Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 28_Paydos_Şubat'20

28_Paydos_Şubat'20

Published by bimesele TV, 2022-07-06 15:39:33

Description: 28_Paydos_Şubat'20

Search

Read the Text Version

Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 katarsis dosya *Beni Anlıyor musun? *Siz Olsaydınız? öykü kamus *Taedium Vitae *Eğreti Güvence serbest serbest *Meyveli Ağaç *Prof. Dr. Malik Bedri -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Ayşe Rümeysa ÖZDEN -Bahar EŞREFOĞLU -Büşra SÜTÇÜ -Enes SÜSLÜ -Fikriye Bilge BİRCAN -Muhammed URAL -Muhammed Bahaedddin ATABEY -Muhammed Furkan DOĞAN -Nefise ERDEM -Raziye Gül GÜZEŞ -Reyhan ATABEY -Şeküre KÜÇÜKGÜL -Taha SULAR



Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN M. Bahaeddin ATABEY 04ÖYLE DEĞİL Mİ? Alaeddin GÖÇER 06 TAEDİUM VİTAE Enes SÜSLÜ 07ETİK-OXFORD MÜSLÜMAN ... Bahar EŞREFOĞLU 11 SİZ OLSAYDINIZ? Reyhan ATABEY 13MEYVELİ AĞAÇ Raziye Gül güzeş 16 BİYOETİKİMSİ ŞEYLER Ayşe Rümeysa ÖZDEN 22YERYÜZÜ NOTLARI Şeküre KÜÇÜKGÜL 25 BENİ ANLIYOR MUSUN? Adnan GÖZÜTOK 30HADİ BAŞLAYALIM! Muhammed URAL 34 PROF. DR. MÂLİK BEDRİ Fikriye Bilge BİRCAN 38RÖPORTAJ Şeküre KÜÇÜKGÜL 43 YOL-CU Büşra SÜTÇÜ 44KARANLIK ODA Taha SULAR 47 İNSAN NEDİR? Enes SÜSLÜ 49ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM 52 EĞRETİ GÜVENCE Ayşe ACAR 54\"O\" AN M. Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN M. Bahaeddin ATABEY [email protected] Merhaba sevgili paydos okurları. Bu sayımızda maalesef bu gün- lerde çok da gözetilmeyen ancak hayatımızı kuşatan bir mefhumu konu edineceğiz. Peki nasıl olur da hem kuşatır hem de gözetil- mez? Problem de burada zaten. Kimse trafik cezası ödemek istemez. Ve dahi cezaya çarptırılma- mak için her türlü kural ve detay hakkında bilgi edinir. Herkes ce- zanın tahakkuk etmesinden çekinir ve bu birçok yanlış davranıştan bizi alıkoyar. Bu sakınma durumu cezaya çarptırılmamak için yapı- lıyorsa ahlâkî midir? İmmanuel Kant amcamıza göre o işler öyle değil. Ona göre kişi eyleminin başlıca sorumlusudur, eğer söz ko- nusu eylem evrensel bir ilke değilse eylememek daha iyidir. Kant amcamız bunu daha şumullü bir şekilde ifade etmiş: “Öyle bir eyle ki eylemin evrensel bir ilke olsun.” Biz müslümanlar olarak -ki her bir müslüman feraset donanımıy- la toplumda varlığını sürdürür- davranışlarımızın övülen ahlakla bağdaşmasını gözetiyor muyuz? Nelerin orucu bozacağını önem- sediğimiz kadar “Bu davranış müslüman karakterine ve ahlakına uygun mu?” sorusunu önemsiyor muyuz? Hesaplaşması bol ve belki bize bizi anlatacak sorular sormak mümkün. Kendimizle baş başa kaldığımızda nefsimizi sendeletecek sorular sormak bizi arın- dıracaktır. Bu sayımızda açıklarımızı en iyi bilen, en zayıf noktamızı tanıyan birine, bizi bize sorgulatacak bir konu seçtik. Estetik kaygılar gö- zetmeden yazdığım bu karşılama yazısıyla sizleri etik konusunu ele aldığımız sayımızla baş başa bırakıyorum. 3

DOSYA Alaaddin GÖÇER [email protected] ÖYLE DEĞİL Mİ? Her mevcudun kendisine muhtaç olduğu nihai bir mananın mevcudiye- tinden bahsetmek biraz zor olacak belki. İsmi verilmiş, hakkında onca şey söylenmiş, nice tanımları yapılmış bir mana var önümüzde. Nedir peki hiçbir şeyin kendisinden bigâne kalamadığı o mana? Hacı Bektâş-ı Velî’nin erenlerine “Eline, beline, diline hâkim olmaktır.” şeklinde özet- lediği; İbn Miskeveyh’in, felsefesinin başköşesine yerleştirdiği; Alman şair Heine’nin din ile birlikte bir bütünün öteki yarısı olarak kabul ettiği ve Rasulullah’ın (sav), “Mü’minlerin iman yönünden en faziletlisini” as- habına bildirirken zikrettiği “ahlak”tır o mana. Bu yazıda etik yani ahlak ile alakalı nitelikli, derin tahliller yapacak deği- lim. Bir süredir dünyanın misafiriyim. Yirmi üç yıllık ömrümde kendisini ele verdiği kadar tanıyorum dünyayı ancak. Bu süre zarfında tecrübe ettiğim ne varsa, okuduklarımdan hareketle farklarına varabildim. Tam tersi de olabilir elbette: Ne okuduysam evvelden, tecrübemin de işte o zaman anlamı oldu. Okuyucum takdir etsin. Niçin bütün bunları anlatıyorum? Çünkü ben, özgürlüklerinin yani benim tabirimce ihtiraslarının insanı olmakla; mevcudatın tamamına karşı sınırsız bir sorumluluk duygusu besleyen “ahlaklı insan” olmak arasında kalakalmış bir çağın çocuğuyum. Her insanın yaşam tecrübesi farklı olduğu içindir ki, ben de ancak içine doğduğum dünya üzerinden anlayabilirim ahlakı. Ancak bu bir ahlaki iyi ve kötüden bahsetmenin mümkün olmadığı anlamına gelmez. Aksine cemiyetin ahlaksızlık ola- rak nitelediği bir davranışın arka planını keşfe açar. İşte bu keşif -daha yalın bir ifadeyle “empati”- tartışmasız şekilde ahlakidir. Zira ahlaki iyinin ve kötünün belirleniminde empatinin görevi büyüktür. Tüm bu açıklamalar benim bütün post-truthçu anlayışlardan uzak olduğumu 4

ortaya koymuştur umarım. Geniş bir hoşgörü sunuyormuş gibi görü- nen bu yeni nesil sofistler, idealist olmakla suçlayacaklardır belki beni. Kime ne? Ben ahlakı ne Nietzsche gibi “sürü içgüdüsü”, ne de Kant gibi “ödev bilinci” anlamında kabul ediyorum. Benim gözümde ahlak, insa- nın vicdanı ile adalet duygusunun birlikte hareket etmesinden ibarettir. İyi yönetimin temelinde, cemiyetimizin merkezinde ve bireyin gönlün- de işte bu ahlaki kavrayış olmalıdır. Devlet, toplum ve birey bütün fiille- rinde bahsi geçen ahlaki kavrayış ile hareket ettiklerinde “dünya hayatı cennet olacaktır”. Bütün bunların ardından şu sonuca varabiliriz diye düşünüyorum: Ah- lak, bilinçli bir kolektif hafızadır. “Ahlak, yirmi dört saat farzdır.” sözü- nün yalnızca slogandan ibaret olmadığı bir cemiyetin “birey, toplum, devlet” üçlüsü; birbirlerinin destekçisi, gözcüsü ve aynı zamanda yargı- cıdır. Bu idealin silinip atılması ya da yaşamın gerçeğinden uzak olmak ile suçlanarak küçümsenmesi bize bir şey kazandırmayacaktır. Aksine bu ideal her daim önümüzde durmalıdır. Öyleyse görülen en küçük ah- laksızlıkta, yapılan en küçük haksızlıkta bu ideale sırt çevirmenin mana- sı nedir? Bizim amacımız ahiretin provasını dünyada hakkıyla yapmak- tan ibaret değil midir? Zaten kim Tanrı gibidir? Öyle değil mi? 5

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] TAEDIUM VITAE Sabah evden çıkıp akşam eve dönmeli bir işim yok. İşimden başka bir uğraşım da yok. Vaktimin büyük bölümünü evde geçiriyorum o yüzden. Gün öğleden sonra başlar. Belli zamanlardaki yoğun çalışmanın ardından öylece vakit geçi- rilir. Kitaplar okunur. Diziler izlenir. Oturunca içinde kaybolur gibi olduğun tekli koltukta akşam edilir. Akşamları bazen dışarı çıkılır. Yemek yenir. Sahilde boş boş yürünür. Belki yeni biriyle tanışılır. Bir şeyler içilir. Eve dönerken bir ihtiya- ca göre değil de o an karar verdiğin eşyalar, kıyafetler, meyveler falan alınır. Apartmandaki kimseyle karşılaşmamak için merdivenlerden hızlı hızlı çıkılır. Paspasın altındaki anahtarla kapı açılıp içeri girilir. İçeriden televizyonun sesi gelir.Torbalar boşaltılır. Alınan meyve sebzeler buzdolabına, yerleştirmeden, öylece doldurulur. Kahve falan yapılır. Tekrar işin başına geçilir. Araştırmalar yapılır. Notlar alınır. Sıkılınca balkona çıkılır. Balkon kapısının açılmasıyla içeri giren rüzgâr bütün evi dolaşır. Sokak lambalarına bakınca ince ince yağan yağ- mur fark edilir. Yan sokakta bir karabaş köpek havlar. Uzaklardan cevap gelir. İçeri dönülür, yine o koltuğa oturulur, yine o kitabın -rastgele- bir sayfası açılır: “Kadın, bir resmin içinde yitip giden ressam ve çırağını anlatan hikâyeyi yüksek sesle okurken, sessizce ağlamaya başladı adam. (Daha önce okumuş muydu?) Bu hikâyeleri çeviren insanla, bir yılbaşı gecesi sabahı, adadaki pikniği hatırla- dığı için ağlıyor olabilirdi, yani bileklerini kesmekle yetinmeyip bir de ailesinin satın aldığı balkondan atlayan o aynı uzak çocuğu ve diğerlerini hatırlayarak zırlıyordu. Şu da olabilirdi: Az önce, Fujiyama’yı yüz ayrı biçimde resmeden Japon ressamdan söz ederken, ustanın adının Houkusai olduğunu bir türlü çı- karamamıştı, oysa çini mürekkebi ve kağıtlarla saatlerce yalnız kalabildiği yıl- larda, Houkusai’nin fırça sürüşlerini taklit etmeye çalışırdı. Bornova’daki meza- rın başında Akdeniz servilerini, buradan kamyonete yükleyip götürmek yerine, oradaki bir arkadaşına, telefonda, “Alıp diker misin lütfen?” demiş olmasına da üzülmüş olabilirdi adam. Ya da asıl istediğinin, babasıyla birlikte bir resmin içinde kaybolup gidebilmek olduğunu mu hatırlamıştı? Belki de,Mishima ve savaşçılarının yenilgisini kadına anlattığına sıkılmıştı. Neyse… Ağladı ya! İstin- ye’de.” Kitap kapatılıp derin bir nefes alınır. Kalkıp kısa bir süre evin içinde öylece do- laşılır. Bir resmin içinde yitip gitmek ne demek, bir sigara yakılır. Çoğu zaman sabaha karşı, ışıklar birer birer kapatılır. 6

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU ETİK-OXFORD MÜSLÜMAN ÖĞRENCİ ARAŞTIRMA KONFERANSI’NDAN NOTLAR 25 Ocak 2020 Cumartesi günü, Oxford Üniversitesi Müslüman Öğrenci- ler Topluluğu ilkini geçen yıl gerçekleştirdiği Müslüman Araştırmacılar Konferansı’nda yine ülke genelinden Müslüman öğrenci ve akademis- yenleri bir araya getirdi. Amaçlarını genel anlamda Müslüman öğren- cilerin birbirleriyle iletişimini sağlamak ve Müslümanları akademik ca- miada yapılanlardan haberdar etmek ve ihtiyaçları belirlemek olarak verebileceğimiz konferans, Merton Koleji’nde düzenlendi. Konferansta gün boyu “Neden Müslümanların akademiye ihtiyacı var?” ve “Neden akademik dünyanın Müslümanlara ihtiyacı var?” sorularına cevap arandı. Kanser araştırmalarından fizik ve uzay bilimlerine, ekonomiden eğiti- me, kimyadan İslam tarihine çok farklı alanlarda, akademik yolun ba- 7

şında olanından bu yolda uzun yıllardır yürüyenine kadar birçok Müs- lüman bir araya geldi ve birbirlerinin çalışmalarından haberdar oldular. Gerek sözlü gerekse poster sunumlarındaki zenginliğin yanı sıra özellik- le farklı dil, ırk ve kültürlerden güzel insanları görmek, bu toplanmayı ayrıca önemli kıldı. Özellikle Oxford Üniversitesi öğrencilerinde en çok dikkat çeken husus; Müslümanların sosyal ve beşeri bilimlerden çok tıp, mühendislik, kimya gibi doğa bilimleri alanlarında yoğunlaşmış ol- duğuydu. Geçen yıl da davetli konuşmacı Abdulhakim Murad (Timo- thy John Winter), kapanış konuşmasında bu hususa dikkat çekmiş ve Müslüman ailelerin özellikle çocuklarını bu alanlara yönlendirdiğini; bir doktor yahut mühendis olmayı, bir öğretmen veya tarih araştırmacısı olmaya nazaran daha üstün tuttuklarını dile getirmişti. Konferansta özellikle akademik dünyada Müslüman araştırmacıla- rın karşı karşıya geldiği etik problemlerden bahsedildi. Ortak noktada karşılaşılan etik problemler, etik konusunda takınılan tavırlar ve çalış- maların Müslümanca bakış açısıyla yapılması konusunda gösterilen gayretler sunumlarda özellikle dikkat çekiyordu. Birçok konuşmacının özellikle selam vererek konuşmaya başlamasının, ortaya koyulan bir uzay araştırmasında ayetleri işaret ederek sunumların yapabilmesinin verdiği mutluluk, bu tarz toplantıların ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Doktor Amir Zayegh’in sunumu bu noktada özellikle dikkat çekiciydi ve tıp dünyasında etik tartışmalardan ve bu tartışmaların diğer ilimle- re olan tesirlerinden bahsediyordu. Etik olmadan yapılan çalışmaların çarpıcı sonuçlarından da örnekler verdi. Tıp dünyasında etiğin gelişi- minden bahsederken “acı” ve “bilinç” kavramlarının etik kabullerine etkisini tarihî gelişimiyle anlattı. Örneğin; 1970’lere kadar bebeklerin acı çektiği düşünülmediği için anestezi yapılmadan ameliyat veya diğer tıbbi uygulamaların yapıldığı ve bunun gerekçesi olarak da bebeklerin “bilinçli” olmadığının, dolayısıyla acı çekmeyeceklerinin kabul edildiği- ni belirtti. Bu konuda Eric Cassell’in yaptığı araştırma ile tıp dünyasında “acı” tanımlanmış ve ilaç kullanımının tıbbi müdahalelerde etik yönün- den belirleyiciliği büyük olmuş durumda. Eric Cassell’in 1980’lerde tıp literatüründe acı ile ilgili ürettikleri üzerine bina edilen çok şey olsa da hâlâ daha İslami anlamda istenilen noktada olunmadığının, bunun da elbette Müslüman araştırmacıların katkısını bekleyen bir husus olduğu- nun altını çizdi Doktor Amir Zayegh. İslami tıbbi etik çalışmalarına olan ihtiyaç noktasında İslam’da canlılara (bitki ve hayvan dahil olmak üze- re) zarar vermenin günah olması üzerinden konuşmasını sonlandırdı. 8

Dolayısıyla bilinçli olmanın tanımlanmasından, etik kuralların neden Batılı ülkelerce belirlenip Müslümanların da buna uymak durumunda kaldıklarına dair büyük sorular kaldı geride. Doktor bu sorularına cevap olarak; Müslümanların etiğin yapıldığı yerlerde var olmasının ve yapı- lan çalışmaların, yanlış yapılanların doğrusunu göstermenin önemini vurguladı. Müslüman öğrenciler için son söz ve ders, akademik dünya etiğinin yapıldığı yerdi ve Müslümanlar yaptığı araştırmalarla etik tartışmalara ve etik alanına çok şey katacaklardı. Aynı yumurtalık kanserini çalışan Abdulhalık Alsaadi, hücreleri laboratuvarda aslına çok yakın olarak, de- neyde herhangi bir hayvan (fare) veya insan kullanmaksızın nasıl yetiş- tirdiğini gösterdi. Salondaki dinleyicilerden konuyla ilgili terimlere ve 9

alana hâkim olan bir başka araştırmacı, bu kanser hücrelerinin yine de bir insanın içinde yetişmesinin farklı etkenlere (stres, yeme alışkanlık- ları, yaşanılan ortam gibi) bağlı olarak daha farklı gelişim gösterebile- ceğini ve bunun laboratuvar ortamında üretilen bir hücre üzerinde ya- pılan araştırma ile aynı olmayacağından bahisle önemli sorular sordu. Ancak doktor bir insanın yaşam tecrübesiyle aynı olmasa da üretilen hücrelere kimyasal maddelerin dışında farklı etkenler ve aynı zamanda farklı hücreler de ekleyerek çeşitli yönlerden araştırmanın güvenilirliği- nin nasıl artırılabileceğini, yine tıbbi terimlerle, kullandığı laboratuvar ortamı ve teknolojik imkanlarla açıkladı. Bu konferanstan tarihe sizin için not düşmek ve birbirimize katacak çok şey olduğunu göstermek istedim. Hangi alanda çalışırsak çalışalım, ne- rede olursak olalım Müslüman kimliği üzerinden hem kendimize hem de yaşadığımız çağa öğretecek çok şey var. Farklı alanlar ve farklı renk- lerden Müslümanlar daha çok bir araya gelmeli ve yaptığımız işleri çok güzel yapmalıyız vesselam. -------- Gelecek Tarih-Düşünce köşesi: Charlie Gard Olayı (2017) üzerinden tıp dünyasında etik tartışması: Aile ve doktor, tedavi konusunda aynı dü- şünmediğinde ne olur? 10

DOSYA Reyhan ATABEY [email protected] SİZ OLSAYDINIZ? İnsanlar ilk medeniyetlerin kuruluşundan beri, kendi hareketlerinin de- ğerlendirilmesi temeline dayanan ahlak ile uğraştılar.1 Bu uğraşın sonu- cunda ahlaka yönelik çok çeşitli düşünce biçimleri ortaya çıktı. Sokra- tes ahlakı “akıl” ile ilişkilendirdi, Platon ona “iyilik” dedi, Kant “ödev”. Sosyologlar, ahlakı toplumsalın ürettiğini söylediler. Ancak toplumsal olanla bireysel olanın bir noktada ayrılması gerekliydi. Nihayetinde eski Yunancada ethos kelimesinden türeyen etik, iki yolun ayrılmasın- da kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıktı. Etik, töre anlamına gelir. Etiği, toplumsal alanda oluşturduğumuz ahlak kuralları olarak tanım- lamamız da mümkündür. Ancak toplumsal alanın ahlaki sistemini kur- gulayan bu kavram; adaletin, iyiliğin, vicdanın realitedeki kurgusunda ne kadar işimize yarıyor? Bu noktada 1967’de filozof Philippa Foot’un tasarladığı “Tramvay Problemi” deneyine dikkat çekmek istiyorum. Bir demir yolunda ilerleyen ve frenleri bozulan tramvay, bir makasa doğru yaklaşıyor. Makas kolunu da tutan sizsiniz. Tramvayın makasını değiş- tirmezseniz, demir yolunda her şeyden habersiz beş işçi ezilecek, yok eğer değiştirirseniz bu beş işçiyi kurtarmış olacaksınız ancak bu kez de makasın diğer tarafından tek kişi hayatını kaybedecek. Etik kurallar bize, sayı bakımından fazla olan tarafın kurtarılması gerektiğini söyle- yecektir. Peki, ya kurguya biraz değiştirirsek. Çekçe “Köprü” anlamına 11

gelen kısa filmde bu kurgunun değiştiğini görüyoruz. Filmde işi, her gün aynı saatte gelen tren için köprüyü kapatmak olan bir baba anlatılıyor. Bir gün hayattaki tek varlığı olan oğlu onunla işe gelmek istediğinde hikâye bambaşka bir hâl alıyor. Tren her zamanki saatinden erken geli- yor. Bazen öyle olur, bazen hikâyemiz bir şeylerin rutinin dışına çıkması ile değişir. Çocuk trenin geldiğini haber vermek istese de baba onu duy- muyor. Çocuk makası el yordamı ile kapatmak isterken çarkların arasına düşüyor. Babanın iki seçeneği var, ya köprüyü kapatacak ve trendeki binlerce yolcuyu kurtaracak ve oğlu çarkların arasında sıkışıp korkunç bir şekilde can verecek ya da oğlunu kurtarıp binlerce yolcunun suya düşmesini izleyecek. Siz olsaydınız ne yapardınız? Elimizin kolumuzun bağlı olduğunu hissettiğimiz zamanlardaki seçimle- rimiz çoğunlukla etik kurallara uymaz. Çünkü etik çoğunluğun iyiliğini gözeten üretilmiş bir kavramdır. Biraz acımasız bir yorum olabilir ama Kant, üç kişinin olduğu bir sandalda bilinmezliğe sürüklenirken zayıf olandan kurtulmanın ödev ahlakına uygun olduğunu söylediğinde zayıf olanın sevdiği biri olabileceğini düşünmemişti. Toplumsal düzenin oluşmasında etik kuralların olmasına karşı deği- lim. Yalnız toplumsalın içinde biri buna aykırı hareket ettiği vakit tecrit edilmesine karşıyım. Kamusal alan her birimizi kurallarla kuşatan bir alandır. Ama özelde hikâyelerimiz birbirinden çok farklı. Etrafımızda anlaşılmayı bekleyen o kadar çok insan var ki. “Etik kurallara uymamış” bir sürü insan. Bu insanlara karşı hangi mesefadeyiz, bunu anlamamız gerekiyor. Çünkü makasın diğer tarafında bizim de çok sevdiğimiz biri olabilir. Yapmamız gerekenle yaptıklarımızın bazen çok farklı oldukları gibi. Ve evet, baba, yapması gerekeni yapıp oğlunun makasların altında ezil- mesini izledi. -------- 1Topçu, N. 2016, Ahlak, İstanbul, Dergah Yayınları. 12

SERBEST Raziye Gül GÜZEŞ [email protected] MEYVELİ AĞAÇ Bir ağaç düşünelim. Kökü iman, gövdesi ilim, dalları amel, yaprakları ve meyveleri de güzel ahlak olsun. İşte bu tür bir ağaç, Müslümanların ulaşması gereken bir hedef olsa gerek. İmanından kuvvet alan, ilmiyle dal budak salan, bildiklerini amele ve ibadete dönüştürüp erdemlerle kendisini donatan Müslüman... “Ahlak mı, etik mi?” sorusunu yöneltmek istiyorum sizlere. İki kelime aynı değil mi, diyebilirsiniz. Haksız da değilsiniz. Ama bir soralım ken- dimize; ahlaki değil ifadesiyle etik dışı ifadesi aynı anlama mı geliyor? Belki de kelimenin kullanımına etki eden hususlar, anlamına da yön verebiliyor. Eh nihayetinde teorik bir mesele bu, kelimelerin etimolo- jik karşılıklarını, kelimelere yüklenilen anlamları konuyla ilgilenenlere bırakalım, biz asıl konumuzun üzerinde duralım. Etik denilmesine karşı çıkmamakla birlikte, ahlak kelimesini kullanmayı tercih ediyorum izni- nizle. Ahlak tek başına kullanıldığında güzel ahlakı canlandırıyor. Fakat ahla- kın kötüsü de olabiliyor. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi kavramlar felsefenin üzerinde durduğu, özellikle değer felsefesi dediğimiz aksiyoloji dalının estetik ve etik başlıklarıyla ilgilendiği meseleler. Dikkatimi çeken mese- 13

le ise şu; felsefe tarihine baktığımızda filozoflar, teorik boyutlar yerine pratik alanda felsefe yapmak için düşünme serüvenlerine ahlak üzerin- den devam ediyorlar. Ancak bu, davranışa yansımadığı sürece yine teo- ride kalıyor. Biz fazlaca felsefe geliştiriyoruz ahlaka dair oysa ahlak pra- tiğe yansıyan bir hâl değil midir? Ahlakın kaynağı konusu ise, üzerinde durulan konuların başında geliyor. Deniliyor ki; ahlakın kaynağı kişinin kendisi olmalıdır. Yani kişi zaten neyin iyi olduğunu bilir, kendisine yöne- lerek bu sese kulak verir, davranış ancak bu şekilde ahlaki olabilir. Aksi hâlde birtakım belirlemeler üzerinden hareket eden kişi, asıl itibariyle ahlaklı değildir. Evet, insan, ahlakını başkası üzerinden belirlememeli, başkasının yaptığı yanlış davranış, kişiyi yanlışa sevk etmemeli. Ancak bahsettiğimiz cümlelerde ifade edilmek istenen tam olarak bu değil. Dinî belirlemelerin devre dışı bırakılması söz konusu. Her ne kadar ah- lakın evrenselliğinden söz edilse de, kişiye bırakılan ahlak göreceli olur ve buradan doğan ahlak anlayışı da subjektiflikler taşır. İnsana neyin iyi olduğunu gösteren, inançlarıdır ve insan iyide sebat göstermek istiyor- sa dinin, kendisine yol göstericiliği vardır. İmandan doğmayan ahlak, işi- ne gelmediği zaman kişinin vazgeçebileceği bir duruma dönüşebilir zira bu durumda ahlakın belirleyicisi de kişinin kendisidir ve kişi bir alanda ahlaklı olurken diğer alanda ahlakı terk edebilir. Konuyu biraz uzattım galiba, biz bir hikâyeyle yolumuza devam edelim. Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken, öğretmen kapıda be- liriyor, içeriye bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir 1 rakamı yazıyor. Ve şöyle ekliyor: –Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey. Daha sonra 1’in yanına bir de 0 ekliyor ve şöyle diyor: –Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik 1’i 10 yapar. Bir 0 daha ekliyor: –Bu, tecrübedir. 10 iken 100 olursunuz. Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek, disiplin, sevgi… Eklenen her yeni 0’ın, kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor öğretmen. Sonra eline sil- giyi alıp en baştaki 1’i siliyor. Geriye bir sürü 0 kalıyor. Ve öğretmen şu cümleyi söylüyor: Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir. 14

Bir üst paragrafla bağlantı kuracak olursak; bu kişilik, imandan doğan ahlakla kendisini hissettirir. Rasulullah (sav), “İslam güzel ahlaktır.”1 buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim’de Rasulullah’a hitaben, “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”2 buyuru- luyor. Hz. Âişe, “Rasulullah’ın ahlakı nasıldı?” diye sorulduğunda, “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’ân’dı.”3 cevabını veriyor. Görüyoruz ki; güzel ahlaklı olmak, Kur’ân ve sünnette belirtilenlere uy- makla mümkün oluyor. Meyveli ağaç dedik başlığımıza, o hâlde bir not düşelim buraya: “Ağa- cın meyveleri arttıkça dalları aşağıya eğilir. Ahlaki faziletlere sahip olan insan kendini bilir, haddini bilir. Kendini bilen de Rabb’ini bilir.” -------- 1Kenzü’l-Ummâl, 3/17, Hadis No: 5225 2Kalem/4 3Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 139 15

MAKRO ÂLEMDEN MİKRO ÂLEME Ayşe Rümeysa ÖZDEN [email protected] BİYOETİKİMSİ ŞEYLER Tıp alanının yapabildiklerinin listesi uzadıkça, yapabildiği hâlde yap- maması gerekenlerin listesi de uzamaktadır.¹ Biyoetik şeklinde tanım- lanabilecek multidisipliner bakış açısı da işte tam bu noktada devreye girmektedir. Ahlâkın bir alt dalı yahut pratik ahlâkın bir bölümü olarak nitelendirilebilecek olan biyoetik, yirminci yüzyılın ikinci yarısında orta- ya çıkmış oldukça genç bir araştırma dalıdır. Biyoetiğin, genel anlamda bilimin teknoloji ve tıbba uygulanması sonucunda meydana gelen ah- lâki problemlerle ilgilendiği söylenebilir.² Başta genetik bilimi olmak üzere, biyoteknoloji, nanoteknoloji, kuan- tum fiziği, robotik uygulamalar, yapay zeka, bilişim teknolojileri ve geti- regeldiği enformasyon devrimi; tıbbı, tıpla birlikte pek çok alanı en çok etkileyen ve farkında olsak da olmasak da yavaş yavaş gündelik hayatı- mıza yerleşen gelişmeler olarak sıralanabilir. Bu noktada sormamız gereken soru şudur: Farkında olsak da olmasak da hayatımıza yerleşen, ne yazık ki hâlâ pek çoğunu “ithal ettiğimiz” bu teknolojiler, tıptaki gelişmeler; insanın, tabiatın doğal düzenine, fıtrata ne kadar uyumlu bir sonuç veriyor. Fıtratı ne kadar koruyor? Biyoetik tartışmalarına teologların, filozofların ve sosyologların dahil olduğu yerler işte tam da buralar. “İnsan nedir? İnsan hayatının onu- ru nedir? Ahlâki olarak korunması gereken insan hayatı nedir, nerede başlar, nerede biter? Yaşam nedir, ölüm nedir? Fıtrat nedir?..” ve daha pek çoğu, hekimlerden ziyade sosyal bilimler alanında uzman kişilerin cevaplaması gereken sorular. Soruları düşünmeyi yazının biraz sonrasına bırakalım ve ilk aşamada ithal ettiğimiz teknolojilere biraz değinelim istiyorum. 16

En genel tanımıyla teknoloji; bilimin belirli bir insan anlayışı olan kültür tarafından pratik hayata uygulanış şeklidir. Yani her teknoloji, ortaya çıktığı toplumun kültürüyle bezenmiş olarak karşımıza çıkar, bundan bağımsız düşünülemez, hatta uygulanamaz. Öyleyse bir teknolojiyi it- hal ederken, var olan bir teknolojiyi kullanırken Müslümanca bir uya- nıklığa sahip olmak ve bir de şu gözle düşünmek gerekir: Organ naklinden önce organ bağışçısı ile alıcısı arasında doku uyumu tespit edilemezse nakil yapılamaz. Bunu teknolojiye de uyarlayacak olursak, herhangi bir teknolojik nakil yapılmadan önce kültürel doku ve kültürel gen uyumunun olup olmadığına bakmamız gerekir. Çünkü hiçbir teknoloji neşet ettiği kültürden arınmış, kültürel anlamda steril bir ortamda ortaya çıkmaz.³ Batı ya da Hristiyan yahut seküler kültürün insan anlayışı yani felsefe antropolojisi İslam’ın ve bizim medeniyetimizin insan anlayışıyla uyuş- makta mıdır? Bu soruya evet demek çok güç. O zaman alınan teknolo- jiyi de bu perspektiften sorgulamak durumundayız.⁴ Elbette iş sorgulamakla bitmiyor, bunun ardından üzerimize düşen başlıca rol ise “teknolojiyi üretenin ahlâkını da üreteceğini” aklımızdan çıkarmayıp kendi ahlâki normlarımıza, dinimize ve toplumsal yapımı- za uygun teknolojiyi üretmek; her adımda, ürettiğimiz teknolojinin yol açabileceği iyi ve kötü sonuçları gözetleyip “multidisipliner” etik tartış- maları ihmal etmemektir. Ve bilinmeli ki aslında teknoloji, kimin elinde tutulduğuna ve kendisiyle ne iş yapıldığına göre iyi ya da kötü olan iki ucu keskin bir bıçaktır. Etik sorunlar teknolojinin kendisiyle alakalı değil, teknolojiyi kullananların yeterliliği, becerisi ve doğru alanda, doğru kullanımı ile ilgilidir. Olanca hızıyla gelişen tıp teknolojilerinin kullanımının faydalarından birkaç örnekle bahsetmesek olmaz: Günümüzde özellikle tıbbi görün- tüleme ve laboratuvar tekniklerinin gelişimi ile hastalıklara daha erken dönemde, daha doğru şekilde tanı konulabilmekte; çeşitli müdahale- lerle, örneğin nanorobotlarla, henüz laboratuvar aşamasında olsa da hastalıkların oluşumu engellenmekte (Biyoetiğin tartışma konularından birisi olan genetik müdahaleler de bu kapsam içerisindedir.); özellikle cerrahi müdahaleler için farklı yöntemlerin geliştirilmesiyle (laparosko- pik cerrahi, mikrocerrahi, robotik cerrrahi, anjiyoplasti…) daha başarılı tedaviler gerçekleştirilebilmektedir. 17

Ancak yeni tıp teknolojilerinin asıl amacı, hastalıkların tanı ve teda- visini sağlamak olsa da aynı teknolojiler sayesinde daha güçlü, daha sağlıklı, daha uzun yaşama olasılığı olan insan hâline gelme olanağı da sağlanmış olmaktadır. Bu durum gelişen teknolojilerin hızla kullanıma girmelerine, amacına uygun olmayan şekilde tüketilmelerine ve pek çok etik soruna yol açabilmektedir.⁵ (Bu noktada aklımıza, bir distopya olarak Cesur Yeni Dünyanın her biri farklı fiziksel ve zihinsel özelliklerde tasarlanmış alfa, beta, gama, epsilonları ve Çin’de CRISPR/Cas9⁶ tek- nolojisiyle AIDS’e dirençli olarak “tasarlanan” bebekler gelmeli, acaba sadece AIDS’e dirençli olarak mı tasarlandılar, başka şeyler de var mı? Bu bir muamma. Bu teknolojinin bir insan embriyosu üzerinde uygu- lanmış oluşunun ileride karşımıza çıkarabileceği sorunlar ise ayrı bir muamma.) Yeni tıp teknolojilerinin kullanımı ile ortaya çıkabilen etik sorunlar ise üç ana başlık altında toplanabilir:⁷ 1. Hasta güvenliği sorunları 2. Kaynakların (üretilen teknolojinin) adil kullanımı sorunları 3. Norm değişikliği sorunları Hasta güvenliği sorunları, üretilmiş yeni teknolojinin kullanımını öğ- renme aşamasında olan hekimler sebebiyle gerçekleşmektedir. Her teknoloji onunla ilk kez karşılaşan ve ilk kez uygulayan kişi için yenidir. Yeni olanı tanımak, öğrenmek ve alışmak gerekir. Nitekim yeni tekno- lojilerin uygulanmaya başladığı ilk dönemlerde hasta güvenliğini tehdit eden, ölümlere neden olan sonuçlarının görüldüğü bilinmektedir. (Ör- neğin laparoskopik cerrahi yani daha çok bilinen adıyla kapalı ameliyat, ilk kullanılmaya başlandığı dönemlerde daha fazla komplikasyona ve ölümlere sebep olmuştur, ancak günümüzde oldukça güvenilir bir tek- nolojidir.) Yeryüzündeki kaynakların, toplumda var olan imkânların; adil, hakka- niyetli bir biçimde paylaşımı konusu ise insanlık tarihi kadar eski bir tartışma konusudur. Yeni teknolojilerden tüm insanların aynı ölçüde yararlanamaması hâlinde bunların sağlayacağı avantajların zaten var olan eşitsizliklere yenilerini katma gibi bir etkisinin olacağı ortadadır.⁸ Norm değişikliği sorunları ise zannımca bunların arasında en önemli olanıdır. Tıp teknolojilerinin faydalarından ve zararlarından CRISPR/ Cas9 örneği üzerinden kısaca bahsettik. Buna benzer şekilde hastalık- 18

ların giderilmesi, zihinsel ve fiziksel engellerin azaltılması belki de ön- lenmesi için kullanılabilen tıp teknolojileri daha güzel, daha zeki, daha güçlü, daha daha daha olmak için de kullanılabiliyor. (Estetik müdaha- leler, hafıza işlevlerine müdahaleler, sporculara genetik yolla doping vs.) Sadece medya ve dış dünyamızdan bize dayatılan bazı fiziki ideallere uymak için yapılan tıbbi müdahaleler var. Fıkhî karar verici merciler tarafından, “Eğer intihar edecek kadar rahatsızlık veriyorsa bu caizdir, yapılsın.” deniyor. Ancak durumu bu raddeye getiren toplumsal dina- miklerin neler olduğunu, “tek normal” kabul edilen fiziki/toplumsal gö- rünümü nelerin değiştirdiğini, neleri yanlış yaptığımızı sorgulamalıyız. İnsan olmanın anlamı belli fiziki bir görünüme sahip olmakta yatıyorsa ve biz bu dayatmayı kabul ediyorsak orada düşünmemiz gerekir.⁹ İnsan olmanın anlamı demişken, başta yazdığımız ve sonlara erteledi- ğimiz soruları kısaca hatırlayalım, birkaç somut örnek verelim ve yazıyı kapatalım: “İnsan nedir? İnsan hayatının onuru nedir? Ahlâki olarak korunması gereken insan hayatı nedir, nerede başlar, nerede biter? Ya- şam nedir, ölüm nedir? Fıtrat nedir?..” gibi sorular sormuş, bunların bilhassa sosyal bilimler tarafından cevaplanması gereken sorular oldu- ğundan bahsetmiştik. Meseleye bir tıbbiyeli gözüyle baktığımdan kendi alanımla alakalı bir- kaç örnek vermek istiyorum (yazı da biraz fazla uzadı, bitmiyor, yazar özrü olsun bu parantez içi): “Ahlaki olarak korunması gereken insan hayatı nerede başlar?” sorusu embriyonik kök hücre çalışmaları, tüp bebek tedavisi, kürtaj ve ceninin yaşam hakkı gibi konularda bizim karşımıza çıkıyor. Örneğin anne-baba adaylarının büyük umutlarla başladıkları tüp bebek tedavisinde (In Vit- ro Fertilization (IVF) yani laboratuvar ortamında döllenme), bu umudu karşılıksız bırakmama ve gebelik şansını artırmak amacıyla anne rahmi- ne yerleştirilebilecek olandan çok daha fazla sayıda (7-8 adet) sperm ve yumurta döllendiriliyor. Tümünün sağlıklı hâlde döllendiğini, elimizde 7 tane emriyo olduğunu ve bunlardan üçünü annenin rahmine implante ettiğimizi varsayalım. Geriye kalan 4 embriyo bu çalışmalarda çöpe atı- labilir yahut dondurulabilir. Tüp bebek tedavisi çerçevesinde kullanıl- mayan ve dondurulmuş olarak saklanan (belki de çöpe dökülen), gözle görülemeyecek derecede küçük bu embriyoların ahlaki statüsü nedir? Embiyonik kök hücre tedavilerinin geliştirilmesinde ve uygulanmasın- 19

da kullanılabilir mi acaba? (Aynı soru döllenmenin ikinci gününe dek [4 hücreli embriyo] geçerlidir. Bu hücreler her yöne farklılaşabilen [to- tipotent] kök hücrelerdir ve teorik olarak tedavide kullanılabilecekleri tahmin edilir.) “İnsan hayatı nerede başlar?” sorusu cenin ile alakalı miras, vakıf; ka- dının iddetinin bitmesi, kürtajın/isteyerek yapılan düşüğün hükmü gibi (gurre, tazir, diyet vs.) konularda fakihleri ve hukukçuları da ilgilendir- mektedir.¹⁰ Bu soru zihninizde biraz yer ededursun bir başka çetrefilli soruya geçe- lim: “Ahlaki olarak korunması gereken insan hayatı nerede biter? Ölüm nedir? Hastanın fişini çekmek ne demektir, ya geri dönerse, 20 yıl sonra uyananlar olmuş… (Yazar vızıttı)” Bu noktada herkesçe merak edilen ve çokça karıştırılan üç kavramdan bahsetmenin sanırım tam yeri: Koma, bitkisel hayat ve beyin ölümü. Koma; kişinin uyanık, kendisi ve çevresinden haberdar olduğu bilinçlilik (consciousness) hâlinin tam zıttıdır. Hasta uyandırılamaz, kimi zaman ağrılı uyaranlara cevap verir. En önemlisi, başta solunum olmak üzere vejetatif fonksiyonlar korunmuştur. Bitkisel hayat, herhangi bir nedenle derin komaya giren bir kişide gö- rülür. Yeterli bakım ile uyku-uyanıklık ritmi normale döner. Solunum ve dolaşım fonksiyonları normaldir. Böyle bir hasta, bakımı sağlandığı sü- rece çevresinden habersiz yıllarca yaşayabilir. Beyin ölümü ise kafa içi basınç artışı sonucu beyne kan akımı sağla- namaması sebebiyle oluşan şiddetli beyin hasarının yol açtığı geri dönüşsüz koma, beyin sapı reflekslerinin olmaması ve apne (kendili- ğinden solunumun olmaması) biçiminde tanımlanan klinik tablodur. Böyle hastalarda bir yandan devam etmekte olan beyin dokusu yıkımı- na karşın kan basıncının devamını sağlayan çeşitli ilaçlarla ve mekanik solunum cihazı ile bedenin ve dokuların hayatta kalmaları sağlanabilir. (Beyin ölümünü vazodaki çiçeğe, bitkisel hayatı saksıdaki çiçeğe ben- zetebiliriz.) Beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerden kritik bir süre içerisinde, organ fonksiyonları bozulmadan evvel kadaverik nakil denilen organ nakilleri yapılabilir. İşte biyoetik tam da bu noktada devreye girmekte; hekimler, 20

etikçiler, teologlar, filozoflar, “Ölüme dair bu tanımları kabul etmeli mi- yiz? Nasıl tanımlar geliştirebiliriz? Organ nakli endişesiyle tam olarak geri dönüşsüz durumda olmayan hastalar feda ediliyor mu?” gibi soru- lar sormaktadırlar. Hasılı biyoetik; teknolojiyi geliştiren mühendisler, bu teknolojinin kul- lanıcısı hekimler, toplumun ve dinin ahlaki kurallarını sistematik ola- rak değerlendirebilecek olan ve dinî karar mercisi olan teologlar (bizim fakihlerimiz, müçtehidlerimiz), filozoflar ve daha pek çoğu tarafından üzerinde tartışılması, ortak bir düşünce geleneği geliştirilmesi gereken disiplinler arası bir araştırma alanıdır ve yeniden tekrar etmek gerekir ki, teknolojiyi üreten kültür onun kullanma ahlakını da oluşturmakta- dır. Bizim temennimiz “normal”imizi değiştirmeden, hakikatimizden sapmadan kendi teknolojimizi kendi ahlak normlarımıza göre üretebil- mektir. Biyoetiğe dair okuduğum ve sevdiğim birkaç şeyden kendimce bina ederek yazdığım (bu yüzden “Biyoetikimsi Şeyler”) yazıyı buraya dek okuduğunuz için teşekkür eder, bu dergi için “normal”inden uzun bir yazı yazdığım için özür dilerim. Bu kadar yazmışken okuduğum/okuyacaklarımdan tavsiye vermeden de gitmek olmaz (: 1. Nihayet Dergi Ekim 2018 sayısı (Tıp Etiğini Düşünmek) 2. Tıp ve Fetva, İSAR Yayınları 3. Hayat Ne Zaman Başlar, Ne Zaman Biter?, İSAR Yayınları 4. Nazife Şişman, Kaderle Tasarım Arasında Yeni İnsan 5. Ş. Teoman Duralı, Hayatın Anatomisi -------- ¹ ERTİN H, ÖZAYAL M; Hayat Ne Zaman Başlar, Ne Zaman Biter?; İSAR Yayınları ² HAYRAN O, Yeni Tıp Teknolojilerinin Kullanımı ve Etik, Journal of Biotechnology and Strategic Health Research, 2019 ³ İLKILIÇ İ, Teknoloji Üreten Ahlakını da Belirler, Nihayet Dergi, Ekim 2018 ⁴ Aynı yer ⁵ HAYRAN O, Yeni Tıp Teknolojilerinin Kullanımı ve Etik, Journal of Biotechnology and Strategic Health Research, 2019 ⁶ Kısaca CRISPR/Cas9; genomun çeşitli noktalarına ekleme-çıkarma yapabilmeyi, A-T-C-G organik bazlarıyla aşina olduğumuz DNA dizilerinde değişiklik yapmayı sağlayabilen bir teknolojidir. Hastalığın oluşumuna sebep olan hasarlı gen dizisini bildiğimiz gen hastalıklarının, kanserin, hipertansiyonun, diyabetin, konjenital körlüğün aklımıza gelebilecek genetik ilişkili pek çok hastalığın tedavisinde umut vaat eden bu teknoloji “öjeni yani tasarlanmış/seçilmiş ırk” kavramının önünü açmasıyla bir o kadar da korkutucu (örn: sarışın, mavi gözlü, tamamı ultra zeki, yakışıklı/güzel, güçlü, sağlıklı bebekler ve çok daha fazlası). ⁷ HAYRAN O, Yeni Tıp Teknolojilerinin Kullanımı ve Etik, Journal of Biotechnology and Strategic Health Research, 2019 ⁸ Aynı yer ⁹ İLKILIÇ İ, Teknoloji Üreten Ahlakını da Belirler, Nihayet Dergi, Ekim 2018 ¹⁰ Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Hayat Ne Zaman Başlar, Ne Zaman Biter?-Tıbbi, Dini ve Etik Sorunlar, İSAR Yayınları 21

YERYÜZÜ NOTLARI Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” diyor Tolstoy. Paydos olarak bünyemizde birbirinden güzel hikâyeler biriktiren, yeryü- züne muhteşem notlar düşen bir ekip barındırıyoruz. Onların biriktir- diği bu hikâyeleri bizzat kendilerinden dinleyip payımıza düşen nasibe talip olduk. Yoğun ve güzel bir başlangıçla sömestr tatilinde haftada iki kez olmak üzere seminerler gerçekleştirdik. Seminerlerimiz, aynı zamanda Paydos genel yayın yönetmeni olan İb- rahim Ethem Okuyan ile başladı. Kendisi “Seyahat mantığımız ne ol- malı?” sorusu ile birlikte sefer ve rıhle kavramları üzerinde durdu. İlk yurtdışı seyahati olarak umre yolculuğunu anlattı. Yolun insana kattığı şeylerden bahsederken bunun aynı zamanda bir içsel yolculuğa da se- bep olduğundan bahsetti. İkinci programımız Balkanlar üzerineydi. Üç ayrı oturumda konuşma- cılarımızı dinledik. Hatice Kübra Kısa, bizlere yakın zamanda gerçekleş- tirdiği karayolu ile Balkanlar tecrübesini anlattı. Yola çıkış planlarından kalacakları yere araba ile böylesine uzun bir yolculuğa çıkılmadan önce alınacak tedbirlerden kısaca bahsetti. Gitmeden önce yapılacak şeyleri hangi bağlantılarla nelere dikkat ederek yaptıklarını anlatan konuşma- cımız bu anlamda ciddi bir tecrübe aktarımı gerçekleştirdi. Balkanları genel hatları ile anlatan konuşmacımız oradaki insanlarla muhabbetin kendisine çok güzel hissettirdiğini ve yabancılık çekmediğini söyledi. Ül- keleri ayıran sınırların aslında ne kadar basit bir şey olduğunun araba ile seyahat ederken daha net fark edildiğinden bahsetti. 22

İkinci olarak Erkam Çimen, Batı Trakya Türkleri ile ilgili sunumunu ger- çekleştirdi. Kısaca Yunanistan’ı tanıtan konuşmacımız iki ülkenin tarihi geçmişine de değindi. Burada kalan Türklerin geçen zaman içinde nasıl bir hayat düzeni kurduklarını, İskeçe Türklerini ve oradaki Türk mimari- sini anlattı. Bir ülkede azınlık olarak var olmanın getirilerine ve götürü- lerine değinerek konuşmayı sonlandırdı. Üçüncü konuşmacımız Eyüp Ensari Çiçekdağı, Makedonya ve Kosova’da Osmanlı İzleri isimli sunumunu gerçekleştirdi. Burada var olan camile- rin zamanla müzeleştiğinden ve ibadet için girişlerin paralı olduğundan bahsetti. Bir zamanlar Osmanlı yurdu olan Balkanlarda kilise yapılarının çok dikkat çektiğini üzülerek belirtti. Özetle, üç konuşmacımızın da ortak olarak söylediği şey şuydu: Balkan- lar bizim gönül bağımızın kuvvetli olduğu kardeş topraklarımız ve orayı yalnız bırakmamalıyız. Üçüncü programımız Erkam Çimen ve Ercüment Muhammed Oku- muşlar’ın Osmanlı Yadigârı Bosna Hersek sunumu ile devam etti. Bilge komutan Aliya İzetbegoviç ve davasını çokça andığımız bu programda Srebrenitsa Katliamı ve Bosna Savaşı’nın izlerini anlattılar. Bununla bir- likte iki yakın arkadaşın yaptıkları seyahatte bizleri oldukça keyiflendi- ren anılara da ortak olduk. Dördüncü ve sömestr programımızın sonuncusunu Interrail ile Avrupa Seyahati başlığında Yusuf Akgül gerçekleştirildi. Kendisi bize Interra- il’in ne olduğundan ve buna nasıl karar verdiğinden bahsetti. Güzergâh haritasını üzerinden bizlerle tecrübelerini paylaşan konuşmacımızın seyahatinin bir parçası olmak inanılmazdı. Geziye Atina’dan başlayan konuşmacımız 26 gün boyunca onlarca Avrupa kentine ziyaretler ger- çekleştirdiğini anlattı. Çoğunlukla parklarda konakladıklarını, gitmeden önce stokladıkları konserveleri yediklerini söyledi. “Seyahatin paradan ziyade cesaret istediğini” çok net bir biçimde gördüğümüz bir sunum- du. Genel olarak Avrupa kültürüne ve mimarisine değinen konuşmacı- mız bu tecrübeyi bilhassa öğrenci arkadaşlara tavsiye ettiğini söyleye- rek konuşmasını tamamladı. Yeryüzü Notları, subat ayında Muhammed Hansu’nun Bir Uzak Diyar Japonya (19.02.2020) ve M.Bahaddin Atabey’in İngiltere’de Staj Yap- mak Mümkün Mü? (26.02.2020) sunumları ile devam edecek. Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız. 23

Bir Uzak Diyar Staj Mümkün mü? JAPONYA İNGİLTERE 14.00 (Muhammed HANSU) 14.00 (M. Bahaddin ATABEY) 16 Şubat 2020 29 Şubat 2020 Aylık Ortaya Karışık Bülten 24

KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] BENİ ANLIYOR MUSUN? Başlıktaki cümleyi günlük hayatta sürekli beraber olduğunuz kişilerden; yakın arkadaşınızdan, anne-babanızdan, kardeşinizden, hatta bir iç ses olarak kendinizden sürekli duyabilirsiniz. Aslında bu iç sesin tam karşı- lığı “anlaşıldığımı hissetmek istiyorum”dur. Birisi tarafından anlaşılmak ve karşımızdakini anlayabilmek, fiziki olandan daha üstün bir varoluşun kaynaklarındandır. Karşımızdakini anlayabilmek aslında iletişim becerileri ile alakalıdır. Bu beceriler yaşamı verimli ve işlevsel kılan, öğrenilebilen becerilerdir. Bunları öğrendikçe ve kullanmaya başladıkça çevremizle daha uyumlu, kendimize güvenen, kendimizin ve başkasının duygu-düşüncelerini ve davranışlarındaki motivasyonları fark edebilen bireyler olma yolunda büyük adımlar atacağımıza şüphe yok. Söz konusu becerileri çocuklu- ğumuzdan itibaren aslında öğrenmeye başlıyoruz. Bu sebeple şu ana kadar çevrenizde geçim ehli bir kişi olmuşsanız, bu iletişim becerilerini etkili bir şekilde kullanabiliyorsunuz demektir. Etkili bir iletişim içinizde- ki güzellikleri yansıtmanın en iyi yoludur. 25

Bütün iletişim becerilerini tek bir yazıda ele almak çok mümkün değil ama yine de kısaca bahsetmekte fayda var: İlk bahsedeceğimiz iletişim becerisi Saygı. Koşul aramadan, farklılıkları engel olarak düşünmeden, hatta zenginlik olduğuna inanarak, başkasına sırf insan olduğu için din, dil, ırk ayrımcılığı gözetmeksizin saygı göstermek mutlu ve sağlıklı ileti- şimin ön koşuludur. Sizinle aynı fikirde olmayabilir, hatta sizi kızdıracak fikirlere sahip bile olabilir ancak öncelikli olarak kendinize saygınızdan dolayı bir başkasının düşüncelerini ifade etme hakkı olduğunun bilin- cinde olmak gerekir. Eğer aynı saygıyı kendisi de gösterirse iletişiminiz medeni çerçeveler ölçüsünde devam eder, yok eğeraynı saygıyı göster- mezse bu durumda da zorunlu kalmadıkça minimum seviyede iletişim kurarak kendinizi bu sağlıksız iletişim ortamından uzak tutabilirsiniz. Saygıyı boyuneğmeyle karıştırmamak gerekir. Aslında farkında olmadan yöneticilerin yönetilenlerden, yetişkinlerin çocuklardan, öğretmenlerin öğrencilerden boyun eğici davranışlarda bulunması istenir. Boyun eği- cilik kendi fikrini, düşüncelerini, inançlarını, duygularını, eleştirilerini ifade etmeden buyrukları koşulsuz kabulü içerir. Aksine asıl başkasına saygı duyan öncelikle kendisine saygı duyar. Rahatsız olduğu durumları, düşüncelerini, duygularını ifade eder, tatmin edici cevaplar arar, eleşti- rir, özgürdür, başkalarının da özgür olduğunun farkındadır. İletişim becerilerinden ikincisi Empati. Empati, en basit haliyle objektif- liği kaybetmeden, olaylara karşımızdaki kişinin gözünden bakabilmek, onun duygu ve düşüncelerini doğru anlamak ve belki de en önemlisi bunu ona ifade etmektir. Objektifliği kaybetmek sempatiye girer. Sem- pati karşımızdakinin duygu ve düşüncelerinin aynısına sahip olmaktır. Empatik tepkiyi bir örnek üzerinden inceleyelim. Patronu tarafından son haftalarda defalarca mesaiye kalmaya zorlanmış bir sekreter dü- şünelim. Bu sekreter öfke, üzüntü, tükenmişlik hissediyor olsun ve işi bırakıp bırakmamak konusunda kararsız kaldığını ifade etsin. Bu yaşa- dığı durumu arkadaşı ile paylaşsın. Arkadaşının da tepkisi “Bu patronda kendini ne sanıyor? Çok haklısın, ben bile öfkelendim. Yerinde olsam anında istifayı basardım,” şeklinde olsun. Bu durumda bu arkadaşın etkili bir şekilde empati kurabildiğini söyleyebilir miyiz? Öfkelendi çün- kü sanki arkadaşına yapılan muamele kendisine yapılmış gibi hissetti ama kendi öfkesinden daha gerçekçi bu durumu deneyimlemiş olan asıl kişi sekreterdir. Kendi başına gelmedikçe onun kadar canlı hissede- meyecek. Aynı zamanda onun yerinde olsa istifa edeceğini ifade etti. Empatik tepki vermediği gibi bir de nasihat verdi. Empatik tepki için ne yapması gerekirdi peki? Tanımda ifade ettiğimiz gibi olaya bakarken 26

herhangi bir etki altında olmadan arkadaşının duygularını ve düşün- celerini farkedip ona bunu ifade etmesi gerekirdi. “Son günlerde art arda mesaiye kalman istendiği için öfkelisin değil mi? Hem zihnen hem de bedenen yorulduğunu fark ettim. Ailene vakit ayıramadığın için de üzgünsün. İşten istifa edip etmeme konusunda da kararsız kaldın.” Bu tepki ile bir önceki tepki arasındaki fark kendini bariz bir şekilde belli ediyor. Çok afili, şiirsel ya da ahkam kesen şeyler söylemiyor ama aslın- da çok değerli şeyler söylüyor. Karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anladığını ona ifade ediyor. Karşımızdakini anlayabildiğimizi gösterebilmek için şu ipuçlarına dikkat edebilirsiniz: Duygular: İçinde bulunduğumuz durumun algılanmasıyla ortaya çıkan, iç organlarda, bedende ve zihinsel olarak kendini belli edenduygusal süreçtir. Evrenselliğiyle dikkat çeken duygular, aslında ortama göre bize sinyal göndermektedir. Şimdi tanımlanmış yedi temel duyguya bir göz atalım. Öfke, haklarımız ihlal edildiğinde, sınırlarımız aşıldığında, zarar gördü- ğümüzde ortaya çıkar. Öfke beynimize şu mesajı gönderir: “Hakların işgal ediliyor, engel ol ve hayır de”. Üzüntü, kayıp durumlarında verilen tepkidir, insanları sosyalleştirir; utanç, ayıplanma ve kabul görmeme durumlarında hissedilmektedir, aşırı hazzı ketler; korku, hayatta kalma- mızı sağlar; tiksinme yine hayatta kalmamızı sağlamaktadır: bir hay- van ölüsünden, bir çürük meyveden tiksiniriz, onu yemeyiz; şaşkınlık, beklenmedik iyi ya da kötü olaylar karşısında yaşanır, belirsizlik yaratır. Bu belirsizlik giderilmek istenir, giderilmezse endişe ve korku meydana gelir. Şaşkınlık, üzüntü ve mutluluktan önce gelir. Mutluluk, ihtiyaçların karşılanmasıyla, ulaşılmak istenen hedefe ulaşıldığında oluşur. Empatik tepki verme ile ilgili örneğimizde çalışan kişinin hakları ihlal edilmişti. Bu durumda öfkeli olduğunu söylemese bile yaşadıklarından dolayı öf- keli olabileceğini farkedebiliriz. Düşünceler: Olaylara ilişkin bilgilerin, zihinsel süreçlerin ifade edilmesi. Aslında ifade edilen bilişlerin açıklığa kavuşturulmasıdır. Duygu olgu- sundan farklı olarak, ortada olan durumu bilişsel açıdan ele almanın ve değerlendirmelerle muhakemelerin olduğu bu süreçler, mantıksal çer- çevede bir sonraki adımın ne olacağı hakkında bilgi verir. Yine empatik tepki örneğinde olduğu gibi çalışan kişi bir karar verme sürecinde ama işin içinden çıkamıyor, belki bakması gereken bir ailesi var, belki tekrar 27

iş bulmak şu an için zor olacak. Bu durumda bir ikilem yaşıyor, yani ka- rarsız kalmış. Bunu ifade edebiliriz. İhtiyaçlar: Birçok ihtiyaç kuramı var fakat biz burada Maslow’un İhtiyaç- lar Hiyerarşisi üzerinden gidelim. İnsan ihtiyaçlar piramidinin en altında bulunan fizyolojik (beslenme, oksijen, uyku vb.) ihtiyaçları karşılandı- ğında sırayla bir üst basamaktaki ihtiyaçlarını karşılamak ister. Bunlar güvenlik, ait olma ve sevgi, saygınlık, kendini gerçekleştirme ihtiyaçları- dır. Karşınızdaki kişinin hangi ihtiyacı karşılanmamış, bunu fark etmeye çalışın. En basitinden acıkmış olan biriyle en basit iletişim örüntülerini kurmakta bile zorlanabilirsiniz. Empatik tepki örneğinde sekreterin din- lenme, değer görme ihtiyaçlarının olduğunu görüyoruz. Bu üç ipucu etkili empati yapmada size rehberlik sağlayacaktır: Empati kurabilmenin ön koşulu etkin dinlemedir. Etkin dinleme kar- şımızdakinin sözel ve sözel olmayan mesajlarına dikkat ederek, o ko- nuşurken ona ne söyleyeceğimizi düşünmeden, ifadeleri duygu ve dü- şünce temeline oturtarak dinleyebilmektir. Kendinize şunu sorun: Ne hissediyor? Ne düşünüyor? Neye ihtiyacı var? Bu soruların sentezi kar- şınızdakini anlamanıza yardımcı olacaktır. Bir diğer iletişim becerisi Samimi ve açık sözlü olmaktır. Çevreye uyum sağlayabilmek için kimi zaman göstermelik samimiyetlerde bulunabili- riz. Gerçek hislerimizi başkaları onaylamayacak, hoşnut olmayacakdü- şüncesiyle farklı şekilde ifade edebiliriz. Bu noktada bir zıtlık içindeyiz. En özgür halimizle kendimizi ifade etmeyi ve başkalarının da bizi kabul etmesini isteriz. Fakat ilk adım bizden gelmeyebilir. Çocukluğumuzda duygularımızı yaşamamıza izin verilmedi belki, ya da kendimizi nasıl ya- tıştıracağımız bize öğretilmedi. Ancak şu an fark edebiliriz ki üzgünsem üzgünüm diyebilirim, bu benim duygum bana ait, bir kaybım var sına- vım iyi geçmedi vaktimi emeğimi kaybettim, sevdiğim bir insanı kaybet- tim, bir arkadaşıma olan güvenimi kaybettim, her ne olursa olsun bir kaybım var ve üzgünüm. Bunu ifade ettiğinizde ilk önce kendinizi anla- mış oluyorsunuz. Önce duygunuzu yaşayın sonra kendinizi yatıştırmak için alternatifler üretebilirsiniz.Lafı dolandırmadan ortamın normlarına ve üslubumuza dikkat ederek mesajlarınızın size ait olduğunun farkında olarak en net, en sade, en samimi şekilde ifade etmelisiniz. Bu yazıldığı kadar kolay bir beceri olmayabilir. Bu seviyeye ulaşmak için acı tecrü- beler yaşayabiliriz. Mark Twain’in dediği gibi “Açık sözlü olmak iyidir, en kötü ihtimalle sonradan kaybedeceklerini en başta kaybedersin”. Tersi 28

de olabilir, belki de sonda kazanacaklarını en başta kazanırsın. Bu yazımızda üstünde durmak istediğim son iletişim becerisi Ben di- lini kullanmak. Bazen duygu ve düşüncelerimizi ifade ederken kapalı şekilde ifade ediyoruz ya da sanki bize ait değillermiş gibi davranıyo- ruz. Hissettiğimizi söylemeden başkalarını suçlayabiliyoruz. Bir mucize bekler gibi ifade etmediğimiz şeyleri anlamalarını bekliyoruz. Sağlıklı bir iletişim için duygu ve düşüncelerinizi çekinmeden açıklayın. Bunu kolaylaştıracak yollardan birisi ben dilini kullanmaktır. Ben diye başlan- mışsa cümleye öncelikle bu söyleyeceğiniz şeyin direkt olarak sizde ya- rattığı etkiyi ifade etmiş oluyorsunuz. Mutluyum ya da kızgınım… Ama neye? Duygulara sebep belirtilmemiş. Bunun yerine terfi aldığım için mutluyum, istediğim durakta inemediğim için kızgınım şeklinde ifade edilmiş olsa iletişiminiz dolayısıyla hayatınız daha işlevsel olmaz mıydı? Aynı zamanda ben dili kullanmak kimseyi suçlamadan, aşağılamadan, hakaret etmeden iletişim kurmanın yoludur. Yazının başlığını, burada öğrendiklerimiz üzerine Ben dili kullanarak tekrar ifade edelim: Anlaşıl- dığımı hissetmek istiyorum. Hem siz hem de karşınızdakiler artık neye ihtiyacınız olduğunu biliyor. Hayat kısacık. Bunun idrakine varana kadar günler geçiyor. Hala tam manasıyla anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Hızına yetişemediğimiz şu günlerde öncelikle kendi hayatımızı, daha sonra çevremizdekilerin ha- yatını güzelleştirmek adına, insanı insan yapan iletişim becerilerini et- kili bir şekilde kullanabilmek dileğiyle… 29

KÖŞESİZ FELSEFE Muhammed URAL [email protected] HADİ BAŞLAYALIM! Biz hep yapalım edelim üstündeyiz. Bu dönemde bize o kadar çok ha- reket pompalanıyor ki düşünmek pasiflik diye nitelendiriliyor. Ne du- ruyorsun diyor reklamlar,hayatı kaçırma,harekete geç veyolda ol falan. Kardeşim ben bir durup düşüneceğim. Çünkü biliyorum ki ve sen de biliyorsun ki düşününce senin doğrularını değil, kendi doğrularımı bu- lacağım. Bu anlayış bizim cenahta da hâkim. Tamam, hadi harekete geçelim de sağlam bir yol hazırlığı yapmadan yola çıkıp, bundan önce sayısız defa tecrübe ettiğimiz gibi ilk virajda devrilelim mi yani. Hiç düşünmeden yola çıka çıka yanlış yolları iyice derinleştirdik zaten. Onları doğru zan- netmeye başladık. Boğulma çırpınışları bizi daha çok yanlış yapmaya sevk etti. Durup bir düşünelim.Bataklıkta çırpınmak seni batırır. Önce sakinleşip kendine bir dayanak noktası araman gerekir. Bu noktayı bu- lan hayatta kalır. Aceleye gerek yok. Çağdaş İslamcılarda din eşittir pratik. Al uygula tamam. Sadece aksi- yoloji boyutu dikkate alınmalı, diğerleri boşa kürek çekmektir. İnsanın kendini neye feda ettiğini temellendirmesi az şey midir ya? “…ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.”8/42 diyor yaayet; ölmeden önce o delilini bul, yanlış delille ölme. “Bir an önce” diye baş- layan cümleler bize çok bir şey katmıyor. Bize lazım olan şey teenni ve ortak akıl.Bir an durup düşün: ne yapalım, ne yapmayalım, hangisi iyi, neden iyi? Bir temellendir. Rüzgârda savrulma. Etik yap yani. Önce he- pimizin ayağını sapasağlam basacağı ilkeleri tespit etmesi gerekiyor. Dünya yıkılsa da ben bundan vazgeçmem diyeceğimiz ilkeler. Hatta dur cümleyi şöyle çevirelim “Nasıl olsa bu dünya yıkılacak, benim yıkılmaz ilkelerim olmalı” demeliyiz. Fikirleri sağlamlaştırmak, fiilleri sağlamlaş- tırmaktır. Düşünmek, çok büyük bir harekettir. 30

Demeye çalıştığım o ki ahlakta sabitenin oluşturulması için çok büyük emek harcamamız gerekiyor. Buna toplumsal olarak olgunlaşma diye- biliriz. Bir insanın olgunlaşması gibi. Olgunlaşmamış birey, toplumun kurallarına belirli bir ölçüde uyar; kanunlara uyar, büyüklerine yer verir, kavga etmez, iş bulur, askere gider vs. Fakat bunları yaparken neden yaptığını bilmez. Yani toplumun ona yap dediği “iyi”nin neden iyi oldu- ğunu bilmez. Böyle bir durumda toplumun otoritesi kalktığında, onu tutacak bir ilkesi de yoktur. Bunun karşısında olgunlaşmış birey ise ne- den kanunlara uyduğunu, neden büyüklere yer verdiğini, neden kavga etmediğini, neden iş bulduğunu, neden askere gittiğini düşünür. Gere- kirse tartışır, muhalefet eder. Ama ona, ahlaklı olmadığını düşündüğü bir şeyi yaptıramazsınız. Yani onun değişmeyen ilkeleri vardır. Ahlakta sabitenin oluşması önce varlık ve bilgi sahalarında da sabitenin oluşmasını gerektirir. Yani ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji sıralaması çok önemli ve bir öncekinin bir sonrakini doğurduğu bir sıralamadır. Temellendirme Bizim fillerimizi belirleyen fikirlerimizdir. Fikirlerimizi etkileyen düşünce sahalarını ise üçe ayırdık. Fiillerimizi en çok etkileyen alan, ahlak dü- şüncemiz gibi görünse de ahlak düşüncemiz bilgi düşüncemizden, bilgi düşüncemiz de varlık düşüncemizden çıkar. Bizim varlık anlayışımızın merkezindeyse tanrı tasavvurumuz yatar. Bunun en direkt tezahürü şu şekilde ortaya çıkar: eğer bir insanın varlık anlayışı bizim gibi yaratıcı ve faal bir tanrı üzerine kuruluysa onun için gerçek bilgi de tanrıdan elde ettiği bilgi olacak, gerçek bilgi onun bilgisi olunca doğru hareket de o bilginin gösterdiği hareket olacaktır.Bu doğrudan etkinin yanında farklı bir açıdan da bakmak istiyorum. İnsanın nasıl bir tanrı tasavvuru varsa ahlakı da o tasavvur doğrultusunda olacaktır. Tanrı kelimesinin varlığı gereği taşıdığı anlam mükemmelliktir. Yani in- san mükemmel olana tanrı der. O zaman aslında insanların farklı tanrı tasavvurları, kendi içlerinde sakladıkları “en iyi”nin tarifidir.Buna bağlı olarak insan fiillerde de (ahlak) en iyi olarak tanrıyı kabul etmiştir. Bu ilişkiyi biraz somutlaştıralım. Eğer insandaki “en iyi”nin, yani tanrının vasfı salt güç ve kudret üzerine kurulmuşsa ve taraflardan birinin (tan- rı) ne yapacağı belli değilse veya her istediğini yapabiliyorsa, böyle bir ilişkide ikinci tarafın (kul) ne yapacağının da bir önemi kalmamaktadır.1 Çünkü sen ne yaparsan yap onunkarşılığı ne yapacağı belli olmayan bir otoritenin elinde olacak. Yahut sorumsuz ve ön görülemez bir otoriteye 31

teslim olanın, fiillerinde de bir ilkeden bahsedemeyeceğiz. Bizde ise durum tamamen farklı. Bizim tanrı tasavvurumuza tamamen “ilkelilik”, bunun sonucu olarak da “ahlakilik” hâkim. “Nasıl olur ya bu? Allah’a nasıl atfedebiliyoruz bu sıfatları? Allah dilediğini yapar, O’na bir sınır çizilemez.” diye bir eleştiri gelebilir ki kelamcılar arsında da tartış- ma konusu. Ama ben atfetmiyorum ki bu sıfatları, Allah (c.c) kendisi yüklenmiş. Mesela en basitinden“Allah hiçbir zaman zulmetmez,3/108 her zaman adaletlidir.4/135” cümlesi Allah’a ilke koymaktır. Ancak bura- da dikkat edilmesi gereken bu ilkenin kendisi tarafından irade edilip seçilmesidir. Aynı “Allah görür ama bizim gördüğümüz gibi değil, en mükemmel şekilde görür.” demek gibi. Yani Allah zulmetmeyi seçebi- lirdi ama adaletli olmayı seçti ve kendisine bir ilke belirledi. Yani ahlak edindi. Yine bunun en bariz ve meşhur örneği “…O nefsine rahmeti yaz- dı.”6/12 ayetidir. Daha da uzatılabilecek bu örneklerin içinde boğulmadan vermek iste- diğim mesajı tekrar edip geçmek istiyorum. Bizim Allah’ımız sonsuz güç ve kudret sahibi olmasına rağmen kendine ilkeler belirleyen, yani ah- laklı bir yaratıcıdır. Bunu fark eden felsefeciler de felsefeyi bu yüzden “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” diye tarif etmişler, tasavvufi ekoller de ideal insanı tanımlarken bu tanımı kullanmışlardır. Hal böyle iken O’nun senin kötülüğünü istemesi de düşünülemez. Eudaimonia İnsanın içinde her daim en iyiye ulaşma gayesi vardır. Hatta ortak ol- duğumuz tek nokta sanırım bu. Kimse kendisi için kötü olanı istemez. Kendisi için iyi olana ise kimse hayır demez. Sorun, kişinin kendisi için neyin en iyi olduğunu tam kavrayamaması, çoğu zaman tamamen yan- lış yerde aramasından kaynaklanıyor. Antik çağda filozofların “Bilen kötülük yapmaz. Kötülük yapan bilmiyordur.” tarifi tam olarak bundan kaynaklanıyor. Yani insan kendisi için kötü olacağını bilse ahlaki olarak kötülük yapmaz. Ahlaksız olması aslında “ahlakın kendisine iyilik oldu- ğunu” bilmemesindendir. İnsan için en iyinin ne olduğuna dair cevaplar çok fazla. Ancak benim için bir tanesi öne çıkıyor. O da Aristo’nun eudaimonia kavramıyla ifade ettiği, geçici olmayan, tam bir sekînet halindeki mutluluktur. Mutluluk mu yani bizim için en iyi olan? Evet, saf bir mutluluk. Bence aradığımız ve bulabileceğimiz en iyi şey mutluluk. Bunu, bildiğimiz ilk etik kitabı- 32

nın (Nikomakhos’a Etik) yazarı Aristo, muhteşem bir şekilde açıklıyor. Aristo iyiyi tanımlarken “kendisi sadece ve sadece nihai bir amaç olabi- len şey” diye tanımlıyor. Yani insan için iyi olan şey, başka bir amaç için araç olabilen bir şey olmamalı. Zenginliği ele alacak olursak, zenginlik hem amaç hem de araç olabilir. Zenginliği bir şeyler yapabilmek için isteyen olduğu gibi sadece zenginliği isteyen de olabilir. Önemli olansa sadece kendisi için istenen şeyi hedeflemektir. Yani başka bir şeyin ara- cı olan şey salt iyi olamaz. Sadece kendisi için istenen şeyse mutluluk- tur. Diğer her şey ona ulaşmak için istenirken mutluluk sadece kendisi için istenir. Yani mutlu olayım ki şöyle olsun demezsin. Zengin olayım ki mutlu olayım dersin. Diğer erdemler de mutluluk için tercih edilir. Onurlu veya cömert olayım ki mutlu olayım. Mutlu bir hayat yaşaya- yım. Ama mutlu olayım ki erdemli olayım demezsin. Niçin mutlu olmak istiyorsun sorusuna verilecek cevap, çünkü mutlu olmak istiyorum olur. Nihai erek budur. O zaman burada artık önem kazanan tek şey “Beni en çok ve en uzun süre mutlu edecek şey nedir?” sorusu olmalıdır. Ama bu sorudaki püf nokta “en çok ve en uzun süreli” olmasıdır. Çünkü insanı kısa vadede haz da mutlu eder ama bazı hazların peşinden nedamet ve acı gelir. Mesela içki içmek insana anlık bir mutluluk sağlarken etkisinin artma- sıyla karamsarlık ve acı getirecektir. Hal böyle olunca mutluluğu kova- lamak, hazzı kovalamaktan çok farklı bir boyuta geçmektedir. Peki nasıl bulacağız şimdi mutluluğu? Aristo’nun eudaimonia diye tarif ettiği en çok ve en uzun mutluluğu size çok aşina olduğunuz bir kavramla açıklayacağım: Ebedi saadet. Evet, ebedi saadetin yanında bütün mutluluklar geçici ve az olacaktır. İşte benim mutluluktan anladığım bu. Benim için eudaimonia, hem ya- şarken hem de öldükten sonra sonsuz bir mutluluğun içinde olmak yani cenneti kazanmaktır. Bunu da bir üstteki başlıkta ispat etmeye çalıştı- ğım gibi en yüksek iyi (hayr-ı mahz) olan tanrının, bizim kötülüğümü- zü yani mutsuz olmamızı istemeyeceğine dayandırıyorum. Yani Allah, aslında kendi rızasını bizim mutluluğumuza bağlamış oluyor ve ebedi mutluluğu kazanan O’nun rızasını da kazanmış oluyor. ---------- 1Güler, İlhami, Allah’ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara Okulu, Ankara, 2011, s.12 33

SERBEST Fikriye Bilge BİRCAN [email protected] SÜNGER MÜSLÜMAN KARŞITI BASTONLU BİR DEDE PROF.DR. MÂLİK BEDRİ Gerçek bir âlimin ilmi arttıkça tevazusunun da arttığının canlı kanlı, ete kemiğe bürünmüş hali olan Malik hocamı nasıl anlatacağımı hiç mi hiç bilmiyorum aslında ama bir yerden başlamak lazım. Bismillah velhamdu lillah vessalatu ala Rasulullah (s) Malik hocanın ismini üniversitenin birinci sınıfındayken arkadaşımdan duymuştum. “Duydun mu?” dedi. “İslami Psikoloji alanında dünyaca bilinen Malik hoca bizim üniversitedeymiş.” Kimmiş hoca, nasıl birisiy- miş derken 2. Sınıfta dersimize gireceğini duyunca beni bir heyecan kaplamıştı. Kendisinin liseden aşina olduğumuz Seyyid Kutup, Muham- med Kutup, Hasan el-Benna, İmam Gazali gibi isimlerle fikrî olarak ya- kınlığını duyunca ve hakkında biraz araştırınca kalbimiz kendisine ısını- vermişti. Arkadaşım hocanın çok yaşlı olduğunu söyleyince “Acaba hiç görmedik mi? O kadar yaşlıysa fark etmiş olmalıyız.” dediğimde “Ben sanırım gördüm, bastonlu ve kürk şapkalı bir dedeydi, o olsa gerek 34

dedi.” O zaman onu, küçüklerin hikâye kahramanlarını canlandırması gibi canlandırmaya çalışmıştım. Sonra aradan çok zaman geçmeden arkadaşlarımızla kampüste yürürken bir de ne görelim, tam da arkada- şımızın tarifine uyan yüzünde kocaman gülümsemesi ve bastonuyla tin tin yürümesiyle tatlı bir dede. Tabi biz kızlarla “O mu ki acaba?” diye birbirimizi çekiştiriyoruz bir yandan da selam vermeyi düşünüyoruz, derken tam yanından geçtiğimizde bize baktı, durdu ve gülerek selam verdi. Biz de şaşkınlıkla ve sevinçle selamını aldık tabi. Bu sıcakkanlı davranışının ve mütevazılığının sadece bize has olmadığını onu ileride tanıdıkça daha iyi anlayacaktık ama o gün bir profesörden daha çok sevimli bir dede görmüştük. 2. sınıfa başlamadan önce belirli sebeplerden ötürü üniversitemi de- ğiştirirken bir yandan Malik hocanın dersinden istifade edemeyeceğimi düşünerek üzülüyordum. 2. sınıfın başlarında arkadaşlarımı ziyarete gittiğimde bölümden bir arkadaşım seçmeli aldığı bir derse dışarıdan katılan teyzelerin ve amcaların olduğundan bahsederek ümitlerimi ye- şertti ve böylelikle hocanın dersine katılmak için kendisinden izin alma fikri doğdu. Rabbimin takdiriyle hocanın ders günü benim programım- da boş güne rast geliyordu. Bölümden arkadaşımla hocanın odasına gittik, birebir ingilizce konuşacağız fakat “Kim konuşacak, nasıl konu- şacak?” diye düşünüyoruz, aslında o zamandan bir şeyleri yanlış ifade edeceğimiz belliymiş. :) Neyse, tıkladık hocanın kapısını ve her zaman duyacağımız ağırlayıcı ve şefkatli bir ses tonuyla “Gel!” sesini duyduk, içeri girdikten ve selam verdikten sonra heyecanlı heyecanlı durumu- muzu izah ettik ve son olarak ben şöyle dedim: “Aslında arkadaşımla asistanınız olmayı çok isteriz.” hoca tabi çok sevecen, çok mutlu ama anladığı asistanlık için daha bıcır afacanlarız. Ona rağmen hiç kırmadan dökmeden büyük bir içtenlikle “İnşallah bir gün onu da olacaksınız, el- bette.” gibi teşvik edici cümleler söyledi. Sonra düzelterek asistanlıktan kastımızın kendisine sınıfa gidip gelirken çantasını taşımak ve bilgisaya- rı projeksiyona yansıtmak gibi yardımcı olma kısaca “çantacılık” yapma olduğunu izah ettik. Hoca mutlu olmuş ve kabul etmişti biz ise o günkü sevincimizi hiç unutamadık ve böylelikle hocayla muhabbetimiz geliş- meye başladı. Hocamızın hayatından karelere, birçok ama birçok tec- rübelere ve unutamayacağımız esprilere şahit oluyorduk. Aynı şekilde üniversitede akademisyen olan ve çok içten olan, hocamızın eşi Fatıma hocamızın dediği gibi, hocanın şu ana kadar anlattığı hikâyeleri ve fıkra mahiyetindeki esprileri yazsaydık cilt cilt kitap olmuştu. :) Hocamız 88 yaşında olmasına rağmen hafızasıyla bizi şaşırtıyordu fakat bizi daha da şaşırtan yanı ofisinden ders işlenecek sınıfa giderken şahit olduğumuz 35

hâl ve hareketleriydi. Öyle ki, bastonuyla büyük bir vakarla yürürken tanıdık bir yüz gördüğünde -ki yanlış anlamayın bu tanıdık yüz hiç İngi- lizcesi olmayan güvenlikçi, kargocu veya çaycı olabilir- durup bastonu- nu kaldırıp “Esselamu aleyküm” diye coşkulu ve bol gülümsemeli bir selam verirdi, karşıdaki ise nasıl hürmet edeceğini şaşırır ve büyük bir saygıyla selamını alırdı. Çay hizmeti veren ablamız yabancı dili olmama- sına rağmen bazı zamanlar hocayı bizden daha iyi anlardı hatta Fatıma hocaya biraz Türkçe bile öğretmiş onunla arkadaş olmuşlardı. Zaten ar- tık hepsi tanıyorlardı Malik hocayı ve biz de kalpten kalbe muhabbetin bir dilin çok ötesinde olduğunu tanıyorduk... Malik hocanın babası da kendisi gibi ilim aşığı ve özellikle Sudan’da ka- dınların eğitimi açısından öncü bir isimdi. Yaşadığı dönemde kadınların pek de eğitim hakkı yoktu ve o, sadece kadınlara mahsus olan ve hala üniversite olarak hizmete devam eden Ahfad Okulu’nu açmıştı. Hoca- mızın psikolojiye yönelmesinin hikayesi ise biz gençlere üsve-i hasene olacak mahiyette. Hocamız Hristiyan Protestan bir üniversitede okur- ken talebeleri dinde şüpheye düşürecek İslam karşıtı propagandaların farkındaydı. Bu aşamalarda kütüphaneye gidip, İslam’ı okuyup, öğre- nip müdafaa etmeyi düşünüyor, daha sonra zorunlu derslerinden birisi olan psikolojiyi alıyor. O zamanlarda ise psikoloji tamamen Freud’un fikirleri üzerine inşa edilmiş. Mevdudi, Muhammed Kutub gibi isimleri okuyan hocamız, İslam’la psikolojiyi bir araya getiren şeyleri araştırma- ya merak salmıştı. Freud’u eleştiriyordu fakat hocaları “Madem eleş- tiriyorsun o zaman alternatif sunmalısın!” diyorlardı ve hocamız o za- mandan, gayesini İslam temelleri üzerine kurulmuş bir psikoloji üretme olarak belirliyor ve elini taşın altına koyuyor. Okuduğumuz kitaplarında verdiği referanslardan, odasında görüp incelediğimiz kitaplardan da bi- liyoruz ki hocamız alanında hem Batılı yazarları hem de İslam alimlerini çok okumuş öyle ki eleştirel bakmayı öğrenmiş. Ayrıca tefekkürü haya- tına nakşetmiş. Bu yüzden biz Müslüman gençlere en büyük tavsiyesi “Sünger olmayın!” Bize sunulan belirli paradigmalara mensub bilgileri sorgulayıp İslami süzgeçten geçirmek, mantıklı çerçevede eleştiri yapıp bize faydalı olan düşünceleri de yeri geldiğinde kullanmak ve yeni al- ternatifler üretmek… Yoksa her şeyi ayırt etmeksizin çekip de şişen bir sünger değil! Sözlerimizi hocamızın kitaplarını okumayı şiddetle tavsiye ederek -ki maalesef Türkçeye kazandırılmış pek az kitabı var- ve Gözlemden Tanık- lığa Düşünme (Tefekkür) eserinde yer verdiği İbn Kayyım’ın sözleriyle bitirelim: 36

Allah insanı asla durmadan gece-gündüz dönen, sürekli öğüten ve öğütmek için hep bir şeye ihtiyaç duyan değirmen taşına benzer şekilde yaratmıştır. Zihinlerini güzel düşüncelerle ve manevi tefekkürle besle- yenler değirmenlerine mısır ve buğday koyanlar gibidir: Onlar güzel un üretir; ama çoğu insanın değirmeni taş ve toprak öğütür. Ekmek yapma zamanı geldiğinde (ahirette) her grup değirmenlerinin ne öğüttüğünü bilecektir! Son olarak hocamıza dualarınızı eksik etmeyiniz sevgili okur! Tefekkürle kalın... 37

RÖPORTAJ Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] GONCA DEDEMOĞLU İLE \"ETİK\" ÜZERİNE Paydos olarak bu sayımızda, akıl ve erdem sahibi, özgür insan olmak yolunda yeniden üzerinde düşündüğümüz kavramlardan birisini “Etik”i konu edindik. Etik ve ahlak kavramlarının tanımları, sınırları, ahlaklı/ etik olmanın insanlığımızdaki yerini konuştuğumuz röportajımızla siz- leri başbaşa bırakıyoruz. Gonca Hanım öncelikle bizi kırmayıp teklifimizi kabul ettiğiniz için te- şekkür ediyoruz. Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Ben teşekkür ederim Gonca Dedemoğlu, Konyalıyım. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Din sosyolojisi alanında araştırma görevlisi olarak çalışıyo- rum. Hacettepe Üniversitesinde sosyoloji-doktora öğrencisiyim. Konya Necmeddin Erbakan İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. Bu süreçte açıköğretimden sosyoloji bölümünü bitirdim. Yüksek lisansımı din sos- yolojisi üzerinde Konya’da yaptım. Paydos Şubat dosya konumuz: Etik. Öncelikle etik kavramı tanımlana- bilir bir kavram mıdır? Eğer böyleyse sizce tanımı nedir? Her kavram tanımlanabilirdir. Fakat nereden baktığınız, nasıl ele aldı- 38

ğınıza göre değişkenlik gösterebiliyor. Etik konusunda da temelde iki farklı bakış açısı vardır. Biraz yüzeysel bir sınıflandırma olmakla birlikte, kendisini dine refere ederek tanımlayan kesimin etik denilince alerte olduğu bir durum oluyor, ‘Ahlak nereye gidiyor?’ gibi. Bir de seküler ke- sim var. Bu kavramı daha çok kendisine mal ediyor. Aslında bence etik ve ahlak arasında çok ciddi ayrım yok. Sadece durduğun yerle alakalı, hangi kavramı kullanmak istediğin meselesi giriyor devreye. Çünkü etik de ahlak da anlam olarak bir yerde birleşen kavramlar esasında. Mese- la etik “etos”tan geliyor ve ‘insanın sığındığı yer’ anlamı veriliyor ve en nihayetinde ‘karakter’, yani ‘insanın kendisiyle alakalı bir şey’e tekabül ediyor. Aslında 18. yy.a kadar pek yüzüne bakılan bir kavram dadeğildi doğrusu. Ama 18 yy da post-modernistlerin any thing goes anlayışına karşın bir tutamak olarak yaygınlaşıyor. Ahlaka baktığımızda ise “hulk”- tan geliyor ve bu da insan karakteri ile alakalı bir şey. Dolayısıyla günlük hayatta karşılaştığımız, olaylara verdiğimiz tepki anlamında baktığımız- da ikisi aynı noktada kesişiyor. Dindar kesim daha çok ahlak kavramını kullanmayı tercih ediyor. Bu iki kavramla ilgili şu bilgileri de buraya eklemek istiyorum: Ahlakın daha olgusal -olanla ilgilenen- etiğin ise daha üst, daha felsefîbilgi ol- duğu düşünülüyor. Evetetik, filozoflar tarafından ahlakın bilgisi gibi ele alınıyor ama baktığımızda ikisinin birleştiği bir yer var ve biz etik tartış- malarını genelde daha normatif düzeyde ele alıyoruz. Bunun ayrımını zihnimizde netleştirmemiz lazım. Ve ortalıkta dolaşan ahlak ve etikle ilgili söylemlerin pek çoğu, işin bu felsefi noktasına hiç temas etmiyor. Belki bu nokta sadece, Sokrates’in ‘Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez.’ dediği yere kadar gelmiş olduğumuz ve burada bıraktığımız bir yerdedir. Tartıştığımız zeminin aslında her türlü olgusal bir zemin olduğunun farkında olmamız gerekiyor. O zaman şöyle özetleyebiliriz sanırım. Bir şeyin etik olmasıyla ahlaklı olması aynı şey. Peki, bunların evrenselliği noktasında neler söyleye- biliriz? Evet, gündelik kullanımıyla aynı. Ancak etik daha yaygın biçimiyle bel- li disiplinlerin kuralları için kullanılıyor. Ben de yüksek lisans tezimde meslek etiği bağlamında çalışma yapmıştım. Bir mesleğin etiğinden bahsedilebiliyor ve bu herhangi bir değerden, ideolojiden arındırılmış daha evrensel kurallar, normlar bütünü gibi kullanılıyor. Meslek etiği bağlamında baktığımızda dünyanın her yerinde doktorların yapmala- rı ve yapmamaları gereken şeyler aynıdır. Bu anlamda evet, evrensel- 39

dirdiyebiliriz. Fakat bunun dışında evrenselliğinden bahsedilebilir mi? Emin değilim açıkçası. Olaya başka bir açıdan bakacak olursak biz Müslümanlarda ahlak ha- dislerini barındıran kitaplar vardır. Orijinal isimleri Edeb’ül Müfred’dir. Bu tip kitaplar, sonraki dönemlerde içerik olarak tasnifsel bir değişikli- ğe uğramış olsa bile genellikle anne babaya iyilik ile başlar, tebessüm etmenin güzelliğinden bahsedip cimrilik ve kıskançlık duygularından sakınmakla devam eder. Bunlar daha çok huya dair şeyler olsa da bi- raz geniş bakıldığında toplumsal bir yönü de muhtevidir. Buna, insanın benliğinin dışında sen, o, biz gibi şeyler de girmiş olur. Bununla birlikte toplumdan topluma hatta aynı toplum içinde zamana göre değişken- lik gösteren adab-ı muaşeret kurallarımız var. Genelde ahlakın içinde anılan bu kuralların değişkenliğini evrensellik bağlamında nereye koya- cağız? Ben ahlakın/etiğin içerisinde evrenselliğin olduğunu düşünüyo- rum. Ancak adap dediğimiz şeyin biraz toplumsal bir bağlamı olduğunu söyleyebilirim. Özetle, ahlakın yahut etiğin evrensel bir şey olduğunu ancak adap dediğimiz şeylerin buna dahil olmadığını söyledik. Peki, ahlak/etik dediğimiz kavramların kaynağı nedir? Bunlar daima bir dinin kaynak- lık ettiği kavramlar olarak mı var olmuşlardır yoksa bunun ötesinde insanlık dediğimiz birikimin bizzat kaynaklık ettiği şeyler midir? Yani şöyle, eğer dini kurumsal anlamda kullanacaksak ahlakın/etiğin kaynağı din midir değil midir tartışmasından önce, ki ben bu tartışmaya son noktayı koyabilecek bir isim değilim, üzerinde durulması gerekenin, bunun değer kaynaklı bir şey olduğu düşüncesidir diye düşünüyorum. Ahlak dediğimiz şey eğer gerçekten huy ile alakalı bir şeyse etiğin de ahlakın da etimolojisi buraya dayanıyorsa şöyle bir tablo çıkıyor: Bizim hayatta karşılaştığımız birtakım olaylar olacak ve bizim bunlara verdi- ğimiz birtakım tepkiler olacak. Bu tepkileri neye göre verdiğimiz aslın- da çok önemlidir. Kendisini dinle şekillendirmeye çalışan insanlar bu tepkileri, ‘Dinim bana bunu emrediyor.’ diye mi veriyor? Yahut seküler kesim, ‘Kendimizce bir toplumsal sözleşmemiz var.’ diyerek mi bu tepki- lerde bulunuyorlar? Bunları net olarak bilemiyoruz ama her iki kesimin de tepkilerine bir değer yüklediğini biliyoruz. Dolayısıyla ‘Kaynağı din midir?’ sorusunu, ‘Dindar olmayıp ahlaklı olanları nereye koyacağız?’ sorusu takip eder. Gerçekten tanrı ile arası çok bozuk ama insan ilişki- lerinde çok ahlaklı diyebileceğimiz insanlarla karşılaşabiliyoruz. Yüksek lisans çalışmamda hem kendisini seküler olarak tanımlayan insanlarla 40

hem de dindar olarak tanımlayan insanlarla meslek etiği üzerine müla- katlar gerçekleştirdiğimde, insanların çok da dini kabulleriyle hareket etmediklerini gördüm. İşin garibi meslek etiği olarak ortaya koyulan normatif bir kurallar dizini var, uyulmadığı durumlarda ciddi yaptırım- ları var. Ancak bunlarla ilgili bir sorun ortaya çıkmadığı sürece insanlar gündelik pratiklerini, benimsemiş oldukları değerler ne kadar baskınsa yahut genel anlamda bulunduğu ortamda ne kazanmayı istiyorsa ona göre şekillendiriyor. İnsanlar hayatın akışı içerisinde bu değerlere, ‘veri- li’ kurallar gibi bakmıyorlar ve içinde bulundukları hayat akış içerisinde değerlerini yorumluyorlar. Böyle bakınca kaynağının din olup olmaması bana göre daha tâli bir tartışma. Pratikte tüm bunların neye tekabül ettiği daha önemli geliyor bana. Çünkü Kant’ın ödev ahlakı ile de kimse hareket etmiyor. Bu noktada etik/ahlak kavramlarının insan hayatının ne kadarında var olduğunu sormak istiyorum size. Bunlar belli alanlara sıkışmış kavramlar mıdır yoksa insanın kendisi ile olan ilişkisinde dahi bu kav- ramların varlığından bahsedebilir miyiz? Ben bu hayatta karşılaştığımız tüm olaylarda, verdiğimiz tepkilerin biri- cik olduğunu düşünüyorum. Tecrübeyi elbette yadsımıyorum. Yaşarken onları heybemize doldurarak devam ediyor hatta atacağımız adımları bunlara göre düzenliyoruz, bu ayrı bir şey. Bunların dışında insanların olaylara verdiği tepkiler, benimsedikleri ahlakî anlayışla ilgili birtakım argümanları verir. Örneğin şu an içinde bulunduğum akademinin bir etik sınırlaması var. Ama bunun öncesinde benim bir ahlak anlayışım ve kendime layık gördüğüm bir iş yapma pratiğim var. Ahlak daha ziya- de bireysel bir şeydir. Ancak adap daha ziyade toplumsaldır. Örneğin Türkiye’de bir insanın doğudaki davranışları ile batıdaki davranışları de- ğişkenlik gösterebilir. Giydiği kıyafet bile değişebilir. Bunlar toplumsal normların sizi şekillendirdiği bir adap alanıdır. Ama ahlak dediğimiz şey sizinle beraber her yere giden bir şeydir. Peki, insan ahlaklı/etik bir birey olmak için neler yapabilir? Bu tür yar- gılarının oluşmasını neye borçludur? Bu, çoğunlukla insanın yetişme süreciyle alakalı. Tabii aynı zamanda kendisini geliştirmesi, okumaları, gözlemleri bunun üzerinden çok et- kili şeylerdir. Temelde ise şunu söyleyebiliriz. İnsan sadece bedenden ibaret bir mahlûk değil. Bir köpek yavrusu, doğduğunda yine bir köpek yavrusudur. Ama insan için bu böyle değildir. Büyüdükçe bedenî gelişi- 41

miyle beraber insan olmayı da öğrenen bir varlıktır. Bu süreç içerisin- de kazandığı birtakım kemikleşmiş şeyler vardır. Bununla birlikte ben, inanan bir insanım ve güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen bir peygambere inanıyorum. Yani elbette içimizde olan şeyler var ve bun- ları insan zamanla besler, geliştirir ve zenginleştirir. Zaman zaman daha güzel meyve vermesi için budanması gereken yanlarımız ve buralardan bambaşka filizler vereceğimiz durumlar da olacaktır. En temelde ise kendimize koyduğumuz sınırlarla alakalı da bir şeydir. Ben bunu yap- malıyım gibi ifadeleri sıklıkla kullanırız. Oysaki ben erdemli olmalıyım demekle kimse erdemli olmuyor. Ancak insanlığımıza yakıştıramayıp yapmadığımız, ben erdemsiz olmamalıyım diyerek sınırlamalar koydu- ğumuzda aslında büyük bir adım atmış oluyoruz. Bu anlamda ahlaki anlamda sınırların insanı daha çok geliştiren bir yönü vardır. Semavî dinlerin tamamına baktığımızda, bu dinlerin insana sınırlar koyduğunu görüyoruz. Kur’an ve sünnet de aynı şekilde, yapılmayacak sınırların dı- şındaki alanı insana bırakıyor. Seküler kesimde de bu mantığın aslında var olduğunu görüyoruz. Örneğin, Emile Durkheim, insan hevesinin sı- nırlandırılmadığında ucunun bucağının olmadığını söylüyor. Bu yüzden bir kurallar bütününün olması gerektiğinden bahsediyor. Günümüz in- sanının sınırlama ile ilgili ciddi problemleri var. Tüm bu etik karmaşaya sebep olanın da bu olduğunu söyleyebiliriz belki. Çünkü insanın sınır- landırılması meselesi aslında evrenseldir. Sizin konuyla ilgili olarak eklemek istediğiniz son bir şey var mı? Bizde özellikle dindar kesimde şöyle bir problem var. Zannediyoruz ki ahlakın dinden olduğunu kabul ettiğimizde,toplumda yaptığımız işlerin kul tarafından konulan kurallarına uymamamızda bir problem yokmuş gibi düşünüyoruz. Hâlbuki durum hiç de böyle değil. Biz toplumsal bir sözleşmenin içerisinde yaşıyoruz. Bunu ister kabul edelim ister etme- yelim. Kaynağı ne olursa olsun, ortak zemini paylaşan insanlar olarak bizi birleştiren etik kurallara tutunmamız gerek. Örneğin seninle söz- leştiğimizde, sözleştiğimiz saatte geleceğini ve ne için sözleştiysek onu yapacağımızı bilmeliyim. Bizim kitlesel hedeflerimizse bu tür insanî hassasiyetleri görmezden gelmemize sebep oluyor. Sanki tüm bu etik kurallar ufak meselelermiş ve şimdi bunlarla uğraşmamamız gerekiyor- muş gibi düşünüyoruz. Hâlbuki insan, en başta kendisini inşa etmek için vardır ve günümüzde artık bu küçük dediğimiz şeylere öyle ihtiyaç duyuyoruz ki herkes bunun peşinde. 42

KALE’M Büşra SÜTÇÜ [email protected] YOL-CU Uzak diyarlardan adım adım Geliyor hikâyemin can evine Buyur etmek için dört dönüyor Kanat çırpanlar... Esiyor ılık bir rüzgâr Yürek, ayrılıyor çarpanlarına Harcanan bilinmezlikler uğruna Dökülüyor ellerinden... Kaybolmasın hiçbir yaşanmışlık Dört yanı özgürlük çitli sokaklarda Yakalıyorum yanan alevlerin içinde Uçuşan hayallerimi Hangi yöne ses ediyorsun öyle Derken tükettim kelimelerimi Tutunacak bir yelkovan aradım Akreplerin zehri geçit vermese bile Bin köprü kurup yıksak da birini Omuz vereceğiz dağa taşa Vuslatın göz kırpmasıyla Çiçeklerle aya selam edeceğiz 43

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] FRANCHISE TADI VERDIN ARTIK NETFLIX Netflix, yalınızca bir izleme platformu olmakla yetinmedi, kısa sürede yapımcılığa da el attı. Bundan yaklaşık üç yıl önce dil desteği gibi un- surları da bünyesine katarak resmi olarak dünyaya açıldı ve artık ABD dışındaki ülkelerde de film ve dizi yapımcısı haline geldi. Platformun tabiatı gereği, kullanıcıların hangi dizileri soluksuz bitirdikleri, hangi bölümlerin kaçıncı dakikasında sıkılıp izlemeyi bıraktıkları veya hangi içerikleri tekrar tekrar izlediklerinin net bir şekilde analiz edilebilir ol- ması, yapımcı olarak Netflix’in elini güçlendirdi. Seyircinin beklentileri eksenindeki üretim anlayışını sahip olduğu verilerle birleştirince tele- vizyonu hızla dize getirdikten sonra şimdilerde de sinemaya rakip olma- yı başardı. Sinemanın David Fincher, Scorsese gibi önemli yönetmen- lerini transfer etmesinden dolayı dikkat çekmesinin yanı sıra, yenilik iddiasıyla yola çıkan Netflix yapımlarının biçim ve içeriği kuşatan farklı bir standardizasyona doğru evrildiği görülmektedir. 44

Bilim kurgu ve fantastik yapımların ağırlıklı olarak yayınlandığı plat- formda bunun daha fazla gerçekçilik anlamına gelmediği ise aşikârdır. Belirli bir yaş üstünün halen televizyondan vazgeçmediği ve Netflix abonelerinin büyük çoğunluğunun yeni jenerasyondan oluştuğu orta- da. Bundan mülhem bu genç seyirci kitlesinin izlemekten zevk alacağı gençlik film ve dizileri, büyüme hikayeleri, genç kahramanın kendisini çok anlamlı ve güçlü bulacağı alternatif evrenlere dair kurgular Netflix yapımları içinde ağırlıklı olarak yer almaktadır. Ayrıca tüm dünyayı pazara dönüştürmeyi başaran Netflix yapımları- nın, biçim ve içerik tercihlerinde de alışılmış ve kolay algılanabilecek formüllerden şaşmadığı görülmektedir. Bu global satış kaygısı özellik- le ABD dışı prodüksiyonlarda dikkat çekiyor. Netflix’in farklı ülkelerde fazla yerli kalabilecek veya söz konusu ülke dışında pek bir şey ifade etmeyecek tüm unsurlar senaryolardan ayıklanıyor. Olay örgüsü özel- likle lokalliğin dışına çıkarılmaya çalışılıyor ve tıpkı bir Hollywood fil- mindeki gibi sonuçları tüm dünyayı etkileyecek bir potansiyele sahip olması isteniyor. Buradaki tercihler alışıldık bir evrensellik kaygısından biraz daha ileri gidiyor.Zira Netflix, dış yapımlarda risk almamak adına aslında seyir lezzeti katabilecek herhangi otantik unsura yer vermemiş oluyor. Bunun en tipik örneği StrangerThings’e benzerliği ile dikkat çeken ve geçtiğimiz yılların en popüler yapımlarından biri olan Alman yapımı Dark dizisi. Dizide, Einstein’ın sözleriyle başlanması ve Almanca konu- şulması dışında bir Almanlık görülmüyor. Zaten seyircilerin çoğunun 45

diziyi İngilizce dublajla izlediği göz önüne alınırsa konuşulan dil de önemsiz bir detaya dönüşüyor. Almanya’ya has görülebilecek unsur- ların özenle ayıklandığı dizide kahramanların ve olay örgüsünün seçi- minde görülen yaklaşım, biçimsel tercihlerde de dikkat çekiyor. Dizi, Hollywood tarzı görsel işçilik, kurgu, mekân tasarımı, anlatı yapısı ile destekleniyor. Dark’ta mekân, dünyanın herhangi bir yeri olana kadar kimliksizleştiriliyor. Netflix’in bu tavrını globalleşmenin doğal bir sonu- cu olarak görmek, malumun ilamı olarak nitelemek mümkün, yine de ortaya çıkan iş franchise restoranların tatsız tuzsuz standart lezzetleri- ne benziyor. 46

KİTAPLIK Enes SÜSLÜ [email protected] “İNSAN NEDİR?” (MARK TWAİN) Kendi İç Sesinin Onayını Alma Zorunluluğu “Beyin her zaman uyuyabileceği, rahat uyuyabileceği kararı verir. İnsan asla başkası için bir şey yapmaz, her şeyi kendisi için yapar, her kara- rı kendisi için verir.” Şimdi, öncelikle bunları ben söylemiyorum, Mark Bey söylüyor. Ben sadece başlangıçları beceremediğim için ve biraz da etkili bir şey olmasını istediğim için giriş böyleoldu. Evet, ben söylemi- yorum, peki katılıyor muyum, ona geleceğiz.Mark Twain bu kitabı bin sekiz yüzlerin sonunda yazıyor fakat “kınamalarla uğraşamam,” diyerek ölümünden önce yayımlanmasını istemiyor. Kitapta, bir ihtiyar ve bir genç arasında geçen diyaloglarla, temelde, insan varoluşu hakkındaki görüşlerini ifade ediyor ve onu “şahsi bir İncil” olarak gördüğünü söy- lüyor. 47

Kitapta özgür irade, makina insan, sanat, ahlâk, vicdan, mizaç, zihin gibi birçok konuya dair kabul edilmesi çokçok zor şeyler söylüyor. Benimsiz- den ricam, burada yazdığım saçma sapan birkaç paragrafla yetinme- meniz ve kitabı bir an önceedinip okumanız yönünde. Yani zaten tek meselesi kitap tavsiyesi olan bir sayfada bunu tekrar dillendirmenin ne gereği var diye düşünebilirsiniz -ki haklısınız da- ama gerçekten çok is- tiyorum okumanızı. Evet, o kadar gereksiz laftan sözden sonra kitaba gelebiliriz sanırım. İn- sana ve onun varoluşuna dair birçok konuya değindiğini söylemiştik. Ama bu konuların arasındaki en temel ve diğerlerine de kapı aralayan -ya da benim en çok kafamı kurcalayan- görüşü, insanın hareket nokta- sını tek bir güdüye indirgemesi sanırım: İnsanın verdiği bütün kararların, yaptığı bütün saçmalıkların, yani ha- yatına dair her şeyin arkasında tek bir neden yatar. İnsanı bir şeyler yapmaya iten güdü, insanı bir şeyler yapmaya iten yegâne güdü, kendi iç sesinin onayını alma zorunluluğudur. Beyin her zaman uyuyabileceği, rahat uyuyabileceği kararı verir. İnsan asla başkası için bir şey yapmaz, her şeyi kendisi için yapar, her kararı kendisi için verir. Eylem, öncelikle kişinin kendisine yarar sağlamalıdır, aksi halde o eylemi gerçekleştirme- yecektir. Bunu yalnızca bir başkası uğruna yaptığını düşünebilir, fakat aslında öyle değildir, öncelikle kendi içini ferahlatmaktadır, diğer kişinin yararı her zaman ikinci sıradadır.Bir insan cebindeki son parayı yardı- ma muhtaç birine verebilir, burada düşündüğü yardım ettiği kişi değil, kendisidir, çünkü eğer vermezse vicdanı rahat etmeyecek ve onu -ken- disini- sürekli rahatsız edecektir. Ne yaparsa bu rahatsızlığı gidermek için, kendi iç huzurunu yakalamak için yapar insan. Evet, aynı olayda farklı eylemlerle karşılaşabiliriz, yani eylemler farklılaşabilir, fakat o ey- lemin arkasında yatan neden aynıdır. Bir suikastçı ile bir hayırsever söz konusu iç huzuru farklı eylemlerle kazanırlar, fakat her ikisi de kendi iç sesinin, kendi efendisinin onayını alır. Yani, Mark Bey de biraz abartmamış mı sanki, diye düşünebilirsiniz ama kitap boyunca öyle örneklerle açıklıyor ki karşı argüman üretemez ko- numa geliyorsunuz. Ben, kendi adıma, maalesef, hala kafamı karıştıran birçok yer olmasına rağmen, büyük ölçüde ikna oldum diyebilirim. Ma- alesef diyorum çünkü kitabı bitirince bakış açınızın değiştiği, biraz ken- dinizden de soğuduğunuz saçma sapan bir yere geliyorsunuz. 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook