Aylık Ortaya Karışık Bülten - Mayıs'20 - Sayı 31 katarsis dosya dosya *Tahammülsüzlük *Heybemizdekiler *Tahammül öykü İzmizm kamus *Büyüme Geriliği *Emosyonelizm *Ribatımız İrtibatımız -Adnan GÖZÜTOK -Alaaddin GÖÇER -Ayşe ACAR -Bahar EŞREFOĞLU -Betül DURAN -Beyza YILDIZ -Büşra SÜTÇÜ -Enes SÜSLÜ -Esma ŞAFAK -Hikmet Can DAMAR -Muhammed Furkan DOĞAN -Muhammed URAL -Muzaffer FIRAT -Nefise ERDEM -Şeküre KÜÇÜKGÜL -Taha SULAR -Zeynep Sena YILMAZ
Aylık Ortaya Karışık Bülten - Şubat'20 - Sayı 28 Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.
İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN 04HEYBEMİZDEKİLER Betül DURAN Şeküre KÜÇÜKGÜL 06 DÜĞÜM 07KARA VEBA VE KORONA Alaaddin GÖÇER Bahar EŞREFOĞLU 16BÜYÜME GERİLİĞİ 11 TAHAMMÜL Beyza YILDIZ Muhammed URAL 25BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ 19 RÖPORTAJ Büşra SÜTÇÜ Alaaddin GÖÇER 27TAHAMMÜLSÜZLÜK Adnan GÖZÜTOK 26 SABAHLEYİN 31KARANLIK ODA Enes SÜSLÜ Taha SULAR 30 KAÇ ADIMDA... Esma ŞAFAK 37 EMOSYONELİZM Hikmet Can DAMAR 40YA TAHAMMÜL YA... Zeynep Sena YILMAZ 42 AMERİKA'YI YENİDEN KEŞFETMEK Esma ŞAFAK 51 RİBATIMIZ İRTİBATIMIZ 49ÇİZİYORUM Ayşe ACAR Nefise ERDEM 52\"O\" AN Muhammed Furkan DOĞAN
BAŞLARKEN Betül DURAN [email protected] Kıymetli Paydos Okurları, Burada sizinle ilk yazı heyecanımı paylaşmaktan dolayı mutluluk duy- duğumu belirtmek isterim. Çok kıymetli bir ayın içerisindeyiz. Hep beraber türlü isteklere karşı koyduğumuz, birçok şeye tahammül ettiğimiz bir ay Ramazan. Aynı za- manda daha önce hiç tecrübe etmediğimiz bir imtihanla karşı karşıya- yız. Biz de Paydos ailesi olarak geçirmekte olduğumuz bu zorlu zaman- ları daha iyi tahlil edebilmek adına dosya konumuzu tahammül kavramı olarak belirledik. Gelin şimdi tahammül kelimesinin ne demek olduğu- na bir bakalım. “Hoşgörü, müsamaha, göz yumma, kendi görüşümüze ve çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşen görüşlere sabırla, hem de dayanarak katlanma” anlamına gelir. Aslında tahammül etmek, en gü- zel şekilde sabretmektir. Sadece zorluklara katlanmak değil, nefse hoş gelen şeylere de sabırla karşı durabilmektir. Örneğin, zararlı olduğunun bilinciyle nefsimize hoş gelen bir şeyi yap- mamak en iyi tahammül örneklerinden birisidir. İnsanları kırmamak için bazı şeylere tahammül edebilirsiniz veya hoşunuza gitmeyen ha- reketleri, huyları olan insanları hoşgörü ile karşılayabilirsiniz. Taham- mül kelimesine çok da uzak olmayan sabır kavramı yüce kitabımızda şu şekilde ifade edilmektedir: “Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerin yanındadır.” (Bakara 2/153) Son olarak, diyeceğim o ki tahammül etmek güzel bir erdemdir ve biz- den çokça sabır ister. Hoşça kalın. Allah’a emanet olun. Bereketli okumalar dilerim. 3
DOSYA Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] HEYBEMİZDEKİLER İnsan dünyaya; yaşamı boyunca sırtında taşıyacağı, sınırlarını ve kapasi- tesini bilmediği, görünmez bir heybe ile geliyor sanki. Hayat yolculuğu zamanla her birimizin heybesine çeşitli yükler koyuyor. Bazen aynı yük birinin belini bükerken, başkası tarafından hissedilmiyor bile. İşte in- san, yaşadığı sürece ağırlaşan hatta dizlerini titreten bu heybe ile yürü- meye devam ederken bazen daha fazla taşıyamayacağını, dolduğunu, tahammülünün tükendiğini hissediyor. Etrafına bakıp sırtındaki ağırlığa sitem ediyor. Berikinin heybesinde kendisine yüklenen ağır yüklerden zerre miktarı olmadığını düşünüp hayıflanıyor. Oysaki ne kendisinin ne de başkasının gücü ve kapasitesinden haberdar. İşte böyle yanlış kıyas- lar, olumsuz telkinler, cennet yolundaki ilerleyişimizi yavaşlatıyor. Ba- zen de taşıyamadığımızı düşündüğümüz o yükün altında ezilmemize ve böylece vuslatı kaybetmemize sebep oluyor. Oysaki bizi bizden daha iyi tanıyan Rahman, bu konuda insanoğluna en güzel güvenceyi bakın nasıl veriyor: “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yüküm- lü kılmaz.” (Bakara 2/286) İçimize su serpen bu müjde ışığında dosya konumuz olan tahammül kavramını yeniden düşünmeye ve anlamlan- dırmaya çalışalım. İnsan bir irade ile dünyaya gelmiştir. Varoluş nedenini sorgular, fıtrattan getirdiği erdemleri, yaşadığı hayat içerisinde anlamlandırmaya çalışır. Fakat hiçbir zaman kendisini, Allah’ın onu tanıdığı kadar tanıyamaz. Dolayısıyla potansiyellerinin ve zayıflıklarının sınırlarına tam anlamıy- la vâkıf değildir. Allah, kişiye gücünün üstünde bir yük yüklemediğini söylerken vermiş olduğu tüm sorumlulukların, herkesin heybesinde ra- hatlıkla taşınabilir olduğunu vurgulamaktadır. Buna rağmen sorumlu- luklardan kaçanları “kendisine zulmeden” şeklinde tanımlar. Çünkü on- lar farkında olmadan ezilecekleri yüklerin altına girmektedirler. Allah; 4
koyduğu sınırlara, verdiği sorumluluklara hassasiyet gösteren kullarına daima yardım edeceğini, onların yüklerini hafifleteceğini birçok ayetin- de ifade etmektedir. Yüce Yaratıcı, insanın kapasitesini fark etmesini, sınırlarını yoklamasını da ister. Yürüdüğü yolda ilk engelde pes etmek yerine, altından ırmak- lar akan cennetine ulaşmak için ısrarla devam etmesini bekler. Mu- radı, insana verdiği potansiyelin tamamını onun yolunda kullandığını görmektir. Bunun için ona gücünü fark ettirecek sorumluluklar verir. Burada unutulmaması gereken şey, her birimizin heybesinin ve onunla birlikte bize yüklenen gücün farklı olduğudur. İşte bu sebeple, insanın kendi imtihan ve sorumluluklarını başkaları ile kıyaslaması anlamsızdır. Bir kimsenin, kendisinden çok daha ağır bir yükün altında ezilen kişiye bakıp içini rahatlatmaya çalışması da daha iyi durumda olana bakıp ha- yıflanması da makul değildir. Çünkü Allah, “Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah 94/5) diyerek bunun yolunu kapatmıştır. Bu- rada asıl mesele bizim heybemizi nelerle ve nasıl doldurduğumuzdur. İşte tam da burada ayet şöyle devam eder: “…Lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır.” (Bakara 2/286) İnsanoğlu ne zaman “Ben buna asla dayanamam, bu kadarını kaldıra- mam, bu yükle yaşayamam…” gibi cümleler kursa; dayanmış, kaldır- mış, yaşamaya devam etmiştir. Bu hepimizin yaşadığı sürece tecrübe etmeye de devam edeceği bir şeydir. Bu noktada bize sunulan imtihan- ları nasıl görüp değerlendirdiğimiz oldukça önem kazanır. Onları, bar- dağı taşıran son damla yahut sırttaki yük olarak görüp altında ezilmek de mümkündür, mizanda lehimizde koyulacak bir ağırlık kılmak da. Ör- neğin içinde bulunduğumuz bu kutlu ayda, yaşadığımız salgın imtihanı, heybemizdekileri yoklamak için bir fırsat olabilir. Bir nevi inziva sürecin- den geçerken bu zamana kadar doldurduğumuz tüm ağırlıkları, sabırla hafifletmek hayat yolculuğumuzu kolaylaştıracaktır. Kapasitemizin ve gücümüzün sınırlarını yoklamak, yolda olup ilerlemeye devam etme- mizi kolaylaştıracaktır. Tüm bunlar için güç bulacağımız yegâne kaynak ise duadır. Başından beri rehber edindiğimiz ayetin sonunda, Rahman nasıl dua edeceğimizi öğretmiştir. Biz de yazımızı onunla noktalayalım. “Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekile- re yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceği- miz şeyleri üzerimize yükleme! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rah- metinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın, artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!” (Bakara 2/286) 5
ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] DÜĞÜM Başını göğe dikti. Bulutların umarsız devinimi, kavrayamadığı bir ahenk içerisinde dökülüp gitti dakikalarca yerini bilmediği bir dev kazanına. Tatlı bir yel, yüzüne bırakırken nefesini, bütün körpeliğiyle gıdıklıyor- du tazecik otlar avucunun içini. Gözlerini kapadı, güneş yüzünü ısıttı. Parmaklarının üzerinden yolculuklarını sürdüren karıncalara gülümsedi belli belirsiz. Yanakları kızardı uykusuz göz kapaklarının altından; beyaz- ları parladı dağınık, uzun sakalından. Alnı kırışmaktan azadeydi ve apa- çıktı güneşe karşı. Tepelerin ötesinde yankılanan çan sesleri kulağına çalındı, sonra kırlangıç sürülerinin kanatları altında taşıdıkları cümbüşe uyandı gözleri. Bulutların, buğday tarlaları üzerine bıraktığı gölgelere dokunmaktan çekinircesine oynaşıp durdu kırlangıçlar. Onlar gökyüzü- nün bir köşesinde yok olup gittiklerinde ise başı öne eğildi. Güneşin ku- ruttuğu, toprağın taş eylediği kara ellerine baktı uzun uzun. Elini cebine daldırdı ve kısa, kırmızı bir kumaş çıkardı. Parmakları arasında usulca gezdirdi onu, yalınlığını ve yumuşaklığını parmak uçlarında hissetti. Uzun kirpikleri ıslandı, yanağının yorgun kıvrımlarına hapsoldu gözyaş- ları. Elinin tersiyle kurtardıktan sonra onları, bağdaş kurduğu yerden yavaşça doğruldu. Kızarmış gözlerini biraz ötesindeki meşe ağacına çe- virdi. Aksayan ayağındaki plastik, kara çarığını ardı sıra meşeye sürüdü. Üstünde ağacın bulunduğu ufak tepeye ulaştı. Dallarında yüzlercesini bulunduran, rengârenk kumaşlarla bezeli meşe ağacına yaklaştı, durdu. Ellerini birleştirdi ve kırmızı kumaşı, iki ucu başparmaklarının yanından sarkacak şekilde avucunda tuttu. Boynu büküldü, gözleri bir kez daha kapandı, dudakları oynadı. Kırmızı kumaş, dalına düğümlenirken; yal- nızca tek bir kırlangıç havalandı meşeden. 6
TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU KARA VEBA VE KORONA: BIYOLOJIK SILAH MI, İLAHI İKAZ MI? Tarihi, ilerlemeci tarih anlayışına göre okuyan herkes yine yanıldı. 2020 yılındayız ve dünya genelinde bir salgın hastalıkla savaşıyoruz. Her şe- yin daha ilerlemiş olduğunu, sağlıkta ve teknolojide çağ atlamış oldu- ğumuzu düşündüğümüzde birdenbire gözümüzle dahi göremediğimiz bir şey; bizi, yeryüzünün canavarı olarak tabir edilen insanı, yeryüzün- den çekip alıverdi. Hepimiz, her zaman olduğu gibi tarihin canlı tanıklarıyız. Salgın hasta- lığı yine kimimiz ikaz olarak aldı, kimimiz umursamadı. İlahi ikaz olarak düşünülmesi elbette yeni değil, geçmişte kara veba ve nice salgın için de aynısı düşünülmüştü. En tehlikeli ve yıkıcısı kara vebaydı, impara- torlukları düşüşün eşiğine getirmiş ve günde binlerce insanın ölümüne neden olmuştu. Hatta Moğollar tarafından biyolojik silah olarak dahi kullanıldığını yazar kaynaklar: Mancınıklarla vebalı insan cesedi parça- larını fırlattıkları şehri kolayca ele geçirmişlerdir. 7
İbn Sina (980-1037), karantina fikrine refe- rans olarak gösterilen tarihteki ilk isimdir. El-Kanun fi’t-Tıb kitabında bir bulaşıcı hasta- lığın zayıflaması ve yayılmasının önlenmesi için 40 gün izolasyon olması gerektiğini söy- lemiştir. Karantinayı dünya tıp literatürüne böylelikle İbn Sina kazandırmış ve İtalyanca 40 gün demek olan quaranta giorni kelime- si de ona atfedilmiştir. İbn Sina, ruh ve be- denin kendi karakteristik özellerine bağlı olarak hastalıklara yakalandığı görüşünü di- le getirmiştir. Hastalarını bu gözle incelemiş- tir: Onların vücut şekillerini, yaşlarını, mizaçlarını, beslenme ve hayat şekillerini vb. detayları göz önüne alarak. Dolayısıyla, “tarih olmuş” eskide kalmış değil her şey, tarihe düşülmüş- ler. İbn Sina’ya yeniden kulak vermeli, kendimizi ruh ve beden bütün- lüğünde iyi tanımak için kullanmalıyız bu karantina günlerini. Ruhları- mızı kuşatan hastalıklardan arınmak için, Müslüman kimliğini yeniden diriltmek için, bazılarımız için yeniden toparlanıp kalkmak için bir fırsat olarak değerlendirebiliriz. Pasif kaldıklarımızı, ses çıkarmadıklarımızı, bir ilgilenen nasılsa bulunur deyip üzerimize vazife olmadığını düşün- düğümüz her şeyi yeniden gözden geçirme fırsatı. Kendimizden baş- layarak düzeltmek ve yeryüzünü yeniden imar etmek için yeni bir do- ğuşa gidiyoruz aslında. Evlerimizde uyguladığımız karantina süresince kendimizi hazırlamalı ve daha güçlü olarak çıkmalıyız “dış” dünyamıza. İç dünyamızı zenginleştirmek ve Ramazan’la yeniden doğmak için bir fırsat görmeliyiz bu günleri. “Normal”e dönmek isteyen herkese kızma- lıyız, daha güzelini hedefleyerek. Evlerde eğitim alıyoruz şimdi ve evler- de işlerimizi yürütüyoruz, maddi dünyanın birdenbire elini çekiverdiği ve bize yeniden kuruluş vadettiği bir noktadayız. Kendimizi, çevremizi yeniden ve daha güzel bir şekilde inşa edebiliriz. Örneğin, birçok aile önce çocukları okula gitmediği için mutsuz oldu. Ancak şimdi çocukla- rının eğitimine daha titizlikle ve kendileri sorumluluk alarak eğilebilme fırsatı yakaladılar. Ve kalem, kalem de bir kez daha ne kadar önemli olduğunu haykırdı bu dönemde. Yazmayı bilmek değildi sorun, yazma sorumluluğunu ala- bilen insanların meydana çıkmasıydı. Mevdudi örneği malumunuzdur, imamın hutbede “Yok mu bu insanlara cihadı anlatacak?” çağrısını o sırada kendisiyle birlikte cemaatte bulunanlara bakarak değil, kendi 8
üzerine alarak başlamıştır yazmaya gencecik yaşında. Bir sorun gördü- ğümüzde sağımıza solumuza değil, başta kendimize demeliyiz: “Haydi Bismillah” Son olarak veba salgını sırasında İstanbul’da kerhanelerin kapatıldığı ve halkın Allah’ın bir ikazı olarak gördüğü bu olay üzerine ahlaksızlıkların üzerine titizlikle gittikleri görülmüştür. Bizim tarihe şahitlik ettiğimiz son günlerde etrafımızda ne olduğuna bakmakla işe başlayabiliriz. Me- sela, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş üzerine ahlaksız bir kesim tarafın- dan yürütülen kampanya karşısındaki tavrımız ne olacak? Uzun süredir neredeyse bütün ülkelerde bu anlamda yürütülen büyük faaliyetler ivme kazanmış durumdaydı. Şu anda da uyuyor sanmayalım. Öğrencisi olduğum Londra Üniversitesi’nde tarihî bir binanın adını değiştirdiler, çünkü geçmişte aleyhlerinde Parlamento’ya fikir beyan edip imzalamış- lar bu okul binasında bulunan hocalar. Okulda devamlı e-posta yoluyla destek propagandası, geceler ve eğlencelerin düzenlenmesinin yanın- da, daha büyük bir suçları var bu insanların: Gökkuşağımızı kirlettiler. Maalesef, destek vermek üzere hocalar isimliklerini gökkuşağı logola- rıyla taşıdı, pencerelere gökkuşağı perdeler, yollara bayraklar döşendi. Hatta bazı şehirlerde özel olarak kendilerine belirledikleri o gün için, haftalarca aylarca sokaklarda gökkuşağı bayrakları asılı oluyor. Bunlar elbette buraya yazmaya elimizin varabildikleri. Küçük semboller ve ha- reketler olarak görmeyelim, çığ gibi büyüyor maalesef. Diğer bir mesele de Netflix platformu. Birçok Müslüman, yukarıda bahsettiğimiz ahlak- sızlıklara verdiği destek nedeniyle buradaki hesabını kapattı, kapatıyor, umarım bu satırların okuyucularında da bu çağrı yankı bulmaya devam eder. Dünyaca Müslümanlar olarak hâlâ ortak bir “izleme” platformu- muzun olmamasına şaşmalı doğrusu. Özellikle Ertuğrul, Osman dizileri- 9
ni hesaba katarak, dünyadaki nerdeyse bütün ülkelerde Türk dizilerinin izlenme oranını hesaba katarak, şu anda bir Müslüman’ın büyük, temiz bir online izleme platformu oluşturma şansı çok güçlü. Son olarak, bu kesimin ve destekçilerinin eğitim sisteminde çok güçlü bir kanada sahip oldukları gerçeğini tekrar dile getirmek istiyorum. Me- sela, İngiltere’de bu yıl itibariyle ilkokulda dahi çocuklar, “cinsel eğitim” adı altında, maalesef bu bilgilere de maruz bırakılmakta, normalleşti- rilmekte. 2020 öncesinde, Müslüman aileler (ve diğer din mensupları), dini gerekçe göstererek okula imzalı bir dilekçe gönderip çocuklarını bu eğitimden muaf bırakabiliyorlardı, ancak daha fazla değil. Bu süreçte, Müslüman ailelerden hassas olanlar ev okulu sistemine geçtiler -İngil- tere’de ev okulu yasal bir hak-. Karantina süresince ise, yani şu anda, birçok aile mecburi olarak bu sürece geçti. Ve sosyal medya platform- larını kullanarak, çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına göre birçok aile bir- birlerine destek olmak üzere online birebir eğitime devam etmeye baş- ladı. Yani okulların online eğitimi dışında, oluşturulan forumlarla güzel bir dayanışma ve takas başlatıldı. Örneğin; fizik bilen bir Müslüman foruma adını ve ders verebileceği müsait olduğu gün ve saatleri yazdı, fizik dersine ihtiyacı olan bir başka Müslüman kardeşi de ders almak istediği saati seçti. Ve güzel işler böylece başladı. Online olarak bulun- duğumuz yerden, seyahat dahi etmeden nice güzel derse katılmaya biz de fırsat bulduk. Yani, ilim ayağımıza geldi ve bir tık ötemizde durdu. Karantina günlerinin, özellikle eğitimimiz konusunda büyük adımlara vesile olması duasıyla… Yeryüzünün mimarı olanlara ve adaylarına se- lam ile! Tavsiye Okuma: Osman Bahadır (2020) ‘İstanbul’da Veba ve Karan- tina’. Buradan ulaşabilirsiniz: https://sarkac.org/2020/04/istanbul- da-veba-ve-karantina/ 10
DOSYA Muhammed URAL [email protected] TAHAMMÜL Tahammül kelimesinin kısaca etimolojik kökenine baktığımızda iki te- mel anlamla karşılaşıyoruz. Zaten Arapça olan kelime “yük” kökünden geliyor. İlk anlamı, “başına gelen musibetlere katlandı.” İkinci anlamı ise “sorumluluk yüklendi, işleri üzerine aldı.” Ben de daha çok ilk anla- mı üzerinde durmakla beraber ikinci anlama da değineceğim. Ayrıca şunu belirtmem gerekiyor ki; yazının bazı cümlelerinde kişisel gelişim sloganları olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bu cümlelerin sırf para için yazılan o düzeysiz kitaplarda sloganlaştırılması, tiksintiye yol açacak şe- kilde klişeleştirilmeleri, cümlelerin suçu değil. Çağımızın amacı bu; her şeyi pazarlamak, pragmaya dönüştürmek. Komünizmin bile kapitaliz- min elinde satışa sunulduğu bu zamanda, bilgelik sevgisinden süzülüp gelen, insana hayatındaki yegâne amacı olan mutluluğu veren bu cüm- leler de bu satıştan nasibini alacaklardı elbette. Tahammül kavramı üzerinde ilk duruşumda bende oluşturduğu etki daha çok olumsuz olmuştu. Hatta konuyu ele almak için düşündüğüm ilk sorular “Nereye kadar tahammül?” gibi aslında tahammülden hoş- lanmadığımı gösteren sorulardı. Sanki ondan hemen kurtulmak istiyor- dum. Daha ben tahammüle bile tahammül edemiyorken sizden nasıl tahammül sahibi olmanızı isteyebilirdim ki? Sonra bunu neden bir zor- lanma (cebir) yani katlanılacak bir durum gibi gördüğümü düşünmeye başladım. Bana çok büyük bir kapı açacak olan “Tahammül için tek yol acı çekmek mi?” ya da “Acısız tahammül mümkün değil mi?” soruları parlamıştı zihnimde. Fark ettim ki biz tahammülü, kabullenmemize rağ- men bir olayın geçmesini beklemek olarak görüyoruz. Kabullenemeyi- şimiz ise bize acı veriyor. O andan itibaren bu erdemin en güzel rıza ve hoşnutluk içinde yapılabileceğine ikna olmuştum. 11
Etrafımız, kabullenmememiz gerektiğini dikte eden birçok propaganda unsurlarıyla dolu. Hâkim paradigma, insanın hep daha fazlasını iste- mesine dayalı olduğundan, bizim yetinme, kabullenme gibi erdemlere sahip olmamız en çok korkulan senaryolardan biri. Bu sebeple her gün durmadan “elindekiyle yetinme”, “daha fazlasını arzula” reklamlarına maruz kalıyoruz. Özellikle global markaların reklamları tamamen buna dayalı. Bunun dışında soft power olarak kabul edilen kültürel ögeler bizi hep buna göre şekillendirdi. “Amerikan rüyası” tabirinde bunun vü- cut bulmuş şeklini görüyoruz. Yokluk içindeki birisi hayalleri uğruna o kadar çok çalışıyor ki en sonunda zirveye tırmanıyor. Ne var ki bunda di- yebilirsiniz? Ben ise bunun bizden çok şey götürdüğünü düşünüyorum. Mutlu sonla biten filmler, mutluluğu maddi ögelerle sınırlandırıyor ka- famızda. İstediğine ulaşamayan biri ne kadar çok erdeme sahip olursa olsun kahraman olamıyor. Kahramanlarımız da hep başarılı oluyorlar. Her şeyin sana bağlı olduğunu söylüyorlar. Oysa hayat bu kadar pembe değil. Çok istersen, çok çalışırsan eninde sonunda başarırsın diyemeye- ceğim sana maalesef. Gerçek bu değil. Asla başaramayabilirsin. Aslında tahammülün klasik anlatımı, şu son cümlelerin tam zıddı veri- lerek yapılır. Ama burada biz, acı getirmeyen ve sadece hedefle sınır- lı olmayan bir tahammülden bahsediyoruz. Tahammül fikrinin ideası diyebiliriz. Bu fikrî olgunluğa ulaşabilmek için öncelikle dediğimiz gibi kabullenme gerekiyor. İlk kabulleneceğimiz şey ise her şeyin bizim eli- mizde olmadığı gerçeği. \"Dünyada olup bitenlerin bir kısmı elimizdedir, bir kısmı da elimizde değildir. Öyleyse, doğaları gereği köle olan şeyleri özgür, senin dışında olan şeyleri sana tabi sanıyorsan her adımda en- gellerle karşılaşacağını, bozguna uğrayacağını, kasavetleneceğini, Tan- rı'dan da, insanlardan da şikâyet edeceğini aklından ırak etme. Hâlbu- ki sen olanları benimser, gayrısını başkalarının iradesine terk edersen kimse sana istemediğin bir şeyi yaptıramayacağı gibi istediğin bir şeye de engel olamayacaktır. Eğer böyle hareket edersen kimseden şikâyetçi olmaz, kimseyi suçlamaz, istemediğin bir şeyi yapmak zorunda kalmaz- sın.\" diye başlıyor Epiktetos¹ , Düşünceler ve Vaazlar kitabına. Kabullenme, tahammül için öyle kolaylaştırıcı bir ön koşul ki, bu sayede artık hiçbir şey seni üzemez hâle geliyor. Bu, aslında kendi dışındaki et- kenleri değil, kendini değiştirmekle alakalı. \"Seni üzen şeyi incelerken o şeyin senin elinde olup olmadığını en başta düşün. Eğer bu elindeki bir şey değilse kendine hiç tereddütsüz bu benim elimde olan bir şey değil de. İnsanları üzen şey eşya ve hadiseler değildir, onlar hakkında sahip oldukları düşüncelerdir. Mesela ölüm bir felaket değildir. Eğer böyle ol- 12
saydı Sokrates'e de böyle görünürdü. Gerçek felaket, ölümün bir fela- ket ve şer olduğu yolundaki kanaattir.\"* Kendimizi bu yönde gerçekten eğitebilirsek, artık tahammül bizim için zaten doğal bir hâl olacak, hatta ona tahammül bile demeyeceğiz. Herkes için felaket olan olaylar bile bizde bir nedamet oluşturmayacaklar. Bunu biraz somutlaştıralım. Mademki bizim canımızı acıtan şeyler aslen kanaatlerimizden oluşuyor, o zaman mutlu olabilmek için hayattan beklentilerimizi yeniden güncel- leyerek başlamalıyız. Çünkü acılarımız ve felaket diye kanaat ettiğimiz şeyler, beklentilerimizin gerçekleşmemesi sebebiyle ortaya çıkan du- rumlardır. Beklentilerimiz bu dünya ve madde ile ilgiliyse bu beklentile- rin gerçekleşmemesi ya da gerçekleşince sürekliliğini kaybetmesi işten bile değil. \"Servet, makam, mal, mülk elde etmek (yani maddi olanı) is- tiyorsan, bunları ele geçirememe olasılığının yüksek olduğunu bil. Bun- ların peşi sıra koşarsan özgür ve mutlu olmanı sağlayacak nimetlerden mutlak surette yoksun olursun.\"* Ama eğer beklentilerin maddeyle il- gili değil mana (metafizik) ile ilgili ise bu surette de ancak şöyle dersin: “Bu felaketlerin ne önemi olabilir? Zira bunlar ya naçiz vücudumla, ya minnacık servetimle, ya zavallı şöhretimle, ya da çocuklarım ve karımla ilgili. Benim için, saadet muştucusu olmayan hiçbir şey yoktur âlemde. Zira her şeyden saadet çıkarmak benim elimdedir.”* Hakikaten, eğer hayatta en yüksek hedefimiz aşkın -yani bu dünyanın ötesinde- şeyler olursa, başımıza gelen her olay bizim için sadece iyilik sebebi olabilir. Her olay karşısında insanın yapabileceği iyi bir hareket mutlaka vardır. \"Elimizde olanlar hususunda tabiatımız gereği hürüz. Hiçbir şey bunlara engel olamaz.\"* İşte bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla diyor ya; hiç kimsenin engelleyememeği şey, içinde olup bitenler. Orada iyi de olabilirsin kötü de. O sebeple seni asla başarısızlı- ğa uğratmayacak hedef, maddi olmayan hedeftir. Koyduğun her maddi hedefin elbet bir geçiciliği ya da ulaşılamaması durumu vardır. Bu seni yolundan eder ya da hedefine ulaştığında artık anlamsızlaşır. Ama dü- şünsene ben iyi biri olacağım dediğinde, bunu nasıl engelleyebilirler? Bu tamamen senin elinde ve hayatının her anını kapsayan bir motivas- yon olacak. Ya da ben cennete gideceğim dediğinde de aynı. “Sonuçta bir tek adam olman gerek. İyi ya da kötü bir tek adam.\"* Tüm bunlar üzerine son bir şey söyleyip çok az da sorumluluk boyutu- na değinelim. Tahammülü ve bu zamana kadar konuştuğumuz şeyleri uygulama önündeki zorluklardan biri de bence geçmiş algımız. Geçmiş dediğim kendi hayatımız tabii ki. Bence hayatımızda yaşadığımız her 13
andan memnunluk duymalıyız. Çünkü o yaşadığımız en büyüğünden en küçüğüne, en zorundan en önemsizine kadar her şey bugün burada olmamıza sebep olan şeyler. Hayatında her şeyi doğru yapsaydın, doğ- ru ne yanlış ne bilemezdin. O zaman yanlışlarının olduğunu, olacağını kabul et. Sevinçlerin de olacak hüzünlerin de. Yoksa ayrım yapamazdın ki. Hiçbir ana kayıp olarak bakma. Bir tweet gördüm, tam da kafamda bu canlandı. Karantinada hiçbir şey yapamadığını anlatırken “Mis gibi bomboş bir ay geçirdim. İhtiyacım varmış demek ki. Bundan sonraki yaşam felsefem bu. Olanı olumlamak, asla kayıp olarak görmemek.” diyordu. “İşte bu!” dedim. Böyle baktığında nasıl tahammülsüzlüğe dü- şersin ki? Başta da dediğimiz gibi tahammülün sorumluluk yüklenme anlamına da değinmemiz gerekiyor. Sorumluluk da aslında kaçmaya çalıştığımız bir durum gibi, değil mi? Bu kavram da hemen bize bıkkınlık veriyor. Ama aslen bu hasleti ne kadar çok istediğimizi, insanın en saf hâli olan çocukluk dönemine bakarak anlayabiliriz. Çocukların “Anne! Bırak ben yapacağım. Baba! Hayır, sen karışma.” dediklerini çokça duyarız. Hele çok zorlansa bile, bir işe onun isteği olmadan yardım ederseniz onu yıkarsınız. Çocuk gelişimcileri de bunun yapılmaması gerektiğini, ço- cukların böylece kendilerini ispatlamak istediklerini söylerler. İşte bu, insanın aslında sorumluluk duygusundan bir mutluluk kazandığının göstergesidir. Kendini bir işe yarıyor hissetmek çok büyük bir zevk. Adam yerine konmak deriz ya, işte bu aldığımız sorumluklarla alakalı- dır. Sorumluluk sadece bir fiil değil, bir inisiyatif alma meselesidir de aynı zamanda. Tüm sonuçlarıyla bir kararın arkasında durabilmektir. Hepimiz içten içe böyle olmanın ne kadar iyi olduğunu düşünürüz. Yani aslında sorumluluğa hayranızdır. Her şeyden bir şekilde kaytarmayı, her sorumluluktan kaçmayı bir şekilde başaran birisi, en sonunda hiçbir işe yaramadığı acı gerçeğiyle karşılaşacaktır. Sorumluluktan kaçmak, bize geçici bir haz verecek olsa da sonunda mutlu olamayacağımız aşikârdır. Sorumluluk yüklenmenin ne demek olduğuyla alakalı önümüzde muh- teşem bir örnek var: Peygamberimiz (sav). Şöyle bir düşünelim, Pey- gamberimiz (sav) nübüvvetten önce iyi birisi miydi kötü birisi miydi? İyiydi diyeceğiz muhakkak. Peki, o zaman vahiy ne değiştirdi onda? Zaten Muhammedü'l-Emin’se, Faziletliler Meclisi’ne (Hılfu'l-Fudûl) ka- tılan biri ise vahiyden öncesi ile sonrası arasındaki fark ne olabilir? Vah- yin Peygamberimizde değiştirdiği şey, durağanı aktifleştirmek olmuş- tur. Vahiy, örtüsüne bürünüp yatan iyiyi ayağa kaldırmıştır. Kalk ve uyar, demiştir. Kendi iyiliğini ulaşabildiği herkese de bulaştırması için ona bir 14
yük yüklemiştir. Hem de dağları bile paramparça edebilecek bir yük. Yani benim bildiğim en zor, en şerefli yükü yüklenen, tahammül eden Peygamberimizdir (sav). Sonuç olarak diyebilirim ki; harekete geçmek, inisiyatif almak, iyiliğin içinde bir şeydir. Harekete geçmeyen iyilik, iyi- lik olarak kalamaz. Durgun suyun bataklığa dönüşmesi gibi etrafındaki kötülükler, onun da içine yavaş yavaş işlemeye başlar. İyi kalmak için bir çaba göstermez, sorumluluk yüklenmezseniz iyi kalamazsınız. ¹ Yunan, Stoacı filozof. Düşüncelerini Sokrates’e dayandırır. * Age. 15
ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] BÜYÜME GERILIĞI Hastalığımın adını bulduğumda yirmi yedimden on yedi gün almıştım. Diğer yaşlarım kusuruma bakmasınlar lütfen, onları böyle bir teşhis ve tedavi olmaksızın tükettiğim için. Aslında belirtiler çocukluğumdan beri vardı. Annemin anlattıkları, benim çölde yürürken yüzlük banknot bul- mam kadar absürt durumlarda bir anda hatırladıklarım açıkça gösteri- yordu ki; çocukken büyüktüm, büyüyünce de çocuk kaldım. Tıp litera- türü “büyüme geriliği” hastalığını ya bedensel geri kalma durumları için ya da beyin gelişiminin yeterli düzeyde olmadığı durumlar için kullanı- yordu. Oysa benim standart bir insanla aynı şekilde büyümüş bedenim ve yaşıtlarımdan fazla çalışan bir beynim vardı. Buna delilim de yalan söylemediklerini umduğum ilkokul öğretmenlerimin veli toplantısı kli- şesi “Zeki ama…”. Çocukken en zor zamanların, işlerin hiç benim hayal ettiğim şekilde git- meyen şu zamanlar olduğunu düşünür ve kendime girecek bir dolap arardım. Girdiğim dolapta cenin pozisyonunda ve karanlıkta beklerdim. Birileri beni bulana kadar saatler geçer, ya çişe ya yemeğe dolaptan zor- la çıkarılırdım. Sonradan bu dolap merakımın “büyüme geriliği” ile ilgili olduğunu anladım. Anne rahminden çıkmayı hiç istememişim belli ki. Çocukken üzülecek o kadar şeyi nerden buldun diye soran arkadaşları- ma çocukken aslında hiç çocuk gibi olmadığımı anlatana kadar yıllarım geçti. Yaşıtlarımla anlaşmam her gün daha da zorlaştı. Aile oturmala- rında yaşıtlarımdan kaçıp ya dedelerle ya da benden küçük çocuklar- la vakit geçiriyor, onlara oyun oynatmanın kutsal bir görev olduğunu 16
düşünüyordum. Dedemin kronolojik sırayla ve tarih, gün, saat vererek anlattığı olayları dinlerken sanki bambaşka bir dünyaya açılıyordum. O esnada benden büyük olan herkes, dedemi dinlemekten çoktan bık- mıştı. Öldüğünde 22 yaşındaydım. Sanırım hâlâ onu hiç bıkmadan din- leyebilirim. Hastalığın artık beni katlanılmaz acılara sürüklediği zaman bire bir ilişki- ler kurmak zorunda olduğum zamanlardı. Bende bir anormallik var diye kendimi ameliyat masasına yatırmam da böylece başladı. Hiçbir kötü olaydan uygun sonucu çıkarıp ders alamıyordum. Kötü olayları kendi dünyamda kabullenemeyip aslında onları olmamış olaylar hâline ge- tiriyordum. Kısaca unutuyordum. Unutmak ne kadar elimizdedir? Hiç büyüyemiyordum ama bir yandan da hayat kazağından sürekli ilmek söküyordum. Arkadaşıma küsüp sonra onu görünce küstüğümü unu- tup ona sarılabiliyordum. Oysa daha iki gün önce bana söylediği kötü sözler için ciğerim sökülene kadar ağlamıştım. Çocuk kendinde haklılık barındıracak kadar makul eylemler sergileyebilen bir varlık olmadığı için başıma gelen herhangi bir olayda ben haklı olamıyordum. Başıma gelen şeyi hak etmiş oluyordum. Yaşıtlarımdan uzaklaştım. Annem beni dikkat çekmeye çalışmakla suç- ladı. Babam nasıl daha parlak bir yıldız olacağımın peşindeydi. Huysuz- luk çıkaran, kimseyle anlaşamayan ve doğal olarak sınırların dışında bırakılan… Bu yüzden uzun yıllarım kendimi birilerine kabul ettirmeye çalışarak geçti. Elimdeki usturayla başkalarına dokunan her dalı, belki büyüyüp kocaman bir çınar olma ihtimaline karşın kestim durdum. “Aa öyle mi, kusura bakmayın.”, “Yok ben aslında öyle demek istemedim.”, “Özür dilerim.”, “Ben bilerek yapmadım.” Çocuklara has mazeretlerim hiç bitmedi. Asla sonunda ne olacağını düşünemiyordum. Dış dünyaya karşı hak etmediğimi düşündüğüm bu boyun eğmeler, ye- rini çok büyük bir öfke ve isyana bıraktı. Sistem eleştirileri, toplumsal yergiler, ebeveynler, okullar, hocalar derken herkes bundan bir şekilde nasibini aldı. Kendimi diktiğim ilk tam kıyafet “isyan” bana en az iki be- den bol gelse de ergen yaşıtlarım arasında bir süre barınabildim. Asıl dana ve kuyruk ayrılışı, insanların ufak ufak yetişkinlik evresine geçtiği dönemlere denk geldi. Artık akıllı tercihlerin yapıldığı, gelecek planlarının yürürlüğe sokulduğu, toplum ve aile için pırıl pırıl bir umut ışığı olduğumuz dönemde, bende “hayatın anlamı” denen bitirim iki- li söz öbeği zirveye yerleşti. Bu faslın “Charlie’nin Çikolata Fabrikası” 17
filminden bir sahne gibi geçmesini isterdim. Veruka’nın sincaplardan bir tanesini almaya gittiği bu sahnede orada kilitli kalması üzerine Wil- ly Wonka, elindeki belki yüz anahtarı tek tek kapıyı açmak için dener. Her defasında, “Tüh bu da değilmiş.” diyerek sıradaki anahtara geçer. İşte bu, “hayatın anlamını arama” olayını keşke aynı gamsızlıkla geçi- rebiliyor olsaydım. Size o zamanları daha dramatik anlatmak istemem aslında bunu isteseydim fiyaskolarla dolu aşk hayatıma ve yarabantları koleksiyonuma giriş bileti için sizi gişeye yönlendirebilirdim. Neyse ki artık elimde bir teşhis var. Tanımlanmış olmanın soğukkanlılığıyla söy- lüyorum ki: “Ben bir İNSANIM.” Huuuh çok rahatlattı gerçekten. Çocuklar bilmedikleri için korkmazlar, büyükler onlara korktukları şeyleri öğretir ve böylece çocuk örümceği korkulacak bir şey zanne- der. Bendeki zarar görmeye karşı gelişmemiş korku da, tam bu çocuk kalma hastalığı sebebiyleydi. Hayatın anlamını dolu dizgin arıyorum zannederken kendimi her şeyi tecrübe etme denizinde boğmama ra- mak kala fark ettim ki zarar görmekten korkmuyorum. Çünkü zararın ne olduğunu bilmiyorum. Buna, elimi aynı mumda bin kere yakıp hâlâ mumum yakıcı olduğunu bilmediğim hâl diyorum. İşler, su toplamış parmaklarımla çok da kolay gitmedi. Uyum sorunu gün geçtikçe bü- yüdü. Ta ki bu yıl Kabil olana kadar. Ben küçük masum Habil’ken, bir anda bir dizi olayın sonunda kendimi çok sevdiğim şeylerin katili olarak buldum. Ellerimdeki kana baktım, baktım. Epey uzun bir süre anlaya- madım. Benden kötülük çıkabilir miydi? Alice’in Harikalar Diyarı’nda değil miydik? İyiler hep kazanmıyordu? Uslu çocuk olunca görülen şi- rinler? Postmodern isyanlarımın ardı arkası kesilmedi. “Allah’ım, beni yanlış programlamış olabilir misin?” Ve bir gecede saçları ağaran çocuk bendim. O dehşetli gün beni buldu. Sırat, bir ip gibi boynuma dolandı. Hiçbir yorgan ayaklarımı açıkta bırakmadan beni örtemedi. Hiçbir ay- nada suratımı göremedim. Bir daha hiçbir dolaba sığamadım. Hayretle “Anne bu ne?” diyemedim. Cennetin içinde çikolata şelaleleri olan bir yer olmadığını da o gün öğrendim. Hay b. Yekzan’la aynı adada yaşayıp onun kemale erdiği gün onunla tanışmış gibiydim. Yolun sonu ve başı birleşti. Bir daire üzerinde hareket ediyorsan kim ne zaman başladığını bilebilir? O gece sabaha kadar tekrarladım: “Ben Açelya İnan, 27 yaşındayım, beni sen yarattın.” “Ben Açelya İnan, 27 yaşındayım, seni çok özledim.” “Ben Açelya İnan, seni göremiyorum, gözlerimi aç.” “Ben yokum, sen varsın. Ben Açelya, inandım.” 18
RÖPORTAJ Alaaddin GÖÇER [email protected] Ramazan-ı Şerif’e Allah’ın izniyle vâsıl olduk. Ancak, kabullenmekte zorluk çektiğimiz dönemlerin hâkim olduğu buruk bir hâldeyiz şimdi. Allah bu süreci sağlıkla, afiyetle ve selametle atlatmayı nasip etsin in- şallah. Hastalarımıza şifa, hayatını kaybeden kardeşlerimize merhamet diliyoruz Allah’tan. Birçok güzelliğin ve hayrın ayı olan Ramazan ayındayız artık. Gönül dün- yamızı tezyin etmenin vakti gelmişken, biz de istifade edebileceğimiz bir başlangıç yapmak istedik bu aya. Bu vesileyle Ramazan ayı üzerine, anılar üzerine, kanaat ve tahammül üzerine hoş bir sohbet yapmayı umuyoruz Murat Göçer ile. Selamun aleyküm reyis. Nasılsın? Elhamdülillah, sen diyeceğim ancak bu muhabbeti başkaları okuyacak olunca siz nasılsınız diye sorayım. Elhamdülillah bizler de iyiyiz. Ben de siz diye hitap edeyim o hâlde. Kendinizi bizlere tanıtabilir misiniz babacığım? Murat Göçer kimdir? Murat Göçer okuma yazma bilmeyen bir ananın, ilkokul diplomasını as- kerde Ali Okulu’ndan almış, koltuğunun altında çocukları okusun diye ilkokul birinci sınıftan itibaren dergiler, kitaplar biriktirmiş; yirmi gün- lük iken yetim kalmış, babasının adı kendine isim olmuş; çilekeş, arif 19
Hatay/Hassa-1998- olduğunu düşündüğüm bir babanın ortanca çocuğudur. 1971 yılında evleri birbirine omuz vermiş, tam anlamıyla mahalle diyebileceğim Şe- ker Murat Mahallesi’nde dünyaya geldim. İlkokulu Rebii Karatekin İlko- kulu’nda okudum. O dönemler âdet olduğu üzere bir yıl Kuran kursu- na gittim. Ardından katıldığım imtihan neticesinde Konya İmam Hatip Okulu’na girdim. Ortaokul son sınıfta iken bir baba-oğul muhabbeti ne- ticesinde hayatımın en önemli anlarından birisi olduğunu düşündüğüm İmam Hatip Lisesi’ne devam ettim. Babam beni karşısına alıp “Bak, or- taokul bitiyor. Eğer hutbeye çıktığın zaman doğruları eğip bükeceksen, korkup söylemeyeceksen seni düz liseye yazdırayım. İyi düşün.” dedi. Bir çocuk bu sözü duyup da hiç vazgeçer mi İmam Hatip Lisesi’nden. “Okuyacağım.” dedim. Bu sözleri hâlâ benim için kulağa küpe, serlevha sözdür. Rabbimin izni ile okulu bitirdim. Üniversite sınavları neticesinde tek tercihim olan ilahiyatı, yani Konya İlahiyat Fakültesi’ni Allah’ın lütfu ile kazandım. Yıl 1991. Hazırlık dâhil beş yıl fakülte. Kayıt yaptırdıktan 20
sonra fakültenin kapısı önünde durup kendi kendime “Nasıl geçecek bu beş yıl?” dediğimi hatırlıyorum ve buna gülüyorum bugün. Tam 29 yıl geçmiş. 1996 senesinde mezun oldum. İlk tayinim Hatay’ın Hassa ilçesi- ne çıktı. Öğretmenliğimin en güzel günleri orada geçti. Ardahan Binba- şar köyünde 15 ay öğretmen-askerlik yaptım. Ardından tekrar Hassa. O çok sevdiğim şirin ilçeden 28 Şubat'ın ağır günlerinde ayrılmak zorunda bırakıldım. Hatay’ın Payas ilçesindeki öğretmenliğimin ardından Kon- ya'nın Cihanbeyli ilçesine tayin edildim. Buradan sonra Konya Lisesi’n- de öğretmenlik yaptım. Beş yılın ardından Konya Cumhuriyet Lisesi’n- de hizmete devam ederken kurum değiştirip Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak Arapça dersler vermeye başladım. Fakültedeki isim değişikleriyle beraber dokuz yıldır bu göre- vimi sürdürmekteyim. Çocukluğunuzda Ramazan size neyi ifade ediyordu? Tek kelimeyle huzur. İlk çocukluk oruçlarımı yaz ayında tuttum. Akşam evin bahçesinde ya da sekide kurulan iftar sofralarını, ardından coşkuy- la babaların, annelerin ve çocukların gittiği teravih namazlarını, namaz arasında cemaatin salavatlarını unutamıyorum. Çocuk ruhumuza ne kadar da dokunurdu büyüklerimizin huşu ile getirdiği salavatlar. Hafta sonları bir başka olurdu; namaz çıkışı babalarımız, komşulardan birinin kapısının önüne sergileri serer otururlardı. Annelerimiz de o evin bah- çesinde otururlardı. Çaylar içilir, muhabbet kırılagiderdi gece yarısına 21
kadar. Biz çocuklar da sokakta türlü türlü oyunlar oynardık. Bir de iftarı beklediğimiz anlar var tabii. İftar topunun atılmasını beklerdik sokağın ucundaki tarlada. Ellerimizdeki kâğıttan torbaların içerisinde çay kena- rından doldurduğumuz ince kumlar. Top atılınca bütün çocuklar torba- ları havaya atardı. Yere düşerken kaçardık. Torbalar yere düştüğünde çıkardığı ses, toz duman… Sonra yılın her zaman en güzel yemeklerinin bulunduğu iftar sofraları... Daha ne söyleyeyim işte, mahallede herke- sin yüzü gül gül açardı Ramazan ayı girince. Peki şu anınız için neler söyleyebilirsiniz? Her yıl aynı coşkuyu yaşıyorum bu mübarek ay geldiğinde. Arındırdığını düşünüyorum bu ayın. İçerisinde rahmet taşıdığını, yanlış yanlarımızı törpülediğini. Ramazan ayına özel birçok plan ve programa rastlamak mümkün. Si- zin bu ay için özlemini çektiğiniz, olmazsa olmaz dediğiniz neler var? Mutlaka ilk akla gelen Kuran hatimleri. Ayrıca bolca hadis okumaları. Bırakalım gönlümüz yapsın günlük programları. Bazen tefekkür, bazen okumak. Kendimizi dinleyelim Ramazanda. Susalım, çok konuşmaya- lım. 22
Bize özlediğiniz, unutmaya kıyamadığınız “o eski Ramazan ve bay- ram”ları anlatır mısınız? Ne değişti ve değişmese kıymeti-özlemi olur muydu? Çocukluğumu biraz anlattım. İstersen gençlik yıllarımı anlatayım. - Nasıl isterseniz. Arkadaşlarımızla iftar saatleri müthişti. Annelerimiz sağ olsunlar hiç yüksünmeden bizlere iftar yemeği hazırlardı. Başka şehirlerden gelen arkadaşlarımız sofraların özel konuklarıydılar. Yemekler onlara hazır- lanırdı. Mahallede öğrenci evi varsa sahur yemeği gönderilirdi. Arka- daşlarla Ramazanʼa özel program yapardık. Her birimiz bir mahallede mutlaka teravih öncesi vaaz ederdik. Bunların çok yetiştirici olduğunu sonradan fark ettik. Evet, bayramlar… Çocukluğumda unutamadığım kişi Hacı Nene diye özel saygı duyduğumuz babamın ve annemin halası. Osmanlı bâkiyesi bir kadındı. İlerlemiş yaşına rağmen sokağa tek gözü açık, peçeyle çıkar- dı. Televizyon olan eve asla girmezdi. Herkes hürmet ederdi ona. Biz de çekinirdik. Bayramda evine gittiğimizde mendilinin içerisinden seçerek çıkardığı kuruşları unutamam. Allah rahmet eylesin. Bir de koşarak git- tiğimiz Bakkal Derviş Amca var unutamadığım. Harçlıklarımızla sadece bayramlarda “Elvan Gazozları” içerdik. Her çocuğun bayram gecelerin- de yastığının baş ucuna yerleştirdiği -şayet alındı ise- ayakkabılarının kokusundan bahsetmeye gerek bile yok sanırım. Ramazanʼın başındaki heyecanımızı, ibadetlerdeki azim ve iştiyakımı- zı bu mübarek ayın son gününe kadar nasıl en üst seviyede tutabiliriz? Allah dert, tasa vermesin ancak bir sonraki Ramazan’a fırsat olur mu olmaz mı düşüncesiyle her anı değerlendirme azmiyle. Sabrın üç çeşit olduğu ve bunlardan birinin de ibadetleri devam et- tirmek hususunda olduğu zikredilir. Yaşadığımız şu dönemde başı- mızdaki musibete sabır konusu da gündemde iken ve Ramazan ayına günler kalmışken tahammül sınırlarımızı değerlendirebilir misiniz? İnsan hayatı renkli taşlardan bir mozaiğe benzer. Sevinçler, hüzünler, sıkıntılar ve başarılarla süslü bir mozaiğe. Sevincimizde şükrümüz, sı- kıntımızda ise sabrımız yoldaşımızdır. İnsanın hamuru şükürle yoğrulur, 23
sabırla pişirilir. Tahammül, sıkıntılı anlarımızın selametle atlatılması için ne kadar elzemse; rahat olduğumuz dönemlerde de rehavete kapılıp kulluktan düşmemek için, yolun sonuna bir Müslüman olarak ulaşmak ve ahiret limanına mümin olarak demir atmak için de bir o kadar el- zemdir. Son olarak, bizlere ne tavsiyede bulunursunuz babacığım? Neyi ya da neleri nasihat edersiniz? Kuran gönlümüzün baharı, Hz. Muhammed gönül bahçemizin solma- yan gülü olsun. Allah soyumuzdan, soyunuzdan göz nuru nesiller var etsin. Bizi ayakta tutan biz değiliz. Sadece dualarımız, hüzünlü kalp- lerimiz. Ağzı dualı olalım. Okumaktan vazgeçmeyelim. Okumak kişiyi inceltir der büyüklerimiz. Zalimin karşısında dimdik duralım, ancak Mü’minlerin karşısında nahif olalım. Ne diyeyim işte; insan olalım, in- san olmanın onurunu ve sorumluluğunu yüklenerek. Âmin. Allah razı olsun. Ağzınıza, yüreğinize sağlık. 24
KALE'M Büşra SÜTÇÜ [email protected] BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ Yorgun düşen bir kirpik haber getirir Düşmek ile düşünmek arasında Koşturan kadınlara inat Görmeyene nasıl anlatılır bir filmin sonu Başrol kendine tavırlı oysa... Yaralı mıdır muamma, titrek alevden koşar Üşütür, yüreğini saracak bir el arar Taşkın misali belki de içine coşar Vaktidir şimdi heyulanın Buharlı silüetler ile tanışmanın Az kaldı var oracıkta bir dümen Bizi, ilk düzlükte bugünlere getiren Askıda bekleyen zaman harmanlanır Bilmem! Kaçıncı duraktır uyuduğun... Buğulu cama doğru uçuşan bir damlanın Kapılınca ritmine buz keser kulakların Duyamazsın, nereden eserse essin o yargı Sarınca dimağını, kalır içinde sessiz sedasız Boş sayfalarda altı çizili kelime aramak heyecanı Ellerinle büyütürsün narin satırları... 25
ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] SABAHLEYIN Her şey biz evdeyken oldu, olmuş yani, öyle söylüyor mahalleli. Dün akşam,bizim bakkalla manav atışmışlar yine. Kötü kötü konuşmuşlar. Apartmanların pencereleri dolmuş. Bir güzel izlemiş herkes.İnsan bir şeyler yapar, ayırır adamları.Ama yok, bıktı onlar da. Haklılar tabii. Bir olur iki olur. Neyse.Polis gelmiş. Almış götürmüş ikisini de. Aynı arabaya bile koyamamışlar. Yazık.İnsan üzülüyor. Öyle işte. Biz de sıkıldık iyice evde. Yani ev zaten zorunda olmadıkça çıkılmaması gereken bir yer gi- biydi bizim için ama böyle de iyi miyiz kötü müyüz bilemiyoruz. Çoğu zaman saçma sapan şeyler düşünürken buluyorum kendimi, dinle bak: Sabahleyin, havanın soğuk olduğu, bulutların iyice yoğun ve koyu bir hal aldığı, yağmurun henüz başlamadığı ama her an başlayabileceği bir günde, uyanıp hemen çıksak dışarı. Bir düşün.Suratına vuran rüzgarla iyice ayılıyorsun. Sen yürürken yağmur da başlıyor yavaş yavaş. Köşe- deki kafeye giriyorsun. Kapıdaki çan çalıyor. Tezgâhın ardı sana bakıyor. Başınla selam veriyorsun. Oraya doğru yürüyorsun. Pink Moon çalıyor çok sessiz. Bir kahve istiyorsun. Önüne bir bardak koyup dolduruyor adam. Kapıdaki çan tekrar çalıyor. Bu kez ona dönüyor gözler. Adam gülümsüyor. “Sizi görmek ne güzel,” diyor. Kadın şemsiyesini silkeliyor. Sarılıyorlar. Başka tarafa bakıyorsun. Görmüyormuş gibi davranmak için telefonunla falan uğraşıyorsun. Hemen yanında birkaç kitap var, en üsttekini alıp rastgele bir sayfasını açıyorsun: “Düşteki gerçekle / Gerçekteki düş / Aynı şey değil. / Gerçekteki düş, / Gün geçtikçe karabasana / Dönüşüyor. / Düşteki gerçek ise, / Gerçek- likten çok uzak.” Kapı tekrar açılıyor. Çan tekrar çalıyor. Yine bir kadın giriyor içeri. Girer girmez, köşedeki masada oturan adamla birbirlerine bakıyorlar. Gü- lümsüyorlar. Kadın masaya doğru giderken şemsiyesini silkeliyor. Sarılı- yorlar. Adam sandalyesine oturup kadının atkısını, paltosunu çıkarma- sını, çantasını yanındaki sandalyeye bırakmasını izliyor. Garson masaya gidip kadının siparişini alıyor. Dışarı bakıyorsun. Yağmur hızlanmış. Bü- tün sabah devam edecek galiba diye düşünüyorsun. Gözün duvardaki saate takılıyor. Kahvenin son yudumunu alıp aceleyle çıkıyorsun, treni yakalamak için… 26
KATARSİS Adnan GÖZÜTOK [email protected] TAHAMMÜLSÜZLÜK İnsanlık tarihinde sağlığı tehdit eden, psikolojik, fizyolojik, ekonomik olumsuzluklara yol açan salgın dönemleri olmuştur. Şu anda da böyle bir dönemin içindeyiz. Varoluşun tehdit altında olduğu bu tür kriz du- rumlar, doğal olarak stres tepkileri yaratır ve fizyolojik olarak “savaş ya da kaç” tepkileri göstermemize yol açar. Bu tehditlerin yavaş yavaş ortadan kalkması ve uyarılmışlığın azalması ile yavaş yavaş normal hâ- limize döneriz. Ancak salgının hâlâ ortadan kalkmaması, devam eden bu belirsizlik ve yeni koşullara uyum zorunluluğu sürekli bir uyarılmışlık içinde kalmamıza ve dengemizin bozulmasına neden olabilir. Duygu, düşünce ve davranışlarımızın farkında olmamız, stresle tepkilerimizi analiz etmemiz, sağlıklı başa çıkma yollarına başvurmamız önem arz etmektedir. Kendimizin ve sevdiklerimizin sağlığını korumak adına şaşkınlık ve be- lirsizlik içinde kendimizi sosyal izolasyon içinde bulduk. İçinde bulun- duğumuz şu dönem, sosyal yaşamımızda birçok rutinin değişmesine ve bir bakıma ertelenmesine neden oldu. Okullarda eğitime ara verildi. Restoranlar, piknik alanları, alışveriş merkezleri ve daha birçok sosyal alan, hastalığın yayılmasını önlemek için kapatılmış durumda. Öğrenci- ler evlerden online eğitim alıyor, bazı çalışanlar evden çalışıyor, bazıları işlerini yapamıyor, sağlık çalışanları ise tüm seferberliğini ilan etmiş bir şekilde hastalık ile mücadele ediyor. Arkadaş, eş dost, komşu, akraba ziyaretleri yapılamıyor fiziki anlamda beraber vakit geçirilemiyor. Ev- lerde ise aile fertleri günün neredeyse tüm saatlerinde bir arada kalma tecrübesini yaşıyor. Genel durumun da yarattığı belirsizlik, hissedilen engellenmişlik, iletişim çatışmaları tahammül sınırlarımızı zorluyor di- yebiliriz. Yazımızın geri kalanında tahammülsüzlük, psikolojik iyi oluş, iletişim, sınırlar konusunu ele alacağız. 27
Daha önce ifade ettiğimiz gibi bilinmezlik ve belirsizlik, çoğu zaman kay- gı yaratan bir durumdur. Bu belirsizlikler karşısında nasıl tepkiler verdi- ğimiz ise kişiden kişiye değişebilmektedir. Her an belirsizlik ve sayısız olasılık içindeyken günlük rutinimiz, bu belirsizlik içeren durumları göz ardı etmemize yardımcı olur. Ancak şu anda rutinlerimizin dışına çıktık ve yaşamı tehdit eden bir belirsizlik ile bu kadar canlı karşı karşıya kal- mış bulunuyoruz. Belirsizliğe tahammülsüzlük ise böylesi bir dönemde daha fazla endişe demektir. Belirsizliğe tahammülsüzlük, gerçekleşme olasılığının düşük olmasını bilmemize rağmen tehdit edici (bilişsel), gerginlik ve endişe yaratan (duyuşsal), kaçınmaya çalışılan (davranış- sal) bir durum olarak değerlendirme eğilimi olarak tanımlanabilir (Geç- gin ve Sahranç, 2017). Üniversite öğrencileri ile ilgili Geçgin ve Sahranç (2017) tarafından yapılan bir çalışmada belirsizliğe tahammülsüzlüğün psikolojik iyi oluşu olumsuz yönde etkilediği görülmüştür. Psikolojik iyi oluş ise, insanın kendi doğasının güçlü yönlerine odaklanan pozitif psi- koloji kavramlarındandır. Alt boyutlarında ise öz-kabul, bireyin güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi ve bunların kabulü ile olumlu duygular içinde olmasıdır. Olumlu ilişkiler boyutu, çevresindeki insanlarla iyi geçinmesi, sevgi ve empati duygularına sahip olmasıdır. Özerklik boyutu, baskı ve korkuya bağlı kalmaksızın kendi davranışlarını düzenlemesidir. Çevresel hakimiyet, ihtiyaçlarına yönelik olarak çevresini şekillendirmek anla- mına gelmektedir. Yaşam amacı boyutu, anlamlı hedeflerle bütünlük duygusu oluşturmayı amaçlar. Bireysel gelişim boyutu ise kişinin potan- siyelini geliştirmeye yönelik duygu, düşünce ve davranışlarını fark edip, düzenleyip değiştirmesi anlamına gelmektedir. İçinde bulunduğumuz bu pandemi döneminde kendimizi bu boyutlar açısından değerlendire- bilir, belirsizliğe tahammülümüzü artırabiliriz. Tahammülsüzlükle ilgili bir diğer alanımız, aile içi iletişim olabilir. Ai- lemiz ile güzel bir vakit geçirmek, kendimizi iyi hissetmemizi ve kuv- vetli bir bağ oluşturmamızı sağlamaktadır. Okulların kapalı olması, bazı çalışanların evden çalışmaları derken aile fertleri ile bir arada olduğu- muz vakit artmış oldu. Bu birliktelik hem sürekli iletişim kurma ihtiyacı hissetmemize hem de sürekli beraber vakit geçirmek gerektiğini dü- şünmemize yol açabilir. Aile içinde iletişim sorunları olan, çözmek için erteleyen, görmezden gelen ve günlük rutin içinde bunu telafi eden ki- şilerde bu sorunlar tekrar göz önüne gelebilir. Daha önceki sayılarımız- da “Beni Gerçekten Anlıyor Musun?” isimli yazımızda etkili iletişim için empati kurma, duygu farkındalığı ve duygu düzenleme konularından bahsetmiştik. Şimdi bu becerilere daha çok ihtiyacımız var. 28
Aynı şekilde kişinin bireyselleşme çabasının küçümsenmesi, engellen- mek istenmesi, bunu gerçekleştirebilecek olgunluğa ulaşmadığının düşünülmesi her iki tarafta bir tahammülsüzlüğe yol açabilir. Özellikle şehir dışında öğrenim gören üniversite öğrencilerinin kendi hayat tarz- larını ve rutinlerini oluşturmaya başladıkları söylenebilir. Üniversitele- rin eğitime ara vermesi ile eve dönen öğrenciler yeni rutinlerini evde de sürdürmek isteyebilirler. Ebeveynler ise bu değişimleri ve yeni düze- ni garipseyebilmektedir. Bireyselleşmeye yönelik müdahaleler öfkelen- meye yol açar, savunmaya geçmeye iter. Araştırmalara göre, bir işte çalışsa da çalışmasa da ev işlerine kadınların daha fazla vakit ayırdıklarını gösteriyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün verilerine göre Türkiye’de erkekler ev işlerine 21 dakika ayı- rırken, kadınlar 261 dakika ayırmaktadır. Pandemi sürecinde evde daha fazla vakit geçiren erkeklerin daha fazla talepte bulunması, ev işlerine faydası olmayan müdahaleler yapması, kadınlarda tahammülsüzlüğe yol açabilmektedir. Zor zamanlarda duygusal ve davranışsal destek, da- yanma gücümüzü artıracaktır. Ele aldığımız tüm bu tahammülsüzlüklerde asıl mesele kapana sıkış- manın verdiği baskı sonucu daha da şiddetlenebileceği gibi bu örün- tülerin normal zamanlarda da aynı şekilde devam etmesidir. Yoksa iki saat beklediğimiz için öfkelenebiliriz, bu sağlıklı bir tahammülsüzlüktür. Ancak tahammülsüzlük, belirsizliğe ilişkin kontrol edilemez bir boyuta ulaştığında ya da başkalarının hayatlarına bencilce müdahale edeme- diğimizden dolayı yaşandığında bunun sağlıklı olduğunu düşünemeyiz. Birbirimizin düşüncelerine, hoşlandığımız şeylere, hobilerimize, çekin- diklerimize, tercih etmediğimiz şeylere, fikirlerimize, hissettiklerimize, ihtiyaçlarımıza saygı duyarsak tahammülsüzlük buz dağının yavaşça eridiğini görmek mucize değil. İçinde bulunduğumuz zorlu günler, bir zaman sona erecek. Birbirimize bulaştırdığımız şeyler nezaket, sevgi, muhabbet olsun. İleride güzelliklerinin de anlatılacağı bir dönem geçir- memiz dileği ile. Kaynakça GEÇGİN, F. M., & SAHRANÇ, Ü. (2017). The Relationships between Intolerance of Uncertainty and Psychological Well-Being. Sakarya University Journal of Education, 7(4), 739-756. 29
KALE’M Esma ŞAFAK [email protected] KAÇ ADIMDA KARANLIKTAN ÇIKILIR? Nereye gitse yanında götürdüğü mektubu, valizinin en altından usul usul çıkardı. Yıllardır aynı izinden katlanmaktan keskin hatlar oluşmuştu kağıtta; bir silkelese dörde bölünecek, harfler de üzerinden dökülüve- recekti sanki. Buna bir çare bulmalıydı. Eşyalarını yerleştirdikten sonra ilk iş çarşıya çıkıp bir çerçeve aldı, oradaki daha güzel adıyla “çarçûba”. Şimdi Tebriz sokaklarında, bayramda kırmızı ayakkabı alınmış küçük kız çocuğu gibi sade bir sevinçle yürüyordu. “Şu çarçûbayı gören olsa ailemin ya da sevdiğimin fotoğrafını asacağımı sanır.” diye düşündü. Oysa o, kendinin kendine yazdığı mektubu koyacaktı içine. Duyan olsa korkardı. İyiden sırıttı. Kapıyı hızlıca çekip doğruca odaya geçti. Mektubun kenarlarındaki çin- leri -tuhaf, bazı kelimelerin ilk Farsçası geliyordu aklına, demek havasını soluduğunda o memleketin insanı olmak kolaylaşıyordu- özenle düzel- tip çerçevenin içine yerledi. Üç adım geri çekilip duvardaki görüntü- sünü gururla izledi. On altı yaşında mektubu yazmayı bitirdiğinde de böyle gururlanmıştı ve son paragrafı sesli sesli okumuştu. Tıpkı şimdi yaptığı gibi: “Sayın Bayım, Bugünlerde bile günler çok hızlı geçiyor, işe yarar biri olmak için uma- rım iyi şeyler yaparsınız. Son olarak size tavsiyem buradan uzaklaşın, iyi insanları bulun.” Bulamamıştı. Ama en azından kötülerinden kurtulmuştu. Yirmi yedi yıl sonra oradan uzaklaşmıştı. İşe yarar bir adımdı. 30
KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] DERVIŞ ZAIM: TUTUNAMAYAN KARAKTERLERIN YÖNETMENI 1996 yılı, Türk sinemasının endüstri olarak Yeşilçam sinemasından ge- tirdiği alışkanlıklarını yavaş yavaş bir kenara bırakmaya çalıştığı, kendi- sini yeniden kurma sürecine girdiği belki de en etkili yıllardan biridir. Yeşilçam’ı temsil eden yönetmenlerden tamamıyla farklı zihin yapısına sahip genç yönetmenlerin, kendi filmlerini üretmeye başladığı bir yıldır. Ayrıca Hollywood filmlerinin sinemayı popüler düzeye taşımaları, film yapımcılarının sinemaya yatırım yapma ve yerel ürünleri dağıtma konu- sunda cesaretlendirmeleri, bu genç kuşak için de destekleyici bir faktör hâline gelmişti. Bu gelişme sadece endüstrinin yapısında değil, aynı za- manda Türk sinemasının üslup ve söyleminde de ortaya çıkmıştır. İçsel gerilimi “kara film”, deneysel ve geleneksel hikâye anlatma biçiminden uzak, gerçekçi bir sinema dili ortaya çıkmıştır. Kamera şimdi yoksul, öteki, yabancı ve sınıfsızların üzerindedir. Yönetmen aynı zamanda bir kameraman, metin yazarı, editör, oyuncu ve nihayet bir yapımcıdır.¹ Aslında 90’lı yıllar Türk sinemasını farklı boyutlardan ele alabileceğimiz birçok malzeme barındırsa da biz bu konulara değinmeden, 90’lı yıllara, filmleri üzerinden sığ bakışlar atmaya devam edeceğiz. 31
Mart 2019 sayısında yine 1996 yılı yapımı farklı bir ürün ortaya koyma- ya çalışan Yavuz Turgul’un “Eşkıya” filmini ele almıştık. Bu sayımızda ise Türk sinemasının Hollywoodlaşma, filmlerin piyasalaşma sürecine girdiği bu dönemde filmleriyle önemli bir yer edinmiş Derviş Zaim ve onun “Tabutta Rövaşata” ve “Filler ve Çimen” filmlerini kısaca ele al- maya çalışacağız. Hızlı bir Google araması yaptığımızda \"Asıl ismi Derviş Zaimağaoğlu olan Derviş Zaim, 1964 yılında Kıbrıs’ın Limasol şehrinde doğmuştur. Lise öğrenimini Magosa’da, üniversite eğitimini 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nde tamamlamıştır. 1994 yılında İngilte- re’de University of Warwick’te “Kültürel Çalışmalar” dalında master yapan Zaim, kamerayı ilk kez As adlı deneysel bir video filmini çekerken ele almıştır. Tv program yönetmenliği ve metin yazarlığı deneyimi olan Zaim’in 1995 yılında yayınlanan “Ares Harikalar Diyarında” isimli roma- nı ile Yunus Nadi Edebiyat ödülünü kazanmıştır. İlk filmi olan Tabutta Rövaşata’dan itibaren gerek yurt içinde gerek yurt dışında birçok ödül kazanan ve prestijli birçok ulusal ve uluslararası festivallerden başarıy- la dönen Zaim, aynı zamanda çeşitli üniversitelerde sinema konusunda dersler vermektedir.” bilgilerine ulaşabiliyoruz. Bu biyografi bilgilerin- den sonra bizi ilgilendiren filmlerine geçelim. Tabutta Rövaşata Derviş Zaim’in ilk filmi olan “Tabutta Rövaşata” tamamıyla kendisinin gayretleriyle ortaya çıkan bir yapıttır. Film; yaşamın kıyısında, İstan- bul’un hisarlarında, evsiz yaşayan Muhsin’in hikâyesini anlatmaktadır. Yapım masrafları neredeyse sıfıra yakın bir bütçeyle ortaya çıkmıştır. Kamera Süha Arın’dan (efsane bir belgeselcidir), filmin müzikleri BaBa ZuLa grubundandır. (Filmin kurgucusu Mustafa Preşeva, müziğin kur- gu aşamasında hediye olarak geldiğini söyler.) Başrol oyuncusu Ahmet Uğurlu dâhil diğer bütün karakterler ücret almadan filmde rol alırlar. Filmin konusu kısaca şöyledir; Mahsun gezindiği otomobilleri ısınmak ve kendi dünyasından bir an için uzaklaşmak için kullandıktan kısa süre sonra temizleyip geri bırakır. Aslına bakarsanız Rumelihisarı’na hediye edilen tavus kuşlarını da yalnızlığını unutmak için arkadaş edinmiştir. Bir gün âşık olduğu eroin bağımlısı genç kıza uyuşturucu temin etmek için kendisine arka çıkan dostu Reis’in teknesini kullanır ve kaza yapar. Sonrasında Reis tarafından dövülen Mahsun, iyiden iyiye yalnız kalır. Daha kötüsü karnını doyurmak için oltasıyla bir balık bile tutamaz ve tavus kuşunu kesip yemek isterken yakalanır. Film, bu haberi televiz- 32
yondan alan arkadaşlarının şaşkın bakışları, hemen ardından da sosis reklamının duyulmasıyla sona erer. Filmin adından da görüleceği gibi Derviş Zaim, daha ilk tecrübelerin- den itibaren dikkat çekici isimler bulmadaki maharetini ortaya koyuyor. İsimlerin film içeriği göz önüne alındığında bu isimlerin zorlama ve ala- kasız olmadığı da ortaya çıkıyor. İncelemekte olduğumuz filme gelince, tabutta röveşata atmanın imkânsız olması gibi başrol oyuncusunun da 33
kendisine çizilen yaşamı aşması, bu yaşamdan kaçıp kurtulması da im- kânsız görünmektedir. Mahsun, adı gibi yaşamla girmiş olduğu ilişkide de oldukça mahsun bir vaziyettedir. Evsiz ve işsizdir. Yaşamını sahildeki balıkçıların, avdan sonraki ağlarını (ağa takılan balıkları) temizlemekle geçirir. Balıkçılar ona, ekmek, yemek, içki ve bazen de az miktarda para verirler. Hayatında ilişkide ve iletişimde olduğu insanlar da bunlardır. Bir de kendi gibi evsiz, işsiz arkadaşı vardır. Onunla birlikte, geceleri, inşaatlarda, kıyıdaki boş balıkçı teknelerinde uyurlar. “Filmin mekânı, İstanbul boğazının kıyısıdır ve film hep açık mekânlarda geçer. Geceleri dışarda sabahlayan insanların görünmeyen yüksek duvarlara hapsol- duğunu izleriz. Yüksek ve kalın çember kendini hep hissettirir.”² Hatırlarsanız yazının başında Mahsun’un gezindiği otomobilleri ısınmak ve kendi dünyasından bir an için uzaklaşmak için kullandıktan kısa süre sonra temizleyip geri bıraktığını söylemiştik. Mahsun’un bu enteresan hırsızlık eylemlerine biraz yakından bakıldığında aslında tutunamayan bir bireyin şehir yaşamına katılma girişimi olduğu görülecektir. Mahsun, ancak bu şekilde onun için çizilen yaşamın sınırlarından çıkabilmekte- dir. Mahsun’un arabayla geçtiği semtler de bu söylemi doğrular nitelik- tedir. Yani onun için bu eylem bir nevi normalleşmedir. “Mahsun ken- di iç dünyasının kapılarına kadar dayanan özelleştirilmiş ve görünmez kamunun karşısında bir küçük hayat deliği yaratmaya çalışır.” Arabayı çalmasından sonra sürekli polise yakalanması da terbiye edici bir unsur olarak gösterilmektedir. Ancak filmde çizilen polis figürü topluma korku salan, onları tehdit eden, âdeta bir mafya figürüdür. Ama polisin bu tehditlerine rağmen Mahsun’un cemaat bilinci içerisinde toplum tara- fından (bunun filmdeki karşılığı reis karakteridir) korunmaktadır. Filmin tutunamayan karakteri sadece Mahsun değil, aynı zamanda çayhaneye gelen insanlar ve uyuşturucu bağımlısı kadındır. Filmde Mahsun yalnızlığın da adamıdır. Onu kollayan arkadaşlarıyla arası bozulur, uyuşturucu bağımlısı kadın bile onun sevgisine karşılık vermez. O da bu yalnızlıkta tavus kuşunu arkadaş edinir ve sevgi açığını onunla kapatmaya çalışır. Hayatının karalığından onunla kurtulmaya ve yaşamla olan bağını onunla kurup renklendirmeye çalışır. Tüm olum- suzluklara rağmen içinde yaşama tutunma isteği vardır. Bu iki arkadaşın kaderi de birbirine benzemektedir. Biri uçmayı beceremeyip uzaklaşa- mayan tavus kuşu diğeri ise kıyıda dönüp dolanan, tutunamayan Mah- sun... Filmin sonunda şehirde ilişkide olduğu, hayallerinin de nesnesi tavus kuşunu açlığa dayanamadığı bir akşam pişirip yemeye kalkışır fakat yakalanır. 34
Filler ve Çimen Havva, yirmili yaşlarının başında milli bir atlettir. Avrasya maratonunu kazanarak askerde yaralanmış kardeşi için tedavi parası kazanmak is- temektedir. Lüks bir otel, Havva ve kardeşine yiyecek yardımında bu- lunmaktadır. Bu otelin sahibi Ali ve oğlu Devrim'in, mafya tarafından yöneltilen teklife olumsuz cevap verdiklerinden dolayı başları derde girer ve Ali, mafya tarafından öldürülür. Devrim de babasının başına gelenlerden korunmak için teröristlerden yardım ister. Filmin hikâyesi- nin çetrefilleştiği yer de bundan sonrasıdır. Huzur kaçırıcı ön bilgilerden sakınmak adına hikâyenin devamını tamamlamayı sizlere bırakıyorum. Bu filmde de baştan sona metaforik göndermelerin hâkim olduğu bir anlatım söz konusudur. Bunu biraz açacak olursak filler yukarıda oyna- şırken ya da tepişirken ezilen çimlerdir. Burada fillerden kasıt ülkedeki güç ve para dengesini elinde tutan sivil ve resmî egemen çevrelerdir, 35
çimenler ise hiçbir şeyden haberi olmadan yaşayan yurttaşlardır. Derviş Zaim bunun bir Küba atasözü olduğunu söyler. Aslında bu filmde de Tabutta Rövaşata’da olduğu gibi tutunamayan bir karakter vardır, Havva. Havva'nın koşusu ya da maratona hazırlık ant- renmanları, aslında onun şehir yaşamına girme çabası olarak yorum- lanabilir. Tıpkı Mahsun'un arabayla yaptığı gibi. Maratonu kazanmak isteği ve olasılığı ise hem kardeşini iyileştirme hem de kendi yaşamını değiştirebilme çabasıdır. Bu filmde de izleyiciye bir mesaj bombardımanı vardır. Doğruyu arayan polis memurunun sudan çıkmış balık görüntüleriyle örtüştürülmesi, kiralık katil olarak yakalanangariban ikiliden birinin \"baby on board\" yazılı bir tulum giymesi, uyuşturucu ticaretiyle uğraşan Camoka'nın be- yaz toz hâlindeki uyuşturucuyu avuçlayıp havaya atması ve bir sonraki sahnede tüm şehrin karla kaplı olması ya da cinayete tanıklık eden Hav- va'nın ertesi günü koşarken ayağının kırmızı izler bırakması gibi… Son olarak yazıyı, filmde belirgin bir şekilde kendini gösteren hatta bir noktada bizim için sıradanlaşmış politik unsurlara yapılan bir eleştiri- yi aktararak bitirmek istiyorum. “Ülke gündemini uzun bir süre meşgul eden, derin devlet-mafya-siyaset ilişkileri ekseninde politik bir konuyu farklı öykülerle sinemaya aktarmaya çalıştı. Bunu yaparken de anla- tımında farklı üsluplar denedi. Fakat özünde popüler yanı ağır basan politik bir film yaptı. Filmin oyuncuları, prodüksiyon ve konu popülerdi. Fakat anlatımı zaman zaman ağırlaştı ve popüler sinema seyircisinin pek de alışık olmadığı üst bir sinema diline yöneldi. Filmde çok yoğun kullanılan metaforik göndermeler, popüler olarak tasarlanmış bir film için gereksizdi.”³ ¹ Davulcu, Halil. (2004). Kenardakiler ve Sinema: Derviş Zaim Sineması üzerine Bir İnceleme (Ba- sılmamış Yüksek Lisans Tezi). Yakındoğu Üniversitesi, Lefkoşa. ² a.g.m. s.38. ³ a.g.m. s.49. 36
İZMİZM Hikmet Can DAMAR [email protected] EMOSYONELIZM İdeolojilerden, sonu izm ile biten kavramlardan bahsettiğimiz yazı kö- şemizde bugün emosyonelizmi irdeleyeceğiz. 2019 yılının son aylarında vizyona giren Joker filmini belki çoğunuz iz- lediniz. Olmayacak yerlerde atılan kahkahalar, ortamına hiç uygun ol- mayan gülüşler aşırı bir şekilde gösterildi. Diyelim ki, bir arkadaşımızla sokakta yürüyoruz ve arkadaşımız bir anda çılgınlar gibi gülmeye baş- ladı. Şöyle bir durup bakarız değil mi? Ne oluyor deriz, iyi misin sevgili arkadaşım, benim göremediğim bir şey mi var? Halbuki ortalıkta kahka- halarla gülünecek bir durum yok hatta belki de başsağlığı ziyaretindesi- niz. Kahkahalarla gülen arkadaşınız ne kadar üzüldüğünü dile getiriyor- du belki dakikalar önce. Joker filminin baş karakteri de, izleyenler bilir, dünyanın en mutlu insanı değildi. Gülmek, normal insanlarda salgılanmasını sağladığı hormonlarla hu- zurlu ve mutlu hissetmemize neden oluyor. Stresin neden olduğu nega- tif etkilere karşı direncimizi artırıyor. Ancak ortada hiçbir neden yokken ve hatta kahkaha ile paylaşılmayacak duygular sarmışken bedenimizi, nedir bu kahkaha? Anlaşılacağı üzere anormal bir durumdan bahsediyoruz. Bu durum literatürde değişik isimlerle anılıyor; örneğin, psödobulbar etki, kısa- ca pba, veya duygu kontrolsüzlüğü, patolojik gülme ve ağlama ya da emosyonelizm, duygusalcılık.¹ Filmde başkarakter duygu durumunu ifade edemediği için kızgınlık ve üzüntü anında dahi duygusal dışa vurumunu sadece kahkaha ile yaşı- 37
yordu. Yani içindeki kederi ve üzüntüyü farklı şekillerde ortaya koyama- yıp yalnız kahkaha ile bunu gösterebiliyordu. Bu rahatsızlık nörolojik hastalıklarla yakından ilişkilidir. İnme sonrasında patolojik gülme ve ağ- lama oranının arttığına yönelik çalışmalar bunu göstermektedir. Emosyonelizm çeşitli alanlarda değişik anlamlar ifade eden bir kavram- dır. Yukarıda bu kavramın nöropsikiyatrik bir örneğini gördük. Sanat ve edebiyat eserlerinde ise her şeyden önce duyguya önem veren anlayış- tır emosyonelizm. Felsefede ise ahlaki değerlerin ölçülmesi bakımın- dan duyguculuk, değerlerin kavranmasını değer duygusuna dayandırır. Ferdî bir çıkmaz olan nöropsikiyatrik emosyonelizmden toplum ve top- lumlar arası bir ahlaki yozlaşmanın ortaya çıktığı modern cemiyetlerde- ki en yaygın kültürel fenomen² olan duygucu felsefeye geçelim. Duygucu felsefe, sezgici felsefeden gelişip 20. yüzyılda İngiltere'de or- taya çıkmıştır. Savunucularına göre, her eylem kendi şartlarında değer- lendirilmelidir. Peki, buradan sabit bir ahlaki değerler sistemi çıkarabilir miyiz? Sabit bir değerler sistemi çıkarmaya ihtiyaç duyuyor muyuz ger- çekten? Modern birey, ahlaki değerleri toplumsal bütünlük içerisinde bir gerek- lilik olarak değil de bireysel bir mesele olarak algılar. Bu durumun ya- şattığı toplumsal tutarsızlıklar ise çoğulculuk adı altında “iyi” kabul edi- liyor. Bu çeşitlilik ve serbestilik insanın, tarihi olarak süreklilik arz eden kendi kültürel karakterlerinden uzaklaşmasına neden oluyor. Bir şeyin ahlaken iyi olabilmesi için bunun toplum tarafından kabul edilegelmiş ahlaki değerlere ve ölçülere uygun olması gerekir. Ancak modern birey kendini tarihsellik dışında, âdeta kuşatıcı bir pozisyona koyduğundan ahlak, ki bir toplum değerlendirmesi olduğu kabulü ile, modern top- lumda değer yargılarının temel belirleyicisi olmaktan uzaklaşır. Birey geleneksel toplumlarda toplumsal bir varlık olduğunun daha çok bilin- cindedir. Böylece geleneksel toplumlarda ahlaki argümanlarını işlevsel olarak doldurabilmişlerdir. Bunun için saat örneği, güzel bir örnektir. Saat denince aklımıza akrebi, yelkovanı ve saniyesi ile doğru çalışan ya da dijital olarak doğru zamanı gösteren alet gelir. Bu saat, çalışıyor ol- ması itibariyle iyi bir saattir. Yani iyi olmak ile saat olabilmek birlikte anlaşılmıştır. Aynı şey geleneksel toplumlarda insan için de geçerliydi. Yani insan dediğimizde iyi insan anlaşılıyordu. İyi insan olabilmek için ise toplumsal olarak ona verilen rollere göre, bu rolün ruhuna göre ha- reket etmeliydi insan. İnsan ve iyi kavramlarının tek vücutluğu karşı- 38
sında birey, ahlaklı ve erdemli bir insan olabilmek için, yaşam amacı ve anlamını tatbik etmelidir. İnsanın yaşama fikri; dünyada bir boşluğu doldurmak, toplu olarak yaşayan biz insanlar arasında topluma faydalı ve toplumun yüklediği rolleri hakkıyla yerine getirebilmek ile özdeş- leşmiştir. Geleneksel toplumlarda birey bütünlüklü biçimde yaşamına yaklaşır, toplumsal bağlarından, kültüründen aldığı miras ile tamamla- maya çalışır yaşamını. Allah Teâlâ, İsra suresinin 84. ayet-i kerîmesinde, “Herkes kendi yapısına göre iş yapar. Şu hâlde kimin en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” diye sesleniyor. Ayet-i kerîmenin üze- rine indiği olaydan hareketle fakihler ise “Rasulü Ekrem’e muhalefet eden ve müminlerin yolundan ayrılan kimse zalimdir, hidayet nimetinin kadr ü kıymetini dikkate almamış ve adaletten ayrılmıştır.” hükmünü vermektedirler.³ Böylelikle toplumsal ahlaki kurallara uymanın gerek- liliğini görebilir miyiz? Modernite ile birlikte bu kavramlar, daha çok gündelik bilgi yığını içe- risinde birer olgu olarak anlamlarını giderek yitirmişlerdir. Geleneklere tepeden bakabildiğini iddia eden liberalizm, doğal hukukçu bakışın or- taya koyduğu, evrenselleştirilebilir adalet kavramının, tüm zamanlarda değişmez bir öze sahip olarak var olduğu iddiasını temellendirmektedir. Şu an dahi farkında olmadan belki de, işgal ettiğimiz yer nispetinde top- lumsal Bir boşluğu doldurmuyor muyuz? Kimimiz öğretmen, kimimiz maden işçisi olarak toplumun bütünlüğü içerisinde bir görevi yerine getirmiyor mu? Bireysel tahakküm, gelenekten sıyrılmış olmak ile ta- rihî-kültürel karakterinden uzaklaşan modern dünya, nereye gidiyor? ¹ https://evrimagaci.org/joker-neden-guluyor-psodobulbar-etki-nedir-8010 ² Faik Eren Kaptan, Erdem Merkezli Bir Adalet Teorisi ³ Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İcma-i Ümmet 39
ANLATI Zeynep Sena YILMAZ [email protected] YA TAHAMMÜL YA... Bedeninin tahammülsüzlüğünde Tek tek eksiliyor insan. Saçlarımın tahammülü kalmamış ki Tel tel döküldüler. Gözlerim tahammülsüz İnen o sisli perdeler. Kulaklarım duymuyor eskisi gibi Kimin umurunda artık onun bunun dediği. Tahammülsüzlüğün böylesi! Dizlerim taşımıyor artık bedenimi. Aynaların kaçışı oturdu içime. Ne olurdu tahammül biraz kalaydı yüzümde. Ah zihnimde hayal meyal bir hikâye... Dedik ya tek tek eksiliyor insan Bedeninin tahammülsüzlüğünde. Bazense bir anda tükeniyor, Her şey daha yolun başındayken bitiveriyor. Hayat da bitecek, o tahammül bittiğinde 40
Sığınacak insan ölümün tahammülüne. Ölümünki sona erdiğinde Uyanacak kıyamete. Âlem büyük insan, insan küçük âlem dedikleri bu işte. Âlem de tahammülünü yitirdiğinde Kıyamet kopacak. Yürüdüğün yer seni artık taşımayacak. Üstündeki gök başına yıkılacak. Anladım ki tahammül tükenişin yolculuğu. İşte hep bu yüzden ondan korkum Çünkü bitmeye mahkûm Öyle bitmek ki dönüşü yok bu yolun. Bedenin tahammülü ölümü getirdi. Âleminki ise kıyamete gebeydi. Benim tahammülüm kime ne verecekti? Sabır tekâmülün yolculuğu Onunla ekilenler kalacak geriye İman, amel, ilim, salih evlat ve sadaka-i cariye. 41
KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] AMERIKA’YI YENIDEN KEŞFETMEK Kalbin Yükü Kaç Kilo Gelir? Tahammül:Yüklenme, yüke katlanma, zora dayanma. Yüklenmek. Çok keredir söylediğim yöntemi uygulayalım. İyi anlayalım. Neyi yüklenmek? Ve kime, nereye yüklemek? Tahammül ettiğimiz ne yaşıyorsak ya da neyin mahrumiyetini çekiyorsak bunun izdüşümü gelir kalbimize yük olur. Sırtımızla değil, bağrımızla taşınan bir yük o hâlde. “Sana tahammül ediyorum.” cümlesini de düzeltelim. Sana değil, seni tahammül ediyorum ve seni bana yüklendiğim takdirde bana taham- mül ediyorum. Demiş oluyoruz ki insan yalnızca kendine tahammül eder. Aç kaldığında midesinin beynine gönderdiği sinyalleri yüklenir, açıkta kaldığında bedeninin titremesini, ayrı düştüğünde özlemek hissi- ni, anlaşılmadığında içinde yükselen asabiyet duygusunu. Ne oluyorsa hep kendi kendimize. İnsan Hep O Kadar Güçlü Olmamalı Bu kısmı böylece kapatacağım. Çünkü benim üzerinde durmak istedi- ğim, insanın bu yükün altından kendini ne zaman çekip alacağı, ne za- man tahammülün sınırlarının aşılacağı ve tahammülsüzlük kelimesinin ne zaman kaçınılmaz olacağı. Böylelikle geçtiğimiz ay dosya konusunun dışına çıkma eylemimi bu kez de konuyu tepetaklak ederek sürdürüyo- rum. “Tahammülsüzlük de erdem olabilir mi?” Bu soruyu bana, uzun süredir kitaplığımda olmasına rağmen okumayı karantina günleri gibi bolca vakit ayırabileceğim bir zamana ertelediğim ve tam da konumuza tuz biber olan kitap sordurdu. 42
Kitabımız: Kalbimi Vatanıma Gömün. Bir Kızılderili’nin, vatanına duy- duğu özlemle söylediği sözlerden alınmış ne etkileyici cümle. Bu cüm- lenin yazılı olduğu kapağın arkasında acının öngörülemez boyutları var; koca bir ırka yapılan sayısız saygısızlığın belgesi var: Oturan Boğa ismi- nin bizde komik bir izlenim oluşturması gibi kötü algı yanılmalarımızın aslı var; Victor Hugo’nun, JaneAusten’ın, Van Gogh’un sanatta kat ettiği ilerlemeyi, aynı havayı soluyan soydaşlarının insanlıkta alaşağı etmesi- 43
nin anlatımı var. Ama en çok bir halk iyi niyetini, insan sevgisini nereye kadar koruyabilir? Aralıksız devam eden tahammülün sonu nereye va- rır? Bunun cevabı var. Sizi de ikna etmek istiyorum. Bu yüzden kitapla birlikte bana yük olan- lardan taşıyabildiklerimi getirdim. Siz karar verin, tahammül her hâ- lükârda mı? Tahammülsüzlük Bazen En Yüce Erdem 1- “Ben tek bir kişiyim. Halkımın sesiyim. Onların yüreklerinde olanı söy- lüyorum. Artık savaş istemiyorum. İnsan gibi yaşamak istiyorum. Beyaz adama tanıdığınız hakları bana da tanımayı reddediyorsunuz. Tenim kızıl, yüreğim bir beyazın yüreğiyle aynı renk. Ölmekten korktuğum yok. Kayaların üstüne düşmeyeceğim, öldüğüm zaman düşmanlarım altım- da kalacak. Askerleriniz, ben Yitik Irmak’ta uyurken üstüme saldırdılar. Bizi yaralı bir geyik gibi bu kayalığa kadar sürdüler...Yüce Ruh bizi bu topraklarda yarattıysa burası bizim değil mi?” Bizim olanı elimizden aldıklarında ve bunu yaparken beni bir insan ola- rak bile görmediklerinde bunu tahammül etmek zorunda değilim. 2- “Erkekler, kadınlar ve çocuklar hiçbir ayrım yapılmaksızın tüyler ür- pertici bir soğukkanlılıkla boğazlanıyordu. Gördüğüm bütün ölülerin kafa derileri yüzülmüştü. Karnı ortadan yarılmış bir squaw kadını yanı başında henüz doğmamış çocuğuyla yatıyordu.” Aynı zaman diliminde; bu kıyımın yaşandığı Avrupa’ya aydınlanma sonrası medenileşme dönemi adı verildiği hâlde dönem padişahımızın yıllarca kendi halkı tarafından bile Kızıl Sultan olarak adlandırılmasını tahammül etmek zorunda değilim. Daha da acısı, ilk kafa derisi yüz- meyi İspanyolların Kızılderililere uyguladığı tarihî bir gerçek olmasına rağmen popüler Amerikan dizi ve çizgi filmlerinde Kızılderililerin kafa derisi yüzen yabaniler olarak tanıtılmasını tahammül etmek zorunda değilim. 3- “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığı- mın bu yüksek tepesinden gerilere baktığımda yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hala o genç gözlerimle görüyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü 44
öldü orada. Güzel bir düştü evet… sonra bir ulusun umudu kırılıp pa- ramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.” Bir insan ırkını tükettikleri yılların tam da ortasında Özgürlük Heykeli ya da resmî adıyla “Dünyayı Aydınlatan Özgürlük” anıtının yapılması trajedisini bugün hâlâ hayranlıkla izleyenleri tahammül etmek zorunda değilim. 4- “Kolomb, ‘Bu insanlar öyle uysal, öyle barışsever ki yeryüzünde bun- lardan daha iyi bir ulus bulunmadığına ant içebilirim.’ diye yazıyordu İspanya kralına. Sonra da haksever(!) bir Avrupalı olarak ‘bu insanların çalıştırılması, gerekli her işe koşulması ve bizim geleneklerimize alışma- sı gerek’ kanısına vardı. Tainolardan kendisini evlerine buyur eden ve kendisiyle dostça bir ilişki sürdüren on kadarını, beyazların görenekleri- ne alıştırmak amacıyla kaçırdı ve İspanya'ya götürdü. İçlerinden biri İspanya’ya vardıktan kısa bir zaman sonra öldü ama bu süre içinde çoktan vaftiz edilmişti. İspanyollar ilk Kızılderili’nin cennete 45
gidişini mümkün kıldıkları için öyle sevinmişlerdi ki, bu iyi haberi bütün Batı Hint Adalarına yaymakta hiç za- man kaybetmediler.” Colomb’un Amerika’yı keşfetme ma- salını ilkokul sıralarında tekrar tekrar ezberleyip, oranın aslında halkıyla bir- likte keşfe ihtiyacı olmayan tam bir vatan olduğu gerçeğini yirmi dört ya- şında kıyıda köşede kalmış bir kitap- tan öğrenmeyi tahammül etmek zo- runda değilim. 5- “AppalachiaDağları’nda altın bulu- nunca hepsinin bir an önce oradan çı- karılması konusunda büyük bir gürül- tü koptu. 1838 sonbaharında General Scott’un askerleri Cherokee’leri kuşattılar ve hepsini kamplara topladılar. Onları, batıya, belirledikleri Kızılderili bölgesine doğru yola çıkardılar. Bu uzun kış yolculuğu sırasın- da her dört Cherokee’den biri hayatını kaybetti. Dondurucu soğuğa, aç- lığa, dizanteriye, askerlerin kaba alaylarına dayanacak güce sahiptiler ama topraklarını kaybetmenin acısına dayanacak kadar güçlü değildi- ler. Bu yürüyüşe “gözyaşı izleri” adını verdiler.” Bu kabilenin yaşadıklarının benzerlerini yaşayan ve böylece verimsiz arazilerde soyları yitip giden onlarca kabile olduğu hâlde fiil sahibi Av- rupa’nın bize Ermeni soykırımı iddiasıyla gelmesini tahammül etmek zorunda değilim. 6- “Hepimiz, yurdunu bırakmanın, atalarının yurdunu terk etmenin bir insan için çok zor olduğunu kavrıyoruz. Ama ne yazık ki ülkenizde altın bulundu, bir yığın beyaz yaşamak için topraklarınıza girdi. Bundan son- ra sizin için burayı terk etmekten başka çare yok artık.” “Washington’daki siyasetçiler kalıcı Kızılderili sınırının ayaklar altına alınmasını haklı göstermek için ‘Kader Bildirisi’ni icat ettiler. Buna göre beyazlar üstün ırk oldukları için hem Kızılderililerden hem de onların topraklarından, ormanlarından, madenlerinden sorumluydular. Bunu onlara kader zorunlu tutmuştu.” Batının; (benzerlerini Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de gördüğümüz) 46
kendisine, her altı dolu toprağa me- deniyet götürme misyonunu yükle- mesini tahammül etmek zorunda de- ğilim. 7- “Bir zamanlar içinden tatlı sular akan, Kızılderili adları taşıyan ırmak- lar çamur ve çöplerle bulandı; toprak- lar ise bozuluyor, altüst ediliyordu. Kızılderililerin gözünde, Avrupalılar doğadaki her şeyden, canlı ormanlar- dan, ormanlardaki kuşlardan, hay- vanlardan, ormanların içinden geçen çayırlık yollardan, sudan topraktan, havadan nefret ediyordu.” Kızılderililerin ellerinden alınan dağlarının, altın için yerle bir edilip di- ğer yandan bereketli topraklarından da onları sürerek kurak arazilerde ölüme terk etmiş olmalarına rağmen yine Kızılderililerden çaldıkları bü- yük ormanın kenarını çevirerek Milli Park (Yellowstone) ilan ettiler diye “dünyanın en doğasever devleti biziz” reklamlarını tahammül etmek zorunda değilim. 8- St. Paul rahibi şöyle diyordu: “Yarınki idamlarla ciddi bir adaletsizli- ğin yapılmış olacağı kanısında değiliz. Ama gene de, sanıkların suçları- na ilişkin daha elle tutulur kanıtlar gösterilseydi, daha doğru olurdu... Beyazlar tarafından yargılanan hiçbir beyaz, bu kadar kanıtla idama mahkûm olamazdı.” Rahip ve papazların inisiyatifine bırakılıp komikleşmiş bir dinle İslam’ı kıyas edip “Bütün dinler akla aykırıdır, bilim ya da dinden birini tercih etmeliyiz.” diyen bakış açısını ve bunu söyleyenlerden daha hiddetli sa- vunan yerli modern kralcıları tahammül etmek zorunda değilim. 9- “Gençken, bu ülkeyi doğusundan batısına boydan boya gezdim, Apa- che’lerden başkasına rastlamadım. Aradan birçok yaz geçti, gene gez- dim ülkeyi baştan başa, bu kez başka bir ırkın bu toprakları ele geçirme- ye gelmiş olduğunu gördüm.Nasıl oldu bu iş? Niçin Apache’ler ölmeyi bekliyorlar, niçin her an ölümle yüz yüze yaşıyorlar? Oysa Apache’ler bir zamanlar büyük bir ulustu.” 47
Şimdi apache kelimesinin anlamına baktığımda: “Paris’te gece soygun- cusu, sokak serserisi” olarak çıkmasını ve bunun gibi yüzlerce kelimeye yapılan saygısızlığı tahammül etmek zorunda değilim. 10- Komutan, kaleden Albay Chivington’a şu telgrafı çekmişti: “Kızıl- derililer biraz daha acı çekinceye kadar barış yapmak istemiyorum.” Sonunda Wynkoop, Kızılderililerle görüşmesi için valiye yalvarmak zo- runda kaldı. “Peki ama, barış yaparsak, ben Üçüncü Colorado Müfreze- si’ni ne yapacağım?” diye soruyordu Evans. “Kızılderili öldürmek üzere yetiştirildiler ve Kızılderili öldürmeleri gerekiyor.” Düşman Kızılderililere karşı böyle bir müfrezenin gerekli olduğunu bildirmesi üzerine Washin- gton’daki yetkililerin kendisine yeni bir müfreze kurması için izin vermiş olduklarını, şimdi barış yaparsa Washington’daki politikacıların kendisi- ni yanlış değerlendirme yapmakla suçlayacaklarını anlattı. “Beyazlar bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir te- kinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.” Her zaman barışı getirme iddiasında olan ama bu barışı bir türlü uygu- lamayan; tarihin, sözlerinde durduklarına belki de hiç şahitlik etmediği bir güruhun verdikleri sözleri, barışçıl politikalarını ve hangi ülkenin ne kadar medeni olduğunu belirleme cüretlerini tahammül etmek zorun- da değilim. Tüm demek istediğim; Kızılderililerin, beyaz adamların yalan ve riyala- rına karşı sürekli iyi insan olmanın mücadelesini vermelerinin ve süreç içerisinde tükenişlerinin tahammülü var bu kitapta. O yüzden daha faz- lasını yüklenmeye gücü kalmıyor insanın. Unutulmaması gereken acı öğütler var. Onu okuduğumda çok üzüldüm, çok şey kaybettim, çok öf- kelendim ama yalnızca Cemil Meriç kitapları için söylediğim “Bu kitabı herkes okumalı, bu bir ders kitabı olmalı.” cümlesini hissettim. İyi ki bu kitabın yazılmış olduğu dönemde var oldum dedim. Kapanış bu cümleyi tamamlayan bir Kızılderili şarkısıyla olsun: Kutsal bir hayat sürüyorum. Başımı kaldırıp göğe bakıyorum Kutsal bir hayat yaşıyorum. Son cümle: “Eğer bir adam bir şey kaybeder de sonra geri dönüp dik- katlice ararsa kaybettiğini, mutlaka bulur.” BirKızılderili hep umutludur, siz de dünyaya karşı umutlu olun. Ve Kızılderililerin hep yaptığı, güzellik getirmekti. Siz de güzel olana uğraşın. 48
Search