PAY DOS Aylık Ortaya Karışık Bülten Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe KAYA Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL İllüstratör Ayşe Rümeysa ÖZDEN Esma ATEŞ Muzaffer FIRAT Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.
İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Şeküre Küçükgül 04İNSAN DENEN MEÇHUL Beyza YILDIZ 06 BU BÖYLEDİR Enes SÜSLÜ 07ÇÖRÇİL KAHRAMAN MI KATİL Mİ? Bahar EŞREFOĞLU 15 MİKRO ÂLEM Raziye Gül GÜZEŞ 18HOKKA Hüdanur YILDIRIM 22 MUNTAZAM Beyza KARADEMİR 24RÖPORTAJ İ. Ethem OKUYAN 31 BİR GÜZEL PANEL Ayşe KAYA KÂMİLLE BULUŞMAK 33 İZLAL 34 MUSA CARULLAH Muhammed URAL İÇİM İÇİME DEĞDİ 38 Esma ŞAFAK 42 İKİNDİ ÇAYINA NİYET Alaaddin GÖÇER 44ORTA DOĞU’NUN YARALI... Erkam ÇİMEN 49 BİR ARTI BİR... Taha SULAR 51ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM 53 OJEKTİFE TAKILAN AYET Merve ER
BAŞLARKEN Şeküre KÜÇÜKGÜL [email protected] “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?” diye soruyor Oğuz Atay. İkinci senemizin son sayısıyla karşınızda hâzırken sizlerin de her daim bizimle olduğunuzdan hiç şüphe etmedik. Bunun için sonsuz teşekkürler, kıymetli okur. Bir tohumun toprağa düşüp filizlenişine şahit olmak gibiydi bizim için PAYDOS. Kökleri sağlam bir ağaç olduğu günleri görmek ise en büyük duamız oldu. Bu süreçte hayatın yoğun meşgalesine paydos deyip ya- zılarıyla destek olan yazarlarımıza, hayallerini çizgiler yoluyla bizimle paylaşan çizerlerimize, her sayımızda gönüllerini koyarak elinden geleni esirgemeyen tüm ekibimize sizlerin huzurunda teşekkür ediyorum. Yeni bir döneme gireceğimiz bu ayda aynayı kendimize çevirdik ve “mikro âlem” insanı konuştuk. Konunun ayrıntılı incelendiği dosya yazılarımız, birbirinden güzel öykülerimiz, insan olmaklığımızı sorgulatan bir film ile seyirliğimiz ve daha nice yazılarımızla sizleri baş başa bırakıyorum. Esen kalınız. Dipçe: 2. yılımızı doldurmanın sevincini artıran; Rasulullah’ın (“ )ﷺKişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur.” tavsiyesine mazhar olan, yazar ekibimizden Yasir Erkuş ve Muhammed Bahaeddin Atabey’e da- reyn saadeti dileriz. 3
DOSYA Beyza YILDIZ [email protected] beyza karademir INSAN DENEN MEÇHUL “Doğrusu evet! Önce kadınları, sonra hayvanları sevdim. Şimdi de taşları seviyorum. Taşlar da insanı hayvanlar ve kadınlar kadar kolay oyalar. Sonra, onlar gibi kalleş değiller.”(NOTRE DAME’IN KAMBURU) İnsan, üç bacaklı bir maymundur. Eyleyenler, bilenler ve hissedenler ada- sında yaşayan ve bu üç bacağından birini kullanmayı zar zor becerebilen maymunların evrilmesi, günümüz insanının gidişatına lüks kaçan bir ey- lemdir. Bu bacakların varlığı ne yazık ki onların hakkıyla kullanımı anlamı- na gelmez. İnsanlar, en nihayetinde yalnızca birini kullanmakta mahirle- şir. Bazıları, dünyalarını, yapıp etmeleri üzerine kurar. Bazıları, duyguları havanında döver, hayal kurabiyesi diye pişirir. Bazıları, her şeyin bilgisine ulaşınca bütün adaların mutlak hükümdarı olacağını zanneder. İnsanın bu üç bacağı da en yetkin şekilde kullanmayı öğrenmiş, zamanın ve mekânın yatay zorunluluklarından kurtulup dikey bir yolculuğa çıkabilen kâmil varlık olma potansiyeli ise, eskilerin “İnsan nedir şimdi bildim.” dizelerinde kal- mıştır. Tarih sahnesinden öyle üç bacaklılar gelip geçmiştir ki, onlar insanı biyolojik evrimin ötesinde bir hazinenin bileni varsaymış ve uzun yolculuk- ların neticesinde yeni bilgilere, hislere ve eylemlere taşımışlardır. İş, adala- ra dönüp anlatmaya gelince ise: Konfüçyüs: İnsan, öğrenen hayvandır. Thales: İnsan, araştıran hayvandır. 4
Sofistler: İnsan, kazanan hayvandır. Sokrates: İnsan, sorgulayan hayvandır. Platon: İnsan, toplumsal hayvandır. Aristo: İnsan, düşünen hayvandır. Septikler: İnsan, şüpheci hayvandır. Stoikler: İnsan, her şeye alınan hayvandır. Herakleitos: İnsan, tartışan hayvandır. Kant: İnsan, eleştiren hayvandır. Descartes: İnsan, konuşan hayvandır. Hegel: İnsan, sistematik hayvandır. Gazzâlî: İnsan, itiraz eden hayvandır. Karl Marx: İnsan, mücadeleci bir hayvandır. Ortalamayı tutturmak adına “hayvan” paydasında buluşulduğundan beri insan ne adalarında yerini ne yürümede bacaklarını bulabiliyor. Biraz et ke- mik üzerine yağ ve sinir olarak. Hayvan-ı nâtık desek de, ondan hayvanlık vasfını soyacak formülü cadı kazanlarında üretemeyeceğimiz aşikâr. İnsan, yaratılmış olmayı kabulle insan olmaya başlıyor, doğmakla ve doymakla değil. Kendinin dışına çıkıp orada bir hakikatin (Peki hangi hakikatin?) var- lığını kabule/ispata/inanmaya varınca insanlık başlıyor. Ancak bu yeni in- sanın elinden sanat çıkıyor. Böylece sevgi, bir ahlaka dönüşüyor ve karşı(t) lık tedavülden kalkıyor. Maymunlar, üç bacaklarıyla dengede yürümeyi bu insanlardan öğreniyor. Bitmeyen açlık bir doyuma ulaşıyor. Her insan ka- dar insan tanımı olsa da ve bütün fikirler zıtlarıyla çürütülüyor olsa da, herkesin içinde bulunmakla ortak ama nasıl tanımlayıp kabul edileceğiyle ayrıştığı bu insanlık hepimizin elinde hazineye yahut zindana dönüşme po- tansiyeliyle bekliyor. Can can deyü söylediklerini bilmek, bildiğini eylemek, hepsini kapsayan bir sevgiyle içini açmak, biraz kadın biraz taş olmak. Sözü insandan açmak, sonsuzluğa açılan bir kapıdan sınırlı kelimelerle geçmek demek. Ne söylense anlamını bulmayacak, ne söylense eksik kalacak. Kimi insanı bir ameliyat masasından anlatacak kimi bir tuvale aktaracak kimi ona kıyafet dikecek kimi ruhunu iyi edecek. İnsanı insana ayna diye sırla- yan bilgeler aramızda olmadıkça yahut biz onların cübbesi altında bulun- madıkça insan nedir? Hep bir sır olarak sürüp gidecek. Yaşamayı başımın üstündeki tepside simit diye sattıran umut Tezgâhımı paramparça eden coplar kadar korku Kim ola doğmakla suçlu ve ölümle aklanmış, yaşamakla serbest bırakıldığını sanmış Kim ola ismi kulağına okunmakla bir insan olarak başlamış hayatına 5
OKUMALIK Enes SÜSLÜ [email protected] BU BÖYLEDIR “Bütün bunlar bu yıl oldu,” diyor. Uzun süredir görüşmüyorduk. Evlenip boşan- mış. İşinden atılmış. Çok sevdiği bir arkadaşını kaybetmiş. Sonra da babasını. Yağmurlu bir eylül günü gömülmüş cenazesi. Eski karısı köpeklerden korktuğu için gelememiş. Mezarlıklarda çok köpek olurmuş. Çok yanlış kararlar almış. Borçlarından bir türlü kurtulamamış. Evine haciz gelmiş. Şimdilerde bir lokanta- da çalışıyormuş. O anlatıyor, ben dinliyorum. Kötü geçen o yılı anlattıktan sonra lise anılarımızdan, daha sonra gelecek planlarından, en son yine pişmanlıkların- dan bahsediyor. (İnsan doğar, büyür, pişman olur ve ölür, evet. Yanlış kararlar verir, bir şeyleri beceremez, yeni şeylere heves eder, başka bir yaşam ister ve en sonunda mut- laka pişman olur. Pişman olur, ve yanında onu yargılamadan teselli edecek birini arar. Bu böyledir.) Anlattığı şeye göre ses tonu ve mimikleri de değişkenlik gösteriyor. Gelecek planlarını anlatırken hızlı cümleler kuruyor, ellerini çok kullanıyor, arada heye- canlanıyor. Aldığı yanlış kararlardan, pişmanlıklarından bahsederken ise yavaş- lıyor, cümleler arasında uzun uzun bekliyor, arada dalıp gidiyor, elindeki siga- rasını dahi içmeyi unutuyor. Ben de onun karşısında, ona göre şekil alıyorum. Bu yıl benim için de pek iç açıcı değildi. Her gün aynı sabaha uyandım, aynı şeyleri tekrar ettim, günü aynı bitirdim. Koca yıl tek bir gün gibi geçti. Farklı olan tek şey, bazen yeni insanlarla tanışmam oluyordu. On katlı bir apartmanın üst üste konumlanmış on odasını, o evde yaşayan kişiyle beraber fotoğraflayan adamla da o zaman tanışmıştım, elli yedi yıldır hamallık yapan altmış yedi yaşın- daki adamla da. Ama beni en çok etkileyen kişi henüz on bir yaşındaki Zeynep olmuştu. (İnsan öyledir ki hem sadece on bir yaşında hem de çok yorgun olabilir, evet. Eğer sorunları olan bir ailede yaşıyorsan, annen sen dokuz yaşındayken hastala- nıp yatağa düştüyse, baban da işten bir türlü gelmiyorsa, üstelik o yaşta annelik yapmak zorunda olduğun üç yaşında bir de kız kardeşin varsa, yorulursun. Bu yorgunluk uyuyunca geçecek türden de değildir hem.) İki çay daha söylüyoruz. Konuşmaya devam ediyoruz. Taşradaki hayattan söz ediyoruz. Ülke gündeminden, Beşiktaş’tan, kaybettiğimiz şeylerden, hayatla in- sanın aynılığından falan… Sonra konu yine geçmiş yıllara ve keşkelere geliyor. “Şunu iyice anladım,” diyor bir ara ama susuyor sonra, devamını getirmiyor. 6
TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU ÇÖRÇİL* KAHRAMAN MI KATİL Mİ? Daha önceki bir yazımızda İngiltere’nin elit yatılı okulları gerçeğinden bahsetmiştik. Bu okullardan birinde (Harrow School) yetişen, Çanakka- le Savaşı’nın da başaktörlerinden biri olan, İngiltere’nin eski başbakanı Winston Leonard Spencer-Churchill, bu ay Tarih-Düşünce köşemize mi- safir oluyor. 20. yüzyılın en önemli isimlerinden biri Çörçil, edebiyat dalında kazandı- ğı Nobel Ödülü (1953) (ki Nobel Barış Ödülü için de düşünülmüş.) dâhil, bugünün de en önemli figürlerinden birisi olmaya devam ediyor. Sizler için özellikle onu seçmemizin nedeni, İngiltere’nin yeni başbakanı Boris Johnson’un idolü olması. Boris, Çörçil’i kahraman olarak gören İngiliz gençlerinden sadece birisi. Boris Çörçil’inkine benzer bir eğitimden geç- 7
miş. Üstelik hayat hikâyesini belki de diğerlerinden çok daha iyi biliyor, zira Çörçil’in hayatını yazdığı bir kitabı mevcut. Çörçil, sadece bir siyasi figür değil, aynı zamanda çok güçlü bir marka. İç- tiği sigara, tükettiği viskinin adı dahi “Churchill” olarak markalanmış du- rumda. Ancak bunlardan en güçlüsünü Çörçil’in 1959 yılında Cambridge Üniversitesi bahçesine ektiği bir ağaçta buluyoruz: Churchill College. Bugün Çörçil Arşivi’ne de ev sahipliği yapan Cambridge Üniversitesi’nin bu koleji, Çörçil’in Amerika ziyaretinde görüp hayran kaldığı MIT’in bir benzerini ülkesinde de görme gayretinden doğmuştur. Ayrıntıları sizin araştıracağınızı düşünerek, bir insanın hayat hikâyesini nasıl yazdığıyla sizi baş başa bırakıyoruz: Çörçil (1874-1965) İngiltere’deki ulusal kahraman figürlerinin başında geliyor. Büyük dedesi John Spencer-Churchill, Marlborough’un 7. Dükü, Benjamin Disraeli’nin başbakanlığı sırasında (1874-1880) Muhafazakâr Parti’de kabine başkanlığından milletvekilliğine kadar çeşitli görevlerde 10 yıl bulunmuştur. Babası Lord Randolph Churchill de, 1873 yılında aynı partide milletvekilliğine seçilmiştir ve bu tarih, Amerikalı zengin bir aile- nin kızı olan Jennie ile nişanlandığı tarihtir. Çörçil, 1874 yılında Oxfor- dshire’da (Blenheim) aristokratik, zengin bir ailenin ferdi (The Spencer Family) olarak dünyaya gelmiştir. 1876 yılında dedesi İrlanda’nın tamamen İngiliz toprağı olduğu dönem- de genel vali olarak Dublin’e gitmiş ve babası da özel sekreteri olarak ona eşlik etmiştir. Çörçil’in anne ve babası, imkânlarının ötesinde bir ha- yat sürmeleri ve devamlı borç içinde olmalarıyla biliniyor. Ailenin ikinci çocuğu ile ilgili spekülasyonlara burada girmeyeceğiz ancak Çörçil’in çok sağlıklı bir aile ortamında yetiştiğini söylemenin mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Çünkü ikinci çocuğun doğumundan sonra dedikodular ne- deniyle anne ve babasının arası oldukça açılmıştır (Jenkins 2001). Okul Hayatı 7 yaşındayken Berkshire’da (Ascot) bulunan St. George’s School isimli ya- tılı okula verildiğinde Çörçil okuldan nefret etmiş ve uyumsuz davranış- larının yanında akademik olarak da düşük bir başarı göstermiştir. Daha sonrasında sağlığının çok iyi olmaması sebebiyle 1884’te Hove’da bulu- nan Brunswick School’a gönderilmiştir. Asıl okul hayatı buradan sonra başlıyor diyebiliriz. Sınavı kıyısından da olsa geçmiş ve bu sayede 1888 yılında elit Harrow Okulu’na başlayabilmiştir. Burada, akademik başarı- 8
sı ve özellikle tarih derslerindeki üstün başarısıyla dikkat çekmiş ancak öğretmenleri genelde dakik ve dikkatli olmadığından şikâyet etmişlerdir. Okul dergisinde şiirleri ve mektupları yayınlanmış, eskrim sporunda de- rece kazanmıştır. Daha sonra babası eğitiminin askerî olması konusunda ısrarcı olmuş ve Çörçil, Harrow’daki son üç yılında ordu formunda eğitim almıştır. Bu yıllardaki sınavlarının birçoğunda düşük performans göster- mesiyle bilinmekte. Orduda: Kaçışı ve Millî Kahraman İlan Edilmesi 1896 ve 1897 yılları arasında gazeteci ve asker olarak Hindistan’da gö- rev yaptı. 1898’de The Story of the Malakand Field Force isimli bir kitap yazdı. Hindistan’da bulunduğu 9 ay sırasında eğitiminin yetersiz olduğunu düşünen Çörçil, kendi kendini yetiştirmeye karar verir. Özellikle Plato, Adam Smith, Charles Darwin ve Henry Hallam’dan okumalar yapar. En çok etkilendiği eserler Edward Gibbon’un Roma İmparatorluğu’nun Ge- rileme ve Düşüş Tarihi (The History of the Decline and Fall of the Roman Empire), Winwood Reade’nin Adamın Şehitliği (The Martyrdom of Man) adlı eseri ve Thomas Babington Macaulay’in eserleriydi. 1898’de Çörçil, Omdurman Savaşı’nda, Sudan’daydı. Buradaki deneyim- lerini The Rive War, An Account of the Reconquest of the Sudan (1899) adlı kitabında yazdı. 1899’da görevinden istifa etti ve Boer Savaşı’nı 9
London Morning Post Gazetesi’ne aktarmak üzere görevlendirildi. Bu savaşta esir düştü ve kaçarak ülkesine dönmeyi başardığında takvimler 1900’ü gösteriyordu. Çörçil, bu kaçış-dönüş hikâyesi sebebiyle millî kah- raman ilan edilmişti.** Parlamentoya Dönüşü 1900 Çörçil’in parlamentoya ilk kez seçildiği tarihtir aynı zamanda. 1904 yılında Muhafazakâr Parti’den Liberal Parti’ye geçmiştir. 1908’de bir er- kek, üç kız çocuğunun annesi olacak olan Clementine Ogilvy Hozier’le evlenmiştir. 1906-11 yılları arasında çeşitli devlet gazetelerinde çalış- mış, 1911’de Bahriye Nazırlığına (Lord of the Admirality) getirilmiştir. 1910-11 yıllarında Dahiliye Nazırı (Home Secretary) olarak görev yaptığı sırada askerî birliklerini Güney Galler’deki isyancılara karşı kullanmıştır. Çanakkale Yenilgisi (1915-1916) ve İstifası: “Ben bittim.” Çörçil, I. Dünya Savaşı’nın ilanıyla, Türklere karşı operasyon olarak ta- nımlayabileceğimiz The Dardanelles Campaign’i desteklemiştir. Bahriye Nazırı olarak Boğaz harekâtına karar verenler arasındadır. Savaşta kul- lanılmak üzere tankların geliştirilmesi için cesaretlendirici çalışmalar yapmıştır. Özellikle, Ağustos 1914’te hazırlanan İngiliz filolarının hazır- lanmasında yetkili kişi olarak bilinmektedir. Ancak Antwerp (Belçika’da bir şehir) ve Gelibolu’ya yaptığı sonuçsuz keşifleri ve özellikle Çanakkale yenilgisi Çörçil’in itibarını ve kariyerini yerle bir etmiştir. 1915’te göre- vinden daha düşük bir mevkiye düşürülmesi üzerine istifa etmiştir. 10
Planın başsavunucusu olarak söylediği sözler önemlidir. Çünkü okuduğu tarih kitaplarından aldığı güçle “Türk tehditi”ni sona erdirme hülyasın- dadır: “Gelibolu’yu almanın bedeli şüphesiz ağır olacaktır… Ama sonuçta Türki- ye ile yeni bir savaş daha olmayacak. 50.000 kişilik iyi bir ordu ve deniz gücü: Türk tehdidinin sonu işte bu.” 19 Şubat 1915’te Gelibolu’ya denizden saldırılar başladı. Çörçil, bir fi- loda geldi ve istediği sayıda asker verilmese de Fransızlarla birlikte sal- dırıya geçtiler. Deniz harbi başarısız kaldı. 25 Nisan’da, deniz yenilgisi üzerine karadan büyük bir istila hareketine giriştiler. 250 bin yaralı ve 46 bin düşman askerinin ölümüyle ve 65 bin Türk askerinin şehadetiyle sonuçlanan Çanakkale Zaferi ve düşmanın hezimeti, Çörçil’in tarihi açı- sından kendisinin günah keçisi olmasıyla neticelendi. Rütbesi düşürüldü. Bunun üzerine şunları söyledi: “Ben politik bir entrikanın kurbanıyım.” “Ben bittim.” Gelibolu yenilgisi Çörçil’i bütün hayatı boyunca kovaladı. “Çanakkale’yi hatırla!” diye karşı çıkmıştı politikadaki karşıtları, Çörçil parlamentoda konuşmak için ayağa kalktığında. 1923’te parlamentoda yine “Çanakka- le’ye ne diyorsun?” diye sordular ve Çörçil, Gelibolu’yu büyük hezime- ti olarak karşıladı ve şöyle cevap verdi: “Çanakkale milyonlarca hayatı kurtarabilirdi. Çanakkale’den kaçtığımı düşünme. Onunla övünüyorum.” Bir İngiliz politikacı 1931’de şöyle dedi: “Gelibolu’nun hayaleti her za- man yükselecek ve onu sanki ilk kez ortaya çıkıyormuş gibi mahvedecek.” Özellikle deniz harbindeki başarısızlık için Çörçil’in, 1930 yılında Le Re- vue de Paris isimli Fransız dergisinde yazdığı bir yazıda (Temmuz-Ağus- tos, 4. Cilt) yazdıkları önemlidir. Çünkü bu yazısında Çörçil’in Nusret Mayın Gemisi’nin başarısını, Victor Hugo’nun hikâyesindeki kahramanın (Gilliatt) ahtapota karşı zaferine benzettiği kaydedilir. Bu romanda (Deniz İşçileri), ahtapot bütün kollarıyla kurbanını sarmıştır, kahramanın hare- ket etmeyi geçin nefes alması bile neredeyse imkânsız hâldedir ancak sol eli serbesttir ve bir bıçağı vardır. Ahtapot onu, o da ahtapotu izler ve ikisinin de son hamlesinde, kahraman ahtapotun başını hedef alarak onu öldürmeyi başarır ve denizin derinliklerine gönderir. Çörçil, bugün bir kesim tarafından hayranlıkla ve övgüyle, bir kesim ta- 11
rafından ise söylediği sözler ve yaptığı katliamlarla hatırlanıyor. Çörçil, Filistin’e yerleşmek isteyen Siyonist hareketin de destekçisi olmasıyla biliniyor, özellikle 1921-1922 yıllarında. Bunun dışında Çörçil, kadınların oy kullanması için başlayan harekete*** karşıtlığıyla da bilinmektedir. Çörçil’in nasıl bir insan olduğunu, hayat hikâyesini yazdığı satırlardan okumaya devam edeceğiz. Çünkü eylemleri ve cümleleri tarihe not dü- şülmüş durumda: “Ben, şiddetli bir şekilde, uygarlaşmamış kabilelere karşı zehirli gaz kul- lanılması taraftarıyım.” (Heyden, 2015) Devam edecek: Gelecek ay Tarih-Düşünce köşesi; Çörçil’in Çanakka- le’den sonraki hayatını, II. Dünya Savaşı’ndaki başbakanlık dönemini, II. Dünya Savaşı sırasında kurulan ve Çörçil’in Gizli Ordusu olarak da anılan SOE’yi, Hindistan’da 4.3 milyon insanın açlıktan ölümünden sorumlu tu- tulmasını ve tavşanlar gibi doğurup durdukları için bunun onların hatası olduğunu söylemesini ve İslam’a karşı tutumunu konu alacak. *İsmin Türkçe okunuşuyla yazılması istihza maksadı taşımamaktadır. Kıymetli bir hocamın yabancı isimleri Türkçe olarak yazsak nasıl olur, so- rusuna istinaden yapılmış bir denemedir. ** Çörçil’in kariyerinin ilk safhalarını kitaplarında bulabilirsiniz, özellikle My African Journey (1908) ve My Early Life (1930) kitapları bu konuda ilk başvuru eserleri olabilecektir. 12
*** Women’s Suffrage (Kadınların Oy Hakkı) olarak bilinen bu hareket, kadınların oy hakkı kazanması için başlatılmıştır. Sonunda 1918 ve 1928 yıllarında hareket başarılı olmuştur. I. Dünya Savaşı’nın etkisi bu konuda göz ardı edilemez elbette. 1918 yılındaki Koalisyon hükümeti İnsanların Temsili Yasası’nı (Representation of the People Act 1918) kabul etmiş ve bütün erkeklerin oy kullanabilmesi ayrıcalığının yanında, 30 yaşını aşmış ve yeterli mülkü bulunan kadınların da oy kullanmasına müsaade etmiş- tir. Daha sonra benzer bir yasa (Representation of the People –Equal Franchise- Act) ile 1928’de Muhafazakâr Parti hükümeti, 21 yaşındaki kadınlara erkeklerle eşit şartlarda oy kullanma hakkı vermiştir. Kaynakça Roy Jenkins (2001) Churchill. London: Macmillan. Maya Oppenheim (2017) ‘Winston Churchill has as much blood on his hands as the worst genocidal dictators, claims Indian politician’ 7 Eylül. The Independent. Buradan ulaşılabilir: https://www.independent.co.uk/news/world/world-history/winston-churchill-genoci- de-dictator-shashi-tharoor-melbourne-writers-festival-a7936141.html Tom Heyden (2015) ‘The 10 greatest controversies of Winston Churchill’s career’. BBC News Magazine. 26 Ocak. Buradan ulaşılabilir: https://www.bbc.co.uk/news/magazine-29701767 Churchill College Cambridge (2019) Buradan ulaşılabilir: https://www.chu.cam.ac.uk/about/history-churchill/origins/ Imperial War Museum (2019) Buradan ulaşılabilir: https://www.iwm.org.uk/history/a-short-history-of-the-dardanelles-campaign 13
‘Türkiye’nin Avrupa’daki bütün topraklarını işgal etmeli ve almalıyız!’ Sömürge Bakanı Lewis Harcout’un 2 Mart 1915’te Kabine’de tartışma- lar sırasında aldığı notlardan: Kaynak: Oxford Üniversitesi Bodlenian Kütüphanesi. Buradan ulaşılabilir: https://www.bodleian.ox.ac.uk/whatson/whats-on/online/the-great-war/churc- hill-and-the-dardanelles 14
DOSYA Raziye Gül GÜZEŞ [email protected] MİKRO ÂLEM Bir adam, haftanın yorgunluğundan sonra pazar sabahı kalktığında, yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini alır ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünür. Tam bunları aklından geçirirken oğlu koşarak gelir ve sinemaya ne zaman gideceklerini sorar. Baba oğluna söz vermiştir ancak o gün hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir baha- ne bulması gerekmektedir. O anda gazetenin promosyon olarak dağıt- tığı dünya haritası gözüne ilişir. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırır ve oğluna, “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götü- receğim.” der ve sonra düşünür: “Oh be, kurtuldum. En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.” Ara- dan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak gelir ve “Baba haritayı düzelttim, artık sinemaya gidebiliriz.” der. Adam önce inanamaz ve görmek ister. Gördüğünde de hayretler içinde çocuğuna bunu nasıl yaptığını sorar. Çocuk cevap verir: “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti.” “İnsan nedir?” diye sorsak; verilecek pek çok cevap, söylenecek bir- çok tanım cümlesi var. Mesela tıp, insanı sistemleri ve organizmasıy- la irtibat kurarak tanımlarken; felsefe “İnsan düşünen bir hayvandır.” diyerek tanımlar. Buradaki hayvan kelimesi de, Arapçadaki anlamıyla canlı manasına gelir. Yani düşünmek, insanın ayırt edici özelliğidir. La- kin biz bu konuya burada değinmeyecektik, bu yüzden bu kısmı birkaç paragraf sonrasına erteleyerek yazımıza devam edelim. Evet, insan ta- nımlamasından söz ediyorduk. Her alan kendine göre bir tanımlama geliştirirken, yani “insan nedir” sorusunun cevabı fizyolojik, biyolojik, psikolojik, sosyolojik vb. açıdan farklılık gösterirken; aslında her insan kendine göre bir tanımlama geliştirebilir. Bu açıdan yazımızın başındaki hikâyeyle bağlantı kurarak biz de şu tanımlamayı buraya yerleştirelim: “Âlem makro insandır. İnsan mikro âlemdir.” Peki “İnsan nasıl bir varlıktır?” diye sorsak? İnsan zalim ve cahildir.¹ 15
Kimsenin yüklenmediği emaneti yüklendi, sonra emanete gereği gibi riayet etmedi. İnsan acelecidir.² Yani insan peşincidir. Peşin olanı görür ve onu arzular. Bundandır ki ahiret hayatı daha hayırlı ve kalıcı olmasına rağmen, ahreti unutarak içinde bulunduğu dünyaya kayar.³ İnsan men- faatlerine çok düşkündür.⁴ Kendi çıkarları söz konusu olduğunda he- men harekete geçer. Bunun için bahaneler üretmekten de geri durmaz. İnsan nankördür.⁵ Gördüğü iyilikleri unutur ve küfran-ı nimette bulu- nur. İnsan kelimesinin hangi manadan türediğine ilişkin görüşlerden bi- risi de “unutmak” manasına gelen “nisyân”dan türediğidir. İnsan hırslı ve cimridir.⁶ Mala düşkünlüğü olur insanın.⁷ Zira mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdür.⁸ Ancak mal, ümmetin de imtihan noktasıdır aynı za- manda.⁹ Mal hırsıyla kazanır da kazanır; sonra nimeti vereni unutur, infaktan sakınır.¹⁰ Kendim kazandım diyerek cimrilik eder. Aslında böy- lelikle kazandıklarını kaybeder. İnsan kıskançtır, hasetçidir.¹¹ Başkasında bulunan güzellikleri çekemez, sadece bende olsun der. Hâlbuki haset, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.¹² İnsan zayıf yaratıl- mıştır.¹³ Yani tabiatı zafiyete müsaittir. Bu eğilimleri bulunan insan aynı zamanda yeryüzündeki halifedir.¹⁴ Eğer âlemin büyüklüğünde kendi küçüklüğünü idrak edebilirse hakkıyla kulluk yapabilecektir. Yukarıda bahsettiğimiz zaaf noktalarının farkın- da olarak, zafiyete düşmemek için çabaladığında, kendisine yüklenen “yeryüzündeki halife” sıfatını taşıyabilecektir. Ahsen-i takvim üzere ya- ratılan ve esfel-i safiline düşme tehlikesi bulunan insan, iman edip salih ameller işlerse kendisine karşılıksız bir ecir bahşedilecektir.¹⁵ İnsan pek çok özelliğiyle ilginç, garip ve karmaşık. İnsanı çözmek de bir o kadar zor ve karışık. Beden, ruh, vicdan, nefs, kalp, beyin, akıl, irade, bilinç, duygu, duyudan şekillenmiş; bu birimlere farklı özellikler veril- miş. Kalp deyince ne anlıyoruz mesela? Peygamberimizin hadisi geli- yor aklımıza evvelâ.¹⁶ Kalp, vücuda kan pompalayan organdır; bununla birlikte kararları da kalp alır. Organ olan kalp hakkında bilgi edinmeye çalışsak da, karar merkezi olan kalbin yerini tespit edebildik mi? Ah bir konum atsa mesele çözülecek ama konum bilgisini bir türlü açmıyor ki... Beynin işlevlerini öğrenmek için gayret ederiz ama aklın kendisini gösteremeyiz. Oysa akıl, düşünmek insanı diğer canlılardan ayırır. İn- san, iradesini doğru yönde kullanabildiği zaman düşünce anlam kazanır. Ama sadece akılla meseleler çözülmüyor, bir de duygularımız var. Tabii mühim olan, akıl ve duygunun birbirini dengeleyebilmesi. Bir de insa- nın kendi vücudu var. Her birine ayrı ayrı özellikler verilen ve görevler yüklenen, kendi içerisinde bölümlerden oluşan, gözle görülemeyecek 16
kadar küçük milyonlarca hücre... Hücrelerin bir araya gelmesiyle olu- şan dokular, dokulardan müteşekkil organlar, organların oluşturduğu sistemler... İnsan vücudunun farklı tabakaları; kemik, eklem, kas, deri... Ve bu insan küçük bir hücreden meydana geldi. Âlemlerin Rabb’i olan Allah (cc), bir hücreden mikro bir âlem var etti.¹⁷ Hâl böyleyken insan, nasıl da Rabb’ine karşı geldi, O’na hasım kesildi?!¹⁸ Kendisine birçok nimet bahşedilen ve sorumluluk yüklenen insan, Al- lah’a kulluk etsin diye yaratıldı.¹⁹ Rabb’imizin bizden isteği, hayatımızı O’nun rızasına göre şekillendirmemiz. O hâlde insan, dünya nimetlerin- den faydalanırken O’nun emir ve nehiylerini gözetmeli ki, kulluk vazife- sini yerine getirebilsin. İnsan elbette ki kendisini tam manasıyla çözemeyecek ama kendisini bildiği kadar kul olabilecek. Zira “Kendini bilen, Rabb’ini bilir.” Ve bir söz daha: “Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez!..” Sağlıcakla kalınız... Dipnotlar: ¹ Ahzâb, 33/72 ² İsrâ, 17/11; Enbiyâ, 21/37 ³ Kıyâme, 75/20-21 ⁴ Hacc, 22/11 ⁵ İsrâ, 17/67; Âdiyât, 100/6-7 ⁶ İsrâ, 17/100; Meâric, 70/19-21 ⁷ Âdiyât, 100/8 ⁸ Kehf, 18/46 ⁹ Tirmizî, Zühd, 26 ¹⁰ Fecr, 89/17-20 ¹¹ Nisâ, 4/128 ¹² Ebû Dâvûd, Edeb, 44 ¹³ Nisâ, 4/28; Rûm, 30/54 ¹⁴ Bakara, 2/30 ¹⁵ Tîn, 95/4-6 ¹⁶ “...Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalp- tir.” (Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât 107, 108) ¹⁷ İnsanın yaratılış evreleri ile ilgili bazı ayetler için bakınız: Nahl, 16/78; Hacc, 22/5; Mü’minûn, 23/12-16; Kıyâme, 75/36-39; Mürselât, 77/20-23 ¹⁸ Nahl, 16/4; Yâsîn, 36/77 ¹⁹ Zâriyât, 51/56 17
MİSAFİR Hüdanur YILDIRIM HOKKA Alnında birikmiş teri, kirden asıl rengi belli olmayan koluna siliverdi ale- lacele. Bugün biriken işleri bitirmek için gece vardiyasına kalmışlardı ve gaddar patronları bir su içmeye bile izin vermiyordu. Çekilecek çile de- ğildi amma… Hayat zordu, para gerekirdi vesselam. Tek tabanca olunca sadece kendinizi düşünürdünüz. Bir dilim kuru ekmek bile yeterdi doy- manıza, bir bardak su yeterdi kanmanıza. Neyse ki evlenmemişti. Kendi perişanlığını umursamazdı o hiç, peki ya evde yemek bekleyen bir karısı, çocuğu olsa yine aynı vurdumduymazlığı sergileyebilir miydi? Sanmaz- dı. Hangi baba çocuğunun yamalı giysiler giymesini isterdi ki? Bir sürü lezzetten mahrum kalmasını hangi baba isterdi çocuğu için? Yara bere içindeki kapkara ellerine yerdeki kazmayı aldı ve “Haydi bismillah!” de- yip başladı vurmaya. Madende çalışmak biraz da cesaret işiydi belki. Ne zaman ne olacağını bilemiyordunuz. Gerçi, konforlu bir işte çalışan adam da bilemezdi ne zaman ne olacağını. Terden artık nefes alamaz hâle geldiğinde nihayet işleri bitmişti ve yeraltının o boğuk, rutubet- li ortamından uzaklaşabilmişti. Tozdan, kirden, sürekli kullanılmaktan rengi görünmeyen her yeri yamalı ceketinin kapüşonunu iliştirdi kafası- na. Neyse ki bu ay faturayı ödeyebilmişti de eve gidip duş alabilecekti, çoğu günün aksine. Ne düşündüğünü kendisi de bilmese de zihni çok doluydu. Bu yüzden günün ilk ışıkları belirirken yavaşlattı adımlarını. Hafif bir çisenti peydah oluvermişti gecenin ayazında. İyi gelmişti. Tıpkı bir küçük çocuk gibi bir su birikintisinden öbürüne atlıyor, yüzündeki küçük tebessüme engel olamıyordu insanların kınayan bakışları eşli- ğinde. Umursamazdı böyle şeyleri, yine umursamadı. Şehrin gürültülü, şatafatlı hayatından çıkıp kendi fakir semtine geldiğinde daha bir özgür hissetti kendini. Ne de olsa burada onunla ilgilenen kimse yoktu, dikkat çekmeyi sevmezdi ki o. Boy boy yükselen apartmanlar yerine, iki üç katlı belki tek katlı birbirlerine bitişik evler hâkimdi buraya. O da iki kat- lı, boyaları dökülmüş, pencerelerinden yel giren bir evin zemin katında yaşayıp gidiyordu işte. Tabii buna yaşamak denirse. Yine de… Seviyordu burayı, buradaki samimiyeti. Aç kalıyordu belki çoğu gün, ama sokakta kendisine tebessümde bulunan, selam veren mahalleli yetiyordu onu 18
doyurmaya, kalbini sıcacık etmeye. Her gün görüp artık ezberlediği hâl- de bıkmadan hâlâ okumaya devam ettiği yazının önünde durdu. Ma- hallenin serserilerinin eseriydi büyük ihtimalle. “Umut belki gelecek sayfadadır, kapatma kitabı!” Başıyla onayladı bu okuduğu satırları, her gün yaptığı gibi. Sonra bir puro çıkardı, ceketine kendi eklediği iç cebin- den. Bu hava, bu yağmur her zaman denk gelmezdi ne de olsa. Yaslan- dığı duvardan kalkıp, evine girdi sonra da. Duş alabilecek mi demiştik? Soğuk bir duş alacak demeliydik hâlbuki. Pinti ev sahibi bu yıkık dökük yer için hem maaşının neredeyse tamamını alıyor hem de ne bir şofben ne de bir enerji taktırıyordu. Oysaki parayı kendisinin ödeyeceğini de söylemişti. Adamın bazı takıntıları vardı demek ki. İçerisinin dışarıdan daha soğuk olduğu su götürmez bir gerçekti, engel olamıyordu titre- mesine. Banyonun kapısını açarken zaten her seferinde zorluk çıkartan kapı kulpu elinde kalınca bir ya sabır çekip kulpu kenara koydu ve ay- nanın karşısına geçti. Yine yüzü gözü karalar içinde kalmış, gözleri ise kıpkırmızı idi. Elleri zaten her daim siyah olurdu, mahallenin ufaklıkları bu sebepten ötürü muhakkak ona bir isim takmışlardır. Çocuk aklı işte. Sabun olmadan buz gibi suyla yıkanışı, ne kirlerinden arındırdı onu ne de günün yorgunluğunu üstünden atabildi. Olsun, buna da şükürdü. İki çift kıyafeti vardı: Ev ve iş kıyafeti. Bayram için mi? Mahalleli hariç tanı- dığı yoktu ki? Kim gelecekti? Ahşap kapıya doğru giderken aklında, “Bu saatte kim gelmiş olabilir?” düşüncesi vardı. Kapı gıcırdayarak açılırken bu sese tahammül etmek yerine yağlamayı aklının bir köşesine yazdı. Kapının önünde kimsenin olmadığını görünce birilerinin oyun oynadı- ğını düşündü ama kapının önünde siyah kaplı bir defter, küçük bir kutu mavi mürekkep ve üstünde çiziklerin olduğu bir kalem duruyordu. Titreyen elleriyle içeriye taşıdı onları, içindeki büyük heyecanla, güm- bür gümbür atan kalbiyle. Odaya girip yere bağdaş kurdu, elindekileri büyük bir özenle önüne koyarken. Önce defterin kapağını açtı heyecan- la. Oysaki defterin içinden çıkan zarf onu daha da heyecana itmişti. Buz gibi evinin içine bir sıcaklık hâkimdi sanki. Kim bilir belki de hayatında ilk kez bir hediye aldığı için böyle hissediyordu. Daha önce de kullanıl- dığını belli eden buruşuk zarfı açarken bundan hiç gocunmadı. Elinde- kiyle yetinmeyi bilenlerdendi. Zarfın içinde mükemmel bir el yazısıyla şöyle yazıyordu: “Umut belki de gelecek sayfadadır, kapatma kitabı.” Gözlerinden yaşlar boşanırken, ona bu hediyeyi verecek bir isim dahi gelmiyordu aklına. Bayramlığı yeni alınmış küçük bir çocuk gibi yatağı- nın yanına koydu defter ve kalemlerini. Sonra da uzun yıllardan sonra ilk kez rahat ve derin bir uykuya daldı, sert yatağına ve soğuğa rağmen. 19
Sabah iş vardı çünkü. İşine giderken karamsar değildi çoğu günün aksine. Dudaklarında bir türkü, herkese selam vere vere adımlıyordu yıllarca çile gibi gelen yolu. İnsanlar onun bu değişimi karşısında şaşkına dönmüş, aralarında fısıl- daşıyorlardı. Oysaki bugün hiçbir şey onun moralini bozamaz, keyfini yerle yeksan edemezdi. Öyle umuyordu. Çünkü bugün eve dönmek için bir sebebi vardı. Çalışırken ya da işverenin buyruklarını dinlerken de hiç eksilmedi yüzünden tebessümü. Evine dönerken yine yağmur, yine hafif bir rüzgâr eşlik etti ona yolculuğunda. Ah, bir de sabahtan beri hiç kaybolmayan gülümsemesi… Aynı ritüelleri gerçekleştirip evine gir- diğinde kapının önünde yine bir tomar kâğıt ve bu kez iki farklı renk kalem vardı. Onları da taşıdı büyük bir özenle içeri, diğerlerinin yanına. Sonra tıpkı dünkü gibi bir müddet kâğıtları izledi ağlayarak, hâlsiz dü- şüp uyuyakaldı devamında da. Günlerce değişmedi bu hâl. Ne gelen kâğıtlar azaldı ne de yüzündeki tebessüm. Ama bir şey de yapmadı, hiçbir şey… Yine de sevinci gözle görülmeyecek gibi değildi. Bir gün ar- tık bir şeyler yapması gerektiğini anlayıp “Harekete geçmeliyim.” dedi kendine. Sevinçten daha çok stres ve heyecan hâkimdi bugün duygula- rına. Adımları telaşlı, düşünceleri karışık, karamsardı. Rüzgâr da bir sert esiyordu bugün. Öylesine telaşlıydı ki bugün kâğıtların gelmediğini ama kapının yanında küçük bir zarfın olduğunu bile göremedi. Uzun zaman- dır biriktirdiği kâğıtları ve kalemleri bir ayağı sallanan sehpasına koydu, ilk gün gelen defterle de kırık ayağı sabitledi. Yara bere içindeki kapkara nasırlı ellerine, ellerine tezat çok zarif bir kalem aldı. Gözlerini kapatıp vücudundaki ürpertici titremenin geçmesini bekledi. Sonra da en baş- tan başladı yazmaya. Her bir detayı, her bir anıyı, bütün düşüncelerini, daha önce kendine bile itiraf edemediği gerçekleri. Yazdıkça hafifledi- ğini, rahatladığını hissetti. Özgürce ifade edebilmek ne güzeldi kendini. Onu yargılayacak kimsenin olmaması ne kadar da mutlu etmişti onu. Sabaha kadar yazdı hiç durmaksızın. Yorulmadı, ırılmadı bir an olsun. Gözleri acımadı yazmaktan. Elleri ağrımadı kendini ifade etmekten. Vü- cudu isyan etmedi bu uzun süreli uykusuzluğa. Sanki bütün uzuvları yazmasını beklemişti bugüne kadar. Bugün bütün fikirleri, hisleri şaha kalkmıştı sanki onu desteklercesine. Sonlara yaklaştığını hisseden göz pınarları kendilerini sıkmayı bırakmış, şarıl şarıl boşanıyordu yaşlar ır- maklarından. Küçük bir damla son kelimesinin üstüne düşüvermişti usulca, engelle- yemeden. Gerçi durdurmak da istediği söylenemezdi adamın. Görmek istemiyordu zaten, okumak da istemiyordu yaşamının son demlerini. Zaten dökülen gözyaşları mürekkebin akmasına neden olmuş, sayfada 20
tek kelime okunmayacak hâle gelmişti. Yıllardır kömür karası olmuş el- lerinde şimdi mürekkep vardı. Dinmiyordu hıçkırıkları, tükenmiyordu gözyaşları. Susmasını sağlayan şey, kalbine saplanan amansız sızıydı. Boyalı elleriyle kavradı gömleğini. Gömleği zaten kirliydi, boya belli bile olmadı. Yere düşerken hâlâ bu amansız acıya karşı koymaya çalışıyordu. Sadece çalışıyordu. Son bir umut, kâğıtları koyduğu sehpaya tutundu. Olan tek şey, yere dökülen kâğıtlar, kalemler olmuştu. Bir de kafasının tam yanına dökülen mürekkep şişesi. Gözlerinin önün- den bir film şeridi misali geçerken hayatı, aklı yazdığı yazının son sayfa- sındaydı. Kimse bilmeyecekti sonunu. Yine dışarıda rüzgâr esiyordu. Ama bu kez bir amacı vardı sanki. Kapının önündeki zarf açıldı esen rüzgârla. Bir süre sonra da kendisini sürük- leyen rüzgârla birlikte yitip gitti. Yine güzel bir el yazısıyla orada şöyle yazıyordu: “Sevgili Öğretmenim, Bilmem hatırlar mısınız? Zengin, şımarık bir öğrenciniz vardı bir zaman- lar, memnuniyetsiz... Öğretmenlikten atılma sebebiniz. Hayatınızı mahveden çocuk. O ço- cuk… Değişti öğretmenim. Hayattan zevk alır, insanları umursar oldu. Belki geç oldu ama… Oldu işte. Kanser de oldu o çocuk. Son zamanları- nı yaptığı en büyük kötülüğü düzeltmek için uğraşır oldu öğretmenim. Faydası olur mu bilmez ama çabaladı öğretmenim. Bugün ameliyata gireceğim. Yaşama şansım neredeyse yokmuş, biliyor musunuz öğ- retmenim? Okulda birinci olamayıp babam beni okuldan bir süreliği- ne aldığında o gün bana ne demiştiniz, biliyor musunuz öğretmenim? Hani ben ağlayarak kapıdan çıkarken… “Umut belki gelecek sayfadadır, kapatma kitabı.” Ben kapatmadım, siz de kapatmayın kitabı. Hakkınızı helal edin, Allah’a emanet olun, öğretmenim.” 21
ECDADIN DİLİNDEN Beyza KARADEMİR [email protected] 22
Muntazam Seni kamçılardan çıkardım Tevbelerle başladı rahmet vuruşları İnsan ağlar oldun yürekli göğüsler kurdun Sesimi işkencelerden alırdın Elimin altına dökerdin etlerini Hızlı varışlara bile hazırım daha Dayanırdı yelken bezleri saf saf insan enginlikleri Bir geçmiş zaman kalkanı indi Çınar ağaçlarından sahil sularına Kalbim kalkıp indi gemilerden Çok tarandım başka saçlar tarandım sokaklarda Kapris kamburu çıkardı yıllar Ve bir tek çıban çıkaran yoktu sancılarla Habire vuran rüzgâr Kabirlerde su yollarında Dehlizlerde İç çekmeler Sızlanmalar fısıltılar Ne zora çekiyor zaman ki bildiler farkettim Götürüp Kelimeleri başka bir semte attılar beni Üzgün melal içre ve âşık Yürüdüğüm deniz sahillerindeyim Yakın sabahlarda öğlelerde ve daha Üç parıltısında günün Devlerimi güreştirmek işim Üstüm başım heykel kırıkları Cahit Zarifoğlu 23
RÖPORTAJ İ. Ethem OKUYAN [email protected] “Daha iyi bir insan olduğumu iddia edecek cesaretim yok elbette, ama daha mutlu bir insan olduğumu biliyorum, çünkü o buz gibi donuk hayatım için yeni bir anlam buldum, yaşamın kendisinden başka bir sözcükle açıklayamayacağım bir anlam.” Stefan Zweıg Bir anlama talip olup bunun için gereken neyse onu yapma cesaretine sahip tüm okurlarımız için bu yolda derin tecrübeleri olduğuna şahit olduğumuz İMH Konya başkanı Adem Ceylan ile muhabbet ettik. İnsan olmak, özü bulmak üzerine birbirinden kıymetli tavsiyeler de bulacağı- nız röportajımızla sizleri baş başa bırakıyorum. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? İsmet Özel, kitaplarında kendini beş çocuklu polis bir babanın oğlu ola- rak tanıtıyor. Memur bir babanın oğlu olarak hayatının farklı evrelerini farklı şehirlerde yaşadığını ifade ediyor. Yine düşünürler insanın sılası- nın, çocukluğu olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden insanı tanıtırken vurgu 24
genellikle çocukluğu üzerinden oluyor. Adem Ceylan da bir öğretmen çocuğu, beş çocuklu bir ailenin üçüncü evladıdır. Erzurum Oltulu ama Trabzon doğumlu; Trabzon, Yozgat ve Erzurum’da yaşadı. Uzun yıllardır da Konya’da. Üniversiteyi Konya’da kazandığımı bir futbol kampında haber almış- tım. Bu sırada Palandöken’de dağın eteğinde bulunuyordum. Konya’yı kazandığıma üzülmüş, neden İstanbul değil diye hayıflanmıştım. Ama şimdi Konya’dan bahsederken Konyamız diyorum. 2000 yılında Kon- ya’ya geldim. İmam hatipliyim ve bunun altını çizmek isterim. 28 Şubat çocuğuyum. İlahiyatçı olmayı hiç düşünmemiştim ama ilahiyatçıyım. Üniversiteye başladığımda danışman hocamız ilk derste, “Buraya iste- yerek gelen kaç kişi var?” diye sormuştu ve yüz kişiyi aşkın bir sınıfta yalnızca iki kişi isteyerek geldiğini söylemişti. Aynı soruyu dördüncü sınıfta yeniden sorduklarında ben dahil herkes orada bulunmaktan memnun olduğunu belirtmişti. Temel’e, “Seni Kıbrıs’a yollayacağız eşyaları hazırla.” demişler. Temel birkaç saat sonra elinde bir çuvalla geri gelmiş. Elindeki çuvalı gören- ler, “Ula Temel bu nedir?” deyince “Dedelerimin kemikleri, mezardan topladım geldim.” diye cevap vermiş. “Hayırdır neden böyle bir şey yaptın?” denilince de “Dedelerimin mezarının bulunduğu yer benim vatanımdır.” demiştir. Biz de birkaç yıl önce babamı Üçler Mezarlığı’na defnedince kendimizi Konyalı kabul ettik. 2005 yılında evlendim. Şu anda dört evladım var. En büyüğü sekizinci sınıfa geçti. Üniversiteyi bitirdikten sonra sivil toplum çalışmalarında yer aldım ve o yaşam hâlâ devam ediyor. İlk filozoflardan itibaren insan kendisini anlama çabası peşinde olmuştur. Kader bazı insanlara bazı roller biçiyor. Ben ilkokul beşinci sınıftayken rahmetli babam bir vak- fın şube başkanlığını yapardı. Dernek için bir bina tutmuştuk. Babam bizi burayı temizlemek üzere yanında götürmüştü. O günden beridir bu dernek vakıf işlerinin içindeyim. Daha önce Çıdam ismiyle kurduğumuz bu dernek şu an İnsan ve Medeniyet Hareketi ismiyle devam ediyor. 2007 yılında Din Kültürü öğretmeni oldum. İki yıl Karapınar’da görev yaptım. Şimdi Konya merkezde devam etmekteyim. Suriyeli öğrencile- rin Türkiye eğitim sistemine entegrasyonu projesinde de görev aldım. Paydos’un 24. sayısında insanı tanımak istedik. Sizin insana dair bir tanımınız var mı? İnsan tanımlanabilir mi, çok ağır bir soru aslında. Kitâb-ı Mukaddes’e göre insanlık henüz 10.000 yılını geçirememişse de modern bilimciler 25
insanlığın yaşının çok uzak tarihlere dayandığını işaret ediyorlar. Yani binlerce yıldır bu dünyada yaşayan, hem buranın gurbetçisi hem de kendisinin yabancısı olan insanoğlu kendisini tanımaya, bulunduğu bu evreni de anlamlandırmaya çalışıyor. İlk insandan beridir de “İnsan nedir?” sorusuna cevap arıyor. Bu soruya gönle inşirah veren, tatmin edici bir cevabı var mı bilemiyorum. Bir şiirde “Bunca gam bunca keder nedendir?” sorusuna şair “Gam ve keder bedenin hamurudur.” ceva- bını verir. Fakat bedenin, ruhun hamurunun ne olduğu henüz vuzuha kavuşmuş değildir. Bu bağlamda insana teolojik olarak verilen cevapla- rın insanın merakını giderebildiğini düşünmüyorum. Bu yüzden insan nedir sorusuna verilen cevaplar içinde benim en hoşuma giden cevap Alexis Carrel’in verdiği “İnsan denilen bir meçhuldür.” cevabıdır. Çünkü insan hakkındaki cehaletimizin ben henüz izale edildiğini düşünmüyo- rum. Klasik İslam düşüncesinde insan tanımlarının ciddi anlamda nite- lik arz ettiğini söylemekte fayda var. İnsanın zübde-i âlem olduğunu, küçük bir evren olduğunu ifade edebiliriz. Ama efradını cami ağyarını mani bir tanım yapmanın ben çok mümkün olduğunu zannetmiyorum. Bugün modern bilimciler insan beynindeki nöronlarla, dalgalarla video hazırladıklarında galaksilerle insan beyni arasında ciddi benzerlikler olduğu ortaya çıkıyor. Yani insanın fizyolojik anlamdaki merbutiyeti ve özün mahiyetinin nereye bağlı olduğuyla alakalı da henüz net bir keşif söz konusu değil. Biz Müslümanlar açısından belki teslimiyet göstere- ceğimiz tanımlarda sınırlar var. Ama Müslüman da olsak insan yapımız 26
sorgulamalar noktasında bizi meraklandırmaya devam ediyor. Dolayı- sıyla bu sorgulamalar kıyamet kopuncaya kadar devam edecek. Son olarak yeniden Alexis Carrel’i rahmetle anarak “İnsan bir meçhuldür.” sözüyle noktalamak istiyorum. Peki meçhul olarak ifade ettiğimiz insan için yaşamı değerli kılan ne- dir? İnsan tarihin çocuğudur. Bu soruyla birlikte aklımdan Nietzsche gibi va- roluşçu filozoflar geçti. Savaş zamanında, insanlığın hızlandığı bir dö- nemde yaşayan varoluşçu filozoflar bu sorunun cevabını bulamadıkları için intihar etmişlerdir. İsmet Özel “Şairler kadar cesur değilim.” diye bir dize yazmıştır. Ben de bu intihar eden filozoflar kadar cesur değilim. Ancak bu sorunun bedelinin gerekirse canla ödenen ağır ve önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Şehrin uğultusu, zamanın debdebesi bu tür soruları düşünmeye fırsat tanımıyor. Bu anlamda varoluşçu filozofları da bu sancıya sevk eden akıntı ilk insandan modern döneme kadar, insanlığın debisi çok seyrek hâldeyken modernite ve Sanayi Devrimiyle de beraber çok hızlı olaylar yaşanmaya başlandı. Son yüzyılda yaşanan acının, savaşın ve değişimin hasılasını tutmaya bizim dermanımız yetmiyor. İnsanı ilk insandan beri anlamaya çalışan, insanı insan yapan onu bu dünyaya bağlayan değer- lerin ne olduğuna dair merak birçok cevap, felsefi akım hatta din üret- miştir. İslam, bu anlamda insanın sadece bir yönüne temas eden felsefi akımların dışında onu ruh ve beden diye ayırmadan bütüncül olarak değerlendirmiştir. Müslüman olduğumuz için kendimizi İslam’ın çerçe- vesiyle de sınırlandırmış oluyoruz. “İnsan ne ile yaşar, bu dünya haya- tını onun için anlamlı kılan nedir”e dönecek olursak galiba bu sorulara cevap aramaktır diye cevap vereceğim. Rahmetli Aliya İzetbegoviç, “Şehirler büyüdükçe gökyüzü küçülür.” diyor. Maalesef yıldızların görünmediği bir şehirde yaşıyoruz. İlk filo- zoflar insanın bu dünyadaki konumunu merak ederken hep gökyüzü- ne bakmışlar. Gökyüzü merkezli bir teori üretmişler. İnsan gökyüzünü seyredince milyarlarca yıldızdan, onların bir tanesinin üzerinde yaşayan milyarlarca varlıktan birisi olduğunu görmek insanı çok büyük bir hiçlik duygusuna itiyor. Ama bir yandan da insana emanet edilmiş bir akıl var. Bu akıl da bizi diğer tüm varlıklardan başka bir konuma oturtuyor. İnsandan başka hiçbir varlık kendi benliğinin farkında değildir. İnsanın kendisinin farkında olması aslında onu perişan ediyor. Bu farkındalığı- 27
mız, kendimiz hakkındaki sorularımız bizi zorluyor. Müslümanlar açı- sından insanı bu dünyaya bağlayan şeyler daha soyut, ideale dayanan şeylerdir. Ama ben en nihayetinde kendi şahsım adına manevi anlamda insanın hakikat arayışının insanı bu dünyaya bağladığını söyleyebilirim. Müslümanlığa vurgu yaptınız. Bir kimlik olarak düşündüğümüzde in- sanlık mı önce gelir Müslümanlık mı? Bu sorunun sorulabilmesi aslında Müslümanların insanlıklarıyla arası- na bir mesafe koymasından kaynaklanıyor. Biz bu soruya neden ihtiyaç hisseder hâle geldik sorusu belki daha can alıcı bir soru. Biz Müslüman- lıkla insanlığı aynı konumdan uzaklaştırdığımız için bu soru sorulur hâle geldi. İnsanlığın daha önemli olduğuna yapılan tüm vurgular aslında haklı vurgular. Ama insanlığa dair her şeyin aslında fıtrata bir vurgu olup Müslümanlık gereği olduğunu da Müslümanların bilmesi gereki- yor. Bu anlamda Müslümanların büyük bir üzüntüyle, biz neden fıtratın muhafızı olan Müslümanlığı insanlıktan ayrı bir yere konumlandırdık, diye hayıflanması gerekir kanaatindeyim. İslam ile Müslümanlığı tef- rik ederek, Müslümanların yaşadığı Müslümanlıkla insanlığı yani fıtratı değerlendireceksek tabii ki insana dair vurguyu öncelemek gerekiyor. Ama Allah’ın gönderdiği din anlamında İslam ile insanlık arasında her- hangi bir ayrışmanın olacağına bir ihtimal vermiyorum. İnsan-ı kâmil de o zaman ortaya çıkar diyebilir miyiz ? İlk iki soruyla bağlantılı olarak tasavvufî düşüncenin insanın yüreğindeki çağlayanın nasıl sükûnete ereceği konusunda bir vizyon ortaya koyaca- ğını düşünüyorum. Aslında insan-ı kâmilin tanımlanması, bu vizyonun tanımlanmasıdır. Hedefi, gayesi olmayan, kendisine yaratılış amacı olan ideali belirlememiş birisi boşlukta yaşar. Bu anlamda tasavvufî düşün- ce insan-ı kâmil idealiyle insanlığa yani fıtrata dair değerleri muhafaza eder. Tasavvuf insanı, kemal hâlinin insanın kendi yaratıcısıyla irtibatta olma hâli olduğunu iddia eder. Bu, bir sürecin adıdır ve bu yol dikenli, zor hatta bir ömür sürecek bir yoldur. İnsan-ı kâmil olmaya azmetmiş irade sahiplerine ve onlara rehberlik edecek, insan-ı kâmil olmayı sin- dirmiş öğretmenlere ihtiyacımız var. Moderniteyle maalesef kıblemizi kaybettik. Hâl böyle olunca insan klasik dönemde yine Batı’dan kaynak- lı olarak ruh merkezli bir bakıştan beden merkezli bir anlayışa savruldu. İnsan-ı kâmil ise aslında bedenin varlığını inkar etmeden insanın ruhi kemalatını merkeze alan bir anlayıştır. Bu anlayış Kur’an’da bahsedilen 28
olgun, müttaki Mü’min kavramlarıyla değerlendirmek gerekiyor. Genç- lerin, Kur’an’da böyle bir kavram yok gibi bir takıntıya da düşmemesi gerekiyor. Nihayetinde insanların nitelikli hâle gelmesi için eğitiminde bir kısım çalışmalar tarih boyunca yapıldı, yapılmaya da devam edile- cek. İnsan-ı kâmili de bu bağlamda değerlendirmeliyiz. İnsan aslında cennetin çocuğu olması hasebiyle bu dünya hayatını ben bir gurbet ha- yatı olarak tanımlıyorum. O yüzden bu gurbet hayatında vatanına öz- lem duyan ve vatanına selametle kavuşma iradesi gösterenlerin adıdır insan-ı kâmil. Gençlerle ilgilenen, onlarla birlikte birşeyler yapma kaygısı taşıyan bi- risi olarak insan-ı kâmil olma yolunda başarıya ulaşmaları için onlara neler tavsiye edersiniz? Hz. Adem’e iman eden Müslümanların kendilerini ahir zaman Müslü- manı olarak tanımladıklarına dair rivayetler var. Peygamber Efendimiz ( )ﷺde kendisini ahir zaman peygamberi olarak tanımlıyor. Parmak- larını birbirine ilintilendirerek “Ben ve kıyamet, bu ikisi gibi birbirine yakınız.” diyor. Vesselam biz de ahir zaman ümmetiyiz. Gençler de zor zamanda yaşıyorlar. Allah yardımcıları olsun. Selman-ı Farisi ömrünün son demlerinde bir gün hanımıyla muhabbet ederken kendi dünye- vileşmelerinden şikâyet ederek “Çok bozulduk.” diyor. Hanımı “Bunu nereden çıkardın?” diye itiraz edince “Evimizde daha önce perde yoktu şimdi perde astık.” diye cevap veriyor. Bu dünyevileş- meye karşı hassasiyet zamanla ta- bii ki değişecek. Sahabeden öğren- diğimiz kadarıyla yoklukla olan im- tihan, varlıkla olan imtihandan daha kolay olabiliyor. İçinde bulun- duğumuz bu zamanda ise gençlerin varlıkla imtihan edildiklerini görü- yoruz. Bizim gençliğimize tekabül eden zamanlarda İslamî camia ile tanışmada oraletin çok büyük bir etkisi vardı. Sobalı evlerde oturan çocukların kaloriferli vakıf binaları- na sığınma ihtiyacı vardı. Ama bu- 29
gün artık sosyal medyanın dehlizlerinde ve maddi imkanların sınırsızlı- ğında insanın bu perdeleri yırtarak kemalat arayışına girmesi zorlaştı, bunun farkındayız. Tabii bu atmosferin bize sağladığı imkânlar da var. Bu bağlamda ben günümüz gençliğinin analitik düşünme kabiliyetle- rinin önceki kuşaklara göre daha gelişmiş olduğunu düşünüyorum. Rahmetli Aliya, toplumları sürülerin değil, meselelere eleştirel bakacak şahsiyetlerin değiştireceğini söylüyordu. Bu anlamda bu dönem gençlik kuşağının sürü olmadan, analitik düşünerek topluma katkı sağlayacak potansiyelde olduğuna inanıyorum. Eğer gençler bu potansiyellerini ihmal etmezlerse, bununla kibre düşmezlerse, madde ile manayı, ruh ve bedeni birbiriyle zıt düşen şeyler olarak görmezlerse, kalbe, akla, aşka dair şeyleri merkeze alırlarsa insan-ı kâmil olma serüveninin daha kıymetli olduğunu fark edeceklerdir. Sokrates arkadaşlarıyla bir dave- te gidecekken zihni başka bir şeyle meşgulmüş. Yolda giderken olduğu yerde kalmış ve arkadaşları programdan dönerken aradan üç saat geç- mesine rağmen Sokrates’i bıraktıkları gibi bulmuşlardır. Bu arayış, bu sancı tabii herkeste aynı olmayacaktır. Ama her birimizin bu kemalat noktasında bir azme sahip olması gerekiyor. İçinde bulunduğumuz za- manın hızı, hazzı bizi düşünmekten alıkoyuyor. Şehirlerimizin kalabalığı kafamızı yastığa koyduğumuzda tefekkür etmemizi engelliyor. Modern hayat insanın kendisi ile baş başa kalmaması için kurgulanmış bir ha- yat. Bu anlamda gençlerin kendileriyle kalarak tefekkür edebilecekleri, ruhlarını temaşa edecekleri bir yalnızlığa ihtiyaçları var. Tarkovski sah- nesinde şöyle bir cümleye rastlamıştım: “Gençler kendileriyle yalnız kalmaya alışmalılar. Onları anlamıyorum. Yalnızlıktan korkuyorlar ve sü- rekli kalabalıkla kalıyorlar.” İnsanın kendisiyle kalmaya ihtiyacı var. Mus- tafa Ulusoy’un hastalarına tedavi için tavsiye etmiş olduğu ayı izleme tekniğini çok kıymetli buluyorum. Gökyüzünün izlenmesi bu anlamda insanı içinde bulunduğu maddi alemden sıyıracak gözlemlerdir. Deni- ze kıyısı olan bir şehirde yaşasaydık onu izlemek de ruhumuza bir kapı açar derdim ama bu imkanımız Konya için söz konusu değil. Ali Şeriati “Kevir” kitabında çölün de bir deniz gibi olduğunu söyler. Kendi kişilik gelişiminde çölün etkisinin büyük olduğuna değinir. Bu anlamda Konya Ovası’nın o bitimsiz ufkuna bakmak da belki insanın ruhuyla baş başa kalmasına imkan verebilir. Çünkü anlamak için durmak lazımdır. Genç- ler her şeyin bu kadar hızlı olduğu bu çağda yavaşlayarak kemalat yol- culuklarına Bismillah diyebilirler. Bu dediklerim Bismillah aşaması için geçerli şeyler. Bu yolda yürümek için başlangıçta bir irade koyduktan sonra devamında karşılaşacağımız güçlükler çok fazladır. Ama gençleri- miz düşünen, kendileriyle barışık gençler olmalılar. İnsan-ı kâmil olmayı da hayatlarının merkezine yerleştirmelidirler. 30
PAYDOS HABER Ayşe KAYA [email protected] BİR GÜZEL PANEL Geçtiğimiz günlerde İkdam Eğitim Derneği’nde bir panel düzenlendi. Panelin konusu “Okulda Ders Dışı Etkinlik Tasarlama” üzerineydi. Kitap Kuşağı Okuma Projesi ile Fatıma EROĞLU GENÇ, Hitap Radyo-Sesli Ki- tap Projesi ile Mustafa BALCI ve Paydos Dergisi Genel Yayın Yönetme- ni İbrahim Ethem OKUYAN’ın konuşmacı olarak katıldığı panel oldukça verimliydi. Söz hakkı kendisine geldiğinde gözleri parlayan insanları görmek müt- hiş bir his. Bir iyilik, bir güzellik, bir hayr yapmak uğruna verilen ça- baları dinlemek hem sevindirdi hem hüzünlendirdi. Sevindirdi çünkü ağabeylerimizin, ablalarımızın böyle uğraşlar içinde olması, bizlere de örneklik teşkil etmesi açısından çok güzel bir duygu. “Hüzünlendirdi çünkü…” mevzusuna gelecek olursak… 31
Her projenin yeri ayrıdır ve özeldir ama içinde bulunduğunuz ve seve- rek devam ettirdiğiniz bir serüveniniz varsa o daha bir özeldir. Müsaa- denizle o özel ve güzel serüven için hislerime tercüman birkaç cümle ile sizlere veda ediyorum. Mazisi, bugünü ve hayal ettiğimiz geleceğiyle beraber içinde bulundu- ğum ve her bir ayrıntısına şahit olduğum; elimizde, avucumuzda, yüre- ğimizde büyüttüğümüz biriciğimiz, ilk göz ağrımız Paydos… İnsan nasıl hüzünlenmez ki; ben diyorum mazi, onlar diyorlar 2.yılımız… Evet 2.yı- lımız bitiyordu; elinizde parmağınızın ucuyla hızlıca kaydırdığınız say- falarda ne emekler* olduğunu bilseydiniz şayet, ân dursun isterdiniz ya da kelimelerin büyüsüne kendinizi kaptırıp göklere yükselebilirdiniz pekâlâ… İçiniz bahçelenirdi belki ve ciğerinize bir gök mavisi dolardı. (*Ne emekler, ne dertler, ne hüzünler, ne sevinçler,ne uykusuzluklar, ne bekleyişler… bekleyişler bekleyişler demişken cipralexler turgutlar edipler ve sezailer ... :) Hasılıkelam efendim, bu güzel serüveni mazisi bugünü ve hayalleriy- le süsleyip panelde önümüze seren, biz sevgili ekibinden tecrübelerini esirgemeyen Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Ethem OKUYAN’a te- şekkürü bir borç bilirim. Her ay konu başlıklarının dağıtımını yapan, istişare ekiplerini dirilten, yazarlarla iletişimi koparmayan ve ay sonunda güç bela tastamam ya- zılarımızı toplayan kıymetli editörlerimiz Şeküre KÜÇÜKGÜL’e ve Enes SÜSLÜ’ye ayrıca teşekkür ederim. Son olarak, arka plandaki emektar kardeşlerime; başta Yayın Kurulu ekibimizin kıymetli üyelerine, istikrarı elden bırakmayan yazarlarımı- za, istişare ekiplerimize ve Yazı İşleri ekibimize teşekkür eder ve selam ederim. Allah’a emanet olunuz. 32
KALE’M İZLAL KÂMILLE BULUŞMAK Giden kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Giden tüm yüküyle sığınacak bir yer bulamamak pahasına evrende, yine de kalanları kurtarmak ister Fayda vermez olunca kavgası, hakların topyekûn iptaliyle gider Ne yeni bir hayat kurmak yalanı Ne başlamak asla bitirilemez olanlardan sonra Ne huzur karşılar onu vardığı yerde İçinde bir hayvan ordusu Ayak izleriyle taşır vebasını Giden, çoğu zaman bedensel bir yer değiştirmenin beyaz bayrağını taşır Kalsa çeperinde dünya harbi çıkacak korkusuyla Küçük yaşlı askerler taşır cephesine Giden kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Vahşetin sesine sağır kulaklarda feryatlar sinek kanadı hükmü giydiğin- den beri Kuşunu koruyan çocukların hayatı için gider İçindeki kıyım son haddinde insanlığından kırparken Giden ancak insan kalmak için gider İki nefes arasına bir zikir sığana değin Eskiler ip eğirtirken ben ruhumu incelteyim Eskilerin yaması altına işleneyim Eskilerin lastiğine kaçan çakıllar yağsın başıma Yeter ki bir gidişle gideyim Çünkü buluntular çağırır Kalmak imkân hâlini terk edince Eskiler ne güzel demişler demek için Eylemi bırakıp yalnız durmaya O hâlde gaipten işitmeye Yerkürenin gök kubbeye değdiği yerde İnsan olmaya gitmek gerekir Giden her hâlükârda kurtulmaz, bu büyük bir yanılgıdır Gidene huş der dem gidene O vardır her dem. 33
ÖNDEN GİDENLER Muhammed URAL [email protected] MUSA CARULLAH Kafkas Müslümanları bizim için kartal bakışlı mücahitlerdir. Çocukluğu- muzdan beri onların yiğitliklerini ya okumuşuzdur ya da dinlemişizdir. Kocaman bir devlete tek başlarına verdikleri korku bize bir onur ve ümit vermiştir. Peki, bu yiğit coğrafyadan çıkan bir İslam mütefekkiri tanıdı- nız mı hiç? Bu kartalların arasından çıkan bir ihyacı âlim, kavgacı bir ay- dın nasıl olurdu? Bu sefer bu coğrafyadan tanışacağımız isim işte böyle biri. Ömrünü hakikat davasına adamış, durmadan eser vermiş, Müslü- manların yanlışlarıyla kavga etmiş bir isim: Musa Carullah Bigiyef. 34
Dediğim gibi İdil-Ural havzası hep mücadelesiyle aklımızdadır. Ancak hiçbir dava sadece savaşarak ayakta duramaz. Fikir altyapısını doldur- mayan bir mücadele, mücadelesini de yavaş yavaş kaybeder. Böyle olunca bu coğrafyanın sadece dağlardaki mücahitlerden ibaret olduğu- nu düşünmemiz, bu zamana kadarki bir yanılgımız. Bende de bu yazıya çalışmadan önce böyle bir intiba vardı. Gördüm ki biz bu toprakların âlimlerini, fikir adamlarını tanımıyoruz. Eski Türkistan ilim geleneği buraya aktarılmış durumda ve birçok İslam mütefekkiri yetiştirmişler. Bunlardan biri de Rostov’da dünyaya gelen Musa Carullah. Carullah’ın babası bir âlim ve pek çok farklı şehre yerleşmiş. Hatta Mu- sa’da bu taşınmalardan birinde doğmuş. Doğumu sanki ona hayatını haber veriyormuş: Hep yolda olacaksın. Rostov’da o altı yaşındayken babası vefat etmiş. Annesi onun ilim tahsiline hep destek olmuş. An- cak doğduğu yerler onun fikrî açlığını doyurmaya yetmemeye başladı- ğında, artık kendisini Musa Carullah yapacak olan hakikat arayışlarına başlamış. Hayatının bu ikinci dönemi, bir eğitim dönemidir. Fakat coğrafyasından getirdiği o mücadeleci ruh, onu normal bir öğrenci olmaktan çıkarır. Tahsil eden değil, tashih eden bir çabası vardır. İstanbul’a gelir ama ara- dığını bulamaz. Şam’a geçer. Orayla da yetinmez, Kahire’ye gider. Ez- her’de dersler görür ama Müslümanların eksikliklerini mülahaza eder. Eğitim sistemlerinin değişmesi gerektiğini hep söyler. Matematik ve sosyal bilimleri birleştirme çalışmaları yapar. Müslümanların eğitimleri- nin mutlaka dengeli olmasını savunur. Ne gelenekçiler gibi sadece olanı kabul ne de modernistler gibi olandan kaçış. Eğitimde ıslahın, atacağı- mız en önemli adım olduğunu o günlerden fark etmiştir. Senelerce sü- ren bu ilim yolculuğu sonunda artık kendi fikirleri oluşmuştur. Vatanına geri döndüğünde artık yeniden bir İslam medeniyeti oluşturmak için gerekenlerin arayışındadır. Durmadan eser vermeye başlar. 124 eseri ve 15 tercümesi vardır. Rusya’da Müslümanlar, Çarlık yönetiminden çok büyük zulümler gör- müşlerdir. Şeyh Şamil’in kıyamının üzerinden çok geçmemiştir. Bolşe- vik İhtilali başarıya ulaşınca, Bolşevikler güç kazanabilmek adına azınlık halklara özgürlükler vermeye başlar. Bildirilerinde de artık “Tüm dinler devlet gözünde eşittir.” ilkesi olunca, Müslümanlar kısa bir süre hareket alanı bulurlar. Musa Carullah da Lenin’le görüşüp Müslümanlar adına bazı imtiyazlar alır. Bunun üzerine Ufa şehrinde Müslüman Kongresi’ toplar. Bu kongrede halifeye bağlılık kararı çıkar. Ancak çok geçmeden 35
Sovyetler’in gerçek yüzü kendini göstermeye başlar. Ahlat’taki kültürel katliamı birebir gören Musa Carullah, Sovyetlere şiddetle karşı çıkar. Komünizm’in Alfabesi kitabına karşı, “İslam’ın Alfabesi” kitabını yazar ve bu kitapta bir İslam medeniyet tasavvuru ortaya koyar. Bu fikrî saldı- rı karşısında Sovyetler tarafından tutuklanır ve idam kararı alınır. Ancak birkaç Müslümanın talebi üzerine araya Türkiye girer ve Musa Carullah, bir nevi sürgüne gönderilir. Ailesini orada bırakır ve yeni bir arayışla tüm dünyada Müslümanların izini sürer. Tam anlamıyla ümmetçidir. Yaşadığı her coğrafyada Müslümanların dertleriyle ilgilenir. Her yerde bir iz bırakır. Japonya’da kaldığı sıralarda önceki yazıda da bahsettiğim üzere ünlü semantik bilimcisi ve tefsirci Toshihiko İzutsu’ya ders verir. Çin Türkistan’ında medrese kurar ve ciddi boyutlarda öğrencisi olur. Ümmetin arasındaki en önemli yarıkla uğra- şır. İran ve Irak’ta Şii âlimlerle oturur. Aradaki faklılıkları anlamaya çalı- şır. Bizi birleştiren yüzde doksan dokuzu bırakıp yüzde birde boğulma- mızı önlemeye çalışır. Gerçek bir birlik istiyorsak bizi birleştiren ortak paydayı sahiplenmemiz gerektiğini anlatır. Bu yönüyle Carullah bizim bildiğimiz düşünürler gibi değildir: Hep sahadadır, bir fark oluşturma çabasındadır, eserleri hep hayata dönüktür, çözüm arayışındadır. Carullah’ın kendi zamanında yaşayan diğer İslam aydınlarından önemli bir farkı ise onun âlimlik yönüdür. Aslında fıkıh, tefsir ve hadis alanında önemli çalışmaları var. Tabii hareket adamı olması daha ön plandadır ama o fikirlerinde hep bir metodoloji aramıştır. Bir usul ortaya koymaya çabasındadır. O, ne kadar yenilikçi gibi görülse de gelenekten kopma- mıştır. Sadece canlandırmaya çalışmıştır. Finlandiya’da kaldığı dönemde oradaki Müslümanların oruç problemine çözüm arayışında bulunmuş, 20. yüzyılda içtihat ortaya koyma yöntemi denemiştir. “Uzun Günlerde Rûze (Oruç)” adıyla aslında bir fetva yayınlarken, yeni bir usul ortaya koymaya çalışmıştır. Başarıya ulaşıp ulaşmaması önemli değil. Denemiş olması yeni bir bakış açısıdır. Yeniden bir şeriat anlayışı geliştirmeye çalışmış, şeriatın salt kural demek olmadığını, bir zihniyet meselesi ol- duğunu “Şeriatın Esasları” kitabını yazarak ortaya koymaya çalışmıştır. Hayatı boyunca hiçbir zaman refaha kavuşamaz. 20 yıl üzerinde çalıştığı ve oryantalistlerin Kuran’ın tahrif edildiği iddiasına karşı kaleme aldığı “Kuran Tarihi” araştırmasını bastıramamış ve Avrupa’daki arkadaşına şu sözleri yazmıştır: “20 yıl üzerinde çalıştığım bu eseri neşredemedim. Param yoktu. Ama inanıyorum ki bir gün Müslümanların bu çalışmaya ihtiyacı olacak. Bu eserimi Kahire Kütüphanesi’ne bırakıyorum. İmkânı- nız olduğunda bu eseri neşrediniz.” Ancak bu eser günümüzde kayıptır. 36
Mehmet Görmez Hoca’nın uzun çalışmalarına rağmen bulamadığı ve kendi ifadesiyle oryantalistlerin aldığı önemli bir eserdir. Bunun dışında imkânsızlıklar yüzünden basamadığı Kur’an meali ve “TBMM’ye Müra- caat” eserleri de hâlen kayıptır. Biz onu ihyacı olarak kabul etsek de o, “İslam asla deforme olmadı ki reforma tabi tutulsun. Asla eskimedi ki tecdit edilsin. Ölmedi ki ihya edilsin. Hastalanmadı ki ıslah edilsin.” der. Bu, onun İslam’a olan sağ- lam inancını gösteren ve onu moderniteyi savunmakla suçlayanlara bir cevap niteliğindedir. Onun ihya etmeye çalıştığı şey Müslümanların zih- nidir, tecdit etmeye çalıştığı eskiyen medreselerdir, ihya etmeye çalış- tığı ilim adamlarıdır, reform etmek istediği Müslümanların siyasetidir. Ama bunların hepsini Kur’an’ın istediği, sünnetin gösterdiği gibi yapma- yı arzular. Yaptığı hataları bile bu arzudan bağımsız değildir. Musa Carullah Bigiyef, uzun yıllar ailesinden ve vatanından sürgün ya- şadı. Hep Müslümanların derdiyle dertlendi. Onlara çıkış yolları sunma- ya çalıştı. Batı’yı taklidin de geçmişi taklidin de zehirli olduğunu biliyor, fikrî hareketliliği istiyordu. Tüm dünyada Müslüman halklarla yaşadı. 1949 yılında, 75 yaşında Kahire’de vefat etti. Onun hayatına ve fikirle- rine ulaşabileceğimiz en güzel kaynak ise Mehmet Görmez’in yüksek lisans tezi olan biyografisidir. Bu yazıyla beraber uzun süredir devam ettiğim son dönem ihyacı isim- ler dizisini noktalıyorum. Son dönem ihyacıları beni her zaman çok heyecanlandırmış, ümit ve azimle doldurmuştur. Onları yazmamdaki sebep, fikirlerinin doğruluğunu veya yanlışlığını konuşmak değildi. On- ların dinamik fikirleri beni hep etkilemişti. Doğruya ulaşmaları önemli değildi, doğruya ulaşma çabaları çok hoşuma gidiyordu. Ben çoktan hakikati buldum yanılgısındaki donuk fikirli insanlar, hâsılı tahsilden öteye gidemiyorlardı. Carullah’ın dediği gibi “İslamiyet, ‘Ya falan oğlu filan gibi inan, ya da sonsuza dek cehennemde yan! Canın da malın da helal!’ gibi en büyük zulüm, en büyük cehalet temeline bina edilmiş bir parçacıktan ibaret kılındı.” Yüzyıllardır zihinlerimizi işgal eden donuk- luk, dünya tarihindeki konumumuzu da bize yavaş yavaş kaybettirmişti. Bu ümmet ne zaman ki fikrî hareketlilik ve çarpışmanın içine girdiyse sonrasında büyük bir medeniyet kurmuştur. Buna olan inancımdan do- layı günümüz İslamcılığının temelini atan bu insanları -tabii tamamını değil- yazma ve hatırlatma ihtiyacı duydum. Bizi ıslaha çalışan bu müca- deleci insanların fikirlerinin yeşerttiği bir coğrafya dileğiyle... 37
KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] İÇİM İÇİME DEĞDİ -Konu insan. -Vay efenim vaay. Sevgili editörle aramızda aynen bu muhabbet geçti. Tabii ben o zaman- lar konunun fiyakasından sarhoş olup kara delik yönünü fark edeme- miştim. Kural basitti. İnsanı anlatan bir kitap bulmalıydım. Tersinden okuyorum: İnsanı es geçen bir kitap bilmiyordum. İşte bu çıkmazda ne bir kitap belirleyebildim ne de şu olmaz deyip eleyebildim. Her şey olur da hiçbiri tam olmaz gibiydi. Tüm kitaplar tavsiyemdir deyip sayfayı kapatmaya da içim elvermedi. Üstelik bizzat kendim için insan tabiatı okumaları yapmaya başladığım şu zamanda. “Ben neyim?” sorusunu; varsayımsız bir başlangıçla, tüm azmim ve ciddiyetimle masaya yatırmaya karar vermiştim bundan bir ay kadar önce. Bu yüzden zamanlama manidar ve dahi evime şenlik oldu. Fakat işin başında peşin peşin ilan ediyorum ki bu, bir kitabın tavsiye yazısı olmayacak hatta adını geçirdiğim hiçbir kitabı okumuş olmayacağım. Çünkü bu kez konumuz fazla cafcaflı, binbir kapılı ve ben o kapılardan ilkinin tokmağını çalmaya bile henüz niyet etmiştim. O yüzden “Ben neye başlayacağım ve nedendir bu sebat gerektiren kalkışmam?” soru- larının reklamını yapıp içimdeki merak canavarını sizlerin de üzerine sa- lıverdim mi benden mutlusu yok. Çünkü insan, varlığını sorgulayan tek canlı. Yaşayıp gitmek yerine “Neden yaşıyorum?” der ve arıza çıkarır. Yani arıza çıkardığımız kadar ağyardan başkalaşırız, türümüze yaklaşırız. Yunus Emre bunu, okuru çarparak söylemiş: “İlim okumaktan garaz kişi kendin bilmektir. Pes kendini bilmezsen bir hayvandan betersin.” Ya Rab, ne konu ki giriş bile ayrı bir seremoni oluyor! Sayın insanlarımız, insan kelimesini önümüze oturttuğumuz an bizi iki güzel müşkül karşı- lamaktadır. Ucu insana değen hangi oku atarsam atayım, bu iki kubaşık dairenin dışına çıkamadım. 38
1) İnsan neyiyle ağyardan başka? 2) Bu başkalık ne yapar? Cevaplarını bulmuş değilim, buldum diyene de altı ay müddet verecek hâldeyim. Bu iki soruyu bulmayı dahi -dikkat edin duymayı değil biz- zat inşa ederek bulmayı kastediyorum- büyük bir başarı addediyorum. Çünkü ilk kez içim içime değdi. Kolay kaynaklardan başladım, adında insan geçen ne kadar program varsa izledim. Kaynak taraması yaptım fakat bu bana bilmediğim kapılar ekledi, pahalıya patladı. İyi ki böyle oldu. En kıymetlilerinden birkaçı: - Murat Menteş / İnsan Bir Ömür Neyin Peşinde? - Sinan Canan / İnsan Neyi Arar? - Nevzat Tarhan –Hayati İnanç / İnsan Ne İçin Yaşar? - Human (Belgesel) Hor Görme Nefsi ki İnsanı İnsan Yapar Sinan Canan dedi ki: “İnsanoğlu, habitatının dışına çıkan tek varlık. Çün- kü çıkmasaydı hayatta kalamazdı. Giyinmeyi icat etmeseydi buzul çağı üzerinden geçerdi, taşı yontmasaydı avladığı hayvanı parçalayacak do- nanımı yoktu. Yaratıcı onun, sınırlarını aşmasını ki kafasını zorlamasını istedi ve biyolojik olarak uyumsuz yarattı.” Aldım. Ve bunu diğer prog- ramda Hayati İnanç tamamladı: “İnsan, haddi aşmasıyla meşhurdur. Sa- dece ona had aşma yetkisi ve fonksiyonu verilmiştir.” Doğruydu. Kanadı olan hiçbir canlıyı yürümek daha kolay diye tercih ederken, yürüyenleri de uçmaya çalışırken görmemiştim: İnsan hariç. Biz, tabiatımızın dışına çıkıyor, sınırı aşıyorduk ve böyle insan oluyorduk. Şimdi “Eğer tövbeniz olmasaydı sizi yok eder ve yerinize başka bir toplum yaratırdık.” ayetini bir boyutla daha anlıyorum. Haddin aşılmadığı yerde pişmanlıktan kim bahsedebilir? Sonuçtan yüzümüzü sebebe çevirelim o zaman. İnsana haddi aştıran kuvve nedir? Biz diyelim ki nefs, Freud desin ki id. Kötülük problemine kadar dağılmayacağım fakat şu soruyu tüm basitliğiyle soralım: “Kötülük olmayaydı iyilik ne işe yarardı/ ne olurdu?” Nefs olmasaydı yani biz onu bizden ayırıp dışarıdan bakma zorunlulu- ğunu kendimizde görmeseydik başka olur muyduk? Meseleyi çözecek benzetmeyi yine aynı programda buldum. 39
“Bir aynacıyı dışarıdan izlesek ilk bakışta güzelim camın arkasına ça- mur sürüyor diye razı olmayız ama ayna elde etmek için bu gereklidir. İnsanın da cevherini ortaya çıkarabilmesi için nefis çamuruyla birlikte olması gerekir.” Yani ne seninle ne sensiz. Haddi aşmaya Nevzat Tarhan bazı eklemeler yapıyor. Modern psikoloji araştırmalarına göre insanda diğer canlılardan farklı dört gen varmış: - Öleceğini bilme geni - Geçmiş ve geleceğin farkında olma geni - Anlam arayışı geni (“Niçin?” sorusunu sorar.) - Yenilik isteği geni Beklediğim sinek ısırıkları gelmişti. Bundan sonra bana düşen bunları tek tek özenle kaşımak. Yapmak istediğim şey; sizde sinek ısırığı değil bir yara oluşturmak, bin dermana değişmeyeceğiniz bir derde salmak. Bir güzellik yapıp oluşturduğum kitap listesini bedavaya paylaşıyorum. 1. Kişilik- Jerry M. Burger 2. Psikolojiye Giriş- Rod Plotnik 3. Psikoloji- Doğan Cüceloğlu 4. Beynin Sırları- Sinan Canan 5. Değişen Beynim- Sinan Canan 6. Kitabu’ş-Şifa- İbn Sînâ 7. Aşkın Mahiyeti- İbn Sînâ 8. Hayy b. Yakzan- İbn Tufeyl 9. Psikoloji Şerhi- İbn Rüşd 10. Sözler- Said Nursi 11. Divan- Yunus Emre 12. Divan- Niyâzî-i Mısrî 13. Kimyâ-yı Saadet- Gazzâlî 14. Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar- Çiğdem Kağıtçıbaşı Bildiğin Gibi Değil Ve hatta artırıyorum, bana bu merakı kimin saldığını beyan ediyorum. Sayın Şeyh Galip Terci-i Bendi’nin girişinde şöyle dedi: “Ey dil ey dil niye bû rütbede pür-gamsın sen Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen Secde-fermâ-yi melek zât-ı mükerremsin sen Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen 40
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen. Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” (Ey gönül, ey gönül! Neden bu makamda gam dolusun sen Gerçi virane isen de tılsımlı bir definesin sen. Meleklere secde etmeleri buyurulan saygıdeğer bir varlıksın sen. Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan daha üstünsün. Ruhsun. Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin sen. Hak gerçeğinin sırrısın sen, Meryem oğlu İsa misali. Hoşça bak kendine ki kâinatın özüsün sen. Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.) Ve kıvılcımı çaktı. Meğer kibritten yapılan ucu görünmez bir yolmuş bu. Yandı da yandı. İşe bu kırk sekiz mısrayı üşenmeden kelime kökenleriyle okuyarak başlamak sizin için de güzel olacaktır. Yine can alıcı bir spoiler vereyim. Zübde, Arapçada “tereyağı” demek ve bu yağ sütün en öz hâ- lidir, sütteki her zerreden nasibini almıştır. İnsan da âlemin damıtımıdır yani her özelliğinin konsantre hâli onda mevcut. Hangi biri araştırmaya değmez ki! O zaman kapanışı yine Sinan Canan ile yapayım. Programın sonunda öyle bir cümle kurdu ki gerçekten düşünürsek şakak çatlatır: “Din, ciddi bir şeydir. İnsan, ciddi bir şeydir. Biz bunları hafife alamayız!” Herkes duysun ben yola çıktım, içim içime sığmıyor. 41
OKUMALIK Alaaddin GÖÇER [email protected] İKİNDİ ÇAYINA NİYET Kuytu köşe kaçıp durdum, uykumdan uyandım ve zihnimin en bakir olduğu bir zamanda yazmak istedim. Sessizce kütüphaneme çık- tım, pencerenin önündeki sert süngerden minderin üzerine otur- dum. Etrafımdakilere bakındım. Kimisinin görevi yalnızca kalaba- lık yapmak olan kitapları, ailemizin birkaç üyesinin fotoğraflarını, annemin raflara cömertçe ikram ettiği hediyelik eşya ve bibloları bir süre seyrettim. İnsanın kendi şartları, koşulları olmalıydı bir işi hakkıyla yapabilmek için. Buna inanıyordum. Oturdum ve zihni- me bahşetmesini bekledim ilhamı bir perinin. Goethe’nin “Dur ey zaman, ne güzelsin!” diye bağırışı hatırıma geldi ilkin. Ardından “Yürü ey zaman, yürü! Sakın dönme geriye!” diyen Voznesenski düştü aklıma. Mırıldandım bunu. Sonra da Cemal Süreya’yı işittim: “Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?” diye soruyordu. Ağlamamış- tım. Babam, babası öldüğünde ağlamıştı ama. Bizim önümüzde ilk kez işte o gün ağlamıştı. Sanırım sabunluyken ağlamak gibiydi bu da. Neyse. Velhasıl ben baktıkça çevremdekilere, kafamın içinde bunlar olup bitiyordu. Ancak zihnim mısralardan hatıralara atsa bile beni, tek kelime yazamadım. Önümdeki kâğıda bir göz çizdim. Kör müdür, işler midir bilmiyorum. Bilemem. Durumunu izhar ede- bilecek her türlü hareketten mücerret, sıradan beşer kıyafetleriyle kör bir bireyi resmetmek. Bu düşünce bana zor geldi, bunu dü- şündüm. Sanat böyle var ediyordu kendisini sanırım. Bir ressamın balıkgözü bir aynadan kendi yansımasını çizmesinden, sabahleyin sandalyesinde ölü bulduğu kız kardeşinin karşısına geçip onu res- metmesine kadar her şey önüne geçilemez çılgınlıkların eseriydi. Sınırlar zorlanıyordu, yazılan onca aşk şiirinden sonra bile sevgi- 42
yi ifadeyi yeni kalıplarla sunabiliyordu şair. En önemlisi de; düşü- nülmeyen tek bir şeyin kalmadığı şu dünyada birçok şeyin hâlen yazılmamış, resmedilmemiş, şiir olarak söylenmemiş olmasıydı. Peki, niçin onca şeyi düşünüp de pek azını icra edebilmişti insan? Nallarında kıvılcımlar patlayan kısraklarken düşüncelerimiz, niçin sakat bir yük beygiri gibiydi fiillerimiz? Bunun cevabı gayet açıktı aslında. Tutku. Bir şeye duyulan delicesine arzu. Fakat ilk hızını bir daha bulamıyordu tutku. Yavaşlıyor, köreliyor, ölüyor, unutulup gi- diyordu. Araya zaman girdi mi can attığımız şey bir ah çekmeye, yerini sıkıntılı bir iç boşaltmaya bırakıyordu. Yazıktır ki ben de böy- le bir adamdım işte. Sıradan bir adamdım insan gibi. Rüzgâra karşı bir duvarda, harç olmayı bekliyordum. İlhamımı bekliyordum. 43
GEZDİM GÖRDÜM Erkam ÇİMEN [email protected] ORTA DOĞU’NUN YARALI KUŞU/LÜBNAN Orta Doğu mozaiğinin en nadide parçalarından Lübnan; kültürü, sos- yal yaşantısı, tarihi ve eğitimiyle pek çok Arap ülkesinden ayrılan bir konumda. Başkenti Beyrut olan bu güzel ülke, tarihte Fenikelilere ev sahipliği yapmış. Kuzey ve doğu sınırlarını Suriye’nin, güney sınırla- rını işgalci İsrail’in, batı şeridini ise Akdeniz sahillerinin oluşturduğu Lübnan’ın yüzölçümü yaklaşık olarak 10.000 kilometrekare. Yaklaşık doksan senedir nüfus sayımının yapılamadığı ülkede nüfusun yaklaşık olarak 6 milyon civarında olduğu söyleniyor. Nüfus sayımının yapılama- masının ana sebebi ise on sekiz farklı etnik ve dinî grubun olması ve bu grupların her birinin siyasi taleplerinin olması olarak belirtiliyor. Beş günlük kısa bir ziyaret için gittiğimiz Lübnan, beklentilerimizin çok ötesinde bir yerdi. Hemen hemen gördüğümüz her şey, tanıştığımız her insan bize yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı. Gitmeden önce Lüb- 44
nan’ın tipik bir Arap ülkesinden hâllice bir yer olduğuna dair ön yargıla- rım, gezip gördükten sonra tam aksi yönde değişti. İlk olarak Lübnan, eğitim seviyesinin çok yüksek olduğu bir yer. Okuma yazma oranı bir yana insanların ikinci yabancı dil bilme oranları çok yüksek. Bunda okul öncesi eğitimden itibaren zorunlu yabancı dil eğitimine başlanmasının çok büyük bir etkisi var. Lübnanlıların pek çoğu Fransızcayı ve İngilizceyi ana dilleri gibi konuşup yazabilecek seviyede. Öyle ki Lübnan, Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu’nun üyesi. Son dönemlerde Türkçe öğre- nimi de revaçta. Türk siyasetçilere ve dizilere duyulan sevgi, Türkçeye olan ilgiyi de her geçen gün artırıyor. Yunus Emre Enstitüsü’ne yaptı- ğımız ziyarette bunu yakinen müşahede etme şansımız oldu. Enstitü- de Türkçe eğitimi alan Lübnanlılar her fırsatta Türkiye’ye gittiklerini ve pek çok Lübnanlının da aynı durumda olduğunu ifade ettiler. Enstitüye yaptığımız ziyaretle gönül coğrafyamız dediğimiz Osmanlı bakiyesi bu topraklarda devletimizin yaptığı bu tarz sosyal ve kültürel faaliyetlerin ne kadar önemli olduğunu fark etmiş olduk. Bu tarz faaliyetlerle kardeş toplumlar olarak hafıza kaydımızı yenileyip kaybettiğimiz değerleri ye- niden canlandırmak için şevklendik. Ayrıca Yunus Emre’de ve benzeri kurumlarda yurt dışı faaliyetlerini sürdüren insanımızın üstün gayretini görünce ayrı bir gurur duyduk. Beyrut Yunus Emre’nin Türkçe öğretme- ni Duygu Hanım ve kültür koordinatörü Ali Bey, bu gururu yaşamamıza neden olan iki güzide şahsiyetti. Biraz da Lübnan’ın iç ve dış meselelerine bakacak olarak karşımıza tam bir kaos çıkıyor desek doğrudur. Lübnan, ülke içi sosyal yapının karma- şıklığı sayesinde siyasetin dengeli gittiği bir ülke iken Arap-İsrail Savaş- 45
ları ve Filistinli mültecilerin ülkeye gelmesi, ülkenin istikrarını bozmaya başladı. 1970’lerden itibaren Müslümanların demografik yapıda üs- tün konuma geçmeleri, ülkedeki gidişatı değiştirdi ve 1975’te Lübnan İç Savaşı başladı. 1991’e kadar süren savaş, Beyrut başta olmak üzere Lübnan’ı harabeye çevirdi. Dönem dönem yaşanan İsrail saldırıları ise yaraları daha da derinleştirdi. Yaşanan savaşlarda yüz binlerce insan ya- şamını yitirirken pek çok insan ülkeyi terk etmek durumunda kaldı. An- cak bir kısım Lübnanlı ise ülkelerini terk etmeyerek burada yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Bunlar arasında ön plana çıkan öyle birisi var ki tüm Arap dünyasını sesiyle ve ülkesine duyduğu aşkla büyülemiş desek yeridir. Dünya çapında üne sahip bu isim turkuaz sesli Feyruz. Bestelediği ve söylediği şarkılarla bugün Arap dünyasında herkesin hâlâ ismini duyunca saygı duyduğu bir isim. Biraz da şehirlerden bahsetmek gerekirse en başta Beyrut gelir. Tabii bu öyle kolay bir şey değil. Beyrut’ta üç tam gün geçirdik ve tadı dama- ğımızda kaldı. Doğu’nun Paris’i bu şehir, hem Orta Doğu’nun hem de Lübnan’ın bir mozaiği âdeta. Pek çok etnik ve dinî grubun yaşadığı bu nahif şehir, eskide kalan parlak günlerini arıyor bugünlerde. İç savaştan önce modanın, sanatın ve edebiyatın merkezinde bulunan şehir, yavaş yavaş yaralarını sarmaya çalışıyor. Beyrut merkezinde gezilecek pek çok yerin yanında hemen yanı başındaki Biblos (Byblos) antik kenti beni çok etkileyen bir yer olarak hafızamda yer etti. Fenike Uygarlığı’nın başşehri 46
olan bu kent, izlerini taşıdığı medeniyeti çok iyi bir şekilde yansıtıyordu. Bunun yanında, dünyanın en görkemli tapınak şehri Baalbek’e güvenlik problemleri nedeniyle gidememenin üzüntüsünü hâlâ yaşıyorum. Bey- rut’taki bir başka güzel deneyim ise Harissa bölgesine çıkan teleferikti. Dünyada bir benzeri var mıdır bilmiyorum ama hem çıktığı yükseklik hem apartmanların hemen dibinden, aralarından geçmesi nedeniyle benim için eşsiz bir deneyimdi. Ziyaret etme fırsatı bulduğumuz diğer şehirler ise her bir dinî unsu- run kalesi niteliğindeydi. Trablusşam (Tripoli) ve Sayda (Sidon) Sünnî Müslümanların, Sur (Tyre) ise Şii Müslümanların kalesi konumundaydı. Bu şehirlerin en önemli ortak özelliği, merkezde bizdeki bedesten tarzı koca çarşılarının olması, buradaki esnafların son derece güler yüzlü ve yardımsever olmasıydı. Beni ürküten tek durum Sur’a geçişte Hizbullah kontrolünden geçmek olmuştu. Herhangi bir güvenlik problemi yoktu ancak yıllardır ismini televizyon haberlerinden duyduğum bir grubun adamlarıyla karşılaşmak hayatımda yaşayabileceğim ilginç tecrübeler- den biriydi. Lübnan, geçirdiğimiz kısa sürede beni kendisine bağlayan ve tekrar ge- lebilmek için her türlü fırsatı kollayacağım bir yer benim için. Dünya- ca meşhur Lübnan mutfağının lezzetlerine nüfuz edememek ve Hicaz Demiryolu’nun geçtiği hatlar ve istasyonlara gidememek beni buraya 47
tekrar getireceğini umduğum önemli unsurlar olarak notlarım arasında duruyor. 48
Search