Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 29_Paydos_Mart'20

29_Paydos_Mart'20

Published by bimesele TV, 2022-07-06 15:38:33

Description: 29_Paydos_Mart'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Mart'20 - Sayı 29 katarsis dosya *Sevgi Bağının Gücü *Yol Azığı öykü kamus *Hediye Çomak *Çekirdek de Öz kitaplık makro âlem mikro insan *Atticus Masası *Yapay Organlar -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Ayşe KAYA -Ayşe Rümeysa ÖZDEN -Beyza YILDIZ -Büşra SÜTÇÜ -Enes SÜSLÜ -Erkam ÇİMEN -Esma ŞAFAK -İzlâl -Merve ER -Muhammed Bahaddin ATABEY -Muhammed Furkan DOĞAN -Nefise ERDEM -Raziye Gül GÜZEŞ -Şeküre KÜÇÜKGÜL -Taha SULAR -Zeynep Rumeysa EŞ



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Zeynep Rümeysa EŞ 04YOL AZIĞI Büşra SÜTÇÜ 07 YAŞAMAKTAN SÖZ ... Enes SÜSLÜ 13 YUMUŞAKÇA 08İSTANBUL -2- Raziye Gül GÜZEŞ Erkam ÇİMEN 20 YERYÜZÜ NOTLARI 17YAPAY ORGANLAR Şeküre KÜÇÜKGÜL Merve ER 26 GEDİK 23SEVGİ BAĞININ GÜCÜ Alaaddin GÖÇER Adnan GÖZÜTOK 32 RÖPORTAJ 30BETONA GÖMÜLEN BİR TOPLUM Muhammed Bahaddin ATABEY 38 KARANLIK ODA 37KALE'M Taha SULAR İZLAL 41HEDİYE ÇOMAK Beyza YILDIZ 46 ATTİCUS MASASI Esma ŞAFAK 50KALE'M Büşra SÜTÇÜ 51 KÂĞIT KESİĞİ Ayşe KAYA 54ÇEKİRDEK de ÖZ Ayşe ACAR 56 \"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Zeynep Rumeysa EŞ [email protected] Merhaba Sevgili Paydos Okurları! Öncelikle, bu benim Paydos için ilk denemem. Bu sebeple çok heyecanlıyım. Meğer başlarken yazısı yazmak ne zormuş. Bura- dan sizlerin huzurunda yazarlarımızı tebrik ediyorum. Şimdi gelin bir düşünelim, “rıfk” deyince aklımıza ilk gelen şey nedir? İslam dini, hep güzelliği emreder. Buradaki güzellik zahiri bir gü- zellik değil, davranışlardaki güzelliktir. Kur’an-ı Kerim’e ve Pey- gamberimiz (sav)’in sünnetine baktığımızda da hep bir yumuşak- lık hâli ile dine davet olduğunu görürüz. “Dinde zorlama yoktur.” ayeti ve Allah’ın Rahman-Rahim isimleri rıfkın en güzel yansıma- larıdır. Tüm bunlar bize yumuşaklılığın ne kadar mühim bir hâl olduğunu gösterir. Efendimiz (sav) bir hadisinde: “Bir kimse, yumuşak davranmak- tan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur.” diye buyura- rak rıfkı hayrın tamamıyla eş tutar. Biz de tüm bu sebeplerden Paydos ailesi olarak mart ayı dosya konumuzu “Rıfk” olarak belirledik. Rıfktan ve hayırdan mahrum kalmamak duası ile... 3

DOSYA Büşra SÜTÇÜ [email protected] YOL AZIĞI Ete kemiğe bürünen ruh, hayatımızın rotasını da notasını da çizer. Ne kadar çabalarsak çabalayalım çizilen bu sınırların ötesinde kumdan ka- leler yapmak ellerimize ağır gelir. Büyüklerimiz belki de bu yüzdendir ki hep “Gönlü güzele denk gelesin.” diye dua ederler. Çünkü ruhumuz -daha düzgün ifadeyle- gönlümüz nelere meyleder ve nerelerden beslenir ise bizim esamemiz de anca o kadar okunur. Mıknatıs misali çektiğimiz insanlar da bizden birer yan- sımayı bünyesinde muhafaza eder. Kıymetli büyüğümün şu sözünü armağan etmek isterim: Bizlere derdi ki: “Allah’ın sizi güzel bir gönül ile karşılaştırmasını isti- yorsanız yavrularım, boşuna etrafınıza bakarak vakit kaybetmeyin. Siz nasıl iseniz elbette hayatınıza katacağınız, azığınızı paylaşacağınız in- sanlar da aynı sizin gibi olacaktır. O yüzden bu arayışa önce kendinizi tanıyarak çıkın.” Dostlar! Çıkacağımız bu seferin bileti, temiz niyettir. İlk durağı ise ol- mazsa olmaz samimiyettir. Çünkü sınır çizilmiş, kural belli, yol net. Sa- mimiyetimiz ölçüsünde suda bir iz bırakırız ya da surda bir gedik açarız belki de, kim bilir! Ama asıl baş tacımız ise bizi karşı kıyıda selamlamak üzere bekleyen “rıfk nimeti”dir. Beş kelimeyle ifade edelim; yumuşak, iyi huylu, nazik olmak. Dile ne kadar da kolay değil mi? Yan yana bizleri selamlayan bu üçlü (temiz niyet, samimiyet, rıfk) bir şahsın ruhunda mündemiç olduğunda nasıl 4

güzel muhabbetler çıkar ortaya, şaşıp kalır insan. Kulağa çok hoş gel- se de en temel meselemiz bunları harmanlama noktasındadır aslında. Nasıl sağlanmalı acaba bu denge? Göz kararı mı yoksa yolumuza refik edeceğimiz zat-ı muhterem adedince mi? Nasıl? Hemen arka fonda Merhum Mehmet Akif’in şu alnı öpülesi dizelerini anmadan geçmeyelim: “Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çek- meye gelmez boynum!” Nefes aldığı her zerreyi denge denge diye tüketirken sürüklendiği çık- mazın içinde debelenir insanoğlu. Bu çıkmazlardan sağa saptığında bir kurtuluş ile müjdeleneceğini tahayyül eder. Etmek ister desek maksada daha uygun olacak sanki. Kurtuluş ile hemhâl olup yarenlik edince baş- lar serüvenimiz. İç ses niyetine ikramdır; Kıymetli şair İsmet Özel der ki: “Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi Taşınacak suyu göster, kırılacak odunu Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde Bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin Tütmesi gereken ocak nerede?” Meselemizin kilidi tam da burada can atar. Serüvenimizde, cam kenarı kavgasını ya da muhabbetini kiminle yapacağız? Dünyaya ayak bastığımız sürece aslında hep iki kişiyiz. Tek başına var ol- mak, tek başına kendini gerçekleştirmek pek inandırıcı bir şey değil ka- nımca. Çünkü insan içindeki ikinciyi yani kendi sesini çaktırmadan pasif direnişçi kılar. Bırakın ikinciyi ilişkilerimizi sağlam temeller üzerine bina etmek için çoğullara ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç ancak selim bir hâletiru- hiye timsali kaptan ile giderilebilecektir, öyle inanıyoruz. Çünkü karşı taraftan beklenen her adım bizleri varacağımız menzilden uzaklaştırır, rota her defasında yeniden oluşturulur. Hâl böyle olunca ya yumuşak huylu olacağım diye varımızı yoğumuzu heba ederiz ya da uysal koyun olmayı reddetmek uğruna beton duvarlar öreriz, kendimize de başka- larına da. Kimse sert kayalarda gönlünü yormasın isteriz elbette fakat rafığa ya- kışan; pamuklara sardığı kalbini, kapısını çalana açmak, içeri buyur et- mek ve hâl hatır sormaktır. Böylece güvenli bir liman olur fırtınalı za- manlarda. 5

Hâl böyle olunca bizimle huzura eren, esenliğe selam edenler yüreği- mizin tozunu siler, umudumuzu katmerler, heyecanımızı diri tutar. Her yeni doğan güne bir tebessüm bırakmak, hayatımız boyunca yapacağı- mız en kârlı alışveriş olur, olacaktır. Victor Hugo’nun sözleriyle maksadımızı nihayete erdirelim: “Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın.” Tabii gereğinden fazla, bu da dipnotumuz. İbrahim Tenekeci'den gelsin nasihatimiz de: “Sevmen aşırı, sevmemen yıpratıcı olmasın.” Her hâlde, zamanda ve mekânda ölçüyü pusula kılanlara selamı borç bilirim. 6

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] YAŞAMAKTAN SÖZ ETTIĞIMIZDE SÖZÜNÜ ETTIKLERIMIZ “Efendim, bendeniz ihtiyar bir adamım,” diye başlıyor konuşmaya. “Çok konu- şursam uyarın lütfen,” diye ekliyor, saatini gösteriyor. Karşı dairemde oturan adam. Sanıyorum yalnız yaşıyor. Yarım saat kadar önce, apartmana gireceğim sırada karşılaştık. Daha önce de yine böyle bir anda tanışmıştık, davet etti, reddetmedim. Bugüne kadar mesleki anlamda yapıp ettiklerinden, birçok uğ- raş değiştirdiğinden, zenginliği de yoksulluğu da tattığından, gereğinden fazla insan tanıdığındanbahsediyor. “Yine de,” diyor, bir süre duraksıyor. “Yine de, çulsuz kalarak öğrendiğim bir iki şeyi sanırım burada söyleyebilirim.Öncelikle, işsiz bir adamın eve yorgun dönmesine şaşırmayacağım, sırf birkaç kuruş ver- dim diye hiçbir dilenciden saygı beklemeyeceğim, bir sokak sanatçısının göste- risini izledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi geçip gitmeyeceğim, kalabalık bir caddede bana uzatılanbir el ilanını geri çevirmeyeceğim, sokakta yatan tüm insanların suçlu, katil ya da herhangi bir şekilde aranan tipler olduklarını dü- şünmeyeceğim. Bu kadar yeter sanırım.” Burası, küçük bir kilise. Büyük caddenin ara sokaklarından birinde. Tarihi bir yapıya benziyor. Her cumartesi akşamı yedi sekiz kişinin katıldığı bir etkinlik düzenleniyormuş burada. İsteyen söz alıp bir şeyler anlatıyor. Genellikle psiko- loglar tavsiye ediyormuş.Bağımlılar falan geliyor, bırakmaya çalışıyorlar, hepsi. Bazılarıyla tanışıyoruz. Çıkışta kahve içmeye gidiyoruz. Güzel bir akşam oluyor. Vakit geçtikçe, sırayla herkes ayrılıyor. İhtiyarla biz de kalkıyoruz. Ev yakın sa- yılır. Yürüyelim diyoruz. Konuşmaya devam ediyoruz. Sokak sanatçılarından, bir el ilanının ifade ettiği şeylerden, kıyıda köşede kalmış değerlerden bahse- diyoruz. O konuşuyor, ben dinliyorum. İlerledikçe, sohbet onuniçin biraz daha kişiselleşiyor: “Ben… sadece… büyük bir hayal kırıklığıyım. Bana sürekli buraya neden gel- diğimi, ne istediğimi soruyorlar. Onlara söylemiyorum tabii.” Bir süre durak- sıyor. “Ben…eve gitmek istiyorum,eve dönmek. Eşime, çocuklarıma sarılmak istiyorum. Hayatıma devam etmek istiyorum. Özür dilemek istiyorum, herkes- ten. Yeniden bir şeyler yapmak istiyorum. Tiyatroya gitmek istiyorum. Bulaşık makinasından temiz bardakları alıp dolaba sıralamak ve sabah ailemin onları kullanışını görmek istiyorum. Onları mutlu etmek istiyorum. Sadece bu.” Daha fazla konuşmuyoruz. 7

GEZDİM-GÖRDÜM Erkam ÇİMEN [email protected] İSTANBUL -2- Merhaba kıymetli arkadaşlar! Yeniden bir İstanbul yazısında sizlerle beraber olmaktan ötürü son derece mutluyum. Anlatmakla bitireme- yeceğimiz İstanbul, Bizans ve Osmanlı devletlerine başkentlik yapmış, dünyanın en eşsiz şehirlerinden birisidir. Bundan önceki yazıda sizlere İstanbul’a ilk gelişimle beraber sıkça uğ- radığım semtler olan Üsküdar ve Fatih’ten az da olsa bahsetmiştim. Bu yazıda sizlere İstanbul’un farklı dönemlerinden farklı etnik ve dinî un- sura ait eserlerin iz düşümlerini paylaşmaya gayret edeceğim. Fethin nişanesi Ayasofya’dan, Ortodoks Hristiyanlığının en önemli dinî mer- kezi olan Fener Rum Patrikhanesi’nden, Lale Devri’nin pek çok önemli eserine ve daha pek çok önemli mekâna yolculuk yaparak İstanbul’un ruhunu anlamaya çalışacağız. Öncelikle bir şehri gezerken nasıl bir yol takip ettiğimden bahsetmek isterim. Bir şehri gezmenin bence en önemli kuralı, şehrin sokaklarına dalıp kaybolmaktır. Bunu da ancak yürüyerek yapabilirsiniz. Otobüs, 8

araba veya başka bir taşıma aracıyla gezmek -buna bisiklet de dâhil- görmeye gittiğiniz mekânlarda ayrıntılara inmenizi engeller ve gördük- leriniz sadece sathi düzeyde kalır. Yürüyerek dilediğiniz zaman durur, dilediğinizce ayrıntılara odaklanabilirsiniz. Yeni şeylere yapılan her ke- şif, bambaşka dünyaların kapılarını aralar sizlere. Peki, İstanbul neresidir? Neden bu kadar arzulanan bir şehir burası? Ta- bii bu hususta herkesin kendince bir yanıtı var. Zira İstanbul her şeyi çok rahatlıkla bulabileceğiniz, pek çok imkanın olduğu büyük bir metropol. Bu durum tarih boyunca da böyleydi. İstanbul, her daim her milletten insanın ilgisini çeken ve pek çok farklılıkları içerisinde barındıran bir şe- hirdi. Tabii burada huzurun ve güvenin tesis edilmiş olması çok önemli bir husus. Osmanlıdaki millet sistemi yani insanları dinlerine göre sı- nıflandıran sistem herkese kendi toplulukları içerisinde yaşama imkâ- nı sunuyordu. Bu, insanların yaşamlarına direkt etki eden bir durum olarak karşımıza çıkıyor. En başta semtler dini gruplara göre ayrılıyor. Tabii bu ayrımı görünce insanın aklına Osmanlılar, gayrimüslimlere öte- ki gözüyle bakarak dışlıyordu gibi bir düşünce gelebilir. Ancak durum hiç de zannettiğimiz gibi değil. “Öteki (other)”yi dışlama, yok sayma ve birlikte yaşamaktan uzak olma durumu Avrupa’da görülen bir du- rumdur. Anadolu, Mezopotamya gibi bölgeler dinlerin beşiği bölgeler olmaları hasebiyle yüzyıllardır beraber yaşama kültürü olan bölgeler- dir. Tekrar İstanbul’a dönecek olursak semtlerin mensup olunan dine göre ayrılması, o toplum içerisindeki iç huzuru ve dayanışmayı artıran 9

bir durum. Çünkü en zengininden en fakirine insanlar bu semtlerde bir arada yaşıyor ve zenginin fakire bakma yükümlülüğü yazılı olmayan bir kural âdeta. Burada mahallenin önemli unsurları cami, kilise ve havra- lardır. İstanbul semtlerinde hayat bu dinî yapılar etrafında şekillenirdi. Bugün İstanbul’da gittiğiniz bir semtin hangi dinî gruba ait olduğunu anlamak bu açıdan çok kolaydır. Örneğin Vezneciler’den Edirnekapı’ya kadar olan hâkim tepe, Müslümanların yaşadığı başlıca yerlerdir. Bura- da bazı semtlerin ayrı yeri vardır. Süleymaniye ve Zeyrek, klasik dönem- de “ulema semtleri” olarak anılırlar. Bizans-Osmanlı tarihinin düğüm noktalarından olan Zeyrek, İstanbul’da en sevdiğim semtler arasında- dır. Kargacık burgacık sokakları, cumbalı ahşap evleri ve turizmden uzak geçmişin izlerini bizlere sunan tipik bir İstanbul semti denebilir Zeyrek için. İsmini aldığı Zeyrek Camii, Bizans döneminde Pantokrator Manas- tırı’ydı. Bizans’ın son dönemlerinde, Ortodoks Bizans ve Katolik Latin ki- liselerinin birleşmesi için 1438’de toplanan Ferrara-Floransa konsülüne karşı çıkan Ortodoks ruhbanların öncüsü Gennadios Sholarios, İmpara- tor Konstantin Dragases tarafından buraya kapatılır. Daha sonraları mu- taassıp Ortodoks halkın muhalefet merkezine ve en kalabalık cemaatli mabedi hâline gelir. 1453’te İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, Gennadios’u patrik tayin ederek politik atmosferden faydalanmıştır. Bi- zans’ın son patriği de bu birleşmeye karşıydı ve şu sözü de dillere pe- lesenk olmuştur: “Frenklerin ekmeğindense Türklerin kılıcı daha iyidir.” Zeyrek Camii’nin tarihinden bahsetmişken, devşirme camilerin benim son derece ilgimi çeken eserler olduğundan bahsetmeden edemeye- ceğim. En başta Ayasofya Camii, Küçük Ayasofya Camii, Kalenderhane Camii, Molla Fenari İsa Camii, Fethiye Camii, Kariye Camii (Günümüzde tıpkı Ayasofya gibi müze olarak hizmet veriyor.), Hirami Ahmed Paşa Camii gibi eserler kiliseden camiye dönüştürülen önemli eserlerdir. Zeyrek’in hemen yanı başında bulunan ve son dönemde sosyal medya ve diziler aracılığıyla turistlerin uğrak yerlerinden birisi olan Balat ve Fener semtleri de birer gayrimüslim semtidir. Semtin rengârenk ahşap evleri, daracık sokakları bugünlerde insanların epey bir ilgisini çekiyor. Balat Yahudi, Fener ise Rum ahalinin yaşadığı semtler olarak ön plana çıkıyor. Samatya, Beyoğlu, Bomonti ve Kuzguncuk da diğer gayrimüs- lim semtlere örnek verilebilir. Örneğin, bugünlerde popülaritesi gün geçtikçe artan Kuzguncuk da tam anlamıyla bir Hristiyan mahallesidir. İçerisindeki dört kilise, bir Ermeni mezarlığı ve iki havra Osmanlı döne- minin kalıntılarıdır ve semtte cumhuriyet döneminde yapılan camiden başka bir cami mevcut değildir. 10

Klasik Osmanlı döneminde semtler büyük selatin camilerinin etrafında şekillenirdi. Bunun ilk örneklerinden birisi Bizans döneminin en önemli kiliselerinden birisi olan On İki Havari (Hagioi Apostoloi) Kilisesi’nin yık- tırılarak yerine yapıldığı Fatih Camii ve Külliyesi’dir. Caminin yanına yap- tırılan medrese -ki talebeler bu medrese yapılana kadar yukarıda bah- settiğimiz Pantokrator Manastırı’nda eğitim görürler-, aşevi, şifahane gibi yapılarla burada Müslümanlar için bir yaşam kurulmaya çalışılmış- tır. Bu tarz külliyelerin yapımı, zaman içerisinde diğer sultanlar ve pa- şalar tarafından takip edilerek bir gelenek hâline gelmiş. Sultan Ahmet Camii, Süleymaniye Camii, Fatih Camii ve Yavuz Selim Camii bugün İs- tanbul’un silüetini oluşturan en önemli eserlerdir. Bunlar en çok bilinen cami ve külliyeler. Ancak biz sizlerle daha gizemli ve herkesin bilmediği mekânların peşindeyiz. Kendi keşiflerimle bulduğum veyahut başka bir nedenle sık sık gittiğim camilere çok daha fazla bağlılık hissettiğimi söy- lesem yeridir. Üsküdar meydanında bulunan, Mimar Sinan eseri Mih- rimah Sultan Camii; İstanbulluların çokça kullandığı, ismini herkesin bildiği ve bu nedenle her daim kalabalık olan bir camidir. Oysa hemen yanı başındaki Vâlide-i Cedid Camii benim için daha anlamlı bir yerdir. Şehrin merkezinde olmasına karşın her zaman için çok daha huzurlu ve 11

sakin bir camidir. Sanırım bu sükûnetin oluşmasındaki en büyük etken, caminin hem iç ve dış avlusunun olması hem de insanların bu camiyi bilmemeleridir. Fatih’teki Şehzadebaşı Camii de böyledir. Yine bir Mi- mar Sinan eseri olan cami; merkezî konumu (Vefa), sakinliği, avlularının dış dünyayla olan bağlantıyı koparması gibi özellikleri sebebiyle İstan- bul’un kargaşasından kaçmanın yegâne adreslerinden biri benim için. Beşiktaş Yahya Efendi Dergâhı, Vâlide-i Atik, Üsküdar Kaptanpaşa, Aziz Mahmud Hüdai ve Üsküdar Selimiye Camiileri de semtlerinin sakinliği ile ön plana çıkan mekânlar. İstanbul’u yazmak zor iştir. İnsan bu şehrin her bir köşesinde bambaşka duygulara gark olur. Bazen bunları ifade etmekte de zorlanır ve o duy- guların verdiği heyecanla ne konuşacağını, ne diyeceğiniz bilemez olur. Bu sebeple, eğer sürçülisan etti isek affoluna sevgili arkadaşlar. Esen kalın. 12

DOSYA Raziye Gül GÜZEŞ [email protected] YUMUŞAKÇA Yumuşakça, hayvanlar âleminin geniş bir sınıfı olan; ahtapot, midye, salyangoz gibi hayvanların da içinde bulunduğu, büyük kısmı suda ya- şayan, çoğu etçil, bir kısmı otçul, bir kısmı ise asalak olan, yumuşak vücutları sert kalkerli bir örtü ile kaplı omurgasız hayvanlara verilen ad- dır. Ancak bizim bu yazıda işleyeceğimiz konu, biyolojik bir terim olan yumuşakçalar değil, nitelediği sözcüğün isim veya fiil olmasına bağlı olarak sıfat veya zarf olarak kullanılabilen ve “yumuşak bir biçimde” anlamına gelen “yumuşakça” kelimesidir. Sözlükte “yumuşak ve yararlı olmak; yardım etmek” anlamlarındaki rıfk kelimesi terim olarak “iyi huyluluk, uyumlu, geçimli ve nazik olma, yumuşak davranma” mânalarına gelir. Ayrıca lutf, leyn (yumuşaklık), hilm, teysîr (kolaylık gösterme) kavramları rıfk ile yakın anlamda; “sert- lik, kaba ve kırıcı davranış” mânasındaki unf, gılzat, hiddet, huşûnet, hurk ve şiddet karşıt anlamda kullanılmaktadır.¹-² Bu kısa bilgilerimiz- den sonra yazımıza biraz dertleşerek devam edelim. Hepimiz insanız ve hatalar yaparız. Bilinen bir mantık önermesiyle; her insan hata yapar, bizler de insanız, o hâlde hepimiz hata yaparız. Bu durumdaki amacımız elbette ki hataları meşrulaştırmak değil, hatalar yanlıştır ancak insan olarak hepimizin hataları olur. “Bütün Âdemoğul- 13

ları günahkârdır, günahkârların en hayırlısı ise tövbe edenlerdir.”³ Lite- ratürümüzde nasuh tövbe diye adlandırılan samimi bir tövbe; kişinin, hatasından pişman olması ve o hatayı bir daha tekrarlamama azminde bulunmasıyla olur. Konumuz tövbe olmadığından bu cümlelerle yetini- yorum. Soru(nu)muz şu: Bir hata gördüğümüzde nasıl bir tavır sergile- meliyiz? Genel olarak içinde bulunduğumuz durum, sert bir müdahale şeklinde kendini göstermekte. Öyle ki, değil yanlış bir durumda, sadece kendi yorumunu ve düşüncesini benimsemeyen bir insana bile ciddi bir tavır takınılabilmekte. İncir çekirdeğini doldurmayan meselelerden dolayı dağ konumundaki birlikteliklerimiz feda edilebilmekte. Birbirimize kar- şı sürekli kırıcı olmaktan rahatsızlık duyan, sadece birkaç kişi değildir muhtemelen. Kendimize hitap edilmesinden hoşnut olmadığımız ifa- deleri bir başkası için kullanmaktan çekinmiyoruz. Hâlbuki kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına yapmamalıydık ki erdemli ve tutarlı olabilelim. Peygamberimizin ve peygamberlerin hayatına baktığımızda tebliğ me- totlarındaki incelikler göze çarpıyor. Ayet-i kerimede, Rasulullah’a hi- taben şöyle buyuruluyor: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin et- rafından dağılıp giderlerdi...”⁴ Peygamberler, geldikleri toplumlara hi- taplarında “Ey kavmim” ifadesini kullanıyorlar,⁵ babasını uyaran Hz. İbrâhîm, “Babacığım” hitabıyla seslenirken,⁶ oğlunun tufandan kurtul- ması için seslenen Hz. Nûh, “Yavrucuğum” diye başlayarak konuşuyor.⁷ En sert muhalifleri olan muhataplarına tebliğ vazifelerini yerine getire- ceklerinde yumuşaklığı elden bırakmıyorlar. Göz ardı edilmemesi gere- ken bir durum olsa gerek... Dur bir dakika, biz bize konuşurken sertliklerin lafı olmaz, diyenler mi var? Bence yanılıyorlar. Dostun attığı taş baş yarmaz biliriz ama dost baş yarmak için taş atmaz, bunu da ihmal etmemeliyiz. Bundan dolayı- dır ki, amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olan kimselerin duru- muna düşmeme gayretindeyiz. “Sert olma kırılırsın, yumuşak olma ezilirsin.” diye bir söz vardır. Tama- men sert veya tamamen yumuşak olmaktan yana değilim, “önemli olan unsur, dengedir” diyelim ama yine de şunu ekleyelim; kırılan bir camın tamirle eski hâline gelmesi ve ezilen bir yastığın eski hâline gelmesi; hangisi daha zor? 14

Bir de aceleci davranarak, fitili ateşlenmiş bir bomba gibi hazır bekle- me durumumuz var. Bir olay veya haber duyduğumuzda, içeriğini ve arka planını araştırmadan hemen durumla alakalı hararetli yorumlarda bulunuyoruz. Ve bu durum sanki, en başta kişinin kendisini yoruyor. Hâlbuki bir araştırsaydık, sakin olup düşünseydik, duygularımıza yenil- meden, gerçekleri ve gerekçeleri inceleseydik, belki durum daha farklı olurdu, ne dersiniz? Rasulullah’ın (sav) Eşec lakaplı bir sahabiye hitabı, “Sende Allah’ın sevdiği iki güzel haslet vardır; bunlardan biri hilim, di- ğeri teennîdir.”⁸ Yazı bu kadar ilerlemişken, aklınıza haklı olarak şöyle bir soru gelmiş olabilir: “Hep hoşgörüyle mi muamele?!” İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy diyor ya; “Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?! Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boyunum!” Ayette buyurulduğu gibi: “Mu- hammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler...”⁹ Mesele tebliğse, pey- gamberlerin izlediği yoldan bahsettik. Ancak durum mücadele aşama- sına gelmişse saf bir hoşgörüden bahsedemeyiz elbette. Rıfkla alakalı hadislere yer vermek de güzel olur. Hadislerde rıfk keli- mesi ve türevleri geçmektedir. Hz. Peygamber, “Allah’ım! Ümmetime rıfk ile muamele edene sen de rıfk ile muamele et.” diye dua etmiştir.¹⁰ “Allah rıfk sahibidir ve her işi rıfk ile yapmayı sever.” meâlindeki hadis¹¹ rıfkın Allah’ın sıfatları arasında yer aldığını ve insanlardaki rıfk erdemi- nin bu sıfatın bir yansıması olduğunu gösterir. Resûl-i Ekrem, “Rıfktan mahrum kalan kimse hayırdan da mahrum kalır.”¹²; “Bir iş rıfk ile yapı- lırsa rıfk mutlaka o işi güzelleştirir.”¹³ hadisleriyle rıfkın önemine dikkat çekmiştir. Bizzat kendisi de sahâbîler tarafından “çok merhametli, çok yumuşak” diye nitelendirilmiştir.¹⁴-¹⁵ Hadisleri zikrettikten sonra, bazı âlimlerimizin rıfkla alakalı görüşlerini de aktarmak istiyoruz. İbn Hibbân’ın rıfk ile akıl arasında bir ilişki gör- düğü anlaşılmaktadır. Ona göre akıllı insan daima rıfk ile davranmalıdır. Yumuşaklığın düzeltemediği şeyi sertlik hiç düzeltemez. Akıldan daha sağlam bir dayanak bulunmadığı gibi rıfktan daha hayırlı bir rehber de yoktur. Rıfkı terk eden sertliğe yönelir, sertliği seçen tehlikelerle yüz- yüze kalır.¹⁶ İbn Abdülberr’in rıfk ve iktisat (orta yol) kelimelerini aynı başlıkta kullanması ve bu iki kavramı bir arada işlemesi rıfkın “her türlü davranışta uyumluluk” anlamı da içerdiğine işaret etmektedir.¹⁷ Gazzâlî de insan davranışlarının her türlü aşırılıktan uzak olması gerektiğine, şiddet ve yumuşaklıkta bu dengenin gözetilmesinin önemine dikkat çe- 15

ker; ancak insanın tabiatı şiddete meyilli olduğu için dinde rıfka daha çok önem verildiğini ifade eder.¹⁸-¹⁹ Ve son paragraf. Rıfk ile muamelenin sonucu belki de yumuşakçalardan midyede saklı olabilir. Zahmetler çeker ancak inciye ev sahipliği yapan canlı olarak bilinir. Dipnotlar: ¹ Lisânü’l-Arab, “rfk” md.; Tâcü’l-arûs, “rfk” md.; İbn Hazm, s. 48, 62, 75; Gazzâlî, III, 184-185. ² Çağrıcı, Mustafa, “rıfk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 35. cilt, sayfa: 51 ³ İbn Mâce, Zühd, 30 ⁴ Âl-i İmrân/159 ⁵ Bakınız: Bakara/54; Mâide/20, 21; En’âm/78, 135; A’râf/59, 61, 65, 67, 73, 79, 85, 93; Yûnus/71, 84; Hûd/28, 29, 30, 50, 51, 52, 61, 63, 64, 78, 84, 85, 88, 89, 92, 93; Tâhâ/86, 90; Mü’minûn/23; Neml/46; Ankebût/36; Zümer/39, 40; Saff/5; Nûh/2, 3, 4 ⁶ Bakınız: Meryem/42, 43, 44, 45 ⁷ Bakınız: Hûd/42 ⁸ Müsned, III, 23; Müslim, “Îmân”, 25, 26; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 149 ⁹ Fetih/29 ¹⁰ Müsned, VI, 62, 93, 257, 258, 260 ¹¹ Buhârî, “İstitâbe”, 4, “Edeb”, 35; Müslim, “Selâm”, 10 ¹² Müsned, IV, 362, 366; Müslim, “Birr”, 74-76; İbn Mâce, “Edeb”, 9 ¹³ Müsned, VI, 58, 112; Müslim, “Birr”, 78; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 1 ¹⁴ Buhârî, “Ezân”, 17, 18; Müslim, “Mesâcid”, 292, “Nezir”, 8; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 21 ¹⁵ Çağrıcı, Mustafa, “rıfk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 35. cilt, sayfa: 51 ¹⁶ Ravzatü’l-uḳalâ ve nüzhetü’l-fuzalâ, s. 215-223 ¹⁷ Behcetü’l-mecâlis, I, 217-220 ¹⁸ İhyâ, III, 184-186 ¹⁹ Çağrıcı, Mustafa, “rıfk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 35. cilt 16

MAKRO ÂLEMDEN MİKRO ÂLEME Merve ER [email protected] YAPAY ORGANLAR (ARTIFICIAL ORGANS) Yapay organ teknolojisinin temeli 15-16.yüzyıllara dayanır. O dönemler- de bilimin gelişmesine en çok zemin hazırlayan şey, ne yazık ki savaşlar- dı. Savaşlarda kullanılan kılıçlar veya diğer aletler, insanları öldürmese bile vücuttaki kol, bacak gibi uzantıların kaybına sebebiyet verebilmek- teydi. Bu nedenle bilim adamları bu eksiklikleri telafi edebilecek yapay kol ve bacak üretme yoluna gittiler. Dönemin en çok kullanılan malze- melerinden birisi metal olduğu için bu organların yapımında demir gibi elementler yahut çelik gibi alaşımlar kullanılırdı. Bu dışarıdan takılan kanca kollar, bağlanarak kullanılan ayaklar ya da bacakların içinde hare- ket etmelerini sağlayacak mekanizmaları da elbette mevcuttu böylece sonrasında savaşmaya dahi devam edebiliyorlardı. 1870’lere gelene kadar bu eklentiler hep dışarıdan yapılmaktaydı. Çün- kü içeriye müdahale edildiği zaman sonuç pek de istenen gibi olmuyor- du. Fakat bu tarih, özellikle mikrobiyoloji için önemli bir tarihti. Çünkü Louis Pasteur, yapılan ameliyatlarda sürekli enfeksiyon kapılmasının nedeninin mikroorganizmalar olduğunu keşfetti. Bundan sonra Joseph Lister (Günümüzde hâlâ Listerine adlı antiseptik gargara satılmaktadır.) fenollü bir antiseptik üretmiş ve bu buluş ameliyatlarda kullanılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda iki büyük dünya savaşı, bilim insanlarının sağlık alanında çalışmalarına büyük katkı sağlamış, malzeme alanında büyük atılımlara sebep olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda 15-17 milyon insanın, II. Dünya Savaşı’nda ise 65-70 milyon insanın öldüğü ve bu sayıların katbekatının ise yaralandığı, bir şekilde tedaviye gereksinim duyduğu, organ deste- ğine ihtiyacı olduğu göz önünde bulundurularak bu dönemde daha er- gonomik malzeme kullanımlarıyla yapay organ üretimi hız kazandığını söyleyebiliriz. 17

Günümüze geldiğimizde ise vücudumuzun her yerine metal, polimer, kompozit, titanyum, platin ve daha birçok maddeyi ekleyebiliyoruz. Buna en yaygın örnek olarak protezleri, ortezleri, yapay kalp kapakçıkla- rını, yapay kan damarlarını, kalp pillerini, iskelet sistemini destekleyen platinleri vs. örnek verebiliriz. Her ne kadar haricî bir kullanıma sahip olsa da ilk yapay organ olarak kabul edilen ve 1943 yılında Wilhelm J. Kolff’un icat ettiği diyaliz makineleri de, bazı eksikleri ve dezavantajları olmasına rağmen yapay bir böbrek gibi davranmaktadır. Bu örneklere insan eliyle yapılmış oldukları için her ne kadar yapay or- gan denilse de, bunlar sadece organın yerine işlev gören fakat doğa- lın kompleks yapısına hiçbir zaman sahip olamamış çözümlerdir. Asıl kastetmek istediğim yapay organ ise doğala âdeta birebir benzerlikte organlardır. Keşfedilmiş fakat henüz rutin kullanıma girmemiş 3D yazı- cılarla, gen teknolojisiyle laboratuvar ortamında veya gerçeğe en yakın olacağını düşündüğüm başka bir canlının vücudunda insandan alınan hücre vasıtasıyla üretilen yapay organlardan bahsediyorum. Nitekim, Popular Science dergisinin Eylül 2019 sayısında rast geldiğim insan hücreli hayvan embriyolarına Japonya’dan izin çıkmasıyla ilgili yazı, beni ciddi anlamda şaşkına çevirmiş ve bir miktar da korkutmuştu. Normalde bu tür deneylerin yasak olmasıyla ilgili kanun geçen sene değişip bu konuda bilim adamlarının devlet tarafından önünün açılma- sıyla, kök hücre konusunda çalışan HiromitsuNakauchi adlı bilim insanı, fare ve sıçan embriyolarında insan hücreleri yetiştirip bu hücreleri ta- şıyıcı hayvanlara nakletmekle ilgili bir çalışma yapmaya başladı. Ama- cı ise insan hücrelerinden üretilen hayvan organlarını tekrar insanlara nakledebilmek. Araştırmada şöyle bir yol izlenmesi planlandı: Belirli bir organı oluştur- mak için gerekli genlere sahip olmayan bir hayvan embriyosu üretmek ve bunun içine indüklenmiş pluripotent kök hücre enjekte etmek. Pluri- poent kök hücreler, hemen hemen her tür hücreye farklılaşabilir. İnsan pluripotent kök hücreleri sayesinde hayvanın gelişimi sırasında kendi hücreleriyle oluşamayacak organlar meydana gelebilir. Kimi biyoetik- çilere göre insan hücrelerini hayvan bedeninde yetiştirmeye çalışmak, hayvanın beynine zarar verebilir. Hayvanlarda üretilen organların insa- na nakledilmesinde de etik problemlerin ortaya çıkması çok mümkün. Zira derginin sayfalarındaki hayvan başlı insan vücutları şimdilik her ne kadar photoshopla yapılmış olsa da önümüzdeki 100 yıl içinde gerçeği- ni görebilme ihtimali, biraz da ürpertici. 18

Belki biraz karamsar bir tablo çizdim şimdiye kadar. Fakat bu teknoloji- nin birçok insanın hayatına muhteşem kolaylıklar kattığını, hele ki haya- ti organların yerine geçebilmesi sebebiyle yaşam kalitesine mühim bir katkısı olduğunu göz önünde bulundurursak gelişmesini ve ilerlemesini istememek insafsızlık olur. Bilimsel gelişmelere her ne kadar ümitvar gözle bakmayı sevsem de kimisinin yol açabileceği bazı sonuçları düşündükçe korkmakta haksız sayılmam. Yine de biz ümidimizi hep diri tutalım. Bilimin ve teknoloji- nin iyi, doğru ve güzel amaçlar için kullanılması ve ilerlemesi amacıyla çalışalım. Ve hatta umarız ki biz de o iyi, ahlaki değerlere sahip ve ileri görüşlü bilim insanlarından olalım ya da onları yetiştirelim. Yine aynı dergide fizikçi Jim al-Khalili’nin röportajında söylediği gibi, “Teknoloji- nin kendisi iyi ya da kötü değildir. Teknoloji, yalnızca bilimsel fikirlerin uygulanmasıdır. İyiyi ve kötüyü belirleyen, biz insanların teknolojiyi na- sıl kullandığıdır.” 19

YERYÜZÜ NOTLARI Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] Paydos şubat ayında da yeryüzüne notlar düşmeye devam etti. Bu ay ekibimizden Muhammed Hansu Japonya, Muhammed Bahaddin Ata- bey İngiltere sunumlarını gerçekleştirdi. Küçüklüğünden beri Japonya’yı merak ettiğini ve bunun büyüdükçe art- tığını söyleyen Muhammed Hansu geçtiğimiz yaz bu hayalini gerçekleş- tirmek için harekete geçtiğini söyledi. Bileti aldıktan sonra bir planlama yaptığını ifade eden Muhammed Hansu Japonya’ya indikten sonra ilk olarak kalacak yer ve yenilebilecek helal gıdalar için araştırma yaptığını söyledi. İlerleyen günlerde bir Türk ile karşılaşmalarını anlatan konuş- macımız bu tanışıklıkla beraber birçok şeyin kendisine kolaylaştığını belirtti. Japonya’nın kültürel özelliklerinden, dini inanışlarından ve bu minvalde ziyaret ettiği birçok tapınaktan bahseden Muhammed Hansu, ülkede dini bir kararlılığın olmadığını bununla ilgili büyük bir boşluk ve arayışın da mevcut olduğunu söyledi. Konuşmacımız, ülkenin mimari yapısını gözlemlediğinde, betonarme yapıların fazlalığının insanı karamsarlığa iten bir yönü olsa da şehir merkezlerinin belli bölgelerine inşa edilen yemyeşil parkların insana en çok nefes aldıran yerler olduğunu da dile getirdi. 20

Orada kaldığı süreçte dil öğrenimi ve yüksek lisans eğitimi için araş- tırmalar yapan Muhammed Hansu önümüzdeki günlerde Japonya’da eğitimine devam edecek. İkinci seminerimizi İngiltere’de mimarlık stajı yapmış olan Muhammed Bahaddin Atabey’den dinledik. Manchester’da bir firmada stajı devam ederken gözlemlerinden bahseden Muhammed Bahaddin Atabey başlarda, İngiltere’nin neredeyse tamamında aynı yapıların olduğunu ve tarihi anlamda korunan mimarisinden çok etkilendiğini fakat son- rasında bunun bir monotonluğa dönüştüğünü söyledi. Konuşmacımız toplumsal ahlakın itaat/ceza seviyesinde kaldığını, halkın yaptırımlar ve polis korkusu sebebiyle oldukça dikkatli davrandığını söylerken geceleri alkol tüketimiyle beraber ahlaki çöküntünün ortaya çıktığını ifade etti. Bulunduğu bölgede hiç ezan sesi duyamadığını ve bunu çok özlediği- ni söyleyen Muhammed Bahaddin Atabey islamofobi anlamında bir olumsuzlukla karşılaşmadığını da belirtti. Ülkenin göz bebeklerinden birisi olan British Museum’u ziyaret ettik- lerini ve buranın dünyanın dört bir yanından çalınmış tarihi eserlerden oluştuğunu görünce çok şaşırdığını belirten konuşmacımız söylentilere göre İngiliz halkının burayı protesto ederek ziyaret etmediklerini belirt- ti. Müze çalışanlarının İngiliz olmayışının dikkatini çektiğini fakat yine de bu söylentinin doğruluğu konusunda daha ayrıntılı bir bilgiye sahip olmadığını ifade etti. Erasmus ve staj konusunda dinleyicilere tavsiyelerde bulunan Muham- med Bahaddin Atabey soruların ardından seminerini tamamladı. Her iki konuşmacımıza da bu kıymetli anılarına bizleri dedahil ettikleri için teşekkürlerimizi sunarız. Bizler her ay yeryüzüne notlar düşmeye, birbirinden kıymetli hikâyelerden nasibimize düşene talip olmaya de- vam edeceğiz. Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız. Esen kalınız. 21

Dil Eğitiminde Dil Eğitiminde 15 Mart 2020 28 Mart 2020 Ürdün Lübnan 12.00 (Taha SULAR) 14.00 (Esma ŞAFAK) Aylık Ortaya Karışık Bülten 22

KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] SEVGI BAĞININ GÜCÜ Bir bebek dünyaya geldiğinde savunmasız ve bakıma muhtaçtır. Acıkır, susar, uykusu gelir. Temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak konusunda yetersizdir. Malum bebekler ihtiyaçlarını bildirmek için ağlarlar. Bu ih- tiyaçları “bakım veren” tarafından karşılanır.Freud ekolüne göre bakım veren çoğu zaman annedir; emzirmeden sorumlu, bebeğin dürtülerini tatmin eden bir objedir. Bu dönemde bir bebek ya da çocuk için fiziksel ihtiyaçlarının karşılanması yeterli olarak düşünülmektedir. Ancak erken yaşta annelerinden ayrılan ya da onlarla ilişkisi zedelenen çocukların ilerleyen dönemlerde, yani ergenlik ve yetişkinliklerinde ortaya çıkan birçok psikopatolojinin kaynağının bu durum olduğu fark edilmiştir. Bağlanma teorisine göre bebekler dünyaya bakım verenle bir duygusal bağ kurma ve bunu sürdürme eğilimi ile donatılmış bir şekilde gelmek- tedirler. Buna göre dünyaya yeni gelen bir bireyin sağlıklı, olumlu, sıcak ve güçlü bağ kurma ihtiyacı vardır. 23

Teorinin temelleri ebeveynlerinden ayrılan çocukların çektiği acıları anlamaya çalışan İngiliz PsikanalistJohn Bowlby tarafından atılmıştır. Bowlby çalışmasında suç işlemiş çocuk ve ergenleri incelerken onların çocukluk dönemlerinde uzun süre annelerinden uzun süre ayrı kaldık- larını gözlemlemiştir. Dünya sağlık örgütünün raporuna göre de ilk üç yılda annelerinden ayrı kalan çocuklar fiziksel ve ruhsal hastalık riski altındadır. Bağlanmanın etkisi ve gücünü göstermek amacıyla Harry F. Harlowbe- bek maymunlar ile bir deney gerçekleştirir: Doğar doğmaz annelerin- den ayırılan bebek maymunlar,birisi telden yapılmış süt veren bir vekil anne, diğeri ise sütü olmayan ancak sıcak ve yumuşak kumaşla kaplı birvekil anneile birlikte bir odaya koyulur. Bebek maymunlar karınlarını doyurmak için telden yapılmış anneye yaklaşıyor daha sonra ise tüm vakitlerini yumuşak kumaştan yapılmış vekil annenin kucağında onunla birlikte geçirdikleri gözlenir. Bu sonuç yapıldığı dönem göz önüne alın- dığında oldukça şaşırtıcıydı daha önce de ifade ettiğimiz gibi insanlar arasında kurulan bağın sadece dürtü ve ihtiyaçları gidermeye yönelik olduğu inancı yaygındı. Bu deneyse bakım verenle bebek arasında ku- rulan bağın çok daha güçlü olduğunu gösterdi. Bu bağ,yakın bedensel temas ile kurulabilen, tat ile değil dokunma ile sağlanan sevgi bağıydı. Bu deneyin gerçekleştirildiğidönemin yaygın inancına göre çocuk yetiş- tirme stratejilerisoğuk ve katı kurallara dayanıyordu ancakHarlow bu anlayışı derinden sarstı. Skinner, çocukların terbiyesi konusunda ödül ve ceza kullanılmasını düşünüyordu. Öyle ki ağlayan bir çocuğu kucağa almayarak yani ağlamasını ödüllendirmeyerek onun ağlamaması sağ- lanmalıydı. Harlow bunu da test etti. Vekil anne su fışkırtıyor, yavrulara zarar veriyordu ancak bebek maymunlar yine de bu ceza veren Cadı anneden ayrılmamışlardı. Bu durum çocuk yetiştirme konularındaki so- ğuk ve katı kuralları yıkmıştı. Buna göre bebeklerin kucağa alınmaya, sevilmeye kısacası anne sevgisini hissetmeye ihtiyaçları vardı. Diğer ilginç bir sonuç ise söz konusu bebek maymunların ergenlik dö- nemlerine gelip çiftleşmek için dışarı çıkarıldıklarında saldırgan anti sosyal davranışlar sergilemeye başlamaları oldu. Dişi maymunlar er- keklere saldırıyor, erkek maymunlar ise hiçbir yakınlık kurmayıp uzak kalıyorlardı. Harlow’a göre bu durum yumuşak kumaşa ve sıcaklığa sa- hip olsa bile bir vekil annenin asla gerçek annenin yerini alamayaca- ğının göstergesiydi. Daha sonra yapılan yeni bir deneyde bu kez vekil anne hareket ediyor ve oyunlar oynayabiliyordu. Bu şekilde yetişen bebek maymunlar normal davranışlar sergiliyor, sadece temas edilmiş 24

maymunlar ise anti sosyal davranışlar göstermeye devam ediyordu. Bu sonuçlara göre normal bireyler yetiştirmek için temas, hareket ve oyu- nun bir arada olması gerekmeydi. Tüm bu bahsettiğimiz sevgi bağının gücünü günlük hayatta farkında ol- masak bile görmekteyiz. Bir bebek doğar doğmaz annesinin kucağına verilir. Okuldan gelen bir çocuk koşarak annesine sarılır. Büyüsek bile sarılmak bize güven duygusu verir, bizi rahatlatır. Bebeklikten itibaren ebeveynlerin çocuklarıyla verimli vakit geçirmeleri, oyun oynamaları, onlara sarılmaları, sıcaklıklarını hissettirmeleri onların sağlıklı bir birey olarak yetişmelerinin en önemli adımlarındandır. 25

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] GEDİK Toprağı elleriyle süpürdüler, sivri taşları haşhaş tarlalarına doğru fırlat- tılar. Tek bir bulutun dahi gezintiye çıkmadığı bir gecede, kurumuş top- rağın üzerine sırt üstü uzandılar. Gecenin sessizliğini ağustos böcekleri ve elli metre ötedeki çadırdan gelen kap kacak sesleri parçalıyordu yal- nızca. Yıldızlara baktılar, ufak bir arayışın ardından her biri kendisi için seçtiği yıldızı buldu. “Benimkisi şurda işte. Aha bak şu. Parlak olan.” dedi küçük oğlan. “İyi de en parlak olan o zaten oolum. Bissürü kişi seçmiştir bilene onu zaten. Senin sayılmaz ki.” dedi ağabey. “Bak benimkisi şu mesela. Kim- se bilmiyodur onu.” deyip bir yeri işaret etti uzun uzun. “Haaa…” dedi ve biraz düşündü küçük kardeş. “Olsun ben yine de onu seçecem.” dedi sonra. “…” “Abi?” “Hıh…” “Yağmur ne zaman yağar?” dedi saçını kaşıdıktan sonra. “Bilmem ki. Yarın yılan bulup yakcaklarmış. Yağar inşallah yarın.” “Yağsa da gitsek artık burdan.” “… Hadi uyuyak artık. Sabah, namazdan sonra başlayacaz işe. Hadi.” *** 26

Ağabey elinde ibrikle çadıra girdi. Uyuyan küçük kardeşi Mehmet’i ab- dest alması için uyandırdı. “Memet hadi kalk. … . Memet! Kalk namaz kılak da kahvaltı edek. Tarlaya gitcez sonra. Hadi.” Çiğ yosun kokan buz gibi suyla abdestlerini alıp namazlarını kıldılar. Ağabey, çadırın bir kö- şesine istifledikleri, bahar işine çıkmadan önce torbalarına analarının kattığı kuru tarhanayı, yufkayı ve sıvıyağı çıkarttı. “Hadi çalı çırpı topla hemen Memet.” diye seslendi kardeşine. Mehmet, yorganını yüzünden henüz çekmekte olan güneşi gördü dışarıda ilkin. Ardından etrafında ateş yakmaya yarayacak ne varsa hızla topladı. Geri döndüğünde ağa- beyi dört büyük taşın ortasına ateşin yakılacağı küçük bir ocak kurmuş- tu bile. Ağabey kutusundan bir kibrit çıkarttı ve çalıları tutuşturdu. İçin- de su ve yağ olan kara tencereye tarhana eklendi. *** Tütün tarlasına henüz varmışlardı ki Rıza Emmi elinde yavru bir su yı- lanıyla koşarak geldi. Alnından süzülen teri, üstten üç düğmesi açık gömleğinin cebinden çıkarttığı griye çalan kirli mendiliyle sildi. “Hade bakalım.” dedi gürültülü sesiyle. Sonra bir “Bismillah!” çekti ve yılanı ateşin içine bırakıverdi. O gün gece yarısına kadar yağmur yağdı. Her iki çocuğun minik yılan için duydukları üzüntü, yerini sevince bıraktı. “Gideriz di mi artık köye abi?” “Gideriz inşallah.” “Ne zaman gideriz?” “Biraz daha böyle yağarsa birkaç güne gönderirler bizi köye.” dedi ağa- bey yüzündeki tebessümle bulutlara bakarak. *** Ağabey yattığı yerden doğruldu, ayağa kalktı. “Memet!” diye seslendi. Ardından dışarı çıktı. Yağmur dinmiş, geriye ise çamurlaşmış toprağı, sırılsıklam tarlayı bırakmıştı. Geceleyin dışarı bıraktıkları yağmur suyu ile dolu kovayı yerden aldı, çadıra yeniden girdi. “Memet!” dedi. “Me- met! Lan Memet! Kalk artık, sinir etme beni.” Mehmet kalktı. Abdest alıp namaz kıldılar. Mehmet o gün, yağmurun ıslattığı yaş çalı çırpıdan fazlasını bulamadı. 27

Kahvaltı edemeden tütün tarlasının yolunu tuttular. *** Başlarının üzerindeki güneşin en şiddetli hâlini aldığı bir öğle vakti pay- dos verildi. İki çocuk, tütün tarlalarının arasından süzülerek geçti. Öğle yemeğinin ateşini yakmaya yarayacak çalı çırpıyı topladılar yol boyun- ca. Çadırlarına vardıklarında ağabey hemen ateşi yakmaya koyuldu. “Memet! Bulgurlan yağı getir.” diye seslendi kardeşine. Mehmet elin- de bulgur ve yağ ile abisinin başına dikildi. “Hah. Dök accık yağdan. … . Yeter. Dök bulguru şimdi. … . Yeter. Şu suyu getir. … . Dök. … . Yeter.” Sonra bir kibrit çıkarıp yaktı, ardından bir kibrit daha. Fakat yağmurun yaş bıraktığı otlar yanmayı beceremediler bir türlü. “Sen bekle, geliyom hemen.” dedi ağabey. Hızlıca Tahsin dayıların çadırına koştu. “Taasin dayı. Taaasin dayııı. Sizin ateşinizden alsam ya biraz. Yakama- dık biz ateş.” “Bu söner oraya kadar. Gaz yağınız var mı sizin?” “Var.” “Ondan dökün ocağın altına accık. Yanar o zaman.” Ağabey geri döndü hızlıca. “Memet! Gaz yağını getir çabuk. Çadırda.” Küçük kardeş aceleyle çadıra girdi, gaz yağını aldı ve ocağın başına dön- dü. “Aç tıpasını da dibine dökek hemen. Geç kalacaz tarlaya.” Mehmet, sıkışmış gaz yağı tıpasını açmaya çalıştı. Beceremeyince daha sert çekti tıpayı. Ve bir anda açıkta kalan şişenin ağzından dökülüverdi bulgurun içine bir tatlı kaşığı kadarı. “…” “Bi şiy olmaz inşallah. Dök dibine hadi.” dedi dişlerini sıkarak ağabeyi. Mehmet gazyağını dökünce ocağın altına, ağabey bir kibrit daha çaktı. Bu kez alev almıştı işte çalılar. Buldukları büyükçe iki taşı ıslak toprağın üstüne bıraktılar ve oturdular. Ağabey bazen kalkıyor, tencereyi elin- deki tahta parçasıyla karıştırıyordu. Nihayet birazdan bulgur, suyunu çekmiş; yemeğin dumanı adam akıllı yükselir olmuştu. Mehmet hemen çadırdan iki bakır tabak ve küçük yufka bohçasını kaptı. Tabaklar sıcacık bulgur pilavıyla dolduruldu, bohça açıldı, yumuşacık yufkalar bohçadan çıkarıldı. Arsa sahibi Hasan emminin nadiren getirip de ikram ettiği yo- 28

ğurt düşlendi. “Yoğurt gelmedi bugün?” “Daha da gelmez. Hadi yiyek artık. Bismillah.” Ağabey, kaşığına lokmayı aldı, ağzına götürdü. Sonra bir anda vazgeçti, Mehmet’le göz göze geldiler. Aniden yerinden kalktı ağabey, elindeki tabağı tuttuğu gibi çamura fırlattı ve “Ulan hay ben böyle işin var ya. Gidiyom lan ben.” deyip sinirle daldı tütün tarlalarının arasına. Mehmet elindeki tabağı yüzüne yaklaştırdı. Keskin gaz yağı kokusu gen- zini yaktı. Sonra abisinin uzaklaşan bedeninin ardından bağırdı: “Looo! Fazıl aabiiii? Napam ben bu bulguru? Looooo!” Cevapladı ağabeyi: “Dök!” 29

GELECEĞİN İNŞASI M. Bahaddin ATABEY [email protected] BETONA GÖMÜLEN BIR TOPLUM Milyonlarca yıl doğayla içi içe yaşamaya devam ettik ancak günümüzde modern dünyanın baskısı altında kendi doğamızdan bihaber yaşıyoruz. Ekonomikleşmek için, yeşil alanların azaldığı, bütünselliği kaybettiğimiz sözde yaşam alanları tasarladık ve insanları betonarme ormanların içi- ne hapsettik. Küçük ölçekte yaşadığımız, çalıştığımız yapılar, daha geniş perspektifte baktığımızda ise yaşadığımız kentler psikolojimizi onarıl- maya muhtaç duruma getirdi. Kişiliklerimiz zayıfladı, insani değerleri- mizi kaybettik. Bellki de modern yapılar, kendileriyle birlikte günümüz toplumunun yanlış algıladığı “modern toplumları” oluşturdu. Modern- lik, diğer disiplinlere olduğu gibi mimarlığa da yeni bir bakış açısı getir- di. Ona yeniden bakmayı gerektirdi. Bu noktada, modern mimarlığı bir düşünme biçimi olarak okumak ye- rinde olacaktır. En azından bahsedilen yeni bir bakış açısı bunu gerekti- riyor. Yeni bir pencereden bakmak, geçmişi, dahası tüm o biriken kültü- rü bir kenara koymak demekti. Kültürümüzdeki mahremiyet, pencere, manzara etkisini kaybettik. Artık modern başlığı altında iç içe yaşamlara alıştırıldık ya da daha refah bir yaşam vadettiğini düşündük. Peki nasıl başladı bu süreç ve neden bizi bu kadar etkiledi? Sanayileş- menin ardından klasikleşmiş yapı elemanlarından kurtulmaya başla- dık. Artık hayatımıza çelik betonarme yapı gibi kavramlar girdi. Taşıyıcı duvarlardan kurtulduk, kolonların aralarını devasa camlarla kapladık, belki de Osmanlıdan bize kalan bütün yapı kültürümüzü modern olmak karşılığında yakıp yıktık. Hep Batı’daki mimarlığın gelişim sürecini takip ettik, ona dahil olmak istedik. Fakat yeni yapı elemanlarıyla kendi kül- türümüzü ve halkımızın alışageldiği yaşamı bir kenara atıp yeniden bir sözde medeni kentler tasarlamaya çalıştık. Tabii ki aksini düşünen, dö- nemden etkilenen fakat daha insancıl ve kültüründen kopmamış yeni 30

yapı ürünlerini Türk kültürüne uygun harmanlayan mimarlarımızı din- lemedik ya da fark edemedik. Rahmetli Turgut Cansever, dönemimizde çoğumuzun duymadığı, duyanların da anlatmak istediklerini çok anla- yamadığı bir sesti. Bize kültürümüzü işaret etti, kimsenin sahip olmadı- ğı hazinenin bizde olduğunu hatırlattı. Ve bize dedi ki: “Psikoloji, estetik alanında İslam mimarisinin başarıları ve sınırsız çeşitlilik ve zenginliği, henüz bütün tarihi nazarıitibara alınarak incelenmiş değildir.” Mimarlık düşüncenin, temaşanın ve uygulamanın ürünüdür. Belki de mimarlık; kalbin, aklın tecrübesi ve yeteneğiyle tasarım kabiliyetidir. Hayatımızı geçireceğimiz yapılar, kentler tasarlanırken zihnimizde ve kalbimizde asli değerlerimiz olmazsa biz bu “Modern Mimari” döne- minin sonunda obezleşen kentlerimizde duygusuz, niteliksiz, kendi kül- türünden ve doğasından bihaber yaşayan sözde modern toplumlardan birisi olmaya çok yakınız. 31

RÖPORTAJ Ayşe Rümeysa ÖZDEN Nefise Erdem Merve ER SEYFETTİN HUCA İLE \"RIFK\" ÜZERİNE Seyfettin Huca kimdir? 57 yaşında olan hocamız, Konya-Akşehir’de doğmuştur. Konya İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra MEB’de öğretmenliğe başlamış. Konya-Doğanhisar, Iğdır, Kastamonu-Taşköprü’de farklı okullarda çalış- mıştır. Şu anda, Konya’da Meram Anadolu Lisesi’nde din kültürü öğ- retmeni olarak çalışmaktadır. 1985 yılında başladığı tefsir, hadis, siyer ağırlıklı ders/sohbetleri hâlen devam etmekte ve bir kısmı internet or- tamında ve çeşitli radyolarda yayınlanmaktadır. Evli ve dört çocuk ba- basıdır. Selamünaleyküm hocam. Paydos’un Mart 2020 sayısında sizin de faz- lasıyla önemsediğiniz rıfkı konu edindik. Teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkkür ederek sorularımıza başlamak istiyoruz. Sizce “rıfk” ve “hilm”in farkı var mıdır? Varsa nedir? Ve aleyküm selam. Bildiğim kadarıyla ikisi benzer yerlerde kullanılıyor. Ama Kur’an’la ilgilenen âlimlerden, araştırmacılardan öğrendiğimiz şöyle bir düşünce vardır: Kur’an’da hiçbir kelime, yerine bir başka keli- 32

menin aynen kullanılabileceği kelimeler değildir. Bunu özellikle bu tür, çok şey anlatan kavramlar başta olmak üzere tüm kelimeler için söyle- yebiliriz. Mesela, Kur’an-ı Kerim’i okuyan bir Arap, aynı cümleyi başka kelimelerle ifade edebilir mi? Kur’an okurken, namaz kılarken değiştir- mesi caiz midir? Örneğin, “beyt” kelimesi yerine “dâr” kelimesini veya “Allah yaptıklarınızı görür.”(Hucurât/18) ayetinde “basara” fiili yerine “raâ” fiilini kullanarak ayeti değiştirmesi mümkün müdür? Bilerek ya- parsa caiz değildir, namazı bozulur. Bilmeden yaptığı takdirde caiz ol- duğunu söyleyenler var. Biz, Kur’an’da hiçbir kelimenin diğerinin aynısı olmadığına inanırız. Aralarında mutlaka nüanslar vardır. Hilm; benim bildiğim kadarıyla, “ceza vermekte acele etmemek” anla- mındaki yumuşaklıktır. Acele karar vermemek, yaptığını acele etmeden yapmak, sonunu hesaplamak… Kur’an’da “halim”in karşıt anlamlısı ola- rak “cahil” kelimesi seçilebilir. Çünkü cahil; ne yaptığını bilmez, hesap- layıp yapmaz. Aniden bir şey yapmaya kalkar. Halim ise tam tersidir. Şu ayeti örnek olarak verebiliriz: “O Rahman’ın kulları ki, yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler, cahiller kendilerine sataştığı zaman, ‘se- lam’ derler.” (Furkan/63) Rıfk da yumuşaklık anlamına geliyor ama daha çok “iyi ilişkiler kurmak üzerine bir yumuşaklık” anlamındadır. Zaten, rıfk kelimesinin zihnimiz- de hemen canlandırdığı şey, “rafîk (arkadaş)” değil midir? Nisa sure- si 69.ayette olduğu gibi: “Çünkü her kim, Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın nimetler bahşettiği peygamberlerle, sıddık- larla, şehitlerle ve salihlerle birlikte olacaklardır. Ne güzel arkadaştır onlar.” Arkadaşlıkla yumuşaklığın alakalı olduğunu anlıyoruz. Çünkü yumuşaklık, beraberliği sürdürmeyi sağlar. Şöyle ki: “Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, ashabına yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılıp gitmişlerdi…” (Âl-i İmran/159) Öyleyse rıfk sahibi olmanın ilişkilerimizi sürdürmemiz için muhakkak gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak şu da var ki; iyi insanlara rıfkla yaklaşmak mümkün. Peki,bize kötü davranan kimselere rıfk ile mua- mele etmek nasıl netice verir? “İyilik ile kötülük bir olmaz. O hâlde (kötülüğü) en güzel şekilde bertaraf et. İşte o zaman, aranızda kin ve düşmanlık bulunan kişinin, sanki bir- denbire sımsıcak bir dosta dönüştüğünü göreceksin.” (Fussilet/34) Bu ayette “arkadaş/dost” değil, “veli” kelimesi geçiyor aslında. Veli, “koru- yup gözeten” anlamına gelir. Yani ona iyi davranırsan bir süre sonra seni 33

öyle bir sahiplenir ki, seni koruyup gözetene de dönüşebilir, şeklinde bir anlam var. Allah, bir şeye öyle diyorsa bizim de aksini iddia etme imkânımız yok. Peygamberimiz (sav) diyor ki: “Sakın, ‘Eğer herkes iyilik yaparsa ben de yaparım, herkes kötülük yaparsa ben de yaparım.’ diyen immeacı- lardan olmayın. İnsanlar iyilik yaparsa iyilik yapmayı, kötülük yaparsa kötülük yapmamayı içinize yerleştiriniz.” (Tirmizî, Sünen, 1930) Bu ha- diste, insanlar size iyi davranırsa iyi davranın, kötü davranırlarsa onlara iyi davranın, demiyor. Kötülükle karşılık vermeyin, diyor. “İmmea olma- yın!” diyor. “İmmea” önemli bir terimdir. “Kişiliksiz, kendine ait bir karakteri olma- yan” anlamına gelir. Çünkü karşıdaki iyi davranınca iyi, kötü davranınca kötü davranıyorsan, karşındaki seni zaten avucuna almış demektir. Seni o şekillendiriyor, hayatını o yönetiyor demektir. Senin kendine ait bir çizgin olmaz. Zaten Aliya’nın da söylediği üzere ‘en büyük yenilgimiz düşmana benzemek’ değil miydi? Yine bu hadiste “Vattınûenfüseküm” diyor. “Vatan” yerleşik yaşadığımız yerdir. Yani bu huyu bir defa yap- makla, bu belirtilen sonuca ulaşamayız, güzel karakterlerden olama- yız. Bunu, nefsimizin alışkanlığı hâline getirmek gerekiyor ki bu ciddi bir çaba gerektirir. İnsanların büyük bir kısmı bunu yapmakta zorlanır maalesef. Kötü davranana yumuşak davranmak konusu, karmakarışık bir konu- dur. Benim kanaatime göre bunu yapmak, hayat tecrübesi gerektirir. İnsanları tanımayı gerektirir. Sizin basiret sahibi olmanızı, ilim sahibi ol- manızı ve gerektiğinde tavır koyabilmeniz gibi birçok özelliği gerektirir. Bizim “Merhametten maraz doğar.” şeklinde meşhur bir özdeyişimiz var. Eğer sadece bu cümleyi kullanırsak Allah’ın dedikleri boşa çıkar. Çünkü Allah bize hep, merhametli davranmamızı emrediyor. Bu özde- yişi hep böyle kullanıyor, böylece Allah’tan uzaklaşıyoruz. Bu cümlenin aslı şöyledir: “Mürüvvetsiz kişi katında merhametten maraz doğar.” Karşınızdakinde mürüvvet (erlik, adamlık) yoksa o zaman merhamet- ten maraz doğar. Yumuşak davranmak, her zaman doğru sonuç vermeyebilir. Ama böyle diye diye kimseye yumuşak davranmaz oluyoruz. Şeytan, bize hep bu kapıdan giriyor. Böylece biz ne eş ne akraba ne arkadaş ilişkisini kurta- rabiliyoruz. Buna da çok kapı açmayalım ama en azından şunu söyleye- lim: “Kötülüğe kötülükle karşılık vermemek.” 34

İmmeacılardan olamamak için kendimize ait bir tutumumuz olmalı. Me- sela, “ben sövmem” tutumu. Karşıdakinin bana sövüyor olması benim de ona sövmeme sebep olmamalı. Belki küserim ama yine de sövmem. O kişi, beni söven birine dönüştürmemeli. Bir başka örnek: Diyelim ki sen benim söz hakkımı çiğneyerek bana haksızlık yaptın. Buna karşılık vermek adına, benim de senin söz hakkını gasp etmem yanlış olur. Ama bunu çokça yaparız biz. Ona hak ettiğini verdiğimizi düşünürüz. Hak ettiğini vermekten, adaletten dostluk doğmaz. Dostluk; merha- metten, affetmekten doğar. Birine karşı adaletli davranıp hakkını almış- san, o kişi bundan dolayı sana karşı niye güzel bir his duysun ki? Bazen adil davrandığın için, hakkını verdiğin için, o kişiyle aran açılabilir. Bu onu çok mutlu etmeyebilir. Çünkü bazen, hakkı “hiçbir şey”dir. Bu de- diğimle adaleti gözetmeyelim demek istemiyorum, adalet elbette mü- himdir ancak dostluğunuzu, ilişkilerinizi sürdürmek istediğiniz, sürdür- mek zorunda olduğunuz kişilerle aranızda doğan tartışmalarda bazen hakkınızdan feragat etmeniz ve durmanız gerekir. Rıfktan bir kişilik özelliği olarak bahsettiniz. Rıfkın mizaçtan geldiğini mi yoksa zamanla kazanıldığını mı düşünüyorsunuz? Bir şey, kazanılabilen bir şey değilse ayetlerde, hadislerde övülmez. Mizaçla ilgili şunu söyleyebiliriz: Bazı insanların mizacı, bazı iyi huyları kazanmak konusunda kolaylık sağlar, bazı insanların da suyu serttir. O güzel mizacı kazanmak için bir başkasına kıyasla daha fazla çabalaması gerekebilir. Ama bu, Allah’ın ona yaptığı bir haksızlık değildir. Çünkü o da bir başka konuyu kolay başarır. Örneğin, senin cömertlik konusun- da tabiatında bir eğilim vardır, benim de mala karşı bir düşkünlüğüm vardır. Ben cömertliği kazanmak için ekstra çabalarken, sen bunu daha kolay halledersin. Öyleyse, Kur’an’da ve sünnette emredilen diğer özellikler gibi rıfkı da sonradan kazanmamız mümkün. Peki, bunun miktarı ne olmalıdır? Yani rıfk; insanda ne kadar, nereye kadar bulunmalıdır? Bunun matematiksel sınıflandırmasını yapamayız. Spor yaparken bile, bilhassa savunma-dövüş sporlarında öğretilen şey şudur: Sert, kaba davranmayacaksın, yumuşak olacaksın. Çünkü sert davranınca önce kendi vücuduna zarar verirsin. Bu, kapıdan girip çıkarken de böyle, ya- pacağımız her işte de böyle. Sertlik, insanın kendi işini zorlaştıran bir şeydir. Önemli olan, yumuşak ama güçlü olmaktır. Cam mı, demir mi 35

daha serttir? Hangisi daha güçlüdür? Cam daha serttir ve çabuk kırılır. Bir şey ne kadar sertse o kadar çabuk kırılır. Demir sert değil, sağlamdır, bükülür. Bükülebilme kabiliyeti sağlamlıktır aslında. Biz, bükülebilme- meyi sağlamlık zannettiğimiz zamanlara geliyoruz. Böyle olunca kırıl- mamız da kolaylaşıyor. Örneğin elmas, camdan da serttir. Onu severiz, onunlasüsleniriz. Ama eşyamızı elmastan yapmayız. Allah, kitabındabi- ze camı, elması övmüyor ama demiri övüyor. “Onda bir sertlik vardır.” (Hadîd/25) diyor. Buradaki sertlikten kasıt, dayanıklılıktır.Bükülüp eski hâline gelebilmek önemlidir. Bükülerek karşıdakini yenebilirsin. Kaldı ki, insanın en büyük rakibi kendisi değil midir? Bizler kendimizi göz ardı edip karşımızdakini yenmeye çalışıyoruz. Yeniyoruz belki, an- cak yalnız kalıyoruz. Rıfk denilince aklınıza gelen bir olay varsa bizimle paylaşır mısınız? Tarihten, sevdiğim bir olay anlatayım: Derler ki; Yavuz Sultan Selim’in, babasından kendisine intikal eden bir baş veziri var: Pîrî Mehmet Paşa. Çok yaşlıdır ve devlet işlerindeki tec- rübesi müthiştir. Yavuz, babasını devirirken kendisine destek olan ve- zirdir aynı zamanda. Babasından kendisine kalan bir vezir olduğu için, Yavuz onun yanında kendisini hükümdar gibi hissedemiyor. Bu yüzden yerine birini tayin etmek istiyor. Ama bir türlü azledemiyor, çünkü ba- şarılı bir adam. Yavuz, vezire bir gün takılıyor, yaşlılığını hatırlatmak için: “Paşa! Ağzında da diş kalmamış.” deyince, paşa şöyle diyor: “Haklısın sultanım! Dişlerim çok sertti, hepsi döküldü. Dilim yumuşak, hâlâ duru- yor yerinde.” Güzel muhabbetiniz için teşekkür ederiz. Rıfkı kalıcı bir huy olarak edi- nebilmeyi Allah hepimize nasip etsin. 36

KALE’M İZLÂL Giden kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Giden tüm yüküyle sığınacak bir yer bulamamak pahasına evrende, yine de kalanları kurtarmak ister Fayda vermez olunca kavgası, hakların topyekün iptaliyle gider Ne yeni bir hayat kurmak yalanı Ne başlamak asla bitirilemez olanlardan sonra Ne huzur karşılar onu vardığı yerde İçinde bir hayvan ordusu Ayak izleriyle taşır vebasını Giden çoğu zaman bedensel bir yer değiştirmenin beyaz bayrağını taşır Kalsa çeperinde dünya harbi çıkacak korkusuyla Küçük yaşlı askerler taşır cephesine Giden kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Vahşetin sesine sağır kulaklarda feryatlar, sinek kanadı hükmü giydi- ğinden beri Kuşunu koruyan çocukların hayatı için gider giden İçindeki kıyım son haddinde insanlığından kırparken Giden ancak insan kalmak için gider. İki nefes arasına bir zikir sığana değin Eskiler ip eğirtirken ben ruhumu incelteyim Eskilerin yaması altına işleneyim Eskilerin lastiğine kaçan çakıllar yağsın başıma Yeter ki bir gidişle gideyim Çünkü buluntular çağırır Kalmak imkan hâlini terk edince Eskiler ne güzel demişler demek için Eylemi bırakıp yalnız durmaya O hâlde gaipten işitmeye Yerkürenin gök kubbeye değdiği yerde İnsan olmaya gitmek gerekir Giden her hâlükarda kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Gidene huş der dem, gidene O vardır her dem. 37

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] DIŞLERIMIZIN ARASINDAKI CESET YA DA THE IRISHMAN Amerikan sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese ve onun büyük bir defteri küçük bir aralıkla kapattığı son filmi, The Irishman. Yönetmenin en büyük bütçeli ve en uzun filmi unvanını taşıyan The Irishman, dijital platformların sinema endüstrisi ve özellikle sanat sineması üzerindeki etkilerinin konuşulduğu bir dö- nemde, bir Netflix yapımı olarak hayata geçirilmesiyle dikkatleri üze- rine çekmeyi başardı. Marvel filmleri üzerinden “bildiğimiz anlamda sinemanın” bugün geldiği noktayı eleştiren Scorsese’nin bu durumun müsebbiplerinden biri olan Netflix ile anlaşma yapması onun çeşitli eleştirilere maruz kalmasına sebep oldu. Hikâyesi, Charles Brandt’in 2004’te yayımlanan ve sendika lideri Jimmy Hoffa’nın birtakım karanlık senaryolar eşliğinde aniden kayboluşuna odaklanan I Heard You Paint Houses kitabındaki gerçek olaylara da- 38

yanan The Irishman, odağında Frank “The Irishman” Sheeran (Robert DeNiro) karakterini barındırıyor. II. Dünya Savaşı sonrası yurda dönen Frank, bir mezbahanın etlerini taşıdığı kamyonuyla illegal birkaç işe eli- ni atınca olaylar gelişiyor ve önce birtakım kirli işlerin yürütücülüğünü üstlenen Russel Bufalino (Joe Pesci) ile, daha sonra ise işçi sendikası yö- neticiliği üzerinden yüksek meblağlı paraları “yöneten” Jimmy Hoffa (Al Pacino) ile tanışıyor. Kamyon şoförlüğünden hızlı bir çıkışla tetikçiliğe ve sendika memurluğuna geçen Frank, zaman içinde Russel Bufalino’nun vazgeçilmez ruh ikizi, Jimmy Hoffa’nın can dostu konumuna geçiyor. Her ne kadar karakter konumunda değişikliğe uğrasa da savaşta üzeri- ne yapışan şiddet, kan, silah, ölüm ve otoriteye karşı umarsız itaat pe- şini bırakmıyor. Zaten o da bunların hiçbirinden kurtulmaya çalışmıyor. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda kamyon şoförlüğü yaparken küçük suçlara bulaşan ve bir dizi tesadüfün ardından Bufalino ailesi önderliğindeki İtalya mafyasının sadık tetikçisi hâline gelen Sheeran’ın hikâyesi, Scorsese’ye alışık olduğu sulara geri dönme fırsatı sunuyor. Yönetmeni bu kitabı uyarlamaya itenin de Arka Sokaklar’dan Taksi Şoförü’ne, Sıkı Dostlar’dan New York Çeteleri’ne pek çok suç klasiğinde ele aldığı temaları bir kez daha ziyaret etme fırsatı olduğunu tahmin et- mek zor değil. “Şiddetin sıradanlığı; sert erkekler arasındaki dostluk ve düşmanlığın raconu; günah, itiraf, vicdan azabı, kefaret gibi kurumsal dinle, inançla yakından ilişkili temel kavramlar The Irishman’in özünü oluşturuyor”. The Irishman, yüzeyde bir mafya hikâyesi üzerinden düzenbazlığın ve sahtekârlığın kol kola yürüdüğü bir sistemin nasıl meşru ve yasal yol- larla sürdürülebileceğini, yasaya takıldığı zamansa bunun o kadar da mühim bir değişiklik yaratmadığını gösterirken, yüzeyin altında derin katmanlar hâlinde savaş, sınıf bilinci, aile, hukuk sistemi ve sosyal statü- lere dair vurucu bir anlatı sunuyor. Kamyon şoförlüğünden başlayarak, mafya desteğiyle sendikalar arası üst düzey bir görevli olarak çalışan Frank Sheeran’ın şiddet eğiliminin ve tıpkı bir ev boyar gibi umarsız- ca insan öldürebilme yetisinin ardında II. Dünya Savaşı’nda edindiği şiddet pratiği yatıyor. Böylece, hukuk sisteminin suç olarak belirlediği davranışların motivasyonun yine aynı hukuk sistemine sahip olan ülke- nin savaş politikasından kaynaklanması, yani kendi ürettiği travmanın sonucunu suç olarak tanımlayıp hesabını yine vatandaşına kesmeyi şiar edinen politika, Scorsese için bir güldürü unsuru hâline geliyor. Bu gül- dürü elbette birtakım karanlık unsurlar barındırıyor zira bir komedinin temelinde yatan “mutlu son,” karakterlerin hemen hiçbiri için geçerli olmamakla birlikte, neredeyse ölüm, şiddet ve mücadele olmadan tek 39

bir günün geçmediği uzun yıllara tanık olurken, güldürü unsurları ha- yatta kalmanın bir koşuluna dönüşüyor. Filmin son bölümü verilen onca mücadelenin, dökülen onca kanın, bir lokanta köşesinde ya da soğuk bir kaldırımda aniden sona eren hayat- ların, işlenen sayısız suçun vurdumduymazlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Sheeran ile Bufalino’nun Katolik inancının simgesi olan ekmek ve şarap ritüelini bu kez bir cezaevi yemekhanesinde tekrar gö- rüyoruz. Ne var ki bir dönemin korkulu figürü Russell Bufalino dişlerini kaybetmiş, artık güçlükle konuşuyor ve bir lokma ekmeği çiğnemekten bile aciz. Ve aralık kapıdan son bir bakış attığımız, yarı karanlıkta otu- rurken rahibe “kapıyı kapatma, hoşuma gitmiyor” diyen ihtiyarı huzur- lu bir ölüm beklemiyor. 40

ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] HEDİYE ÇOMAK Kayra’nın işi, her çalışında başka bir duygunun habercisi olan telefon- lara bakmaktı. Onun mesleğini müşteri temsilciliğinden ayıran tek şey, arayanların kendisine değil başkalarına küfretmesiydi. Amerika’ya ta- şındıktan sonra psikoloji okumuş ve pizzacılıktan intihar ihbar hattında çalışmaya terfi etmişti. Bunun yalnızca işi olduğuna kendini inandır- makla geçen üç yılın sonunda, binlerce insanın cankurtaranı,bir kaçı- nın da duyduğu son insan sesi olmuştu. Arayanlar içinde kendince bir ortalamaya ulaşmış ve gençlerden çok orta yaş ve üzerinin onu aradı- ğını fark etmişti. Onlar aslında intihar etmek değil vazgeçmek istiyor- lardı. Aslında pek çoğu “onları dinlemek zorunda olan biri” olduğunu bildikleri için arıyor, derdini anlatıp telefonu kapatıyordu. Üç yıl içinde her türden insanla karşılaşmıştı. Hepsinin de en aciz oldukları ana şahit olduğu için insanın bütün karanlık odalarını ve o odaların eşyalarını ez- bere biliyordu. İş ne zaman kendi hayatına gelse sorunları çözmekten sorumlu devlet bakanıymış gibi ilişkilerini profesyonel ve soğukkanlı bir şekilde yürütüyordu. Telefonda ağlayan birine “Size buradan mendil uzattığımı düşünün” ya da “Masamdaki çiçekleri saçlarınıza takayım öyle konuşalım” diyebiliyordu. Başkalarının hayatı için kırılma nok- talarında bant olma görevi, kendi hayatında kırmadan ve kırılmadan devam etmek için onu katı bir çabaya sokuyordu. Sanki herkes her an hayatına son verecekmiş gibi tedirgin olduğu zamanlar yerini umur- samazlığa bırakmıştı. Tam bu süreçte ortak bir arkadaşları sayesinde tanıştığı Buket onun için rengarenk bir başlangıç olmuştu. “İnsanlar ya- şar, yaşamayı sever herkes çareyi ölümde aramaz.” cümleleri yaşadı- ğını hissetmek için yeni bir fırsattı.Damarlarında dolaşan bu umut dolu yeni kan sayesinde işten çıktığında eve kaygılı ve yorgun gitmek yerine kaldırımlardan zıplayarak iniyordu. “Balkondaki hangi insan kendini atacak? Şu köprüde ki adam çok mu üzgün?” diye düşünmek yerine, yemek yemenin ne güzel olduğunun farkına varıyordu. Buketle yemek yemek ile yemek yemek arasındaki farkı anladığında telefonlarda ko- nuşan ses bile değişti. Artık içinden gelmeyen ama durumu kurtarmak için insanlara sunduğu geçici çözümlerin yerine onlara samimi tavsi- yeler verebiliyordu. “Peki bunca şeye rağmen ben neden yaşayayım?” 41

sorusunu duyduğunda “Belki de hepimiz ölemediğimiz için hayattayız” diye düşünmüyordu. Buketle birlikte hayatına gelen renklere rağmen yine de soluk alt tonlarda yaşadığını biliyordu. Onun yanında hep daha tedirgin, kontrollü, bütün ihtimalleri hesaplamaya çalışan Kayra olarak var oluyordu. Bunun aralarında soruna dönüşmesine hiç izin vermedi- ler. Gizli bir sessizlik yemini edilmiş gibi herkes hep mutluydu. Gurbette karşılaşmış iki insanın birbirine ne kadar farklı olsalar da iyi gelebildiği- ne şahit oluyorlardı. Buket için gurbet memleketinden uzakta yaşamak değildi. Gözlerine baktığı adamın onu anlamadığını düşündüğü yerde, yaptığı işe tutkusu azaldığında, kendini dünyaya gönderilmiş ilk insanlar gibi hissetmeye başlıyordu. Kayra böyle zamanları fark etmiş olsa da bir türlü anlamlandıramıyordu. Hayattalar, birlikteler, sağlıklılar, işleri var. İnsan daha ne ister? diye düşündüğü zamanlarda Buket’ten fersah fersah uzaklaşıyordu. Uzun yıllar geçirip de aslında hiç tanıyamadığı in- sanların yanında yıllardır özlediği ne varsa Buket’te bulmuştu. Kalbin de ki taş plakta naif besteler ağırlıyordu. Telefonun çalmadığı bir aralık; “Herkes bu büyülü kelimeyi bir kez olsun yaşasa ancak tekrar kavuşmak için ister ölümü.” diye düşündü. Bugün arayan kız 17 yaşındaydı. Baba- sını yıllar önce kaybetmiş. Abisi de dolandırıcılıktan hapse girmiş. Bir yıl sonra bu sabah telefonda abisinin intihar ettiğini öğrenmişti. “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusu keşke gelecek planlamak için sorulmuş kafa karışıklığı ürünü bir soru olarak kalsaydı. Bazı zamanlar bu soru başlangıç kadar bitişin de simgesi olabiliyordu. Kayra da önce dinledi. Sonra yine dinledi. Ta ki “ben şimdi ne yapacağım” sorusu gelinceye kadar. Aslında bu soru içinde umudu da, hayal kırıklığını da eş zamanlı olarak barındırıyordu. Hem “Sen bana ne dersen de yapacak bir şeyim kalmadı. Ölmek istiyorum” hem de “Yalvarırım yapacak bir şey söyle ve beni kurtar bu acıdan. Ölmek istemiyorum” demekti. Kayra kendini kı- zın duygularından yalıtmayı başardıktan sonra daha çok genç olduğunu ve onu güzel bir hayatın beklediğini söyledi. Böyle zamanlarda söyle- diklerine kendisi de inanamıyordu. Ama o kadar inandırıcı söylemek zorundaydı ki karşı taraf elindeki ilaç kutusunu bıraksın, boynunda ki düğümü çözsün ve ayakları onu evine geri götürsün.Bu akşam telefon- da tanıdık bir ses duyana kadar Kayrakendisine de yaşamak için çok matah bir sebep bulmuş sayılmazdı. -Alo? -Merhaba Kayra. -Buket neden bu numaradan aradın? Hattı meşgul etmeyelim cep te- 42

lefonum açık. Çok acil değilse evde de konuşabiliriz. Bir saatim kaldı. -Bilerek burayı aradım. Daha fazla devam edemiyorum. Sen nasıl bece- riyorsun onu da anlamıyorum. Her gün hayatına son vermek için arayan insanları yaşamaya ikna ediyorsun. Sanki bunu biz seçiyor muşuz gibi?! Seçemediğimiz şeylerle dolu bir hayatın içinde,yaptığımız hataları yük- lenmiş ağır ağır yürüyen kaplumbağalardan farkımız var mı sence? Ha bir de o meşhur kelime “Kader” herkesin kutsal sığınma mekanı... - Buket ne diyorsun? Neler oluyor anlamıyorum? Eve geleyim konuşu- ruz. Nerden çıktı şimdi bunlar? - Hiç anlamıyorsun değil mi? Bir kukla gibi yaşadığımız hayatların için- de kralcılık oynuyoruz. Ama sen mutlusun. Çünkü “birlikteyiz mutluyuz sağlıklıyız”. Hep aynı şeyler... Sonsuz tekrar eden bir çarkın içinde sıkı- şıp kalmış gibi hissediyorlar demek ki. Seni arayanları diyorum. Bırak kurtulsunlar bu düzenden. Bırak birileri çıksın çarkın içinden. Elinde çomakla gezen insanlara yaşamın güzelliklerini anlatıp onlara umut aşı- lamaktan yorulmadın mı? - Bu benim işim Buket. Neden kendilerini öldürmelerine izin vermeli- yim. Anlamıyorum seni gerçekten. Kimse durduk yere, her şey güzel giderken çok mutlu olduğu bir anın içinde beni arayıp ölmek istediğini söylemiyor zaten. Acı çektikleri için, bir yakınlarını kaybettikleri için… Yaptıkları hatalar yüzünden belki de. Neden bu insanlara destek olup hayatlarının daha iyiye gitmesine yardım etmeyelim? -Herkes bir tür esaret altında sen de bunu anlamıyorsun. Yalnızca iyi duygular hissederken içinde bulundukları durum, bir körlükten ibaret. Gerçekliğe dair ne var bu hayatın için de? Hepimiz peynir kokusunun ardından labirentte kaybolan fareleriz. Bu şekilde yaşamak istemiyorsa birileri, bırak da en azından özgürse ölebilsinler. - Kim böyle bir sebepten ölmek istiyor? Bana gelenlerin hiç böyle ne- denleri yoktu. - Mesela ben. - Nasıl yani? Buket ne demeye çalışıyorsun. Korkuyorum artık. Çıkıp ge- liyorum. Neredesin? - Aslında ben veda etmek için aramıştım. Her şey çok güzel giderken 43

bırakma cesaretini gösteriyorum. Çünkü ölüm çaresizliğe kurban edi- lemeyecek kadar anlamlı geliyor. En azından o kadarcık seçme şansım var. Yaşamak için esaslı bir neden bulmuş olmayı dilerdim. Ama olmadı. Hoşça kal. Telefon kapandıktan sonra oda da uzun süre boğucu bir sessizlik oldu. Kayra nefes almayı, gözlerini kırpmayı unutmuştu. Düşünemiyordu. Aniden bir yakınının ölüm haberini aldığında yaşananboşluğunu ve şoku yaşıyordu. Kocaman bir farkla, Buket onu arayıp veda etmişti. He- men kalkmalı onu bulup durdurmalı ikna mı etmeliydi? Bacakları ona ait değil gibi öylece duruyordu. İçinde onu harekete geçiren her ne varsa bir anda yok olmuş gibiydi. Yeşermesin diye bodruma indirilmiş patates çuvalıyla aynı durumdaydı. Yaşamak, ölmek, sevmek, insan, ka- dın, erkek, zaman ve kader… Hangi kavram yansa zihninde ardına başka bir kelime kabul etmiyor. Tek başına asılı kalıyordu. “Kader” Ee? Ka- der ne? Kader nasıl? Bu şekilde kaç dakika geçti. Ne yaşandı? Kayranın hücreleri dile gelse yine de anlatamazdı. İçinden durumu değiştirmek için herhangi adım atmak gelmediğini fark etti. Hatta biraz cesareti olsa diğer taraf denilen yerde buluşmak adına Buket’in ardından gidebilirdi bile. Az önce duydukları onu esir almıştı. Gerçekten bir fare ya da bir kaplumbağa gibi olabilir miyiz? Diye düşünürken tekrar telefon çaldı. Çaldı. Kapandı. Kayra hafifçe gülümsedi biri daha çarkın dışına çıktı diye düşündü. Çünkü artık kendisinin de burada kalmak için bir sebebi yoktu. Elinden gelse sokaklarda bağıracaktı. “Kaçın kurtarın kendinizi. Ölün! Ölelim! Kimse ne olacağını bilmiyor ama belki orda özgürüzdür.” Telefon bir kere daha çaldı. Yaşlı bir erkek sesi: -Ölmek istiyorum. -Lütfen durmayın amcacım. Arkanızdan geliyoruz. Nasıl bir yöntem de- neyeceksiniz. Bence acısız olsun. Belli ki en az elliniz bitmiş. Sizin için acısız bir ölüm planlayalım ne dersiniz? Köpeğiniz var mı? Onu da yanı- nızda götürmenizi tavsiye ederim. - Ne diyorsun sen be?! Telefon Kayra’nın suratına kapandı. İçinde bulunduğu durumdan, ak- lına ne geliyorsa söylemekten zevk almaya başlamıştı. Birazdan gece çalışacak arkadaşı gelecekti. Eve dönmesi gerekecekti. Ve evde Buket? Evde buket olmayacaktı. Buket evde…Her hangi bir evde Buket… Keli- meler döndü dolaştı. Ancak Buket o eve bir türlü giremedi. Kayra saba- 44

ha kadar telefona bakmak ve arayan herkesin kendini öldürdüğünden emin olmak istiyordu. Belki sonra o da… Yanında götürebildiği kadar ar- kadaş götürmesi ne güzel olurdu. Keşke bu düşünceler biraz daha onu esir olabilseydi de Kayra acıyı böyle unutmaya devam etseydi. Saate baktı 22.30 bütün bunlar son yarım saatin içinde olup bitmişti. Zaman ne kadar sahtekardı ona karşı. Acıyı, hüznü, beklemeyi uzattıkça uzatır. Az biraz mutlu olsa onu hemen elinden alırdı. Zamana ağız dolusu küf- retmeye yeltenmişti ki. Kapı açıldı. -İyi ki doğduuuuuuun! Buket ve Kayra’nın birkaç arkadaşı elinde pasta ve hediyelerde içeri girdi. Kimse Kayra’nın şakayı bu kadar ciddiye aldığını düşünmemişti. Yarım saat içinde ne olmuş olabilir ki? Hemen geldiler ve sürpriz yap- tıklarını gösterdiler. Buket Kayra’dan bir karşılık bekleyerek gözlerinin içine bakıyor ve kocaman gülümsüyordu. -Hadi Kayraaa! Sana sürpriz yaptık. Şaka yapmak istedim. Neden böyle bakıyorsun. Yaşamın bütün anlamı bu işte. Sadece yaşamak! Yaşamak ve keyif aldığın ne varsa onları yapmak. O sorgulamalar yalnızca can sıkıcı ve günde kaç kere duyduğun şeyler sonuçta. İşte amacımız bu, birlikte ve mutlu olmak. Kayra cevap vermiyordu. Yüzünde en ufak kas kıpırdamadan ortaların- dan geçip gitti. Arkasından ona seslendiklerinde duymadı. Havada uçu- şan özür dilemeler, yalvarmalar onu hiç etkilemedi. Sessizce yürüdü. Önce uzun ve ışıklı bir caddeyi, sonra bilmediği sokakları… Otoriteyi be- denine bırakmıştı. O zaman anladı. Sokaklar aslında çoktan ölmüş ama hala yürüyebilen cesetlerle doluydu. Buket onun içinde ki dehlize bir patlayıcı bırakmıştı. Çok değil birkaç soru sorarak yapmıştı bunu. Şimdi sevdiğin insanla mutlu olmanın da, sağlığında, bir gün çocuklarıyla ya- pacağı şeylerinde … “İçinden sessizce edilen küfürler de iyi geliyormuş. Bundan sonra danışanlarıma böyle söylerim” diye düşündü. “Bundan sonra…”Ertesi sabah buket kapısında bir not buldu: -“Hayat’ın kötü bir şaka olduğunu bana öğrettiğin için minnettarım. Sanki uzun zamandır bunları duymayı bekleyen aç bir canavarla yaşı- yormuşum. Bir anda onu doyurdun. Kim bilir belki de diğer tarafta sa- hiden buluşabiliyoruzdur. Bu mektubu bana bahsettiğin çarka hediye edilmiş bir çomak olarak kabul et. Hala buralarda kalmak istersen şa- yet, umarım hoşça kalırsın.” 45

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] ATTICUS İSMET ÖZEL’E DE BENZIYOR ATTICUS MASASI “Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.” Çocuklarının her sorusunu dikkatle cevaplayan iyi bir baba Atticus, sor- maktan asla yılmayan küçük kızı ve ufak sorunlar açan oğlunun hikâyesi Bülbülü Öldürmek. Gerçek bir aile öyküsü. Ve daha fazlası. Ama en çok bu cümle. Ve bu cümle uğruna bu yazı. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır. Telafisine söz verdiğim geçtiğimiz ayın başlığı “etik” kelimesini duydu- ğumda ilk aklıma gelen romanımızın başkarakteri oldu. Ve şimdinin dosyası olan “rıfk” (iyi davranmak) kavramını duyduğumda bu da Atti- cus dedim. Yani ben yine bir taşla iki kuş vurdum. Sorularım var. Etik; dinamiğini toplumdan almış bir kabul değil mi? Ya da toplum yapısının dinamiği, insanların ahlaki olgular üzerinde anlaş- mış olması değil mi? Hangi kelime daha önce vardıysa cevap o. Kesin olan şu; her insandaki vicdan, aslı bozulmamışsa aynı şeyin ahlaklı ol- duğunu söyler. Vicdanlar ortaktır, ahlaklar ortaktır. Tıpkı güzeli seçme meylinin herkese ortak kod olarak yerleştirilmesi gibi. O hâlde basit- leştirelim ki daha çok anlayalım. Etik; insanın içindeki ahlaki estetiği/ güzeli seçme isteğidir. Bunun, aslen herkeste olduğu gibi tumturaklı bir yargıya nasıl varıverdim? Toplum diye bir kelimenin var olmuş olması, aksini imkânsız kıldı. Toplum için ortak kabuller şarttır. Bu cümlelere bakılırsa aynı fikirde olmadığım ve bundan dört yıl önce 46

okuduğum bir karakterin cümlesi nasıl oldu da ahlak denince ilk aklıma gelen şey oldu? Çünkü aynı fikirdeyim. İlk okuduğumda heyecanlı bir itirazla “fiyakalı ama hatalı bir cümle” deyip yukardaki argümanlarımı savursam da Atticus’un içinde yaşadığı dünyayı düşündüğümde ahlak konusunda zihnimde yeni bir masa açmam gerektiğini fark ettim. Atti- cus masası. Şirazesi Kaymamışsa Bütün Ölçüler Vurulabilir Vicdana Şayet toplum; medeniyet özelliklerini kaybedip bir çoğunluk, yığın hâ- line gelmişse vicdanın sesi onlardan ayrı çıkacaktır. Orkestranın hepsi art arda yanlış notaya vurabilir. Böyle olduğunda kulaklarımızı onlara tı- kayıp doğru sesi bulmalıyız. İşler zorlaşacak ama vicdan, bir acil durum alarmı gibi hep orada duruyor olacak. Ayarıyla oynayıp bozmadıkça ne- fesimizi kesecek kadar gür çıkacak sesi. Doğru kararı verdikten sonra yakamızdan ellerini çekecek ancak ve rahat bir nefes alacağız. İşte bu rahat nefes, kaybetmememiz gereken şiraze. Atticus kızına şöyle dedi: “İnsanların yüzüne bakabilmek için önce kendi yüzüme bakabilmeliyim.” İlk bulan Atticus değildi. Daha önce de denmişti. Rasulullah’a bir gün “Kötülük nedir?” diye soruldu. Şöyle buyurdu; “Kötülük, insanlar onay- lasa bile kalbinizi rahatsız eden ve içinizde bir kuşku hissettiren şeydir. İyilik ise güzel ahlaktır.” Etik İçin Birinci Alamet: Çıkarlarına Karşı İyilik Atticus bu hadisi hiç duymamıştı ama insandı ve Hz. Muhammed, tüm insanlara dair bir kuraldan bahsediyordu. O; şirazesi kaymamış, içinde olduğu falsolu çoğunluğa rağmen güzel olanı seçip iyi olabilmiş bir ka- rakter olarak çıktı karşıma. Nasıl hayran kalmam? Çok kıymetli çünkü inisiyatifli olan grupta yer almasına rağmen ahlaklıydı. 1930’ların Ame- rikasında beyaz-zenci kıyametinin ortasında dürüst bir avukat olmak değerli. Eksik söyledim. 1930’ların Amerikasında zencileri savunan, dü- rüst ve beyaz bir avukat olmak çok değerli. –Sen zencileri mi savunuyorsun Atticus? –Elbette savunuyorum. Zenci deme Scout, bu kabalıktır. 47

–Okulda herkes öyle diyor. –Bundan böyle o herkesten bir kişi eksilecek Etik davranmak ya da iyi olabilmek, adı her ne ise bu onun ilk adımıydı. Faydalanmaya karşı doğru olanı seçmek. İkinci Alamet: Kötülüğe Karşı –Hitlerden nefret etmek doğru mu? –Hayır, kimseden nefret etmek doğru değil. İtiraz etmeden önce dönüp bir daha okuyalım. Nefret duygusuna değil, onun bir şahsa yöneltilerek boşa sıkılmasına karşı çıkıyor. İnsafsızlıktan nefret et, kibirden nefret et, rüşvetten, bencillikten, ahmaklıktan, al- datmaktan nefret et. Öldürmekten çok nefret et ama öldürenden değil, yoksa sen de öldürmeye başlarsın, diyor. Tam olarak böyle diyor. İlk bulan Atticus değildi. Daha önce de denmişti ve hatta yapılmıştı: Useyd b. Hudayr, mızrağını aldı ve Musab b. Umeyr’in kaldığı eve doğ- ru gitti. İçeri girince küfrederek gelip Musab’ın başına dikildi ve şöyle dedi: “Sizi bize getiren ve zayıflarımızı kandıran nedir? Eğer canınızı se- viyorsanız bizi terk edin.” Mus‘ab, Useyd b. Hudayr’a dedi ki: “Oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Eğer söyleyeceğim şeylerden hoşlanırsan onları kabul edersin. Dinlediklerini sevmezsen hoşlanmadığın şeyi ka- bul etmezsin.” Bunu duyunca Useyd sakinleşti ve “Vallahi insaflı konuş- tun.” dedi, mızrağını yere saplayıp onların yanına oturdu. Kur'an'ı ve İslamiyeti dinledikten sonra Useyd’in ilk cümlesi şu oldu: “Bu kelam ne acayip, ne güzel bir kelamdır! Siz bu dine girmek istediğiniz zaman ne yapıyorsunuz?” O zaman rıfk, birleştirdiğim bir klişeyle yeni bir anlam kazanıyor ve be- nim klişem en çok şimdi anlaşılır oluyor. “Rıfk; öldürmek için gelenin sende dirileceği kadar iyi olmandır. Her koşulda, bahanesiz.” Üçüncü Alamet: Bilinçsiz Kibarlığa Karşı –Ondan özür dileyip üzgün olduğumu söyledim. 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook