile üçüncü sıklıkta hem siroz hem de steatohepatit saptandı. Malignite vakalarında 4:1 oranında erkek dominansı mevcut idi; 3 erkekte malign epitelyal tümör; 1 erkek ve 1 kadında ise adenokarsinom bulundu. Kronik hepatit vakalarının %54’ü hepatit B’ye bağlı iken; %15’i kronik hepatit C vakası idi. Vakalardan sadece biri yetersiz numune olarak değerlendirilmişti. 1 vakada ise tanı kist hidatik idi. Sonuç: Anormal karaciğer fonksiyon testlerini değerlendirme, karaciğer hasarının evresini ya da fibrozis derecesini yani prognozu belirleme, şüpheli karaciğer neoplazmını saptama, tedaviyi planlama amaçlı yapılan karaciğer biyopsisi kesin tanı yöntemidir. Her ne kadar invazif bir işlem gibi görünse de komplikasyon gelişimi minimaldir, güvenilir bir yöntemdir, hastane yatışı gerektirmez ve aynı gün içerisinde kişi taburcu edilebilir. Anahtar kelimeler: İleri yaş; karaciğer biyopsisi SS-50 HBS AG POZİTİF HASTALARDA VİRAL YÜK MİKTARININ NÖTROFİL/LENFOSİT ORANI VE ORTALAMA TROMBOSİT HACMİ İLE İLİŞKİSİ MÜRŞİT HASBEK CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ MİKROBİYOLOJİ ANABİLİM DALI Giriş: Hepatit B virüsü dünyada tahmini 2 milyar kişiyi enfekte eden ve yaklaşık 380 milyon bireyin ise kronik taşıyıcılık durumunda olduğu ciddi bir sağlık sorunudur. 81
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Bu çalışmamızda, kronik hepatit B ve diğer kronik inflamatuvar hastalıklarla ilişkisi üzerine son yıllarda birçok çalışma yapılan, nötrofil/lenfosit oranı (NLO) ve ortalama trombosit hacmi (OTH) arasındaki ilişkiye baktık. Materyal-Metod: Çalışmamız HBsAg’si ve HBV DNA’sı pozitif olan 231 hastanın hastanemiz bilgi sisteminden elde edilen verilerinin retrospektif analizi ile yapılmıştır. Yine hastanemiz bilgi sisteminden herhangi bir hastalığı olmadığı tespit edilen 236 bireyin kan sayımları kontrol grubu olarak kullanılmıştır. Bulgular: NLO değerleri açısından karşılaştırıldığında, hasta grubunun NLO değerleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük çıkmıştır (Tablo 1). Viral yük’ü 10⁴ IU/ml ve üzerinde olan hastaların NLO oranları ile viral yük’ü 10⁴ IU/ml’nin altında olan hastaların NLO oranları arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.406). Hasta grubundaki OTH değerleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek iken (Tablo 2), viral yükü 10⁴ IU/ml altındaki hastaların OTH’ları ile üstündekiler arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (p=0.136). Tablo1:Hasta ve kontrol grubu NLO oranları karşılaştırma tablosu N NLO (ortalama) Standart sapma Sonuç p=0.001 Hasta 231 2.38 1.65 Kontrol 237 3.10 2.15 Tablo2. Hasta ve kontrol grubunda OTH değerleri N OTH (ortalama) Standart sapma Sonuç 1.12 p=0.001 Hasta 231 9.99 1.08 Kontrol 237 9.43 *p<0.05 anlamlı olarak kabul edilmiştir. Tartışma: Çalışmamızda hasta grubunda NLO’nın düşük çıkması, negatif bir korelasyon göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar viral yük miktarı ile ilgili korelatif bir ilişki bulunamasa da, NLO düşüklüğü ve OTH yüksekliği, kronik hepatit B’li hastalarda viral yükün ölçülebilir değerlerde olduğunu göstermede bize yardımcı olabilir. Sonuç: NLO ve OTH’nın, viral replikasyonun bir göstergesi olup olamayacağına dair iyi tasarlanmış ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. SS-51 İLEOSİGMOİD KNOTTİNG: OLGU SUNUMU AYETULLAH TEMİZ ERZURUM BÖLGE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ GENEL CERRAHİ, ERZURUM Giriş ve Amaç: İleosigmoid knotting (İSK), ileum ve sigmoid kolondan birinin diğerinin mezosu etrafında dönmesi olarak tanımlanmaktadır. Buradaki patoloji, hipermobil ileoçekal 82
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS mezo ile dar ve uzun mezoya sahip sigmoid kolonun olmasıdır. Biz bu çalışmamızda kliniğimizde İSK nedeniyle ameliyat etiğimiz bir olguyu sunmayı amaçladık. Olgu sunumu: 54 yaşında erkek hasta yaklaşık 4-5 gün önce başlayan karın ağrısı bulantı ve kusma şikayetleri ile başvurdu. Yapılan fizik muayenesinde batın distandu, palpasyonla karında hassasiyet, musküler defans ve rebaund mevcuttu. Rektal tuşede özellik yoktu. Laboratuar tetkiklerinde WBC:19000, HGB:10,3, biyokimya değerleri normaldi. Ayakta direkt batın grafisinde İnce barsak ve transvers kolonda hava-sıvı seviyeleri mevcuttu. Batın CT’de ileum ve jejunal anslarda sıvı, sigmoid kolonda hava distasiyonu olduğu rapor edildi. Hasta acil ameliyata alındı. Yapılan eksplorasyonda İSK nedeniyle sigmoid kolon ve ileumun gangrene olduğu gözlendi. Gangren kısımlar rezeke edilerek ileo-ileal ve descendeskolon- rektum anastomozu yapıldı. Hasta postoperatif 10. günde şifa ile taburcu edildi. Sonuç ve Tartışma: İSK nadir görülen bir hastalıktır. Hastalık Türkiye ve özellikle de Doğu Anadolu Bölgesi için endemik bir hastalık kabul edilmektedir. 2018 yılı itibari ile tüm dünyadaki olgu sayısı 500 civarında iken Erzurumda İleosigmoid knotting nedeniyle ameliyat edilen olgu sayısı 80 dir. Genelikle akut karın bulguları mevcuttur. Cerrahi tedavisinde hastanın genel durumu ve kliniğine göre rezeksiyon ile birlikte anastomoz yapılır ya da stoma açılır. Anahtar kelimeler: İleosigmoidal knoting, ileum, sigmoid kolon SS-52 GASTRİK NÖROENDOKRİN TÜMÖRLERİN TEDAVİSİNDE LAPAROSKOPİK SEGMENTER REZEKSİYONUN YERİ ATAKAN ÖZKAN IÖZEL İSTANBUL MEDİCİNE HOSPİTAL DGiriş: Mide kanseri erkeklerde dördüncü, kadınlarda ise beşinci en sık görülen kanserdir. Mide kanserlerinin %95’ini adenokarsinomlar oluşturmaktadır. Adenokarsinomlar Adışında görülebilen bir tümör çeşidi de nöroendokrin tümörlerdir. (NET). NETler vücudun herhangi bir yerinde nöroendokrin sistemden köken alan tümörlerdir. Çoğunlukla bening Molmakla beraber agresif seyirli de olabilirler. NET’ ler lokalizasyonları ve salgıladıkları hormonlar nedeniyle farklı klinik tablolarla ortaya çıkarlar. NET lerin 2/3 ü GİS te,¼ ü Akciğer ILde ,¼ ü diğer endokrin dokularda görülür. Gastrik NET ler tüm NET lerin %7 si kadardır. Tedavi multidisipliner yaklaşımı gerektirir. Tedavi lezyonun tipine, boyutuna , infiltrasyon derinliğine Tve metastaz varlığına göre değişir. Çalışmamızda NET’lerde submukozayı aşmış veya endoskopik mukozal rezeksiyonda Ro rezeksiyona ulaşılamamış vakalarda laporoskopik Asegmenter rezeksiyonun etkinliğini araştırdık. KMateryal-Metod: Kliniğimizde 2013 Ocak-2016 aralık tarihleri arasında osefagogastroskopi sonrasında endoskopik biyopsi yapılan ve histopatoloji sonucu NET olan 14 olgu çalışmamıza 83
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS alındı. Çalışmada lezyon 1 cm nin altında ise endoskopik rezeksiyon ve gözlem, bir santimetrenin üzerinde ise endoskopik mukozal rezeksiyon (EMR), tümör submukozayı aşmış veya EMR ile tam rezeksiyon yapılamamış olan olgulara cerrahi yapıldı. Olgular toplamda bir yıl 3 er aylık periyotlarla endoskopi, laboratuvar ve görüntüleme yöntemleriyle takip edildi. Bulgular: Olguların 8 i kadın 6 sı erkektir. Ortalama yaş 45,8±8.9(en genç 28 en yaşlı 62) idi. Olgulardan 5’inde lezyon 1 santimetreden küçük, 9’inde ise 1 santimetreden büyüktü. Bir santimetrenin altındaki tüm olgulara endoskopik rezeksiyon ve gözlem, bir santimetreden büyük olan 7 olguya ise endoultrason takibi ile endoskopik mukozal rezeksiyon (EMR)yapıldı.Bu olguların 3’ünde Ro rezeksiyon sağlanamadığı için ; diğer 2 olguda da tümör submukozayı aştığından laporoskopik segmenter rezeksiyon yapıldı. Hastaların 1 yıllık takiplerinde nüks saptanmadı. Tartışma: Sonuç olarak gastrik NET lerde bir santimetrenin altındaki lezyonlarda tedavi olarak endoskopik rezeksiyon yeterli bir tedavi olmuştur. Bir santimetrenin üzerindeki lezyonlarda ise EMR ve gereğinde laparoskopik segmenter rezeksiyon yapılmıştır. Çalışmamızda gastrik NET tespit ettiğimiz olguların çoğunda operasyonsuz sadece endoskopik girişimlerle tedavi sağlandı. Gastrik NET saptayıp endoskopik tedavi planlanan olgular öncesinde iyi değerlendirmeli, submukozayı aşmış yada Ro rezeksiyon sağlanamamış vakalarda laparoskopik segmenter rezeksiyon etkili bir tedavi yöntemidir. SS-53 NÖROBLASTOMDA SİSPLATİN’İN PROTON POMPA İNHİBİTÖRLERİ İLE KOMBİNASYONUNUN KEMOSENSİTİVİTE AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ MERVE ERGÜL SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ, ECZACILIK FAKÜLTESİ, FARMAKOLOJİ ANABİLİM DALI, SİVAS Amaç: Dünya çapında en önemli ölüm nedenleri arasında yer alan kanser; meydana gelme sebepleri, ilerlemesi ve bunlara aracılık eden yolakları ile güncelliğini halen korumaktadır. Kanser hücrelerinde intrasellüler pH’nın alkali, ekstrasellüler pH’nın ise asidik olması proton pompa inhibitörlerinin (PPI) antikanser ajanlarla birlikte kullanılarak bu dengenin tersine çevrilebileceğini düşündürmektedir. Böylece hem antikanser ilaçlara direnç gelişmesinin hem de tümör metastazının gelişiminin önlenmesinde PPİ’lerin rol alabileceği düşünülmektedir. Yöntem: Çalışmamızda sisplatin’in (CİS), SH-SY5Y nöroblastom hücre hattı üzerinde tek başına, PPZ ve EPZ ile kombine kullanımının sitotoksisite açısından değerlendirilmesi kolorimetrik XTT hücre canlılık testi ile gerçekleştirildi. SH-SY5Y hücreleri, 96 kuyucuklu plakaya 10.000 hücre/kuyu olacak şekilde ekildi. Hücreler büyüme fazındayken CİS (0.01 µM, 0.1 µM, 1 µM, 10 µM, 100 µM), PPZ ve EPZ (1 µM, 5 µM, 50 µM, 100 µM, 250 µM, 500 µM, 1000 µM) ile tek başına 24 saat muamele edildi. Elde edilen IC50 değerlerinden hareketle; PPZ ve EPZ’nin artan 84
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS konsantrasyonları uygulandıktan iki saat sonra CİS, 10 µM sabit konsantrasyonlarda hücrelere uygulandı. Bulgular: PPZ ve EPZ’nin; nöroblastom hücre hattında CİS ile birlikte kullanılmasının antikanser ajanın sitotoksik etkinliğini anlamlı şekilde artırdığı gözlendi. Tartışma ve Sonuç: Nöroblastom hücre hattında sisplatin ile birlikte proton pompa inhibitörlerinin kombine olarak kullanılmasının kanser hücrelerinin kemosensitivitesini ve kemoterapötik ilaçların sitotoksisitesini artırabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: SH-SY5Y, Sisplatin, Proton Pompa İnhibitörleri, Sitotoksisite. SS-54 BAZI PROTON POMPA İNHİBİTÖRLERİNİN MEME KANSER HÜCRELERİNİN KEMOSENSİTİVİTESİ ÜZERİNE ETKİLERİ MUSTAFA ERGÜL SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ, ECZACILIK FAKÜLTESİ, BİYOKİMYA ANABİLİM DALI, SİVAS. Amaç: Solid tümörlerde hücre içi pH alkali iken, hücre dışı pH asidiktir. Tümör dokusunda hücre içi pH ve tümör mikro çevresi arasındaki pH farklılığını, proton pompa inhibitörleri (PPI) ile azaltmak antikanser ilaçların hücre içi retansiyonunu artırarak kanser hücresinin kemosensitivitesini artırdığı çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. Bu durum PPI’ların kanser tedavisinde antineoplastik ilaçlar ile kombine kullanılabileceği fikrini gündeme getirmektedir. Bu çalışmada, paklitakselin (PTX) PPI olan pantoprazol (PPZ) ve esomeprazol (EPZ) ile kombinasyonlarının meme kanser hücreleri üzerinde in-vitroantikanser etkinliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamızda PTX’in meme kanseri hücre hattı MDA-MB-231 üzerindeki tek başına ve ayrı ayrı olmak üzere PPZ-EPZ ile kombine kullanımının antikanser etki bakımından değerlendirilmesi XTT yöntemi ile gerçekleştirildi. MDA-MB-231 hücreleri, 96 kuyucuklu plakaya 10.000 hücre/kuyu olacak şekilde ekildi. Hücreler büyüme fazına ulaştıklarında PTX (0.01 µM, 0.1 µM, 1 µM, 10 µM, 100 µM), PPZ ve EPZ (1 µM, 5 µM, 50 µM, 100 µM, 250 µM, 500 µM, 1000 µM) ile tek başına 24 saat muamele edildi. Elde edilen IC50 değerlerinden hareketle; PPZ ve EPZ’nin artan konsantrasyonları uygulandıktan iki saat sonra PTX, 10 µM sabit konsantrasyonlarda hücrelere uygulandı. Bulgular: Çalışmamızın sonuçları doğrultusunda; meme kanser hücre hattında PTX’in, PPZ ve EPZ ile birlikte kullanılmasının PTX’in antikanser etkinliğini anlamlı olarak artırdığı gözlendi. Tartışma ve Sonuç: Meme kanser hücre hattında paklitaksel ile proton pompa inhibitörlerinin kombine olarak kullanılmasının antikanser ilacın sitotoksik etkinliğini artırarak etkin dozunun azaltılabilmesini mümkün kılacağını, buna bağlı sistemik toksisite ve ilaca karşı direncin azaltılabileceği önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: MDA-MB-231, Paklitaksel, Proton Pompa İnhibitörleri, Sitotoksisite 85
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-55 SAFRA KESESİ PERFORASYONUNDA ULTRASONOGRAFİ VE BİLGİSAYARLI TOMOGRAFİ’NİN YERİ SABRİ ÖZDAŞ 1, MEHMET ŞİRİK 2 1 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ EĞT. VE ARŞ. HAST. GENEL CERRAHİ KLİNİĞİ 2 ADIYAMAN ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ EĞT. VE ARŞ. HAST. RADYOLOJİ ANABİLİM DALI Amaç: Safra kesesi perforasyonu(SKP) kolesistitin nadir bir komplikasyonu olmakla birlikte artmış morbidite ve mortalite oranları ile ilişkilidir. Durum hayatı tehdit edici olabileceğinden hızlı tanı ve tedavi gereklidir. Bu çalışmamızda SKP tanısında ultrasonografi(US) ve bilgisayarlı tomografi(BT)’nin tanısal etkinliğini operasyon bulguları ışığında araştırdık. Materyal ve Metod: Çalışmamızda ocak 2016 ile haziran 2018 tarihleri arasında kolesistit ön tanısıyla US inceleme yapılan ve sonografik olarak safra kesesi perforasyonu düşünülen, aynı dönem BT incelemesi bulunan ve kolesistektomi yapılan 16 hastanın US sonuçları, BT görüntüleme bulgularını retrospektif olarak tekrar değerlendirilerek perforasyon varlığı açısından intraoperatif bulgularla karşılaştırıldı. US inceleme ile birlikte BT tetkiki bulunmayan olgular çalışma dışı bırakıldı. Olguların US ve BT bulguları ayrı ayrı ve birlikte değerlendirildiğinde perforasyon öngörüsündeki rolü analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya US inceleme sonucu SKP düşünülen 6’sı erkek (%37,5), 10’u (%62,5) kadın olmak üzere toplam 16 hasta dahil edildi. Olguların minimum yaşı 29, maksimum yaşı 85, ortalama yaş 60,75±17,69’ti. US sonucu perforasyon düşünülen 11(%68.75) olguda BT’de perforasyon tanımlanmamıştır. BT sonucu perforasyon düşünülen 5 olgunun tamamında operasyonda da perforasyon mevcuttu. BT sonucu perforasyon saptanmayan 11 olgunun 2(%18.1)’inde operasyonda perforasyon gözlenmiştir. Operasyonda olguların 7’sinde (%43,8) perforasyon saptanmıştır. Bu 7 olgunun 5(%71.4)’de hem US ve hem de BT incelemesinde perforasyon düşünülmekteydi. Perforasyon tespitinde BT istatistiksel olarak anlamlı sonuç vermiştir (p=0,005). BT’nin sensitivitesi %71,42; spesifitesi %100, negatif prediktif değeri %81,81; pozitif prediktif değeri %100 olarak hesaplanmıştır. Sonuç: Çalışmamızda BT görüntülemenin yüksek duyarlılık ve özgüllük ile SKP tanısında önemli bir yere sahip olduğu gösterilmiştir. Safra kesesi patolojilerinde günlük pratikte ilk başvurulan görüntüleme yöntemi olan US incelemede SKP düşünülen olgularda perforasyon öngörüsünde yüksek tanısal duyarlılık ve özgüllüğü nedeniyle bu olgularda BT incelemenin yapılmasının doğru tanı, hızlı ve uygun tedavi planlaması ile mortalite ve morbidite oranlarının azalmasına önemli katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: Kolesistit, Perforasyon, Bilgisayarlı Tomografi, Ultrasonografi 86
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-56 GASTROİNTESTİNAL TRAKTDA YAŞAYAN PATOJENİK PROTOZOONLARDA LENFOSİT/NÖTROFİL, NÖTROFİL/LÖKOSİT, MONOSİT/LENFOSİT, EOZİNOFİL/LENFOSİT, EOZİNOFİL/LÖKOSİT, BAZOFİL/LÖKOSİT VE BAZOFİL/LENFOSİT ORANLARI AHMET DURAN ATAŞ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ, TIP TEMEL BİLİMLER BÖLÜMÜ, TIBBİ PARAZİTOLOJİ ANABİLİM DALI Amaç: Sistemik inflamasyon çeşitli biyokimyasal ve hematolojik belirteçler kullanılarak ölçülebilir. Artan Lökosit sayısı, kötü sonuçlarla ilişkilendirilir. Bazı çalışmalar, eozinofiller, monositler, nötrofiller ve lenfositler de dahil olmak üzere, tüm Lökosit alt tiplerinin artan seviyesinin kroner kalp hastalıkları, enflamasyon, miyokardit, bazı maligniteler ve kronik enflamatuvar durumlarda prognoz ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Eozinofiller, alerjik hastalıklar, tümör immünitesi, doku hasarı, bakteriyel, viral ve parazitik helmint enfeksiyonlar dahil olmak üzere birçok enflamatuar sürecin patogenezinde rol oynayan çok fonksiyonlu lökositlerdir. Araştırdığımız kadarıyla Türkçe ve İngilizce literatürde, Gastrointestinal Traktda enflamasyona neden olan patojenik protozoonlarda Lenfosit/Nötrofil (LnNO), Nötrofil/Lökosit (NLO), Monosit/Lenfosit (MLnO), Eozinofil/Lenfosit (ELnO), Eozinofil/Lökosit (ELO), Bazofil/Lökosit (BLO) ve Bazofil/Lenfosit (BLnO) oranlarının değerlendirildiği bir çalışma bulunmamaktadır. Gereç ve Yöntem: Cumhuriyet Üniversitesi Uygulama ve Araştırma Hastanesine 2016-2018 yılları arasında müracaat eden Kriptosporidiyozis, Amobiyozis ve Giyardiyozis tespit edilen hastalarda, LnNO, NLO, MLnO, ELnO, ELO, BLO ve BLnO oranları, parazitozu olmayan kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Bulgular: Kriptosporodiyozis pozitif olanlarda, olmayanlara göre, Lökosit, Nötrofil, Monosit sayıları istatistiksel olarak anlamlı yüksek çıktı (p<0.05). Ancak yapılan Lökosit ve alt grubu oranlamalarında anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Amobiyozis pozitif olanlarda olmayanlara göre Lökosit, Nötrofil, Monosit, Eozinofil sayıları anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). ELnO, ELO oranları, pozitif olanlarda olmayanlara göre, anlamlı olarak daha düşük bulundu (p<0.05). Giyardiyozis pozitif olanlarda, olmayanlara göre, Lökosit, Nötrofil, Lenfosit, Monosit, Eozinofil, Bazofil sayıları anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.05). LnNO, NLO, MLnO oranları pozitif olanlarda, olmayanlara göre, anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0.05). Buna karşın ELO oranı pozitif olanlarda, olmayanlara göre, anlamlı olarak daha düşük bulundu (p<0.05). Tartışma: Birçok parazit, özellikle de doku istila edenler, eozinofiliye neden olmaktadır. Çalıştığımız protozoonlarda hücresel korunma ön planda olmakla birlikte; Giardiozda, hücresel bağışıklık daha ön planda; Kriptosporidiosis ve Amobiyozisde, humoral ve hücresel immun yanıt birlikte etki göstermektedir. Amobiyozisde hafif bir lökositoz olabildiği bildirilmektedir. Giyardiyozis ve Amobiyoziste Eozinofili, kontrol grubuna göre, yüksek iken; Kriptosporodiyozisde, kontrol grubuna göre, anlamlı fark bulunamadı. Kriptosporodiyom’un hücre içinde olması ve böylece Antikor-antijen komplekslerini tanıyamamasına bağlı olabilir. 87
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Kriptosporidiosis’de ilk immun yanıt, T-lenfosit(CD4+) artışı sonucu oluşan bağırsak enflamasyonudur. Her üç grupta da Lökosit, Nötrofil, Monosit sayıları, kontrol grubuna göre, istatistiksel olarak yüksek; Giyardiyozisde ise Lenfosit ve Bazofil sayıları da yüksek bulunmuştur. Bunlar enflamatuvar sürecin sonucu olarak artmış olabilir. Giyardiyozis pozitif olanlarda olmayanlara göre LnNO, NLO, MLnO oranları anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Giyardiyozis ve Amobiyoziste ELO oranları pozitif olanlarda, olmayanlara göre, anlamlı olarak daha düşük bulundu. Amobiyozis pozitif olanlarda, olmayanlara göre, ELnO oranı anlamlı olarak daha düşük bulundu. Bizim sonuçlarımızda olduğu gibi parazitozlarda eozinofili beklenir. Ancak oranlama yapıldığında ELO ve ELnO kontrol grubuna göre, anlamlı daha düşük çıkmıştır. Bunun Lökosit alt gruplarındaki artışın da olmasına bağlı olduğu görüşündeyiz. ELO ve ELnO oranlarının amobiyozis; ELO oranlarının giyardiyozis tanısında destekleyici olarak kullanılabileceği düşünülebilir. Ayrıca giyardiyozis tanısında LnNO, NLO, MLnO oranları da benzer şekilde kullanılabilir. Elbette ki, bu veriler ön çalışma olup daha iyi tasarlanmış ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Parazitoz, Gastrointestinal Trakt, Lenfosit/Nötrofil oranı, Nötrofil/Lökosit oranı, Monosit/Lenfosit oranı, Eozinofil/Lenfosit oranı, Eozinofil/Lökosit oranı, Bazofil/Lökosit, Bazofil/Lenfosit Oranı SS-57 ÜST GASTROİNTESTİNAL ENDOSKOPİSİ SIRASINDA ORAFARİNGEAL BÖLGENİN DEĞERLENDİRİLMESİ OPTİMAL MİDİR? ZÜLKÜF KAYA 1, FATİH ALBAYRAK 2 1 ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ KULAK-BURUN-BOĞAZ ABD 2 ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI AD, GASTROENTEROLOJİ BD Giriş: Üst gastrointestinal endoskopisi (ÜGE), ülkemizde genellikle Gastroenterologlar, Gastroenterolojik cerrahlar, Genel Cerrahlar ve nadiren de olsa Dahiliye Uzmanlarınca yapılmaktadır. ÜGE genellikle tanısal amaçlarla yapılmaktadır. Bazen daha önceden tanısı konmuş patolojilerin (polip vs.) endoskopik tedavisi için elektif şartlarda bazen de tanı ve tedavinin aynı seansta gerçekleştiği (gastointestinal trakt kanamaları gibi) acil şartlarda yapılmaktadır. Ancak ÜGE hangi nedenle yapılıyor olursa olsun, işlem raporlarında özellikle orafarinksin değerlendirilmesi ile ilgili detaylı sonuç yazılmamaktadır. Biz bu çalışmamızda, rutin ÜGE işlemleri sırasında orofaringeal bölge (yumuşak damak, uvula, palatal ark, tonsiller fossa, dil kökü, faringoepiglottik plika, glossoepiglottik plika ve vallekula) patolojilerinin tespit edilebilme oranlarını araştırdık. Materyal-Metot: Bu çalışma Ocak 2015-Aralık 2017 tarihleri arasında Erzurum Palandöken Devlet Hastanesi ve Atatürk Üniversitesi Araştırma Hastanesi Endoskopi ünitelerinde, 88
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS randomize günlerde, değişik endoskopistlerce yapılan toplam 481 ÜGE işlemi ile yapıldı. ÜGE işlemi sırasında, işleme dışarıdan dahil olan aynı Kulak-Burun-Boğaz (KBB) uzmanı hastaların orofarinksini çift-kör yöntemiyle değerlendirdi. Çalışma sonunda endoskopistlerce yazılmış olan ÜGE raporları ile KBB uzmanının orofarinks bölge sonuçları karşılaştırıldı. Sonuçlar: Toplam 481 hasta elektif şartlarda, tanısal amaçlı olarak yapılan ÜGE işlemleri sırasında değerlendirildi. Çalışmaya alınan hastaların 255’i kadın, 226’sı erkek ve yaş ortalaması 36,1 (19-71) olarak saptandı. ÜGE raporları ile KBB uzmanının yapmış olduğu değerlendirmeler karşılaştırıldığında, sadece bir hastada KBB uzmanının tespit ettiği vallekular kist ÜGE raporunda olmadığı gözlendi. Tartışma: ÜGE tanı ve tedavide sıkça kullanılan bir yöntemdir. ÜGE işlemi sırasında orofaringeal bölgenin de detaylı değerlendirilmesi bu bölge patolojilerinin erken tanısında faydalı olacaktır. Bu nedenle ÜGE eğitimi sırasında orofaringeal bölge patolojilerinin öğrenilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz. SS-58 ÜST GASTROİNTESTİNAL SİSTEMDE STENT UYGULANMASI ALİ RIZA ÇALIŞKAN İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ TURGUT ÖZAL TIP MERKEZİ Giriş ve Amaç: Enteral stentlerin gastroinestinal sistemin lüminal hastalıklarında kullanımı giderek artmaktadır. İlk olarak özofagus kanserinin cerrahi olmayan palyatif tedavisinde kullanıldı. Enteral stentler şimdi de; gastrointestinal traktın kalan kısımlarının benign ve malign durumlarında da kullanılmaktadır. Biz de bu çalışmamızda; üst gastrointestinal sistemde stent uyguladığımız hastaları sunmak istedik. Gereç ve Yöntem: Ocak 2009 ile Ağustos 2018 tarihleri arasında kliniğimizde üst gastrointestinal sistem darlıklarına stent uygulanan 42 hasta çalışmaya dahil edildi. Bulgular: 25 erkek (% 59.5), 17 bayan (40.5) toplam 42 hasta çalışmaya dahil edildi. Yaş ortalaması 63 (26-91) idi. 6 hastaya benign ( % 14.3), 36 hastaya malign ( % 85.7) nedenlerden dolayı stent takıldı. Sonuç: Sonuç olarak gastrointestinal sistemin benign ve malign hastalıklarında stent uygulanması cerrahiye alternatifdir ve bu alternatifin maliyet-etkinlik avantajı mevcuttur. KATILMADI 89
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS SS-59 İRRİTABL BARSAK SENDROMU HASTALARINDA SERUM VİTAMİN D, VİTAMİN D BAĞLAYICI PROTEİN VE VİTAMİN D RESEPTÖR DÜZEYLERİ ELİF BÖREKCİ , ZEYNEP TUĞBA OZAN , TEKİN YILDIRIM , YEŞİM GÖÇMEN BOZOK ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ Amaç: İrritabl barsak sendromu (IBS) nun etiyopatogenezi ve tedavisi tam bilinmemektedir. Son çalışmalara göre; D vitamini replasmanının antiproliferatif, immünmodülatör ve antienflamatuar etkiler nedeniyle IBS tedavisinde faydalı olduğu gösterilmiş ve hastalığın etiyopatogenezinde D vitamininin yeri olabileceği belirtilmiştir. Ancak, vitamin D ile IBS arasındaki ilişkiyi inceleyen veriler sınırlıdır. Çalışmadaki amacımız IBSli hastalarda vitamin D, vitamin D-bağlayıcı protein (VDBP) ve vitamin D reseptörü (VDR) serum düzeylerini araştırmaktır. Gereç-Yöntem: Roma IV tanı kriterlerine göre IBS tanısı ile takipli 75 hasta ve 79 sağlıklı kontrol çalışmaya alındı. Serum örnekleri; biyokimyasal parametreler ve vitamin D, VDBP ve VDR düzeylerinin ölçümü için analiz edildi. Bulgular: Çalışmamızda ilk olarak; IBS hastalarında kontrollere göre serum vitamin D düzeyi daha düşük (P:0,00), VDBP ve VDR düzeyleri ise daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla p:0,04 ve 0,02). İkinci olarak, hastalar IBS alt tiplerine göre gruplandırıldığında IBS alt grupları ile vitamin D, VDBP ve VDR arasında ilişki bulunamamıştır. Üçüncüsü, IBS olanlarda kontrollere göre sedimentasyon düzeyinin daha yüksek (p:0,01) , vitamin B12 düzeyinin daha düşük olduğu (p:0,01) görülmüştür. Sonuç: Eldeki mevcut verilere göre IBS ile vitamin D eksikliği ilişkilidir. Anahtar kelimeler: İrritabl barsak sendromu, vitamin D, vitamin D reseptörü, Vitamin D bağlayıcı protein SS-60 NADİR GÖRÜLEN BİLİYOENTERİK FİSTÜLE LAPAROSKOPİK YAKLAŞIM ÖZGÜR CEM MÜSRİ ERZURUM BÖLGE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ GENEL CERRAHİ, ERZURUM Giriş ve Amaç: Bilioenterik fistüllerin safra taşı ile ilişkisi olduğu bilinmektedir. Klinik belirtiler ve tanıdaki güçlükler nedeniyle genellikle ameliyat esnasında tanı alırlar. Bilioenterik fistül sıklık sırasıyla kolesistoduodenal (%70), kolesistokolik (%15) ve kolesistogastrik şeklinde görülür. Laparoskopi tekniklerinin gelişmesiyle safra kesesi taşlarında laparoskopik kolesistektomi altın standart yaklaşım olarak yerini aldı. Olgumuzda safra kesesi operasyonu esnasında kolesistoduodenal fistül saptanan hastadaki laparoskopi deneyimimizi sunmayı amaçladık. 90
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Olgu Sunumu: 52 yaşında kadın hasta, uzun yıllardır özellikle yemeklerden sonra başlayan sağ üst kadran ağrısı, bulantı, şişkinlik şikayetleri ile başvurdu. Özgeçmişinde kronik hastalık ve geçirilmiş operasyon öyküsü yoktu. Tüm batın ultrasonunda safra kesesinde en büyüğü 15 mm birkaç adet taş saptandı. Hastaya laparoskopik kolesistektomi planlanıldı. Yapılan eksplorasyon esnasında safra kesesinin duodenuma fistülize olduğu görüldü. Distal ve proksimal fistül kanalları klipslenerek kesildi. Daha sonra sistik kanal ve sistik arter bulundu, klemplendi ve kesildi. Hemostazı takiben operasyon lojuna 1 adet dren konuldu ve port yerleri usulüne uygun kapatıldı. Per-postoperatif herhangi bir komplikasyon gelişmeyen hasta 4. Gün şifa ile taburcu edildi. Sonuç: Sonuç olarak, akut veya kronik kolelitiazise bağlı gelişen ve nadir görülen kolesistoduodenal fistül olgularının preoperatuar tanısı zor olup, bu hastaların tedavisinde laparaskopik cerrahi tedavisi güvenle uygulanacak bir yöntemdir. SS-61 SÜPERİOR MEZENTERİK ARTER SENDROMUNA BAĞLI PNÖMOBİLİA GELİŞMESİ: OLGU SUNUMU YILMAZ ÖZDEMİR ERZURUM BÖLGE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ Giriş ve Amaç: Pnömobilia, safra yollarında hava varlığı olarak tanımlanır. Bilioenterik anastomozlar, safra yollarına yapılan endoskopik ve perkutan girişimlerden sonra görülmektedir. Herhangi bir girişim öyküsü olmayan hastalarda safra yollarında hava saptanması durumunda amfizematöz kolesistit ve piyöjenik kolanjit gibi enfeksiyöz nedenlerden şüphelenilir. Literatürlerde travmaya bağlı üç ve intestinal obstruksiyona bağlı bir pnömobilia olgusu bildirilmiştir. Biz bu yazıda herhangi bir girişim öyküsü olmayan, batın tomografisinde intrahepatik safra yollarında hava tespit edilen ve süperior mezenterik arter (SMA) sendrumu tespit edilen bir olguyu sunmayı amaçladık. Olgu Sunumu: 21 yaşında bulantı kusma şikayeti ile acil servise başvuran hastanın muayenesinde epigastrik bölgede distansiyon ve hassasiyet saptandı. Geçirilmiş cerrahi öyküsü olmayan hastanın karın ultrasonografisinde intrahepatik safra yollarında hava tespit edildi. Çekilen karın tomografisinde mide ve duodenum ileri derecede dilate olduğu, duodenumun SMA ve aorta arasında sıkıştığı ve proksimalde dilatasyona yol açtığı görüldü. Ayrıca intrahepatik safra yollarında yaygın hava izlendi. Hasta SMA sendromu tanısı ile interne edildi. Yapılan eksplorasyonda mide ve duodenum dilatasyonu dışında batında kolesistit, bilioenterik fistül, kolanjit lehine bulgu tespit edilmedi. Duodenojejunostomi yapıldı. Postoperatif oral alımı tolere eden hasta postoperatif 7.günde taburcu edildi. Tartışma ve Sonuç: SMA sendromu nadir görülen bir antite olup kendisini bulantı kusma, kilo kaybı şikayetleri ile belli eder. Radyolojik görüntüsü duodenumun SMA ile aorta arasında sıkışmasına bağlı olarak duodenum ve mide dilatasyonudur. İntahepatik safra yollarında (İHSY) 91
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS hava bildirilmiş bir bulgu değildir. Bizim olgumuzda bahsedilen radyolojik bulgulara ek olarak İHSY’ında hava tespit edildi. İHSY’ındaki havayı açıklayacak ek patoloji tespit edilmedi. Biz İHSY’ındaki havanın duodenumdaki aşırı distansiyona bağlı intraduodenal basıncın artmasına sekonder papilladaki gevşemeye ve intraduodenal havanın retrograt olarak safra yollarına kaçması olarak düşündük. Sonuç olarak bizim olgumuzda olduğu gibi her hangi bir girişimin olmadığı pnomobilia hastalarında SMA sendromuda göz önünde bulundurulmalıdır. SS-62 HEPATİT C’Lİ HASTALARDA VİRAL YÜK İLE ORTALAMA TROMBOSİT HACMİ VE NÖTROFİL-LENFOSİT ORANININ İLİŞKİLENDİRİLMESİ AYŞE HÜMEYRA TAŞKIN KAFA CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ MİKROBİYOLOJİ BD Amaç: Hepatit C enfeksiyonu ciddi bir küresel sağlık sorunu olup her yıl 250.000 insan HCV’ye bağlı siroz ya da karaciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Son yıllarda ilgi odağı haline gelen, çeşitli inflamatuvar ve neoplastik hastalıklar ile ilişkilendirilen basit, ucuz ve efektif bir marker olan nötrofil-lenfosit oranı ve ortalama trombosit hacmi kronik hepatit C (KHC) hastalarında değerli veriler sunmaktadır. Ayrıca KHC hastalarında viral yükü ile NLO ve trombosit hacmi arasındaki ilişki daha önce araştırılmamıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamızda hastanemize Ocak 2017 ve Haziran 2018 tarihleri arasında başvuran toplam 166 HCV enfeksiyonlu hasta ve kronik bir hastalığı olmayıp hastaneye başvurmuş 175 kişinin verileri retrospektif olarak incelendi. Çalışmamızdan elde edilen veriler SPSS (22,0) programına yüklenmiş ve verilerin değerlendirilmesinde, parametrik test varsayımları yerine getirildiğinde (Kolmogorof-Simirnov) bağımsız gruplarda iki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi, parametrik test varsayımları yerine getirilemediğinde ise Kruskal-Wallis testi ve Man Whitney U testi kullanılmış ve yanılma düzeyi 0,05 olarak alınmıştır. Bulgular: KHC grubundaki hastaların 78’i kadın, 88’i erkek, kontrol grubunda ise 85’i kadın, 90’ı erkekti. Ortalama yaş, KHC grubunda ve kontrol grubunda sırasıyla 66,5 ve 61,8’di. Cinsiyet ve yaş açısından iki grup arasındaki fark anlamlı değildi. KHC grubu ile kontrol grubunun NLO değerleri arasındaki ilişki anlamlı bulunmuştur (p=0,001 p<0,05). Aynı şekilde KHC ve kontrol grubu değerleri arasında trombosit sayısı ve morfolojik parametreleri (MPV, PCT, PDW) açısından da ilişki anlamlıdır (p=0,001 p<0,05). Tablo 1. Hasta ve kontrol grubu arasındaki ilişki NLO MPV PCT PLT PDW 191,00 16,300 Hasta (166) 8,1141 10,100 ,19300 239,00 16,000 0,001* 0,001* Kontrol (175) 3,8225 9,400 ,22700 P değeri 0,001* 0,001* 0,001* 92
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS NLO: Nötrofil Lenfosit Oranı, MPV: mean platelet volüme, PCT: Platelet Crit, PLT: platelet, PDW: Platelet distribution width, *p<0,05 önemli KHC grubunun viral yük miktarları (HCV-RNA) değerlendirildiğinde NLO ile anlamlı bir ilişki görülmüştür (p: 0,001 p <0,05). İlişkinin derecesi -0,223’tür. Bu değer HCV-RNA miktarı ile NLO arasında zıt bir ilişki olduğunu gösterir. RNA miktarı arttıkça NLO oranı azalmaktadır. HCV-RNA miktarı ile ortalama trombosit hacmi (MPV) arasındaki ilişki de anlamlı bulunmuştur. (p: 0,026 p<0,05) HCV-RNA kantitasyonu, antiviral tedavi etkinliğinin anlaşılabilmesi amacıyla hastaların takibinde kullanılan önemli bir parametredir. Bu sonuçlara dayanarak, ek bir maliyet gerektirmeyen ve kolay ulaşılabilen NLO ve MPV’nin KHC’li hastalarda HCV-RNA miktarının öngörülmesinde yararlı bir belirteç olabileceği düşünülmektedir. Ancak bu testin farklı laboratuvar-klinik parametreler ile birlikte kullanılarak tanısal etkinliğinin onaylanması için ek araştırmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: KHC (Kronik Hepatit C), HCV-RNA, NLO (Nötrofil-Lenfosit Oranı) SS-63 ŞİZOFRENİ BOZUKLUĞUNDA ÇÖLYAK HASTALIĞI DERYA GÜLİZ MERT CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ PSİKİYATRİ ANABİLİM DALI Giriş: Şizofreni, yüksek morbidite ve mortalite ile sonuçlanabilen yıkıcı bir psikiyatrik bozukluktur. Şizofreninin tam etiyolojisi ve patogenezi bilinmemekle birlikte genetik ve çevresel faktör arasındaki etkileşimin önemi gösterilmiştir. Daha önceki çalışmalar çölyak hastalığı ile şizofreni bozukluğu arasında bir ilişki olabileceğinden bahsetmektedir. Bu çalışmanın amacı çölyak hastalığı ile ilişkili antikorların şizofreni hastaları ve sağlıklı kontroller arasında fark olup olmadığını değerlendirmektir. Metod: Çalışmaya erişkin Sivas Cumhuriyet Üniversitesi psikiyatri servisinde yatarak tedavi gören şizofreni hastaları dahil edildi. Yaş ve cinsiyet açısından eşleşen kontrol grubu oluşturuldu. Bu çalışmada α=0.05 β=0.20 (1- β)=0.80 alındığında her iki gruba 27 bireyin alınmasına karar verildi ve testin gücü=0.8034 bulundu. Şizofreni hastalarının tanıları SCID I ile konuldu. Kontrol ve şizofreni hastalarında IgA, doku transglutaminaz antikorları (AntitTG IgA, AntitTG IgG) ve deamide gliadin peptid antikorlar (AntiDGP IgG, AntiDGP IgA) değerlerine bakıldı. Mann whitney U testi ile iki grubun değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Kontrol grubunda, daha önce tanısı olmayan bir kişi laboratuar bulgarı açısından çölyak hastalığı ile uyumlu bulundu. Şizofreni hastalarında çölyak hastalığı ile uyumlu herhangi bir sonuç tespit edilmedi. Her iki grubun laboratuar sonuçları karşılaştırıldığında kontrol hastalarında AntitTG IgA ortanca değeri şizofreni hastalarının ortanca değerinden yüksek [sırasıyla 1,8 (1,4-115,6) karşın 1,7 (1,4-3,4); p <0.05] bulundu (tablo). 93
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Tablo. Şizofreni bozukluğu olan hastalar ile kontrol grubun laboratuar bulguları Şizofreni Kontrol p IgA 164 (65,4-949) 186 (78,8-857) 0,55 AntitTG IgA 1,7 (1,4-3,4) 1,8 (1,4-115,6) 0,02 AntitTG IgG 2,4 (1-4,6) 1,8 (1,2-15,8) 0,26 AntiDGP IgG 1,9 (1,3-120) 2,6 (1,3-50,6) 0,06 AntiDGP IgA 2 (0,8-16,8) 2,1 (1,2-20,2) 0,51 Veriler median (minimum-maksimum) olarak gösterilmiştir. Tartışma: Bu çalışmada, daha önceki çalışmaların aksine şizofreni bozukluğu olan hastalarda çölyak hastalığına işaret eden herhangi bir laboratuar değeri saptanmadı. Bunun nedeni, her iki çalışma grubunda kişi sayısının az olması gibi çalışmadaki bazı kısıtlılıklara bağlı olabilir. Bununla birlikte daha iyi dizayn edilmiş ileri çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. SS-64 TIKANMA SARILIĞIN NADİR BİR NEDENİ: PERİAMPÜLLER BÖLGE KÜÇÜK HÜCRELİ KARSİNOMU VAKA SUNUMU SERKAN CERRAH, AHMED RAMİZ BAYKAN ERZURUM BÖLGE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ Giriş: Küçük hücreli karsinomlar sıklıkla akciğer yerleşimli olmaktadır. Akciğer dışı yerleşim ise küçük hücreli karsinomların oldukça az bir kısmında (% 0,1-0,4) görülmektir(1). Deri, göğüs, endometrium, üriner sistem, timus, hepatobiliyer sistem, kadın genital yolları ve gastrointestinal sistem bu nadir görülen hastalığın tutulumunun bildirildiği yerlerdir (2,3,4,5). Periampuller bölge tümörleri ise tüm gastrointestinal sistem malignitelerinin %0,5’ini oluşturur. İleri yaş ve erkek cinsiyette görülme sıklığı artmıştır. Bu bölgeden kaynaklanan maligniteler ampulla vateri, bilier, pankreas ve duodenumdan kaynaklanmaktadır. Kaşıntı halsizlik gibi nonspesifik semptomlarla başvuran bir erkek hastada tespit ettiğimiz periampuller bölge küçük hücreli karsinomu vakasını sunacağız. Vaka Sunumu: 38 Yaşında erkek hasta hastanemize 5 aydır devam eden kaşıntı ve halsizlik yakınması ile başvurdu. Hastanın özgeçmişinde 20 paket/yıl sigara kullanımı, şizofreni tanısı nedeniyle antipsikotik kullanımı mevcut idi. Hastanın bakılan abdomen USG’ sinde karaciğerde metastatik lezyonlar izlendi. Abdomen manyetik rezonans görüntülemesinde (MRG) karaciğerde en büyüğü 3 cm olan multipl sayıda lezyonlara rastlandı. İntrahepatik safra yolları (İHSY) dilate, koledok 15 mm olarak dilate saptandı. Ayrıca pankreas başında vasküler yapıları invaze eden 9 cm’lik bir öncelikle maligniteyi düşündüren bir görüntü izlendi. Tıkanma sarılığı olan hastaya Endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi (ERCP) işlemi yapıldı. ERCP’de 94
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS koledok ve İHSY dilate, periampüller bölgede tümoral yapıyı düşündüren kitle lezyon izlendi. Kitleden biyopsi alındı. Koledok içerisine 10 F 10cm Amsterdam tipi stent yerleştirildi. ERCP sonrası bilirubin değerleri normale geriledi. Alınan biyopsinin patoloji örneğinde kromogranin ve sinaptofizin pozitif boyandı. Kİ-67 %95 pozitif olarak geldi. Sonuç olarak küçük hücreli karsinom tanısı kondu. Hastada tanı sırasında karaciğer metastazlarının saptanması üzerine medikal onkoloji tarafından tedavisi düzenlendi ve takibe alındı. Tartışma: Hastamızda, tıkanma sarılığı nedeni ile başvurdu ve periampuller bölgeden alınan biyopsi sonucu küçük hücreli karsinom saptandı. Akciğer dışı küçük hücreli karsinomları akciğerde görülen küçük hücreli karsinoma histolojik olarak benzer yapıdadır(9). Bu karsinom nöroendokrin kökenli olduğundan kromogranin ve sinaptofizin pozitif boyanmaktadır(5,9). Periampüller bölge küçük hücreli karsinomları ile ilgili rapor edilen sınırlı sayıda vaka sunumları mevcuttur (7,8). Bu bölgeyi tutan tümörler genel olarak yaşlılarda ve erkeklerde daha fazla görülmektedir. Daha önce bildirilen küçük hücreli periampuller bölge tümörlerinde de hastalar ileri yaşta ve erkek cinsiyetinde idi. Hastamızın 38 yaşında olması bu yönü ile diğer vakalardan farklıdır.(2,3,4,5) Akciğer dışı küçük hücreli karsinom kötü seyir göstermektedir. Periampuller bölge tutulumunda da bu durum değişmemektedir. Daha önce yayınlanmış benzer 3 olguda da tanı sırasında veya tanıdan 6-10 aylık bir süre sonrasında lenf nodu veya karaciğer metastazı saptanmıştır(2,3,9). Bizim vakamızda da tanı sırasında karaciğerde çok sayıda metastazlar mevcut idi. Bildirilen diğer vakalarda olduğu gibi bizim hastamızda da tanı konma aşamasına kadar bir dizi ileri ve invaziv işleme ihtiyaç duyulmaktadır. sarılık, halsizlik, kilo kaybı gibi periampüller bölge patolojilerini düşündüren hastalarda hastanın yaşına bakılmaksızın; neoplastik oluşumların akılda tutulması ve bu yönde tetkiklerinin ivedilikle yapılması hasta için hayati önem arzetmektedir. SS-65 WİRELESS ELEKTROMANYETİK ALAN UYGULANAN RATLARDA KOLON DOKUSUNDAKİ OKSİDATİF STRES İNDEKSİNE ETKİLERİ ISİNAN SOYLU ADCUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GENEL CERRAHİ AD, SİVAS MAmaç: Bu çalışma ile elektromanyetik wireless dalgalarının canlılardaki etkilerinin, kolon ILdokusunda enzim aktiviteleri ve antioksidan-oksidan değişimler bakımından değerlendirilmesi Tamaçlanmıştır. AMateryal ve Metod: Bu çalışmada Wistar Albino türü 16 haftalık 16 adet rat, her grupta 8 Kdenek olmak üzere iki grup halinde gruplandırıldı. Grup A’daki ratlar (n=8) 3 GHz Elektromanyetik dalgalara 15 gün süresince günde 12 saat maruz kaldı. Grup B’de ise ratlar 95
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS (n=8) herhangi bir Elektromanyetik dalgaya maruz kalmadı. 15 günün sonunda ratlar sakrifiye edildi. Gruplar arasında kolon dokusunda meydana gelen in vitro antioksidan aktivite değişimleri, enzimsel değişimler, (inhibisyon ve aktivasyon şeklinde beklenebilir) tespit edilmeye çalışıldı. Total Antioksidan Seviye (TAS), Total oksidan seviye (TOS) değerleri ve Paroxonaz enzimi (PON1), Aril esteraz (ArEs) enzimleri bakımından karşılaştırma yapıldı. Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığı zaman kolon dokusunun TAS değeri Wi Fi uygulanan deney grubunda istatistiksel anlamlı bulunmuştur ve deney grubunda antioksidan etkinliğin daha düşük olduğu bulunmuştur (p<005). TOS değeri bakımından da kolon dokusunda deney grubu kontrol grubuna göre yüksek değerdedir ve aralarındaki fark anlamlıdır(p<0,05). TAS ve TOS değerlerinin orantılanmasıyla elde edilen OSI değeri de deney grubunda daha yüksek bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmada 3 GHz elektromanyetik kirliliğin ratlarda kolon dokusundaki oksidatif stresi artırdığı tespit edilmiştir. TAS, TOS ve OSI değerleri bakımından kolon dokusunda wiFiye maruz kalmayla birlikte oksidasyonun arttığı görülmüştür. Ancak aril esteraz ve Paroxonaz enzimleri bakımından kontrol grubuyla deney grubu arasında farklılık tespit edilmemiştir. SS-66 LOKAL İLERİ VE/VEYA METASTATİK MİDE KANSERLİ HASTALARDA KLİNİK VE LABORATUVAR PARAMETRELERİN PROGNOSTİK ÖNEMİ ÇAĞDAŞ KALKAN1, İRFAN SOYKAN2 1SBÜ ŞANLIURFA MEHMET AKİF İNAN EAH, GASTROENTEROLOJİ BÖLÜMÜ 2ANKARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BİLİMDALI Amaç: Bu çalışmada lokal ileri ve/veya metastatik özefagogastrik kanserli hastalarda klinik, laboratuar ve patolojik özelliklerin genel sağkalım üzerine prognostik etkileri araştırıldı. Gereç ve Yöntem: Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Onkoloji Bölümü’ne başvuran lokal ileri (inoperatif) veya metastatik mide kanserli 115 hastanın dosyası klinik, laboratuar ve patoloji bilgileri açısından retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaşı,cinsiyeti, performans durumları, histopatolojileri ve serum laboratuvar parametrelerin sağ kalım süreleri üzerine olan etkileri araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların 76’ sı erkek (% 66,1), 39’ u kadın (%33,9) olup erkek/kadın oranı 1,9 olarak belirlendi. Hastaların median yaşı 63 (27-89) yıl olarak saptandı. Hastaların %26’da proksimal (gastroözefageal ve kardiya) %74’de distal (korpus,antrum) yerleşimli gastrik kanser saptandı. Hastaların %56,6 (N=65) adenokarsinom, %27,8 (N=32) taşlı yüzük hücreli karsinom, %2 (N=1,7) adenoskuamöz karsinom saptandı. Taşlı yüzük hücreli karsinom olgularında sağkalım diğer histapatolojik tiplere göre anlamlı olarak daha kısa bulundu (p=0.009).Olguların 102’si (%88,7) evre IV hastalığa sahipti. Tanı sırasında lokal ileri evre olan 3 hastada ise takipte metastaz gelişti. En sık metastaz bölgesi karaciğer (%53,N=61) ve periton(%46,1 N=53) olarak saptandı. 96
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Laboratuvar parametreleri değerlendirildiğinde median serum alkalen fosfatazı düzeyi 94 (22- 868) IU/l, medain AST 20 U/L median ALT 16 U/L, median total bilürübin 0,52 mg/dl median kalsiyum 8,9 mg/dl, median hemoglobin değeri 11.5 (5.2-16.6) gr/dl, median trombosit değeri 307x103 (22000-868000) x10.e6/ul, olarak bulunmuştur. Multivaryant analizlerde değerlendirme yapıldığında laboratuar parametrelerinden ALP, AST ve ALT düzeylerinin sağkalımı anlamlı olarak etkilediği (sırasıyla, p=0.022, p=0.016, p=0.02) saptandı. Median sağkalım 11.4 ay (%95 CI: 6.97-15.9) olarak belirlendi. Sonuç: Lokal ileri ve metastatik mide kanserli hastalarda hangi hastada kemoterapi ile daha iyi tedavi yanıtı ve sağkalım elde edilebileceğini öngeren bir prognostik parametre bulunmamaktadır. Bu çalışmada serum ALP, AST, ALT ve kalsiyum değerlerinin hastaların sağkalımını etkilediği saptanmış olup bu hastalarda prognostik parametre olarak kullanılabileceği bulunmuştur. SS-67 ELİT DÜZEYDEKİ GÜREŞÇİLERDE iRRiTABL BARSAK SENDROMU PREVALANSININ DEĞERLENDİRİLMESİ ENGİN ALTINKAYA CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ GASTROENTEROLOJİ BD, SİVAS Amaç: İrritabl barsak sendromu, defekasyon bozukluğu ile ilişkili abdominal ağrı veya rahatsızlık hissi semptomları ile karakterize kronik fonksiyonel bir barsak hastalığıdır. Özellikle abdominal bölgenin baskın olarak kullandığı güreş sporunda irritabl barsak sendromu, güreşçileri mental ve fiziksel olarak yorabilir ve güreşçilerin enerjilerini olumsuz yönde etkileyerek spor performanslarında kayıplara neden olabilir. Bu nedenle çalışmada, elit düzeydeki güreşçilerde irritabl barsak sendromu prevalansının değerlendirilmesi incelenecektir. Gereç ve yöntem: Bu çalışmaya elit düzeyde güreşen toplam 104 erkek sporcu katılmıştır. Veri toplama aracı olarak araştırmacılar tarafından geliştirilen 6 maddelik kişisel bilgiler formu ve 5 maddelik Roma III irritabl barsak semptom şiddeti ölçeği kullanıldı. İrritabl barsak sendromu semptom şiddeti, karında gerginlik şiddeti, barsak alışkanlığındaki hoşnutsuzluk düzeyi ve karın ağrısının yaşantılarını ne düzeyde etkilediği sorularına ayrı ayrı 0-100 arasında puan vermesi istendi. Ayrıca 10 günlük sürede karnının kaç gün ağrıdığı soruldu (bu sayı 10 ile çarpılarak puanlandırıldı). Bu 5 kategoriden elde edilen puanlarak katagorize edildi; toplam puan; 75 altı, 75-174 (hafif), 175-299 (orta), 300 ve üzeri (şiddetli). İstatistiksel incelemede Spss paket programda, ortalama, yüzde ve frekanslara, Kolmogorov-Smirnov ile normallik dağılımına ve gruplar arası karşılaştırmada Kruskal Wallis Testinden faydalanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan güreşçilerin 14’ü Lise ve altı (%13,5), 83’ü lisans (%79,8) ve 7’si Yüksek Lisans (%6,7) düzeyinde eğitim durumuna sahiptir. Çalışmaya 84 (%80,8) serbest stil ve 20 (%19,2) greko-romen stil olmak üzere toplam 104 güreşçi katılmıştır. 97
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Tablo 1. Çalışmaya Katılanların Yaş Ortalamaları N Yüzde 14-17 yaş 2 1,9 18-20 yaş 59 56,7 21-36 yaş 43 41,3 Total 104 100,0 Tablo 2. Araştırmaya Katılan Elit Düzeyde Güreşçilerin İrritabl Bağırsak Sendromu Değerlerinin Dağılımı N Minimum Maximum Ort. Ss Bağırsak sendromu toplam 104 60,00 390,00 165,0481 61,79160 Tablo 3. Araştırmaya Katılan Güreşicilerin Güreş Stillerine Göre İrritable Bağırsak Sendromu Değerlerinin Karşılaştırılması Güreş stili N Ort Ss P Serbest 84 163,7500 60,98032 0,713 Greko-romen 20 170,5000 66,44943 Tabloya baktığımızda Serbest stil ve Grekoromen stiller arasında anlamlı fark bulunamamıştır. S onuç: Türkiye’de İBS prevalansı %6-19,1 arasında olup bu oran İBS nin ülkemiz için önemli bir sağlık sorunu olduğunu düşündürmektedir. Ancak bizim çalışmamızda elit düzeydeki güreşçilerde İBS bulunamamıştır. Çalışmada abdominal bölgeyi etkin olarak kullanan her iki güreş stilinde, katılımcıların son zamanlarda karında bir ağrı ve gerginlik hissetmedikleri, barsak alışkanlıklarından memnun olduğu ve güreşçilerin karındaki rahatsızlıkların genel olarak yaşantılarını etkilemediği ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, uluslararası birçok turnuvaya katılmış ve birçok başarılı sonuçlar almış elit düzeydeki güreşçilerin her iki stilde de irretabl barsak sendromunun bulunmadığı söylenebilir. 98
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS Poster Bildiri Özetleri 99
14-15 Eylül 2018 Hilton Garden Inn Sivas 15. Anadolu Gastroenteroloji Günleri - SİVAS PB-01 ÜLSERATİF KOLİT TANILI HASTADA SİTOMEGALOVİRÜS ENTEROKOLİTİ TEDAVİ EDİLMELİ Mİ? EROL ÇAKMAK 1, SELİM FURKAN ALTINTAŞ 2, ENGİN ALTINKAYA 1, PINAR GÖKÇEN 1, HİLMİ ATASEVEN 1, ÖZLEM YÖNEM 1 1 CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI ANABİLİM DALI, GASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI 2 CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI ANABİLİM DALI Amaç: Sitomegalovirüs (CMV), çoğunlukla immün yetmezliği olan hastalarda ve nadiren de immünkompetan kişilerde gastrointestinal sistemin herhangi bir yerinde enfeksiyona yol açabilen fırsatçı bir virüstür. CMV koliti, inflamatuvar barsak hastalırında kliniğinin kötüleşmesine, tedaviye yanıtsızlığına ve komplikasyonlara neden olur. Olgu: 38 yaş bayan hasta 13 yıldır ülseratif kolit nedeniyle takipte ve tekrarlayan zamanlarda mesalazin, steroid ve azatioprin tedavisi almış. Kliniğimize son 2 haftadır kanlı dışkılama, karın ağrısı ve halsizlik şikayetlerinin artması üzerine başvurdu. Hastanın fizik muayenesinde nabız 85/dakika, kan basıncı 100/70 mm Hg ve cushingoid görünümü mevcut idi. Abdominal muayenesinde normal barsak sesleri, hassasiyet ve organomegali yok idi. Laboratuvar incelemesinde hemoglobin 11.3 g/dL (12-16), beyaz küre 6700 mL (4000-11.000), GGT 54 U/L (0-32), albumin 3.34 g/dL (3.5-5.3), C-reaktif protein 20 mg/dL (0-8), eritrosit sedimentasyon hızı 39 idi. Hastanın dışkı örneklemlerinde enterik patojen, Clostridium difficile toksini ve parazit rastlanmadı. Kolonoskopi rektum ve sigmoid mukozada atipik irreguler ülserler görüldü. Alınan doku örneklemlerinde TBC DNA PCR negatif saptandı ancak CMV DNA PCR 130 IU/mL (130-164.000.000) idi. Serum Anti-HIV negatif, CMV IgG ve IgM pozitif saptandı. Histopatolojik incelemede ise ülseratif kolit ile uyumlu olarak kript yapısında distorsiyon ve kronik inflamasyon saptandı. Ancak teknik problemlerden dolayı CMV inklüzyon cismi gösterilemedi. Hasta enfeksiyon kliniği ile konsulte edilerek gansiklovir 5mg/kg/gün ve iki doz halinde 2 haftalık tedavi verildi. Hastanın tedavi sonrası kanlı ishal ve karın ağrısı düzeldi. Hasta kontrole çağrılmak üzere taburcu edildi. Sonuç: Sitomegalovirüs reaktivasyonu şiddetli inflamatuvar barsak hastalarında oldukça yaygındır. Şiddetli koliti olan inflamatuvar barsak hastalarında özellikle steroid bağımlı veya steroid refrakter hastalarda CMV kolit mutlaka araştırılması gerekir. İnflamatuvar barsak hastalarında CMV kolit tedavisi ile birlikte atak riski, hastaneye yatış oranı, kolektomi riski azalır ve verilen tedaviye yanıt oranı artar. 100
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107