Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 30_Paydos_Nisan'20

30_Paydos_Nisan'20

Published by bimesele TV, 2022-07-06 15:35:08

Description: 30_Paydos_Nisan'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Nisan'20 - Sayı 30 katarsis dosya dosya *Başka Hayatlar *Hayatın Sırrı *Yordum/Yoruldum kitaplık portreler kamus *Yalnız Olmayan Hiç... *Ayşe Şasa *Fikretmek ya da... öykü öykü öykü *Eve Dönüşün Fotoğrafı *İlkin Son Olması Trajiktir *Tüneller -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Ayşe KAYA -Ayşe Rümeysa ÖZDEN -Beyza YILDIZ -Büşra SÜTÇÜ - Elif KARTLAR -Esma ŞAFAK -Muhammed Fadlullah HANSU -Muhammed Furkan DOĞAN -Muzaffer FIRAT -Nefise ERDEM -Raziye Gül GÜZEŞ -Sümeyye CEYHAN -Taha SULAR -Zeynep Sena YILMAZ



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN 04HAYATIN SIRRI Sümeyye CEYHAN Raziye Gül GÜZEŞ 09 EVE DÖNÜŞÜN FOTOĞRAFI TARİH DÜŞÜNCE 11 Alaaddin GÖÇER 12 UZAK BİR DİYAR JAPONYA 26YORDUM/YORULDUM Muhammed Fadlullah HANSU Zeynep Sena YILMAZ 31PORTRELER 28 İLKİN SON OLMASI TRAJİKTİR Ayşe KAYA Esma ŞAFAK 48İNSAN KONNEKTOM... 47 BİR TEMBELİN SATIRLARI Nefise ERDEM Muzaffer FIRAT 55YERYÜZÜ NOTLARI Ayşe Rümeysa ÖZDEN 51 BAŞKA HAYATLAR 59KARANLIK ODA Adnan GÖZÜTOK Taha SULAR 58 ÖLÜMSE Elif KARTLAR 64 TÜNELLER Beyza YILDIZ 67YALNIZ OLMAYAN HİÇ... Esma ŞAFAK 70 İZOLASYON Büşra SÜTÇÜ 71ÇİZİYORUM Nefise ERDEM 73 FİKRETMEK YA DA DÜŞ(ÜN)MEK Ayşe ACAR 74\"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Sümeyye CEYHAN [email protected] Selamünaleyküm Paydos Okurları, Bu benim sizlerle ilk buluşmam. Çok heyecanlı ve mutluyum. Bu fırsat için Paydos ailesine de çok teşekkür ediyorum. Allah, Kur’an-ı Kerim’de Müslümanları vasat ümmet olarak nite- lendirmiştir. Vasat ümmet, ifrat ve tefritten korunan ümmet de- mektir. Yani her türlü tutum ve davranışta itidal üzere olmak ve ne maddi şeylerin tümünden el etek çekerek ibadete yönelmek ne de dünyalık işlere, arzulara dalıp gitmek anlamına gelir. Allahu Teâlâ, Peygamberimiz’in vahyi tebliğ etmedeki telaşı se- bebiyle “Biz Kur’an’ı sana güçlük olsun diye indirmedik.” (Taha /10) ayetini indirerek Rasulullah’a itidal üzere olması gerektiği- ni hatırlatmıştır. Yine Rasulullah (sav), “İşlerin en hayırlısı, itidal üzere olandır.”, “Sizden önceki kavimler dinde aşırılığa gittiği için helak olmuştur.” buyurmuştur. Tüm bunlar itidalin ne kadar mühim olduğunun göstergesidir. Tüm aşırılıklardan uzak olmak duası ile sizleri “İtidal”i konu edin- diğimiz nisan sayımızla baş başa bırakıyorum. 3

DOSYA Raziye Gül GÜZEŞ [email protected] HAYATIN SIRRI Bir tahterevalli canlanıyor gözümde. Parkta, bir tarafı aşağıda bir tarafı yukarıda, kendilerine ev sahipliği yapacağı kimseleri bekliyor. İki tarafın da eşit yükseklikte olması için, tahterevalliye binen iki insanın dengeyi sağlaması lazım. Ama tahterevalliye binenler, birbirlerini dengede tut- mak için mi gayret gösterirler, yoksa sağlanan dengeyi bozmak için mi? Sanki cevap biraz karmaşık. Hayatımız da böyle değil mi? Denge sağlı- yor muyuz, mevcut dengeyi mi bozuyoruz, belli değil. “Hayatın sırrı” demişti bir hocam, “dengededir”. Bizden istenilen de orta yolu bulabilmektir. İfrat ve tefrite düşmeden, sırat-ı müstakimi takip edebilmektir. Câbir b. Abdullah şu şekilde rivayet eder: Rasulul- lah’ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve dedi ki: “Bu, Allah’ın yoludur.” Sonra şu ayeti okudu: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.¹”² Aslında yolların benzer tarafları olabiliyor, hadiste her biri birer çizgi olarak temsil edilmiş. Batıl yollarda bulunanlar da, kendisinin yolunun doğru olduğunu ifade eden birçok argüman sunuyor. Orta yolun doğ- ru yol olduğunu hepimiz biliyoruz ama hangi yol orta yol?.. Zira insan- lar, kendi yolunun itidal yolu olduğunu iddia ederler ama mühim olan, ma’rûfun süzgecinden geçen bir yoldur. Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve ör- nek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet³ yaptık.”⁴ Ayet-i kerimede, “vasat” kelimesi geçmekte. 4

Bu kelime günlük kullanımda “kötünün iyisi” manasında kullanılabiliyor ancak TDK sözlüğüne baktığımızda kelimenin anlamında “orta” yazdığı- nı görüyoruz. Zira kökeni Arapça olan bu kelime, Arapçada “orta” an- lamına geliyor. Vasat bir ümmet olabilmek; ortada duran, mutedil olan bir ümmet. İfrat ve tefrit kelimeleri geçmişti önceki paragrafımızda. İfrat ve tefrite biraz değinelim istiyorum. İfrat, dinde artırarak sapma- ya gitmeyi ifade ediyor. Hristiyanların ruhbanlık sınıfını oluşturmaları buna örnek. “Sonra bunların peşinden art arda peygamberlerimizi gön- derdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa⁵ gelince; biz onu on- lara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimse- lerdir.”⁶ Tefrit de, dinde eksilterek sapmaya gitmek anlamına geliyor. Yahudilerin yaptığı bazı uygulamalar da tefrite örnek verilebilir. Birini artı aşırılık, diğerini eksi aşırılık diye ifade edebileceğimiz bu iki yol da, dinin özüne aykırıdır. İfrat ve tefrit örnekleri Hristiyan ve Yahudilerle sınırlı değil tabii ki. Dini yaşayış biçimimizde, zihnimizdeki algılama te- razisinde bu aşırılıklara düşebiliyoruz. Düşüncelerimiz ve tavırlarımız uymaz birbirine. Belki farklı düşünce- lerimiz de çelişir kendisiyle. Bir taraftan hiçbir şey başaramayacağını düşünürken insan, öte yandan kendini özel görür başkalarından. Söze gelince mangalda kül bırakmazken, harekete geçince duraksar birden. Güzel işler yapılması gerektiğini söyler, bunun için harekete geçmeyi başkasından bekler. Dengede durmamız gerekir derken, uç taraflara ilerler. Denge; söylemden ziyade bir tavırdır, zihniyettir, hâl ve harekettir. Literatürümüzde havf ve reca diye ifade edilen, korku ve ümit... Her ikisi de insanı etkileyen muharrik güçler. Lakin dozunun iyi ayarlanması gerekiyor. Sadece korkuyla hareket eden kimse, bir müddet sonra adım atamaz hâle gelir. Yaptığı her davranışta, günaha düşerim korkusundan başka bir şey düşünmezse; hiçbir şey yapmama yoluna gidecektir, ayrı- ca bu durum psikolojik travmalara da yol açabilir. Diğer taraftan, bütün günahlarının nasılsa affedileceğini düşünürse, bu kimse elini günahlar- dan çekmeyecek, sevap kazanmaya da yönelmeyecektir. Oysa korku ve ümit birlikte değerlendirilirse dengeye ulaşılabilir. Bir kelamıkibar olarak nakledilen şu söz, bu dengeye işaret etmekte: “Sadece bir kişi 5

cehenneme gidecek deseler, o ben miyim diye korkarım. Sadece bir kişi cennete gidecek deseler, o ben olabilir miyim diye ümitlenirim.” Akıl ve duygu. Bize verilen iki önemli yeti. Bu ikisini birbirinden bağım- sız düşünmek zor. “‘Bazı şeyleri hiç aklım almıyor.’ dedi ayaktaki. ‘Çünkü bazı şeyler aklınla değil kalbinle ilgili.’ dedi diğeri.” Sadece akıl üzerin- den hareket edilirse birçok mesele anlamını kaybedebilir, zira akıl her şeyi kavrama gücüne sahip değildir. Öte yandan, duyguların esiri ol- mak, gerçekleri görmeye bir engel teşkil eder. Sadece duygularıyla ha- reket eden kişi, duygu kontrolünü yapamadığında; birtakım duyguların baskısında kalıp diğer duyguların devre dışı kalmasıyla, yanlış adımlar atabilir. Bu noktada aklın yol göstericiliğine başvurulmalıdır. Kalp; akıl ve duyguları birlikte değerlendirerek karara varmalıdır. Kibir, hakikati kabul etmenin önündeki önemli engellerden biri olarak karşımıza çıkar. Kendini büyük gören insan, yanlış yollara sapar. İnsan, yaptığı amel sebebiyle sevap kazanacakken; eğer ibadetten dolayı kibir hissediyorsa, günaha düşebilir. Tevazu sahibi olmak lazım diyoruz el- bette, lakin dikkat! Haddini aşan şey, zıddına inkılap eder. Aşırı tevazu, gizli kibir demektir. Tevazu sahibi olmak, kendini hakir görmek değildir. İnsan acizdir ama insan kıymetlidir. Aczini idrak eden insan, kıymetini de bilmelidir. Bu kıymeti insana veren, âlemlerin Rabb’idir. Kıymetin hakkını vermek için de itidali elden bırakmamak gerekir. “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötü- lüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.”⁷ “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkar- mak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.”⁸ Kendini kıymetsiz görme; sana verilen yetenekleri kulla- narak nimetlerin şükrünü eda et. Kendini büyük görme; bu kıymeti ve nimetleri sana veren, Cenab-ı Hakk. İbadetlerde de dengeyi tutturmak gerekiyor. Az da olsa devamlı. “Güç yetirebileceğiniz amelleri yapmaya gayret ediniz. Allah sevap vermek- ten usanmaz da siz ibadet yapmaktan usanırsınız. Allah katında amel- lerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır.”⁹ buyuruyor Peygamberi- miz (sav). Bir başka rivayette şöyle anlatılıyor: Peygamberimizin nafile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahabeden üç kişilik bir grup, peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Peygamberimizin ibadetle- ri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve “Allah’ın Rasulü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır.” 6

dediler. İçlerinden biri, “Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyu- maksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri: “Ben de hayatım boyun- ca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahabi de “Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kala- cak, asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygam- berimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi: “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben ba- zen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.”¹⁰ “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, ya- rın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”¹¹ rivayeti de dünya ahiret dengesi- ne dikkat çekiyor. Aslında dünya ve ahiret ayrımı çok keskin sınırlarla yapılamaz. Kişi, yaşadığı her anın dinin kontrolünde olması gerektiğini idrak ettiğinde ve dinî vecibelerini yerine getirip sınırlara riayet ettiğin- de; dünyalık olarak nitelendirilen işler, ahirette mükâfata vesile olabilir. Yine önemli olan mesele, denge. Peygamberimizin uygulamaları buna işaret ediyor. Gündüz, ibadetlerini yapmanın yanı sıra ashabıyla birlikte vakit geçiren Peygamberimiz, geceyi de dinlenme vaktiyle birlikte mu- hasebe ve ibadete ayırıyor. Hem Allah’ın, hem nefsinin, hem ailesinin kendi üzerindeki hakkını yerine getirmeye çalışıyor. İnsanlardan soyut- lanmış değil, Rabb’iyle bağını da koparmış değil. Sosyal ilişkilerimizde denge de önemli. Sevdiğimiz kimseye sevgimiz, kızdığımız kimseye öfkemiz, aşırılığa gitmemeli. Sevgide aşırılık beklen- tiyi, öfkede aşırılık ön yargıyı beraberinde getirir. Bir diğer husus; ileti- şimimizde eleştirileri yaparken bu eleştirilerin yargılamaya dönüşmesi an meselesi. İmam Malik’in şu sözü bize güzel bir mesaj veriyor: “Sanki rableriymiş gibi insanların günahlarına bakmayın, bir kul olarak kendi günahlarınıza bakın.” Bir de ideolojiler noktasında düşünelim. Çağımızda ortaya atılan dü- şünce sistemlerine baktığımızda mantıklı görünen yönleri oluyor ancak diğer bir yönü garip duruyor, çünkü insan ürünü, çelişkiler var, denge sağlanamamış. Örneğin İslam’ın ekonomik yaklaşımını ele aldığımızı düşünelim. Tamamen komünizmdeki gibi değil, tamamen kapitalizm- deki gibi de değil. Ama ikisinin sentezi de değil. İtidal üzere olan, kendi nevi şahsına münhasır bir anlayış. İslam’ı yaşayış biçimimizde ve algılayış tarzımızda radikal söylemlere ve tavırlara düşmeksizin, olabildiğince itidal ile hareket ettiğimizde, ideal olana o denli yaklaşmış olacağız. İdeal olana nasılsa ulaşamıyoruz deyip 7

olduğu yerde bırakırsak, işin sırrını kaçırmış oluruz. Biz elimizden gel- diğince, öncelikle kendimiz üzerinden yaşamaya çalışarak mutedil bir şekilde hareket edeceğiz inşallah. Tek kanatlı kuş uçmaz, kuşun uçması için iki kanat gerek. Hem dünya hem ahiret, hem ümit hem korku, hem akıl hem duygu, hem kendi kıy- metini bilme hem tevazu... Bu arada bir not da düşelim, karşılaştığımız durumla ilgili: Panik yok, boş vermişlik de yok. Tedbir ve tevekkülle mü- cadele et. Dipnotlar: ¹ En’âm/153 ² Ahmed, III, 397 ³ Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meâli, ilgili âyetteki dipnot: Âyetteki “orta ümmet” ifadesi ile, âdil, seçkin, her yönüyle dengeli, haktan asla ayrılmayan, önder, bütün toplumlarca hakem kabul edilecek bir ümmet kastedilmektedir. ⁴ Bakara/143 ⁵ Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meâli, ilgili âyetteki dipnot: Ruhbanlık, insanlardan uzak- laşıp riyazata çekilerek dünya zevklerini terk etmek ve kendini aşırı bir şekilde ibadete vermek demektir. Baştan beri hak dinler böylesi bir aşırılığı onaylamamaktadır. Ruhbanlığı Hristiyanlar icad etmişlerdir. Hz. İsa’dan sonra gördükleri baskı ve zulüm sebebiyle bir kısım Hristiyanlar top- lumsal hayattan soyutlanarak, edindikleri özel mekânlara çekilmişler ve kendilerini ibadete ada- mışlardı. Zamanla bir yaşayış biçimi olarak, Hristiyanlığın bünyesinde yerleşen bu uygulamaya “ruhbanlık”, uygulayanlara da “ruhban” adı verilir. ⁶ Hadîd/27 ⁷ Yûsuf/53 ⁸ Mâide/32 ⁹ Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 27 ¹⁰ Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 4 ¹¹ Camiu’s-Sağîr, II/12, Hadis No: 1201 8

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] EVE DÖNÜŞÜN FOTOĞRAFI Adam yazdı: Evimdeyim. Uçsuz bucaksız belirsizlik -ki kesinlikle ebedî değil. Zira biliyorsun: Son belli, sonuç belli- yani seninle iken kendisin- den en çok şikâyet ettiğimiz şey var ya hani. Şimdi yapışıp kaldı bak paçalarımıza deve dikeni gibi. Ama sen de takdir edersin ki “hayırlısı” demek gerekiyor nihayetinde. Bu kelime olmasaydı şayet, ne geçip git- miş olanın ıstırabına ne de gelecek olanın ağırlığına dayanabilirdi insan zannımca. Neyse işte. Ben şimdi evimdeyim. Bolca çay içiyorum. Sen şimdi okuyunca kızacaksın bana belki ama üç gündür su içmiyorum. Söz olsun içeceğim, senin için yazdığım şu satırları bitirince. Evimdeyim ve dışarıya asla çıkamıyorum. Canım çok sıkılıyor kimi za- man. Daha ne kadar dayanırım bilemem. Kimi zaman bunun da bir nimet olduğunu anlayabiliyorum. Bu sıralar Ermeni musikisi ilgimi çekiyor. Önce Fars, sonra Yunan, ardından Gürcü derken sıra Ermeni musikisine gelmiş demek ki. Dillerin geçişkenliğine bir kez daha şaşırıp kalmama sebep olan “duduk” adını verdikleri üflemeli bir enstrüman kullanıyorlar eserlerinde Ermeniler. Aslına bakarsan şaşırılacak bir du- rum yok ortada. Yıllarca beraber yaşadığımız Yunanların “baklavâkî”- sine ya da “Greek yogurt”una neden şaşıralım ki zaten. Uzatmayayım. Sana tavsiyem: Şayet dinleyecek olursan asla mutlu olduğun bir anında dinleme bu parçaları. Okumaya da devam ediyorum elbette. Fakat neyi fark ettim biliyor mu- sun? Okuduğum her ne varsa, yıllardır sırtıma yükmüş meğer. Çocuk- luğumdan beri ilk kez yeniden Rasulullah’a hayranım mesela. Dedemin gözleri doluverirdi O’nun ismini her işitişinde. Ben ise her defasında çok şaşırırdım buna, anlam veremezdim bir türlü bu muhabbete. Allah 9

riyadan muhafaza buyursun ama ben de kendimi tutamaz oldum şimdi. Zaten sulu gözümdür ben, bilirsin beni. Epey zamanım oluyor. Satranç taşları ve sıradan bir topun dörtte biri büyüklüğünde bir top ile oynanan bir oyun keşfettik Zeynep ile. Ge- nellikle o beyaz taşları seçiyor, bense siyah olanları. İki rakip arasında karşılıklı iki metre kadar mesafe bırakmak gerekiyor. Sonra herkes kendi taşlarını dört parmak boşluk kalacak şekilde yan yana diziyor. Topu ilk kimin yuvarlayacağını belirlemek için taş-kağıt-makas oynuyoruz. Oyu- nun başlamasının ardından rakip taşların tamamını ilk kim devirirse, oyunu o kazanmış oluyor. Bir gün seninle de oynarız inşallah. E tabii günlerim bunlardan ibaret değil tümüyle. Bazen düşünüyorum, anım- samaya çabalıyorum, anımsadıkça keşkelerim ve şükrettiklerim peşi sıra geliyor. Yanı başımda uyuklamalarını hatırlıyorum mesela. Gözümü senden alamayışım, her iki dakikada bir heyecanla kalkıp rüyalarını an- latışın, gülüşün. Bir de Çamlıca’da, şehrin güneşi yutmak üzere olduğu bir anda, gazozunu yudumlarken hatırlıyorum seni. Ne güzeldin, ne de şirindin. “Ulan!” diyorum “niye yok gömleğimin cebinde gözlerinin fo- toğrafı. Rengini, güneşin yüzüne vurduğu tek anda görebildiğim.” Ve hepsinin ardından “Ne yapalım, çekmedik işte. Yok tek bir fotoğrafı.” diyorum. “Hayırlısı.” Adam duraksadı. Kalemini kağıdın üzerine yeniden götürdü ve “Sevgi- lerimle. Baban.” yazdı. Yerinden yavaşça doğruldu, tabaksız kullanılmış çay bardaklarının yüzeyini soldurduğu sehpadan sürahiyi kaldırdı ve kendine bir bardak su doldurdu. 10

TARİH DÜŞÜNCE 20 Mart 2020 Koronavirüs sebebiyle camilerimizde Cuma salâsı okunmadı, Cuma namazı kılınmadı 11

GEZDİM-GÖRDÜM Muhammed Fadlullah HANSU [email protected] UZAK BİR DİYAR JAPONYA Japonya ile Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası ortak bir kaderi paylaştı as- lında. İki ülkede de kalkınma harekâtı ve ardından yakınlaşılan / uzak- laşılan devletler oldu. Peki ne oldu da şimdi benzer durumda değiliz sorusu aklıma geldiği an dikkatimi daha da çekti Japonya. Tarihleri bo- yunca inişli çıkışlı ilerleyen serüvenleri boyunca dikkat çeken başka bir nokta ise söz konusu iki ülke arasında hiç sorun yaşanmamış olması. Politik ilerlemek istemiyorum aslında ama günümüzde Japonların nasıl bir yaşam sürdüğünü gezdiğim süre boyunca (Tokyo, Osaka, Kyoto ve Nara için ayırdığım 25 günlük gezi programım boyunca) gözlemlediğim kadarıyla anlatmak istiyorum. Japonların dini inanışları ve kültürleri: Halkın %90'ının Budist, Şintoist veya ikisinin birlikteliğinden oluşan dine mensup olduğu kaynaklarca belirtilse de Japonya nüfusunun yüzde kır- kından azınınörgütlü bir dine mensup olduğu söyleniyor. Yani halk, bir yandan atalar dininden gelen tanrılarına (kami) ibadet etmeye devam edip diğer yandan kendilerini şintoist olarak tanımlıyor. Bu durum ülke- 12

de dini bir boşluğun olduğunu gösteriyor. Kısacası, insanların çoğu dua ediyor ama hayatlarını düzenleyen bir dine tabi olmuyor. Kültürel yaşama gelecek olursak;Her tapınağın bir tanrısı ve her ma- hallenin bir ana tanrısı olduğu; mahallelerinde birleşimiyle şehri temsil eden bir ana tanrının olduğu söylenebilir. Ama bundan daha da ilginç olanı, her tapınağın içinde farklı bir tanrının kendine ait evi olması ve o tapınağı temsil etmesidir. Mesela, bir tapınağın tanrısı Şimşek Tanrısı iken bir başka tapınağın tanrısı Evlendirme Tanrısı olarak adlandırılıyor. Mesela bu tapınak Evlendirme Tanrısına sahiplik yapıyor. Evliliği düşü- nen kişi bu tapınağa gelip dua ediyor ve tılsımlar alıp fotoğrafın sağında görünen tahta çubuklara asıyor. Dua etmenin ise farklı bir anlayışı var. Tanrının evinin önündeöncelikle kıymetli eşyalar, ardından ucunda zil olan bir halat ve aşağıdaki fotoğrafta görebileceğiniz gibi sadaka kutusu tarzında bir kutu bulunuyor. Dua etmeden önce paranızı o kutuya atıp zili halat yardımıyla çalıyor ve tanrıyı uyandırmış oluyorsunuz. Tanrıya edeceğiniz duanın ardından elinizi üç defa birbirine vurarak ortamdan ayrılıyorsunuz. Japonların ibadet geleneği ayinler ve törenler dışında genelde bu şekilde. 13

Kültüre değinmişken sizlere şunu söylemek isterim. Japonlar yaşamları boyunca bir karınca yuvası sistemine göre eğitiliyor ve çalıştırılıyor. Me- sela çocuklar (4-5 yaşlarında) her sabah evlerinden alınıp vagonlarla anasınıfına götürülüyor. Ortaya sevimli bir görüntü çıksa da bu tablo bize çocukların ileri yaşlarda metro vagonlarında topluma adapte ola- cak kişiler olarak eğitildiğini gösteriyor. Japon halkını karınca sistemine benzetmemin bir diğer sebebi ise yuva motifi. Fotoğrafta Shinjuku metro istasyonu görüyoruz. Burada görü- nen binaların hepsi yerin altında birleşip farklı bir alem oluşturuyor. Bu metro istasyonunu günde ortalama 16 milyon insan hiçbir sıkıntı yaşamadan kullanıyor. 14

Tokyo'da caddelerde gördüğünüz insanların 2 katı kadarını da yerin altında düşünmek gerekiyor aslında. Metro istasyonuna giderken yo- lunuzun üstünde restoranlar, eğlence merkezleri, giyim sektörü mağa- zaları ve daha nicelerini görmek mümkün. Kısacası yerin altına da bir hayat inşa edilmiş diyebiliriz. Dikkatimi çeken bir diğer unsur ise şehirde gürültü kirliliği ve zararlı duman (sigaradan bahsediyorum) görülmemesidir. Tokyo'da çok katı olarak uygulanan bir yasak var; sokaklarda sigara içmek. Sadece etrafı çevrilmişözel alanların bulunduğu bir bölgede sigara içmek mümkün. Bu durum ise bana, sigara içen insanlara 2. sınıf gözüyle bakıldığını his- settirdi. 15

Bir ada ülkesi Japonya Bu başlık altında Japonya'da çektiğim en büyük sıkıntıyı açıklayaca- ğım, İngilizce konuşamama. Neredeyse 1800'lere kadar kapalı bir ülke olarak kalıp kendini saklamayı başarmış, ardından da dünya ile tanış- maya başlamış bir ülkeden bahsediyoruz. Ben İngilizceme güvenerek yola çıkmama rağmen Japonların da aslında biz Türkler gibi ingilizce konuşma konusunda büyük sıkıntılar çektiğini tecrübe ettim. Tabii bazı kişilerle iyi anlaşsam da bunlar az sayıdaydı. Japonlar “işinde gücün- de” denebilecek insanlar ve ülkelerinden dışarı çıkmadıkları sürece bu sorunu yaşayacaklar sanırım. Aynı sorunu Rusya'da da yaşamıştım. Sovyet Rusya sistemi sonrası halkın yeni yeni evinden çıkması sonucu Rusya'da İngilizce'den çok Türkçe konuşmak zorunda kalmıştım. Ormanların arasında gizli bir şehir; Tokyo İlginç, hemde çok ilginç. Doğaya önem verdiğini söyleyen birçok Avru- pa ülkesini de gezmiş olmama rağmen dünyada bu denli doğayla iç içe yaşayan bir başka ülke görmediğimi söyleyebilirim. Tokyo'yu ormanla- rın arasında gizli bir şehre benzetmemin sebebiyse bir parka girdiğiniz zaman şehrin merkezinde bile olsanız şehir yaşamını unutup kendinizi bir anda doğayla iç içe bulmanız. Betonlaşmış yığınların kalabalığından kaçmanın sadece 5-10 dakika yürümenin ardından mümkün olduğu bir yerden bahsediyorum. Koishikawa Korakuen Gardens'dan, yani şehrin tam göbeğinden. 16

Parklardan bahsetmişken aklıma örümcek ağları ve merkezinde konak- layan büyük örümcekler geldi. Etrafınızda görebilme ihtimaliniz olan ve kimseninde rahatsız olmadığı örümcek ağları. İlginç ama yine de ora- da duruyorlar. Tıpkı örümcek ağları gibi,Asya kültürünün izlerini de her yerde görmek mümkün aslında. Bir patronun işçisine istediğini yapabil- diği, çalışma şartlarının gözle görülür derecede istismar edilmediği sü- rece zorlandığı ve her daim büyüğe öncelik verilen bir sistemin izlerini de görmek mümkün bir yandan. Ama büyük bir farkla; bu saydığım şey- ler topluma birileri tarafından dayatılmıyor, toplum bunları benimse- miş ve erdem olarak kabul etmiş. Mesela, işi bitmemiş ve mesaisi biten bir kişi gece yarısına kadar da olsa masa başı çalışır ve o işi bitirir, mesai ücreti de almaz. Çocuk sahibi olan veçalışan bir anne çalışmayı kendi is- teğiyle bırakır (parantez açalım; evin erkeği kazandığı maaşı direkt evin hanımına verir ve evin hanımı ev ile ilgili tüm harcamalardan sorumlu olmakla beraber bu maaş içinden evin erkeğine de harçlık vermektedir) ve çocuklarını büyütmek için mesai harcar. Her yerde sıklıkla bisiklet kullanılmasının yanında özellikle çocuklarıyla birlikle bisiklet kullanan anneler göze çarpmaktadır. Sokaklarda kültürel kıyafetleri olan ki- mono ve yukata giy- miş çifleri görmekde mümkün. Yani kendi kültürlerine bağlı ve bunu da yaşamaktan çekinmeyen bir top- lum var karşımızda. 17

Japon Dağları Bir ayrıntı ile başlamak istiyorum. Japonlar Fuji Dağına saygılarından dolayı Mr. Fuji diyorlar, bu sizi Bay Fuji adında bir kişinin varlığı yanılgısı- na düşürüyor. Seyahatim boyunca Fuji dağına çıkmak istesem de nasip olmadığından dolayı sonraki gelişime (5 ay sonrasına yani şimdilere) er- telemek zorunda kaldım. Ama şunu söylemem gerekir, Japonlar yeşillik ve dağlık alanların bitkisine ve doğasına dokunmamış, o güzelliği do- ğaya ve insanlığa armağan etmişler. Bu sebepten dolayı küçücük evler- de kalıp yüksek miktarda kira ödemek zorunda kaldıklarını da görmek mümkün. Kyoto'da İnari Tapınağına çıkma fırsatım oldu. Çıkması olduk- ça zor çünkü dağa tırmanmaya başlıyor ve merdivenlerin bitmediğini gördüğünüzde de yorgunluğunuz sizi zorluyor. Ama durumun çok güzel bir yanı daha var; doğaya dokunulmamış olması ve doğanın arasından doğayla uyumlu bir yolun size eşlik etmesi. 18

Kyoto'nun mistik Japon Tarihinde Başkent olması sebebiyle orada tarihi ve göze hitap eden birçok yapıyı bulmak mümkün. Tokyo’nun aksine bir kültür şehri olarak kendini koruyabilmiş ve bina yığını olmamayı ter- cih etmiş Kyoto. Evler genelde 2 katlı müstakil evler olmakla beraber şehrin ortasından akan nehrin yanında dinleme imkanıyla huzurlu bir gezi ritmi yakalayabilirsiniz. Bu arada eğer Kyoto Belediye Binasını ziya- ret etme fırsatınız olursa orada Türklerin Japonlara sunmuş olduğu bir teşekkür ve kardeşlik anıtının olduğunu farkedeceksiniz. O anıtın Kon- ya-Kyoto kardeş şehirler kapsamında Konya’ya yapılan Japon Parkına ithafen sunulan bir hediye olduğunu da belirtmek isterim. Nara'nın Sokak Ceylanları Evet sokak ceylanları dedim, sokak hayvanları deyince akla he- men kedi köpek geliyor ama Nara’da ceylanlar olduğunu öğren- diğimde, Kyoto'da konakladığım misafir evinden emanet aldığım bir bisklet ile sabah saatlerinde Nara'ya (aralarındaki uzaklık 50km) yola çıktım ve gece geri döndüm. Bu süre içerisinde hem japon köylerinin kültürünü koruduğunu hem de şehrin dışındaki kırsal yaşamın kendisini kaybetmediğini görme fırsatı yakaladım. Nara'ya vardığımda beni bir süpriz bekliyordu. Eğer bir gün siz de giderseniz sokaktaki ceylanları sevmeyi ve onlara ağaçlardaki sararmış yapraklardan ikram etmeyi unutmayın. 19

Liman Şehri Osaka Bir liman şehri olan mistik Japon tarihinin başken- ti olan Kyoto’nun hemen Güney-Batısında kalan bir şehir Osaka. Osaka Kalesi ise Şehrin ikonik simgele- rinden biri haline gelmiş. Gezerken eğlendiğim fakat gezmek için 3 günden fazla ayırmak istemediğim şehir- lerden oldu kendisi. 20

Bu şehri gezerken bir tapınağın mezarlığından bir fotoğraf çekmiştim ve sizlerle paylaşmak isterim. Kısaca özetleyecek olursam; Resimde görünen gökdelen, boyu 300 metreyi bulan -Osaka'nın simgesi-Abeno Harukas Gökdeleni, hemen önünde duran kulübe ise Shitennoji Tapı- nağı'na ait bir yapı. Fotoğrafı çektiğim yerShitennoji Tapınağı'nın me- zarlığı. Fotoğrafın çekildiği nokta ise bir mezar taşının içine konulmuş ve yanıp sönmüş olan bir mumun hemen önü. Gökdelenin arkasından batan güneşin mezarlığa vuran ışıkları, bana büyük insanın küçülerek bir mezara sığan macerasını hatırlattı diyebilirim. Anime ve Manga Animeyi çizgi film, mangayı ise çizgi roman diyerek açıklamak mümkün. Japonların kendi kültürlerini dünyaya pazarladıkları birer araç olarak görüyorum anime ve mangaları. Öncelikle çizgi film şeklinde olmaları ve tıpkı bir dizi gibi konuların ele alınması kendi başına bir cazibe oluş- tururken dünya çapında büyük bir kitleye hitap ettiğini belirtmem ge- rekir. Sırf bu kültürün etkisine kapılıp Japonya'ya seyahatlerde bulunan birçok kişinin var ve Japonlar içinde bu kültürün yeri ayrı. Bir çoğunu metrolarda kitap okumakla meşgul sandığımız Japonların aslında elle- 21

rindeki telefon ve tabletlerle oyun oynadığını veya manga okuduğunu gördüğümde bize sunulan Japon kültürünün tam olarak doğru olma- dığı anlamıştım. Birçok reklam panosunda görmeye alışık olduğumuz reklamların değil de anime görsellerinin bulunmasından bu durumu algılamamız gerekir aslında. Sokaklarda cosplay yapan gençler görmek de burada ayrı bir kültürün varlığını bir kez daha gösteriyor. JAPONYADAN TATLI ANILAR Momoka ile bir gün Bir kültürü tanımak için o kültürün yetiştirdiği kişilerle tanışmak gerekir. Bende bu doğrultuda seyahatim boyunca Tokyo'da Momoka, Osaka'da Takuro ve Yaşlı Ossan ile tanışıp, muhabbet edip güzel anılar biriktir- dim. Öncelikle Momoka ile bir Kedi Kafe'sinde buluştuk. Kedilerle bir arada olmak ücretli ama içecek ücretsiz. Ardından içinde jelatin top- cukları olan bir kahve ısmarladı kendisi ama jelatinin içeriğini bilmedi- ğim için kahveyi çöpe atmak zorunda kaldım. Tokyo sokaklarında gezip meşhur yerlerde fotoğrafçektirdikten sonra parkların kapanmış olması ve oturacak bir kaldırım bulamadığımızdan dolayı ayrıldık. Kısa ama gü- zel bir gündü diyebilirim. Momoka'nın Tokyo Ulu Camii’ne gittiğini ve abdest alarak ibadetimizi denemeye çalıştığını öğrendiğimde şaşırmış- tım. Sonradan bu durumun Japonlar için normal olduğunu, Avrupa gibi islamofobinin yayılmadığını ve bir arayış içinde olduklarını anladım. 22

Osaka'da Takuro ile akşam yemeği Osaka'da Takuro ile akşam yemeği için merkezi bir yerde buluşmak üze- re anlaştık. Kendisi benle yaşıt olmamasına rağmen sakalsız, bıyıksız olduğu için çocuksu duruyordu. Takuro ile Osakanın en meşhur ramen- cilerinden birinde ramen yemek için oturduk. Momoka ile olan anım- dan ders aldığım için Takuro'ya helal hassasiyetimi mantık ölçüsünde güzelce açıklamış ve ramen yiyemeyeceğimi söylemiştim. Sonuç ise beni de sevindirdi açıkcası, bir ramen fiyatına sebzeli çorba içmek de güzeldi. Bu arada kendisine yemeğe başlamadan önce üç kez besmele çektirmeyi başardım. Üç besmele bir şehadet eder mi bilmiyorum ama dikkatini çekmiştir umarım. Neyse, yemeğin ardından SEGA'nın büyük game centerlarından birinde atari benzeri oyunlar oynamak çok eğlen- celiydi. Günü Usain Bolt temalı meşhur sağlık reklamının önünde fotoğ- rafçektirerek sonlandırdık. Ossan’la Origami Bir parkın ortasında gezmekten yorulmuş bir şekilde bank ararken gö- züm bir amcaya çarptı. Amcanın da ilgisini çekmiş olmalıyım ki o da 23

bana doğru gelmeye başladı. Amca yanıma gelerek benle tanıştı ve ar- dından yanındaki ekipmanlarıda göstererek yakındaki bir banka otur- mamızı tavsiye etti. Bu durum benim için güzel bir fırsattı çünkü Ossan bana origami yapmayı öğretecekti. Samuray kaskı, kuğu, top ve daha nice origami stillerini bana öğretti. Amca her sabah evinden 4 km ya- kınındaki metro istasyonuna bazen bisikletle bazen de yürüyerek gelip oradan metroya biniyor ve şehir merkezine geliyormuş. Hoş bir sohbe- tin ardından ayrılmaya karar verdik ve metro istasyonuna kadar bana eşlik edebileceğini söyledi. Ossan’la beraber metroya kadar giderken onun beni bir tapınağa götürmek istemesinden ancak tapınağın kapalı olması ile kurtulabildim. Açık bir şekilde olmasa da üstü kapalı bir dine davet eğilimi gösteriyor yaşlılar. 24

Budizme Davet Edildim Öğle namazını kılma amacıyla bir camiye doğru çıktığım yolda 3 yaşlı teyzenin bana seslenmesi üzerine duraksadım. Teyzelerle telefondan çeviri kullanarak anlaşıyorduk, bana tempura (Japonlara özgü helal olmasıyla dikkatimi çeken bir nevi sebze kızartması) yemek istermisin diye sordular. Haliyle şaşırdım ve neden olmasın deyip teyzelere eşlik ettim. Teyzelerin beni bir restorana götürmesini beklerken 3 katlı bir binanın içine girmiş ve içinde ayin düzenlenen bir salonun önüne gel- miştik. Teyzelere tempurayı sormama rağmen “budizm dikkatini çeker mi?” diye sordular. Kendimden emindim, “Do you want to eat tempu- ra” demişlerdi. Temple yani tapınak dememişlerdi. Yanlış anlamış ola- mazdım. Tempura ile temple benzerliği karşısında bir hataya düşmedim diye kendimi teyit ettikten sonra, “tempura yemek istiyorum,” deme- me rağmen salonda ayin olduğunu bahane göstererek tekrar “budizm dikkatinizi çeker mi?” diye sordular. Aslında dine davet edilmenin ve özellikle budistlerin dine davetinin nasıl olduğunu merak etmeye baş- lamıştım. Sonra fazla vaktiminde olmadığını belirtmemin üstüne 7 da- kikalık bir video izletmeyi önerdiler. Israrları üzerine kabul etmiş bulun- dum ve bilgilendirme videosunun sonunda elime tespih takılmış olarak buldum kendim. Anlamını bilmediğim bir cümleyi üç kere tekrarlama- mı istediler benden. Bili- yordum bu cümle şeha- det getirmekle benzer bir yapıdaydı ve ısrarla bu cümlenin manasını sordum. Teyzeler ısrar etmekten, bende sorgulamaktan vazgeçmeyince açık bir şekilde müslüman oldu- ğumu ve eğer beni bıra- kırlarsa Konya’daki ilahi- yatçı arkadaşlarıma onla- rı önereceğimi söyleyerek beni bırakmalarını sağla- dım. Teyzeler benim için üzülmüşlerdi, kendi ara- larında benim hakkımda yazık oldu, şimdiki gençler de hep anime için geliyor gibi ithaflarda bulunarak konuşurlarken az da olsa japonca anla- mam sayesinde bu sohbeti tebessüm ederek dinledim ve ardından bir hatıra fotoğrafı çektirerek vedalaştım. 25

DOSYA Zeynep Sena YILMAZ [email protected] YORDUM/YORULDUM Kahkahaları yordum önce. Bir tebessümlük şakalara gözlerimden yaşlar gelene kadar gülerek. Hüznü yordum sonra. “Bu da geçer ya Hu!” diye- ceğim işlere günlerce gözyaşı dökerek. Sevgiyi yordum çekinmeden. Ona, sana, ağaca, kuşa, sevdiklerime, her- kese bir ömür yetecek olanı iki güne sığdırıp, birçoğundan esirgeyerek. Zalimlere, kötülüklere akıtacağım nefreti yordum, ufacık şeylere püs- kürerek. İbadetleri yordum sonra. Belli geceleri onlarla geçirip, diğer günler en asgari olanı yapmakla yetinerek. Dualarımı yordum en çok. İstediğim şey verilene ya da sıkıntılarımdan kurtulana kadar dilimden düşürmeyip, selamete çıkınca dudaklarımı kurutarak. Sadakalarımı da yordum bu arada. Bir gün elimde avucumda olanı ve- rip, aylarca cimriliğe boyun eğerek. İyiliklerimi çok üzdüm. Onları sadece bana iyilik yapanlara hasrederek. Tövbelerimi yordum. Eski günahlarımı dipdiri bekleterek. Kitaplarım da yorgun. Birçoğunun aksine raflarda tozlanmak istiyorlar sanki. Yordum onları yedi günde yedisini okuyup, üç hafta hiçbirine eli- mi sürmeyerek. Belki de en çok popüler olanlarına meyledip, diğerleri- nin yüzüne bakmayarak yordum, kim bilir?! Kendilerine ne şiirler ne sözler ne dersler yazacağım heyecanıyla aldı- ğım defterlerimi yordum. Birkaç sayfasını karalayıp gerisini boş bıraka- rak. 26

Kıyafetlerim bekliyor dolaplarda. Eskimeden hiçbiri, yenilerini alarak yordum onları da. Sağlığımı yordum çokça. Bir gün canımın istediği ne varsa yiyip ertesi gün pişmanlıkla iki lokmaya tamah ederek. Uykumu yordum. Açılmak isteyen gözlerime saatleri hapsederek. Göz- lerimi yordum sonra. Kapanmak istese de uyumasına izin vermeyerek. Kelimeleri yordum ben. Hâlimin izahına yetecek olandan fazlasına mey- lederek. Belki hiç söylenmemesi gerekenleri fütursuzca sarf ederek. Hayallerimi yordum, uğramaz oldular artık. Her geldiklerinde ağızlarına bir parmak bal çalmamdan bıktılar. Günlerce aç bırakmama artık daya- namadılar. Birçok şeyi yordum ben. Ama en çok da ben yoruldum. Hep yüksekle- re çıkıp diplere atlayarak boğuldum. Belki de en çok DENGE kelimesini yordum, yokmuş gibi davranarak. Gelip yardım etmek istedikçe onu ha- yatıma sokmayarak. Oysa bir tebessüm bir ömür boyu yeterdi. Kahkaha ve hüznün arasındaki denge oydu. Sevdiğimi ölçülü sevip nefret ettiğimden ölçülü nefret edebilseydim eğer, dost bahçem kilitli kalmaz, sevgi ve nefret bu kadar yorulmazdı. İbadetlerimi az da olsa nafilelerle süsleyip devam ettirseydim, yorul- mazlardı. Belki de en çok yapmak istediklerimi, işlerimi yordum. Onları ibadet kabîlinden görmeyerek. Aza talip olmaktan mı korktum bilmem. İstikrarlı olsaydım ben de kalır mıydı hayallerim? Bir çiçeği sular gibi günbegün devam etseydim çalış- maya, beni terk ederler miydi yine? Az yesem sağlığım, az uyusam gözlerim, az konuşsam kelimelerim inci- nir miydi benden? Ben bu kadar yorulur muydum itidalli olsaydım? Bana ömür boyu yete- cek olan limiti bu kadar dengesiz kullanmasaydım. Takat yoruldu yorgunluğumun altında. Yorgunluk bile yoruldu kendin- den. Bir denge bekliyor hayatım, her şeye başlamak için yeniden. 27

ÖYKÜ Esma ŞAFAK [email protected] İLKİN SON OLMASI TRAJİKTİR Kadın, her sabah aynı saatte balkona çıkar ve yarısı suyla dolu bir bar- dağa iki dal sakız çiçeği bırakırdı. Anlamsızdı. Ama daima aynı saat, aynı çiçek, aynı bardak… İstisnasızdı. Sürekli tekrarlanan anlamsız hareket- lerin kazandığı bir giz vardı. Kadının adı Güzide olmalıydı, belki de Gülfem. Gülendam olsa ne güzel olurdu. Ne güzeldi. Şakaklarındaki bukleler artık aşağı doğru inmeye başlamıştı, saçlarının kıvrımları gençliğindeki kadar keskin değildi.Fakat hâlâ ne güzeldi. Güzel kadınların adları kötü olmamalıydı ve en azından güzel kadınlar bekletilmemeliydi. Bu, acı bir öykü olacak belli. Her sabah aynı saatte balkonuna iki dal sakız çiçeği çıkaran kadın bugün de balkonda. Eğer temiz olmasına rağmen her gün balkonunu tekrar yıkamak için oraya çıksaydı bu, obsesif bir kadının hikayesi diyebilir- dik. Bardak yerine saksıları çiçeklerle doldursaydı doğayı evine taşıyan tipik bir Anadolu kadını olarak başlayabilirdi. Sandalyesini altına çekip sabahtan akşama yoldakileri gözetleyen meraklı bir mahalle kadını da işimizi çok kolaylaştırabilirdi. Fakat o, bunlar değildi. Elimde, ona tanı- dık elbiseler giydirmeme yarayacak çerçeveli hareketleri yok. Sadece farklı. Her gün; elinde bardak, bardakta su, suda çiçekler. Bu kadar çiçe- ği nereden bulurdu? Bu sorulmamalıydı. “O bir karakter ve çiçekler de aslında yok,” dememeliydim. Bu, iyi bir öykü olmayacak belli. Sokaktan geçenler olurdu. Her sabah aynı saatte balkona çıkan kadının koyduğu iki dal sakız çiçeğine bakarlardı. 28

_Nasılsın? diyebilirlerdi. Belki o da o zaman ; _İyiyim, derdi. Demezdi. İyi değildi ama bu sorunun cevabı “kötüyüm” de olmazdı. _Neden yapıyorsun bunu? diye sorabilirlerdi. Belki o da o zaman anla- tırdı. Anlatmazdı. Anlatsaydı bu bir giz öyküsü olmazdı. Yazar ona sus- malısın demişti. Yürümeye devam ederken tahminler yürütebilirdi yoldan geçenler. _ Kızını gencecik yaşında kaybetmiş de onun için koyarmış bunları. _ Yok annesinden hatıra kalmış diyorlar. _Ben, kocası eve getirmiş bu çiçeği de onun ölümünden sonra her gün elinde bardakla çıkar olmuş zavallı diye duydum. Belki biri tutardı. Ama sormazlardı ve bir senaryo da yazmazlardı. Yol- dan geçenler sadece yoldan geçip giderlerdi. Mahalleye yeni taşınmış bir kadın değildi o. Yıllar vardı görürlerdi. İstisnasız hareketi, onların ha- yatının normali olmuştu. Yüce meraklarını cezbedecek bir sıra dışılık yoktu. Bu, sonuna kadar okunan bir öykü olmayacak belli. Bütün mahallenin birbirinden habersiz bekledikleri ve geleceğini bil- dikleri son geldi. Her sabah aynı saatte, elindeki bardakta iki dal sakız çiçeğiyle balkona çıkan kadın o gün çıkmadı. O gün, son kalan çeyiz sandıklarından biri daha kapanmamak üzere açıldı. Meraklı çocuklar da ölü evinin sessizliğini bozmadan usulca annelerinin kucağına yerleşti. Çemberinde gül oyalar, kadifeden yastıklar, japon işi kanaviçeler, ağır dantelli çarşaflar… Hepsi tek tek kaldırılıp oymalı ceviz sandığın sonuna gelindiğinde; üzerine iki dal çiçek işlenmiş beyaz bir mendil göründü. Çiçeğin adı tahmin edilebilir, bu kısımda giz çözülecek. Mendilin katları yabancı eller tarafından acelece açıldı. İlk kez titreme ve nezaketten eser yoktu bu ellerde. İlk kez işlemeler ıslanıp beyazına ince bir kırmızı karıştırmadı. Açılan her katla beraber bir fotoğraf gün yüzüne çıkmaya başlıyordu. Ve her açışta kucaklardaki çocukların şaşkınlığı bir kat daha artıyordu. Önce simsiyah bir el ve sonra onunla aynı siyahlıktaki gömleği. Çıkan yüz; oluşan ambiyansın altında kalmıştı, bir asker fotoğrafı daha ro- 29

mantik olabilirdi. Asker yoktu. Büyük bir dağın önünde duran, panto- lon pililerine kadar kararmış bir adam vardı. Fakat yüzü beceriksizce bu karalıktan arındırılmış. Dişleri, fotoğraftaki tek beyazlık. Güzel gülüyor. Belki resmin tamamına aynı anda bakılmış olsaydı ilk dikkat çeken şey gülüşü olabilirdi. Bu kara adam komşu kadınların ellerinde tek tek gez- di, evirilip çevrildi. En son fotoğrafın arkasında bir yazı fark edildi: “ Çok özledim gülgüzeli. Sağlığım sıhhatim yerinde. Bazı günler dağın içindeyken yer öyle bir sallanıyor ki herkes kaçacak yer arıyor. Ben gü- lünce de öylece yüzüme bakıyorlar. Ben alışığım diyorum sallanmaya memleketten, beşik gibidir bizim oralar. Hiç korkmuyorum. Yalnız çok özlüyorum. Geriye saymaya başladım artık, on sekiz gün sonra kapınıza geleceğiz. Yan mahalleye taşındık yazmışsın. Balkona iki dal sakız çiçeği çıkar ben seni bulurum. Sağlıcakla.” Aynı fotoğrafın arkasına farklı el yazısı ile bir cümle daha iliştirilmişti: “ Hep geriye sayıyorum ama hiç eksilmiyor.” Bu; her gün aynı saatte, elindeki bardağa bırakılmış iki dal sakız çiçeği ile balkona çıkan kadının öyküsü. Ve balkondaki çiçeklerin sonu. 30

PORTRELER Ayşe KAYA [email protected] “Portreler” uzun zamandır düşünüp yenice yazmaya başladığımız güzel bir başlığımızdır. Dergimizin bu bölümünde birçok şahsiyeti inceleye- ceğiz. Bu incelemeyi salt bir biyografi yazısından ayıran farklılığın; be- lirlediğimiz ismin hayat hikâyesinden kendimize çıkaracağımız dersler, edinilen tecrübeler olacağını umuyoruz. Çünkü derdimiz “biz”e kalacak olanladır. ÇİÇEK DÜRBÜNܹ Köşemizin ilk konuğu Ayşe Şasa ile gönül hanenize misafir olmaya gel- dik. Geldik diyorum çünkü hem adaşım olan hem de bende ayrı yer edinmiş Ayşe teyze ile beraber yazıyorum bu yazıyı. Yanı başımda pa- muk elleriyle saçlarımı okşadığını hissediyorum, mütebessim çehresiy- le içimi aydınlattığını görüyorum sonra. Hadi artık başla diyor bana, şu kelimeleri kullanmayı ihmal etme… 31

Doğumu ve Aile Yapısı Ayşe Şasa 1941 yılında Amerikan Hastanesi’nde doğuyor. İstanbul’un zengin iş adamlarından Avni Şasa ve Melike Şasa’nın ilk çocukları, aynı zamanda Hamidiye zırhlısı ve komutanı Rauf Orbay’ın yeğen çoçuğu- dur. Çerkes bir aileden gelen Melike Hanım, pederşahi (ataerkil) etkiler altında olduğu için erkek çocuk doğurmayı beklerken, bir kız doğurdu- ğuna çok üzülüyor ve süt vermekten bile kaçınıyor ilk zamanlar. Ayşe Şasa bu anekdotu anlatırken “yalnızlığı”nın doğumuyla beraber başla- dığını söyler. Avni Bey ve Melike Hanım’ın kuşağı bir tarafta geleneğe bağlı, bir taraf- ta Batı’yı idealize eden… Yerli olan pek çok şeyi hafife alan ve asrî olan her şeyin istisnasız iyi olduğunu düşünen bir kuşak… Bu zihniyettekiler için; Tanzimat’ın olumsuz etkilerinin devam ettiğini ve dönemin kafa karışıklığı ve değer karmaşasından nasiplerini aldıklarını söyleyebiliriz. Mürebbiyeler Rejimi Dönemin modasına uyan ebeveynler, doğduğu andan itibaren bebek- lerini bir mürebbiyenin eline teslim ediyorlar. Bir nevi dadı gibi. La- kin farklılığı şurada: Çocuklarının ‘gerçek bir Batılı’ gibi yetişmesi için, ebeveynin mürebbiyeye tam bir itimat içinde olması gerekmektedir. İlk mürebbiyesi Macar Yahudisidir ve Ayşe Şasa’ya beş yaşına kadar eş- lik eder, bir nevi annesinin yerini tutan kadın diyebiliriz. Aşırı disiplinli, yalnızca Almanca konuşan biri olduğu için şu cümleleri söylüyor Ayşe Şasa: “Frau’dan ana olunca, ana dilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları Türkçe öğrenmek epey zamanımı alıyor ve zorlanıyorum.” Doğumundan başlayarak aşağı yukarı on-on iki yıl değişik mürebbi- yelerle geçiyor Ayşe Şasa’nın çocukluğu. Hristiyan yahut Yahudi olan bu mürebbiyeler İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçıp geldikleri için savaşın acılarını taşıyorlar ve geceleri radyo dinleyip Hitler’den ve Nazilerden; savaşın felaketinden, ölümden, diri diri gömülenlerden konuşuyorlar. Dört yaşında; ölüm nedir, gömülmek nedir bilmeyen bir çocuğun ya- nında dehşet verici bir şekilde anlatılan bu sahneler, onun şuuraltında, uzun süre hayatını çok kötü bir şekilde etkileyecek derin bir tesir bıra- kıyor. Sadece bunlar değil elbette. Mürebbiyelerin disiplin (!) anlayışla- rı da travmalarla dolu bir çocukluk geçirmesine sebep oluyor. Mesela aralarında; ciğerleri açılsın diye kışın kara yatıranı, hastalandığı zaman geceleri ağlamaya bırakanı, yalan söylüyor iddiasıyla dudağına tentür- 32

diyot süreni var. Bu dönemde “Batılı” yetişmesi için bale, piyano, yabancı dil dersleri aldırıyorlar. Ama bunun yanında kendi geleneğimize dair hiçbir manevi ve dini telkin yok maalesef. Onun yerine, mürebbiyeler kendi inançla- rını ön plana çıkarıyorlar. Mesela bir mürebbiyesinin kendisine Lieber Gott (Almanca Tanrı) kavramını aşılamasıyla, Tanrı’sına gece gündüz yalvarıyor; annesini babasını görebilmek için, onların kendisine yakınlık göstermeleri için… Başka bir mürebbiyesi kiliseye götürüyor onu, çar- mıha gerilmiş İsa önünde mum dikiyorlar. Hayatında İslam’a dair bir kı- rıntı arıyoruz ve karşımıza çıkan ilk anekdot şu oluyor: Bir Ruh Macerası kitabında “Kandil geceleri, Ramazan, bayramlar uğramaz mıydı sem- tinize?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Kupkuru; ritüel var, fakat hiçbir mana yok… Kurban bayramında kurban da kesilmezdi zaten. Bayram ritüelimiz büyüklerin ellerini öpmeye gitmekten ibaretti… ”(25) Bu kü- çük anekdottan bile kendimize, “Bugün, bayramlarımız bizim için sıra- dan bir ritüel hâline mi geldi? Küçüklerimiz için bu bayramların anlamı sadece şeker ve harçlıktan mı ibaret?..” gibi sorular sorabiliriz. İlkokul ve Ortaokul Yılları Ayşe Şasa’nın ilkokul yılları başlıyor. Derslerinde çok başarısız; ezik ve zavallı bir öğrenci profilinde. Hatta başarısız olduğu için lakabı “Aptal Ayşe”ye çıkıyor. Müthiş bir yalnızlık çekiyor. Akşamları panik atak ve baygınlık geçirmeye başlıyor. Aile doktoru, “Bu çocuk enteresan gözük- meye çalışıyor; nöbet geldiği zaman hiç ilgilenmeyin, kimse dönüp bak- masın.” dediği için herkes sırt çeviriyor ona. Yalnızlığı ve dışlanmışlığı iyice katmerleniyor. En acısı da yine bu yaşlarda, bir kâğıda “Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” diye bir not ya- zıp şişeyi denize atmasıdır (54). İlkokul bittikten sonra şimdiki ismi Robert Koleji olan Arnavutköy Ame- rikan Kız Koleji’nde yatılı olarak eğitim hayatına devam ediyor. Giriş im- tihanında ve zekâ testinde dördüncü oluyor. Kendisi için epey şaşırtıcı olan bu başarıyı kimse umursamıyor. “İlkokuldaki ‘geri zekâlı’ oluşumun (!) farkında olmayan ailem başarımın da farkında değiller.” (56) diyerek bu durumu dile getirmiştir. Kendisi bu dönemde hocaların gözdesidir. Öz güveni artıyor, insanlara katılma arzusu ona müthiş sosyal canlılık kazandırıyor. Aslında bu süreç onun için çok heyecan verici, uzun za- mandır hırpalanmış benliğini tamir eden şeyler. Artık farklı bir statüsü var, korku ve ezikliğin yerini büyük bir yaramazlık, entelektüel bir sor- 33

gulama alıyor ve gıpta edilen birisi hâline geliyor. Ama burada da bir pa- rantez açacak olursak; yalnızlığın ve dışlanmışlığın farklı bir boyutunu yaşıyor. Zira zekâsının yüksekliği ve devamlı lider konumunda olması, onu çekinilen biri hâline getiriyor. Amerikan Koleji’nin (Robert Koleji) Eğitimi Amerikan Kız Koleji menşei itibariyle bir Protestan okulu, bir misyoner okulu da diyebiliriz. Genel eğitim siyaseti, hümanist felsefenin çocukla- ra aşılanmasıdır. Hatta “Humanities” adlı dersleri de var; bu ders, insan ve insanın ürettikleri dışında bir kutsal tanımıyor. Gelenekle bağını doğ- ru dürüst kuramamış insanlar da, geçmişiyle bağının büsbütün kopma- sına sebep oluyor. Onun yerine sanatı, bilimi ve felsefeyi putlaştırıp din hâline getiriyor. Verilen bu rasyonalist eğitim karşısında kendini dünya edebiyatının klasiklerinde ve felsefe kitaplarında arıyor Ayşe Şasa. Vir- ginia Woolf, James Joyce, Kafka, Camus, Sartre kitapları üzerinden nihi- listçe bir dünyaya doğru kaymaya başlıyor. Yıllar sonra bu durumu “Ken- di muhteşem klasiklerimizi kavrayamadan modern edebiyata dalmanın ne büyük çöküntülere sebep olacağını çok sonradan fark edeceğim.” şeklinde dile getirmiştir. Küçük yaşlarından itibaren âlemdeki varlığının sebebini, çevresinin özelliklerini sorguladığı için Platon’un diyalogların- dan anımsadığı bir kelime ilgisini çekiyor: Hakikat (Truth). Bu kelime çok cazip geliyor kendisine, ne manaya geldiğini kavrayamıyor ama üzerinde müthiş bir etkisi olduğunu da dile getiriyor. 16 yaşında; Şişli La Paix Akıl Hastanesi’nin önünden geçerken içine bir şey doğuyor, bir 34

dilek: “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım. ” deyip yoluna devam etmiştir. İlerleyen yaşlarında bu dileğin gerçekleşeceğine şahit olacağız. Kişiliğinin şekillendiği bu dönemde başlarda anne babasına gıpta edi- yor lakin yavaş yavaş bu özentilik ortadan kalkıyor. Bir zaman sonra ai- lesinin hayat tarzına karşı büyük bir infial başlıyor ve ekliyor, “Dışarıdan bakan o bahçeli lüks evdeki yaşantıma gıpta ediyor ama içsel yönden tamamen karmaşa hâli var; hayat tarzımızı içime sindiremiyorum, re- fah acı veriyor…” (63) Benliği şekillendikçe ve kendine güveni arttıkça anne babasına korkunç bir öfke duyuyor. Çocukluğunda ona reva gör- dükleri zulüm yüzünden onlardan intikam almaya ant içiyor. Sosyalist ve Toplumcu Görüşlere Yönelmesi Bir gün sokakta yürürken, bir zihinsel dağınıklık (amnezi) hâline yaka- lanıyor. Psikiyatra götürüyorlar. Doktor onu dinledikten sonra, “Sen çocukluğunu atlamışsın, dikkat etmezsen gençliğini de yaşayamazsın. Zihnî hayatın tehlikede.” diyor. Ayşe Şasa da ona intihar etmeyi düşün- düğünü söyleyince, “Sen bu topluma gerekli birisin, akıllı bir çocuksun.” cevabını alıyor. Bu cümleden çok etkileniyor kendisi ve toplumla arasın- da bir bağlantı noktası oluşturmaya çalışıyor. Varoluşuna sebep aradığı için “toplumcu” görüşlere bir merak husule geliyor; bir işe yaramak, fonksiyon sahibi olmak gibi… Önce egzistansiyalistler, sonra sosyalistler ilgisini çekmeye başlıyor. Sosyalist bir ağabey dediği Cevat Çapan ile ta- 35

nışıyor. Onun sayesinde sinemaya ilgi duymaya başlıyor ve ilk İngilizce hikâyesini yazıyor. Mezun olacağı yıl da “Yaşadığımız Odalar” isimli bir oyun yazıyor. Oyun sahneleniyor ve fevkalade ilgi çekiyor. Okulun dışın- da entelektüeller arasında da duyulmaya başlanıyor. Cevat Çapan onun için Pazar Postası’nda övgü dolu bir yazı yazıyor. Ayşe Şasa’nın övgüler- den buhranı artıyor, söylenen güzel şeylere inanmakta zorluk çekiyor. Bu sıralarda hayatında yerini dolduramayacağı bir isimle tanışacaktır. İki arkadaşı onu, daha önce ismini duymadığı bir yazarla yani Kemal Ta- hir ile tanışmaya götürüyorlar. Sohbet esnasında Ayşe’nin yazdığı övgü alan oyundan bahsediyor arkadaşları. Kemal Tahir oyunla ilgili hiçbir şey bilmemesine rağmen Ayşe’ye dönüp, “Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç.” diyor. Bu sözden çok etkileniyor Ayşe Şasa ve yavaş yavaş onu öven çevreleri ciddiye almamaya başlıyor. Sinema ve İlk Evlilik Sinema üzerine eğiliyor, senarist olmak gayesi ön plana çıkıyor. O dö- nemde prestijsiz ve fiyakasız bir meslek olduğu için ailesi istemiyor la- kin muhaliflik duygusu ağır basan Ayşe Şasa, bu alana yöneliyor. Zaten ailesinden öç almak gibi bir kararı olduğu için, sektörden onların zıddı- na gidecek bir tip olan Atilla Tokatlı ile evlenmeye kalkıyor ve aslında kendini de cezalandırıyor. Ailesiyle arası iyice açılıyor. Evliliği binbir acı içinde geçiyor, yürümeyeceği çok belli… Sırf ailesine inat yaptığı evlilik kendi mahvına sebep oluyor. Atilla’dan ayrılıp baba evine geri dönüyor, yorgun ve yenik düşen Ayşe Şasa; yaptıklarından dolayı ailesi tarafın- dan da ilgisizliğe mahkûm ediliyor. Ve bu dönemde sık sık kendilerini manevi anne baba olarak nitelendirdiği Kemal Tahir ve eşine ziyarete gidiyor, sohbetlerine katılıyor. Hastalığın Sinyalleri Sinemaya yeniden dönmek isteyen Ayşe Şasa ikinci eşi olan Atıf Yılmaz ile konuşup işe başlıyor, Safa Önal ile senaryo çalışıyorlar. Yıl 1964, Ayşe teyze 24 yaşında ve ilk defa şizofrenik bir hâl yaşıyor ve ne acıdır ki geçirdiği nöbetin ciddi bir şey olduğunu kimse anlamıyor. Aslında çok kalabalık gibi görünen çevresinde, hâlâ yalnızlık çekiyor. Aynı işi yaptığı arkadaşıyla aynı zamanda evli olduğu için bu yoğunlukta beraberlikleri de yıpranmaya başlıyor. Bu süreçte 12 Mart patlak veri- 36

yor, evlerinde aramalar yapılıyor; sürekli bir baskı ve gerginlik havasının hâkim olduğu bu dönemde Kemal Tahir de kansere yakalanıyor. Ve ar- tık Ayşe Şasa için de hastalığının sinyalleri belirginleşiyor. Zihin bulan- malarıyla beraber korkunç bir psikolojik bozukluk içerisinde, 16 yaşında önünden geçerken “hakikat” için buradan geçmeye razıyım dediği La Paix Hastanesi’ne 30 yaşında giriyor. Hastaneye kendisine ziyarete gelenlerin; siyasi kamplara, devletlere ait casuslar olduğunu zannediyor. Gökten yağmur hâlinde kan yağdığını görüyor ve uzayda büyük bir savaşın olduğunu; işkence odalarından gelen çığlıkları duyduğunu da ekliyor. İşte bunlar ve daha fazlası, Ayşe teyzemizin çocukluğunda hafızasına kaydettiği; savaş yıllarında dinle- nen radyolar, anneannesinin İstiklal Savaşı hakkında anlattıkları, Kemal Tahir’in hapishane dönemine ait şeyler, polis takipleri… gibi birtakım olayların “perseküsyon kompleksi” olarak bilinen bir rahatsızlığa yol aç- tığıdır. (Delilik Ülkesinden Notlar isimli kitabında bu hastalığını ayrıntılı olarak anlatmıştır; okurken yaşadıklarının gerçek olduğunu düşünmek çok ürkütücüydü. Sanki bir bilim kurgu romanının satırlarıydı bunlar. Öyle inanamadım.) O yıllarda kendini ateist olarak nitelendiriyor ama ne gariptir ki yaşadığı korkuların da etkisiyle dua etmeye başlıyor. On beş gün kadar hasta- nede kaldıktan sonra, tam olarak iyileşmediği için anne babasının evi- ne çıkıyor, Atıf Yılmaz ile olan ilişkisi ise iyice kopuyor, zayıflıyor. Ve bu dönemde çok sevdiği, manevi baba olarak gördüğü Kemal Tahir vefat ediyor. Ayakta durmakta zorlanıyor ama yine de cenazede bulunmak için gidiyor. Birkaç gün sonra Semiha Tahir’e ziyarete gittiğinde, Kemal Tahir’in kitaplığında Kur’an mealine rastgeliyor ve bir tefekkür hâline bürünüyor. Şerif Mardin’in Dersleri Aslında Kur’an’la ilk karşılaşması Rauf Orbay’ın kendisine hediye ettiği gençlik yıllarına denk düşüyor lakin o zamanlar “gerici” damgası yiyen büyük dayısının bu hediyesini umursamıyor. Yıllar sonra Kur’an ile ilk teması Kemal Tahir’in vefatı sebebiyle oluyor. Bunu bir işaret sayıyor. Annesi gibi gördüğü Semiha Hanım’a daha sık uğramaya çalışıyor. Yine ziyarette bulunduğu bir gün Ayşe Şasa’nın gözüne Şerif Mardin’in bir kitabı takılıyor, inceliyor ve Kemal Tahir’in de bu eseri ciddiyetle oku- duğunu anlıyor. Şerif Mardin’in o yıllar Boğaziçi Üniversitesi’nde ders verdiğini duyuyor ve hastalığı devam ederken o derslere katılmaya baş- 37

lıyor. Bu derste Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabını okuyorlar. Bu kitap Ayşe Şasa’da önemli bir ufuk açıyor; bilimin ideolo- jik bir şey olduğunu bu derste öğreniyor ve Marksist düşüncenin etki- siyle oluşan bilim putu yıkılıyor. Bilim putu da yıkılınca büsbütün afalla- mış ve tutunacak başka bir putu olmadığı için içindeki boşluk daha da 38

büyümüştür. Devam eden günlerde birliktelikleri iyice zayıfladığı için Atıf Yılmaz ile ayrılıyorlar. Hastalığı devam eden Ayşe Şasa’yı, annesi Melike Hanım Londra’da bir uzmana götürüyor. Doktor ise şizofreni tarzı bir hastalık teşhisi koyup ilacının dozunu artırıyor. Kendisinin şuuru bulanık, zekâsı gidip geliyor; paranoid korkuları devam ediyor, düşmanlarının olduğu- nu ve sürekli takip edildiğini düşünüyor. Hâliyle dünyayla bağlantısı ke- silen, geleni gideni olmayan biridir artık. Oysa konuşmayı ve insanlarla iletişim kurmayı çok seven biri kendisi. Yeşilçam’da kurduğu dostluk- ların ne kadar köksüz olduğunu bu dönem anlamış oluyor. İstisnalar da oluyor elbette. Mesela son eşi Bülent Oran bu istisnalardan biridir. Ayşe Şasa’ya müthiş bir merhametle sahip çıkıyor, onu hayata çevirme- ye çalışıyor, gayret gösteriyor. Bir zaman sonra evleniyorlar. Üçüncü kez Londra’ya doktora gittiklerinde, “atopik şizofreni” ismiyle teşhis yeni- leniyor ve ilacının dozu daha da yükseltiliyor. Uyku haplarına bağımlı olduğu bu dönemde, 1.78 boyuyla kırk kiloya düşerek çok zayıflamış ve iki kez intihara teşebbüs etmiştir. Bu süreçte Bülent Bey tüm sıcaklığıy- la, şefkatiyle, merhametiyle onun yanında ve ona destek olmaktadır. Hayatının Değişmesine Sebep Olan İsim Hastalığının devam ettiği günlerde eline bir kitap kataloğu geçiyor. İsmail Kara’nın anlattığına göre bu kataloğu Ayşe Şasa’ya veren Şerif Mardin’dir. Katalogta İbni Arabi’nin bir kitabını görüyor ve sebeplendi- remediği bir arzuyla onu İngitere’den getirtiyor. 39

81-82 yılları… Getirttiği eseri, Füsûsu'l-Hikem’i okumaya başlıyor. Felse- fi temeli olduğu için bu ağır eserin derinlikli kavramlarını biraz da olsa idrak edebiliyor. Bir müddet okuduktan sonra önünde bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyor sanki… İbni Arabi; Allah’ın Rahman sıfatını öne çıkararak, kâinatın, âlemlerin tasvirini yapıyor, manalandırıyor kita- bında. Ve dikkatini bir kudsî hadis çekiyor Ayşe Şasa’nın, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim.” Bu hadis-i kudsî sarıp sarmalıyor onu. Kendi kendine şöyle diyor, “Ayşe, bugüne kadar okuduğun, öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı! Şimdi yepyeni bir şey var; gözünü dört aç, bu kapıdan girmeye çalış; bugüne kadar taşıdığın bilgileri toptan sil!” İyileşme ve Hakikati Buluş O bitkin ve perişan hâliyle, parça parça okuduğu Füsûs; iç dünyasında huzur ve o güne kadar hiç bilmediği bir ümit kapısı açıyor. Günden güne iyileştiğine şahit oluyoruz şu sözlerinden: “Allah’ın inayetiyle, evvela Füsûs ve sonra Bülent ile Doktor Doğan sayesinde yeniden diriliyorum, mezardan kalkmak gibi bir şey.” Öğrendikçe, İslam’ın ona söylendiği gibi olmadığını anlıyor. İslam’a dair bütün bilgisi, gençliğinde kendisine seyrettirilen Vurun Kahpeye filminden ibaret olan birisi için bu yaşadık- ları ölümden sonra dirilmek oluyor bir nevi. (Burada sinema-dizi-tele- vizyon sektörüne ne kadar da geç kaldığımızı anlıyoruz aslında.) Tekrar senaryo yazmaya başlıyor. Sevdiği ve en düzgün bulduğu senar- yosu “Gramafon Avrat” bu dönemde yazılıyor. Müslüman Çevre ile Tanışma Etrafında İslam’ı yaşayan pek kimse olmadığı için, “İslam müthiş bir şey, ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba?” sorusu Ayşe Şasa’nın zihninde sürekli dolanıyordur. Tam da o günlerde Ayşe Şasa’ya, Cihan Ünal ve Türkan Şoray misafir olmuşlardır. Cihan Ünal, İsmet Özel’in bir kasete okuduğu şiirlerini getirmiştir. Bu kasetteki “Mataramda Tuzlu Su” şiirini Ayşe Şasa müthiş bir heyecanla tekrar tekrar dinliyor, “Cel- ladıma Gülümserken” şiirinin içinde kendini buluyor, sanki onun için yazılmış… Sonraki günlerde, o yıl yeni çıkmış olan “Waldo Sen Neden Burada Değilsin?” kitabını da okuyor ve müthiş etkileniyor. İsmet Özel’i bulma çabasına giriyor. Bir şekilde İsmet Bey’e ulaşmış ve kitabından bahis açarak kendisinin de böyle bir dönüş içerisinde olduğunu söy- leyip görüşmek istediğini dile getiriyor. İsmet Bey de yıllar önce Ayşe 40

Şasa ismini askerlik arkadaşı Yılmaz Güney’den duymuştur. Görüşme isteğine olumlu cevap verir, Ayşe Şasa’nın ziyaretine gider, elinde imzalı kitaplarıyla… Böylece Müslüman camiadan birilerini tanımaya başlamış olur. Okuduğu kitaplardan, günümüzde yaşayan Müslümanların mese- leleriyle de ilgi kurmaya başlar. İsmet Bey’le sürekli telefonlaşırlar, bu görüşmelerde Ayşe Şasa sorularını soruyor, İsmet Bey ise onu aydınla- tıyordur. Birbirini takip eden bu günlerde, Müslüman çevrelerden mimar ve gra- fikçi Eren Özkul, Dergâh dergisinden Mustafa Kutlu ile tanışıyor. Zin- cirleme tanıştığı yeni çevrelerden Mahmud Erol Kılıç da var. Yalnızlık hâlinden çıkan Ayşe Şasa’nın ara sıra düşüşleri olsa da hastalık nöbet- leri epey geriliyor. Eski hayatında ne kadar dışlanmış ve yalnızlık çek- mişse, muhafazakâr kesim tarafından bir o kadar sarıp sarmalanıyor, ona büyük bir değer veriyorlar. Bunu kendi dilinden aktaralım: “Allah için sevmenin nasıl bir şey olduğunu ben bu dönemde öğrendim. Hiç- bir menfaate dayanmayan sevginin ne kadar derin ve kalıcı olduğunu… Gençliğimde yaşadığım birçok acıyı, eskiden tanıdığım insanlardan gö- rülen vefasızlığı ve daha pek çok şeyi telafi etti.” İslam’ı benimseyen Ayşe Şasa için sıra namazdadır. Mazhar Osman’ın hastalarını namazla tedavi ettiğini duyunca çok etkilenmiş ve o sıra- larda evine girip çıkan İsmet Özel’in de namaz kıldığına şahit olunca kendisi de namaza başlamıştır. Sonrasında gündemine tesettür girmiş. Namaz kıldığını ve büyük bir inancın içinde olduğunu ama neden başını örtmediğini sorguladığı bir gün… Başta eski çevresinden biraz çekiniyor ama Özkul Eren onu cesaretlendiriyor. Ve Ayşe Şasa artık görünüşte de bir Müslüman oluyor. Bülent Bey ve annesi ilk başta kabullenmek- te zorlanıyorlar bu değişikliği. Lakin sonrasında bağnazlığın kendinde olduğunu itiraf ediyor Bülent Bey. Bir zaman sonra annesi Melike Ha- nım kızına gelip, “Bana şu namaz meselesini bir öğret. Küçükken öğret- mişlerdi ama unutmuşum. ” diyor ve bir şaşkınlık ve sevinci de burada yaşıyoruz. Ayşe Şasa kendindeki iyileşmenin farkındadır ve bu iyileş- meyi bize, “Zikrin, namazın, duanın; modern tıbbın hiçbir şekilde nüfuz edemeyeceği mucizevi şifa etkileri olduğunu anladım.” (152) diyerek anlatmıştır. Tasavvuf ile Tanışma Namazlarına devam etmesiyle hastalığı büyük çapta geriliyor ve ruh yapısı tamamen değişiyor. Bu arada Mahmud Erol, Ayşe Şasa’nın tasav- 41

vufa merakını fark edip onu bir Allah dostuna yönlendiriyor. Bu Allah dostu Cerrahi Dergâhı’nın postnişini Muhibbi Efendi’dir. Bu dönemle beraber neredeyse on yıla yakın bir tasavvuf eğitimi almıştır Ayşe Şasa. Yeni hayatında bir şenlik ve neşe hâkim artık. Bunu sözlerinden anla- yabiliyoruz: “İslam’ı kabul bir devrim… Ama bu devrimin büyüklüğünü 42

insan-ı kâmile rastladığımda idrak ettim. Mükemmel bir ayna var karşı- nızda, sonsuz bir merhamet kaynağı var. Mürşidlerin, insan-ı kâmillerin en büyük özelliği Allah’ın ahlakını ve Peygamber’in sünnet-i şeriflerini yansıtıyor olmaları; yani feyiz çok yüksek bir kaynaktan geliyor. Onlar Allah için konuşuyor, Allah için davranıyorlar.”(141) Hayatının yaklaşık olarak on sekiz-yirmi yılını alan hastalığının elbet- te hemen geçtiğini söylemek doğru değildir. Ara sıra nükseden korku nöbetleri ve vehimlilik hastalığı olduğunu biliyoruz lakin belirli ayet ve duaları zikrederek bunu da yendiğini ifade ediyor. Sonrasında bize ders niteliğinde şu sözleri söylüyor: “Vahiyden uzak yaşamak ne korkunç bir şeymiş! Belki de bizatihi hastalığımın nedeni vahiyden uzak yaşamış ol- mak…” (150) Yeniden Doğuş Artık âlemi, onun içindekileri, tabiatı yeni bir bakışla, hayret nazarıyla temaşa ettiğini, “Tevhid Dağı’nın bir basamağında, Hayret Yaylası’nın kenarındayım… Hayret Yaylası göz alabildiğine uzanıyor, sevincim on sekiz bin âlemde yankılanıyor.”(D.Ü.N.-117) cümlesinden de anlayabi- liyoruz. Yaşadığı çilenin zahirdeki müsebbibi gibi gözüken anne babasına dair içinde en ufak bir şikâyet kalmayan Ayşe Şasa, “Kadere rıza duygusu; sabrı, tevekkülü, bir başka boyutta zenginleşmeyi getiriyor.” diyerek na- 43

sıl bir değişim yaşadığını da bize göstermiştir. İçindeki “hakikat” arayışının cevabını bulmuştur ve sıra “çiçek dürbü- nü” olmaya gelmiştir. Yazımızın başlığına verdiğim bu tamlama, Ayşe Şasa’nın Nedim Hazar’ın söylediği dergiye yazı yazmak için köşesine bulduğu isimdir. Lakin hastalığı nüksettiği için bize sadece hatıra olarak bu isim kalmıştır. Benim için de tam anlamıyla bir çiçek dürbünüdür Ayşe teyze. Çünkü görmeyi kolaylaştırması yetmiyor bir de çiçeklen- dirip aydınlatıyordu etrafındakileri. “Farz ibadetlerden sonra kulu Al- lah’a en çok sevdiren, onun başka kulların kalbine sevinç vermesidir.” ve “Hakikat bizde kaldığı sürece hakikat olmaktan çıkar.” (Baudrillard) sözünü naklederek, başka canlara nasıl ulaşacağıdır artık onun günde- mi. (D.Ü.N-103, 110) “Telefon Avrat” ve Ardında Bıraktığı Güzel İnsanlar Arkasında bıraktığı eserlerden ve çevresindeki güzel insanların anlat- tıklarından ona verdiğim “çiçek dürbünü” lakabının ne kadar da isa- betli olduğunda karar kılıyorum. Kitaplarında ayrıntılı anlatmadığı ama söylediği “dünyayla telefon üzerinden bir rabıta kurma” meselesi var. Bunun nasıl bir şey olduğunu, onu anlatanlardan öğrendim. Hastalığı yüzünden, evinde bir inziva hayatı yaşadığı ve dışarıya çıkamadığı için dostlarıyla telefon üzerinden muhabbet kuruyormuş. Bu muhabbetler o kadar uzun ve derinlikli oluyormuş ki eşi Bülent Bey dalga geçmek için Gramofon Avrat isimli senaryosuna göndermede bulunarak ona “telefon avrat” diyormuş. Bu uzun telefon konuşmalarında kimler yok ki… Gökhan Özcan, Kemal Sayar, İbrahim Tenekeci, Metin Erol, Fatma Barbarosoğlu, Suavi Kemal Yazgıç, İhsan Kabil, Akif Emre, Murat Kargılı, Zuhal Elver, Sadettin Acar… Ve buraya hepsini sığdıramayacağımız bir sürü isim… Vefat haberinden sonra Gökhan Özcan bu durumu şöyle özetliyor: “Benim hayatımda oynadığı rol o kadar önemli, o kadar kritik ki, benim yerine başka bir şey, başka bir ses koyabilmem mümkün değil. Onun telefonlarına tutunarak yaşayan ne çok insan varmış meğer. Şim- di fazlasıyla tedirgin, ürkek ve biraz da şaşkın bir hâlde bekliyoruz bizi nereye götüreceğini bu beklenmedik hat kesilmesinin.” (Dübam-Ayşe Şasa’nın Ardından) Mine Alpay Gün, Ayşe teyzemizi farklı bir çerçevede değerlendirmiş ve onu bize aktarmıştır: “Çocuksuz kadınlar fazla da üzülmemeli. Zira on- ların herkesten daha fazla çocuğu olmakta. O gün Ayşe Şasa’nın cena- zesinde bunu bir kez daha anladım. Her çevreden evlatları, arkadaşları, 44

dostları kendilerinde bıraktığı aziz hatıra hürmetine uzak yerlerde de bulunsalar, muhterem bir anneyi uğurlamaya koşmuşlardı. Ayşelerin bu anacan rolüne, bu hemnâmlığına bir kez daha şaşarak baktım. Hz. Âişe de toplumu ile insanlarla, onların eğitimi ile ne kadar çok ilgilen- mişti, çocuksuzluğu hatta yolunu açmıştı.” Cenazesine dair birkaç anekdot paylaşıp veda edelim. İlber Ortaylı ak- tarıyor, “Türk toplumunun hemen her kesiminden insanla temasa ge- çen, fedakârca el uzatabilen, kendi sorunları dışında onların sorunla- rıyla ilgilenebilen birisiydi. Bu gibi birisine çok rastlanmaz. O gün orada solcular vardı, muhafazakârlar vardı ve her kesimden dostları oraday- dı.” (Dübam-Ayşe Şasa’nın Ardından) Ve ikinci bir anekdot da Salih Tuna’dan: “Tuğrul İnançer Beyefendi Fatih Camii’nde dün Ayşe Hanım’ın cenazesini ‘Er kişi niyetine…’ diyerek kıl- dırdı… İki anlamı var bunun. Biri ilmihalle alakalı. Diğeri… Ayşe Hanım, ‘bezm-i elest’ sözünü tastamam tutan, masivayı yerden yere çalan bir yiğitti.” Hayatının ikinci yarısının mucizelerle dolu olduğunu söyleyen Ayşe tey- zemiz, ardından hoş bir rayiha bırakarak ebedî yolculuğuna uğurlanıyor ve bizim payımıza onu güzelce anmak, tecrübelerinden faydalanmak düşüyor. Ve tabii bir de çiçek dürbünü olabilmek… Bize Kalması Gereken Bazı Soru ve Cevaplar Okuduğu yazıların yazarlarına telefon edip beğenisini ve yorumunu dile getirmesi, şükrünü ifade edebilmek için yazdığını belirtmesi ve senar- yolarından ziyade kitaplarının onu mutlu etmesi, konuşmayı ve anlat- mayı bir şifa aracı olarak görmesi… gibi birçok sebep onun bir nevi bize örneklik teşkil ettiğini gösterir. Kendi ismimden de yola çıkarak; bugün etrafımızdaki insanların Ayşe ablası ya da teyzesi olabiliyor muyuz? Bir telefonla bile cümle âlemin dostu olabilmek varken biz yüz yüze gel- mekten imtina mı ediyoruz? Sevgisizlik, şefkatsizlik ve merhametsizli- ğin bir canı ne hâle getirdiğini gömüyor muyuz? Ellerinden tuttukları- mızı bırakmamak yahut varlığımızla ısıttığımız yürekleri soğutmamak değil midir niyetimiz? Nasıl bir örneklik ve insanlık sergilediğimizi ne zaman gözden geçireceğiz? Bir adım atmadığımız sürece kendiliğinden olmayacağını ne zaman göreceğiz? Kendi kendime sorduğum bu soru- lar belki hepimize ışık olur, belki biz de bir gün “çiçek dürbünü” oluruz… Hepinize selâm, Ayşe teyzemize rahmet olsun. 45

Kaynaklar ● Yanında sayfa numaraları olan alıntılar Bir Ruh Macerası kitabından- dır. ● D.Ü.N. şeklinde belirtilen kaynak Delilik Ülkesinden Notlar kitabıdır. ● Dübam-Ayşe Şasa’nın Ardından: Vefatının ardından onun hakkında yazılmış yazıların toplandığı bir Dünya Bülteni yayınıdır. Pdf hâlinde bulmanız mümkündür. Ayşe Şasa’nın Kitapları ● Bir Ruh Macerası (Soru-cevap şeklinde hayat hikâyesini anlattığı eser) ● Delilik Ülkesinden Notlar (Hastalık hezeyanlarını anlattığı, yarım kal- mış öyküleri ve dergi yazılarının bir kısmını içeren eser) ● Şebek Romanı (2075 yılında bir bilimkurgu, tasavuuf, mizah parodisi) ● Yeşilçam Günlüğü (Yeşilçam’da kafasını meşgul eden konuları; İslam estetiğinin ışığında sinema meselelerini yeniden ele aldığı eser) ● Vakte Karşı Sözler (Ömer Tuğrul İnançer ve Berat Demirci ile beraber hazırladığı eser) ● Düş Gerçeklik Sinema (Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil ile beraber hazırladığı eser) ● Hayat Perdesini Temaşa (Ayşe Şasa’nın ardından Serdar Arslan’ın ya- yına hazırladığı kolektif yazarlardan oluşan bir eser) Ayşe Şasa’nın Senaryoları ● Kanayan Bosna, Her Gece Bodrum, Hiçbir Gece, Arkadaşım Şeytan, Gramofon Avrat, Merdoğlu Ömer Bey, Ölmez Ağacı, Ve Recep ve Zeh- ra ve Ayşe, Hacı Arif Bey, Deli Kan, Kambur, Utanç, Cemo, Battal Gazi Destanı, Unutulan Kadın, Güllü, Yedi Kocalı Gürmüz, Köroğlu, Cemile, İlk ve Son, Harun Reşid’in Gözdesi, Balatlı Arif, Kozanoğlu, Ah Güzel İstanbul, Toprağın Kanı, Murat’ın Türküsü, Son Kuşlar, Çapkın Kız, Din- le Neyden ¹ Ayşe Şasa’nın, Nedim Hazar’ın söylediği dergide yazmak için köşesine bulduğu isim. Lakin o dönemde hastalığı sebebiyle yazması mümkün olmuyor. 46

KALE'M Muzaffer FIRAT [email protected] BİR TEMBELİN SATIRLARI Yeniden başlamak için Pazartesiyi beklemek mi gerekir? Bir muştu, Kurtarır mı gayemizi çizelgelerden? Akrep kaçar ve sermayeler tükenir Ne zaman kurtulur Ne eşya sıyrılır gölgelerden Ah! Şu pişmanlıklar silsilesi Yüklenir sırtına bir kambur gibi neş'emizin Bir geçitsiz yol azmin yamacında Bekler En gür çıktığı yerde sesimizin Dağıtmak için bizi hüznün kıskacında Debdebeler arasında yıpranır gençliğimiz Dört nala at sesleri yüreğimizde Bir güzel rüya gibi kaybolur İçimizde harlanmış mücadele sönerken Adımlar ağırlaşır Ve saatlerimiz durur 47

MAKRO ÂLEMDEN MİKRO ÂLEME Nefise ERDEM [email protected] İNSAN KONNEKTOM PROJESİ (THE HUMAN CONNECTOME PROJECT) “I’m my connectome”* Beynimizde milyarlarca nöron ve her iki nöronun birbiriyle temas etti- ği “sinaps” denilen noktalar vardır. Bu şekilde, her bir nöronun sinaps yaptığı yüzlerce nörondan söz edebiliriz. Beynimizdeki tüm bu sinirsel bağlantıların kapsamlı bir haritasına ise “KONNEKTOM” deniyor. 1970’te, Biyolog Sydney Brenner ve meslektaşları, şeffaf olması nede- niyle kolay incelenebilen Caenorhabditis elegans türündeki solucanın, 300 nörondan oluşan basit yapıdaki sinir sistemini, güçlü bir elektron mikroskobunda gözlemlediler. Ve çalışmalarının sonunda (1986’da), nöronların arasındaki 7000 bağlantının bir haritasını (konnektomunu) çıkarmayı başardılar. Resmini gördüğümüz bu diyagramda her nokta, bir nöronu; her çizgi, bir bağlantıyı göstermektedir. 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook