Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 26_Paydos_Aralık'19

26_Paydos_Aralık'19

Published by bimesele TV, 2022-07-21 20:46:14

Description: 26_Paydos_Aralık'19

Search

Read the Text Version

Hüznü Azık Edinmeyenlere Aylık Ortaya Karışık Bülten - Aralık'19 - Sayı 26 dosya *Hüzün İmkânı *Elde Var Hüzün katarsis *Fazlasıyla Hayatın İçinden tarih düşünce *Arab’ın Ağladığı Tepeden gezdim gördüm *Arakan/Rohingya Mülteci Kampı -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Ayşe KAYA -Ayşenur ÜNAL -Bahar EŞREFOĞLU -Beyza KARADEMİR -Beyza YILDIZ -Büşra SÜTÇÜ -Elif KARTLAR -Enes SÜSLÜ -Esma ŞAFAK -Muhammed Bahaddin ATABEY -Muhammed Bahaeddin ATABEY -Muhammed Furkan DOĞAN -Muhammed URAL -Muzaffer FIRAT -Nefise ERDEM -Reyhan ATABEY -Şamil SAĞLAM -Şeküre KÜÇÜKGÜL -Taha SULAR



Aylık Ortaya Karışık Bülten Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL İllüstratör Ayşe Rümeysa ÖZDEN Esma ATEŞ Muzaffer FIRAT Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Muzaffer FIRAT 04HÜZÜN İMKÂNI Ayşenur ÜNAL 06 KAVUŞMA Alaaddin GÖÇER 07ARAB’IN AĞLADIĞI TEPEDEN Bahar EŞREFOĞLU 14 BAHAR BAHÇE Şeküre KÜÇÜKGÜL 16ELDE VAR HÜZÜN M. Bahaedddin ATABEY/ Reyhan ATABEY 18 “B” ARTIK İHTİYARLADI! Esma ŞAFAK 23BİLİME İSNAT EDİLEN... Muzaffer FIRAT 26 SOLUCANIN DEDİĞİ Beyza YILDIZ 30FAZLASIYLA HAYATIN İÇİNDEN Adnan GÖZÜTOK 34 FISILTILARIN SÜRÜKLEDİĞİ Ayşe KAYA 37BEYAZ BULUTLAR Büşra SÜTÇÜ 38 SEBEP EY Beyza KARADEMİR 40ŞEHİRLERİN DİLİ... M. Bahaddin ATABEY 42 BİR SESE YÜRÜDÜK Elif KARTLAR 45ARAKAN / ROHİNGYA... Şamil SAĞLAM 50 DÜNYA SAVAŞI KADAR Enes SÜSLÜ 51ÇAĞDAŞ BİR ÜRPERTİ Taha SULAR 56 KALPLERİNİ İNCELTENLER Esma ŞAFAK 62 SEFER 60ÇİZİ-YORUM Ayşe ACAR Nefise ERDEM 60“O” AN M. Furkan DOĞAN

BAŞLARKEN Muzaffer FIRAT [email protected] “Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim Biz de soluk alıp vermedeyiz Yani, her insane gibi sevmekteyiz sevilecek şeyleri Bir kır çiçeğini, çimeni, toprağı, börtü böceği” İbrahim Sadri İbrahim Sadri’nin mısralarındaki “sevilecek şeyleri” konuşmak niye- tinde değilim ama yine de bizim de yaşadığımız hayattır sevgili okur, biz de soluk alıp vermekteyiz. İnsanı aynı payenin hissedarı yapabilir bazen sevilecek şeyler. Ancak biz bir kırçiçeğini, çimeni, toprağı, börtü böceği severken, bu hayatı ve onun içerdiği manayı tam anlamıyla id- rak edemeyiz. Genellikle başımızı yasladığımız otobüs pencerelerinden Anadolu bozkırlarını izlerken veya sükûta bürünmüş bembeyaz hasta- ne koridorlarında haber beklerken hissederiz yaşamakta olduğumuzu. Sevinçlerimiz aynı olamayabilir ama hüzünlerimiz hep aynıdır. Kötü duyguları sayarken hiç es geçilmez hüzün. Oysa insan, ancak mah- zunken Allah’a yakınlaşabilir. Hassaten şu hızın, sahte gülüşlerin, suni mutlulukların çağında otogarların, mezarlıkların, hastanelerin yakınla- rında şöyle bir dolaşınız sevgili okur. İşte o zaman hüznün, yavaşlama- nın sadeliğini ve yüceliğini anlayacaksınız. “Biz hüzün peygamberinin ümmetiyiz. Ağlayabilenler ağlar, ağlayama- yanlar ağlar gibi yapar.” diyor Rasim Özdenören. Üstat Necip Fazıl ise bunu, “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz.” diyerek tamamlıyor. Hüznü Allah’a yaklaşma, hayatı anlamlandırma vesilesi edenlerden olmayı ümit ediyor, sizleri aralık sayımızla başbaşa bırakı- yoruz. 3

DOSYA Ayşenur ÜNAL [email protected] HÜZÜN İMKÂNI Hüzün, bende çağrışımı/çağrısı/çığlığı katmerli olan kelimelerden. Çün- kü yıllar yılı öyle insanlar hüzne dair öyle şeyler söylemiş, hüzün bu insanlara öyle ufuklar vadetmiş ki bigâne kalmam mümkün olmadı. Okudukça ve yaralarıma denk düştükçe, bende yeni yaralar peyda et- tikçe etkilendiğim hüznün boyutlarını adımlayacağız birlikte. Hüznün imkânlarından bahsedeceğim bir yerde, elimden geldiğince. En başta ifade etmem gerekirse hüznü kalbî bir istidat/yetenek olarak anladığımı söylemek isterim. Buna referans olarak göstereceğim şeyle- rin başında Cioran’ın “Her kalp ancak belli bir acıya göre yoğrulmuştur.” cümlesi gelir. Bir yandan da kalbimizi bir iç organdan daha başka bir şey kılan kederimizdir, hüznümüzdür diyebiliriz. Bence bu yüzdendir Turan Koç’un “Ey kalbimizin güvencesi hüzün!” hitabı, İlhami Çiçek’in “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın.” diye Turan Koç’a arka çıkışı. İki şair de hüznü alıp hayatiyetimizin nişanesi olan kalbe iliştirir, hüznün olmadığı yerde kalp de yoktur der. Yani hayat yoktur. Rahman da Kitap’ta, “Gülüyor da ağlamıyorsunuz.”1 diyor yarın yüklenecekleri gamı bugünün kahkaha- sıyla geçiştirenlere. Bizi anlatıyor, bugünümüzü. Gülüyor da ağlamıyo- ruz. Oysa kadîm gelenek, konforun ve keyfin öncelendiği bir çağda her ne kadar idraki güçleşmişse de insanın aşkınlık ve anlam imkânlarından biri olarak görüyor hüznü. Çağ ve çağa hâkim zihniyet bu imkâna, ve aslında insana, kast ediyor. Kemal Sayar’ın “Hüzün Hastalığı” kitabını anmak bu bağlamda iyi olacak. Orada çağın sırıtkan yüzü Batı’nın hüzne olan saldırısını; onu bir hastalıkmışçasına, bir mikropmuşçasına çeşitli ilaçlarla yok etme/geçiştirme çabasını çok güzel anlatıyor yazar. Cesur Yeni Dünya’daki somaların artık disütopik bir üretim olmadığını söylü- yor, insanın hüznünü, insanı insan yapan derûnî bir parıltı olarak anla- mak ve ondan yararlanmak konusuna değiniyor. Hüznü harici bir güç, 4

dışarıdan ve neşemize bir müdahale, bir düşman addetmek yanılgısına; bu yanılgının insan ruhuna vereceği zararlara, o ruhu rahmetsiz çölle- re çevirme tehlikesine dikkat çekiyor. Ve bizim anlamamız gerekiyor ki bugün bastırılmak istenen insanın vicdanıdır. Vicdan, hüznün ayaklan- dırdığı bir isyan(cı)dır zulme, zalime karşı. Bilmeliyiz ki katliamlar mü- sebbibi, çağ kanatıcısı, çocuk bedenlerine kurşunları ve sahil kıyılarını reva görenler kimler ise onlardır bugünün somalarının yaratıcıları. Şim- di biraz hak verdik mi niçindir Ahmet Haşim’in melali bilmeyen nesle aşina olamayışı? *** Aslında bir yönüyle insanî bir şey gibi gözüküyor gülmeyi, neşeyi acı ve ıstıraba tercih. Hiç istemiyoruz yok yere keyfimiz kaçsın, mevcut durumu çalkalayan şeyler yaşansın. Oysa gidişat sürgit bir hâl alırsa kim bilecek, fark edecek çürüme nerede, ne zaman, nasıl başlıyor? Bu yüzden anın diyor peygamber, ölümü anın, keyfiniz kaçsın, denetleyin kendinizi ve anlayın; bir gün kurduğunuz ve içine neşeyle kurulduğunuz o düzen yok olacak. “İnsan, içinde şimşekler çaktırmaya bak!” diyor Pakdil. Çünkü şimşekler sütliman havayı bozar, tekdüzeliği yırtar ve bir şeyin habercisi olurlar. Hüzün de böyledir; konakladığı kalbin iklimini alt üst eder, o kalbi yerinde duramaz bir şey yapar; dağ başlarına salar, derine iter, uçurumlara kanat gerdirir ve bir kenarda dudağında kırık bir tebessümle izler olan biteni. Hâsılı, kıyar da kıyar…2 Ama iyi ki yapar tüm bunları. Çünkü eğer konforun ruhun bataklığı olduğu3 bir yerdey- se adımlarımız, hüzün o bataklığa uzanan yardım eli oluyor, kalbimizin güvencesi... 1Necm/60 2Zarifoğlu, “deşer bakışın/kıyar da kıyar” 3“Konfor ruhun bataklığıdır” Ali Şeriati 5

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] KAVUŞMA Her sabah, matbaaya gitmeden önce kendimi seyrediyorum boy aynasından. Ne kılık kıyafetime çeki düzen vermek ne de yüzüme birkaç rötuş çekmek için bu kendimle karşı karşıya gelişlerim. Bakıyorum öylece. Çocukluk arkadaşla- rım, babamın beni ortaokula bırakışı, bir başıma ağlayışlarım aklıma geliyor. Ve sen hatırıma düşüyorsun. Sahil boyunca el ele çıktığımız gezintiler, güneşin her bir dokunuşunda rengini belli eden koyu kahve gözlerin, beni merhametle seyredişin, beyaz mendilin, ince hastalığın hatırıma düşüyor. Ağır ağır iniyorum merdivenleri. Kırkıncı basamağa çöküyor, sigaramı yakıyo- rum. Yerine şimdilerde beton dökülen sahilimizi izliyorum. Hafta sonunun ilk gününde, hep burada, bu merdivenin kırkıncı basamağında seni beklerdim ya işte. Yine burada bekliyorum sanki geliverecekmişsin gibi. Elinde bir kap kurabiye ve peynirli börekle, çiçek basmalı eteğinin altındaki narin pabuçları- nın seni getirmesini umuyorum. Hiç beğenemediğin o ince, zarif ellerinin ben oracıkta otururken aniden saçlarımı okşamasını, parmak uçlarının saç kökle- rimden içeri sızıp yüreğime ulaşmasını bekliyorum. Çünkü seninle usulca ama heyecanla basamakları atlayıp sahilde koşuşturmamızı, ben okulumdan, arka- daşlarımdan, kendimden, yüzümün abesliğinden mızmızlanıp ağlarken bana sarılıp gözyaşı dökmeni ve hatta “Akılsız oğlum benim. Yüzünün dayanılmaz çirkinliğinin yüreğinde bulunmadığını bil. Bu sana yetsin.” deyişini özledim. Sevgili annem, sigaram bitiyor. Betondan sahilimize yeniden bakıyorum ve izmariti fırlatıyorum yüzüne onun. Değişip gitti öylece. Ayakkabısız koşulmaz oldu ayakkabıyla koşulamayan yer. Sigara içtiğimi görsen ne kadar da üzülür- dün değil mi, nasıl da kızardın? Ben de değiştim işte. O kadar umursamıyorum artık mesela. Fazla ağlamıyorum, çok şikâyet etmiyorum, yaşlanıyorum. Saç- larım alnımın iki yanından döküldü. Başımın tepesindeki bir tutam kadarı ise en hafif melteme dayanamaz oldu. Zayıfladım. Elmacık kemiklerim yanakla- rımda daha belirgin duruyor şimdi. Gözlerim yuvalarında ufacık kaldı, iki kara leke oldu göz bebeklerim bulanık beyazın içinde. Alnım kırıştı, tenim pörsüdü, kanım duruldu. Sakalsız yüzümde sadece yanlardan traşlı bıyıklarım kaldı. Yü- züm… Yüzüm perde perde solmakta. 6

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU ARAB’IN AĞLADIĞI TEPEDEN Endülüs, gelmiş geçmiş İslam devletleri arasında ışıltısını olanca gücüy- le hissettirmeye devam ediyor. Ne zaman İslam geriliğin yegâne sebebi görülse, muhteşem bir örnek olarak gözler önüne geliyor Endülüs. Ne za- man bugünkü Batı’ya karşı bilim üretme ve medeniyet seviyesinde ilerle- me konuşulsa yine Endülüs vardı diyoruz. “Endülüs’e ne oldu?” sorusuna verecek birçok tarihî cevap var ancak bu satırlarda, Arab’ın ağladığı te- peden* geriye bakıp hüzünlenen bugünün Müslümanları olarak, yalnız birkaç sebebe değineceğim. Endülüs’ü devamlı hatırlamak, o tepede her yıl yeniden durup geriye bakmak ve yeniden “Bismillah” deyip yola düşmek vaktidir. Dolayısıyla, bu ayki Tarih-Düşünce, eklemelerle bera- ber, Nizamettin Parlak’ın Endülüs’te Kitap Yakma Hâdiseleri makalesinin kısa bir özetini sunuyor sizlere. Umarım vakit ayırıp makalenin tamamını okuyabilirsiniz. Endülüs’te kurulan ilk kütüphane II. Abdurrahman döneminde (822- 852) kurulan Kurtuba Kütüphanesi’dir. Kaynaklar II. Hakem döneminde (961-976) bu kütüphanedeki kitap sayısının 600.000’e ulaştığını kayde- der. Bunun dışında Malaga Ulu Camii ve İşbilîye Ulu Camii’nde de birer 7

kütüphanenin kurulmuş olduğu yine tarihî kayıtlar arasındadır. Dolayı- sıyla Kurtuba başta olmak üzere birçok Endülüs şehri yüz binlerce kita- ba sahip kütüphaneler barındırmaktaydı. Bunun dışında en önemli kütüphaneler şahıs kütüphaneleriydi. Zengin- likleriyle meşhur bu kütüphanelerin yanında kitap pazarları da oldukça önemliydi. Ancak Müslümanlar arasında bir süre sonra çatışmalar ya- şanmaya başlandı. Fikir ayrılıklarından en büyük zararı maalesef kitap- lar gördü: talan edilmeler, yasaklamalar, yakılmalar başladı. Reconqu- ista** sırasında Hristiyanların şehirleri işgaliyle, birçok kütüphane ve kitap ateşe verilmiş, yok edilmiştir. Ancak bundan daha acı olanı birçok âlimin zındıklıkla itham edilerek kitaplarının imha edilmesi, katledilme- leri için fetvalar verilmesi Müslüman Endülüs döneminin en acı hadise- lerindendir. İbn Hazm, İbn Rüşd gibi meşhur isimler, bunlardan sadece bazıları ve iç isyanlar sırasında kitapları yakılanlardan. Hristiyanlar elbette reconquista ideallerini gerçekleştirmek üzere sal- dırdıklarında Kurtuba, İşbilîye ve diğer Endülüs şehirlerinde kütüpha- neler, camiler yağmalandı ve kitaplar yakıldı. Yalnız İslam dini mensup- larına değil, diğer din mensuplarına ait kitaplar da yakıldı. 8

Hristiyanlar tarafından kitapların imhasının en şiddetli hâli bulması, ta- rihçilerce 1492 Gırnata’nın teslimiyle başlar. Reconquista’yı biraz Sevr’e benzetecek olursak, yurdundan atma, atamadıklarını da Hıristiyanlaş- tırma diye özetleyebiliriz. İşte, Müslümanları Hristiyanlaştırmaları için en büyük engel ortadan kaldırılmalıydı: kitap. Arapça eğitimi, dil, din, Kur’an eğitimi şiddetli bir şekilde yasaklandı ve bugün sayısını tam ola- rak bilemediğimiz binlerce yazma eser, belki de tek kopyalar Gırnata şehri meydanlarında toplatılarak yakıldı. Gırnata’nın teslimi sırasında Katoliklerle yapılan anlaşmada Müslüman- lara başka hakların yanında dil ve din özgürlüğü de (eğitim ve yaşama anlamında) verilmesine rağmen teslimden sonra sözlerinden dönmüş- lerdir. 1499 yılında ise Müslümanların Hıristiyanlaştırılması hususunda daha etkili adımlar atmak amacıyla daha üst mevkiye getirilen azılı bir başka düşman, Tuleytula başpiskoposunu, âlimleri çağırdı ve ellerinde- ki kitapları getirmelerini emretti. 1501 yılında Müslümanların evlerin- den kitaplar toplatıldı, bunların beş bini bulduğu kaydedilir. Bu zalimin kendisi için ayırdığı üç tıp kitabı hariç hepsini yaktırdığı kaydedilmiştir. Kitap yakma hadiseleri diğer şehirlerde de bütün şiddetiyle devam et- miş ve Hıristiyanlarca yakılan kitapların rakamının bir milyona ulaştığı yazılmıştır. Hatta Nobelli Fransız Fizikçi Pierre Curie şöyle demiştir: “En- dülüs’ten geriye sadece otuz kitap kaldı ve biz atomu parçalarına ayır- dık. Bugün yakılan bir milyon kitabın yarısına sahip olsaydık, şu an farklı galaksiler arasında geziyor olurduk.” 9

Moriskolar*** en önemlileri 1526 ve 1565 yıllarında olmak üzere isyan etmişlerdi. Bu isyanlarda ellerindeki silahlar dışında kitapların da alın- dığı kaydedilir. Özellikle sonuncusu olarak bilinen 1565’teki isyandan sonra 1567 yılında gizlice Arapça konuşmaları dahi yasaklandı ve 3 yıl içerisinde Kastilya dili öğrenmeleri mecbur kılındı. Ellerinden kitaplar toplandı ve zararlıların yakılıp diğerlerinin 3 yıl sonra geri iade edileceği söylendi. 3 yılın sonunda bu kişilerin gönüllü olarak kitapları yok edil- mek üzere teslim ettikleri yazıyor makalede. Endülüs’ün içinde bulunduğu İberya Yarımadası’nın tamamen kaybe- dilmesi ve Gırnata’nın tesliminden üç yıl sonra Sultan II. Bayezid’e gelen elçi bir feryadname getirmiştir. Ve bu feryadname, Kur’an başta olmak üzere, kitapların yakıldığına dair özel vurgu içermekte ve kitap yakma- lar dâhil Müslümanların uğradığı büyük zulmü gözler önüne sermekte. Kitap yakma hadisesinde engizisyon mahkemesi ve din adamlarının rolü çok büyüktür. Orta Çağ’ın karanlığı, ışıldayan büyük bir insanlık mirasını böylece yok etmiş; Katolikler, Yahudileri ve Müslümanları din değiştirmeye zorlamış veya katletmişlerdir. Binlerce Müslüman’ın vaftiz edildiğine dair bilgiler, bugüne kadar gelenler arasında. Endülüs’ü iyi okumak bu nedenle çok önemli. Kurtuba’yı gezip Engizisyon İşkence Müzesi’ni görmek ve bugünkü anlamda -aydınlatma, ısıtma ve su do- laşımı- şehirlerin ilki sayılan Medinetü’z-Zehra’yı ziyaret etmek, karşı- laştırma yapmak amacıyla çok kıymetli (Gezdiğiniz her mekânın ücreti yine kiliseye gitse de). Bugün, telefon ve internet karşısında, elimizden 10

kitapları gönüllü olarak bırakan o Endülüslülere benzemiyor muyuz sahi? Kitaplarımızı kim aldı elimizden? -711 yılında Tarık bin Ziyad’ın Cebelitarık’ı geçmesiyle başlayan serü- ven 15.yüzyılın sonunda son bulduğunda bütün dünya Müslümanları hüzne boğulmuştu. Endülüs, birazdan yakacağımız ağıtlardan sadece birisi aslında, Filistin’i ve nice İslam beldesini düşündüğümüzde. Bir En- dülüs ağıtı da, 1933 yılında Muhammed İkbal tarafından Kurtuba Ulu Camii’nde yakılmıştır. Kendisinin düşüşten bugüne mihrabın önünde namaz kılan ilk ve son Müslüman olduğu söylenir: “Ey Kurtuba! Güzelliğin ve azametin kahraman bir insanın âlametidir, Sen güzel ve azametlisin, seni yapan da güzel ve azametlidir. Ey Kurtuba! Sırrı seninle aşikâr olmuştu Mü’min’in, Gündüzlerinin vecd, geceleri yanış ve yakılış dolu olduğunu gösterdin! Ey Kurtuba Camii! Sanat âşıklarının Kâbe’si, İslâm’ın azâmetisin, Endülüs toprağı harem mertebesine çıkmıştır varlığınla senin!.. Ey Kurtuba! Yıldızlara göre senin zeminin gök kubbe gibidir, Binlerce ah ki asırlardır senin fezan ezansız beklemektedir. Ey Kurtuba’nın önünden akıp giden Kebîr Irmağı, kenarında senin, (İkbal diye) Biri oturmuş rüyasını görmektedir bir başka devrin. İstikbal henüz mukadderat perdesi altında gizlidir, Gözlerimin önünde onun seheri perdesizdir. Eğer fikirlerimin üzerinden perdeyi kaldırırsam görülecektir, Avrupa benim kehanetlerime tahammül edemeyecektir.” Muhammed İkbal 11

*Arab’ın Ağladığı Tepe olarak anılagelen tepe, 1492 yılında Gradana’nın gayrimüslim eline terk edilişinin sembolüdür. O tepeden Granada’nın son kralı Ebu Abdullah’ın, el-Hamra Sarayı’na dönüp son kez baktığı rivayet edilir. Gözlerinden yaşlar süzülürken, annesi Ayşe şöyle diye- cektir: “Erkekler gibi savunamadın, sana kadınlar gibi ağlamak yaraşır.” **Reconquista: İber Yarımadası’nın Hristiyanlar tarafından Müslüman- lar’dan geri alınması ideali. ***Morisko: Müdeccenler ve Moriskolar, Endülüs’ün düşüşünden son- ra iki gruba ayrılan Müslümanlar için kullanılan tabirlerdir. Müdeccen- ler, Hristiyan yönetimi altında yaşamak zorunda kalan Müslümanlardır. Moriskolar ise zorla Hıristiyanlaştırılan Müslümanlardır. Moriskolara dair birçok yürek burkucu hikâye duyabilir veya internetten okuyabilir- siniz. En meşhurları arasında, aslında Müslüman bir aileden geldiklerini bir şekilde anlayanlar bulunuyor. Bunlardan birisi Türkiye’de bir fuarda yaşandı, namaz kılan birisini gören İspanyalı o hareketleri dedesinin de yaptığını söyleyip, hareketleri ve amacını sorar ve bunun ibadet oldu- ğunu anlar. Bir başka hikâyeyi de Konya İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi hocalarımızın Endülüs/İspanya gezilerinden sonra dinlemiştim. Gezi rehberlerinin başına gelen bir hadiseymiş. Bir mekânda yaşlı bir adam- la sohbet ederlerken rahatlamak için yaptıkları şeylerden bahsetmişler. O yaşlı adam da rahatlamak için dedesinin ona öğrettiği şarkıyı söyle- 12

diğini söylemiş. Dinleyelim demişler ancak o söylemeye devam ettikçe, bunun bozuk bir Arapça’yla şarkı şeklinde de olsa, Fatiha Suresi oldu- ğunu fark etmiş rehber. Yasak döneminde büyük ihtimalle dedesi bu formülü bulmuş, değerlerini yaşatmak için. Rehber, adama söylediğinin Kur’an’dan ayetler olduğunu söylemiş ama adam kesinlikle reddetmiş. Kaynak: Nizamettin Parlak (2018) Endülüs’te Kitap Yakma Hadiseleri, İstem Dergisi, 32, s. 199-217. 13

ÖYKÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] BAHAR BAHÇE Bahar kendini iyiden iyiye hissettirmiş, günlerdir yağan kırkikindi yağ- murlarından sonra güneş açmıştı. Balkon perdesini aralayıp arkadaki büyük bahçelerine baktı. Sonbahardan kalma kurumuş otlar beline kadar ulaşmış görünüyordu. Ağaçlardan dökülen yapraklar tüm kış ka- rın altında çürümüş, şimdilerde yağan yağmurlar sebebiyle de belli ki çamurlaşmıştı. Yıllar olmuştu buraya adım atmayalı. “Şenlik dağılmış, bir acı yel kalmıştı bahçede yalnız.” İlk estiği günden beri o yel, ağaçlar meyve vermez, çiçekler kokmaz olmuştu. Perdeyi kapatıp gözlerinden süzülen yaşları gizlice sildi. Evde kendisinden başka nefes alan yokken kimden saklıyordu sanki. Hava içeride durulmayacak kadar güzeldi. Üzerine ince bir ceket alıp dışarı attı kendisini. Biraz yürüdükten sonra çiçeklerin her daim mis gibi koktuğu, ağaçların koca birer dayanak gibi sapasağlam durduğu, kuşların -iç çekişleri saklamak istercesine- şakıdığı o bahçenin önüne geldi. Küçükken önünden geçerken dahi ne çok korkardı buradan. Oysa şimdilerde düşünmeden içeri girip saatlerini geçirdiği bir sığınak hâline gelmişti. Bahçenin uzun ince sokağında yürümeye başladı. Göz göze geldiği tüm mezar taşlarını selamlarken dudakları da bir ikram için kımıldıyordu. Bi- raz ilerledikten sonra yolun hemen sağındaki Salih amcanın mezarının dibinde durdu. Anlatılanlara göre gidişi koca bir boşluk bırakmıştı gö- nüllerde. Mezarlığın en çeşitli çiçeklerinin civarında açmış olmasını, ço- cukların gözlerinde bıraktığı tebessümlere yoranların sayısı hiç az değil- 14

di. Salih amcanın hemen ayak ucunda sağlığında olduğu gibi minik bir dostu ikamet ediyordu, Hasan. Sokakta top oynarken acı bir fren sesi onu Salih amcaya komşu etmişti. Annesi her hafta cuma günleri Hasan’ı ziyaret eder, ona uzun uzun sarılır, müşfik sesiyle Kur’an okurdu. Kar- şılaştıkları zamanlardan birisinde, “Hasan karanlıktan çok korkar.” de- miş, ardından da gözlerinden yaşlar boşalıvermişti. Belki de ilk kez hiç tanımadığı birisiyle oracıkta sarılmış ve ağlamıştı. Hüznün; insanı insan eden, birbirine merhem eden bir yanı vardı, bunu o zaman anlamıştı. Yürümeye devam etti. Biraz ileride, solda, içeri taraflardaydı annesinin mezarı. Ne çok çiçek vardı etrafında. Otlar başka yerlerde de bu kadar yeşil miydi acaba? Gittiğinden beri hazan olan bahçelerini düşündü. Anne, var olduğu her yeri yeşertmeyi nasıl başarırdı? Gözlerinden yaş- lar süzüldü, süzüldü... Silmedi bu defa onları, saklamadı da. Bir annenin gözünden kaçar mıydı hiç evladının hüznü? Oturup anlattı uzun uzun. Kışı nasıl geçirdiğini, okulunu, sınavlarını, evlerini. Bahsetmedi ama arka bahçelerine o gittikten sonra hiç inme- diğinden, günlerdir yemek yemediğinden, geceleri uyuyamadığından. Söylenmezdi böyle şeyler anneye. Sonra kocaman sarıldı toprağa. “Me- zarlıktan korkanlar henüz bir sevdiklerini oraya emanet etmemişlerdir.” diyen ne doğru demişti. Hava kararmak üzereydi. Üzerini silkelemedi, gözlerini silmedi. Şöyle bir baktı etrafına; mezarlıkların üzerinde açan renk renk çiçeklere, yeşeren ağaçlara, yumuşacık esen şu rüzgâra… Buraya bahar gelmişti ama eve gelmeyeceği belliydi. Bir Fatiha okudu veda niyetine; tüm yalnız çocuklara, evladını bırakıp gelmiş yaslı anne- lere, gönlü kırık babalara. Usulca ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Her adımın kendisini buraya -bahara- yaklaştırdığını biliyordu. Artık biraz da olsa hafiflemişti. 15

DOSYA M. Bahaeddin ATABEY Reyhan ATABEY [email protected] [email protected] ELDE VAR HÜZÜN İnsanlar yaşadıkları hüznü tarif etmekte her zaman çok zorlanmışlardır. Bu yüzden içinde bulundukları durumu hep bir başka duruma nispetle anlatırlar. Şiir okurlar, yazı yazarlar, müzik dinlerler, bir sanat icra ederler ama hiçbir zaman hüznün o katıksız hâlini anlatamazlar. Çünkü hüzün, kendi başına orada değildir. Bir tezahür olarak onu hep bir yerlerde görürüz. Kemal Sayar,Hüzün Hastalığı kitabında “Hüzün ve melali tedavi etseydik, herhâlde pek çok şahe- seri okuyamazdık. İnsanın yaşantılarından öğreneceği çok şey vardır. Hüzün, bizi iç dünyamızın daha önce keşfetmediğimiz ayrıntıları ile buluşturabilir. Onu misafir gibi kabul etmek gerekir.” ifadesiyle bu meşakkatli misafiri bize tanıtmaya çalışmıştır. Bu misafiri ağırlayıp hüznü yazmak da, tarif etmek de, anlatmaya çalışmak da epey zordur. Dönüp dolaşıp sürekli hikâyelerin içinden tarif etmeye çalıştığımız hüzün, bizim bu yazıyı bir türlü yazamamamıza sebep oldu. Bir sanat eseri icra ediyor olsaydık, bir resmi içimizden geldiği gibi kâğıda aktarsaydık yahut hislice çalınan tamburun gönül sızlatan nağmesinin içerisin- den hüznü çekip alsaydık daha kolay olurdu ama yazmak, anlatmak, birbirine hüzünlerini anlatarak konuşmaya çalışan insanlar olmak... Bu çok zor. Oluşum aşamasında başta bunu yapmaya çalıştık. Kısa hikâyelerle, cümle cümle belki de size hüznü anlatacaktık. Ama elimizden çıkan o hikâyeler paylaşılamayacak kadar dokunaklıydı. Sonuç itibarıyla biz de hüznü tarif etmek yerine,onun ne olmadığını anlatmaya karar verdik. “Karanlığı görmeden de ışığın ışık olduğu- nu idrak edebilir miyiz?” sorusuna cevap aradığımızı da söyleyebiliriz. Yaşadığımız dönem hüznü, gamı, kasveti, kederi bir hastalık olarak görmemize neden oluyor. Antidepresanlar, plasebo yutturulan “stresli” insanlar… Bütün bunlar kendi hikâyemizdeki hüzün algımızdan kaynaklanıyor. Çünkü biz bütün olumlu sayılabilecek hisleri ulaşılması gereken mutlak bir hedef olarak algı- lıyoruz. Oysa hüznü biraz olsun tarif edebilen birçok insan mutluluğu yahut diğer olumlu hisleri mutlak bir hedef olarak görmüyorlar. Ömür Hanımla Güz Konuşmaları şiirinde Şükrü Erbaş şöyle diyor; Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 16

umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör- meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü- şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Gerçekten de her şeyi iyi yanından göremeyiz. Bu noktada “Ters Yüz” adlı ani- masyonu hatırlamakta fayda var. Zihinlerinde yaşadıkları Riley isimli çocuğun yalnızca mutlu olmasını isteyen duygu karakterlerinin bunu yaparken aslında ona ne kadar zarar verdiklerini anlatan ve aynı zamanda insanın düalizmini ele alması bakımından gayet ufuk açıcı bir animasyon. Düalizm demişken aklıma gelen Cemal Süreya şiirini şuraya iliştireyim. Durakta üç kişi Adam kadın ve çocuk Adamın elleri ceplerinde Kadın çocuğun elini tutmuş Adam hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü Kadın güzel Güzel anılar gibi güzel Çocuk Güzel anılar gibi hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi güzel İnsanın da bir donanımı ve yazılımı vardır. Beden ve ruh ikilisiyle bir bütün- dür. Mutluluğu kalbimizin derinlerinde hissedebilmek için önce hüzün denen mefhumu tatmamız gerekiyor. Ömrü boyunca hiç değilse Yemen türküsü için mahzun olmamışsa bir insan, yitirdiği sevdiklerini hatırına getirince içi sızlamı- yorsa, mutluluk diye tanımladığı duygudan şüphe etmelidir. İnsan mahzun olunca ne yapar? Bu soru belki birçok cevapla cevaplanabilir. Belki mizaca göre değişebilir ancak insan üzerinde en çok tesir eden hüzün, bir nimeti de beraberinde getirir. Gözyaşı dökmek gerçekten büyük bir nimettir. Kalbi yumuşatır, zihni rahatlatır, belki de insana aciz olduğunu hatırlatmasıyla en güzel tesellidir. İnsan, kendisine bahşedilen kendini teselli etme yetisiyle zihin dünyasını sorgular. Soyut somutlaşır, artık acıyı elle tutabilir insan. Me- şakkatli misafiri kabul eden insan artık bir kalbinin olduğunun idrakindedir. Misafiriyle tanışır ve başlar kendini anlatmaya. Attila İlhan’ın deyişiyle, “Birikip yeniden sıçramak için elde var hüzün.” 17

MASAL Esma ŞAFAK [email protected] ‘B’ ARTIK İHTIYARLADI! – B artık ihtiyarladııı! – B artık ihtiyarladı! Bu nereden çıktığı belli olmayan cümle her gün harflerin arasında biraz daha yayılıyordu. Halıya dökülen bir bardak su gibi geri alınamıyordu hem de, yayıldıkça yayılıyordu. İki harf bir araya gelse hemen B’den bahsediyor ve pek de iyi şeyler söylemiyorlardı. Misal diyorlardı ki, “Bu B aramıza karışmak istese sarkan göbeğinden yanına yaklaşamıyoruz. Başa geçtiğinde ise durum daha kötü: Koca gözlükleri satırın yarısını kaplıyor.” – Göremiyorsa gitmeli artııık! – Geçen gün balık yazabilmek için tam on iki noktakika onu bekledik. Hem de ortalıkta alık alık! – Evet, alık alık! – Beklemek kelimesinin onsuz olmamasına şaşmamalı. Hem giderse hayatımızdan beklemeyi de çıkarmış olacağız düşünsenize. (Kıkır kıkır) 18

Böyleydi, harf ırkı yazamadıkları hiçbir şeyi yaşayamazdı. – Onun önemli bir kelimenin içinde olduğunu hatırlamıyorum. “Böl me”, ki en sevmediğim matematik konusu. “Biber”, “boş”, “bezelye” (ıyyyy) – En fazla böğürtlen yiyemeyiz! – Evet, evet. En fazla böğürtlen yiyemeyiz. (kıkır kıkır) Köşede kimsenin gözüne batmamaya çalışan D, göbeğini o kadar içine çekmişti ki biriktirdiği nefesler neredeyse karnını patlatacaktı. Bu duy- dukları ona en az korkunç bir rüya kadar korkunç gelse de sesini çıka- ramıyordu. Tıpkı korkunç rüyalarda olduğu gibi. Tabii ya, itiraz ederse onun da dışlanması en büyük ihtimaldi. Hem de B’ninkinden bile büyük bir göbeğe sahipken. Bu riske giremezdi, arkadaşları ne derse kabul et- meliydi. O da herkes gibi, evet evet, demeliydi. Bütün uyumlu harfler böyle yapardı. Karar Zamanı Herkes aynı fikirde olduğu için ya da içindeki kendi fikirleri küçücük ka- lıp sesleri çıkmadığı için toplanıp B’ye ne olacağı hakkında bir karar ve- receklerdi. Acil durum çağrısı yapıldı. Bu, ünlemin işiydi. Bütün harfle- rin önünde takla atarak koştuğunda anlarlardı ki meydanda toplanma zamanı. Önemli bir konu konuşulacak. Yavaş yavaş tüm harfler yerini almaya başladı. Evet, B en son gelen ka- tılımcı olabilir ama D ve “Yere Yakın G” de (Gözleri bir salyangoz kadar yere yakın olduğundan herkes ona böyle derdi.) ondan hemen önce yetişmişti. Aralarında en fazla üç noktakika vardı. Herkes tamam olunca ikiz parantezlerden solabakan koştu ve kapıyı kapattı. Bu arada henüz 19

onlardan hiç bahsetmedik, o yüzden bir tanım cümlesiyle başlamam gerekirdi. Sağabakan, solabakandan sadece bir noktakika önce doğdu- ğu hâlde büyüklük iddia eder ve toplantıları ben açmalıyım, derdi. So- labakan da herkesten önce orada olmak zoruna gittiğinden buna itiraz etmezdi. Şöyle böyle derken konu B’nin artık ihtiyarladığına geldi. Herkes sözle- rini kibarlaştırıp amaçlarının kabalığını gizlemeye çalışıyordu. Cümlele- rine “Sevgili B” diye başladıklarında onu etkilemediğini sanıyorlardı. Ve nihayet aralarından biri tüm bu dağınık çirkinliği amaçlarına bağladı. – Görüyorsun toplantıya bile en son gelebildin sevgili B. Senin artık dinlemeye ihtiyacın var. Belki de “Tozcuk Ülkesi”nde kendine biraz zaman ayırmalısın. Hem belki balık bile tutarsın! Etrafta derin bir sessizlik oldu. Sanki herkes gizlice dolaptaki çikolatayı yemeye gidiyor- du da çıt çıkarmaya korkuyordu. Herkes konuşması için B’ye bakıyor, o ise bir nokta- ya odaklanmış şekilde sadece uzun ve hüzünlü nefesler alıp veriyordu. Belki de kaybedeceği tüm kelimeler gözlerinin önünde uçuşuyordu. Çok şey kaybedecekti bunu biliyordu, balık tutamayacağı- nı da. Çünkü TozcukÜlkesi’nde yapılabilecek tek şey uyumaktı ve birinin ara sıra tozlarını üflemesini beklemek. Ama geride kalan harfler de çok şey kaybedecekti, onlardan da çok kelime eksilecekti. Daha da uzun uzun nefesler aldı. Kalbini büyük nefesler mi bu kadar acıtıyordu? İlk defa böyle bir şey hissetti. Tarif etmesi gerekirse üzül- mek, kalbin tıpkı ıslak bir çamaşır gibi ters yönlerde son kuvvetle buruş- turulmasına benziyordu. Islak çamaşırlar da acır mıydı? Böyle bir şeyi de ilk defa düşünüyordu. B’nin gözlerinin önünde şimdi kelimeler değil, çamaşırlar uçuşuyordu. Düşünmeye devam etti. Vazgeçilebilir olmak kötü bir şeydi. Hiçbir harfin hoşuna gitmeyecek bir şeydi. Bunların hep- sini içinden düşündü. Dışındansa sadece, “Peki.” dedi. – Peki, her şey için teşekkürler. Ertesi gün “-“ artık yoktu, onunla var olan hiç-ir kelime de yoktu. Görü- yorsunuz, -en dahi kullanamıyorum onu. İlk günlerde pek fark etmedi- ler harfler -u yokluğu. Sadece içlerinde tam olmayan -ir şeyler vardı. Ne 20

yapsalar dolduramadıkları -ir -oşluk. Zaman geçti, harf ırkı her gün -iraz daha mutsuz uyanmaya başladı. Hiç-iri doğru düzgün evden çıkmıyor, çıksa da iki harf -ir türlü yan yana gelemiyordu. Eskiden -irkaçnoktaki- kanın hesabını yaparken şimdi saatler hatta günler kıymetsiz olmuştu. Ne olmuştu? Giden harfle kurulan hangi kelime bu kadar önemli ola- bilirdi? Kendileri dışında -ir harf görseler soracaklardı ama ünlem tüm gün takla atıp acil durum çağrısı yaptığında -ile iki harf aynı anda mey- danda olamadı. Görünen o ki tek çare vardı. Onların yolu -ir olamasa da akıllarının yolu -irdi. Tek tek her harf gelerek TozcukÜlkesi’nde B’nin etrafında toplanmışlar- dı. En son L de ayaklarını sürüyerek gelince hepsi tamamlanmış oldu. A, bütün şaşkınlığıyla ağzını açtı ve: – Seni burada beklemezdim doğrusu! Yani sen de hatalı olduğumuzu kabul mü ediyorsun? Bu bir ilk, dedi. Ve bunu söylerken şaşkınlığı yüz kat arttı çünkü uzun cümlesinde hiçbir kelimesi yarım kalmamıştı. Bunu ne kadar da özlemişti. Uzun süre son- ra B diyebilmek, keyfini yerine getirmişti. Ama biliyorlardı ki asıl sorun böyle kelimeler değildi. Yokluğu onları mutsuz eden çok daha önemli kelimeler olmalıydı. Bütün harflerden farklı öneriler çıkmaya başladı. Bu kez B ile ilgili en güzel kelimeleri bulmaya çalışıyorlardı. Tabii bezel- yenin lafı bile edilmedi. Bulmak, bahar, bebek, bonibon… Tüm bu uzun zamanda B hiç konuşmuyordu. Sadece söylenen her ke- limeyi ufak bir gülümsemeyle o da tekrar ediyordu. Sanki neler yapa- bileceğini duymak ona da iyi geliyor, önemli olduğunu hissediyordu. Nihayet soru işareti dayanamadı ve sordu: – Sevgili B! (Bu seferki içten gelen bir seslenmeydi.) Sen hiç mi bir şey söylemeyeceksin? En iyi sen bilirsin kendini. Ne var içinde ki hayatı- mızda olmazsan olmuyor? B, gözlüklerini düzeltti ve konuşmasına şöyle başladı: – Ben buraya geldiğimde o kadar üzgündüm ki her noktakika gözle- rimden istemeden yaşlar akıyordu. Sonra yanıma beli eğilmiş, be- yaz saçlı bir adam geldi ve, “Boşuna ağlıyorsun çünkü gelecekler.” dedi. “Hayır,” dedim, ”Asla dönmeyecekler çünkü bir kez giden gel- mez geri.” Bunu duyunca bugüne kadar gördüğüm en sesli kahkahayı 21

attı ve, “Gelecekler.” dedi. Ben de ona, “Sana inanmam için bana sebe- bini açıklaman gerekli.” dedim. Ve anlatmaya başladı: – Her harfin sahip olduğu üç muhteşem kelime vardır. Bunlar ona özel olarak verilmiştir. Eğer o giderse diğerleri onsuz yapamasın, kıyme- tini anlasınlar diye. Bu yüzden biz onlara “kurtarıcılar” deriz. Senin kurtarıcılarınsa, “BİRLİK, BİLMEK, BAHTİYAR”. Sen yokken hiç bir ara ya gelemeyecekler, bunun sebebini de bilemeyecekler ve asla tam anlamıyla bahtiyar olamayacaklar. Hiç harf bahtiyar olmadan hayatı sevebilir mi? Gelecekler hem de çok yakında! “İşte böyle.” dedi B. Gerçekten de geldiniz! B’yi alıp defterlerine geri dönerken her harfin aklında tek soru vardı: – Beni ben yapan üç muhteşem kelime ne? Ne zaman öğrendiklerini bile hatırlamadıkları sabah marşları şimdi daha anlamlı hâle gelmişti. Bilenler hep birlikte, bahtiyarca lütfen: Benim kelimem seninle güzeeeeel Ve senin varlığın beni kılar özeeeel Haydi geeel Gel, hayatı keşfeeet… (Şimdi sevgili çocuklar, lütfen geri dönün ve B’yi ait olduğu yerlere ekle- yin, öykümüz bahtiyar olsun.) 22

MAKRO ÂLEMDEN MİKRO ÂLEME Muzaffer FIRAT [email protected] BİLİME İSNAT EDİLEN YANLIŞ ALGILAR Manipülasyon veya sık sık duyduğumuz algı ile oynama, dünyanın dört bir yanında ticari, siyasi, sosyal veya ekonomik amaçlarla kullanılmak- tadır. Ülkemizde de bunu sıklıkla görmekteyiz. Yeşilçam’dan tutun da her gün televizyondan izlediğimiz reklamlarda, takip ettiğimiz “güveni- lir” haber ajanslarında dahi algı oyunu oldukça yaygındır. Biz de bu ya- zımızda pek fark edemediğimiz, göremediğimiz yaygın bir yanlış algıyı gün yüzüne çıkarmak ve yıkmak niyetindeyiz. Bu algı, bilimsel metod ve bilimsel bilginin kesin olarak doğru olduğu düşüncesidir. Birçoğumuz bilimsel yöntem basamakları ve bilimsel bilgi konusunda bilgi sahibiyiz. Yaygın olan tanıma göre -basitçe- bilimsel metod, belirli bir objektif süreç izlenerek bilimsel bilgi elde etme yöntemidir. Bilimsel yöntem basamakları kullanılmadan elde edilen bir bilgi, bilim dünyası tarafından kabul edilmemektedir. Bilimsel bilgi ise, ona ulaştıran yöntem ile aynı doğrultuda objektif, nes- nel, deney ve gözlemlere dayalı, kesin ve mutlak doğruların tümüdür. 23

Bunun yanında -bu yazımızda üzerinde duracağımız üzere- bilimsel bilgi yanlışlanabilir bir bilgidir. Hatta bu bilgiler, o zamana kadar elimizde bulunan veriler ve çağın teknolojisiyle ulaşabildiğimiz en doğru bilgiler olarak tanımlanıyor. Yani teknoloji ilerledikçe bu veriler yanlışlanabi- liyor veya gelişebiliyor. Üstelik bu bilgiler Descartes’in öngördüğü bi- çimde, o bilgiyi ortaya atan bilim insanının var olandan şüphe etmesi ile oluşturuluyor. Aslına bakarsanız bu bilimin dogmatik değil dinamik olduğunu gösterir, çünkü değişime hep açıktır. Fakat bugün görüyoruz ki, bilim adına konuşanlar o günün doğrusuna yegâne doğru gözüyle bakıyor. Tüm bu söylediklerimize protein üretim mekanizmasının bir bölümünü basit bir şekilde açıklayarak örnek verebiliriz. Proteinlerin küçük yapı- taşları olan aminoasitler, hücre içinde bulunan ribozom organelinde üretilir. Bu organeller mRNA (mesajcı RNA) tarafından DNA’dan getiri- len üç nükleotitlik şifreyi okuyan ve yine bir başka RNA (taşıyıcı RNA) tarafından, gelen şifreyi aminoasit zinciri hâline getiren çok karmaşık ve kompleks bir yapıya sahiptirler. Örneğin DNA’dan CTC (Sitozin-Timin-Si- tozin) nükleotid dizisi (kod) ile şifrelenen mRNA (GAG olarak karşılık bulur) dizisi (kodon) ribozoma gelerek tRNA (taşıyıcı RNA) tarafından getirilen üçlü karşılığını ribozomda anlamlı hâle getirir ve glutamik asit aminoasidinin üretimini sağlar. Ribozom, kendine gelen onlarca farklı şifre dizisini kullanarak böylece proteinin en önemli ilk formunu üret- miş olur. Fakat verdiğimiz bu bilgi 1956 yılında yapılan bir keşfe kadar böyle değildi. Bilim dünyası mRNA ve tRNA isimli ara formlardan ha- bersizdi. Her aminoasit dizisinin kendine has bir ribozomu olduğu zan- nediliyordu. Ta ki Eliot Volkin ve arkadaşları ribozomların yalnızca birer çalışma masası olduğunu, şifreyi getiren bir başka ara formun (mRNA) olduğunu keşfedene kadar. Bu keşif sayesinde, DNA’yı anlamak ve ge- rekli olduğunda insan vücuduna faydalı olacak aminoasit kökenli mad- deleri laboratuvar ortamında üretmek mümkün hâle geldi. Buna benzer birçok örnek var. Hücre zarı modelinden, genetik mater- yalin dizilimine, Mendel kalıtımından, nöronlarda elektriksel uyartılara (impuls) kadar bu yanlışlama veya geliştirme sürecinin yaşandığını gö- rüyoruz. Bilim adına konuşan ve onu bir tabu hâline getirenler, ellerin- de bulunan argümanın en doğru ve sarsılmaz olduğunu her dönemde iddia etmiş. Peki doğru ve hak olan değişebilir mi? Eğer biz bir bilgiyi mutlak doğ- ru kabul edip diğer yöntemlerle elde edilen bilgileri yanlış veya eksik 24

göreceksek bizim metodumuzun kâmil olması; bu kâmil metodla elde edilen bilgilerin en üst, en öz, değişmez ve sarsılmaz bilgiler olması ge- rekmez mi? Üstelik bilimsel metod; söyleyeni belli olmayan bir insan aklı ürünüdür, bir felsefedir. Felsefeyi bilimsel bir bilgi olarak kabul ede- bilir miyiz? Peki bilimin içindeki boş alanları nasıl dolduracağız? Yine proteinleri örnek verelim. Bu mucize moleküller, hücrede görevli oldukları bölge- ye mikrotübül ve mikrofilament adını verdiğimiz protein yapılı, ipliksi uzantılarla çekilir. Bu ipliklerin çapları 6 nanometre ile 25 nanomet- re arasında değişmektedir. Bir insan hücresinin çapının (100 mikron) 1/4000’i olan bu yapıları ve görev yerine götürdükleri proteinleri, 60 kilometre çapında bir şehir merkezinde (örneğin İstanbul’da) şoförü ol- madan ilerleyen bir otobüse benzetebiliriz. Anlık olarak gerçekleşmek- te olan bu olay, bilim dünyası tarafından nasıl açıklanabilir? “Protein- ler, mikrotübüller sayesinde görevli oldukları bölgeye taşınır.” diyerek öğrendiğimizi zannettiğimiz bu süreç nasıl işliyor? Evet, bir fizyolojik süreci açıklamaya çalışmak ile o süreci ezelden beri işletmek farklı şey- lerdir. Şimdi biz bilimsel bilgiyi doğru kabul etmiş mi olduk? Yoksa ona gönülden “inanıyor” muyuz? Denilebilir ki; peki teknoloji ve biyoloji bilimi nasıl ilerliyor, nasıl her gün yeni tedaviler bulunuyor? Bu soruya geçmişten çok basit örnekler verebiliriz. Örneğin turşu, yüzyıllardır sofralarda. Turşuyu ilk bulan in- san acaba fermantasyondan haberdar mıydı? Ya da içkiyi icat eden ilk kişi, bira mayasını görmüş müydü? Bu insanlar, bu sisteme hâkim olma- malarına ve bugün bizim çok daha detaylı bir şekilde fermantasyonu bilmemize rağmen fermantasyon aynı fermantasyon. Yalnızca onun iş- levselliğini artıracak birtakım detayları bugün kullanabiliyoruz. Elbette bilim gelişiyor. Fakat bu ilerleme, zanlar doğrultusunda gerçekleşiyor. Bazı ilaçların fayda vermemesinin ve bazı araştırmaların olumsuz so- nuçlanmasının sebebi de bu zandır. Bu durumda bilim, bir zan üzerine işlemektedir. Sonuç olarak bilimsel metod ve bilimsel bilgi insanların menfaatine uy- gun pek çok şeyi ihtiva etmektedir. Bunun yanında, insan ürünü olan her şeyde olduğu gibi, bilimsel metodun ve bilimsel bilginin de eksik yanları vardır. Ne onu bir tabu hâline getirebiliriz ne de menfi kısmını reddedebiliriz. Ne dersiniz, “Bu, bilimsel olarak kanıtlanmış.” sözünü duyduğumuzda bir kez daha mı düşünsek? 25

ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] SOLUCANIN DEDİĞİ Bazen hayat, sırf etekte taşlar kalıp sahiplerine ağırlık yapmasınlar diye uygun bir yerde dökülmeleri için iki insanı buluşturur. Çamlıktaki bank- ta insanı içeriden soğutan havanın kararmasına az kala gerçekleşen karşılaşma da bunun hikâyesi. Yalnız çoğu kez yazanın ağzından konuş- turulan kahramanların aksine bu sefer herkes kendi hikâyesini yüksek sesle anlatmaya meyilliydi. “Evet, düşünüyorum. Hatta şuan düşünmeyi düşünmeye başladım. Bu benim iç sesim mi? Ama sessiz ne tuhaf, neden ona ses dediler iç düşün- ce deselermiş ya! Aman neyse ne. Şu ağaçlara bak, manzaraya bakma- ya geldin, o içli şeye kaptırma kendini. Zamanı bazen, hele de böyle yal- nızken yaşamak için fazla uzun buluyorum. Mesela bankın diğer ucuna telefonumu koyuyorum olurda çalarsa bekletmeden açmak…ah ne aciz bir beklenti. Ben birilerinin varlığına ihtiyaç mı duyuyorum? Bu kadar alçaldım mı gerçekten? Aslında biliyorum çok da önemli sayılmam ha- yat için ama yine de kendime bunu söylemek zor. Şu ‘iç düşünceli ses’ belası olmasa ne kadar değerli ve biricik olduğunu sürekli kendine ha- tırlatan birine dönüşebilir, pekâlâ daha mutlu da olabilirdim. Mesela şu az önce köpeğiyle geçen adam, ne kadar kendinden emin yürüyordu. Az kalsın tabiat da ona saygı duymaya girişecek, ağaçlar dallarını bellerine bağlayıp dal pençe divan duracaklardı. Cidden delilik mi bu yaptığım? En az iki kişi olduğumuz zamanlarda zihnimin yaptığı esprilere gülmeyi delilik sayan bir bilime inancım olamaz. Neyi düzelttiniz insana dair? Her biri bir sonrakiyle kavgalı binlerce görüş. İnsan da insan. İnsan bir kenara, peki ben? Bu bitmek tükenmek bilmeyen kendinelik ve bundan hiç çıkamamak. İşte bu da o anlardan biri. Sürekli tekrar eden anlamsız- lık giysisi. Bu arada telefon hâlâ orada ve kimse aramadı. Ben, yaşayan hiç kimsenin aklına gelmedim bugün. Çünkü insan, eğer nefes aldığın- dan şüphesi yoksa günde en az bir kez birinin aklına gelmeye muhtaç- tır. Şimdi tek tek tanıdığım herkesi aklıma getirmeliyim. Anneannem ne severdi çiçekleri. Çatıdan güneş alan apartman merdivenlerini çiçeklere 26

ipotekleyip bulduğu her yoğurt kabına yeni bir güzellik bırakırdı. Bit- kilerin dili olduğunu ondan öğrenmişim, bak sen şu işe. Anneanneler de psikanalize dâhil edilene kadar inanmıyorum bu bilime de. Turuncu tulumları, oyalı başörtüleriyle çimenleri biçip çiçekleri halı gibi toprağa seren şu teyzeleri görünce geldi aklıma rahmetli. Ne tuhaf zihinlerimiz, hızına yetişemez oluyorum bazen. Telepatiyi tetiklesem çalar mı tele- fon? Aklıma gele gele rahmetli anneannem geldi, bunun üzerine iyi ki çalmadı zaten telefon, aklımın kalanı da kaçardı. Rüzgârdan uçmasam bari, güneşi kaçırdığım yetmedi. Huzurlu bir tarafı var, yüzümü okşa- dıkça boşluğuma doluyor gibi hissediyorum. Rüzgârla avunmaya baş- ladım, acaba durumum çok kötü de ben mi farkında değilim? Şu hâlime bak, ben, ben ki bu hâllere… Hak ettim. İnsan başına kötü ne gelse hak edermiş ama iyilikleri yapmaya da gücü yetmezmiş, onu lütuftan bile- cekmiş de miş. Aklı olan bunu nasıl kabul eder? Yok yok, hak ettim, izin verdim bana zarar vermelerine. Şimdi zarar verecek kimsem de yok. Nerdeyse kötü de olsa varlığı yokluğa yeğleyeceğim. Eeşimdi? Bundan sonra? Kalan zamanda? Ne için kalan zamanda. Ölmeden öncesinde yani açık konuşalım. Yirmi beşimde gömmediler, şimdi her parçası elim- de kalıyor.” — Aa merhabalar Ruşen Hanım, beni hatırladınız mı? Sizi burada gör- düğüme çok şaşırdım doğrusu. — Çıkaramadım, kusura bakmayın. — Ben Mithat. Yazları anneannenize gelirdiniz. Ben Narin teyzenin üst komşusuydum. Nerden baksanız on yıl oldu canım görüşmeyeli. En son cenazede işte. — Ah doğru, şimdi hatırladım Mithat Bey kusura bakmayın. Ben burada oturuyorum da sizi hangi rüzgâr attı buralara, tatile mi geldiniz? — Müsaadenizle oturabilir miyim? Telefonunuzu veriyim şöyle. Sorma- yın Ruşen Hanım, bir tanıdık görmek nasıl mutlu etti beni. Uzun za- man olmuştu birine selam verip oturup konuşmayalı. Hatırlar mısınız bilmem Narin teyzem bana okul önlüğü dikerdi. Yakalık örerdi. Az mı yemeğini yedim, çayını içtim? Bir defasında en sevdiği mandevillasını düşürüp saksısını kırdım diye nasıl gözleri dolmuştu. Çiçeği hemen baş- ka saksıya aldı, okşadı, sevdi. Ne hayretle izlemiştim. İsminin ona nasıl yakıştığını düşünmüştüm. Sanki yeni doğmuş bir bebekle ilgilenir gibi hassas davranırdı onlara, siz benden iyi bilirsiniz tabi. Bir defa kızmadı 27

sesini yükseltmedi. Bana ikinci anne olmuştu. Eski eşimle ilk tanıştığı- mız sıralar tutup elinden Narin teyzeye götürdüm. Onunla tanıştırma- dan annemlere bile söylemedim, varın siz düşünün. Tabii dile kolay on yıl geçmiş, neler oldu hayatımda neler? “Bu adam da nerden çıktı şimdi? Anneannem aramak yerine vekilini mi gönderdi? Hayal meyal hatırlıyorum, arada ‘Mithat oğlum şöyle yar- dım etti, böyle iyi...’ diye bahsederdi ama öyle de denmez ki adama. Oturdu bir kere, belli seviyor da konuşmayı. İşte şimdi çalsa telefon da bir bahaneyle kalksam. Nasıl da konuşasım yok.” — Evet evet, öyleydi rahmetli. Biz de çok özledik. “Biz kim Ruşen? Yalana da mı başladın? Az önce aklıma geldi, artık ora- ya gelecek başka kimse kalmadı hayatımda, demiyorsun da. Biz de çok özledikmiş.” — Evlendiğinizi duydum sonradan. Hayatta olsa ne sevinirdi. Benim asi torunum derdi sizin için. “O evlenmez, kafasında konuşan çok ses var onun. Böyleleri ya düzen değiştirir ya düzene sığmaz evladım.”derdi bana. Çok severdi sizi, en çok Ruşen ismini duydum ağzından. “Sen nereden duydun benim evlendiğimi. Sahi evlendim de boşandım bile, onu duymamış bak. Demek ki torba ağızlılar görevini layıkıyla ye- rine getirememiş. Anneanneme bak sen! Düzen değiştireceğim sanmış, kafamdaki seslerin sonumu getireceğini bile öngörmüş. Demek bir za- manlar var olmuş herkes günde en az bir kez biri tarafından hatırlan- maya muhtaçmış. Nefes alıyor olmakla bunu sınırlayınca eski komşu hortladı.” — Şaşırdım doğrusu. Bana sitem ederdi hep, ben mi kurtaracakmışım dünyayı diye. — Gurbette olduğunuz için size ayrı düşkündü. Tam doğduğunuz sıra- lar gelmek istemiş, gelememiş. O aralık ben dünyaya gelince hasretini benimle giderdi. Torunu bildi sağ olsun. Ruşen Hanım, müsaadenizle bu akşam biletim var dönüyorum Gemlik’e. Benim gibilere artık za- man mekân fark etmiyor. Köksüz budaksız olunca nerede nefes alsanız orada kalıyorsunuz. İkinci kitabıma başlıyorum, ilki çok okunmuş gibi. Kendime meşgale buldum, ne yapayım. Narin teyzemi de anlatacağım bölümler olacak. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Size de taslağını da 28

okutmak isterim. — Yazdığınızı bilmiyordum. Tabii, muhakkak okumak isterim. Aynı yer- de mi oturuyorsunuz hâlâ? — Evet. Annem babam sizlere ömür. Tek başıma orada yaşıyorum. — Başınız sağ olsun. Uğramaya çalışırım. Hem anneannemi de ziyaret ederim. İyi yolculuklar Mithat Bey. “Anneannemi onu hiç tanımayan insanlar okuyacak, öyle mi? Narin diye biri varmış diyecekler. Çiçekleri severmiş, iyi kalpliymiş, diyecekler. Belki de bir zamanlar var olmuşlar, içinde yalnızca iyi olanlar, günde en az bir kez biri tarafından hatırlanmaya muhtaçtır. Hatta belki de diğer- leri onları hatırlamaya muhtaçtır. Hatırlanmayı beklerken asıl ihtiyacım olanın hatırlamak olduğunu bana solucan deliğinden çıkıp gelen bu adam mı gösterdi?! Ben iyiliği bile deşip içinde karşılık varsa diye ondan vazgeçmeyi kimden öğrendim? Kanıma karışan bu merak durdurmadı yıllarca. E ne oldu ya sonunda? Köklerine dönüp bir mezar taşından ha- kikati almaya kaldın. Son çare buna kaldın Ruşen.” Solucan delikleri, hayatın joker kartlarıdır. Onları uzay boşluğunda ara- mak bilimin işi. Çamlıktaki soğuk arttıkça Ruşen eskilere dönmeye de- vam etti. Bıraksanız böyle günlerce kalabilir. Kendi kendine gülüp son- rasında biraz tuzlu suyu yanaklarından buharlaştırabilirdi. Anlamsızlık giysisinin epey kalın geldiği günlerde kalkıp bir tur koşmanın iyi geldi- ğini söyleyen başka bilimler de var. Ruşen bunlara da inanmazdı ya en azından kalkıp bir bilet almayı akıl edebildi. — Buyurun? Nereye gideceksiniz? — Anneanneme lütfen. 29

KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] FAZLASIYLA HAYATIN İÇINDEN Günlük yaşamda davranışlarımızın hepsini psikolojik birer malzeme gibi görmek ya da neden sonuç ilişkisi kurmaya çalışmak zordur ve belki de gereksizdir. Yine de davranışlarımızı açıklamak için örüntüyü geriye doğru takip edersek kişilik, benlik, ihtiyaçlar, fizyolojik reaksiyonlar gibi belli başlı kavramlara ulaşırız. Birazdan anlatacağımız iki konu, size fazlasıyla tanıdık gelecektir. Bu davranışları çevrenizde görmüş, bir yerlerde okumuş, izlemiş hatta siz- ler de yapmış olabilirsiniz. Bu yazıda ele aldığım konular sadece çıka- rımlardan ibaret olmayıp kuramsal yapılar içinde test edilmiş ve üze- rinde çalışmalar yapılmıştır. Şu bir gerçek ki günlük hayatta birçok farklı davranışlar sergiliyoruz. Bu davranışların sebeplerine yönelik güçlü tah- minlerin olduğu bu iki konu ile sizleri baş başa bırakıyorum. Freud’un Mizah Kuramı Freud ve mizah kavramı, günlük hayatta birbirlerinden bağımsız olarak sık sık karşımıza çıkarlar. Nasıl bağdaştırıldıklarını ise gelin beraber in- celeyelim. Haber sitelerinden tanıdık gelecektir: Sahte içki içen birisi, verdiği bir röportajda “Karanlıkta televizyonu açtım, ses geliyordu fakat görüntü yoktu. Televizyon bozuldu sandım, meğer kör olmuşum.” demiştir. Sos- yal medyada bu durum mizah sayfalarında çokça paylaşılmış, zevksiz 30

mizaha da malzeme olmuştur. Geçmişten günümüze bu ve benzeri ör- nekleri çoğaltmak da mümkündür. Freud zamanında ise bu tür şakalara “çöpçatan şakası” deniyormuş. Kitabında anlattığı fıkra ise şöyle: Genç bir erkek, genç bir kadınla arasını yapması için çöpçatana başvurur. Damat, gelini ilk gördüğünde canı çok sıkılır ve çöpçatana şikâyetleri- ni fısıldamaya başlar: “Hem çirkin hem yaşlı, dişleri de berbat, üstüne üstlük gözleri de şaşı…” Çöpçatansa, “Sesini alçaltmana gerek yok, aynı zamanda da sağır.” diye ekler. İlk başta verilebilecek olağan tepkiden sonra -kahkaha ya da tebessüm- biraz düşünür ve aslında ne kadar tat- sız bir şey olduğunu anlarız. Bunu dışa vurmasak bile kendi içimizde yaşarız. Buna rağmen bu minvalde pek çok fıkra vardır ve yapılmaya da devam eder. Mizah kullanımının nedenleri araştırılmış ve bunun bir başa çıkma ara- cı ya da sadece mutlu olmak için kullanıldığı düşünülmüştür. Freud’un özellikle dikkat çektiği yer ise mizahı kullananlardan ziyade ona gülen- lerdir. Ona göre bu tür şakalara gülmek, bilinçaltı malzemeyle ilgili bil- giler verir. Freud ayrıca bu tür mizahı kasıtlı mizah olarak adlandırır ve ikiye ayırır: Saldırganlıkla ilgili mizahlar ve cinsellikle ilgili mizahlar. İlk bakışta bu iki kavramın nasıl mizaha konu olabildiğini garipseyebili- riz. Hakaretler, küçük düşürücü kinayeler, bir başkasının aşağılanması ve utanması bizi nasıl eğlendirebilir? Freud’a göre bu şakalar, bastırılan dürtülerin dışavurumudur. Bir insana ya da topluluğa saldırma isteği duysak da üst-benlik kontrolü ile bunu fiile dönüştürmeyiz. Ancak karşı tarafı aşağılayan, küçük düşüren bir şaka, karikatür vb. toplum tarafın- dan masum olarak görülür. Sonuçta bir şakadan ne zarar gelebilir ki? Benzer şekilde, cinselliğin açıkça konuşulması birçok toplumda hoş kar- şılanmaz ve bu konular bastırılarak açığa çıkması engellenir. Dışa vu- rulduğu alan ise tahmin edebileceğiniz üzere mizahtır. Yapılan bir araş- tırma normal ortamlarda konuşulamayan konuların şakalar ve fıkralar aracılığı ile daha rahat konuşulabildiğini göstermektedir. Freud, şiddet ya da cinsellik içeren bir şakaya gelen kahkahanın, sadece fıkranın çok komik olmasıyla açıklanamayacağını söyler. Biraz düşündü- ğümüzde fıkranın komik olmadığını anlarız fakat yine de güleriz. Freud bu durumu gerginliği azaltma ya da katarsis ile açıklanıyor: Fıkranın an- latılması ile başlayan merak ve gerginlik giderek artar. Son kelime ile gelen kahkaha, bu gerginliğin boşaldığı andır. Saldırganlık ve cinsellik içeren mizahtan sonra gelen gülme, fıkranın komik olduğu için verilen bir tepkiden ziyade bastırılmış dürtülerin açığa çıkması ve gerginliğin 31

azalmasıdır. Freud’un da dediği gibi “Aslında neye güldüğümüzü tam olarak bilmeyiz.” Gruba Uyma Davranışında Benliğin Kaybı “İnsanoğlu, nasıl bir varlıktır?” sorusuna verilen ilk cevaplardan biri, “Sosyal bir varlık.” olacaktır. İnsanlar bir araya gelerek toplumu oluş- turur, onu etkiler, aynı zamanda ondan etkilenir. Bu bakımdan insan davranışının büyük bir kısmı sosyaldir. Sosyal davranışın ne olduğunu daha iyi anlamak adına bazı örnekler verelim: Giyindiniz, dışarı çıktı- nız, durakta beklerken birisi üstünüze dikkatli bir şekilde bakmaya başladı. Çaktırmadan, “Acaba bir şey mi var?” diyerek siz de üstünüze çeki düzen vermeye başlarsınız. Başka bir örnek daha: Arkadaşlarınızla gittiğiniz bir konferansın sıkıcı olduğunu düşünüyorsunuz fakat onlar çok zevkli olduğunu ifade ediyorlar ve size de fikrinizi soruyorlar. Biraz duraksadıktan sonra siz de aynı fikirde olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu örneklerdeki sosyal olaylarda ortak olan nokta sosyal etkidir. Davranış- larımızı sergilerken normal olarak başkalarından etkileniriz, yani onlar kendi başlarına değil, etkilenme sonucuyla ortaya çıkarlar. Bireysel olarak diğerlerinden çok farklı olan insanlar, aynı toplumu oluşturduklarında birbirlerine benzerler. Âdetler, tutum ve davranışlar, yaşam tarzları, konuşma şekilleri vb. bir toplumu diğerinden ayırt et- mek için ipucu verir. Sosyal etki sonucuyla meydana gelen gruba uyma davranışı, insanların benzerliklerini, dolayısıyla sosyal düzenliliği oluş- turur. Bu düzenlilik sayesinde insanların davranışlarını ve tepkilerini ön- ceden tahmin ederek ona göre şekil alabiliriz. Sosyal etkileşim böylece çatışmasız bir şekilde ilerler. Gruba uyma davranışı üzerinde etkisi olan şeylerden, bu yazımızda “benliğin kaybı”nı ele alacağız: Bir gruba ait olduğunuzu düşünüyor- sanız o grubun normlarına uyarsınız çünkü bunu yapmadığınızda grup tarafından dışlanma ihtimaliniz vardır (Bu dışlanmanın sözle ifade edil- mesine de gerek yoktur. Mesela aktivitelere çağrılmamak bile bir dış- lanmışlık göstergesidir). Aynı şekilde grup güvenli ortamdır, maddi ve manevi ihtiyaçlarınızı karşılamanıza yardımcı olur. Grubun üyeleri bir görüşte hemfikirse tek başınıza buna aykırı fikir beyan etmek zordur. Aynı zamanda grubun gücü, insanlara kendi benliklerinden daha büyük bir kimliğin içinde olduğu hissini vermektedir. Bu güç sayesinde insan bazen normal kısıtlamalardan uzaklaşıp normlara daha duyarlı hâle ge- 32

lebilir ve kendinden daha önce hiç beklenmeyecek davranışlar sergi- leyebilir. Bu duruma Festinger ve arkadaşları, “kimlik belirsizliği” adını vermişlerdir. Kimliksizleştirilmiş veya bize uzak birisini (kimliğini bilme- diğimiz) istismar etmek daha kolaydır. Aynı şekilde bize uzak olduğu için büyük trajedilere de duyarsız kalabiliriz. Mesela bir hapishanede işkence edilecek kişilerin başına bir çuval geçirilerek o kişi kimliksiz hâle getirilir. Böylece yüzünü görmediğimiz birisine şiddet uygulanıyor ol- ması daha az vicdan azabına yol açar. Yüzün gizlenmesi benlik kaybına hizmet etmektedir. Nitekim bazı ka- bile savaşçıları yüzlerini boyarlar ya da maske takarlar. Bu savaşçıların esirlere daha zalimce davrandıkları görülmüştür. Aynı şekilde hırsızların maske takmalarının bir sebebi de yakalanmamaktan ziyade benliklerini gizleyerek hırsızlık eylemini vicdanen daha rahat yapmak olabilir. Ta- nınmaz olmak, daha az kendilik bilinci ve daha fazla grup bilinci demek- tir. Bulunulan ortam kişinin kendi benliğinin ortaya çıkmasını engelle- mekte, böylelikle grubun gereksinimlerini daha fazla yapma durumu ortaya çıkmaktadır. Benliğin kaybı sonucu gruba uyma davranışına örnek olarak futbol maçları da verilebilir. Taraftarlar maç içindeki pozisyonlara, taraftar sa- yısının çokluğuna bakarak reaksiyonlar gösterebilirler. Daha önce yap- madıkları sözler söyleyip hareketler sergileyebilirler. Aynı şekilde sokak protestolarında da benlik kaybı sonucu eylemciler şiddet ve suç işleye- bilirler. Psikoloji biliminin alt dallarından olan kişilik psikolojisi ve sosyal psiko- loji, bu ve buna benzer daha birçok konuyu ele almaktadır. Anlık davra- nışlarımız ve daha genel olarak uzun süre sergilemeye devam ettiğimiz davranışlarımız kuramsal temel ile araştırılmayı bekleyen cevherlerdir. Psikolojinin insan doğasına yönelik yapmış olduğu yorumları sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz. 33

DENEME Ayşe KAYA [email protected] FISILTILARIN SÜRÜKLEDİĞİ Hava aydınlanıyordu uyandığımda. Yorgandan kollarımı çıkardığım an, soğuk var gücüyle üzerime çullandı. -Bu aralar sonbaharla kış arasın- da bir rekabet olduğunu seziyorum. Dün tişörtümle gezinirken, bugün polar ceketimi giyme ihtiyacı hissedecek kadar üşüyorum. Yine de mü- temadiyen üşüyen biri olarak tespit yapabilmem çok hoştu doğrusu.- Ceketimi giymeme rağmen ellerimle omuzlarımı sıvazlamayı bırakmı- yorum. -Üşümek ve bendeki alışkanlığı olsa gerek.- Dizlerimi karnıma doğru çekip yatağın başlığına dayadım sırtımı ve düşünmeye başladım. Gece erken uyumama rağmen dinlenmiş olarak açamadım gözlerimi. Gözlerim değildi sadece dinlenmemiş olan, bedenimin ince ince sızla- ması ve eksikliği olmasa şaşardım dediğim baş ağrım da sabahın er- ken vaktinde dipdiri karşıladılar beni. Her olanın mantıklı bir açıklaması varmışçasına, nedenler sıralamaya başladı zihnim. Gözlerimin ağrısını, gördüğüm milyon tane rüyaya yordum. Komik oldu böyle de, o zaman göz numaram büyümüştür diyeyim de, gerçekçi olsun. Baş ağrım tes- cillidir, sinüzit en çok bu havalara yakışır bildiğiniz üzere. Bedenimin sızısına ise neden bulamadım, kendisi benden bağımsız hareket ediyor bence. Yatağımın ortasına doğru kendimi sürükledim, bir nesneye odaklanıp düşünme gücümü artırmak için çabalamaya başladım ve oturma pozis- yonum bağdaş kurmaya evrildi. Böyle daha bilgeyim, kollarımı büküp dirseklerimi dizlerime dayadım, ellerimi de çenemin altında birleştir- dim. Şimdi sıra kendime sitem etmekte, devam edelim. 34

Uykumun, yorgunluğumu almak yerine artırmak gibi bir niyeti vardı madem, keşke söyleseydi. Çünkü kendisine yenik düşmekten hoşnut değilim şu durumda. Ah ettim, keşke gece zihnime üşüşen o fiyakalı cümleleri yazsaydım bir yere. Yenik düşmenin de bir bedeli var. Şimdi, geceki kurduğum cümlelerden eser yok, sanki biri gelmiş de cümleleri- mi bir karahindiba sanıp üflemiş ve darmadağın olmuşlar. Onları topla- maya çalışıyorum, umudumu kaybetmemek için. Ama nafile, hatırlaya- bildiklerim cam kırıkları gibi paramparça, birleştiremedim ve kanattım ellerimi. Sitemle dost olmuş teselli cümleleri bulmam lazım diyorum içten içe. Ve şöyle bir yol izlemeye karar veriyorum: Gönül ve zihin dün- yama görevliler tayin edip onları dinlemekle başlıyorum işe. “Çok sevseydin -bir tutku gibi- eğer, kalkıp o sıcacık yatağından ve yenil- gilerinden uyanıp, yazmaya başlardın.” dedi gönlümdeki bilirkişi. Az önce gönlümün sillesini yedim sanıyorum, çarptı geçti beni üstadım. Vitesi düşürmeden devam etti üstelik: “Sevmeyene; bu deniz, bir çöl hükmündedir.” diyerek afallattı yine. “Se- viyorum ama…” diye mırın kırın edemedim karşısında. “Beni bekle bi- raz, döneceğim.” diyerek hızla uzaklaştım. Zihnime tayin ettiğim görevli, ne diyecek diye merak edip biraz da onu dinleyeyim dedim. Odama biri girdi tam bu esnada lakin odağımı boz- madığım için kim olduğunu göremedim. Giren de ses etmeyince, ka- pattım göz kapaklarımı ve zihin dünyama yol aldım. Ve beni, “İlham diye bir şey yoktur, uyandıktan sonra da yazabilirdin.” diyerek karşıladı zihnimdeki bilirkişi. “Ama...” dedim, “Bu kadar da olmaz ki! Sizi bana bileyen kim, sabahın, horozların bile ötmek için üşendiği bu vaktinde?” “İlham sendin. Onu hep başka başka yerlerde aradın, zamanını heba ederek.” diyerek devam etti sonra. Şimdi güzel bir şeyler söyledi sanırım diye düşünürken, gerçeğin o soğuk yüzünü de getirip karşıma oturttu. Soğuk demişken, üşümem geçmiş çoktan. Kalktım yerimden. Karşımda bir silüet görünce irkildim aniden. Odama giren o birisi hâlâ odamdaymış. Annem kapının eşiğinde durup beni izlemeye koyulmuş yine. Eskisi kadar şaşırmıyor bu hâllerime la- kin, izlemeyi ve gözlem yapmayı seviyor. Ah bi de bunu çaktırmadan 35

yapsa da ne ben korksam ne de o mahcup olsa! Kahvaltı hazırmış tabii, güya onu haber vermek için gelmişmiş. “Tamam.” dedim, “Geliyorum birazdan.” O, mutfağa doğru yol alırken ben de tayin ettiğim bilirkişileri sessize aldım ama söylediklerini unutmadan. Bilirkişiler tespit etmekle yetindiler, en sevmediğim. Yargı benim, karar benim çünkü. Aslında beni arafta bırakarak yorduklarının farkındalar, yorulmadan bir şey olmayacağının da farkına vardırarak… Karar ve Eylem İkisini de hak verdim; neyse derdimiz tasamız, hakkını vermeye uğraşı- rız çünkü. Ya da uğraşırım diyeyim de kimseye mesuliyetini hatırlatan olmayayım. Şimdi kahvaltıyı erteleyip elime en sevdiğim leylak mürekkepli kalemi almışsam şayet bu, zihnimdeki bilirkişi sayesinde. Kalemin alüminyum ucundan sızan mürekkebin, kâğıda dizdiği kelimeler ise gönlümün bi- lirkişisi sayesinde. Anlayacağınız, yine bir ekip çalışmasının içinde bu- luyorum kendimi. Beni arafta bırakıyorlar çünkü seçip yönetmeyi ve çözüm bulabilmeyi sevdiğimi biliyorlar. E insan, neyi sevdiğini bilip ona göre kendisine davrananları sevmez mi? Seviyorum. Niye biliyor mu- sun? İnce fikriyata sahip olabilmek her türden varlığa sirayet etmiyor da ondan. Bulmuşken bırakmak olur mu? Buldu da bunadı demezler mi insana? Hâsılıkelam bilirkişilerimi önemsiyorum. Bundan sonrası için, karar ellerimizde ve eyleme geçmek de. Nihayetin- de bunu irdeleyip dengeyi kurmak da bize bağlı. Bilirkişi seansı bunun için önemliydi, kendi kendime bir yöntem çabasıydı. Önemli olan yo- lunu nereye doğru yürüdüğündü, bu fısıltıların seni neye sürüklediği… Bir yerden başlayıp yaşamam lazımdı, nefes alabilmeyi öğrenmem de… Ben böyle yapa yapa öğreniyorum, kendimi de keşfetmeye çalışıyorum aynı zamanda. Bu döngünün devam edeceğini biliyorum ve karar-ey- lem arasındaki ince çizgideyim her zaman. Arafta olmak da güzeldir, güzeli umut edene. Kendi kendime verdiğim öğütler neticesinde, bugünkü seansımızı da bitirmiş bulunuyorum. Şu soruyu yönelterek buralardan gidiyorum: “Ya sizin bilirkişileriniz… Sizlere neler fısıldıyor?” 36

KALE’M Büşra SÜTÇÜ [email protected] BEYAZ BULUTLAR Güneşi avuçlarımda saklıyorum Yakmadan, korkmadan, yılmadan... Serinliğe kavuşmanın ertesinde Yağmur taneleri debelenirken hücrelerimde Huzura eriyorum Kalpler görüyorum taş renginden gökyüzüne çalan Selama duruyor binlerce kuş bu âna Sesleri varıyor dört bir yana Kanatlarından yükselen şarkıyla mırıldanıyorum Sis bulutlarına esir ettiğin sancılarını Hayat bumerangı yutuyor sakince Oysa heyecandan bir demet su üzerinde Halka halka... “Gülümse” çekiyor seni Hiç haberin yokmuş gibi. Kitaplar arasında sakladığım günleri Biriktiriyorum heybemde. Sonbahara yeniden inandığım Bir türkü tutturdum öylece... Umut, ümit ve neşeyle... 37

‫‪ECDADIN DİLİNDEN‬‬ ‫‪Beyza KARADEMİR‬‬ ‫‪[email protected]‬‬ ‫ﺳﺒﺐ ا‬ ‫أو ﭘﺮ ﺮ طﺒ ﻌﺖ‪ ,‬أوﻓﻠ ﻨﺠ وزﮔﺎ د ﻦ ﮔﻮك ﺻﻮﻟﻮﻗ‬ ‫اوﻟﻮ ﺳﺲ دوﻗﻮ ﻨﺠ ﺎ ﻗ‬ ‫دوﺷ اوﻟﻮﻣ ﮔﻮﻟﮕ ﺳ أﺷ ﺎ ‪.‬‬ ‫ﺑﺎﺷﻼ أﺷ ﺎده ﺣﺮﻛﺖ ﻗﻮ ﺗﻮﻟ ﻖ ا ﭽﻮن ﻨﺪ ﺪن‬ ‫دا ﺎ اوﺗ ﮔﭽ ﻚ ا ﭽﻮن آ ﻨ ﻖ ﮔﺒ اﻟﺒﺴ دن‬ ‫ﺎﻗﺎﻻ اوﻟﻮﻣﺴﺰﻟﻮﮔ ﺻﻮ ﺴﺰ ا ﭙﻨﻲ‬ ‫ﺻﻮ ﺮه ﺳﺲ اوﻟﻮ‬ ‫زﻣﺎ اد اك ‪ ١‬ﺠ ﺴ ﺳﺲ دو ﺮ‪ ,‬دو ﺮ‪ ,‬دو ﺮ ده‬ ‫ﻮ ﻠ ﺮ ﺳﺒﺒ‬ ‫ﺳﺒﺐ ا !‬ ‫ﺳﺴ طﺎﻣﺎ ﻟ ﺰ‬ ‫ﻣﻄﻠﻖ ﺳﻮز طﺎﻣﺎ ده ﻗﺎ ﻼ ﺰ‬ ‫اوزا ﺑﺮ ﮔﻮز آﻏﺮ ﺴ ﻨ ﮔ ﺠ ﺳ او ﺴﺰ ﺑﺮ ﺮ ﮔﺒ‬ ‫ﺑﺮ ﺑﺒﻜ ا ﻠﻚ ﺠﺎﺳ دوﺷ آﻏ ﺰ ﺪن آ ﺴ ﺰ ﻦ و ﺑﻮﻟﻮ‬ ‫ﺻﻮ ﺮه طﻮﭘﺮاق ﺻ ﻘ ﺸ ﺮ ﺻ ﻘ ﺸ ﺮ طﺎﺷﺎ ده ﻚ اوﻟﻮ ﺗﺎ ﻟ ده‬ ‫ﮔﻮ ﺳ ﺎ ﭘ ﻠ ﺶ ا ﻠﭽ ﺴ وان ﻏﻮﻏﺢ´ﻟ ﮔﻠ ﺮ أو ﺰه‬ ‫ﭘﻮ ﺗﻘﺎ Ϳ ﺎ ﻠ ﺮ ﻗﺮ ﻔ ﻠﺪه طﻮﺗﻮﺷﻮ ﻗﺮا ﻗ ﻼ د ﺰده‬ ‫ﻚ د ﺰده ﻗﺮا ﻗ ﻼن اﺑﺪ ﺗﺎ ﻟ اوﻟﻮ ‪.‬‬ ‫ﻚ ﺑﺎﺷﻘﺎﻟﺪ ﺮ ﺮﻛﻦ ﺣﻠﺰو ﻠﺮ ﺰ ﻛﻦ ﺳﺲ‬ ‫ﺻﻮم ﻓﺎﺗﺢ ﺻﻮ ﻓﺘ ﺪه طﺒ ﻌﺘ‬ ‫دو ﺮ دو ﺮ دوﮔﻮ ﻮ أ ﺪ طﺎﻏﻠﺮ ﻮﺑﺎز ﻗﺎ ﺎﻟﺮ‬ ‫دا ﺎ د ﺮ ﺻ ﻐ ﺎز ﻗﺒﻨ ﻮ ﻠ ﺮ ﮔﻮﻛ ﺗﺴﻠ ﻢ اوﻟﻮ‬ ‫و دوﺷ ﻛﻦ طﻮﭘﺮاﻗ ﺎﻏ ﺮ ﺮ‬ ‫ﺳﺒﺐ ا !‬ ‫ﺮ ﺻﺎﺑﺎح ﺑﺘﻮن ﺑ ﺘﻜ ﻠﺮ اﺷﺘ ﺎﻟ ﺑﺮ ﻮﺟﻘﺪ‬ ‫أﻣ ‪ ,‬أﻣ ‪ ,‬أﻣ طﻮﭘﺮاق آ ﺎ‬ ‫او ﺳﻠﻄﺎن ﺧﺰ ﻨ ﺳ او ﭗ و ﺮە ﺻﻮ ﺴﺰ ﺟﻮﻣﺮد آ ﺎ‬ ‫ﺸ ﻞ ﺣ ﺎت‪ ,‬ﻗﺮﻣﺰ ﺣﺮﻛﺖ‪ ,‬ﺻﺎ ﺻﺒﺮ أﻣ‬ ‫و ﺑ ﺎض ا ﺎن ﺰ ﺳﺴﻨﻲ‬ ‫طﺎﻣﺎﻣﻼ ﻗﻮﺳﻨﻲ‬ ‫ﺳﺒﺐ ا !‬ ‫أ دم ﺑﺎ ﺎز ﺖ‬ ‫‪38‬‬

SEBEP EY Ürperir tabiat, üfleyince rüzgârı derin gök soluğu Ulu ses dokununca çarka Düşer ölümün gölgesi eşyaya. Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden Yakalar ölümsüzlüğün sonsuz ipini Sonra ses olur Zamanın idrak incisi ses döner, döner, döner de Yönelir sebebe Sebeb ey! Sesi damarla çizer Mutlak sözü damarda kanla çizer Uzar bir göz ağrısının gecesi uçsuz bir nehir gibi Bir bebeğin ilk hecesi düşer ağzından ansızın ve bulur Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarla da Güneşin çarpılmış elçisi Van Gogh´la gelir önümüze Portakalla yayılır karanfilde tutuşur karar kılar denizde Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur. Renk başkaldırırken helezonlar çizerken ses Som fatih su fetheder tabiatı Döner döner döğünür eritir dağları yobaz kayaları Daha der sığmaz kabına yönelir göğe teslim olur Ve düşerken toprağa çağırır Sebeb ey! Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur Emer, emer, emer toprak anayı O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı Yeşil hayat, kırmızı hareket, sarı sabır emer Ve beyaz iman çizer sesini Tamamlar kavisini Sebeb ey! Erdem Bayazıt 39

GELECEĞİN İNŞASI M. Bahaddin ATABEY [email protected] ŞEHİRLERİN DİLİ, GEÇMİŞİ VE GELECEĞİ Bu yazı dizimizde; yaşadığımız mekânların sadece mimarların kalem- lerinden çıkan çizgilerle tasarlanmadığını, aslında günlük hayatımızda kullandığımız alanların, yaşadığımız dönemin tarihinden, edebiyatın- dan, sinemasından nasıl etkilendiğini konuşacağız. Mimarlar ve tasarımcılar yapılarını tasarlarken sanılanın aksine yapının biçiminden önce boşluklarını tasarlarlar. Dolayısıyla tasarlanan şey ya- pılar değil, mekânların arasındaki boşluklardır. Yani yaşadığımız alanlar- daki mekânlar bir nevi boşluğun mimarisidir. Peki hiç düşündünüz mü yaşadığınız evin, çalıştığınız ofisin, eğitim gör- düğünüz okulun biçimi neden böyle? Neden dairesel alanlar yerine -mesela- beşgen formda tasarlanmamış? Veya şu an yazıyı her nerede okuyorsanız, oluşturulmuş mekânın biçimi neden böyle? Neden dik de yatay değil? Acaba mimarlar ellerine kalemi alıp “Burası da böyle olsun.” diyerek mi tasarlıyorlar zaman geçirdiğimiz yerleri? 40

Şimdi gözlerimizi kapatalım ve bir seyre çıkalım hep birlikte. Yaşadığı- mız mekânlara uzaktan bakalım bir de. Hayatının en mutlu haberini al- mış bir genç hayal edelim, belki de en güzel yıllarını geçiriyor habersiz bir şekilde. Şimdi bu genci çok küçük pencereli, havadar olmayan, kötü tasarlanmış bir mekâna koyuverelim. Sizce bundan nasıl etkilenir? Peki genç karakterimizin bu mutlu haberi böylesine basık, daracık bir yerde almasıyla gerçekten iyi tasarlanmış, geniş, ferah bir yerde alması ara- sında farklar olur mu? Acaba insanların yaşadığı, çalıştığı, eğlendiği, yü- rüdüğü, vakit geçirdiği alanların hayatlarına ve aldıkları kararlara etkisi ne kadardır? Acaba başımıza gelen iyi veya kötü olaylara, hiç tanıma- dığımız mimarların etkisi ne kadardır? Onların tasarımlarında yaptıkları hataların bizim hayatımıza herhangi bir etkisi var mıdır? Biz, yaşadığı- mız alanların biçiminden bu kadar etkileniyor muyuz cidden ya da bunu engelleyebilir miyiz? Peki hayatımıza bu derecede etki eden alanların tasarımları nelerden etkileniyor? Mimarlar aslında halk arasında oluşmuş algının aksine, teknik robot gibi çizim yapan insanlar değil, dönemin müziğinden, si- yasi akımlarından, edebî akımlarından en çok etkilenen sanatkârlardır. Onlar, sanatlarını icra ederken binlerce insanın kendini çok iyi hisset- mesine ya da tam aksine belki de dünyanın en kötü anlarını yaşaması- na sebep olabilirler. İşte bu yazı dizisi boyunca, geçtiğimiz dönemlerde önemli tarihî olaylarının yaşandığı, yüzyıllardır hiç bozulmadan milyon- larca insanın hayatını geçirdiği mekânların nelerden etkilenilerek ve nasıl tasarlandığını konuşacağız. Bu yazı dizisinin sonunda ise yaşadığımız alanları biraz daha dikkat- li incelememizin yanı sıra, gezdiğimiz şehirleri okumayı, aslında çoğu kişinin düşündüğü gibi tasarımların gelişigüzel olmadığını, mimaride kullanılan biçimlerin bize neler anlattığını, mekânların, tasarımların na- sıl geliştiğini, yapılarda gördüğümüz ufak nüansların sebeplerini, hangi dönemlerden ve nelerden etkilendiğini öğrenmeye çalışacağız. 41

ÖYKÜ Elif KARTLAR [email protected] BİR SESE YÜRÜDÜK Şehrin merkezinde, düzlüğün biraz üstünde yeşilliğin ortasında bir yer- deyim. İnsanlar var, kimileri koşturuyor, kimileri yürüyor, kimileri duru- yor, kimi de benim gibi tek başına oturuyor. İstemesem de sürekli bir şeyler düşünüyorum ve duygular da buna eşlik ediyor. -İnsan düşün- meden duramayan bir varlık. Düşünmek bize fark, düşünmek bize mec- buriyet.- Bazen merhamet duyuyorum, bazen öfke, bazen üzülüyorum, bazen de tebessüm yer ediyor dudaklarımda. Aidiyetini ispatlayama- yacağım saatler benim. Zamanıma karışması mümkün olan herkesten, her şeyden uzakta dakikalarımla oturuyorum. Dakikalar benim. Tekdüze kalabalıktan zihnimi kurtarmak ve biraz huzura sığınmak için başımı kaldırıp etrafıma bakıyorum. Yaprakları dökülmüş, âdeta kıyafe- tinden arındırılmış dalların, gökyüzüne attığı çizikleri görüyorum. Yeşil ve mavinin arasında derin bir nefes alıyorum, fakat bir dakika! Gök- yüzünü neden duman kaplamış gibi? Bir de gitgide kararıyor sanki. Korkmam lazım bu görüntü karşısında, yanımda bunu paylaşacağım, sarılacağım hiç kimse yok. -Sarılmak, kendisini güvene soyutlayan ne harika somut bir eylem.- Ama ben korku hissetmiyorum. Gökyüzü hızla kararıyor, başımı indirdiğimde her şey siyah beyaz. Haydaaa! Kamera şakası mı bu? Ya da şu insanlığımızı deneyip deneyip beden aradığımız “sosyal deneylerden” birisi mi? Fantastik bir film mi çekiyoruz yoksa? -Ben mi aydınlatacağım geceyi?- Aman Allah’ım, insanlar… İnsanlar değişmiş. Ya kıyafetler, insanlar ne çok giyinmişler! Yürüyen kumaşlar görüyorum âdeta. Dükkânlar, ma- ğazalar… Onlar da siyah-beyaz ve eşya satıyorlar kıymeti bilinen, zor eskiyen eşyalar. Şaşkınlık içinde ayağa kalkmam gerekiyor ama ben şa- şıramıyorum. Ayağa kalkıp yavaş yavaş kalabalığın arasına karışıyorum. İnsanların beni görmediğini düşünüyorum fakat hayır! Bir beyefendinin içinden geçmeye çalışayım derken az daha dayak yiyordum. Belli ki görünüyo- rum. Ne güzel ve heyecanlı olurdu görünmeseydim! 42

Aşağıya doğru iniyorum, caddenin karşısına geçip dükkânlara girmem lazım. İşte bir saatçi dükkânı. Onunla saatlerim, dakikalarım hakkında konuşmak istiyorum. Çok kitapta okuduk, filmde izledik; saatçiler ko- nuşkan ve edebî olurlar. Hasretim böyle bir sohbete. Bana hak vermeli, hatta biraz da zaman. Verebilir mi? İstiyorum. Ben daha caddeyi geçmeye kalmadan şiddetli bir rüzgâr çıkıyor. Kıya- fetler mi o uçanlar? Allah’ım, insanların kıyafetleri dallara asılıyor. Çırıl- çıplak insanlar görüyorum. Kimisi kaçmayı başarıyor. Evlere sığınanlar var. “Çıkmayın!” diyor beyler, “Çıkmayın evlerinizden! Biz bütün çıplak- lıklara göğüs gereriz.” Kıyafetli insanlar da görüyorum, zor zapt ediyor- lar üstlerindekileri ve bir kaçış içerisindeler, bir arayış... Bazı çıplak insanlar… Ama onlar neden bu kadar sakinler? Her şey nor- mal gibi davranıyorlar. Bazısı üzerini bir şeylerle kapatmaya çalışıyor. -Bir yerde okumuş olmalılar.- Aman Allah’ım! En kötüsü, bu durumdan memnun olanlar. Neden kah- kaha atıyorsunuz beyler bayanlar? Tamam kızmayın, kadınlar. Bana bir şey olmuyor. İnsanlar beni gördükleri hâlde neden şaşırmıyor- lar? Neden dikkat çekemiyorum? Göründüğün hâlde görülmemek ne iğrenç bir duygu! Evet, hissediyorum, kızgınlık, öfke, utanç hissediyo- rum. Ağlamak istiyorum. Anlamak istiyorum. Biraz uzağımda telaşlı insanlar görüyorum, onların kıyafetleri yerinde. Belki biraz parçalanmış fakat vücutları örtülü. Hemen onların yanına koşuyorum. “Tepeye!” diyor birisi, “Tepeye koşalım.” Bir diğeri tepenin yüksek olmadığından, sesimizi duyuramayacağımızdan bahsediyor. Bir ses, bir curcuna... Kimse kimseyi duymuyor. Bağırıp ortalığı sakinleştir- meye çalışıyorum, “Susun, aramızdan bir kişi konuşsun.” Susmuyoruz, birbirimizi dinlemiyoruz. -Sesi sesle durdurmak ne mümkün.- Kalabalı- ğın ortasından kıyafetlerine hiçbir şey olmamış, hatta insanları anadan üryan bırakan rüzgârın, kıyafetlerini âdeta ütülediği bir adam çıkıyor. Tepeye doğru sakin adımlarla ilerlerken biz de ona güvenip peşinden gidiyoruz. Neden? Kim o adam? Bilmiyorum ama peşinden gidiyor her- kes, telaşlıyız ve biz ilk defa o gün birlikte bir şey yapıyoruz. O kadar bo- ğaz yırtan insanın içinden hiç sesi çıkmayan bu adamın telaşlı topluluğa yön vermesi ne enteresan! Allah’ım, artık şaşırabiliyorum. Tepedeyiz, rüzgâr burada daha sert, jilet gibi kesiyor bedenlerimizi. Haydi, birbiri- mize sarılalım. Ortadakiler ne şanslı. Kenarları gençler doldurmuş. Bir 43

ara aşağıya bakıyorum, gördüğüm manzara hayrete şayan. Tarih kaç acaba? Hangi yıldayız? Ne önemi var, her şeyin siyah beyaz olduğu bir zaman dilimi işte. Peki, kıyafetlerinden arınan bu insanlar neden renkli? Ten renkleri deliyor siyahı beyazı. Peki biz? Evlerinde oturanlar? Dükkânlara sığınanlar? Bir kutuya çekilip olanları izleyenler? Bizim rengimiz ne acaba? Onların gözünden bak- mak lazım hangi renkteyiz. Onların gözünden. Onların gözü. Kahrolsun göz. Susan adam bağırdı, herkes sustu. Susan adam bağırdı, rüzgâr durdu. Susan adam bağırdı: “Konuş bizimle.” Herkes ve her şey durdu. İnsan- lık bir ses bekliyor. “Haydi, konuşsun bizimle.” Benim hâkimi olduğum dakikalarımdan yaklaşık beş dakika geçti ve ardından gökyüzünü dol- duran bir ses geldi. Herkes bir tarafa dönmüş bakıyor minareden gelen o sese. -Biz ilk defa o gün bir sese baktık.- Allahuekber! Allahuekber! Tanıyoruz bu sesi. Bu ses ezan sesi. Şimdi kim giyinik, kim çıplak? Bilmiyorum. Yürüyoruz biz. Tepedeki o topluluk, Evlerindeki kadın, erkek, çoluk çocuk, Sığınanlar. Yürüyoruz kıyafetlerimizle. Yanımızda kim var, kim yok? Bilmiyorum. Yürüyoruz bir sese. Biz ilk defa o gün bir sese yürüdük. 44

GEZDİM GÖRDÜM Şamil SAĞLAM [email protected] ARAKAN / ROHİNGYA MÜLTECİ KAMPI Rohingya, namıdiğer Arakan, hepimizin ara ara haberlerde duyduğu, duyduğu zaman üzüldüğü belki de öfkelendiği bir coğrafya. Fakat bir kısmımız ne yazık ki haritada bile gösteremiyoruz burayı. Aslında bura- da yaşananları, on yıllardır süregelen eziyeti ve etnik soykırımı sadece biz değil tüm dünya biliyor. Hatta bu yüzden dünyanın en çok zulüm görmüş halkı olarak kabul ediliyor fakat ne yazık ki kimse bunu bilmek istemiyor. Tam da bu yüzden Arakan meselesi bizim için çok önemli bir yerde duruyor. Ben TİKA’nın 2019 Tecrübe Paylaşım Programı ile Arakan mülteci kam- pına gitme imkânı bulmuştum. Yedi güne yayılan bu programda bizim 45

grubumuz ağırlıklı olarak tıp fakültesi öğrencilerinden oluşuyordu. Di- ğer öğrenciler de yine farklı sağlık bilimleri fakültelerinde okuyorlardı. Programdan genel olarak bahsetmek gerekirse, üç gün Arakan mülteci kampındaki AFAD Türk Sahra Hastanesi’nde bulunan Türk hekimler ile hasta muayenesi ve genel sağlık sorunları ile ilgili çalışma ve pratik uy- gulamalarda bulunduk. Daha sonraki iki gün boyunca TİKA’nın sorum- luluğunu üstlendiği kamp alanında dağıtım yapıldı. Bu süre içerisinde yaptığımız gezilerde Türkiye’nin yaptığı eserleri de görme imkânı bul- duk. Bir günümüzde de Bangladeş’in başkenti olan Dakka’ya gittik ve orada büyükelçi ile görüştük. Programın teorik olarak akışı bu şekildey- di fakat asıl önemli olan bize kattığı tecrübeler ve her anlamda verdiği derslerdi. Söz konusu kampın nasıl bir yer olduğunu hayal edebilmeniz için ora- dan biraz bahsedeyim. Arakan mülteci kampı, Bangladeş sınırları içeri- sinde bulunuyor ve yaklaşık 1.2 milyon kişiye ev sahipliği yapıyor. Mül- tecilerin buradan çıkışı yasak ve mülk sahibi olmaları mümkün değil. Genel olarak insanlar dünyanın dört bir yanından gelen yardımlar ile yaşıyor. 10-15 metrekarelik bir bambu çadırda 8-10 kişi beraber kalı- yor. 10 çadırın ortak bir tuvaleti ve ortak bir banyosu var. Bangladeş muson bölgesinde bulunuyor. Bu yüzden çok yağmur alıyor ve birkaç metreden su çıkıyor. Ama özellikle mülteci kampının olduğu bölgede tahmin edemeyeceğimiz derecede bir kirlilik olduğu için yüzeysel sular kirli. Yani içilebilir değil. Bu yüzden kampta belli yerlerde kuyular açılı- yor. Bu kadar sulak bir bölgede su bile bir sorun hâlinde. Zaten sağlık 46

sorunu, eğitim sorunu vs. had safhada. Buraya gelen insanların tek is- teği yaşayabilmek. Pek çoğunun ailesi gözleri önünde öldürüldüğü için arkalarından ateş açan askerlerden kaçarak, ölme riskini göze alarak çıktılar bu yola. Arakan mülteci kampının içinde AFAD’ın Türk Sahra Hastanesi bulun- maktadır. Burası aynı zamanda oradaki en çok hastaya hizmet eden hastane konumunda. Fakat imkânları Türkiye şartlarıyla kıyaslanama- yacak kadar kısıtlı. Hastaneyi bambu çadırlardan oluşan bir poliklinik olarak düşünebiliriz. İnsanlar tıbben çok basit tedavi edilebilen enfek- siyonlardan bile ölebilmekteler. Çünkü hiçbir şekilde hijyenik olmayan şartlarda yaşıyorlar. Çocuklar bataklıkta oyun oynayıp çamurlarda çırıl- çıplak koşuşturuyorlar ve bu yüzden çok sık enfeksiyonla karşılaşıyorlar. Kamp alanı çok büyük olduğu ve ambulans gibi bir hizmet de olmadığı için hastalar bazen hastaneye ulaşım konusunda sorun yaşıyorlar. Bu da enfeksiyonların ilerlemesine ve bazen çok geç kalınmasına sebep olarak kalıcı hasarlara zemin hazırlıyor. Hatta şu an ülkemizde tedavi edilen bazı hastalıklar, orada imkân olmadığı için ölüme terk ediliyor. Böyle bir ortamda bu hastane, orada aylık 20-25 bin kişiye muayene ve tedavi imkânı sunuyor. Çadırlarda elektrik olmadığı için bu insanların buzdolapları yok ve ilaçlarını, insülinlerini saklayamıyorlar. Bu yüzden hastane aynı zamanda bu ilaçların kontrollü bir şekilde dağıtımını sağ- lıyor. Hastanede aynı zamanda Arakanlı personeller de bulunmakta ve ileride onların da hizmet etmesi için eğitim verilmektedir. Tüm eksik- lerine rağmen bunlar çok büyük imkânlar ve zaten yerli halk çok min- 47

nettar. Muayene odasına ya da yatan hastaların yanına gittiğimizde her biri kalkıp selamlamaya çalışıyor ve ameliyattan henüz çıkmış olmasına rağmen konuşup selamlaşmak istiyor. Arakan mülteci kampında, 1.2 milyon kişiyi yerleştirmek için bölgelere bölünmüş onlarca kamp alanı bulunmakta. Türkiye’den de çok fazla ku- rum orada bulunuyor, hatta Kızılay Mahallesi, Müge Anlı Mahallesi diye küçük mahalleler mevcut. Zaten hâlihazırda her ülke orada bir çalışma yapıyor. Ama Türkiye adına en fazla ve düzenli yardım götüren kurum TİKA. Orada sorumlu olduğu bir bölge var ve o bölgede dağıtım alanı bulunuyor. Oradaki ailelere karneler dağıtıyor ve ortalama aylık gıda ve baharat yardımı yapılıyor. Bunu da üç aşamalı kontrol sistemi ile yapa- rak suistimal edilmesine engel olmaya çalışıyor. Oraya gittiğimizde bu dağıtım için de yardımda bulunduk. O süre zarfı benim için unutulmaz bir zaman dilimiydi. Çünkü oradaki insanlar o kadar temiz insanlar ki upuzun kuyrukta kimse kimseyle kavga etmeden sırasını bekliyor, ses- sizce geliyor ve verdiğin çuvalı sırtına alıp içindeki sevinçle, güzel bir te- bessümle selamını verip hızlıca gidiyor. Bunun verdiği heyecan paha bi- çilemez. Kimsenin turistik bir gezi için gitmek istemeyeceği bu bölgeye giderken bu kadar heyecanlı olmak bazı insanlar için garip karşılanabilir fakat imkânım olsa tekrar tekrar giderim. Hava çok sıcak ve nemli. Etraf çok kirli, her yer çamur. Her an yağmur yağabilir. Havada her zaman ağır ve kötü bir koku var. Türkiye ile kıyaslanacak olursa hiç de hoş bir yer değil ama bence oraya gitmek için daha önemli, daha heyecan verici sebepler var. Ben oraya turistik bir gezi için gitmedim, o yüzden size 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook