Aylık Ortaya Karışık Bülten - Haziran'20 - Sayı 32 katarsis dosya öykü *Her Kişiye Lazım *Tedbir ve Takdir *Elveda öykü dosya kamus *Belli Belirsiz *Tedbirini Terk Eyle *Hayretli -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Ayşe Rümeysa ÖZDEN -Bahar EŞREFOĞLU -Beyza YILDIZ -Büşra SÜTÇÜ -Enes SÜSLÜ -Esma ŞAFAK -Fikriye Bilge BİRCAN -İZLAL -Meryem Nur ARMUTÇU -Muhammed Bahaeddin ATABEY -Muhammed Furkan DOĞAN -Muhammed Huzeyfe ÖZTÜRK -Muhammed URAL -Muzaffer FIRAT
Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.
İÇİNDEKİLER 04TEDBİR VE TAKDİR 03 BAŞLARKEN Fikriye Bilge BİRCAN 09EV OKULU Meryem Nur ARMUTÇU Bahar EŞREFOĞLU 14KUYU 07 HELVA Beyza YILDIZ Alaaddin GÖÇER 22KALE'M Büşra SÜTÇÜ 12 TEDBİRİNİ TERK EYLE 34HER KİŞİYE LAZIM Muhammed Bahaeddin ATABEY Adnan GÖZÜTOK 44ELVEDA 18 BAKAR MISINIZ? İZLAL Ayşe Rümeysa ÖZDEN 47ÇİZİ-YORUM Muzaffer FIRAT 23 RÖPORTAJ 50HAYRETLİ Muhammed Huzeyfe ÖZTÜRK Ayşe ACAR 40 İLERİ! Muhammed URAL 45 KABUĞUNA ÇEKİLMİŞ... Enes SÜSLÜ 48 BELLİ BELİRSİZ Esma ŞAFAK 52 \"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN
BAŞLARKEN Meryem Nur ARMUTÇU [email protected] Merhaba Sevgili Paydos Okurları, “Tedbir kuldan, takdir Allahʼtandır.” İnsanoğlu hangi şartlar altında olursa olsun sıkıntılı durumlardan uzak olmak ister. Fakat kişi kendi üzerine düşeni cüz'î iradesi dâhilinde yerine getirmeden isteklerine pek ulaşamaz. Biz seçimlerimizle ve aldığımız tedbirlerle hayatımıza yön veririz. Kişinin erkek veya kadın olması, zekâ düzeyi, yaşadığı coğraf- ya, elinde olmadan başına gelen musibetler onun iradesi ve seçimleri dâhilinde değildir. Bu durumlarda kişiye düşen böbürlenmek veya yakınmak değil, bu durumu en iyi şekil- de değerlendirmektir. Bizim seçimlerimiz dışında meydana gelen işler ise Allahʼın takdiridir. Allahʼın takdirine müdahale et- memiz de mümkün değildir. Ama bu bi- zim rüzgâr karşısında çaresizce savrulan yapraklar olduğumuz anlamına gelmez. Örneğin; kişi “Allah Rahimʼdir.” deyip ted- bir almadan kalabalığa çıkarsa virüs ka- par. Bizlerin üzerimize düşeni yaptıktan sonra Allahʼa tevekkül etmesi gerekir. Tedbir ve takdir konularında yeni farkında- lıklar edindiğimiz bu dönemde Paydos eki- bi olarak meseleyi gündemimize aldık. Alı- nan tedbirlerin, verilen çabaların en iyi şekil- de sonuçlanmasını Allahʼtan temenni ediyo- rum. Çalışmamızı istifadenize sunuyoruz. 3
DOSYA Fikriye Bilge BİRCAN [email protected] TEDBİR VE TAKDİR Hayatımızı şekillendiren tercihler ve kararlar sonucunda olduğumuz yerdeyiz, tanımladığımız kişiyiz, tecrübelerimize göre yorumladığımız bir dünyada ve çevrede yaşayan varlıklarız. Gerçekten böyle mi? Aldığı- mız kararlar, yaptığımız tercihler mi bizi bu noktaya getiren, yoksa tak- diriilahi mi? Sonuçlar ne kadar bizim elimizde? Bu sorulması kolay cevaplanması zor sorulara geçmeden önce şunu belirtmeliyiz ki insanlar, hem kendilerinin hem de sosyal bir varlık ol- malarının gereği olarak çevresindeki insanların davranışlarına sebepler atfederler. Sosyal psikolojinin araştırma konularından biri olan davra- nışlara sebep atfetme ikiye ayrılır: 1- İçsel atıf: Davranışın sebebini, davrananın içsel özelliklerine (tabiat, niyet, çaba gibi) bağlamaktır. Bir kişinin kendi ya da başkasının ba- şarısını, zeki olmasına bağlamasını örnek olarak verebiliriz. 2- Dışsal atıf: Davranışın sebebini, davranan dışında çevresel koşullara ve sebeplere bağlamaktır. Bir kişinin hasta olmasını havanın soğuk olmasına bağlamasını örnek olarak verebiliriz. Bu atıflar genel olarak işliyor olsa da insan olmamızın tabiatından bazı hatalar yapıyoruz ki bunlar da ikiye ayrılmışlar; 1- Temel atıf hatası: İnsanların davranışlarını dışsal sebeplerden çok içsel sebeplere bağlama ve çevresel faktörleri göz ardı etme eği- limidir. Örneğin, bir kasiyerin sert bakışını, ne kadar kötü bir gün geçirmiş olabileceğine ihtimal vermeden tabiatının ne kadar kötü ve asık suratlı olduğunu düşünmek. 4
2- Kendine hizmet eden yanlılık: Başarılarımızı içsel sebeplere, başarı- sızlıklarımızı ise dışsal sebeplere dayandırmamız. Örneğin işimizde iyi bir konuma geldiğimizde bunu kendi çabamız ve zekâmıza da- yandırırken, kötü bir konuma düştüğümüzde ise çevreye, talihsizli- ğe, kadere veya patronun gaddarlığına dayandırmamız. Dürüstçe düşündüğümüzde bu hataları günlük hayatımızda ne kadar sık yaptığımızı fark edebiliriz. Öyle ki, Müslümanlar olarak başımıza ge- len kötülük ve musibetleri kendimize ucunu hiç değindirmeden kadere, güzellikleriyse kendimize nisbet etmekteyiz. Oysaki Nisa suresi 79.ayet- te Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük gelirse kendindenir.” Bu ayetteki iyilik ve kötülük sebep açı- sından tefsir edilmiştir. İyilik de kötülük de Allah katındandır ve O’nun yaratmasıyla vardırlar. Bununla birlikte; iyilik, Allah’ın verdiği akıl, bilgi, güç, irade ve yaratılışın O’nun isteği doğrultusunda kullanılmasıyla or- taya çıkar, o zaman bu iyiliğe sebep Allah’tır. Fakat kötülük, bahsedilen bu nimetlerin istenilenin aksine nefsin isteklerine göre kullanılmasıyla meydana gelir ki, bu kötülüğe sebep olan insandır, onun nefsidir. Aslın- da iyilik ve kötülük diye keskin sınırlarla ayırdığımız bu kavramlar asılları itibariyle hikmet-i nazaride tamamen farklı olabilir. Bazı insanların imti- hanına baktığımızda, başlarına gelen musibetlere tanıklık ettiğimizde o kişinin davranışlarına, hayat tarzına bakarak bunu hak etmediğini düşü- nebiliriz fakat aslında Müslümanlar olarak biliriz ki bize hayr görünende şer, şer görünende hayr olabilir. Nur suresi 11.ayette “...Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir.” buyurulur. Tüm bunları düşündüğümüzde bize verilen cüzi iradeyle tedbir almak gerekiyor ki -kelimenin kökeninde sorumluluğu üstlenmek gibi bir mana da bulunmaktaymış- yani aklımızı, kabiliyetimizi, çabamızı, bize verilen bu nimetlerin sorumluluğunu kabul ederek ihtiyatlı davranma- lıyız ki her işimizde tevekkül edebilelim, takdiriilahiye güzel bir teslimi- yetle teslim olabilelim. Çabamızdan sonra sonuç bizim sorumluluğu- muzda değildir -Tabii onunla baş etmek gerekir.- Ayrıca takdir edilen her bir sonuç mümini gıpta edilecek bir duruma getirir. Öyle değil mi değerli okur? Rasulullah aleyhisselam, “Mümin’in başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hâli vardır: Eğer bir genişliğe kavuşursa şükreder ve bu onun için hayr olur. Eğer bir darlığa uğrarsa sabreder ve bu da onun için hayr olur.” (Müslim, Zühd, 64) İçinde bulunup belki de olayları tam kavrayamadığımız şu günlerde te- fekkürümüzü artırmak düşüyor galiba bize. Zira şu zamanda, bir Müslü- 5
man’ın dünya, ahiret, okunan veya gözlenen ayetler üzerine tefekkürü en büyük psikolojik desteği olacaktır. Hem bu süreç, fırsat bulup da dü- şünemediğimiz birçok şeyi düşünmek için sunulmuştur belki. Mesela her sözümüzün sonuna eklediğimiz, hatta bazen hayır diyemediğimiz zamanlarda kaypak bir cevap olarak kullandığımız “inşallah” kelimesini kullanırken düşünüyor muyuz? Onun anlamının ne kadar da büyük ol- duğunu, esasen tedbir-takdir kavramlarının bir özeti olduğunu düşüne- rek mi kullanıyoruz acaba? Eğer düşünüyor olsaydık, “Allah dilerse şu işi yapacağım.” dedikten sonra o iş olmadığında dizimizi dövmezdik sanı- rım, “Keşke şöyle yapmasaydım.” demezdik de \"(Allah’ın takdiridir ve O ne dilerse onu yapar.)” derdik. Canımızın istemediği bir işte, sebeplerini işlemeyeceğimizi bile bile “Allah dilerse olur.” demezdik. Elbette sebep işlenmeden de O dilerse olur, ama hakikaten bunu isteyerek ve bilerek mi söylüyoruz? Şunu unutmamalıyız ki; tedbir tedebbürsüz olmaz. İçin- de bulunduğumuz garip ama nimete dönüştürebilecek bu ya da her- hangi bir durumu tedebbür ederek yani olayların maksat ve sonuçları üzerine düşünerek tedbir almış yani gereken önlemi almış oluyoruz. Son olarak işin özünü kavramamıza yardımcı olabilecek şu iki farklı be- yiti iliştiriyorum kıymetli okur; Etme tedbirinde noksan gerçi takdîrindir iş, Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder. Hüsn-i tebdir eyle emrinde Hüdâ takdîr eder, Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder. 6
ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] HELVA Dağınık saçları henüz kurumamış, ensesinden dökülen bukleleri derisi- ne yapışmıştı. Başının tam tepesindeki şişkinliğe işaret parmağını götür- dü. Hâlen sızlıyordu. “Bi tutamadı yine kendini.” diye söylendi içinden sinirle. Utandı sonra, dudağını ısırdı arkadaşına çaktırmadan. Sonuçta kardeşleri onun yüzünden üç gece önce, büyük kırmızı leğenin içinde kafalarına yememişler miydi metal kâseyi? Karafatmaların, hamambö- ceklerinin ve farelerin cirit attığı küçük evlerinin içinde, annelerinin iki yer minderini birleştirip üzerine boylamasına serdiği nevresimlerinde üç kardeş beraber uyurdu daima. İçindeki tek eksiğin kömür olduğu so- baları kimi geceler yanmaz ve sonuçta soğuğu kapan kardeşlerden biri sebebiyle yeni güne sidik içinde uyanırdı hepsi. Böylece kırmızı leğen, banyo için tahsis edilmiş ve boyası atmış metal kâseyle birlikte ortaya çıkar, anneleri hem söylenir hem de suyu başlarından aşağıya dökerken bu metal kâseyi başlarında paralardı arada sırada. Hafifçe koluna vurdu dirseğiyle ve “Buz gibiii!” diye bağırdı arkadaşı. “Hadisene len, niye bağırmıyon hiç?” dedi sonra. “Buz gibi suuu!” diye bağırdı o da bu ikaz üzerine. Arkadaşı ondan daha uzundu. Aslında herkes ondan daha uzundu ona göre. Kısa boyuyla ve çelimsiz vücu- duyla dayak yiyen hep o olurdu kavgalarda. İçten içe bu duruma üzü- lüp kabullenemese de amcaoğlu Samet’in kafasını nasıl da yardığını, hele ki mahalleden Halit’i bilek güreşinde nasıl da alt ettiğini hatırlar, kendisiyle gurur duyardı. Bir gün arkadaşlarıyla kasabadan dönerken metruk arsalardan birine fırlatılmış büyük, boş bir kağıt torba görmüş- lerdi. Aynı anda hepsi fırlamış, torbaya ilk ulaşan ise o olmuştu. Halit torbada hak iddia edince o, “Allah Kuran çarpsın ki önce ben gördüm.” deyip yeminler ettiyse de laf dinletememiş, Halit’in bilek güreşi yapma 7
teklifine razı olmuştu. Ama sonuçta öyle bir güreş çıkartmıştı ki kendi- si bile inanamamış, Halit’i darmaduman etmişti. Sevinçle kağıt torbayı göğsüne basmış, ancak daha on adım bile atamadan olduğu yere yığılı- vermişti. Çocuklar bunun üzerine mahalleye koşuşmuş, “Dudu ablaaa, Memed’i Allah çarptı! Memed’i Allah çarptı!” diyerek ortalığı velveleye vermişlerdi. Kendisine geldiğinde annesini gözü yaşlı, babasını da bu- ruk ama muzip bir vaziyette bulmuştu. Babası “Vay şaşkın oğlum benim vay! Demek kitaplarını kaplamak için zehirli torbayı kucaklayıverdin ha! Tarım ilacı varmış len onun içinde. Güreşte de Halit’in bileğini kırıvere- cekmişsin neredeyse ama. Duydum hepsini. Hey maşallah bee!” deyip gülmüştü. “Suuuu, suyum buz gibiii!” diye bağırdı yeniden. Nihayet az ötedeki do- mates, biber, salatalık vesaire satan pazarcılardan biri eliyle işaretler yapıp gelmesini istedi. Tezgâha yaklaştılar, bedenlerini müşteri kalaba- lığının arasından süzüp adamın yanına ulaştılar. “Hade bi su ver bana delikanlı.” dedi pazarcı. Mehmet hemen bir bardak çıkarttı bileğindeki poşetten, içi buz dolu büyük kovasını yere bıraktı, kapağını açıp plastik bir şişe çekti içinden. Bardağa suyu doldurdu, pazarcıya verdi. Adam suyu içtikten sonra sıra ücreti almaya geldi. Fakat pazarcı parayı, onun şaşkın bakışları içinde arkadaşına verince, bir pazarcıya bir de arkada- şına baktı. Sonra: — Hacı parayı versene, suyu ben sattım. — Banane oğlum, adam parayı bana verdi. — Tamam, adam sana verdi ama bana veresin diye verdi. Ben sattım suyu. — Yoo bana verdi adam parayı. — Vermezsen… Vermezsen hakkımı helal etmem. O benim param. — Banane oğlum. Allah Allah. Adam bana verdi parayı. — …Haram olsun lan sana o para! Haram olsun! O gün akşama kadar tek başına su sattı. Satacak suyu kalmayınca da malzemelerini toparladı ve un satan tezgâhlardan birine yanaştı. Evde şeker, su, biraz da yağ vardı. Akşam annesine güzel bir un helvası yaptır- saydı ne güzel olurdu. Elini cebine daldırdı, bütün parasını çıkarttı. Tam on dokuz milyon saydı avucunun içinde. Tezgâha baktı. Un torbaların arasına sıkıştırılmış bir kağıttan “20 milyon” yazısını okudu. Sinirlendi, gözleri doldu. “Haram olsun lan sana o para. Vallahi haram olsun!” dedi. 8
TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU EV OKULU Karantina günleri vesilesiyle bu konuda gerekli yasal düzenlemeler yapılır mı bilemeyiz ama evde eğitim artık daha fazla revaçta olacak- tır. Online olarak öğrenme imkânlarının oldukça arttığı ve ailelerin -en azından bir kısmının- çocuklarının eğitimine şahsi olarak daha çok eği- lebilme fırsatı yakaladığı bir dönemdeyiz. En azından neredeyse her ev, okulda verilen eğitim hakkında ve bu eğitimin kimler tarafından, na- sıl verildiğinin yanında içerik olarak neleri kapsadığı hakkında bir fikir sahibi oldu. Çocuklarını teslim edip ardından kapanan kapılar ardında neler olduğundan habersizken, bir anda sınıf ortamı evlerinin içine dü- şüverdi. Okulların hâlini gözden geçirmek, eğitim sistemlerini sorgulamak için bütün dünyanın eline bir fırsat geçti. 10 yıl sonunda dahi yabancı bir dili konuşamayan, müzik notalarını öğrenememiş, hatta okuma-yazma öğrenmeden ikinci kademeye gelen çoktur aramızda. Yahut resim der- sinde gökyüzünü pembeye bulutları sarıya boyadığı, çatıyı maviye bo- yadığı için öğretmeninden azar işiten öğrenciler (İlk başladığında farklı farklı çizer çocuklar, bitirirken herkesin çizdiği resim aynı oluvermiştir...) Okulların farklılık, özgünlük ve yeni şeyler geliştirmelerini engelleyen bir şeye dönüşme riskini fazlasıyla taşıyor (Robinson 2016). Yaşa göre sınıflandırma mesela bu konuda en çok tartışılan hususlardan (Robin- son 2016). 9
Okul, hastahane ve askeriye sistemlerinin aynı şekilde oluşturulduğunu söyleyen ve bu sistemlerin insanları ancak itaate yönelik “eğitim”e tabi tuttuğuyla eğitim tarihinde çok ses getiren bir isim olan Foucault’da bina tasvirlerini okurken bir kez daha okulun varlığını sorguluyoruz. Otoriter bir gözün sizi devamlı gözetlediği hissiyle beraber (hapishane- de gözetleme kulelerinin genellikle boş olup yine de o hissi mahkum- lara nasıl verdiğinden hareketle), her üçünde de numaralardan ibaret oluşunuzla beraber, her üçünde de kendinize ait hücrelere hapsoluşu- nuzla beraber. Öğretmenleri seçememek yine ayrı bir husus. Bu noktada birçok ülke- de yapıldığı gibi okul-aile ortak olarak öğretmeni seçmeleri daha iyi bir yöntem gibi görünüyor. Elbette her sistem bir problemle geliyor ancak öğretmenlerin okul idaresi ve aile birliği tarafından seçimi; öğretmenlik mesleğini laçkalaştıran, atandıktan sonra kendisini geliştirmeyi bırakan, ahlaki zayıflıklarına rağmen mesleğe devam edebilenlere dur diyebi- lecektir. Dolayısıyla gelecek yıllarda ailelerin eğitimin daha çok içinde oldukları modeller uygulanabilir (Littky, 2004). Ev okulunda da elbette dikkatli olmak lazım. Osmanlı’da özellikle gelir düzeyi yüksek aileler çocukları için özel hocalar getirmek suretiyle eği- timlerine ihtimam göstermişlerdir. Fakat evde eğitim de elbette moda- dan etkilenmiştir. Zira Osmanlı’da 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren evde eğitimde değişiklikler başlamıştır. Özellikle yüksek gelirli ailelerde Fransızca dil eğitimi oldukça önem kazanmıştı. Fransızcanın popülerliği gerek gazetelerde yayınlanan Fransızca bilen mürebbiye ilanlarından, gerekse dönemin romanlarından açıkça görülmekte. Fransa’dan gelen kadın öğretmenler dil eğitimi yanında, müzik ve adabımuaşeret dersle- ri de veriyorlardı. Yani Fransız kültürüne göre yetişiyordu ev okulundaki çocuklar. Ev okulu aynı zamanda çok dikkatli bir incelemeyi de gerektiriyor, her ebeveyne izin verilmesi yine birçok sorunu beraberinde getiriyor. Ço- cuk istismarı ve marjinalleşme, en büyük iki problem. Aynı şekilde evde verilecek eğitimin kalitesi ve ebeveynlerin eğitimci olarak tutumu da üçüncü büyük problem. Sosyalleşme ve şehir ortamında akran grupla- rıyla güvenli bir ortamda bir araya gelme ise ev okulunda sağlanması zor olabilecek diğer hususlardan. Bu konuda Birleşik Krallık örneğini ve- rebiliriz. Son yıllarda, özellikle kırsal bölgelerde çok ciddi çocuk istisma- rı haberlerinin ayyuka çıkmasıyla, Kuzey İrlanda, İskoçya ve Galler’de ev okuluna çok büyük kısıtlamalar getirildi. İngiltere’de ise denetimler 10
daha fazla artırıldı. Ancak yine de İngiltere’de her aile okul yaşı gel- diğinde çocuğunu okula yazdırmak zorunda değil, yani 4 yaş itibariyle her aile çocuğu üzerinde evde eğitim hakkına sahip. Veya istediği za- man okul müdürünün izniyle ev okuluna geçebilir ve dilediğinde yine bu fikrinden vazgeçip çocuğunu okula tekrar kaydettirebilir. Özellikle 1 Haziran 2020 itibariyle İngiltere’de okullar eğitime yeniden açılaca- ğı (Engelliler ve bazı çalışanların çocukları için hiç kapatılmamıştı.) şu günlerde, birçok aile ev okuluna geçti-geçmeyi planlıyor. Dolayısıyla, ev okulunu özellikle Kanada başta olmak üzere Amerika, İngiltere gibi ülkelerde uygulayan Müslüman ailelerin tecrübelerinden faydalanarak geliştirmek ve daha sonrasında okullara rağmen veya okulla birlikte de- vam ettirmek gerekmekte. Online olduğumuz bugünler dünyanın bir ucundaki bir başka Müslümanla bilgi alışverişi yapmak için de büyük fırsat olabilir. Tavsiye Kitaplar - Okulsuz Toplum, Ivan Illich, (2006), İstanbul: Şule Yayınları. - Dumbing Us Down: The hidden curriculum of compulsory schoo- ling, John Taylor Gatto (2005), Canada: New Society Publishers. - The Big Picture: Education is everyone’s business (Büyük Resim: Eğitim herkesin işi), Dennis Litky, (2004), Virginia: ASCD. - Creative Schools: The Grassroots Revolution That’s Transforming Education, Ken Robinson, (2016), London: Penguin. - Disiplin ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu, Michel Foucault, 8.Baskı, 11
DOSYA M. Bahaeddin ATABEY [email protected] TEDBİRİNİ TERK EYLE Sen Hakk'a tevekkül kıl, Kalbin ana bend eyle, Tefvîz et ve rahat bul, Tedbirini terk eyle, Sabreyle ve razı ol, Takdirini derk eyle, Mevlâ görelim neyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse, güzel eyler. Neylerse, güzel eyler. Dünyaya geldiğimizden beri -bir imtihandır- musibetler silsilesiyle ha- yatımız girift hâldedir. O anda bilemeyiz ama musibetler de bir nimettir. Bizi kendimize getirir, dua etmeye sevk eder, bize gözyaşı döktürür, bizi Allah’a yaklaştırır. Musibet yahut şer olarak gördüğümüz hadiselerde hayır olabilir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi, “Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayr eyler …” diye devam eden “Tefvîznâme” şiirinde bize bu ahvali veciz bir şekilde anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığında, ver- diğinde hayır vardır, hemen göremeyebilirsin. Bunun dışında bir şey olacak zannetme, kâinatın düzeni ve sistemi böyledir diyerek zahmet ve rahmetin arasındaki bir noktalık farkı bizlere göstermiştir. Bilmeliyiz ki dünyada ve ahirette mutlaka gördüğümüz ve göremediğimiz nice ha- yırlar vardır. Allah ki kuluna zulmetmez. Biz ki kalbimizi ona bağlayıp işimizi Cenâb-ı Hakk’a havale edip tevek- kül ettiğimizde, sabredip razı olduğumuzda göreceğiz: Mevla’nın bize yazdığı nedir? Göreceğiz ki bizim için hayır dilemiştir ne eylediyse güzel eylemiştir. 12
Gelelim tedbirini terk eyle bahsine… İbrahim Hakkı Hazretleri tedbir al- manın kulluğun gereklerinden olduğunu, insanın aciz bir varlık olduğu- nu veciz bir şekilde ifade ederek sözü insanoğlu ne kadar tedbir alsa da Allah Teâlâ’nın takdirini beklemeye mecburdur, sebebini işleyip O’nun takdirini beklemelidir, demeye getirmektedir. Tedbir alma değil, aldığın tedbire “güvenme” demektir aslında. Allah kendisine tevekkül etmeyeni, işini kendisine bırakmayanı öyle bir hâle sokar ki ipinin ucunu düşmanının eline verir ve onu kulların insafı- na bırakır. İnsanlar da o kimseyi rezil ederler. Bütün işlerin O’nun izniyle olduğunu, âlemin tesadüflerle değil bir ni- zamla yürüdüğünü anladığımızda bizi dünya telaşına gark eden fikir karmaşasından kurtulmuş oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizdeki takdirinde çile çekmek, eziyet görmek varsa buna mukabil sabır ve te- vekkül ile kişi kârdadır. Cenâb-ı Hakk eğer ki afiyet yazmışsa kişi, bu hâle hamd ile yine kârdadır. Efendimiz (a.s)’ın şu hadisi şerifi zihnimde canlanıverdi. Ebu Yahya Suheyb İbni Sinan’dan (r.a) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sade- ce mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” * *Müslim, Zühd, 64. 13
ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] KUYU Bir gece rüyamda kapımız çalındı. Karşımda gördüğüm adamın yüzü çenesinden başlayıp alnında iyice belirginleşen derin kırışıklıklarla do- luydu. Rengi güneşin altında çalışıp da yanmış gibi, sıfatında huzursuz edici bir ifadeyle: — Ben senin babanım, dedi. Yanımda gerçek babam, karşımda bu çirkin adam, bir birine bir diğerine baktım kaldım uzun süre. Sonra endişe ile haykırmaya başladım. — Hayır, babam değilsin. Benim babam işte yanımda. Git buradan. Beni vermelerinden korkarak anne babamın yüzüne bakıyordum. Ger- çek olmasın lütfen! Gitmek istemiyorum diye yalvardım. Babam ada- mın suratına kapıyı kapattı. O ara camdan bizim arka bahçeye hayalet gibi süzüldüğünü gördüm. İçimde bir korku ve her ne yapıyorsa durdur- malıyım duygusuyla peşinden koştum. Arka bahçemizde bir su kuyu- su vardı. Adam benim geldiğimi görünce elindeki kâğıdı kuyuya atarak koşmaya başladı. Nedense o anda adamın büyü yaptığını anlamış gi- biydim. Kâğıt düşmeden yetişmeye çalıştım. “Bağlanma büyüsü” yazılı kâğıdın döne döne kuyuya düşüşünü izledim. Yıllar sonra bu rüyayı hatırlamama sebep olan kişi, babaannemin ce- nazesi için köye gittiğimizde karşıma çıkan küçük Ahmet'ti. Cenaze yeni defnedilmiş, babaannemin evi taziyeye gelenlerde dolmuştu. Hava al- maya çıktığım esnada köyün dışındaki su kuyuların yanından koşarak “Kuyuyu zehirledileeeer! Kuyuyu zehirledileeeer!” diye geldiğini gör- düm. Alnından terler boşanarak koşmaya devam edecekti ki durdur- dum: 14
— Ne oldu? Kim zehirledi kuyuyu? Nereye böyle, dur az soluklan! — Abla dur hele, deyip ellerini diz kapaklarına kavuşturup alnındaki terlerin toprağa damlasını izledi. Biraz soluklanıp: — Abla deli dede var ya kuyunun yanındaki evde kalan. Kendi gibi toplamış bissürü uzun saçlı deliyi. Gözlerimle gördüm valla bak. Ahanda bu gözlerimle. Hepsi toplanmış kuyunun başına. Bişeyler okuyup attılar kuyunun içine. Çalıların ardından izledim. Hiç ses et- medim. Abla zehirdi o. Herkesi öldürecek deliler. Gidip haber vere- yim anamgile. On dakikalığına da olsa kendimi bir çocuğun hayal gücüne bırakmış ve her şeyi unutmuştum. Ayaklarım beni kuyuya doğru götürürken on altı yaşımda gördüğüm rüyayı hatırladım. O gün ne kadar korktuğumu o çirkin adamın yüzünü ve yaptığı büyünün gerçek olduğuna nasıl da inandığımı… Ahmet’ten farkım yoktu o rüyadan uyandığıma. Onun uyanıkken rüya görecek kadar hayal gücü gelişmiş bir çocuk olduğu- na emindim. Biraz kitap okusa fena olmazdı. Unutmayayım, arabanın bagajından kitap vereyim ona, diye geçirdim içimden. Köyün meyda- nındaki kahveden az daha yürüyünce evler seyreldi. Evler zaten geniş bahçeleri olduğu için hep seyrekti. Burada evler kendi başlarına birer evdi. Özgür, mahremine sadık, dışarıdan börtü böcekle güzelliğini su- nan ama içindekilere kale gibiydi. Kimse komşularının kavgalarına zo- raki tanık olmuyor, elektrikli süpürge sesleriyle uyanmıyordu. İnce bir duvarla ayrılmış ve üst üste binmiş hayatları yoktu bu insanların. Acaba neye bağlanmıştım o yaşta bana yapılan büyüyle? Kuyu uzaktan gö- züktükçe gözüm Ahmet’in deli dedelerini aradı. Issız ve terk edilmiş, güneşi henüz arkasına almış beni bekliyordu. Yanında tek göz bir ev vardı. Küçük bir bahçede büyük bir ağaç ve gölgesinde uyuklayan de- deyi görene kadar Ahmet’in hayal gücüne şaşıyordum. Kuyuya geçme- den dedeye selam vermeye yeltendim. Tek elini yüzüne yastık yapmış ağacın altında o kadar güzel uyuyordu ki. Bütün dünya saadetine sahip olduğunu hissettim. Ayak sesimden irkilerek: — A sen mi geldin? Hanııım bizim kız gelmiiiiş. Hanııım! Nerde bu ka- dın? diye etrafına biraz bakındıktan sonra tekrar uyuyakaldı. Ben bir süre içerden bir teyzenin çıkıp gelmesini bekledim. Bir dedeye bir evin kapısına baktım. Dede bir tuhaftı ancak her köye ayrılmış en az bir deli kontenjanından ona saygı duymuştum bile. Daha faz- la rahatsız etmeden kuyuya doğru yöneldim. Yanına vardığımda 15
Ahmet’in neden kuyuyu zehirlediler diye haykırdığını da anlamış oldum. Her yana dağılmış kırpık kırpık kağıtlar, “Burada bir şeyler dönmüş canım belli.” dedirtiyordu. Yirmi yedimden on yedi gün aldığımda cenazeye köyüme gelmiş, eski bir rüyamı hatırlamış ve kendimi bir kuyu başında bulmuştum. Hayretle konuştum kendimle çocukken aynanın karşısında saatlerce kendime anlattığım şeyleri rolden role girmelerimi anımsayarak: “Adını Berrak koymuşlar. Bü- tün hayatın bulanık geçti, ne tuhaf! Evet kızım bak gör hayatın ne hâlde. Ne zaman iki taşı eline alıp üst üste koymak istesen birini kaybettin. Bu yüzden beş taş oynamayı da beceremezdin. Ellerin kü- çüktü bir kere sığmazdı taşlar eline.” Gözlerim güneşin batışına eşlik eden sarı otlara takıldı. Mevsim bura- larda kara kışa dönmeye hazırlanırken ben mevsimlerin devridaimini ancak dolaptan üç beş kıyafetin yer değiştirmesiyle anlıyordum. Ma- samın başına oturup işleri yetiştirmeye dönecektim. Hep doğayı özle- mekten bahsedecek yazları bir hafta kendime mühletler verecektim. “Adımı Berrak koymuşlar. E sevmişler de belli. Yıllardır üzerimde taşı- dığım bu pespaye hüzün hırkası da ne ki? Beni neye bağladı o sahte babam? Şimdi bir kuyu başında düşünüyorum bunları?” Arkamdan yaklaşan ayak sesleriyle irkildim. Dede zannettiğimden de kısa boyluydu. Küçük adımlarla kuyunun başına yaklaştı. Gözlerinin be- beğine oturmuş yaşlılık halesi bana bakarken onun Âmâk-ı Hayal’deki Aynalı Baba olmasını isterdim. Tutsun elimden dolaşalım cihanı. Eh- rimen’le bir çay içelim. Kurtarsın beni gri yanlarımdan. Bana iki renk öğretsin. Bana dünyanın düz olduğunu söylesin. Dede yerdeki kağıtları toplamaya başladı. Bir yandan: — Eh ama hep diyorum kirletmeyin buraları diye! Bu kuyular temiz- dir yavrum temiz. Öyle birkaç kötü niyetle bulanmaz. Öyle hemen kirlenmez. Berraktır bu kuyunun suyu. Her nisan leğenlere yağmur sularını toplar bu kuyuya dökerim. Eğildim dedeyle kağıtları toplarken yaşadıklarım bana hiç tuhaf gözük- medi. Sanki hep buradaymışım gibi. Kalan ömrüm bir rüyaymış da ben hep bu toprağa uyanıyormuşum gibi hissettim. — Babaannen geç bile kaldı. Çok çağırdılar onu. Yanlış işler yaptı. 16
Ne merak duydum içimde ne de en ufak bir konuşma isteği. Dede öyle- sine bir dedeydi işte. Kağıtları topladı. Söylenerek uzaklaştı. — Hanııım? Her yana kağıt saçmış gene veletler. İyice âdet bellediler. Ne etsek bir korkuluk mı diksek? Hanııım? Gün batana kadar kuyunun başında bekledim. Hayatımdaki bu muallak ve iç karartıcı havanın esrarına ne zaman düşsem içinden çıkamıyor- dum. Neyimin eksik olduğunu da bilmiyordum. Ben konuştum, kuyu dinledi. O ara kuyu da konuşsaydı eğer, derdim bu kesin rüya. Babaan- nemin tek göz evine uyumaya vardığımda naftalin kokulu yastık ve ağır- lığıyla yatakta dönmeme engel olan yorgan beni karşıladı. Uyandığımda içimde rüzgârlar esiyordu. Hafiftim. Buraya geldiğimden en az beş kilo eksik belki de. Babaannemin çeyiz aynasını aldım. Arabanın arkasın- dan Ahmet’e üç kitap bıraktım. Köyün dışındaki mezarlıkta bir kabrin başında elindeki bastona dayanmış dedeye selam verdim. Köklerinden koparılmış bir gelinciğin rüzgârda uçması gibi özgürce yol aldım. 17
MIKRO ALEMDEN MAKRO ALEME Ayşe Rümeysa ÖZDEN [email protected] BAKAR MISINIZ, KÖK HÜCRENIZI BAĞIŞLAR MIYDINIZ? “Kan grubum 0’dı artık A oldu. 22 Ocak 2019 yeni Nazlı’nın doğum günü…” Mümkün mü sizce? Mümkün. Bunlar NTV eski çalışanı Nazlı Sümer Akdoğar’ın sözleri. 2017 yılında, 29 yaşında yakalandığı ve zorlu bir süreçle tedavi olduğu lösemi hastalığının 11 ayın ardından yeniden nüksetmesiyle 22 Ocak 2019’da ilik nakli olmuş ve o günü, yeni hayatı- nın ilk günü olarak tanımlıyor NTV’nin “Farklı Bir Konu: Kök hücre nak- li... (20 Ocak 2020)” isimli belgeselinde.¹ Bu değişime sebep olan şey ise hematopoetik kök hücre nakli (HKHN), daha genel ve bilinen adıyla ilik nakli. 18
Biraz temelden başlayalım: Hematopoetik kök hücreler, yetişkin kemik iliğinde bulunan ve çeşitli faktörlerle her çeşit kan hücresine farklılaşa- bilen hücrelerdir. Yani sağlıklı bir insanın kan hücreleri (en genel tabi- riyle alyuvar ve akyuvarlar) kemik iliğinde kök hücrelerden üretilir ve dolaşıma salınır, her bir çeşit hücre için bu durum döngüler halinde devam eder ve kan dokusunun yenilenmesi sağlanır. Kan dokusundaki hücreler yaşamın sağlıkla devamı için oldukça mühim hücrelerdir. Mesela eritrositler (alyuvarlar); hepimizin bildiği üzere dokulara besin ve oksijenin götürülmesi, tabiri caizse çöplerin ve karbondioksitin alın- masıyla görevli hücrelerdir. Anemilerde eritrosit sayısı azalmıştır veya var olan eritrositler işlev görememektedir. En hafif haliyle yorgunluk, devamlı uyku hali (Beyne oksijen gidemiyor ve uyanıklık sağlanamıyor, böyle düşünebilirsiniz.), vücudun uç kısımlarında üşüme, karıncalanma olarak kendini belli etse de aneminin ilerleyen safhaları kalp yetmezli- ğine ve ölüme dek ilerleyebilir. Doğumsal bir hastalık olan Fanconi ane- misinde ise anemiyi düzeltmenin bilinen tek yolu hematopoetik kök hücre naklidir. Bir örnek daha verelim: Lenfositler (T ve B) vücudu bakteriyel, viral, fun- gal (mantar kaynaklı), paraziter vb. istilalara karşı korumakla yükümlü hücrelerdendir. Ağır kombine immun yetmezlik (AKİY) gibi T ve B lenfo- sitlerin işlev göremediği, bazen hiç üretilemediği durumlarda bağışıklık sistemi vücudu istila eden fırsatçı ajanlarla savaşamamakta ve hayatın ilk yıllarında ölümle ya da ciddi hasarlarla sonuçlanabilen enfeksiyonlar oluşabilmektedir. AKİY gibi primer immun yetmezliklerin günümüzde bilinen tek tedavi şekli yine hematopoetik kök hücre naklidir. AML, ALL, KML gibi hastalıklarda yani lösemilerde, lenfomalarda, az evvel bahsettiğimiz Fanconi anemisi, konjenital nötropeni (Nötrofille- ri savaşta önde giden savaşçılar gibi düşünebilirsiniz, nötropenilerde nötrofil sayısı azalmış yani vücudun ilk savunma mekanizması bozul- muştur. Konjenital ise doğuştan anlamına gelir.) gibi hastalıklarda ke- mik iliğindeki kök hücrelerden bir ya da birden çok kan hücresinin üre- timi bozulmuştur (Hiç hücre üretilmiyor olabilir. Çok çok fazla sayıda ama işlev göremeyen hücreler üretiliyor olabilir, buna kanser denir...). Bu durum doğuştan ya da hayatın sonraki yıllarında ortaya çıkmış yani kazanılmış olabilir. Bu ve bunun gibi pek çok hastalıkta hematopoetik kök hücre nakli (HKHN) bazen tek tedavi seçeneği, bazense son tedavi seçeneğidir. 19
Sizleri inşallah sağlıklı birer birey yani “bağışçı adayları” olarak düşüne- rek bu bağışın nasıl kolaylıkla yapılıp bir insan için şifa vesilesi olabile- ceğinden kısaca bahsetmek istiyorum. Ayrıntılara aşağıya ekleyeceğim linkten de ulaşabilirsiniz.² Kök hücre bağışçısı olabilmek için öncelikle bir Kızılay kan merkezine gidip 3 tüp kan veriyorsunuz. Bu kan, kan yoluyla bulaşan çeşitli enfek- siyonlar (HIV, HBV vs.) açısından taranıyor ve doku tiplendirmesi yapılı- yor. Bunu ABO kan grupları gibi düşünebilirsiniz. Mesela A kan grubun- dan bir kişi eritrositinde (alyuvar) A grup antijeni taşır. B grubu kanı o kişiye veremezsiniz çünkü uyum sağlamaz. Doku tiplendirmesinde de aynı bu şekilde kan hücreleri üzerindeki HLA (Human Leukocyte Antigen), yani bir tür antijen, ile kanınız sınıflandı- rılıyor ve TÜRKÖK veri tabanına doku tipiniz kaydediliyor. İşte bundan sonra bekleme süreci başlıyor. Şayet Türkiye’de hatta dünyada sizin doku tipinize uyumlu bir kemik iliği ihtiyacı meydana gelirse Kızılay’dan sizi arıyorlar ve bu durumu size bildiriyorlar, “Hala kök hücre bağışçısı olmak istiyor musunuz?” diye sorup onayınızı alıyorlar. Bu noktada Sağ- lık Bakanlığı, TÜRKÖK ve Kızılay hep ortaklaşa çalışıyor. Kabul ettiğinizde sizin için 5 günlük bir süreç başlıyor. Ayrıntılarını yine aşağıya koyacağım linkten okuyabilirsiniz.³ ama kısaca şöyle açıkla- yayım: “Leğen kemiğinden ilik alınıyor, çok acılı bir süreç.” yanılgıları artık geçmişte kaldı. Damar yapısı uyumlu değilse bağışçının da onayı alınarak leğen kemiğinden kök hücre toplama yöntemi kullanılabiliyor ama damar yapınız uyumluysa -ki %90 uyumlu oluyor- 4 gün boyunca G-CSF (Granülosit Koloni Uyarıcı Faktör) adı verilen bir tür faktör ile kemik iliğinizin normalden daha fazla çalışması ve normalde periferik kanda yani damarlarınızda dolaşmayan kök hücrelerin kemik iliğinden damarlara çıkması sağlanıyor. Bu uygulama yalnızca kök hücrelerin yoğun üretildiği leğen kemiği, iman tahtası gibi bölgelerde sızlanma şeklinde kemik ağrılarına sebep oluyor. 4 günün sonunda bir adet sağ bir adet sol kolunuzdan damar yolu açılıyor. Bir kolunuzdan alınan kan aferez cihazından geçirilerek içinde oluşmuş kök hücreler toplanıyor ve geri kalan kan yine öteki kolunuzdan size geri veriliyor. İşlem bu kadar :) Normal bir kan verme işleminden farkı; 4 gün boyunca biraz kemik ağrıları çekmek ve kan alma sürecinin 15-20 dakika yerine 3 saat kadar sürmesi. Sonucu ise her şeyi silip geçecek kadar güzel, Maide 32 ile müjdelenmek: “...Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur…” 20
İnşallah teknik süreci ve önemini başarıyla anlatabilmiş, zihinlerinizde “Acaba ben de..?” sorusunu uyandırabilmişimdir. Öyle olduğunu ümit ederek biraz da zihinlerinizde oluşabilecek “Yahu bu helal midir, caiz midir, kan nakli gibi midir, organ nakli gibi midir?” sorularına cevap ver- mek isterim. Sizlerin de kolayca ulaşabileceği Fetva Meclisi⁴-⁵, Diyanet⁶ gibi internet mecralarına yeniden baktım, daha evvel de Necmettin İlahiyat’tan iki hocamıza bu durumu danışmıştık: Hematopoetik kök hücre nakli yani ilik naklinin hükmü tam olarak kan nakli gibidir. Kan gibi, kemik iliği de (burayaaa bir ekleme yapayım: sağlıklı bir insanın kemik iliği de) yeni- lenmeye müsaittir. Saçın kesilmesi gibi bir şeydir. Siz kök hücre bağışçısı olduktan sonra siz de sağlıklı olarak yaşamınıza devam edersiniz, bağış yaptığınız kişiye de inşallah şifa vesilesi olursunuz. Yani caizdir, hatta sevap kaynağıdır. Organ naklinin caizliği ise naklin tipine (canlı nakil, kadavra nakli vs.) göre değişebilmekte ve belki birtakım etik ve ahlaki sorunlar meydana getirebilmektedir. Belki başka bir yazının konusu olur. Bu konu hakkında, başka konular hakkında konuşmak, söylemek, sor- mak istedikleriniz olursa yazımın ilk sayfasında sol üstteki mail adresin- den bana ulaşabilirsiniz. Selamlarımı sunar, her birinizi Şâfî olan Allah’a emanet ederim. ¹ NTV’nin Kök Hücre Nakli Konulu Belgeseli: https://m.youtube.com/watch?v=ugBe1dW8JlA ² Kızılay’ın konuyla alakalı pek çok souya yanıt veren sayfası: https://www.kanver.org/sayfa/kan-hizmetleri/kok-hucre-bagisi/53 ³ Bir Kök Hücre Bağışçısının hikayesi, çok hoş olmuş: https://eksisozluk.com/bir-kok-hucre-donorunun-eksiksiz-hikayesi--6009642 ⁴ https://fetvameclisi.com/fetva-ilik-nakli-caiz-midir-88192.html ⁵ https://fetvameclisi.com/fetva-muslumandan-baskasina-ilik-vermek-caiz-midir-43460.html ⁶ Ali Erbaş’ın fetvası: https://m.youtube.com/watch?v=HkzEvxcw4XA 21
KALE'M Büşra SÜTÇÜ [email protected] I. Duvarın içinde kaybolan gün ışığı Hasretle beklenen geçmişin soluğunda tütsüleniyor Darmadağın külleri topluyor bir serçe Yerden biraz yüksekte Cesur bakışlar ile karşıdan karşıya geçiyor ömür Kim bilir çıkılan kaçıncı yolculuk bu Her bir adım yeni doğan bebek kadar masum Işıklar içinde kör kalmak mıdır payımıza düşen? Kibritlerden sakınılan düşlere Düşmemek mi? Ellerimizde açan çiçekler hevesinde kalsın sesimiz Daha gür çıksın diye bekleyişler Yağmurun ardında bıraktığı tebessümlere sarılıyoruz II. Bir iki üç Mesafelerden kaçamıyoruz Varıyoruz tenhada unutulan bir bardağa Ne çok şey anlatıyor... Dakikalardan taç yapıyor betonlar Başımın üstünde yeri var Tavan ile mücadele başlıyor Sırası gelen buyursun, zaman daralıyor Duvarlar ki günlerdir elim kolum Bir damla yaş ulaşıyor toprağa Dönüyor köklerinde, Sızısı hâlâ ellerimde Uğurlanıyor mağlup bir dünün ışığı Vardır ışıtacak karanlık bir ateşi Sevda dilin yongası ömür bahçesinde Her daldan bir yaprak eksilir günlerce... 22
RÖPORTAJ Huzeyfe ÖZTÜRK [email protected] İnsanoğlu var olduğu sürece, imtihan çarkında yoğrulmaya da devam ediyor. Bu, kıyamete kadar devam edecek bir akış elbette. Özellikle için- de bulunduğumuz süreç bize, elimizde olanla yetinmeyi ve şükretmenin lezzetini bir kere daha öğretmiş oldu. Ama kuru bir şükrün tuzsuz bir yemek gibi olacağı bilincinde olmamızdan dolayı elimizden her ne ge- liyorsa yapmakla mükellef olduğumuzun da farkındayız. Güzel günler göreceğimiz inancını ve krizlerin fırsatlara dönüşeceğine dair umudu- muzu diri tutmak adına kıymetli büyüğümüz Zekai hocamız ile oldukça güzel bir sohbet imkânımız oldu. Rabb’imize bu muhabbet için şükrede- riz. Keyifli okumalar... Selamunaleykum babacığım. Öncelikle hoş geldiniz, nasılsınız? Aleykumselam ve rahmetulllah hoş buldum. İyiyim hamd olsun, şü- kürler olsun. Her hâlimize şükretmek lazım. Bazen kul şükrü unutuyor, hamdi zaten unutuyor. Hamd ile şükür arasındaki farkları da galiba çoğu zaman dikkatten kaçırıyoruz. Çağımız haz ve hız çağı olduğu için şükrün de hazzın da ya da içinde bulunduğumuz nimetlerin de kıymeti çok hızlı eskiyor. Dolayısıyla biz dilden de olsa, inşallah gönülden de olur, Rabb’imiz onu görür, hamd etmemiz ve şükretmemiz gerekiyor. İkisi arasında ne fark var, diyeceksiniz. Bildiğim kadarıyla söylüyorum, ilahiyatçı değilim. Ben bu ikisi arasındaki ilişkiyi; devamını arzu ettiği- 23
miz şeylerde hamdi artırmalıyız, artmasını arzu ettiğimiz şeylerde ise şükrü artırmalıyız olarak algılıyorum. Güzel bir hâl tercümesi oldu gerçekten. Peki bu güzel girizgâhtan son- ra Zekai Öztürk kimdir, diyerek sohbetimize bismillah diyelim. Galiba en zor soru bu. İnsanın kendini anlatması kadar zor ve sıkıcı bir şey yok ama ben kronolojik bilgi vereyim. 1970 Düzce doğumlu- yum. Ailemizin kökeni Giresun’dan, Trabzon’dan Rus Harbi sırasında Düzce’ye göç etmişler. Biz 3. kuşak Düzceliyiz diyebiliriz. İlkokulu yarı yarıya Düzce’de ve Bolu’da bitirdikten sonra ortaokulu ve liseyi de Bo- lu’da tamamlayıp 1989 yılında Konya’da Selçuk Üniversitesi'nde Fizik bölümünü okumak üzere buraya yerleştim. O yüzden galiba Konya’da- ki herkes beni Gonyalı zannederdi. Özellikle son 15 yıl içerisinde dilim bile değişmişti. Konya’nın şivesi ile konuşmayı önemsemiştim. Zira bir hadiste okumuştum: Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine gelen her toplu- luğa onların şivesi ile hitap ederdi, bunu bir mütevazılık örneği olarak görürdü. Ben de Konyalılar gibi konuşur, onlar gibi yaşardım. Gerçekten Konya benim 2. vatanım gibidir. Üç evladımın üçü de burada doğdu. Bu arada üç erkek evlat babasıyım. Eşim de Bolulu. Oğullarımın ilk ismi Muhammed’dir. Bununla ilgili bir ahdim vardı: O zaman için İlahiyat Fa- kültesinde profesör olan Durmuş Ali Kayapınar’ın beş tane oğlu vardı. Bir muhabbetimiz sırasında demişti ki: “Ben Bağdat’ta okudum, Ebu Hanife’nin mezarını ziyaret ettim. Orada Allah’a bana erkek evlat ver- mesi için dua ettim, beş tane verdi. Muhammed'den (a.s.) başlayarak dört halifenin adını koydum çocuklarıma. Fakat fark ettim ki 'Ya Rab- bi, hayırlı olanı ver!' demeyi unutmuşum, bu kerataların hiçbiri hayırlı çıkmadı.” Hâlbuki hepsi de okumuş, özünde iyi insanlardı. O zamanlar ilk oğlum Muhammed Huzeyfe’m vardı sadece, diğerleri yoktu. Anla- dım ki bir şeyi isterken arzu ettiğin değil, kaderin tecelli edecek. Sen bu kaderin çarkında neyin hayır neyin şer olduğunu bilmiyorsun ve bu bilmediğin süreç içerisinde bir limana bir gemiyi sağ salim götürmek gibi bir görevin var. O hâlde ben çocuklarımın hepsinin hayırlı olmasını isterim. Hatta o günden itibaren dualarıma “Ya Rabbi, kıyamete kadar soyumuzdan kötü kimseler çıkarma!” diye eklerim. Fizik öğretmenliği yapıyorum. Hep özel sektörde çalıştım. Ekol Dersha- nesi’nde ve İsmail Kaya Koleji’nde uzun yıllar görev yaptım. Askerliği 99 depreminden sonra İstanbul’da yaptıktan sonra Konya’ya döndüm. 2008 yılında ömrümün tam yarısını burada geçirmişken (19 yıl) tekrar vatanımıza döndük. Şu anda yine Bolu’da Sınav Kursu’nun franchise şu- 24
belerini işletmekteyim. Kısaca böyledir Zekai Öztürk. Yaşamakta olduğumuz hayat döngüsü sizden de dinlediğimiz üzere tekdüze ilerlemiyor, bir iniş-çıkış söz konusu, sürprizlerle dolu. Hayat akışımız içerisinde özellikle de gündem kaynaklı hep “Tedbiri elden bı- rakmayalım.” cümlesini duyuyoruz ama aynı zamanda her şeyin bizim elimizde olduğu yanılgısına kapılıyoruz. Peki tedbir ile takdir arasında nasıl bir denge sağlayabiliriz? Gerçekten insanlığın felsefe noktasında “iman”dan sonra içinden çıka- madığı ana konuların başında gelen, belki de bu kader mevzusudur. Kader, birçok âlimin belki de imanî noktadan sırât-ı müstakîm üze- rinden saptığı noktalardan ikincisi olarak karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Kulun kendince tûl-i emelden -uzun ya da kısa çok fark etmez- kendi hayatına koyduğu planlamaları, iş bölümünü, hayallerini, gelecekle, çocuklarıyla, işiyle, kazandığı mallarla belki cenneti-cehennemiyle ilgili kısmi tasarruflarını tedbir olarak görüyoruz. Ancak eskilerden duydu- ğum ve çok hoşuma giden bir söz mihmandarımdır bu konuda. “Kul kurar, kader güler.” diye bir laf vardır. Dolayısıyla tedbirsiz bir hayat mümkün değil, sonuçta bu hem Kur’an’ın hem sünnetin karşımıza koy- 25
duğu bir emirdir. Hadiste geçer ya, “Bineğini önce sağlam kazığa bağla, sonra tevekkül et.” diye. Bizim kazığa bağladığımızı zannettiğimiz şey- ler tedbir olsa gerektir. Ama ucunda bize Azrail’in ne zaman geleceği- ni bilemediğimiz bir hayatı yaşadığımıza göre, tedbir galiba şu olmalı: Her saniyesi ölüme bir adım daha yaklaşan ama aslında ölümün bizden hiç uzak olmadığı şuuruyla götüreceğimiz bir zaman dilimi, bir süreçtir tedbir. Böyle bakabilsek ve böyle yaşayabilsek galiba dünyaya ait hiçbir tedbiri önemsemezdik diye düşünüyorum. Ancak dönüp baktığımızda söylemlerimiz ile eylemlerimiz arasında müthiş bir tezat ortaya çıkıyor. Hepimizin çocuklarımıza, evimize, işimize, hayatın akışına ait bir takım planlamaları var. Ama bu planlamaların içerisinde kul hep şunu yapar, “İşte olsa olsa en kötüsü şu olur, o zaman ben buna göre tedbir alayım. Bu tedbire göre şununla karşılaşırsam bunu yaparım -Allah korusun hep daha kötüsü olabiliyor-” gibi düşünce bazında bile olsa herkesin hayatında var olan tedbirlerin ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak bunların takdir noktasıyla karşılaştığımızda asıl mesele; bizim umduğumuzla, karşımıza çıkan/çıkarılan kader çizgimizin kesiştiği yer- ler bizi mutlu ediyor, umduğumuz gibi çıkmamışsa mutsuz oluyoruz. Eğer bir kul her şartta “Olanda hayır vardır.” düşüncesini kendi haya- tına filtre edip bir kılavuz hâline getirmişse bizim şer gibi gördüğümüz şeylerin içerisinden de hayır çıkabileceğini bildiğimiz, demek ki hayırlısı buymuş diyebileceğimiz bir olgunluğa ulaşmamız kolay olur. Ancak bu öyle bir süreç ki ne kadar çok bilirsek bilelim, bildiklerimizi bir tecrübe- ye, bir cendereye koyup yaşamadan bu olgunluğa ulaşmak da galiba zor oluyor. Eskilerin ortaya koymaya çalıştığı tasavvuf geleneğinde “olmak, pişmek” gibi tabirleri günümüz insanının zor algılaması söz konusu olsa bile burada işte bir tedbir-takdir uyumunun sağlanması noktasında bir çileye talip olmak düşüncesi yatıyor diye düşünüyorum. Ne yaparsak yapalım tedbirimizi daima takdir bozuyor. Böyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Aklıma bir hadis geldi, yeri gelmişken aktarayım sizlere. Al- lah Rasulü (s.a.v.) Medine’de -yanlış hatırlamıyorsam- sahabilerle otu- rurken eline bir çomak parçası alıp kumun üzerine bir daire çizer ve der ki: “Bu daire nedir bilir misiniz?” “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” derler. Sonra o çemberin içinden başlayıp dışına doğru taşan bir doğru çizer, yine aynı soru-cevap gerçekleşir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): “Çizdiğim daire, ecel; düz çizgi, emel çizgisidir. İnsanın eceli gelir ama emeli bitmez.” der. İşte bu emelin içerisinde hep beklentiler, taktikler, kendimizce ortaya koyduğumuz tedbirler vardır. Kader çizgimizi göre- mesek bile anlık yaşadığımız bilinciyle emel çizgisini, ecel dairesinin içinde tutarak bir tedbir paketi uygularsak başımıza gelene de gerçek- 26
ten razı olup demek ki bunda bir hayır varmış dersek, zannediyorum ki işin içinden çıkabiliriz. Ancak burada insanların ve benim de kafamızı karıştıran şöyle bir mevzu var: Eyyûb (a.s.) ile ilgili anlatılır. Derler ki, sabır abidesi olan peygamber hasta olduğu dönemde kokusundan, üzerindeki kurtların vücudunu kemirmesinden ailesi, akrabası, evlatları bile yanına yakla- şamazlar. Uzaktan yiyecek verirler. O vücudundan düşen kurtları alıp tekrar vücuduna koyar, açlıktan ölmesinler, buna ben sebep olmayayım diye. Bu anlatılan hadisenin doğru olduğunu varsaydığımızda sıradan insanlar olarak tedbir bu değil, diye düşünürüz. Zira hastalığa karşı in- sanların tedbirli olması lazım. Hastalık bir takdir ise tedavi bir tedbir olmalı. Buradaki tedbiri paranoyak düzeye çıkarmadan başarabilmek gerekiyor. Şu anda müthiş bir pandemi yaşıyoruz. İnsanların krallıkları, bakanlıkları, paraları, zenginlikleri, uçakları, anlık hatta saatlik mekân değiştirmeleri Allah’ın küçücük görünmez ordularıyla bitiverdi. Demek ki mutlak güç, mutlak otorite, mutlak hüküm tayin edici Al- lah’tır bir kere. Buna razı olmak mecburiyetinde olduğumuzu bu süreç 27
bize hatırlatıyor. Bu yüzden bu ikilemin terazinin iki kefesi gibi oldu- ğunu düşünüp birinin, diğeri olmadan olmayacağını, yani tek başına tedbirin hiçbir şey anlatmayacağını, tek başına takdirin de hiçbir şey anlatmayacağını anlamamız gerekir. Zira bir tarafa ağdırdığınız zaman “Zaten kaderimiz gerçekleşecek, o zaman niye gayret edelim?”e döner iş. Allah korusun, her şeyi ben yapıyorum dediğiniz zamanda şeytani bir akıl ön plana çıkar. Bu sefer ben yaptım, ben başardım, bizi ilah olmaya götürür. Bu iki çizginin ortasında bir yerde kalmamız gerekiyor, “havf ve reca”da olduğu gibi. Allah razı olsun. Çok güzel ifade ettiniz. Ali radıyallahuanh’a nispet edilen şöyle bir söz var: “Bir ihtiyacım için Allah’a dua ediyorum. Onu bana verirse bir kez, vermezse on kez seviniyorum. Çünkü birincisi be- nim, ikincisi ise Rabbʼimin tercihidir.” Anlattıklarınız ile örtüşen bir not olarak bırakalım buraya. Sormak istediğimiz diğer bir soru da, gerek ruhunuz gerek mesleğiniz gereği gençlerle bir aradasınız. Konumuz bağlamında onlarda gördüğünüz hatalar var ise biz gençlere de yol gösterici olması açısından paylaşabilir misiniz? Estağfirullah. Yaşanmış bir tecrübe var ama bu hiçbir zaman vahyin ya da sünnetin ortaya koyduğu yol haritasından daha değerli değil diye düşünüyorum. Sonuçta biz yaşadığımız süreci bir süre sonra da olsa eğer vahiy cenderesinden, sünnet penceresinden geçirip süzemiyorsak buradan çıkarılacak dersler kişisel kalır. Mutlaka bizi yanlışa götürür. Evet, gençlerin içerisinde bir yaşamımız var, bu mesleğim gereği böyle ama galiba mesleğim bu olmasaydı da benzer şeyler olurdu diye dü- şünüyorum. Zamanımızın gençliği ile cahiliye gençliği arasında ya da sahabe gençliği arasında aslında ben çok fazla fark görmüyorum. Hepsi, nihayetinde Allah’ın yarattığı kullar olarak karşımızda. O günün ve bu- günün şartları arasında belki teknolojik iletişim, aile yapısı, alışkanlıklar vs. anlamında farklılıklar arz ediyor olabilir ama yüksek bir yerden fo- toğrafın tamamına baktığımızda o gün de iki gücün yeryüzünde birbiri ile mücadelesi vardı, bugün de var. Âdem’in (a.s.) çocukları, gençleri arasındaki mücadele ile bugünkü mücadele aslında çok farklı değil. Ben her fırsatta öğrencilerime şunu anlatmaya çalışıyorum. Herhâlde en çok bunu eksik gördüğüm için söylüyorum. Tevekkül eksikliği var za- mane gençlerinde. Bir de konuşmaya başlarken söylemiştim. Değerleri çok hızlı eskitme alışkanlığımız var. Gençlerin sınav kaygılarından dolayı yaşadığı müthiş bir gerilim oluyor. Genellikle bu gerilimi hep tevekkül duygusuyla aşmalarını sağlayacak konuşmalar yapıyorum ve şunu so- ruyorum: “Parmaklarından ortasındakini keseyim ve sana arzu ettiğin 28
üniversiteyi, bölümü vereyim. Razı mısın?” Bugüne kadar evet olur, buna değer diyeni duymadım. Zamane gençliğimizin düşünce nokta- sında bu eksiklikleri geçmişte de hep vardı. Sonuçta şeytan nefisle iş birliği yapıp süreci negatife götürmeye çalışıyor. Vahiyle de peygamber iş birliği yapıp süreci doğru yola götürmeye çalışıyor. Biz gençlerimizi hep doğru yolda kalmaya, güzelden yana olana, kalıcı olana sevk et- meye çalışıyoruz. Ama görüyoruz ki geldiğimiz noktada bu mücadele bizimle başlamadı, bizimle bitmeyecek. Kıyamete kadar devam edecek. Pandemiden yola çıkarak şöyle bir açılım yapayım. Sürece baktığımız- da insanlar evlere tıkıldılar. Sokağa çıkma yasakları var şu an. Öğrenci- lerden “Hocam sıkıldık dershaneyi sevmiyorduk ama şimdi oranın ne kadar iyi olduğunu anladık.” itiraflarını duyuyoruz. Cevaben diyorum ki, “Çocukluğunuz hariç ailenizle beraber hiç bu kadar uzun vakit geçir- memişsinizdir. Gelin ailenizin kıymetini bilin. Hiç olmadıklarını ya da on- larla görüşemediğinizi hayal edin. Değer mi? Şimdi bakın berabersiniz, onun kıymetini bilin. Evinizdeki pencerenin, kapının kolunun, mutfakta- ki bardağın, yerdeki kirin, lavaboda etrafa verdiğimiz kirletmenin, zara- rın kadr-ü kıymetini bilin. Zira bu süreç inşallah bitecek. Bittikten sonra da siz hayata dalacaksınız. Yine değerler unutulacak ama bir anne, bir baba, kardeşle bir arada yaşamanın ne demek olduğunu algılayın. Dü- şünün ki hayatınızda elektrik yok, o olmayınca telefon, bilgisayar yok, bütün dünya ile irtibatınız koptu. Ne yapardınız?” “Hocam herhâlde patlardık, ölürdük.” gibi cevaplar geliyor. “Peki” diyorum, “Şu an evde- siniz, patladınız mı?” “Hayır.” diyorlar. Demek ki insanoğlu içinde bu- lunduğu her mücadeleyi kazanabilecek kabiliyette yaratılmış. Evet fıtrat olarak zayıfız ama akıl olarak çok ileri seviyelerde Allah bize güç vermiş. İbn Abbas'tan bir şey aklıma geldi hazır gündeme gelmişken-Hâkim’de geçiyor olması lazım-. Eyyûb'un (aleyhisselam) hanımı kendisine, “Val- 29
lahi o kadar çok sıkıntıya düştük ki bu imtihan süreci içerisinde saçımın örgüsünü satarak sana ekmek alabildim.” diyor. Gelen cevap çok ilginç, “Ey hatun! Allah’a dua et. Sana şifa versin. 70 yıldır nimetler içinde ya- şadık, daha 7 yıldır sıkıntı çekiyoruz.” diyor. 7 gün değil, 7 ay değil, tam 7 yıl. Bu cevap bize gençler ve kendi nefislerimiz noktasında müthiş bir örneklik teşkil etmeli. Biz bu sürecin ne kadar süreceğini bilmiyoruz. İş- lerimizden dolayı korkularımız var, birçok plan kuruyoruz. Maalesef Al- lah’a teslim olma konusunda çok az bir değer harcıyoruz. Yine evde kal- mayla ilgili eskiler anlatırlar: Bazı âlimler halktan uzun soluklu koparak bir tekkeye ya da evlerine çekilir ve uzun süre vatandaşlarla görüşmez- lermiş. Bunlardan biri olan Muhammed b. Nass’a soruyorlar: “Uzun bir süre evde olmaktan sıkılmadın mı? Nasıl dayanıyorsun?” Cevabı çok güzeldir. Der ki: “Allah, Ben ancak beni ananlarla sohbet arkadaşıyım buyururken ben evimde neden sıkılayım?” karşılığını verir. Dolayısıyla ne için koştuğumuzu, nerede olduğumuzu ve ne olmak istediğimizi iyi seçersek içinde bulunduğumuz durumu algılamak, kabullenmek ve dü- zelmesi noktasında mücadele etmek kolaylaşacaktır. Buradan şöyle bir sonuç çıkmasın. Evlerimizde oturalım, yazmayalım, çalışmayalım, koş- mayalım değil tabii. Bu duruma uyum sağlama noktasında hayrı tercih ederek hayırla beraber olma noktasındaki bakış açısını ortaya koyuyo- ruz. Bazen öğretmen arkadaşlarla, her geçen gün neslin daha az çalıştığını, daha az gayret ettiğini, büyüklere daha az değer verdiğini söyler duru- ruz ama çoğu zaman hemen kendimi toparlarım. Derim ki, Allah Rasulü (s.a.v.) dönemi gençleri ile bizim dönem gençlerimiz arasında bir fark yok. Onlardaki değişim bugünün gençlerinde de yaşanıyor, yaşanabili- yor. Biz Ömer olabilsek onlar Mus’ab, Bilal zaten olurlar. Ömrüm boyunca hedef edindiğim şeylerden bir tanesi de şudur: Kon- ya’nın gençleri ile kıyas ettiğimizde belki bu anlaşılamayabilir. Derse her girdiğimde selam veririm, ilk başlarda öğrenciler böyle garip garip bakarlar imam mı geldi diye. Sonra alışırlar. Dersten çıkarken de se- lamla çıkarım. Bir süre sonra gençler fırsat buldukça sorarlar: “Hocam gelirken selamı anladık ama çıkarken niye selam veriyorsunuz?” diye cidden ve samimiyetle sorarlar. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Biz bu gençlere Allah ve Rasulü’nü götüremedik. Bu yüzden, onların yaptığı yanlış davranışları sadece onlara yükleyip kenara sıyrılmamız bizi bu so- rumluluktan kurtarmaz. Dolayısıyla “Bu insanlar bilmiyorlar, bilselerdi doğrusunu yaparlardı.” diyor Allah Rasulü Taif'te ve başka yerlerde de. Bizim onlara hakkı götürmek gibi asli bir görevimiz var. Fırsatını bulduk- 30
ça bunu yerine getirmek gerekir. Zekai Öztürk bir fizik öğretmeni olarak ne yapıyor derseniz, insanlar şu an evlerinde kısıtlı imkanlar içinde ne yapıyorlarsa ve orayı yaşanabilecek bir mekân hâline getiriyorlarsa, dağ başındaki bir çoban kendi imkânları içerisinde hayatını devam ettire- cek pratik şeyleri etrafında nasıl oluşturabiliyorsa ya da sanayideki bir usta kısıtlı malzemeyle arızayı nasıl tamir ediyorsa biz de hangi meslek erbabı olursak olalım mutlaka bu çocuklara hakkı götürecek bir argü- mana ulaşırız. Özellikle fizik bu anlamda oldukça zengin. Kur’an’a bir fizikçi gözüyle baktığımda, -bir ufuk açma parantezi olsun diye söylüyo- rum- Fil suresini onlara anlatırken mesela ‘serbest düşme konusu’nda Ebabil'i gündeme getiriyorum. “Çocuklar” diyorum, “Ebabil dediğiniz şey bir kuş ve kuşlar hava olmadan uçamaz, uçaklar da öyle. Nasıl olu- yor da pençelerinden bıraktıkları küçücük taşlar bir orduyu yok ediyor? İşte havasız bir ortam var. Tıpkı Kırıkkale’deki silah fabrikasının üzerin- de olduğu gibi. Oraya da uçaklar pike yapıp inemiyorlar. Allah Teâlâ, fil ordusunun üzerine böyle bir havasız ortam koymuş, taşlar çok aşırı hızlandığı için her birisi bir kurşun tanesi gibi inince ordu telef olmuş. Allah korusun, yağmur damlaları hava sürtünmesi olmasaydı yere birer kurşun gibi inerdi.” Bakın burada mesleğinizdeki bir bilgiyi Fil suresine bir açılım yaparak ya da yeri geldikçe uzayla ilgili ayetlerle vs. mutlaka kullanıyorsunuz. Şöyle bir derdimiz olmamalı, hayata bakarken hep “Anlatmalısınız, an- latmalısınız, anlatmalısınız.” şeklinde. Ben bundan ziyade “Yaşamalıyız, yaşamalıyız, yaşamalıyız”ı önemsiyorum. “Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff/2) tehdidiyle karşılaşıyoruz. Çünkü zaten başka türlü etkili de olmuyor. Yapamadığım şeyler hususunda insanları eleş- 31
tirmeden susuyorum ve bekliyorum. Daha çok, yaşayarak örnek olma noktasında gayret sarf ediyorum. Geriye dönüp şöyle bir baktığımda her yıl 1-2 öğrencimin başını örtmesiyle ya da üniversiteye gittikten sonra tekrar gelerek “Hocam sizi daha yeni anladık.” diyerek biraz daha Kur’an’a ve sünnete dönük eylemlerle gördüğümde mutlu oluyorum. İnşallah Rabb’im de bunların sevabını bu dünyadan çok ahirette karşı- mıza çıkarır diye ümit ediyorum. Özellikle gençler hususunda söyledikleriniz için çok teşekkür ediyoruz babacım. Bir hocamız “Müslüman; bildiğinin âlimi, bilmediğinin talibi- dir.” derdi. Yani en azından elimizden geleni yaptığımızda kendimizin âlimi, daha fazlasını yapabilecek kapasitede olduğumuz için de bir ilim talibi oluyoruz aynı zamanda. Son olarak toparlayacak olursak muhabbetimizin seyri üzerine Al- lah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçma hususunda başucu niteliğinde birkaç nasihat alırsak mutlu oluruz. Tedbiri bir kuvvet olarak görmemek lazım. Aynı zamanda kadere razı olma şekli, kabiliyeti olarak görmek gerekiyor. Allah korusun biz yaptık, bu tedbirleri aldık, bunları başardık dediğimizde -hayatın her alanında olabilir- bu bizi kibre ve Allah’ın kudretine ortak koşmaya götürür. İn- sanoğlu buna çok yatkın. Çünkü her zaman, insanlığın büyük bir kısmı- nın güce tapma, o güce ulaşamadığında da kendinin üzerinde başka bir gücü ortaya koyma eğilimi var. Böyle baktığımız zaman tedbirin tehli- keli bir boyuta ulaştığını söyleyebiliriz. Peki tedbirsiz bir hayat mı yaşa- yacağız? İnsanın arabaya bindiğinde kemer takıyor olması, bir annenin çocuğunu düşmeden önce hissederek kolundan tutması ya da gecenin bir vaktinde acaba uyuyor mu nefes alıyor mu diye yanına gidiyor olma- sı tedbirdir. Bu tedbir Allah’a isyan noktasında değildir. Hadiseye böyle baktığımız zaman, bize verilen kısmi cüz’î kudret noktasında iradeye ram olup tedbirimizi almak zorundayız. Kaderimizi bilmiyoruz ve his- sedemiyoruz da. Bu sadece ölümle sınırlı bir çizgi de değil. Kadere razı olmak, boş vermiş olmayı gerektirmiyor. Başımıza her ne gelirse gelsin, bunun kaderimizin bir tecellisi olduğunu bilmek gerekiyor. Evet, Allah’ın kaderinden yine kaderine sığınacağız. Zira mülk O’nun, mekân-zaman O’nun. Geriye kalan her şey yaratılmış olduğuna göre O'nun mülkünü terk etmek gibi bir lükse sahip değiliz ve gücümüz de yok, hatta iyi ki de yok. :) Eğer öyle olsaydı bizden çok sayıda ilahlar çıkardı. Kişisel ihtiraslarımızı, nefsimizi törpüleyebildiğimiz ama aynı 32
zamanda onunla da yaşayabildiğimiz ölçüde kaderden kadere sığınma açısından yol alabiliriz. İnsan şunu da aklından çıkarmamalı: Şeytan kıyamete kadar izinli, nefsimiz de onunla iş birliğine çok meyilli. Tarihte hiçbir devlet yoktur ki -Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kurduğu devlet de buna dâhil- muhalefeti olmasın. İbn Selüller, Yahudiler, münafıklar var, ya- rın yine olacaklar, olmalılar da. İşte o nefistir. O nefis, bizimle mezara kadar gelecek. Onun varlığından rahatsız olmamalıyız. Muhalefetten daha güçlü olmamaktan korkmalıyız. Kaderden kadere kaçışın kontrol noktası burasıdır diye düşünüyorum. Yüreğinize, dilinize sağlık babacım. Oldukça ufuk açıcı, keyifli ve hoş bir sohbet oldu. Çok teşekkür ederiz. Allah’a emanet olun, selametle... Eyvallah, sizler de. 33
KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] HER KIŞIYE LAZIM Buket, sabah olup gözlerini açtığında yüzünde istemsizce bir gülümse- me oluştuğunu hissetti. Bugün uzun zamandır görüşemediği arkadaş- ları ile görüşmek için randevulaşmışlardı. Mutluluk içinde kalktı, kah- valtısını yaptı. Hazırlandı, çıkmadan önce pis kokuların geldiği ve birkaç gündür atmayı ertelediği çöpü de atmaya karar verdi. Çöp gerçekten tiksindirici bir hâl almıştı ve onu atana kadar kendini zor tuttu. Aracına bindi, emniyet kemerini taktı, son hazırlıklarını yaptı ve yola çıktı. Çok yol almamıştı ki yakıtının azaldığını haber veren ikaz sesi ile irkildi, şa- şırdı, halbuki yakıt alalı uzun bir zaman olmamıştı. Daha sonra sanayide göstermem gerek diye düşündü, yola devam etti. Sol şeritte hız sınırına uygun bir şekilde ilerlerken ani bir şekilde önüne bir araç direksiyon kırdı. Birden kalbi hızlıca atmaya, nefes alış verişi artmaya başladı ve art arda kornaya bastı. Korkmuştu ve tüm bu olanlar ise birkaç sani- ye içinde gerçekleşmişti. Önüne aniden direksiyon kıran sürücü ileride sağa çekti, Buket de sağa çekti aracını. Hatalı araç kullanan sürücü “Ne var, ne delirmiş gibi kornaya basıyorsun? Geçmişsin sol şeride kaplum- bağa gibi gidiyorsun.” şeklinde tepki gösterdi. Buket, “Yaptığınız kural hatasını kabul etmeyi bırakın bir de beni haksız göstermeye çalışıyorsu- nuz.” dedi. Elleri titriyordu ve göz bebekleri de büyümüştü. Haksızlığa gelemezdi, çok öfkelenmesine rağmen kendini sakinleştirmeye çalıştı. Diğer aracın sürücüsü söylene söylene aracına bindi ve hızlıca uzaklaş- tı. Buket de aracına geçti. Bir yudum su içti, az önce yaşadığı olayın etkisinin soğumasını bekledi. Arkadaşları ile buluşmaya giderken böyle gergin bir olay yaşadığı ve modunun düşmesine üzüldü. Ancak buluş- maya yerine varıncaya kadar modunu tekrar yükseltebileceğine emin- di. 34
Bu hikâye duyguların hayatın içinde her an var olduğuna dair birçok senaryodan sadece birisi. Nedir duyguları bu kadar vazgeçilmez kılan? Duygu ne demek ki? Duygu deyince herkesin aklına bir şey mutlaka geliyor fakat tam olarak tarif edemiyoruz. Literatürde bile duygulara ilişkin 92 tanım bulunmakta. Duygu odaklı terapinin öncüsü Leslie Gre- enberg duyguları, direk olarak insanın neyi, nasıl algılayacağını, bilgiyi ne hızla işleyeceğini, bir durum, olay karşısında ne düşüneceğini ve na- sıl tepki vereceğini etkileyen temel oluşumlardır şeklinde tanımlamak- tadır. Bir durum karşısında neyin önemli olduğunu, nasıl davranmak gerektiğini, temel olarak neye ihtiyaç duyulduğuna dair önemli bilgiler sunar. Bunların da ötesinde duygular, iletişimin ardındaki niyetleri ile- ten ve kişiler arası etkileşimleri düzenleyen bir sinyal sistemidir (Çelik ve Aydoğdu, 2018). Buket sabah kalktığında buluşma günü olduğunu hatırlayınca mutlu oldu, duygu dışa vurumu olarak yüzünde bir gülümseme belirdi. Çöp kokusunu algıladığında tiksindi. Bu tiksinti duygusu, çöpü evden uzak- laştırması gerektiğinin sinyalini verdi. Şaşkınlık duygusu, beklenmedik olaylar karşısında ortaya çıkar ki Buket için ikaz sesi beklemediği bir olaydı ve bu durumu nasıl düzeltebileceğine dair bir fikir bulmasına yardımcı oldu. Korku duygusuna fizyolojik süreçler de eşlik ederek teh- like anında kan akışının ve nefes alma verme hızının artmasına yardımcı oldu. Ne yapması gerektiğini düşünmeden önce kornaya bastı çünkü öncellikle hayatta kalması gerekiyordu. Bunun sebebi duygunun, dü- şünceden farklı bir beyin olgusu olmasıdır. Kendi kimyasal ve fizyolojik temeli olan ve beyinde konuşulan özgün bir dildir. Limbik sistem, temel duygusal süreçlerden sorumlu ana beyin merkezidir ve duygunun oluş- ması için iki yol sunar: (a) kısa yol: amigdalanın tehlikeyi sezmesi, beyin ve vücuda acil tehlike sinyali yayması, (b) yavaş/uzun, yol: aynı bilginin thalamus aracılığı ile neokortekse iletilmesi. Birinci yolda tepki daha otomatik bir şekilde oluşur, amigdala neokortekse göre sinyali iki kat daha hızlı ilettiği için genellikle beynin düşünce bölümü duygusal tep- kiyi durdurmak için araya giremez (Greenberg, 2011). Buket aracından inerek tartıştı, çünkü öfke haksızlığa uğradığında hakların savunulması için sinyal görevindedir. Modu düştü, üzüldü. Üzüntü bir kayıp ile ilişki- lidir, insan için heyecanını kaybetmek de bir kayıp sayılır. Kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan duygular (mutluluk, sevinç), kendi- mizi iyi hissettirmeyen, tetikte olmamızı ve başa çıkmamız gereken du- rumların olduğunun sinyalini veren olumsuz duygular (üzüntü, korku, öfke) şeklinde bir ayrım yapabiliriz. Olumsuz duygular aktive olduğun- 35
da bu gerginlik verici hâli düzeltmeye ve ortadan kaldırmaya çalışırız. Hatta olumsuz duyguları yaşamamak için duygularla ilgili beyin bölü- münü ameliyatla aldıran insanlar olmuştur. Bu insanlar olumsuz duygu yaşamıyorlardı ancak hayatlarında karar verememe, sosyal ortamlara uyum sağlayamama gibi daha büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Bununla beraber olumlu duygulara ilişkin temkinli durmak gerektiğine dair bir inanış da mevcuttur. Duyguların esiri olmak deyimi olumsuz bir imaj çiziyor aslında duygulara. Her hâlükârda olumlu olsun olumsuz olsun hayatımıza anlam kazandıran eşsiz bir özelliğimizdir. Duygular insan hayatı için işlevsel olmasının yanı sıra doğru zamanda ve uygun yoğunlukta sergilenmediklerinde incitici olabilirler. Uygun olmayan duygusal tepkiler sosyal ilişkilerde sorunlara ve hatta fiziksel rahatsızlıklara yol açabilmektedir. Duyguların zaman zaman incitici ola- bilme düşüncesi, duyguların bir ya da daha fazla yönünü azaltma, artır- ma ya da sürdürme süreçlerini ifade eden duygu düzenleme kavramına götürür (Werner ve Gross, 2010). Gün içinde hem olumlu duygularımızı hem de olumsuz duygularımızı düzenlemekteyiz. Örneğin mutluluğumuzu içinde bulunduğumuz sos- yal ortamın izin verdiği kadarıyla yaşıyor ve dışa vuruyoruz. Kafeler gibi çok sevinçli olduğumuzda bile genellikle tanımadığımız kişilerin boynu- na atlayıp sevinç gösterilerinde bulunmuyoruz. Ya da Buket’in yaşadığı öfke anından sonra bir yudum su içmesi gibi bu duyguyu düzenlemeye çalışıyoruz. Duygu düzenlemenin gelişimine baktığımızda ilk olarak, bebekliğin başından itibaren bebeklerin kendilerini yatıştırmak için parmaklarını emdiklerini görüyoruz. Fakat başlangıçta bebekler çoğunlukla bakım verenlerinin kendilerini uyutmasına, nazikçe ninni söylemesine ve ma- sajlar yaparak rahatlatması ile bebeğin duygularını yatıştırmasına yar- dım etmesine muhtaçtırlar (Santrock, 2016). Erken çocukluk döneminde ise ebeveynler çocukların kendi duygularını düzenlemesi konusunda duygu koçluğu yaparlar. Duygu koçluğu yapan ebeveynler çocuklarının duygularını takip ederler, negatif duyguların bir öğrenim fırsatı olduğunu dile getirirler. Çeşitli oyunlar ve etkinlikler ile duygularını anlamalarında ve ifade etmelerinde çocuklarına yardım- cı olurlar (Santrock, 2016). Ergenlik döneminde ise birey, soyut düşünme becerisinin gelişmesiyle 36
bilişsel yeteneklere sahip olur. Bu noktadan itibaren duygu düzenleme süreçlerinde bilişsel becerilerin de kullanıldığını görmekteyiz. Bu doğrultuda Garnefski ve arkadaşları (2001) düzenlemenin bilişsel yönlerini içeren dokuz farklı bilişsel düzenleme stratejisi belirlemişler- dir: 1. Kendini suçlama: Yaşanılanlar karşısında kendini suçlama düşün- celerini ifade eder. Örtülü bellekte var olan olumsuz yaşam dene- yimlerinin sonucunda oluşan değersizlik hissi ile ilgilidir. Buket’in trafikte yaşadığı olaya baktığımızda korku ve öfke duygularını dü- zenlemek için kendini suçladığını düşünelim. Daha önce de böyle bir şey başına gelmiş ve kendisi suçlu hissettirilmişse “Yine oldu. Sü- rekli benim yüzümden böyle şeyler oluyor.” şeklinde düşünüp haklı olduğu hâlde öfkesini azaltmaya çalışabilirdi. 2. Başkalarını suçlama: Negatif duygulanımları ve olumsuz durumlar karşısında başkalarını suçlayarak duyguları düzenleme çabasıdır. Buket’i seyir hâlindeyken tehlikeye atan diğer aracın sahibi de aslın- da bir suçluluk duygusu hissediyor olabilir. Ancak duygusunu düzen- leme için başkalarını suçlama stratejisini kullanmıştır. 3. Kabul: Yaşanılan olayları ve duygu süreçlerini kabul etme veya ken- dini olaydan izole etme düşüncelerini ifade eder. Buket böyle bir olay yaşadıktan sonra öfkesinde haklı olduğunu ancak karşısında- kini uyarmanın etkisiz olacağını düşündüğünde aracını çekmeden yoluna devam edebilirdi. 4. Planlanmaya yeniden odaklanma: Yaşanılan durumla ilgili hangi adımların atılacağı ve olumsuzlukları nasıl ele alınacağını düşünme- yi ifade eder. Buket aracını kenara çekerken daha sonraki süreçte neler söyleyeceğini, nasıl tepki göstereceğini düşünerek, kendisini ifade etmek için saldırgan olmayan bir dil kullanacağını düşünerek duygularını düzenlemiştir. 5. Olumlu yeniden odaklanma: Yaşanılan durumu düşünmek yerine eğlenceli ve hoş konuları düşünmeyi ifade eder. Geçirdiği tehlikeyi ve haksızlığa uğradığı durumun ağırlığından kurtulmak için Buket, yoluna devam ederken arkadaşlarıyla geçireceği eğlenceli dakika- ları düşünebilir. Kısa vadede bu strateji işe yarasa da uzun vadede etkili olmayabilir. 37
6. Ruminasyon: Olumsuz olaya odaklanarak, bu olayla ilgili duygu ve düşünceler üzerine sürekli olarak düşünmektir. Buket, ruminasyon stratejisini kullanmış olsaydı arkadaşlarıyla beraberken bile sürekli olarak yaşadığı olayı, karşıdaki araç sürücüyle girdiği diyalogları dü- şündüğü ve bundan da kendisini bir türlü alamadığı için eve dön- düğünde yaptıkları buluşmaya dair aklında hiçbir şey olmadığının farkına varabilirdi. 7. Olumlu yeniden değerlendirme: Bireyin ortaya çıkan durumda ken- di gelişimini destekleyecek şekilde olaya pozitif bir anlam yükleme- sidir. Buket, yaşadığı bu tecrübeyle bundan sonraki benzer olaylar- da nasıl tepkilerle karşılaşabileceğini öğrenmiş olduğunu düşünerek duygularını düzenleyebilirdi. 8. Yeni bakış açısı oluşturma: Daha önceden tecrübe edilmiş olaylarla karşılaştırıldığında, yaşanılan olayın önemini tekrar gözden geçir- mektir. Buket bu olayın sıradan bir olay olduğunu, o kadar da çok abartmaması gerektiğini düşünerek duygularını yatıştırmaya çalışa- bilirdi. 9. Felaketleştirme: Bireyin yaşanılan durumun açıkça baş edilemez ve dehşet verici olduğunu düşünmesini ifade eder. Buket, yaşadığı bu durumun çok korkunç bir şey olduğunu, ölümle burun buruna gel- diğini ve bir daha araçla trafiğe çıkmaması gerektiğini düşünebilirdi. İfade edilen dokuz stratejiden kabul, planlamaya yeniden odaklanma, olumluya yeniden odaklanma, olumlu yeniden değerlendirme ve yeni bakış açısı oluşturma uyumlu bilişsel stratejilerdendir. Geri kalan ru- minasyon, kendini suçlama, başkalarını suçlama ve felaketleştirme ise uyumsuz bilişsel stratejilerdir. Duygular yaşamanın zenginlikleridir. Kendimizin ve başkalarının iyi oluşlarını sağlamak adına sahip olduğumuz bu zenginliği yönetebil- memiz gerekir. Uyumlu duygu düzenleme stratejilerinin bu zenginliği yönetebilmekte bize oldukça yardımı dokunduğunu ifade etmeden ge- çemeyiz. 38
Kaynakça ÇELİK, H., & AYDOĞDU, B. N. Duygu Odaklı Terapi: Psikoterapide Yeni Bir Yaklaşım, e-Kafkas Eğitim Araştırmaları Dergisi, 5(2), 50-68. Garnefski, N., Kraaij, V., & Spinhoven, P. (2001). Negative life events, cognitive emotion regulation and emotional problems. Personality and Individual Differences, 30(8), 1311-1327. Greenberg, L. S. (2011). S.Kızıltaş. (Çev.). Duygu Odaklı Terapi. Kocaeli: Psikoterapi Enstitüsü Yayınları. Santrock, J.W. (2016). G.Yüksel. (Çev. Ed.). Yaşam boyu gelişim: Gelişim psikolojisi içinde (ss.182-246) Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Werner, K.& Gross, J.J. (2010). Emotion regulation and psychopatho- logy: A conceptual framework. In A. King & D.Sloan (Eds), Emotion re- gulation and psychopathology (pp.13-37) New York: Guilford Press. 39
KÖŞESİZ FELSEFE Muhammed URAL [email protected] İLERI! Batı düşüncesinin dayanağı olan fikirlerden en önemlisi de ilerleme fikridir. Öyle ya da böyle günümüzde bilgi/bilim felsefesi üzerine düşü- nen herkesi etkileyen bir düşüncedir ilerlemecilik fikri. Aydınlanmadan sonra neredeyse kime bakarsanız bakın, mutlaka iyiye gittiğimizi söyle- yecektir size. İyiye gitmek derken, her anlamda insanlığın iyiye gittiğini kastediyorlar. Toplumsal, iktisadi, teknik, eğitimsel, biyolojik, ahlaki ve zihinsel alanların her birinde insanlığın öncekinden daha iyi bir yerde olduğunu söyleyen biri mutlaka vardır. Hepsi, tüm koca insanlık tarihini aşamalara ayırmayı pek severler. En ilkelden en gelişmişe doğru sıra- lamalarında o kadar keskin sınırlar vardır ki; tarih, köşeli bir merdiven gibidir onların gözünde. Comte’ta gördüğümüz, toplumların düz bir çizgide yukarı doğru geli- şerek en sonunda ideal topluma varacakları savı, ilerlemecilik fikrinin anlaşılması için en açık fikirdir. İlerlemecilik, Batı felsefesinde hayatın her alanına uygulanan bir fikirdir. Ekonomide Marx, zihinsel olarak He- gel, biyolojik olarak Darwin, sosyolojik olarak Spencer bu düşünceyi sistemlerinde başköşeye oturtmuşlardır. Hepsinin ortak noktası, dedi- ğimiz gibi bu alanlardaki insan başarısının nihai noktaya ulaşıp, tarihin sonunun geleceğine, mükemmel ve ideal dünyanın (cennet) kurulaca- ğına olan ön kabulleridir. Tüm bu sosyal alanlardaki ilerleme fikrinin te- melini ise fen bilimlerindeki ilerleme oluşturur. Çünkü günümüz hâkim algısına göre bilimsel ilerleme, üzerinde şüpheye düşülebilecek kadar bile sarsılmaz. Şimdi, “Bilimin ilerlediğinden şüphe mi var ki?” tepkisi muhtemelen sizin zihninizde de parlamıştır. Bunu düşünmek rasyonel- likten uzaklaşmak gibi görülür. Fakat felsefe en sağlam kabulleri bile sorgulamamız için vardır. Kuhn ve Paradigma Bilimin düz bir çizgide ilerlediği fikrinin karşısındaki en büyük itiraz Tho- mas Kuhn’dan gelmiştir. Kuhn’a göre bu yanılgı, tarihi son iki yüz yıldan 40
ibaret görmekten kaynaklanır. Tarihin geriye doğru yeniden yazılmak istenmesi ve insanlığın her çağda geldiği noktayı en ileri seviye olarak gösterme zevkinden kaynaklandığını söyler. Oysa bilim, hâkim bir bilim görüşünün kısıtlı zaman için kendi saltanatını diğer görüşler üzerinde kurduğu, tüm bilimsel algının o görüş temel alınarak kurulduğu ve za- manı gelince başka bir bilimsel görüş tarafından yıkıldığı bir devrim- ler sürecidir. O kısa dönemlerde hâkim bilimsel anlayışa, “paradigma” denir. Siz yaşadığınız dönemin paradigması çerçevesinde bilim yapmak durumunda kalırsınız. Çünkü tüm hayatınız ve eğitiminiz, o paradigma esas alınarak devam etmiştir. Artık zihninizin işleyişi de o paradigma- dan kurtulamaz. Bunu şöyle örnekleyebiliriz. Pisagor, Dünya’nın Güneş etrafında dön- düğünü MÖ 6.yüzyılda açıklamıştı. Ancak MS 2. yüzyıla geldiğimizde Batlamyus, Ortaçağ boyunca en tutarlı açıklama olarak görülen, Dün- ya merkezli evren anlayışını ortaya atmıştı. Eğer Ortaçağ’da yaşayan bir gök bilimci olsaydınız sizin kafanızdaki evren anlayışı da ortasında Dünya, etrafında binlerce gök cismi olan bir sistem olacaktı. Paradigma denilen bu çarktan kurtulamazdınız. Güneş’in uzaklığını metrik olarak hesaplasınız bile yine de algınız değişmezdi. Ancak yıllar boyu biriken çelişkiler sonucu paradigma sarsılıp son bir darbeyle yerinden edildi. 16.yüzyılda Kopernik, tekrar Pisagor’un açıklamasına dönmemiz gerek- tiğini kanıtlamıştı. Paradigma bir kez daha değişti. Ancak bunun kalıcı olacağını düşünmeyin. Çelişkiler her zaman birikmeye devam edecek. Aynı durum Newton fiziği için de geçerli. Klasik mekanik fizik de “ku- antum fiziği, izafiyet teorisi, görecelik” gibi modern fizik unsurlarıyla sarsılıyor. Bu bir bilim eleştirisi değil, bir ilerlemecilik eleştirisi. Hâliha- zırda bunlar, modern bilimin kabul ettiği, hatta hedeflediği şeyler. Eğer bilimsel bir teoride anlamsız bir ısrar varsa bu skolastik bir tavır olur. Kuhn’un anlatmaya çalıştığı şey, bilimsel ilerlemenin düz bir çizgide gerçekleşmediği, hatta şimdiki teorinin eskisinden daha iyi olduğunu söylemenin zor olduğudur. Paradigma, bence sadece fen bilimlerinde de değil, sosyal bilimlerde de geçerli. Bundan yüzyıl önce yaşasaydınız en iyi yönetim biçimi soru- suna monarşi cevabını verirdiniz. Toplumlar bugün nasıl demokrasinin tartışmasız en iyi yönetim biçimi olduğu fikrindeyseler, o gün de bun- dan o kadar uzaktılar. Günümüzde demokrasiye karşı olduğunu belirten kişinin bile kendini bu paradigmadan kurtarabilmesi çok güçtür. Çünkü hayatı boyunca böyle yaşamış, zihni buna göre şekillenmiştir. Aynısı geçmiş için de geçerlidir. Otokrasi altında doğmuş, yetişmiş, dünya üze- 41
rinde otokrasiden farklı bir şey görmemiş biri de bu sistemi bırakmanın kötü olacağını düşünürdü. Günümüzde de toplumların daha totaliter yapılara önem vermeye başladığı görülüyor sanki. Güvenlik, ekonomi, gelecek kaygısı gibi parametreler insanları buna itiyor. Bundan korkma- nın da çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Sonuç olarak bilimsel te- orilere, hem fen hem sosyal bilimlerde, zamanın doğruları olarak bak- mak gerekiyor gibi. Zamanının bilimsel verilerini birbirine bağlayan bu teoriler, uygun veriler ortaya çıktığında yıkılabilmeliler. Tarihin Sonu İlerlemecilik fikrinin sonucu olarak mutlaka bir son nokta, zirve nok- tası olması kaçınılmazdır. Eğer insanlığı bir merdivenden çıkarırsanız merdivenin bittiği bir nokta olmalıdır değil mi? Sonunda ulaşacağınız mükemmel bir sonuç yoksa sonu olmayan bir merdivende ilerleme fikri saçmadır. Ne kadar basamak kat etseniz de çıktığınız kadar çıkacağınız basamak olacaktır. Daha geri çekilip baktığınızda ise hâlâ aynı nokta- da olduğunuzu fark edersiniz. Bu matematiksel bir çıkarımdır. İki ucu açık -sonsuzluğa giden- bir doğru düşünün. Bir nokta seçin. O nokta sizin başlangıç noktanız olsun. Onun sağındaki uzunlukta, solunda- ki uzunlukta eşittir. Çünkü iki tarafta sonsuz uzunluktadır. Şimdi aynı doğru üzerinde bir başka nokta seçin. O da bu sefer başlangıç noktası olmuş olur. Yine sağındaki ve solundaki uzunluk eşit olur. Böylece ne kadar sağdan veya soldan nokta seçerseniz seçin o başlangıç noktası olur. Niye bu kadar uzattık? Demem o ki ilerlemeden bahsetmek için bir son basamak fikri konmalıdır. Bu matematiksel gerçekten hareketle Batı düşüncesi, insanlık tarihinin en mükemmele ulaşarak biteceğine inanır. “Tarihin sonu”, Batı düşüncesinin ulaştığı en son noktadır. Peki, gerçekten ilerliyor muyuz? İlerleme eleştirisinde ahlaki ve top- lumsal ilerlemenin eleştirisi çok açık olduğundan bilimsel ilerleme üzerindeki şüpheler bana daha dikkat çekici geliyor. Kimse tıp alanın- da ilerlediğimizi inkâr edemez değil mi? İlerlemeciliğin sunduğu ilk argümanlardan biridir. Önceden veba salgınlarının önleyecek bir tıbbi bilgimiz yoktu. Bilim adamlarının çalışmalarıyla artık vebadan korkmu- yoruz. Aynı şekilde geçmişte çocuk felci, İspanyol gribi, su çiçeği gibi çaresi olmadığı için belki milyonlarca can alan hastalıklar artık günde- mimizi işgal etmiyorlar. Ama günümüzde de pek çok çeşidiyle kanser en çaresiz kaldığımız hastalık çeşidi. Aynı şekilde yeni tip virüsler de biz daha onları tanıyamadan tüm Dünya’ya yayılmış oluyorlar. İnşallah bu hastalıkların da çaresi bulunacak. Bunları da atlattığımızda, size de 42
o zaman yeni hastalıklar karşımıza çıkacak gibi gelmiyor mu? Geliyor değil mi? Bu sadece bir tahmin değil. Biz virüsleri yendikçe onlar da gelişmeye devam ediyorlar. Bir Çeçen atasözü var: “Bir kişi bütün ce- vapları bildiğini düşündüğünde, Allah bütün soruları değiştirir.” diye. Aynen böyle. Virüs ve bakterileri yendiğimizde yenileniyorlar. Malthus Teorisi ve Merdiven Şu süreçte birçok sağlık uzmanıyla tanıştık. Ben bunların içinde en çok Enfeksiyon Hastalıkları Derneği başkanı Mehmet Ceyhan’ı sevdim. Eminim siz de çokça görmüşsünüzdür. Mehmet Ceyhan hocanın CNN Türk’te katıldığı bir programda değindiği bir teori vardı ki, bu yazıyı yazma cesaretini de bu teori sayesinde buldum diyebilirim. Yine ko- nuşmayı izlemek isteyenler için linki buraya bırakıyorum.* Video çok uzun, sadece 6 dakikalık (2:37:00 - 2:43:00) kısmı konumuzla ilgili. Kısa- ca anlatmam gerekirse hoca, salgının önceden tahmin edildiği yorumu üzerine diyor ki: “Bu salgın absürt, beklenmedik bir süreç değil. Ben size bu yazı gibi birçok araştırma getirebilirim. Bunlar bir nevi tatbikat senaryoları mahiyetindeler.” Devamında da iki binli yıllarda salgınların arttığı yorumuna ise katılmadığını, sadece iletişim organlarının kuvve- tinden dolayı hepsinden haberimiz olduğunu ekliyor. Hatta son iki yüz- yıla baktığımızda her üç dört yıla bir pandemi boyutunda salgını atlat- tığımızı, bazılarının çok ağır kayıplara yol açtığını söylüyor. Peki, bütün bunlar neyi anlatıyor bize? Sonuç olarak tıp bir virüsü yendiğinde virüs, modifiye olup tekrar bir salgına yol açıyor. Bunun temele alındığı teori ise Malthus teorisi. Aslen iktisatçı olan Thomas Malthus’a göre dünyada aritmetik olarak artan (2, 3, 4, 5...) gıda kaynaklarına karşın, herhangi bir engelleme ile karşılaşmaz ise insan nüfusu, geometrik artar (2, 4, 8, 16...). İşte düze- nin sağlanması için ister doğa ana deyin ister Tanrı deyin, insan nüfu- sunun önüne kısıtlamalar geliyor. Bunlar salgınlar ve tedavisinin bulun- ması çok zor olan hastalıklarla bariz bir şekilde görülüyor. Teoriye göre düzenin devam etmesi için insan ömrü her dönem belirli bir limitin üs- tüne geçemiyor. Bu teori tarihsel verilerle de çok güzel destekleniyor. Yani ilerlemeci felsefenin tıp yorumu olan ölümsüz insanlar ideali (son basamak) çok da gerçekçi görünmüyor. O zaman şunu soralım, şimdi biz tıpta merdivenleri mi çıkıyoruz yoksa koşu bandında mı koşuyoruz? * https://www.youtube.com/watch?v=A7lOsS5Y6Sg 43
DENEME İZLAL ELVEDA Kelimelerimizin katili olduğundan beri hiçbir rüyada buluşamıyoruz. Biz, uzaktan uzağa ya da bakıştan bakışa anlaşmayı hiç becerememiş olan biz, şimdi ölü kemikler mezarlığında birer mezar taşıyız. Anla(ş) maktan uzak bu hâlimiz her aklıma gelişinde kahrediyor beni. Yüzüne haykıramadığım her yavru kelime içimde olgunluk dönemine ulaşıyor önce, sonra valizini toplayıp evi terk ediyor. Sokaklarda hırpalanıp geri dönüyor. Kırık kalpli anasının gönlünü alıyor. Sonra yine gidiyor. Keli- meler artık bende yatıya kalmıyor. Üstlerini örtüp iyi geceler diyemiyo- rum onlara. Bedenimi iyice yoruyorum ki, uyumadan evvel kelimelerini hatırlayıp olan uykumuzu da kaçırmasın. Ben böyle kulpu kırık tencere gibi yaşarken, kim beni ocaktan almak istese elini yakıyorum. Benim dilimi anlayan bir senmişsin. Bunu ancak yokluğunda anlıyorum. İki in- sanı yoktan yere böyle birbirine uzak eyleyen sebeplere kötü kelimeler gönderiyorum. Sonunda ne oluyor dersin? Hepsi sahibine geri dönüyor. Öğütülmüş ekin yaprağı gibi kalakalıyorum kapıyı açınca. Oysa buradan hiç Ebabil sürüsü geçmiyor. Bu taşları kim atıyor kalbim üstüne? Varo- luşun içinde bir zerre miktarı kadar olan insan ömrünü, insan olarak geçirebilmek için kelimelerle anla(ş)maya muhtaçtım. Tâ ki sen onları gözlerinden vurana kadar. Susmayı öğrenişim senin elinden oldu. Bir sır vereyim yine de. Zihnim hiç susmuyor. Kafamın içinde hep dedikodu ka- zanları kuruyoruz. İçinde kendimizi kaynatıyoruz. İyice temizleniyoruz. Beyaz çarşaflar gibi iplere asılıyoruz. Sonra seni bir rüzgâr uçuruyor. Sen her misalden, her mitten, her rüyadan, her hayalden gitmek üzere yapılmış sen… Eğer her yerden böylesine gidebilen bir şeysen demek hiç gelmedin. Senin adını oluşturan harfler asla art arda gelmedi ve hiçbir ağızdan dökülmedi. Adın yoksa sende yoksundur belki, kim bilir? Varlığının yokluğuna denk sayıldığı bir anda, köhne kalbimin kapısını çalacak olursan gökten üç kelime düşsün başına: Biri SEN, biri ben, biri elveda… 44
KİTAPLIK Enes SÜSLÜ [email protected] KABUĞUNA ÇEKILMIŞ KARAKTERLERIN YAZARI Barış Bıçakçı’nın en güzel kitabı hangisidir, derseniz, Sinek Isırıklarının Müellifi’dir derim. Niçin, derseniz, bilmiyorum. Barış Bıçakçı’dan bahsederken hep aynı örneği kullanıyorum. Cruyff’u bilenler bilir, futbolun duayenlerinden. Futbol basit bir oyundur, zor olansa onu basit oynamaktır, gibilerinden bir sözü var. Bunu tabii ki futbol için söylüyor ama bana öyle geliyor ki bütün disiplinlere aynı şekilde uyarlanabilir. Edebiyatta ise bu sözün muhatabı yine bana öyle geliyor ki Barış Bıçakçı’dır. Onun öykü anlayışı, dili kullanışı, anlatımı, diyalogları hikâyenin bütünüyle anlamlandırması öyle yalındır ki, hep aynı karakterlerle kurulmuş, aynı olaylarla örülmüş aynı hikâyeyi oku- yormuşuz gibi gelir, ama öyle olmadığını anlamak hiç de zor değildir. İlk romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de; bir radyo programıyla ke- sişen hayatları okuduğumuz Veciz Sözler’de; dostluğu ilmek ilmek iş- leyen Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de; günümüz romanının artık sadece yazılan değil, aynı zamanda yapılan bir şey olduğunu anladığımız, bek- leyişin romanı Sinek Isırıklarının Müellifi’nde; bir intiharın çevresinde gelişen Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’da; ya da küçük bir kitapçı- da yaşadığımız Seyrek Yağmur’da; göz önünde olmayan, kendi kabuğu- na çekilmiş insanları, günlük hayatın ayrıntılarını, üzerinde durulmadan geçilip gidilen küçük anları, sanki önemli değillermiş hissi yaratacak ka- 45
dar sade bir şekilde anlatır. Belki de öyledir, ne anlattığı gerçekten de önemli değildir de, nasıl anlattığı, yani anlatım biçimidir önemli olan, ve onu yücelten. Öyleyse onun sıradan şeyler anlatan sıra dışı bir yazar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Baharda Yine Geliriz’de anlatılanlar da farklı değildir: Bir yaz gecesi so- kakta rastlaşan iki sarhoş arkadaşın otostopla atladığı kamyonetin ka- sasında ellerindeki dosyayı dürbün yapıp gökyüzünü seyrederken yan- larındaki küçük çocuğu özendirmeleri, küçük bir mahalle berberinde bir arada duran birkaç kişi arasında geçen ve neredeyse hiçbir şey ya- lınlığındaki ilişki ve konuşmalar, kötücül bir adammış gibi görünen dört numaranın bile kızlarını maça götürmek gibi iyi bir yanı oluşu, pastane- de cam kenarındaki masada buluşan adamla kadının konuşmaları…* koca koca romanların anlatamadığını ve fakat aslında hep orada olanı küçücük bir öyküyle anlatıverir. Tüm bunların yanı sıra, Barış Bıçakçı’yı diğerlerinden ayıran bir özelliği de görünür olmamasıdır. Herhangi bir sosyal medya hesabı, röportajı, fotoğrafı yok. Tanınmamasıyla tanınıyor bile diyebiliriz. Bunun böyle oluşu, pek tabii birçok nedene bağlanabilir ama en nihayetinde kişisel bir tercih demekten öteye geçemeyiz. Onun tanınmamaya dair bilinçli olarak yaptığı bu seçimi, yine onun kendi kabuğuna çekilmiş ve hepsi birbirine benzeyen karakterlerine bağlayabilir miyiz, azıcık dahi özgü- venim olsa bunu burada söyleyebilirdim sanırım. *Semih Gümüş, Öykünün Kedi Gözü, Can Yayınları, İstanbul 2012, s.89. 46
ÇİZİ-YORUM Muzaffer FIRAT [email protected] Allah'ın yeryüzünde koyduğu kanunlar da O'nun bir takdiridir. İhtiyat hususunda tefrite düşenler O'nun takdirini haϐife aldıklarını görmüyorlar mı? 47
ÖYKÜ Esma ŞAFAK [email protected] BELLİ BELİRSİZ – Oh be, gül bahçesi gibi oldu! – Yorulduk ama değdi valla teyze, onlara kalsa bir iğne bile çakmazlardı bu odaya. – Sevmiyorlarmış duvarda süsü, aynada yüzü. O ne demekse! – Fazla olmadı de mi, bir şey demesinler? – Gelin odası dediğin böyle olur, gelen giden olacak, bakacak, ne derler sonra? Ne derler ki? Belki de “ne” derler harbiden. “Ne” diyengiller. Kapıda ol- duğumuzu fark ettiklerinde tam olarak bu can alıcı soru üzerindeydiler. Bir velvele koptu. O tarafımızdan, bu tarafımızdan çekiştirmeler, gözle- rinizi kapatınlar, aman sus sürprizi kaçmasınlar. Bir göz işareti, “aman sus, kırılmasınlar”. Canına yandığım, sustum. Her şey birden oldu. Herkes, hep birlikte odaya hücum etti. Asıl sahip- leri, yani bendeniz damat bey ve de müstakbel eşim ise sonuncu olarak eşikten adımımızı atabildik. Şanslıydık, kapıda da kalabilirdik. –Heyecandan sizi unuttuk ya biz! Gelin, gelin. Evet gelin, benim gelinim. Neşem yerine geldi yine. Sırıtıyorum. Girmemizle birlikte bizi muhteşem bir sürpriz karşıladı. Eniştemin gö- rümcesinin kolunu heyecanla sol tarafımdan yukarı doğru kaldırıp işa- 48
Search