Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore KAFDAĞI

KAFDAĞI

Published by ali eryücel, 2022-05-24 11:32:09

Description: Havva Özişbakan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Yaratıcı Yazma Atölyesi 2021-2022

Keywords: Yaratıcı,Yazma,Atölye,Lise

Search

Read the Text Version

KAFDAĞI .. Havva Özişbakan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Yaratıcı Yazma Atölyesi 2021-2022

DANIŞMAN ÖĞRETMEN FİGEN ÖVÜN YAZANLAR ALEYNA ŞEKERLİ 12/B İLAYDA KARAYİĞİT 12/B BESTE EYLÜLDİKEÇ12/D MİNE EKİNLİ 11/C DİLŞAH ÇETİN 10/D MEHMET FERİT BOZ 9/C ECRİN KIZILYOL12/A MELEK ADIBELLİ 9/A ELANUR BUSE SAPMAZ 9/C NİSA YAVUZ 9/B NAZLICAN TAŞ 11/C EYLÜL GÜNEŞ 10/C ELİF YAVUZ 9/A SUDENAZ AKÇELİK 10/A SİMGE ARDA 10/D ELİF YEŞİLYURT 12/B FİRDEVS CEYHAN 9/A SERDAR KARATAŞ 11/C GİZEM YILDIRIM 12/B TEOMAN KAYA 12/D HATİCE ŞAHİN 10/D YAĞMUR ÇALIŞKAN 10/A IRMAK SORKAN 11/C

İÇİNDEKİLER  Okul Müdürümüzden. . . . . . . . . . . . . . . . . . 4  Önsöz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5  Cumhuriyet. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5-6  10 Kasım. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7-8  Yıl 3022. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9-26  Gündemimiz Corona. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27-31  Sınav Kaygısı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31-34  Resimden Şiire 1. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34-35  “Kırmızı Başlıklı Kız” Masalına Farklı Baktık 36-39  Öykülerimiz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40-48  Çanakkale Geçilemez!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49-53  Serbest Köşe. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54-55  Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri. . . . . . . 56-58  Mensur şiirler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59  Fabl. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60-63  Resimden Şiire 2 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64-65  Hikaye Tamamlama . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66-67  19 Mayıs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 68  Öykünün Öyküsü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 69-79  Okumak Özgürlüktür . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 80-84  Son Söz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 85

OKUIL MÜDÜRÜMÜZDEN Değerli okurlarımız, Pandemi sürecinin ardından buluştuğumuz okulumuzda öğrencilerimizin büyük tahribat alan sosyal ve kültürel yönlerini onarmanın en güzel yolu olarak onları edebiyata, şiire ve sanata yönlendirmek adına aylar boyu süren yoğun, yorucu, özverili ve fedakarca yaptığımız çalışmaların bir ürünü olan KAFDAĞI Kültür ve Edebiyat dergisini sizlerle buluşturmanın mutluluğu içerisindeyiz. Her sayfada ayrı bir emeğin yer aldığı düşünmenin ve çalışmanın ürünü olan dergimiz, tamamıyla öğrencilerimizin ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Figen ÖVÜN’ün önderliğinde ortaya koymuş olduğu bir çalışmadır. Özellikle öğrencilerimizin girişimci istekli ve çalışkan tutumlarla ortaya koydukları bu emeğin karşılığı hiç şüphesiz siz değerli okurlarımızın ilgi ve takdirleri olacaktır. Bir ilki başarmak, bir ilki yapmak adına yola çıktık. Dergimiz Havva Özişbakan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi adına çıkan ilk e-dergidir. Günümüzde digital mecraların kullanımın bir zorunluk haline geldiğini de düşünerek çevreye duyarlı bir okul olmanın getirdiği sorumlulukla, sadece elektronik ortamda sunulan dergimiz bu anlamda da öğrencilerimize yerleştirmeye çalıştığımız çevre bilincinin bir göstergesidir. Yelkenleri umuda yolculuk için açtık. Bilginin ve bilimin rotasında hareket etmek isteği ile... Amacımız iyiyi, güzeli ve doğruyu paylaşmak. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan dergimiz için umut ediyoruz ki bizler siz değerli okurlarımızın beğenisini ve takdirini kazanırız… Tamer BİLGİÇ Havva Özişbakan MTAL Okul Müdürü

ÖNSÖZ Yazmak… Yazmayı öğrenmek aynı zamanda düşünmeyi de öğrenmektir çünkü yazarken, kurgularken düşüncelerimizi belli bir düzene sokarız; neyi, nasıl yazmamız gerektiğini planlarız. Böylece düşünce gücümüz de sistemleşir. Hayal gücümüzü güçlendirir yazmak. Dünyayı, yaşadığımız hayatı farklı gözlerle görmemizi sağlar. Kendimize bakışımızı değiştirir, kendimizi ifade etme gücümüzü arttırır. Düşüncelerimizi, hislerimizi, hayallerimizi insanlara ulaştırırken bir yandan da kendimizi bulma yolunda da ilerleriz. Yazmanın tek koşulu ise okumaktır. Önce okumak; kendimizi, beynimizi beslemek gerekir. Ne kadar çok okursak yazma eylemini de o kadar kolay hale getiririz. Bir konuyu bilmeden, o konu hakkında düşüncelerimiz olmadan yazabilmek zordur. “Yazma Grubu” öğrencilerim de okudu, araştırdı ve yazdı. Kendilerini bu şekilde ifade etmeyi tercih eden öğrencilerimin yaptığı iş kolay değildi. Yazdılar, olmadı, tekrar yazdılar. Bazen de “Olmuyor!” diye vazgeçtiler ama sonunda “Kafdağı” adını verdiğimiz dergimizi çıkarmayı başardılar. Ekim ayından beri, uzun ve yorucu bu yolda yanımda olan “Bu işi başaracağız!” duygusunu yaşatan yazma grubuma, yazdıklarıyla destek veren öğrencilerime ve teknik konularda yardımını esirgemeyen Ali Eryücel’e de teşekkür ederiz. Okul Müdürümüz Tamer Bilgiç’e de verdiği destekler için ayrıca teşekkür ederiz. Okumak ve yazmak yaşamımızın her anında bizimle olsun ki dünyayı güzelleştirebilelim. Saygılarımla… Figen ÖVÜN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

EN BÜYÜK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN! CUMHURİYET ECRIN KIZILYOL 12/A Ben bir kadınım. Padişahlık sisteminde yönetilen bir kadın. Adım yok. Haklarım, özgürlüğüm, iradem de... Köleyim ben erkeklerin gözünde. Ben alfabeyim. Arapça harflerle okuyamayan, yazamayan çocukların sesiyim. Mustafa Kemal Atatürk sayesinde tanıdım çocukları, onlar da beni tanıdı. Anlaştık onlarla ve yüzyıllarca karanlıkta kalan halkı aydınlığa çıkardık. Ben modern bir okulum. Medresedeki hiyerarşi gibi zorlayıcı değilim. Muallimlerin zorla okuttuğu Hâşiye-i Tecrid gibi kitaplarım yok. Medreselerde dini dersler ağırlıklı ama ben modern bir okul olarak sanattan bilime; doğadan insana; gökyüzünden yeryüzüne; bilimin ışığıyla öğrencilerin karşısındayım. Coğrafya, tarih, edebiyat, matematik, geometri... Bilimin gücüyle yükseltiyorum ülkemi… Ben seçme ve seçilme hakkıyım. 20. yüzyılın yarısına kadar sınırlı oy sistemi vardı. Bu sistem belirli kişilerin oy vermesi ya da vermemesi anlamındaydı. Oy veremeyenler de kadınlardı tabii ki… 20. yüzyılın ikinci yarısında sınırlı oy kaldırıldı ve kadın erkek demeden genel oya geçildi. İşte daha dünyada kadınlara verilmemiş bu hakkı Mustafa Kemal Atatürk verdi kadınlara. Onlar da kendilerini yönetenleri seçebilme hakkına kavuştu. Oy kullandılar, söz hakkına sahip oldular, kendi iradelerini kullandılar... Muhtar oldular, milletvekili oldular, bakan oldular, parti kurdular… Cumhuriyet’in en büyük koruyucusu oldu kadınlar... Yüreklerinden Mustafa Kemal Atatürk sevgisi hiç eksilmedi. Her zaman minnetle, saygıyla andılar O’nu. Ben eşitliği sağlayan 10. Maddeyim. Cumhuriyetçilik ilkesiyim. Tüm vatandaşların kanun önünde eşit haklara sahip olmasını, toplumdaki ayrımcılığı ve farklılıkları kaldıran ilkeyim. Eşitliği sağladım, hür olmayı da… Ben mahkemeyim. Bana Halkçılık da derler aslında. Cumhuriyetçilik ve Milliyetçilik ilkelerinin doğal sonucu olarak ortaya çıktım. Cumhuriyetten önce, dini kurallara, örf ve geleneklere göre de ceza verilir ya da verilmezdi. Osmanlı'da mahkemelerden sorumlu “kadılar” vardı. Ama şimdi öyle mi?

Milli egemenliği esas alarak kanunları uyguluyorum, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” dediği gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün. Ben “laikliğim. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, sadece dinle değil, devlet işlerinin akla ve bilime dayanmasını da savundum. Müslüman olsun, Hıristiyan olsun herkesin istediği dine inanma ya da inanmama özgürlüğüyüm. Mustafa Kemal’in de dediği gibi; “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.” Ben köylüyüm. O’nun sayesinde topraklarımızın bereketi arttı. Ben Mustafa Kemal’e minnettarım sonsuza kadar. “Köylü milletin efendisidir.” diyerek bize verdiği değerle gücümüze güç katıyoruz. Ben öğrenciyim. Atatürk’ün yaktığı eğitim ışığı ile yandık. O; bizim için, yarınlarımız için çabalarken biz de vazgeçmedik. O çocukluğunda nasıl asker olmayı, ulusu korumayı amaçladıysa bizim de ilk hedefimiz okuyup önce ülkemizi sonra tüm dünyayı korumak olacak. Ben Cumhuriyetim. Mustafa Kemal, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin “Cumhuriyet” olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. \"Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.\" dedi 28 Ekim akşamı… Ve 29 Ekim’de TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra \"Yaşasın Cumhuriyet!\" sesleri arasında alkışlarla “Cumhuriyet” ilân edildi. Böylece yeni bir çağ başladı. Ben Cumhuriyet’tim. Cumhuriyet gençliğiyim. O’nun sayesinde okudum, meslek edindim. Haklarıma sahip çıktım. O’nun sayesinde varım, O’nun sayesinde güçlüyüm. Minnettarız sonsuza kadar sana Ata’m… “Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyet'i biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz...” Bu söz, Cumhuriyet’i bize armağan eden Mustafa Kemal Atatürk’e sözümüz olsun. Cumhuriyet’i daima yaşatacağız, koruyacağız ve yükselteceğiz.

09.04.59 SAYGI, MİNNET VE ÖZLEMLE… BÜYÜK LİDERE VEDA ECRİN KIZILYOL 12/A Hava kasvetli, toprak kapkara, çiçekler solgun her 10 Kasım’da. Takvimin yaprakları, 10 Kasım'ı her gösterdiğinde yere düşüyor ağlayarak ve saat 09.05 geçe duruyor gitmek istemezcesine zaman. Türk Milleti tek nefes olmuş... Kulaklarda ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün sesi yankılanıyor. \"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, lâkin Türk Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.\" Ölüm her insan için Ata’m ama sen sonsuzluk oldun kurduğun Cumhuriyetle, devrimlerinle… Düşüncelerinle hep var olacaksın. Yaptıklarınla hep örnek olacaksın. Milletinden vazgeçmeyen büyük önder… Onca savaş, onca yoksulluk, onca düşman O’nu yıldırmadı, yokluktan bir ulus yaratmayı başardı. Yaşlısından gencine, çocuklardan kadınlara herkesin yanında olan yüce insan… Bizler, O’nun sayesinde bu vatana kavuştuk, O’nun sayesinde özgürüz, bugün varsak O’nun sayesinde. O’nun açtığı bu aydınlık yolu sonsuza taşımalıyız. O’nun ilkelerini, düşüncelerini kendimize kılavuz yapmalıyız. Bize inandı, güvendi. “Cumhuriyeti biz kurduk onu yaşatacak ve yükseltecek olan sizlersiniz.” diyerek bize en büyük görevi verdi. Bu nedenle Atatürk'ü anlamak ancak ve ancak onun düşüncelerine, vatana, millete bağlı kalmakla olur. Onun izinden yürümekle olur. Biz, O’nun yaptıklarını koruyarak ve kurduğu bu ülkeyi daha da ilerilere taşıyarak O’na olan minnetimizi göstereceğiz. Rüzgârda savrulan bayrak O’nun için göklerde... Gökyüzünün mavisi O’nun gözleri... O, gökyüzünde parlayan bir ışık, yeryüzünde gölgesinde huzur bulduğumuz koca bir çınar... O, düşünceleriyle koruyucumuz… Sözleriyle meşalemiz. Ata’m, sen Türk Milletinin kalbinde ebedi olarak hep yaşayacaksın. Bizler seni sonsuza dek yaşatacağız...

DAİMA DİLŞAH ÇETİN 10/D 10 Kasım... Saatler 09: 05'i gösteriyor. Bugün dünyanın en büyük lideri aramızda yok. 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05 geçe yaşamını yitiren ülkemizin kurucusunu her yıl anmaktayız. Onsuz seksen üç yıl… Onsuz yaşadığımız her günde büyük bir üzüntü, keder ve perişanlık duyuyoruz. Acımız ilk günkü gibi olsa da bizler, onun en çok güvendiği gençler olarak O’nu tanımalı, yolunu yolumuz yapmalı ve O’nun en büyük eseri olan “Cumhuriyet” i korumaya, yüceltmeye devam etmeliyiz. Her 10 Kasım, Mustafa Kemal Atatürk'ün bize bıraktığı vasiyetlere uyup uymadığımızı anlamamız ve düşünmemiz gereken bir gün olmalıdır. Ülkemizin her tarafı kuşatılmış iken, özgürlüğe düşkün Türk milletine lider olan Ata’mız bize öncülük yaparak ülkemizi bağımsızlığa kavuşturmuştur. Unutmamalıyız çekilen sıkıntıları, dökülen gözyaşlarını, verilen bağımsızlık mücadelesini… 6 Mart 1938 günü doktorlar, Çankaya Köşkü'nde Atatürk'e bir görüş alışverişi yapar ve siroz teşhisini koyarlar. Bu hasta haline rağmen o halkıyla buluşmaktan, resmi geziler yapmaktan vazgeçmez. Yorgundur… Bedeni onu taşıyamaz artık. Acılar içindedir belli etmese de… Tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk sebebiyle, hastalığı daha da artar. Yapılan tedaviler işe yaramaz ve ne yazık ki ekim ayının ortalarına doğru komaya girer. Ve bir daha o mavi gözler açılmaz. 10 Kasım 1938'de hastalığına yenik düşer ve aramızdan ayrılır. Onun ölümü tüm dünyayı sarsar. Dünyanın en güçlü liderleri O’na saygılarını sunmak için gelir. Ülkede açan çiçekler solar, gökyüzü kapkaradır artık, tüm kâinat onun ölümünü duymuş, acılar içindedir 10 Kasım’da. Ülkemizi yoktan var eden, çağdaş medeniyet seviyesine çıkaran bir liderdir O. Bütün hayatı, ülkesi içindir. Tüm mücadelesi bugünler içindir. Özgürce yaşayacağımız bu ülkeyi yoktan var etmek içindir. Ata’mızı tanımalı, anlamalı ve anlatmalıyız. Bizler onun gençleri olarak onun izinden gitmeliyiz. Çok savaştı, çok çalıştı, çok çabaladı, bizim için çok yoruldu ve yorularak aramızdan ayrıldı. Saatler 09.04' ü gösterdiğinde durdurulmalı zaman. Öksüz kalıyoruz her 10 Kasım sabahı. Dağ taş öksüz kalıyor her kasımda. Gökyüzü sessizce ağlıyor. Bu dünyaya bir kez Mustafa Kemal Atatürk geldi ve bir daha gelmeyecek. Altın sarısı saçları ile güneş gibi doğan adam! Deniz gibi gözleriyle maviyi bize sevdiren adam! Bütün kasımlara küsüz şimdi... 10 Kasım sabahı sirenler çalıyor acı acı. Her yeri sessizlik alıkoymuş sanki. Karanlık bir sabah ve yüreğimiz buruk. İzinden ayrılmayacağız. Bizim değil vatanın yaşamasıdır önemli olan. Gerektiği zaman aynı senin gibi milletimiz için öleceğiz. Gözün arkada kalmasın, rahat uyu Ata’m.

SİBORG IRMAK SORKAN 11/C Bazı insanlar neden her zaman parmakla gösterilen veya kıskanılan olmak ister? Her zaman “Her şeyin en pahalısı, en gösterişlisi olmalı.’’ der. Başkalarına kendini zengin göstermek iyi bir şey midir ya da bu uğurda diğer insanların hakkını yemek? Bazen annem keşke beni doğurmasaydı, diyorum. Keşke doktor doğum sırasında bir hata yapsaydı. Keşke merdivenlerden düştüğüm gün boynumu kırsaydım. Böyle haksız, saçma sapan bir dünyada yaşamak kadar kötü bir şey olamaz. Hele de sıradan bir insansanız. İnsanlar, tarih boyunca bencildi ve bazı şeylere gereğinden fazla önem verdi. 1000’li yıllarda altın, gümüş sömürgeleri fazlaydı. 2000’li yıllarda para her şeyden önemliydi. Paran yoksa sen de yoktun. Şimdi yani 3000 yılında isen ne kadar çok siborgsan o kadar değerlisin. Birkaç tanınmış kişi, havalı(!) gözükmek için vücudunun bazı parçalarını kestirip yerine modifiyeli metal parçalar taktırdı. Yıllar geçtikçe parası olan insanlar da onları takip ederek bedenlerini değiştirip robotlaşmaya başladı. Sadece birkaç yıl içerisinde sosyal statü dengesi alt üst oldu. Devlet, siborgları üstün tuttu ve insanları umursamadı. Sadece onlara özel, sıradan insanların giremeyeceği yerler çoğaldı. Onlar için özel mağazalar ve oteller yapıldı. İnsana verilmeyen haklar onlara verildi. Caddeler, sokaklar onlarla dolmaya başladı. Şehirlerde onlara ait özel yaşam alanları oluşmaya başladı. Şehrin en güzel yerlerine yaşamaya başladılar. Bu durum ilerledikçe siborglar kendilerini gelişmiş bir ırk olarak görüp sıradan insanlara zorbalık yapmaya başladı. Bu zorbalık giderek arttı. Hatta toplu cinayetlere sebep oldu. Siborgların vücutlarının yarısından çoğu metal. Tüm bu parçalara rağmen vücutları hantal değil. Dövüş yetenekleri de haliyle insanlardan daha iyi. Beyinleri, zekâ seviyesi olarak normal insanlarla aynı. Son beş yıldır tüm dünyada cirit atıyorlar. Onların arasında da belli bir statü var. Ne kadar çok vücut parçalarını değiştirip robotlaşmaya yakınlaşırlarsa o kadar statü kazanıyorlar. İnsanlara tahammül edemeyen siborglar, dünyada insan avına çıkmaya başladılar. Bazı güçlüler, kendinden alt seviyedekileri insan avlaması için tutuyor. Avlanan insanlar köle olarak kullanılıyor ve ya öldürülüyor. Tabi insanların tamamı buna boyun eğiyor, diye bir şey yok. Bu durumdan memnun olmayan, insanın robotlaşmasını kabul etmeyen bazılarımız örgütleşerek güçlendik ve onlarla ölümüne bir savaş içine girdik. Ben de o savaşan örgütlerin birindeyim. Çok fazla insan öldürüldü veya tam anlamıyla insanlığını kaybetti. Her hafta plan yapılıyor, yerleri saptanıyor ve biz de ava çıkıyorduk. Bu avlarda çok kayıp veriyorduk çünkü güçlerimiz eşit değildi. En başta dediğim gibi keşke doğmasaydım ve bu dünyanın rezil haline tanık olmasaydım. Kamyonetteyiz. Yirmi kişi, yeri yeni bulunmuş beş siborgu öldürmeye gidiyoruz. Her seferinde küçük gruplarla saldırılması gerekiyor ancak bu şekilde onları şaşırtabiliyoruz. Saat sabahın altısı. Gün daha yeni aydınlanıyor. On beş dakika içinde konakladıkları iki katlı evin önüne geliyoruz. Alt katta iki, üst katta üç siborg var. Ne şans ki ben kalabalık olan üst katta görevliyim. Sessizce binaya yaklaşıp içeri giriyoruz ve hiç beklemediğimiz bir manzara bizi karşılıyor. İçeride en az on beş siborg var. Sanki geleceğimizi çoktan biliyorlarmış gibi etrafımızı kuşatıp saldırmaya başlıyorlar.

Takım arkadaşlarımın çığlıkları odayı inletirken birisi bana doğru yöneliyor. Kaçmama fırsat vermeden normalden daha uzun ve ağır koluyla karnımı yumrukluyor. Güçlü vuruşun etkisiyle camın yakınlarında olan ben dışarıya savruluyorum. Camın parçaları yere düştüğümde bedenime batıyor. Acıyla sızlanırken siborg yanıma gelip tekrar vurmaya başlıyor. Beni karşılık veremeyecek hale getirince vurmayı bırakıp ellerimi bağlıyor. Takımdan kaçmayı başaran iki kişi, önümdeki siborga saldırıyor. 40-50 saniye sonra toprağa düşen metal yığınının sesiyle gözlerimi aralıyorum. Ne zaman gözlerimi kapatmıştım? Karşımda duran binanın içindeki kaotik ortama bakıyorum. Işık yanıp sönüyor, pencerelerde kan var. Bağırışlar giderek azalıyor. Beni kurtaran iki kişi sürükleyerek kamyonete götürüyor beni. Onlar da yaralanmışlar ama benden iyi durumdalar. Hızlıca evden uzaklaşıp kendi karargâhımıza doğru yola koyuluyoruz. Neyse ki kimse arkamızdan takip etme zahmetine girmiyor. Doğmakta olan güneşin ışıkları yaralı bedenime gelerek beni mayıştırıyor ve yavaşça bilincimi kaybediyorum… GÜNEŞİN KARANLIĞI YAĞMUR ÇALIŞKAN 10/A Yıl 3022. Avustralya'daki büyük nükleer patlamadan sonra bütün dünyayı karbondioksit ve azot gazı sarmış, güneş gözükmez olmuştu. İnsanlık ancak gaz maskesi ve oksijen tüpleri ile yaşayabilmekte, bu nedenle bilim insanları çalışmalar yapmaktadır. İnsanlar acı çekerek ve nefessiz kalarak ölüyordu. Araba ve toplu taşıma araçları kullanımı yasaklanmış, fabrikalar durmuş, havayı temizlemek için çalışmalar hız kazanmıştı. Tüm dünya perişan haldeydi. Devletler, halklara oksijen maskesi dağıtmış ama bu maskeler yeterli olmuyordu. Bazı insanlar yasal olmayan yollardan oksijen takviyesi adı verilen tüpler alıyordu ama bu da tehlikeliydi çünkü yakalanma riski vardı. * Emily, hızlı adımlarla evine yürüyordu. Büyük paralarla aldığı oksijen takviyesini kimsenin görmemesi lazımdı. Yasal değildi. İşte, evi oradaydı. Adımlarını daha hızlı atmaya başladı. Bir hışımla evine girdi ve annesine seslendi. “Anne! Çabuk gel. Oksijen takviyesi aldım.\" dedi ceketini asarken. İçeriden bir ses yükseldi. \"Emily, artık annen burada değil. O oksijen takviyesi devlete ait.\" Gözlerini korkuyla açtı. Bu olamazdı değil mi? Arkasından gelen adam bunun yalan olmadığını kanıtladı. \"Emily Heltwield, bizimle geliyorsun. Devletin yasakladığı oksijen takviyelerini almak neymiş göreceksin.\" Korkmadığını düşündürmek için umursamazca bağırdı. \"Annem nerde?\" Ancak sorusuna bir cevap gelmedi tekrar bağırdı. \"Annem nerde, dedim size!\" Onu evden sürükleyerek çıkardılar. Karşı koymaya çalışsa bile bu cüssedeki bir adama gücünün yetmesi imkânsızdı. Yol boyunca annesini düşündü. Annesine ne yapmış olabilirlerdi? \"Küçük Hanım. Söyle bakalım, nereden alıyorsun bu takviyeleri?\" Polis memuru, buruşuk yüzünü biraz daha kırıştırarak söze başladı.

\"Bunu söylersen seni ve anneni bir ihtimal serbest bırakabiliriz.\" \"Annem mi?\" Bu annesinin yaşadığı anlamına geliyordu. Ona bir şey olmamıştı, sadece o da Emily gibi tutukluydu ama riske atamazdı. \"Önce annemi görmek istiyorum.\" dedi sakinliğini koruyarak. Polis memuru, sinirli bir şekilde söze başladı. \"Pazarlık mı yapıyorsun sen? Burada soruları ben sorarım, kararları ben veririm ve eğer canım isterse anneni görebilirsin! Şimdi çabuk söyle kimden alıyorsun bu oksijen takviyelerini?\" Hışımla yakasından tutarak bağırmaya başladı. Emily çok korkmuştu ama bunu belli edemezdi. \"Ben de ancak istersem kimin sattığını söylerim.\" dedi mavi gözlerini odadan çekip polis memurunun gözlerine dikerek. Bu kendinden emin tavrı polis memurunu şaşkına çevirdi. Sinirle masadan kalktı. \"Atın bunu nezarethaneye. Aklı başına gelsin.\" Emily, korkak bir kız olmasına rağmen bunu asla belli etmezdi. Hep kendinden emin ve sakin konuşurdu. Kaygıları yüzünden okunmazdı. Belki de bu, ona verilmiş bir armağandı. * Bilim insanlarının acil uyarısıyla tüm dünya ekran başına toplanmıştı. Herkes ümidini yitirse de 'belki bu sefer' diyerek ekranın başına geçmiş, büyük bir endişe içinde yapılacak açıklamayı bekliyordu. Profesör Neilhan, büyük bir korku ve tedirginlikle etrafına bakındı ve en sonunda iç çekerek söze başladı. \"Sevgili dünya halkı. Maalesef artık sona geldik. Bütün önlemlere rağmen, korktuğumuz başımıza geldi. İnsanlık mutasyon geçiriyor.\" Şimdi ne olacaktı? Profesör, sözüne devam etti. \"Ancak bazı insanların etkilenmediği ortaya çıktı. Etkilenen insanların devlete bildirilmesi gerekiyor. Bu kişi anneniz, babanız, çocuğunuz dahi olsa bunu yapmak zorundasınız. Hepimiz için çok zorlu bir süreç, geçmiş olsun.\" derken sinyal koptu. * Emily, yorgun düşmüştü. İki gündür bir lokma yemek yememişti. Polis memuru, ara ara kaldığı koğuşa geliyor konuşup konuşmayacağını soruyor, homurdanıp gidiyordu. Artık dayanamıyordu ve ani bir kararla nezarethane görevlisine seslendi. \"Polis memurunu çağırın!\" Aradan çok geçmeden polis memuru geldi. \"Söyle bakalım, küçük hanım. Konuşacak mısın?\" Emily, derin bir iç çekti, gözlerini devirdi ve konuşmaya başladı. \"Birkaç sokak arkamızda oturan Ellis. O, deposunda üretip satıyor. Şimdi annemi görebilir miyim?\" Polis memuru istediğini almanın mutluluğuyla gülümsedi. \"Belki.\" Yavaşça masadan kalktı ve dışarı çıktı. * Halkın, Profesör Neilhan'ın açıklamasından sonra kafası daha çok karışmıştı. Yaratık olarak bahsettiği şey neydi? İnsanlar nasıl mutasyon geçiriyordu? Hiçbir cevap halk için tatmin edici olmamıştı. Halkın tepkisi çığ gibi büyürken Profesör, tekrar açıklama yapmak için ekran başına geçti. “Sevgili dünyalılar, şimdi size her şeyi bütün detaylarıyla anlatacağım. Yaratık tabiriyle bahsettiğim şey insanların geninin değişiyor olması. Hiç beklenmedik bir zamanda insanlar benliğini, kim olduğunu, ailesini, çocuklarını unutup vahşi bir hal almaya başlıyor. Bu duruma geçmeden önce son derece saldırgan davranabiliyorlar ve vücutlarında da döküntüler meydana geliyor. Belirtilerden sonra her insanın görünüşünde farklı etkiler oluyor. Bazılarında hiçbir değişiklik olmazken bazılarının kafaları ve kulakları büyüyor ya da kamburlaşıyorlar. Ama tam olarak nasıl bir değişim

gösterdikleri hala belirsiz. Araştırmalarımıza devam ediyoruz. Herkesin dikkatli olması önemli. Gelişme oldukça tekrar açıklama yapacağım. Lütfen bu belirtide insan gördüğünüz zaman adresle birlikte bildirin. Herkes kendine dikkat etsin. İyi günler.\" * Polis memuru, her zamanki memnuniyetsiz yüz ifadesinden ödün vermeden donuk bakışlarını Sarah Heltwield'a dikti. Kurumuş dudaklarını ıslatarak söze başladı. \"Kızının oksijen takviyesi aldığını biliyor muydun?\" Sarah büyük mavi gözlerini korkusuzca polis memuruna dikti. \"Evet.\" Çok kısa ve net bir cevap vermişti. Polis memuru homurdanarak sordu. \"Peki, neden bu takviyeleri alıyordunuz?\" Sarah, bezginlikle odada gözlerini gezdirmeye başladı. Ne kadar da klişeydi. Gri duvarlar, bir masa, iki sandalye, ses kaydeden bir mikrofon polisin ellerini masanın önünde birbirine kenetli şekilde durması, masanın tam ortasındaki sinir bozucu loş beyaz ışık ve önündeki bir bardak su. Kendinden emin ve bir o kadar da sakin şekilde; \"Astım hastalığımdan dolayı. Patlamadan çok etkilendim. Devletin verdiği maskeler yetersiz geldi bu nedenle. Cevabım tatmin edici oldu mu?\" Polis memuru başını aşağı yukarı sallayarak Sarah'ı onayladı ve odadan çıktı. * Sarah Heltwield, o gün polisin onayıyla serbest bırakıldı. Evine hızlı hızlı yürümeye çalışıyordu ancak hastalığı ve yaşı buna müsaade etmiyordu. Evi uzaktan gözüktüğünde içine bir hüzün doldu. Artık oksijen takviyesi yoktu. Polisler teftiş etmeye geleceklerdi. Kızı ise, hala tutukluydu ve bu Sarah'ın canını çok sıkıyordu. Eve yaklaşınca adımlarını biraz daha hızlandırdı ve nihayet evindeydi. Çantasından anahtarını çıkarttı ve kapıyı açtı. İçerisi çok havasız kalmıştı. Devletin verdiği temiz hava balonlarından iki tanesini açtı. Ev havalanırken polislerin dağıttığı yerleri toplamaya başladı. * Soğuk nezarethane odasında birinci haftasını doldurmuş, ikinci haftasının yolunu tutmuştu. Artık burada kalamazdı. Evine gidip annesine bakması gerekiyordu. Yattığı yerden kalkıp dolaşmaya başladı. \"Bana polis memurunu çağırın!\" Tok ve gür sesi bütün nezarethanede yankılandı. Mavi gözlerinden çıkan ateş yaşanacak şeylerin fragmanı gibiydi. Burada daha fazla kalamazdı. Emily, onu burada tutma haklarının olmadığını, bir avukatla konuşmak istediğini söyleyerek bırakılması gerektiğini söyledi. Sonunda başardı çıkmayı ve bir an önce eve varmak için fırtına gibi yürümeye başladı. Nihayet annesine kavuştu. \"Anne iyi olduğuna eminsin, değil mi? \" Yaşlı kadın kafasını sallayarak kızını onayladı. İri mavi gözlerini kızının gözlerine şefkatle dikti. \"Güzel kızım, benim için elinden geleni yaptın zaten. Sana minnettarım.\" Nasırlı ellerini genç kızının pürüzsüz yüzünde gezdirmeye başladı. \"Anneciğim, tabii ki senin için her şeyi yaparım.\" Sarah, \"Şu mutasyon zımbırtısını duydun mu? İnsanlar mutasyon geçirmeye başlamış. Dünyanın sonunu görüyoruz galiba.\" Son cümlesini gülerek söylese de yaşlı kadının endişeleri tüm vücudunda hissediliyordu. \"Anneciğim bu konuyu biraz daha anlatır mısın? Ben hiçbir şey bilmiyorum.\" dedi şaşkın biçimde. Sarah, derin bir iç çekerek söze başladı. \"İnsanlar mutasyon geçiriyormuş belki de oksijensizlik buna neden oluyor. Bilim insanları da pek açıklayıcı cevaplar veremiyorlar. Bu insanlarda baş, kulak büyümesi ve kamburluk gözüküyor, şuurlarını yitiriyorlarmış. Çok korkutucu.\" İkisi de korkuyor ama birbirlerine beli etmemeye çalışıyorlardı. \"Yemekte ne istiyorsun anne?\" * Bütün bu olayların üstünden bir yıl geçti. İnsanlar vahşice öldürülüyordu. Herkes korkuyla “Acaba bana bir şey olacak mı?” diye düşünmeden edemiyordu. Emily ve annesi Sarah da bunlara dâhildi. Bütün

komşuları öldürülmüştü. Polisler, sürekli evleri dolaşıyor, insanların korkularını daha da arttırıyordu. Her kontrolde vücutlarını mutlaka göstermeleri gerekiyordu. Emily de uzun süredir hastaydı. Vücudunda döküntüler başlamış, o sakin kız gitmiş yerine nerede ne zaman öfkeleneceği belli olmayan bir kız gelmişti. Annesi, ondaki değişimi fark etmiş ve onun dışarı çıkmasını engellemişti. Ama bir sabah polisler geldiğinde yapacağı bir şey kalmamıştı artık. \"Emily Heltwield! Döküntün başlamış. Seni götürmek zorundayız.\" Bu olamazdı değil mi? Kızını götürüyor olamazlardı. Sarah korkunun getirdiği endişeyle salona girdi. \"Kızımı hiçbir yere götüremezsiniz!\" Polis memuru kadın, Sarah'ı ittirdi. Sarah, kafasını kapıya çarptı. Canı çok acıyordu, hareket edemiyordu. Sadece yaşlı gözlerle kızını götürmelerini izledi... YENİ BAȘLANGIÇ SİMGE ARDA 10/D Cuma sabahıydı, gözlerimi güneş ışığının parlamasıyla açtım. Çok iyi hissediyordum kendimi ve çok mutluydum çünkü bugün annemle denize gidecektik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra, hazırlanıp evden çıktık. Öyle güzel yollardan geçiyorduk ki eşsizdi. Doğa insana yaşama sevinci veriyordu. Ağaçlar, kuşlar, kokular, güneş… Dünya muhteşemdi. Bu güzellikler annemle beni neşelendirmiş, enerjimizi arttırmıştı. Konuşarak, gülerek plaja vardık. Plaj her zamanki gibi çok kalabalıktı ve insanlar eğleniyor, güneşin ve denizin tadını çıkarıyordu. Annemle birlikte denize girdik. Deniz ılıktı, dalgasız çarşaf gibiydi. Yüzmek ve dalmak neşemize neşe kattı. Denizin tadını iyice çıkarttıktan sonra sahilde güneşlenmeye başladık. Huzur verici bir gündü ama birden çığlık sesleri duyduk, insanlar bağırıyordu. Neler oluyordu? Kafamı kaldırmamla gördüklerim karşısında dilim tutuldu. Gökyüzü kıpkırmızı olmuştu, daha önce böyle bir gökyüzü görmemiştim. Kırmızı, mor, siyah garip renklerin olduğu bir gökyüzü… Hava bir anda soğudu. Sanki kış gelmişti. Deniz, garip bir renk alıyordu. Ortalığı sis kaplamış, deniz buz tutmaya başlamıştı. Denizdeki insanlar kaçmaya fırsat bulamadan oracıkta ölüvermişti. Korkunçtu her şey. Sanki dünyanın sonuydu. Annem ve ben birbirimize sımsıkı sarılarak arabaya bindik. Trafik oldukça kalabalıktı, korna sesleri bağıran, çağıran, ağlayan insanlar… Herkes korku içinde bir gökyüzüne, bir denize bakıyor, buldukları öteberilere sarılarak kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Annemle ben de arabada bulunan her şeyi üstümüze örterek eve ulaşmaya çalışıyorduk. Kar birden çılgın gibi yağmaya başladı, çok kısa sürede her yer beyaza bürüdü. Nihayet saatler sonra eve varabildik. Annem, sıcak yiyecekler, içecekler hazırladı. En kalın kazaklarımızı, paltolarımızı giydik ama ısınmak mümkün değildi. Kar şiddetini arttırdıkça arttırıyor, her yer buz tutuyordu. Korku dolu gözlerle pencereden bakarken anneme sımsıkı sarıldım. O kadar soğuktu ki annem şömineyi de yakmıştı, yorgunluktan oracıkta uyuyakaldım. Sabah gözlerimi açtığım hala çok üşüyordum \"Bir gün hiç beklemediğimiz bir dünya olacak. Bir anda o kadar çok şey hızla değişecek ki insanlar inanamayacak ...\" Haberlerden gelen bu sesle irkildim. İzmir'de yaşıyorduk 3022 yılının yaz ayındaydık ama her şey alt üst olmuştu. Hiç beklemediğimiz bir anda dünya inanılmayacak şekilde değişmekteydi. Bu şekilde üç ayı evde geçirdik. Sadece ihtiyaçlarımız için çıkıyorduk. Herkes evine çekilmiş, soğukta yaşamaya çalışıyordu. Dinlediğimiz haberler bizi daha da korkutuyordu.

Deniz diye bir şey kalmamıştı. Her yeri kar ve buz kaplamış, doğa yok olmuştu. Bitkiler, hayvanlar bu soğukta ya ölmüş ya da mutasyona uğramıştı. Bir sabah kapı sesiyle uyandık. Üç ay sonra ilk defa kapımız çalmıştı. Hemen yataktan kalkıp kapıya doğru giderken annem sus işareti yaparak sesiz bir şekilde durmamı fısıldadı. \"Kızım hemen öyle bir anda kapıyı açamazsın, kimin geldiğini bilmiyoruz.\" dedi. “Tamam, anneciğim, özür dilerim.” diyerek kapının önünden ayrıldım. Annem, kapının üstündeki delikten baktı ve bir garip canlı olduğunu, kafasında garip çıkıntılar bulunduğunu ve her yerinin tüylerle kaplı olduğunu söyledi. Kapıyı açmadık, açamazdık, o yaratığın ne olduğunu bilmiyorduk çünkü. O da kapıyı çaldı, çaldı ve sonra gitti. Haberlerde hayvanların mutasyon geçirdiğini duymuştuk. Acaba bu yaratık da onlardan mıydı? Sürekli haber dinliyorduk. Hayvanların mutasyona uğradığı haberleri çok fazlaydı. İnsanlar da bile koşullara uygun değişimler oluşmaya başlamış hatta bazı insanlarda da mutasyonlar görülmüştü. Ama insanoğlu yaşadığımız bu durumu çabuk atlattı. Duruma el koydu bilim insanları. Yapay güneşle dünya yapay da olsa tekrar ısınmaya başladı. Yeni bir dünya oluşturuyordu insanoğlu. Ağaçlar yapay, çimenler yapaydı, çiçekler yapaydı artık. Soğukta yaşamak veya mutasyonlar artık onları endişelendirmiyordu. Her şey gökyüzünün kıpkırmızı olduğu o günden çok daha iyiydi. Her şeye alışmıştık. Soğukta yaşamayı, yapay dünyayı, mutasyon geçirmiş canlıları kabul etmiştik artık. 2022 mi 3022 mi? ECRİN KIZILYOL 12/A Sabah uyandığımda yatak yumuşak geldi. Her akşam yattığım yatak değildi ve yüksekteydim. Birden yataktan ineyim derken düştüm ve ne olduğunu anlamadan tekrar havalandım. Üstünde durduğum şey bir buluttu. Evet, evet buluttu! Nasıl oluyordu bu? Aklım karışmıştı. Evden garip sesler de geliyordu. Kedimin de yatağı yoktu, o da bulut üzerinde uyuyordu. Keyfi de yerinde gibiydi. Birden bir şey konuşmaya başladı ve neye uğradığımı şaşırdım. Ses nereden geliyordu? Aşağı baktığımda bulutun konuştuğunu gördüm. Ne diyordu ki? Bu nasıl oluyordu ki! Gece yatağıma yatarken her şey normaldi, sabah bir kalkıyorum bulutun üstünde uyanıyorum. İnanmıyordum. Hemen pencereden baktım. Ağacım nereye gitmişti? Ya kaktüsüm, beyaz gülüm nerede? Ne olmuştu? Hem bu havada uçan arabalar, araçlar da ne oluyordu? Peki, insanlar nerede? Zaman mı ileri gitmişti yoksa ben mi kötü bir rüyadaydım. Aklımda deli ama cevapsız sorular vardı. Bulut cevaplıyordu sorularımı ama ben dinlemiyordum. Odamdan çıkıp mutfağa annemin yanına gittim, annem yoktu ama mutfakta yemek yapan bir robot vardı. Korkmaya başladım. Birden çığlık attım. “Anneeee! Anneeee!” Annem diğer odadan belirdi. Yüzümün bembeyaz olduğunu ve kaskatı kesildiğimi görünce ne olduğunu sordu.

-Ne demek ne oldu? Sen bir gariplik görmüyor musun anne? Sabah uyanıyorum havada bulut, buluttan yatak. Bahçede ağacım, kaktüsüm ve beyaz gülüm yok. Mutfağa geliyorum insana benzeyen bir robot yemek yapıyor. Rüyada mıyım? Rüyadaysam uyandır çok kötü bu! - Ne rüyası gerçek bu kızım. Gece kafanı bir yerlere mi çarptın? Gece de bulutuna yattın. Kedin desen yanında. Yemeklerimizi WSS robotu yapıyor. -Nasıl ya ben neden hatırlamıyorum? Hem benim bahçedeki ağacım, kaktüsüm ve beyaz gülüm nerede? -Ağacı gece kesmişler arabalar yukarıda çarpıyor, diye. Kaktüsünü de büyüdüğü için götürdüler. Beyaz gülünü de sabah robot sularken yanlışlıkla su yerine kullandığı yağı dökmüş ve solmuş, robot da atmış. - Anne şaka mı bu, rüyadasın de ne olur?! Biz hangi yıldayız, neredeyiz? 2022 yılında değil miyiz? - Ne 2022 yılı kızım? 3022 yılındayız ve Mart ayındayız. Sen hasta mısın? Elini yüzünü yıka, bir kendine gel. -Her şeyi öğrenirsem kendime gelirim anne. Çözmem lazım bu konuyu yoksa dünya dünya olmaktan çıkacak. -Önce git, bir elini yüzünü yıka. Bir kahve al. Sonra konuşalım. Odaya geri döndüğümde bu sefer robot bana söylenip duruyor ve yatağı topluyordu. Dolabı açtığımda kıyafetler alüminyum gibi bir malzemeden yapılmışa benziyordu. Benim giysilerim neredeydi? Ben robot değilim ki insanım ben. İyice sinirlenmiştim. Dolabı sertçe kapatıp dışarı çıktım. Kedimi almayı da unutmadım. Tek dostum o vardı. Annem yine salonda değildi, ben de evden çıktım nefes almak ve ne olduğunu görmek için. Sokakları dolaşmaya başladım. Ev yoktu. Kapsül biçiminde binalar sanki uzaya uzanan gökdelenler vardı. Caddelerde yürüdükçe bitki de ağaç da hayvan da görmedim. Neler olmuştu bir günde? Nasıl bir dünyadaydım ben? Gece yatıyorum sabah bilmediğim bir dünyada, bilmediğim bir yılda uyanıyorum. Okul? Okulda mı yok? Öğrenci göremiyorum sokaklarda. En iyisi eve geri dönüp annemden her şeyi anlatmasını istemek. Eve döndüğümde annem salonda telefonunun başındaydı. Yerinden kalkmıyor, her işi robota yaptırıyordu. Zaten uzun zamandır istiyordu böyle bir rahatlığı. Temizliği, yemeği, çamaşırları yapan o değildi artık. İstediği kadar uyuyabiliyor, istediği kadar telefonla ilgilenebiliyordu. Annemin yanına oturdum ve ona tekrar neler olduğunu sordum. Annem ilk başta garip bir şekilde bana baktı. Ama yüzümdeki endişeyi görünce ve merakı fark edince anlatmaya başladı. - Kızım aslında 2022 yılındaydık evet. Büyük bir patlama oldu ve paralel bir evren meydana geldi. Zamanda atlama yaşadık. Her şey değişti. Bunları ben nasıl biliyorum, bilmiyorum. Sanki hep burada yaşamışım gibiyim. Ağaçların, kaktüsün, gülün öteki dünyada kaldı. Öteki dünyaya gitmek için uğraşırsın, diye anlatmak istemedim. Bu, robotları sinirlendirecek ve öteki dünyayı yok edecekler. Burası robotların dünyası. Her yere onlar hâkim. - Babam nerede? İşte mi, diye soracağım ama bütün işleri robotlar yapıyor, teknolojik aletler yürütüyor. - Baban öteki dünyada kaldı. Bu neden oldu, biz niye buradayız, baban neden orada kaldı bilmiyorum. Annemin dediklerine inanamıyordum. Her şey bir karmaşaydı. Çok soru vardı ama cevap bulamıyordum. Ne yapacağımı şaşırmış, burada nasıl yaşayacağımı bilemez haldeydim. Ben ağaçlarımı, bahçemi, kaktüsümü ve beyaz gülümü istiyorum. Onları sulamak, ağacımın gölgesinde kitap okumak, ders çalışmak istiyorum. Gülümü kokladığımda her yanım gül kokusuyla donanmasını istiyorum. 3022 yılıymış. Bu yılda her şeyi robotlar yapsa, insanlar rahat etse, ne olur? Hayvanlar, bitkiler, dostlar olmadan dünya mı olurmuş?

**** Telefon alarmı çalıyordu. Kalkmak dahi istemiyordum. 3022 yılında yaşamak istemiyordum. Gözümün birini açtığımda kedim ayakucumda uyuyordu. Kendi yatağımdaydım. Hemen pencereye koşup dışarı baktım. Ağacım, kaktüsüm ve beyaz gülüm beni bekliyordu. Demek ki kötü bir rüyadaydım. Odamdan hızla çıktım. Annem babam mutfakta oturmuş çay içiyorlardı. -Günaydınnnn!!! dedim coşkuyla. Bahçeye koştum. Mis gibi bir hava. Evler bahçe içinde, tepemde uçan sadece kuşlar. Ağacımı, gülümü ve kaktüsümü sulamaya başladım. Onları suladıkça mutlu oldum. Nasıl bir rüyaydı bu? Gerçek gibiydi. Benim yaşadığım dünya da kötülük olsa bile olsa en azından rüyamda gördüğüm gibi soğuk, metal bir dünya değil. Teknolojiye bağlı, işlerimizi robotların yaptığı bir dünyada değiliz. Kasvetli, soğuk bir dünya değil; sıcak, renkleriyle güzel bir dünyadayız. Umarım hiçbir zaman da böyle olmaz, diye düşünerek rahat bir nefes aldım. ŞİMDİ VE GELECEK MEHMET FERİT BOZ 9/C Herkese merhaba, ben Mehmet. 2022 yılında yaşayan insanlardan sadece biriyim. Hadi gelin dünyamızın şu an ki durumundan bahsedelim. Dünyamız bizler için ve diğer tüm canlılar için çok değerlidir ancak bazen ve çoğu zaman değerlerimizin farkına varmıyoruz. Günümüzde, birçok sorun ile karşılaşabiliyoruz. Bu sorunlara örnek olarak; kuraklaşma, küresel ısınma, çevre kirliliği, hava kirliliği, orman yangınları, su israfını sayabiliriz. Peki,3022 yılında nasıl bir dünya bizi bekliyor? Bence bugünden yarını görebiliriz. Böyle devam edersek dünya yok olma aşamasına gidecek. Özellikle doğamız. Kirlettiğimiz, yaktığımız, kestiğimiz, yok ettiğimiz doğamız. Peki, bizim “bir taneden” bir şey olmaz, diye düşünüp attığımız atıkların doğada yok olma süreleri ne kadar, acaba? Cam şişe: 4000 yıl, plastik atıklar: 1000 yıl, pil: 300 yıl, pet şişe: 400 yıl… Ne kadar da uzun yıllar, değil mi? Bu yüzden geri dönüşüme önem vererek atıkların doğaya atılmasını en aza indirebiliriz. Bir diğer tehdit ise su israfı. Su, canlıların en önemli ihtiyacıdır. Susuz bir hayat düşünülemez. Dünyada 1,1 milyar insan temiz suya erişemiyor. Gerçekten çok üzücü bir rakam.3022 yılında bu sayı belki de iki veya üç katına çıkabilir. Su israfını önlemek için bazı çözüm yolları var tabi… Bunlardan biri 3-7-10 kuralını uygulamak (musluğu açıp 3 saniye ellerinizi ıslatıp kapatmak) (ellerimizi sabunladıktan sonra musluğu tekrar açıp 7 saniye durulamak) Musluğun 10 saniye açık kalmasıyla %50 su tasarrufu elde edebiliriz. Düşük akımlı veya sensörlü musluk başlığı kullanmak da su israfı engelleyebilir. Son olarak orman yangınlarından bahsedelim. Ormanlar, canlılar için oksijen kaynağıdır, su varlığını korur ve düzenler, erozyonu önler, iş ve geçim kaynağıdır. Yani dünyadaki yeri ve değeri büyüktür ormanların. Orman demek, dünya demek, hayat demektir. Bütün değerlerimizde olduğu gibi ormanlara da zararımız maalesef çok büyük. İnsanlar, yılda 15 milyar ağacı yok ederken, karşılığında sadece beş milyar ağaç dikiliyor. Kârdan çok zararımız var. Ormanları korumanın bazı yolları da fırsat buldukça fidan dikmek, yanıcı ve yakıcı maddeleri atmamak, çöp atmamak… Bu tedbirleri önemsemezsek geleceğimiz büyük bir tehdit altında. 3022 yılında belki de ağaç kalmayacak, bu nedenle de oksijen sorunu yaşayacağız. Temiz alan bulamayacağız, sınırlı veya çok az su kullanabileceğiz. Dünyamızı korumak bizim elimizde.

Doğayla savaş halinde olmamalıyız. İnsanoğlunun geleceği için doğaya sahip çıkmalıyız. Bunu hep birlikte yapmalıyız. Birlikte hareket edersek başarırız ve dünyamızı güzelleştirebiliriz. GALAKSİ PEŞİNDE ELANUR BUSE SAPMAZ 9/C Yıl:3022 “Uzay arabaların çalışmaları tamamlandı mı?” “Evet, profesör hepsi tamamlandı” dediğimde bana hafif tebessüm edip kalan işlerine geri döndü. Evet, en baştan başlayalım. Benim adım Toprak, Toprak Ayvaz. Yirmi dört yaşındayım ve burada Ayaz profesörün yanında yardımcı olarak işe başladım. Bir yıldır, uzay arabaları projesinde çalışıyorum. Ayaz profesör kırk altı yaşında. Yirmi üç yaşında bu laboratuvarda çalışmaya başlamış. Buraya da onu, büyük babasının yakın arkadaşı işe almış. Bunları bana buraya yeni geldiğim zaman anlatmıştı. Evet, doğru duydunuz uzay arabaları. Bu projedeki amacımız, Samanyolu Galaksisi etrafındaki başka galaksileri keşfetmek. Bu uzay arabaları da o yüzden yapıldı ve daha yeni tamamlandı. Akşam çıkış saati yaklaşınca yaptığım işe son verip oturduğum tabureden kalktım. Laboratuvardaki işimi bitirince profesöre ‘iyi akşamlar’ deyip çıktım. Bu aralar daha sık çalışmam gerekti çünkü uzay arabaları bitmiş ve deneme sürüşlerine sıra gelmişti. Otopark tabelasını görünce hiç beklemeden içeriye girdim. Otopark dört katlıydı ve kişi sayısına göre yapılmıştı. Benim arabamda üçüncü katta olduğu için biraz vakit almıştı arabama ulaşmam. Arabanın kapısı beni görünce otomatik açıldı, arabanın sürücü koltuğuna oturunca parmak izimi okuttum ve arabayı eve sürmesi için komut verdim. Otonom teknolojileri kullanılmaya başlayalı uzun süre oluyor. Araba çalışıp beklemeden otoparkın çıkışına yöneldi, sonra eve doğru yol aldı. Artık eskisi kadar trafik yoktu ve ulaşım daha da kolaylaşmıştı. Ayrıca yer altı metroları tüm dünya üzerine yapılmıştı. Hız konusu da sorun değildi. Zaman insanlığa çok şey katmıştı. Trafik lambasında kırmızı yanınca araba da otomatik durdu. O arada yanında durduğum hastane dikkatimi çekti. Dünya tıp olarak çok ilerleme kaydetmişti. Eskisi kadar ölüm olmuyordu artık ve ambulans ortadan kalkmıştı. Onun yerine son hız giden büyük dronlar icat edildi ve her eve kırmızı butonlar takıldı. Bunlar; evde acil bir sorun çıkarsa, hastaneye haber vermek içindi. İnternet görüşmesi ile doktorlar duruma hemen müdahale edebiliyorlardı. Yeşil ışığın yanmasıyla harekete geçtik. Arabada giderken “Radyoyu açar mısın?” diye komut verdim. “Evet, sayın seyirciler son dakika haberiyle karşınızdayım; bugün Ayaz profesörün uzay arabaları çalışmasının bitirildiği söyleniyor. Bizimle kalmaya devam edin.” Radyoda duyduklarıma şaşırmıştım çünkü Ayaz profesör deneme sürüşleri bitmeden bunu açıklamayacaktı. Aklımın bir köşesine evde onu aramam gerektiğini yazdım. En az seksen katlı binaların olduğu sitenin otoparkında arabam kendi yerinde durup sürücü kapısını açtı. Beklemeden arabadan inip asansörlerin olduğu yerlere yürüdüm, kendi bloğumun olduğu asansörün doksan altıncı düğmesine bastım. Asansör, camdan yapılma olduğu için dışarısı gözüküyordu. Etrafı temizlemek için yapılan robotlar buradan karınca gibiydi. Her yükselişte tek tek kayboluyorlardı. Asansör durunca kendi dairemin kapısına geldim ve yüz tanıma sistemiyle kapıyı açtım. Yüz tanıma sistemleri sayesinde anahtarlar da zamanla ortadan kalktı.

Eve girip kapı kapanınca ev sistemi Zena’nın sesi duyuldu. ”Hoş geldiniz Toprak hanım!” diyince “Hoş bulduk Zena.” diye onu cevapladım. Küçük bir evim vardı. Yalnız yaşadığım için iki artı bir bana yetiyordu. İlk işim elimi yüzümü yıkamak olduğu için banyoya gittim. Banyodan sonra giyinme odasında üstümü değiştirip mutfağa geçtim. Mutfaktaki akıllı dolaba yaklaştım “Zena bir sandviç alabilir miyim?” dedim. “Tabi ki Toprak Hanım.” dedi. Bu evdeki bütün teknolojik aletler ve robotlar Zena’ya bağlıydı. Ama komutları algılaması için rica etmemiz gerekiyordu. Sandviçimi yedikten sonra salondaki koltuklardan birine geçtim ve telefondan Ayaz profesörü aradım. “Nasılsınız Ayaz profesör ?” dedim. “İyiyim Toprak ama hiç uzatmadan konuya gireceğim. Haberlerden duymuşsundur sen de, benim daha basına çıkıp vermediğim haberler bir şekilde basına çıkmış.” deyince şaşırdım hatta bir iki saniye cevap dahi veremedim. “Ayaz profesör, laboratuvarda bir ajan olduğunu mu düşünüyorsunuz.” dedim. Şaşkındım, böyle bir şey başımıza ilk kez geliyordu. “Tamam, Ayaz profesör\" detayları laboratuvarda konuşuruz” BİR HAFTA SONRA Bugün 1 Ocak. Bizim için ve insanlık için önemli bir gün. Tarihin ilk önemli projesi uzay arabaları. Uzay arabalarının deneme sürüşleri yapıldı ve Üst Sistemden onay alınalı birkaç gün oldu. Bugün burada toplanma nedenimiz buydu. Neredeyse tüm dünyanın beklediği uzay arabaları, deneme sürüşlerinden sonra ilk kez uzaya çıkacaktı. Ayaz profesör, yardımcı olarak beni de yanında götürmeye karar vermişti. Bu haberi duyunca çok sevindim, herkes binemezdi bu arabalara çünkü. Şimdi uzay arabasının içindeyiz, son kontroller yapıldı ve Ayaz profesör, ben ve birçok üst düzey yetkili uçuşa hazırdık. Son üç, iki, bir ve kalkış. Aşırı derecede heyecanlıydım. Nefesimi tuttum. Karnım kasıldı, midem bulandı ama bir süre sonra alışınca, her şey düzeldi. “İyi misin Toprak?” Ayaz profesörün sesiyle kafamı çevirdim. “Evet, iyim profesör teşekkür ederim.” dedim. Profesör tebessüm edip işine döndü. Saatler geçti ve uzay arabası otomatik sisteme bağlandı. Her şey yolunda gidiyordu. Derin bir nefes aldık. Zaten uçuş çok sürmeyecekti bunun amacı da buydu. Hızlı gitmesi. Yoksa normal roketler de vardı ama hızı düşük olduğu için kullanımı sorun yaratıyordu. Herkes farklı bir işle uğraşmaya başladı. Ayaz profesör, o arada bana yaklaşıp konuşmaya başladı. ”Toprak hâlâ bu ajan olayını çözemedim” Uzun süredir bu konudan söz etmediğimiz için ben profesörün işi çözdüğünü düşünmüştüm. “Profesör, şimdiye kadar halledilmesi gerekirdi bu işin.” dedim hafif şaşırmış ifademle. “Toprak biliyorum fakat ben onu bir şekilde hallederim, diye aklıma not almıştım ama unutmuşum.” Profesör böyle söyleyince sinirlendim, böyle bir şey unutulmamalıydı. Lakin sinirimi dışarı vurmadım, vuramadım. “Anladım, şimdi elimizden gelecek tek şey karşımıza kötü bir olay çıkmaması için dua etmek olur!” deyip sustum. Böyle bir olayın geri dönüşü olmazdı. İKİ AY SONRA Uzay arabası umduğumuzdan iyiydi. Ara ara kusmuş, şiddetli baş ağrıları yaşamıştım ama doktorlar, bunların normal olduğunu söyledi. Çünkü vücut yapısı yeni bir yere geçince tepki verirmiş. Bu dünyaya indiğimiz zaman da olacakmış. Sonunda kendi galaksimizden çıkmak için geri sayım başladı.

Ayaz profesöre bir şey sormak için ağzımı açacaktım ki kırmızı alarm çalmaya başladı. Bir anda her yeri bir telaş kapladı. Uzay arabasının içinde herkes bir yere koşuşturuyordu. Ağzım açıldığı gibi geri kapattım ardından profesöre döndüm ve “Neler oluyor?” diye sordum. “Bu alarm sistemi yakın bir yerde bir uzay aracı daha bulunduğu için çalıyor, bir yere otur emniyet kemerini bağla ve ben haber vermeden kalkma!” Ben daha bir şey diyemeden koşar adımlarla üst düzey profesörlerin olduğu yere gitti. Yavaş yavaş, kimseye çarpmamaya özen göstererek cam kenarındaki koltuklardan birine oturdum. Ardından emniyet kemerimi taktım ki acil bir şey olursa onunla da uğraşmayım diye. Uzay, çok güzel görünüyordu. Bütün gezegenler önümde bir misket misali dizilmişlerdi ve bu hayret edilesi derecede muhteşemdi. Gezegenlere bakarken geçmişi düşündüm, yaşadıklarımı, buralara gelmek için verdiğim mücadeleyi. Bunun hayalini çok küçükken kurmuştum, şimdi olduğu gibi bir pencere kenarında oturan yedi yaşındaki Toprak’ın yıldızlara bakarken kurduğu cümle gerçek olmuştu. ‘Yapacağım, başaracağım ben bir gün uzaya çıkacağım’ dediğim gün kurmuştum bu günün hayalini. Ailem ben on yaşınayken bir trafik kazasına kurban gitmişlerdi. O mezar başında kendim için bir söz verdim, ailem için, geleceğim için yapacağım, dedim. “Toprak hanım, Toprak hanım!” sesi böldü aklımdakileri. “Efendim” dedim. “Tehlike altındayız rehin alındık, Ayaz profesör size haber vermem için beni gönderdi, sizi yanına çağırıyor” ağzından çıkan kelimelerle beynimden vurulmuşa döndüm adeta. “Siz dediğinizin farkında mısınız, kim tarafından rehin alındık?” tek nefeste kurdum bu cümleleri. Uzay arabası iki kattan oluşuyordu. Alt kat kontrol odası, üst kattın ilk bölümünde asistanların çalışmaları gözden geçirdiği laboratuvar, diğer bölümde ise toplantı odaları. Üst kata çıktığımızda uzay arabamızın yanına yanaşmış, uzay arabasının dört katı büyüğü olan uzay gemisi duruyordu. Gemi, uzay arabasını kıskaca almış, hareket etmemizi engellemişti. Hepimiz şaşkınlık içinde rokete bakıyor, olanları anlamaya çalışıyorduk. Profesörün sesi doldurdu kulağımı “Toprak, Toprak çabuk yanıma gel!” İnsanların arasından sıyrılarak onun yanına gittim. Profesör neler oluyor?” dedim ağlamaklı sesimle. “Sakın yanımdan ayrılma, sana bir şey olmamalı, sen bana babanın emanetisin.” Profesörün onca telaşın içinde kurduğu bu cümleler aklımı daha da karıştırdı. Ne demek istiyordu? “Babanın emanetsin…” Ayaz profesör babamla tanışıyor muydu? Ben daha bir şey diyemeden, uzay gemisinden gelen astronot giyimli kişiler, bizim aracımıza geçmeye başladılar. Profesör, beni kolumdan tuttu gibi en yakın odaya götürdü. Odaya girer girmez beni odanın içine çekip kapıyı kapattı ve etrafta dolaşmaya başladı sanki bir şey arıyordu, bir yandan da konuşmayı unutmadı. “Sakın buradan çıkma Toprak, ne olursa olsun çıkma! Dünyayla iletişim kuramıyoruz. Sanıyorum manyetik alan bunu engelliyor. Karşımızdakilerin de kim olduklarını kestiremiyoruz.” Bunları tek nefeste söylemişti. Profesör, aradığını bulmuş olacak ki bana döndü ve ellerimden tutup konuşmaya başladı, benim ne düşüneceğimi bilmeden. “Toprak kızım, ben de senin baban sayılırım. Sen, bana babanın emanetisin. Ne olacağını bilmiyoruz, hayatta kalır mıyız, o da muamma ama kendine dikkat et kızım. Şimdi çıkıp işleri yoluna koymayı

çabalayacağım, her yerde beni arıyorlardır zaten. Kendine çok dikkat et Toprak, sakın kapıyı açma ve burada kal, saklan!” dedi. Bir an içimden gelen sesi dinledim ve profesöre sarıldım. Ona bir baba misali sarıldım. Bunu o da fark etti ve hiç bekletmeden kendisi de bir evladına sarılıyormuş gibi sarıldı. Profesör hiç evlenmemişti ve evlenmeyi de düşünmeyen biriydi. Çünkü yaptığımız iş çok sıkıntılıydı. Kendisine bir şey olursa arkada bıraktıklarını üzmek istemezdi. Saniyeler süren sarılışımız, bağırışların artmasıyla son buldu. Son kez bana baktı ve odadan çıkıp gözden kayboldu. O çıkar çıkmaz kapıyı kapatıp arkasından parmak iziyle kilitledim. Bu parmak izleri sadece uzay arabasında olanlar için tanımlanmıştı. Neler olup bittiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Bir tek gürültü duyuluyordu. Koşuşturmalar, bağırışlar, bütün sesler birbirinin karışıyordu. Ağlamaya başladım, ellerimle gözlerimi silerken ve bir yandan neler olduğunu anlamaya ve buradan nasıl kurtulacağımızı düşünmeye başladım. Kimdi bunlar, neden gelmişlerdi? Ayaz profesör bizi kurtarabilecek miydi? Aklımdaki soruları ve düşünceleri bıçak gibi kesen kapının zorlanması oldu. Yüreğim ağzımda atıyordu. Kalbimin hiç bu kadar hızlandığını hatırlamıyorum. Kalkıp kendime bir yer buldum ve ardından küçülebildiğim kadar küçülüp saklandım. Tam o an kapı açıldı. Gelenler astronot kıyafetli yabancılardı. Odanın içinde dolandılar, onları görebiliyordum, nefes bile almadan küçülmeye devam ettim ama yeterli olmadı çabalarım. Biri benim olduğum yere yaklaştı ve beni gördü. Beni kolumdan tutarak zorla çıkardı. Onlar, bizim astronot kıyafetlerimize benzeyen giysiler içinde, yüzleri görünmeyen varlıklardı. Çok uzun boyları vardı. Seslerini duyamıyordum sadece kapalı giysiler içinde belirsiz şeylerdi. Beni zorla odadan çıkardılar. O an fark ettim ki dışarısı savaş alanı gibiydi. Her yerdeydiler. Asistanları, profesörleri uzay arabasında olan herkesi zorla çıkış bölümüne götürüyorlardı. Gözlerim hemen Ayaz profesörü aradı ama ortalıkta gözükmüyordu. Bizi, kendi gemilerine götürmeye başladılar ve uzay arabamızın kontrolünü de ele geçirdiler. Astronot giyimli bu canlılar, kendi gemilerinde bizi kilit altına aldılar. Gemidekileri görünce şok oldum. Hem korktum hem de şaşkındım. Karşımızdakiler uzaylılardı. Yüz yapıları bize göre daha kemikliydi. Neredeyse elmacık kemikleri fırlamış gibiydi. Büyük iri ve yeşil gözleriyle bakışları çok sertti. Upuzun boylu ve incecik belleriyle tam karşımızda duruyorlardı. BİR SAAT SONRA Geminin alt bölümünde kilitliydik. Her birimize özel bölümler vardı. Sanki bilerek yapılmış gibi. Profesörlerin hiçbiri yoktu ta ki şu ana kadar. Uzaylılar sırayla girdiler ve profesörleri getirdiler. Onları da farklı bölümlere yerleştirdiler. Ama ben Ayaz profesörü hala göremiyordum, gelenlerin aralarında yoktu. Herkes yerleştikten sonra kapıları kilitlediler ve gittiler. Aradan beş on dakika geçmişti ki Ayaz profesörü de getirdiler. Ayaz profesörün, omuzlarına hüzün çökmüştü. Yılgın adımlarla yürüyordu. “Profesör iyi misiniz, size bir şey yaptılar mı Profesör!?” diye seslendim. Profesör bana bakıp gözlerini açıp kapattı bu, onun ‘İyiyim.’ deme şekliydi. Onu da bana yakın bölmelerden birine koydular ve gittiler. Profesör hemen bana döndü, “Toprak, iyi misin? Sana bir şey yaptılar mı?” Benim ona söylediklerimi o da bana söyledi. “Hayır, hayır bir şey yapmadılar, iyiyim.” dedi. “Toprak, şimdi anlatacaklarımı sözümü kesmeden dinle tamam mı?” dedi. Kafa sallamakla yetindim. Alt bölümdeki herkes de sessizce gözlerini profesöre çevirdi. “Bizi yani üst düzey profesörleri getirdiklerinde büyük bir odaya aldılar. Oda bilgisayar donanımlarıyla doluydu. Hepimizi oturttular ve başımıza muhafız diktiler. Biz şaşkın şaşkın etrafa bakarken uzaylılar içeri girdi, beş kişiydiler. Uzun boyları ve sert bakışlarıyla bize bakmaya başladılar. Öfkeli gibiydiler. Aralarından biri sanıyorum liderleriydi konuşmaya başladı. ‘Şimdi soruyorsunuzdur neden buradayız? diye en baştan

anlatayım.’ dedi ve her şeyi anlattı. Dilleri farklıydı bilmediğimiz sesler çıkarıyorlardı ama bilgisayarlar sayesinde onları anlıyorduk. Bizim bilgisayarlara sızmışlar. Özellikle uzay arabası projesinin tüm planlarını almışlar. Bu programları geliştirmeye başlamışlar ve onlar da işte bu devasa gemiyi yapmışlar. Bizden onlara destek olmamızı istiyorlar çünkü onların yaşadığı galaksi de kara deliklere sürükleniyormuş. Bu nedenle ortak çalışma yapmak istediklerini söylediler, onlara yardım edersek onlar da bize yardım edebileceklermiş. Bizimle birlikte gelen hükümet sözcüsü onların istediği her şeyi kabul etti. Hatta bir anlaşma da imzaladı. Şimdi bekliyoruz ne olacak diye.” İçimdeki hüzün Ayaz profesörün anlattıklarıyla arttı. Herkes daha da sessizleşmiş, kafalar öne eğilmişti. Hepimiz sonumuzu düşünmeye başladık. Saatler, dakikalar, saniyeler geçiyordu. Herkes, düşünüyor, kimseden ses çıkmıyordu. Düşünmek baş ağrımı daha da şiddetlendirdi. Ayaz profesöre döndüm ve kafamdaki sorulardan birini sordum. “Ayaz profesör, siz babamı nereden tanıyorsunuz?” dedim meraklı bir tavırla. Profesör derin bir nefes alıp ”Ben, senin babanla çocukluk arkadaşıydım. Ama bir süre sonra birtakım olaylar yüzünden kavga ettik. Ondan sonra da uzun bir süre konuşmadık. Sonra bana bir mektup geldi. Mektup babandandı, eğer ölürse bana gönderilmesini istemiş. Mektupta baban, seni bana emanet etmişti. Ben de hep seni kolladım, yakınında değildim belki ama seni izliyor, her adımını biliyordum.” Profesörün konuşması bitince dolan gözlerimden yaşlar akmaya başladı. “Ağlama kızım!” dedi profesör. Bu odaların duvarları olmasa gelip sarılacak gibi duruyordu. O zaman fark ettim bir tek ben duymamıştım bunu, mahzenin içindeki bütün herkes duymuştu. Daha şiddetli ağlamaya başlayınca hep bir ağızdan “Tek değilsin, hepimiz senin yanındayız.” cümlelerini duydum. YAZARDAN Sözleşme kabul edileli çok oluyordu. Uzaylılar kendi topraklarına indirdiler uzay arabasını ve onları da tutsak etmeye devam ettiler. Oysaki sözleşme yapılınca bırakacaklarını ve dünyaya dönebileceklerini düşünmüşlerdi. Şimdi başka bir galakside mahsur kalmışlardı. Kimse bilemez zamanın ne göstereceğini. Belki tutsaklar kurtulur belki de hayatları boyunca tutsak kalırlar. Hikayenin sonunu bilmiyoruz. Belki de sizler bitirirsiniz. UZAY TEMİZLİKÇİLERİ SUDENAZ AKÇELİK 10/A 3022 yılının Ocak ayıydı. Yeni başkanın seçilmesiyle herkes yeni yönetimin nasıl olacağını merak ediyordu. Eski başkanların neredeyse hepsi, uzay gemisinde yaşamak yerine Mars'ta yaşar ve bizi oradan yönetirdi. Bizler, yani uzay gemisi sakinleri üç gruba ayrılırdık. Yüksek Yönetim Mensupları, Mars'tan buraya bizi yönetmek için gelen gruptu. Burada eğitim verirler ve başarılı olanları Mars'a götürürlerdi. Orta grup işçi ailelerden oluşurdu. Bu grupta bulunan çoğu kişi Mars'a gitmek için birikim yapardı. Alt tabakaysa benim de içinde bulunduğum gruptu. Asla Mars'a gitmek için yeterli parası olmayan, ölene kadar insanların hizmetinde çalışacak grup… Ne oldu da biz bu gemide yaşama başladık Küçükken bu soruyu defalarca kez sormama rağmen cevap alamamıştım. Büyükbabam, anne ve babam uzay boşluğuna bırakıldıktan sonra beni yanına almıştı. Ona bu soruyu sorduğumda beni yanındaki kırmızı koltuğa oturtmuştu. Bu sorunun cevabını alacağım için çok mutlu olduğumu anımsıyorum.

2922 yılında nükleer silahlar çok yaygınlaşmış. Rusya ve Amerika'nın dünyayı yönetmek istemesiyle çoğu ülke harap olmuş. Yine de yapmamaları gereken yasak bir şey varmış. Bu da denizlere nükleer atıkları atmamakmış. Eğer atarlarsa dünya yok olabilirmiş. Buna rağmen bu kuralı çiğnemişler ve nükleer atıklar önce denizleri sonra da karaları yaşanmaz hale getirmiş ve bunun sonucunda binlerce insan ya ölmüş ya da hastalanmış. İnsanoğlu bu nedenle yani “Kalanlar” önce uzay gemisine ardından da Mars'a taşınmış. Bana anlatılan işte buydu. Uzay gemisinde yaşam sakin geçiyordu ama bir gün kulağımıza bir hırsızlık olayı olduğu geldi. Açıkçası burada hırsız çabucak bulunur ve cezalandırma yöntemi sandığınız gibi hapis değil, uzay boşluğuna bırakılmaktır. Bu nedenle de kimse cesaret edemez suç işlemeye. Kendi bölgem olan T456'dan ayrılıp kalabalığa yöneldim. Bölgelerimiz küçük odalar olarak ayrılırdı. Benim bölgem alt tabaka olmasına rağmen en yaşanılabilir bölgelerden biriydi. İnsanların arasından sıyrılıp en öne geldiğimde yakın dostum Ege'nin sorguya götürüldüğünü gördüm. Ege, böyle bir şeyi asla yapmazdı, bu işin içinde bir şey olmalıydı. Beni kenara çeken kişiye baktım. Ortak arkadaşımız Nisan sinirli bir şekilde bana bakıyordu. \"Lale! Bu aklı umarım ona sen vermemişsindir.\" \"Ege benim dostum ayrıca yakalanacağının farkında bunu yapmaz.\" \"Başkan adayı Kerem Çınar'ın eşinin kolyesini çalıp köşeyi döneceğini düşündü. Böylece bir roket kiralayıp diğer zenginlerin yanına Mars'a taşınabilirdi. Bizim gibi bu yerde sürünmeyecekti.\" \"Cidden buna inandın mı? Ege böyle bir şey yapmaz, diyorum. Görürsün, bunu kanıtlayacağım.\" \"Bay Çınar ve karısı çok sinirli eminim ki onu öldürecekler.\" \"Karar hemen çıkmaz sana halledeceğim diyorsam halledeceğim. Sinirle yanından ayrılıp Ege'nin odasına girdim. Odanın her tarafı dağılmıştı. Döşemenin açılan kısmına bakmadıklarını gördüm ve hemen kapıyı kapatarak döşemeyi açtım. Burada günlüğünü sakladığını biliyordum. Günlüğü bulduğum için mutluydum hemen yatağa oturdum ve okumaya başladım. Günlükte ipucu olacak bir şey bulabileceğimi biliyordum. Rastgele bir sayfa açtım. 14.07.3021 Sevgili günlük; Bu sabah erken kalkıp Mars'tan gelen misafirler için odayı hazırlamam gerekiyordu. Gelen kişilerin Yüksek Yönetim Mensupları olacağını duymuştum. Uzay gemisinin günlük temizliğini yaptığım sırada misafirler erken geldiğinden işimi hızlı bitirmeye çalışıyordum. Beni fark etmeden yan odaya geçtikleri sırada aslında hiç huyum olmasa da onları dinledim. Başkan seçildikten sonra yaşadığımız bölgedeki herkesi infaz edeceklerini anlatıyorlardı. Bunun yaşanması olasıydı. Uzay gemisinde teknik bir problem olduğu ve bunu düzeltmek için yeteri kadar bütçenin olmadığı herkesin kulağına gelmişti. Uzay gemisinde bulunan oksijen seviyesi azalıyor ve diğer gezegendekiler buraya daha fazla yardım etmeyi istemiyordu. Herkes rahatını düşünüyordu. Sanırım artık bir şey yapmamın zamanı geldi. Bilmiyorum, sadece aklımda dönüp duran düşüncelerin doğru olmadığı bilsem bile yapmak zorundayım.

Okuduklarımdan sonra bunun doğruluğu konusunda bir süre durdum ve olayları sindirmeye çalıştım. Eğer arkadaşım cidden bunu yaptıysa öldürülecekti. Son sayfalardan yine rastgele bir sayfa açtım. 21.01.3022 Sevgili günlük; Bugün inanılmaz bir şey oldu. Başkan adayının karısı bana bir teklifte bulundu. Eğer kolyesini temizleyip parlatırsam bana ve arkadaşlarıma bilet ayarlayabileceğini söyledi. Daha önce hiç başkanın karısını gören olmamıştı. Arkadaşlarıma bunu anlatmak için sabırsızlanıyorum. Eminim çok sevineceklerdir. Günlüğü kapatıp gülümsedim. Tabii ki o çalmamıştı. Başkanın karısını daha önce kimse görmemişti. Daha doğrusu bu kolye hırsızlığı olana kadar. Onunla görüşmem gerekiyordu. Günlüğü ceketime saklayarak dışarı çıktım. Bu bir kanıttı ve burada bırakamazdım. Önce günlüğü saklayacak bir yer bulmalıydım. Bu yüzden Nisan'ın yanına gittim. \"Bir şey buldun mu?\" \"Onun hırsızlık yapmadığını biliyordum.\" Günlüğü çıkartıp o sayfayı gösterdim. Tatmin olmuş gibi gözükmüyordu fakat bana güvendiğini hissediyordum. \"Günlüğü ne yapacağız?\" \"Önce bunu saklayalım daha sonra Ege ile konuşmaya çalışacağım.\" \"Başkan adayının karısı mı yoksa hırsız mı verdi, diye soracaksın değil mi? \"Aynen öyle. Sonuçta başkanın karısını biz gördük. Eğer tarif ettiği kişiyi bulabilirsek onu aklarız.\" Günlüğü saklamak için fazla yerimiz yoktu. En mantıklı yer olan organik tarla bölümüne gizlice girip toprağa gömdük. Çıktıktan sonra yolumuzu kesen güvenlik görevlisi bize sert bir şekilde baktı. \"Ne yapıyorsunuz burada?\" \"Söylentilere göre elmaları ekmemişsiniz. Gelip kendimiz görmek istedik.\" \"Buraya girmeye izniniz yok, bunu bildireceğim.\" \"Eğer bildirmezsen elimde değerli bir şey var.\" Çantamdan 100 yıl öncesine ait bir bileklik çıkardım. Bu benim atalarımdan kalma bir şeydi. Zor durumda kalırsam kullanmak için çantamda tutuyordum. \"Bu eski püskü şey mi değerli?\" \"Eski mi? Tam 100 yıl öncesinden kalma. Biliyorsun ki zengin aileler bu eşyaları miras olarak görüyor. Dünyadan buraya getirilen eşya sayısı o kadar az ki inan bana bu bileklik seni Mars'ın bile en zengini yapar.\" Adam ikna olmuşa benziyordu. Bilekliği aldı ve önümüzden çekildi. Biz de oradan ayrılıp Ege'nin tutulduğunu düşündüğümüz sorgu bölümüne gittik. Tabii ki almalarını beklemiyorduk sadece şansımızı denemek zorundaydık. Polis memurunun yanına yaklaşıp rica ettim. \"Görüşmeniz mümkün değil.\" \"Arkadaşımı görmek zorundayım. \" \"Dediğim gibi bu mümkün değil.\" Araya Nisan girdi ve beni susturdu. Çantasından birkaç kâğıt çıkartıp önüne koyduktan sonra içeri girmemiz izin verdiler. \"Nasıl yaptın bunu?\" \"Belki daha sonra anlatırım. Şimdi sadece Ege'yi kurtarmak zorundayız.\" Biz odaya geçtikten bir süre sonra Ege'yi getirdiler. Odanın her köşesinde güvenlik duruyordu. \"Günlüğünü buldum. Senin yapmadığını biliyoruz.\" \"Yanılıyorsunuz, bunu ben yaptım.\"

\"Hadi ama Ege, neden bunu üstüne alıyorsun ki?\" \"Bak Lale, eğer bunu ben yapmadıysam neden suçu üstleneyim. Koruyacağım kimse yok.\" \"Ne saklıyorsun?\" \"Sakladığım bir şey yok. Gitmek istiyorum.\" Ayağa kalktığı sırada kolunu tutarak onu durdurdum. Ne sakladığını öğrenmek zorundaydım. Onu böylece bırakamazdım. \"Ege, seni kaybetmek istemiyorum. Lütfen cevap ver. Ne saklıyorsun?\" Gözlerini benden kaçırarak karşıya baktı. Bir şey söylememek için uğraştığı belliydi. \"Ege, ne dolaplar çevirdiklerini herkese anlatacağım. Günlüğünü vereceğim. Lütfen cevap ver. Tehdit mi ediliyorsun?\" \"Tehdit edildiğim konusunda yanılıyorsun. Dediğim gibi bunu ben yaptım.\" Kollarını benden kurtardıktan sonra onu götürdüler. Dışarı çıktıktan sonra Nisan bana sarıldı. İkimiz de ağlamaya başladık. Ben bir sevgili, o ise en yakın arkadaşını kaybetmek istemiyordu. Ege ise, bize inat bunu kabulleniyordu. \"Onu kurtarmak zorundayız Nisan.\" \"Bunu ben de senin kadar istiyorum ama bize yardımcı olmuyor. Bu arada içeride bahsettiğin şey neydi? Bizi neden öldürsünler ki?\" İnsanların daha az olduğu bir kısma geçerek fısıldar gibi okuduklarımı anlattım. Ben anlattıkça sinirleniyordu. Dayanamayıp koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Ben de arkasından ilerledim. \"Nereye gidiyorsun?\" \"Madem Ege bize bir şey anlatmıyor ben de bunu herkese anlatacağım. Böylece insanlar ayaklanacak ve Ege, aklansa da aklanmasa da onu kaçıracağız.\" \"O zaman üçümüz de ölürüz Nisan!\" \"Hayır, kaçacağız.\" Her ne kadar Nisan'ı tutmaya çalışsam bile bunu başaramadım. Bugün meydanda kutlama vardı. Her sene dünyadan kurtuluşumuzu bugün kutlardık. Nisan, şarkı söyleyen grubun arasına girerek eline mikrofonu aldı. \"Öncelikle merhabalar. Ben, Nisan Bulut. Beni dinleyin, eğlenmenin zamanı değil. Oksijen seviyemiz her geçen gün gittikçe azalıyormuş. Duyduklarımız bir söylenti değilmiş. Burada hepimiz infaz edileceğiz ve benim arkadaşım sırf bunu bildiği için tuzağa düşürüldü. Ege, kolyeyi çalmadı. Eğer bunlara dur demezsek hepimiz öleceğiz!\" Nisan'ın söyledikleri işe yaramıştı. Herkes birbirine bakıyor, söylenenleri anlamaya çalışıyordu. Kalabalık birden hareketlenerek bir kısmı Yüksek Yönetim Mensuplarının kaldığı yere yönelirken bir kısmı da Ege’nin tutulduğu yere yöneldi. Çıkan arbededen yararlanarak içeri girdik. Gemide hiç karışıklık çıkmazdı çünkü insanlar korkarlardı. Bu sebepten ötürü yüksek güvenlik önlemleri almaya hiç gerek duymamışlardı. Ege'nin tutulduğu yeri bulmaya çalışıyorduk. Nisan ve ben ayrılıp odalara baktığımız sırada bana doğru atılan kâğıt uçak ile arkamı döndüm. Bu Ege ile benim işaretimizdi. \"Ege!\" \"Neden buradasın?\" \"Seni almaya geldik.\" \"Bunu yapamazsınız sizi de benimle birlikte infaz ederler.\" \"Umurumda değil. Senin için her şeyi yaparım.\" Hücrenin ışınlarını kapatmak için kontrol odası olmalıydı. Bir süre etrafta koşuşturduktan sonra düşündüğüm odayı buldum. Şanslıydım ki yazılım derslerinde çok iyiydim. Işınları yok etmek için tahmin ettiğim birkaç kod denedikten sonra başarmıştım. Koşarak Ege'nin yanına gidip ona sarıldım. \"Sana bir daha asla sarılamayacağımı düşündüm.\"

\"Ben de Lale, ben de.\" \"Hadi, Nisan'ı bulup gidelim buradan.\" Nisan'ı aramak için koştururken Nisan ile çarpıştık. Bize gitmemiz için işaret yaparken askerler Ege'nin geldiği taraftan koşuyordu. Ege'ye ve bize silahlarını tutuyorlardı. Askerlerin bir tanesi konuşmaya başladı. \"Buradan gitmeye çalışırsan arkadaşlarını kurtaramazsın Ege.\" \"Buna asla izin vermem. Onları serbest bırakın söz veriyorum kaçmayacağım.\" \"Sana nasıl güvenebiliriz? Arkadaşların ortalığı karıştırdı. Kimse sakinleşmiyor.\" Birkaç kişinin ayak sesini duyduktan sonra etraf yine karıştı. Ege ve ben son hız koşarken Nisan'ın arkada kaldığını fark ettik. Nisan'ı almaya gidecekken onu vurdular. Şok içinde birbirimize bakıyorduk. \"Nisan!\" Ege ağlamamak için zor dururken beni tutuyordu. Eğer kalırsak bizi de vuracaklardı. Roketlerin olduğu bölüme beni çekiştirdi. Roket kiralayıcısı olanları bildiği için kaçmamıza yardım edeceğini söyledi. \"Cidden çok teşekkür ederiz Mert.\" Rokete bindikten sonra tuttuğum gözyaşlarını bıraktım. Nisan'ı kaybetmiştik. Yönetim halk tarafından ele geçirilmişti. Ben ve Ege geride bıraktığımız ve hayatımızı borçlu olduğumuz bu insanları kurtaracaktık. Mars'a gidecek ve insanlara gerçekleri anlatacaktık. Hikaye asıl şimdi başlıyordu.

YAŞAM SAVAŞIMIZ MİNE EKİNLİ 11/C Virüsler zorunlu hücre içi parazitidirler; “konak” adı verilen kendilerinin özgün bir şekilde seçtiği hücrenin içerisine girdikleri zaman çoğalma yetenekleri olan mikroorganizmalardır. Bu durumu bilgisayar virüslerine de benzetebiliriz. Bilgisayar virüsleri de çok küçük bir programdır; tek başına bir bilgisayarı işletip çalıştıramaz. Mutlaka kendini çoğaltabilmek için bilgisayar programı içerisine girip oradaki işlem sistemini kullanarak, kopyalarını başka bilgisayarlara göndermeyi hedefler. Bilgisayar programı nasıl kendini çoğaltıp yayılıyorsa bu durum doğada da aynıdır. İşte, 2019 yılı Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan virüs, bu ilkeler doğrultusunda yayılmış, bütün dünyayı sarmıştı. İnsanda yüksek ateş, nefes darlığı, ağır solunum yetmezliği, baş ağrısı, kas ve eklem ağrıları gibi belirtilerle kendisini göstermekteydi. Bu virüs nedeniyle tüm dünya maalesef bir pandemi sürecine sürüklendi. Bu hastalığı ilk duyduğumda Çin 'de ortaya çıktığı için bize gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Fakat sonunda tüm dünyaya yayıldığı gibi bize de geldi. Bizde görüldüğü ilk vakayla birlikte sevdiklerimi kaybetme korkusu da başladı. Sokağa çıkma yasakları, maske takma zorunluluğu, uzaktan eğitim gibi birçok yeni şeyle tanıştık. Her ne kadar aile içi bağlarımız güçlense de ailemizle daha çok zaman geçirme fırsatımız olmuş olsa da bunun kötü yanı ise eğitimde aksamaların ve küresel çapta ekonomik sorunların ortaya çıkmasıdır. Biz de bundan nasibimizi aldık. Maaşlar dışında her şeye gelen zamlar, yükselen enflasyon halkın evine ekmek götürememesine neden oldu. Bunlar yetmezmiş gibi virüs sürekli kendini değiştirdi, yeni yeni varyantlar ortaya çıktı. Omricon, Alfa Beta… Virüs yeterince korkutuyordu bizi, varyantları çıkınca daha da korkutucu oldu. Her birinin belirtileri, etkileri bize bu işin kolay kolay bitmeyeceğini de düşündürüyordu. Neyse ki aşılama süreçleri hız kazandı ve aşıyla birlikte ölümler azaldı. Bence bu pandemi döneminde sağlığımızın ne kadar önemli olduğunu, hijyene ne kadar önem vermemiz gerektiğini anlamış olduk. Ellerimizi doğru şekilde yıkamayı öğrenmekle beraber maske takmanın bizi hastalıklardan ne kadar koruduğunu kendimiz görerek, deneyimleyerek öğrendik. Son günlerde her ne kadar bakanlık bu hastalığın zayıfladığını söylese de yine de kapalı alanlarda dikkatli olup hijyene dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Aşılarımızı olup hem kendi hayatımızı hem de başkalarının hayatını korumamız gerek.

CORONA VE PANDEMİ MEHMET FERİT BOZ 9/C Merhaba arkadaşlar, ben Mehmet. 9.sınıf, sağlık lisesi öğrencisiyim. Günümüzdeki en büyük sorunlardan biri kuşkusuz tüm dünyanın etkisi altında kaldığı korona virüs yani Covid-19 salgını. Korona virüsün, Çin’in Vuhan Eyaleti’nde aralık ayının sonlarında görülmesiyle başlayan süreç, tüm dünyada korkuya ve endişeye neden oldu. Ateş, öksürük, nefes darlığı gibi semptomlarla gelişen hastalıkla bilim adamları, doktorlar, hemşireler ve hepimiz mücadele etmeye başladık. Benim açımdan gerçekten zorlu bir süreçti. Özellikle de insanların evde bir mahkûm gibi, uzun süre karantinada kalması… Hele ki aynı evde olmamıza rağmen, ayrı odalarda kalmak… Hem psikolojik, hem de fiziksel anlamda sıkıntılar yaşadık. Virüs tabi ki sadece aile içerisinde sıkıntılar yaşatmadı. Aynı zamanda meslek alanına da ağır bir darbe vurdu. Pek çok işçi, esnaf mesleklerinden uzun süre uzak kaldı. Bununla birlikte, ekonomik sorunlar oluşmaya başladı. En önemli sorun da işsizlik ve fiyatlarının yükselişiydi. Korona virüsün eğitime etkisi, dünya çapında görüldü ve neredeyse tüm okulların ve üniversitelerin kapanması eğitim programlarını geniş çapta etkiledi. Kapanmanın, karantinanın, maske kullanımının en önemli amacı virüsün bulaşma riskini azaltmaktı. Dünyada yaklaşık 1.077 milyar öğrenci okullarından uzak kaldı. Okulların kapanmasının ardından uzaktan eğitime geçildi. Uzaktan eğitime yönlendirilsek de bence bizim için pek de verimli değildi. Çünkü derslere odaklanamıyorduk, okuldaki gibi hissedemiyorduk kendimizi. Çoğumuz uzaktan eğitimle, derse katılmış gibi yapıp, mikrofonumuzu kapatıp farklı şeylerle uğraşıyorduk. Aslında bu süreç bize bir anlamda, ders olmuş ve bilinçlenmiştik çünkü okulumuzun değerini anlamıştık. Okullar açıldığında ise, öğrenciler, öğretmenler daha farklı bir psikoloji ile eğitim ve öğretime başladı. Artık daha bilinçli, daha tedbirliydik. Ancak zor olan tarafları da yok değildi. Özellikle maske takmak. Maskeyle saatlerce durmak hepimizi zorladı. Ama bence maskeli olsak bile okulda olmak çok değerli. Her zamankinden daha tedbirli, daha sabırlı, daha azimli bir şekilde devam etmeliyiz. Umarım bir daha okulumuzdan uzak kalmayız. Umarım bu salgın biter ve eski günlerimize döneriz PANDEMİ FİRDEVS CEYHAN 9/A 1 Mart 2020. Türkiye’de ilk korona vakasının görüldüğü gün. Sağlık bakanı Fahrettin Koca, ilk vakanın bizde de görüldüğünü açıkladığı andan itibaren panik havası başladı. Biz de ailecek bu haberi duyduğumuzda içimizde büyük bir korku oluştu. Tedbirlerimizi almaya başladık. Eve misafir kabul etmiyorduk, büyüklerimizin yanına gidemiyorduk, onlar da bize gelemiyordu. Çünkü 65 yaş ve üstü kişilerde virüs daha riskliydi. Biz nasıl evlerde hapis kaldıysak onlar da aynı bizim gibi evlerinde hapislerdi. Virüsün yarattığı korku ve endişe nedeniyle dışarıya da çıkamıyorduk. Çıkmak zorunda kaldığımızda maskemizi, kolonyamızı alıp çıkıyorduk. Dışarı çıktığımızda da korku ve endişe peşimizi bırakmıyordu.

Otobüse, metroya binemiyorduk. Kafeler, eğlence merkezleri kapalıydı. Sadece bir iki saatimiz vardı ve arkadaşlarımızla bile görüşemiyorduk. Hastalığın yayılmasıyla okullar da kapatıldı ve çevrimiçi eğitime geçtik. Açıkçası ne kadar yararı oldu ki çevrimiçi eğitimin? Benim için yararlı olmadı. Okulda anladığım kadar çevrimiçi eğitimde anlamıyordum dersleri. Salgının yayılmasıyla tüm dünyada aşı çalışmaları başladı. “Biontech “ve “ Sinovac” olmak üzere iki aşı üretildi. İnsanların çoğu “Biontech” oluyordu. Bence bunu sebebi Almanya’da yaşayan iki Türk bilim insanı tarafından bulunmasıydı. Biontech ve ABD merkezli Pfizer'in birlikte geliştirdiği aşı yüzde 95 başarı oranına sahip olduğu için insanlara daha çok güvenilir geldi. Biz de sağlığımızı korumak için ve virüse yakalanmamak için” Biontech” aşısı olduk. Aşıyı olduktan üç saat sonra kolum ağrıdı. Onun dışında bir şey olmadı. Aşıdan sonra kendimizi daha güvende hissettik. Aşılanma sayısı arttıkça vakalar az da olsa azaldı. Bu düşüşten dolayı insanlar yavaş yavaş eski hayatına dönmeye başladı. Böylece okullar, kafeler, iş yerleri açılmaya başladı. Okulların açılmasıyla öğrenciler de normal düzenlerine geçti. Ama yine de içimizde bir korku var. Okula giderken iki üç kat maske taktığımızda bile oluyor. Mesafemizi korumaya dikkat ediyoruz, maskelerimizi sınıflarda, koridorlarda çıkarmıyoruz. Ama tedbirlerin azalmasıyla birlikte insanlar daha rahat davranmaya başladı. Vaka sayıları da, ölüm oranları da arttı. Sanki eskisi kadar kimse tedbirli davranmıyor. Böyle devam edersek evlerde gene hapis kalabiliriz. Bu yüzden maskemizi çıkarmayacağız ve tedbirli olmaya devam edeceğiz. KORANAYLA YAŞAM NAZLICAN TAŞ 11/C Corona….Evet, birçoğumuzun hayatını mahveden o ölümcül virüs. Hatırlarsınız günlerce, haftalarca, aylarca evlerimizden çıkamadık. Çok sıkıldık biliyorum. Hatta okullarımız, iş yerlerimiz kapandı. Bir nevi hayat durdu, öyle değil mi? Bana katıldığınızı duyar gibiyim. Ülkemizde ilk vakanın çıktığı ve maske takan insanları görünce \"Neden bu kadar abartıyorlar?\" dediğim günü unutamıyorum. Okullar kapanınca durumun ciddiliği anlaşıldı. Sonra ne mi oldu? Yasaklar… Tüm gün evdeydik. Sokağa çıkmaya korkuyorduk. Kafeler, lokantalar her yer kapanmaya başladı. Şimdi gelin size bu korkutucu ve üzücü dönemin üzerimdeki etkisinden biraz bahsedeyim. Öncelikle uzaktan eğitimden. Okul kapanınca mecbur uzaktan eğitim görmeye başladık. Dersleri tablet, bilgisayar, telefon karşısında görmek beni ilk başlarda çok zorladı. Sanki hiçbir şey anlamıyordum. En büyük nedeni de herkes evde olunca sessiz ortam sağlamanın zor olmasıydı. Bazen öğlen saatlerinde dersim oluyordu. Akşam yediye sekize kadar sürmesi dersten soğutuyordu insanı. Sağa bak korana, sola bak korana, televizyonu aç korana, haberlere bak korana! Ne virüsmüş ya! Dünyayı mahvetti! Bu korona ruhumu gerçekten çok sıktı. Ailesini kaybeden insanları görmek, onların yaşadığını ben de mi yasayacağım, korkusunu duymak yıpratıyordu beni. Evde biri hapşırsın, öksürsün, ateşi çıksın cenaze varmış gibi bir hava oluyordu. Yüzler asık, “Yoksa korana mı oldu?” düşüncesi aklımızdan çıkmıyordu. Özellikle annem ani tepkileriyle bizi çok tedirgin ediyordu. Öksürmeye korkar olduk. Bize bir şey olmasından korkuyordu. Korana zamanı sadece olumsuz yönde etkilenmedim tabii ki. Korana yüzünden evde olmam, biraz da farklı şeyler yapmamı sağladı. Mesela ilk kez bin parçalık bir yapbozu yarıda bırakmadan bitirdim. Sizin için basit olabilir ama benim için önemli bir başarı.

Daha fazla kitap okuduğumu fark ettim. Tek başıma yemek yapma konusunda da kendimi geliştirdim. Ablamla küçük çaplı evde yapabileceğimiz sporları dahi yaptım. Sizler neler yaptınız? Sizin de farklı şeyler yaptığınızı düşünüyorum. Dışarı çıkmadan yapılabilecek her şeyi yapmayı deniyorduk. Aslında benim için en önemli gelişme düzenli ders çalışmamdı. Gerçekten her konuya tek tek çalıştım, ilginç yanı sıkılmıyordum, kendimden beklemediğim bir hareketti. Karantina bitince şu kelimeyi çok duyar olmuştum \"Ailemle daha çok zaman geçirme fırsatı buldum.\" Sanırım yararı sadece bana değildi. Biliyorsunuz birçok ülke korananın aşısını bulmak için çalışmalar yapmaya başladı. Birçok aşı üretildi. Biontech(Almanya) ,Moderna, Astrazeneca, Stutnik(Rusya), Sınovac(Çin), Sinopharm(Çin) gibi aşılar. Aşı seçimi bize kalmıştı. Ülkemizde Sınovac ve Biontech aşıları genellikle kullanıldı. Aşılar üretilmeye başlayınca vücudumuza yan etki eder mi, diye düşünmedik değil. Aşılar hakkında yerli yersiz birçok dedikodu konuşulmaya başlandı. Bizi öldürmek istiyorlar veya üzerimize çip takıyorlar gibi. Öldürmek isteselerdi, hiçbir şey yapmalarına gerek yoktu zaten bıraksalar kendiliğimizden şimdiye kadar ölmüştük. Böyle dedikodular dönünce doğal olarak insanlar aşı yaptırmak istemediler. Ben de aşı olma konuşunda tedirgindim, yan etkisinden korkmuştum. Aşılar etkili mi, değil mi hala tartışma konusu ama çoğu kişinin hayatını da kurtardığını unutmayalım. Olumlu olumsuz yönleriyle zaman geçti Umarım insanların hayatına mal olan bu bulaşıcı virüs bir gün grip gibi geçici bir hastalık olur. Dışarda daha rahat nefes alabileceğimiz günler geçirmemiz umuduyla… RİYAKÂR KORONA SERDAR KARATAŞ 11/C Eyyy korona! Bitirdin bizi. Ne psikoloji kaldı, ne sağlık, ne huzur... Aslında tek suçlu sen değilsin kardeş. Biz, seni hafife aldık. Biz insanoğlunun klasikleşmiş bir sözü vardır; “Bana bir şey olmaz!\" deriz. Ama bize bir şey olmaz, dediğimiz her şey bize zarar verir. Kendini ilk başta bize Covid 19 diye tanıttın. Bizler kendi aramızda özü sözü bir olmayan, dürüst olmayan insanlara ikiyüzlü deriz. Ama sen ikiyüzlü olmayı geçtin, altı yüzün varmış. Covid 19,Alfa, Beta, Delta, Gamma, Omicron. Aynı benim eski sevgililerim gibisin. Kendini başta güzel tanıttın. Ama zaman geçtikçe bütün kötülüklerin ortaya döküldü. Geçmişte nasıl onlara yol verdiysem, sana da yol vereceğim korona. Şaka bir yana çok ciddi bir hastalık kim ne derse desin. Şimdi aşı olduğumuz için biraz rahatız. Bu virüsün ortaya çıktığı zamanları hatırlamıyor musunuz? Marketten aldığımız ambalajlı ürünleri deterjanlı sularla yıkıyorduk. Öyle bir korku vardı yani. Her şeyi geçtim bu hastalıktan milyonlarca kişi öldü. Şu anda bile ölüm sayısı 200'ün altında değil. Kaç ay evde yattık güzel kardeşim. Çalışmadın, para kazanamadın. Çünkü tam kapanma nedeniyle kimse çalışamadı. Bu seferde çektin krediyi çektin krediyi… Gel de öde bakalım o borçları şimdi. Bak çok kolay: Maske, mesafe, temizlik.

En önemlisi gelenek göreneklerimiz kayboldu. Bayramda akrabalar geliyor. El öpsen bir dert, öpmesen bir dert. Artık kaşım gözümle amcama elimi gösteriyordum. Hani öpeyim mi, diye. Yani uzun lafın kısası; özgür olmayı, maskesiz yaşamayı özledik. İnşallah güzel günler yakında. Mega starımızın da dediği gibi; “Geççek geççek elbet bu da geççek Gör bak umudun gününü gün etçek Oh oh zilleri takıp oyniycaz o zaman O çiçekten günler çok yakın inan.” HAYATIMIZ SINAV MİNE EKİNLİ 11/C İnsanın doğduğu günden itibaren sınavları da başlamaktadır. İnsanoğlu, hayatı için sınava başlar ve bu bir ömür boyu sürer. Hatta öyle bir şeydir ki hayatımız bitince bile sınavlarımız bitmez çünkü inançlarımıza göre ahirette de sınavlarımız devam eder. Hayatımızı etkileyen, nasıl bir meslek sahibi olacağımızı hatta nasıl bir hayatımızın olacağını belirleyen sınavlar var ki işte bunlar, okula başlamamızla bütün dünyamızı haline gelir. İlkokula başlarız ve sınavlar da hayatımıza girer. İlkokula başladığımızda çok bir şey anlamayız. Çocuk ruhumuz belki de buna engel olur. Henüz çocuğuzdur çünkü. Oynamayı, koşmayı severiz. Henüz gelecek kaygısı ağırlığını hissettirmez çocuk kalbimizde. Yıllar geçtikçe gelecek kaygılarımız da artar. Kaygılarımız psikolojilerimizi de ele geçirir. Ben şimdi sizlere kendi kaygılarımı anlatmaya çalışacağım. Beni nasıl etkilediğini, çevremi nasıl etkilediğini… İlkokula başlıyoruz, yazmayı öğreniyoruz, okumayı öğreniyoruz, sayıları öğrenmeye başlıyoruz o küçücük ellerimizle nasıl da gayret ediyoruz. Yeni arkadaşlar, ilk öğretmenimiz ve daha birçok şeyle burada tanışıyoruz. İlk yazılımızı oluyoruz ama ne olduğunu bile bilmeden. Ama arkadaşlar arasında puan farklılıkları olunca bir şeylerin farkına varıyoruz. Böylece rekabet etmek ne demek öğreniyoruz. Bunun sonucunda da “çalışkan-

tembel” diye adlandırılıyoruz. Eğer tembel diye adlandırılırsak bu, bizim hayatımızın etkilemesine, kaygılarımızın artmasına neden oluyor. Aileler de devreye girince baskı artıyor. Ben ne zaman az çalışsam ya da annem öyle düşünse “Tek görevin bu; bunu yapmalısın” diyor. Böyle böyle yıllar geçerken ilkokul bitiyor; ortaokul başlıyor. Daha burada da pek bir şey anlamıyoruz. Ortaokulda ders sayımız artıyor, öğretmenlerimiz değişiyor ve biz sadece o yıl ki derslerimize çalışarak dönemleri geçmeye çalışıyoruz. Eğer çalışkan bir öğrenciysek, başarılıysak, gerçekten öğreniyorsak bilgimize bilgi katarak ilerliyoruz. Ama sorumsuzsak, önemsemiyorsak her şey bir anda puanlara dönüşüyor. Artık sınavlardan aldığımız puanlar bizi anlatıyor. Kimimiz bilinçli, kimimiz bilinçsiz bir şekilde sekizinci sınıfa geliyoruz. Daha fazla sınav konuşmaya başlıyoruz çünkü önümüzde en büyük sınavlardan biri var. Bir yandan ailemiz, bir yandan öğretmenlerimiz bir yandan akranlarımız derken farkında olmadan her gün sınav konuşuyoruz. Kaygılar, baskılar, stres bizi ele geçirmeye başlıyor. Adına sınav denilen canavar hep yanı başımızda artık. Lisede nerede okuyacağımız, en iyi liseye gitme çabamız uykularımızı kaçırıyor. Şunu da unutmayalım: En önemli kâbusumuz, kaygımız da eğitim sistemimiz. O kadar oturmamış bir eğitim sistemimiz var ki her yıl ne olacak korkusuyla bekliyoruz. Acaba bu yıl ne değişecek? Ben eğitim sistemimizi beğenmeyenlerdenim. Eskiden eğitim sistemimizde 5+3 şeklindeydi. LGS sınavı vardı. Okul puanı çok fark etmeksizin sınav puanıyla istediğin liseye değil, puanının tuttuğu liseye girebiliyordun bildiğim kadarıyla. Daha sonra 4+4’lük sistem geldi, derken en kötüsü şimdi bize denk geldi; ikametine yakın olan okul. Bu sistemi şu an hepimiz biliyoruz. Tüm sınıf puanlarımız devreye giriyor, bu güzel fakat zaten kötü olan biri diğer türlü de sınavdan yüksek puan alamıyordu. Çalışkan biri kaygıdan dolayı, stresten dolayı bildiklerini yapamayabiliyordu. Harcanan da işte bu kişilerdi. Şimdi liseye girerken tüm sınıf puanları alınıyor fakat ikametimize yakın okul olması mantıksız… “Eğitimde fırsat eşitliği” deniyor ama fırsat eşitliği de gerçekleşmiyor. Konumuza geri dönelim sekizinci sınıfa geldik ve kaygılar daha da arttı. Bir yandan da baskı arttı. Çalışma, sınava hazırlanma saatlerimiz arttı. Eksiklerimizin farkına vardık, konuları yetiştiremezsem düşüncesi arttı. Hayatımız öyle bir hal aldı ki yatıyoruz sınav, kalkıyoruz sınav. Sınavlar rüyalarımıza bile girmeye başladı. Rüyalarımızda bile sınava girdik. Hepimizin farklı kaygıları ortaya çıktı özellikle de gerçekten emek verenlerin hayatı daha da çok etkilendi. Ben dershaneye gitmedim. Matematik dersinde kendimi yetersiz buluyordum. Onun içinde özel ders almıştım, burada bile eşitlik bozuluyor. Ekonomik faktörler devreye giriyor. Yine bir eşitsizlik başlıyor. Durumu olmayanlar kendi başına çalışmak zorundayken ekonomik durumu iyi olanlar dershanelere özel öğretmenlere gidiyor. Fırsat eşitliği de ortadan kalkıyor. Öğretmenlerim beni her zaman etkilemişlerdir. İyi yönde veya kötü yönde. Özel ders alana kadar sınav kaygım çok yüksekti. Kendi kendimi olumsuz etkilemeye başladım. Başaramayacağımı düşünerek neredeyse her gün ağlamaya başlamıştım ve bu benim ders çalışmama da engel oluyordu. Aklım hep sınavdaydı. Kitapların başına oturamıyordum. Matematik öğretmenim bana ilaç gibi gelmişti. Yapmam gereken sadece öğrenebildiğim kadar öğrenmek ve çalışmaktı. Kaygım biraz olsun azalmaya başlamıştı, sınav çalışmama engel değildi. En azından kendimi iki duruma da hazırlamaya başlamıştım. Daha önce sınav kaygısından hasta olanları, bayılanları, en kötüsü intihar edenleri bile duymuştum. Kaygım yüksekti ama ailem ve öğretmenlerim destekçimdi.

Günler böyle geçerken LGS sınavı geldi çattı. Konular elimizden geldiğince tamamlandı, dualar okundu. Sınava hazırdım ama içimde bitmek bilmeyen kaygı ve stres devam ediyordu. Sınav yerine gittik. Fena bir kalabalık… Heyecanlı ailelerle, kaygıları gözlerinden okunan öğrencilerle dolu koca bir okul bahçesi. Kimisi titriyor, kimisi üşüyor, kimisi su şişesi elinde stresten sürekli yudumluyor. Sınıflara girdikten sonra sınav başladı. Kaygısını iyi yönetenler sınavdan daha mutlu çıkarken yönetemeyenler ise ağlayarak çıktı. İyi veya kötü sınavı bitirmiştik, hepimize bir rahatlama gelmişti. Herkes puanları bekleyecekti artık. Puanlar geldi, tercihler yapıldı, okullar belirlendi derken, ben istediğim okula girmiştim. Bu kadar basit bir şekilde ifade etmeme rağmen o son yıl ben stresi değil, stres beni yönetmişti, diyebilirim. Şu an üniversite sınavı yaklaşmakta ve aynı kaygılar beni yeniden ele geçirmeye başlayacak, diye korkularım artmaya başladı bile. Üniversite şu an benim için çok önemli. Zaman geçiyor, zaman azalıyor. Bir an önce planlarımı yapmam ve çalışmalara başlamam gerek. Bu son cümlem bile kaygılanmaya başladığımı gösteriyor. Umarım her şey istediğim biçimde gelişir. BEN VE GELECEĞİM ECRİN KIZILYOL 12/A Beni, annemi ve babamı en çok düşündüren, endişelendiren konulardan birisi de sınavlar. Çünkü ortaokuldan beri çalıştığım halde sınavlarda sorular bana yabancı geliyor ve çalıştıklarımı da unutuyordum. Bunun dışında öğretmenlere soru sormaktan çekiniyordum. Bir öğretmenle konuşmak istediğimde ellerim ayaklarım titriyor ve kendimi açıkça ifade edemiyordum. Bu yüzden birçok arkadaşım beni ya dışladı ya da bana hakaret etti. Ama ben vazgeçmedim. Kendimi toparlamam gerekiyordu ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bir psikolog ile görüşmemi önermişti öğretmenim. Bu benim için çözüm olabilirdi. Sadece ailemle konuşmam gerekiyordu bu konuyu. Okul çıkışı eve gittim ve ilk önce sorunumun çözümünü anneme anlattım. Annem olumlu karşıladı. Şu an tek sorun babamın kararıydı. Akşam işten gelince ailecek oturup konuştuk. Babamın ilk tepkisi “Sen deli misin? Deliler gider psikoloğa.” oldu. İlk karşı çıkışı böyle başlamıştı ama annem “Kızının geleceği için denesek olmaz mı? Öğretmenleri dahi bu çözümü önermiş.” dedi. Babam yine aynı şeyi dedi anneme: “Deliler gider oraya.” Babamı ikna edememiştik. Ben de internetten sınav kaygısı ve stres tedavilerini araştırmaya koyuldum ve psikologların bu tür olaylara da baktığını okudum. Ertesi akşam babama tekrar anlattım ve biraz daha olumlu baktı. Belki de annem, babamı ikna etmeye çalışmıştı. Kızının heyecanı, korkusu ve kaygısı yüzünden geleceğini mahvedemezdi. Çünkü tek umudu bendim. “Okuyup en iyi mesleği yapıp onu gururlandırmak. “ Onun da istediği buydu. Babam sonunda kabul etti doktora gitmemi. Randevu alıp hastaneye gittik. Önce ben girdim ve doktor şikâyetimi sordu. Ben de yaşadığım bütün sıkıntılarımı anlattım ama nasıl anlattığımı bilmiyordum çünkü heyecan, korku, gözyaşlarım istemsizce artmıştı. Onun dışında tir tir titriyordum. Doktor, her dediğimi not aldıktan sonra arkadaşlarımla, ailemle ve öğretmenlerle ilişkimi sordu. Benim kimseyle ilişkim kötü değildi ama arkadaşlarımın benimle konuşmak istemediklerini anlattım. Doktor, konuşmamı bitirince beni fazla zorlamadan ailemle konuşmak istediğini ve kendime güvenmemi söyledi. Onun dışında da ilaç yazacağını

belirtti. Ben doktorun odasından çıkınca annemle babam girdi. Onlara da bazı şeyler sormuş ve onların görüşmesi kısa sürmüştü. İlaç kullanımından bir ay sonra gelmemi istemişti doktor. İlk bir ay ilacı kullanmaya başladım ve sanki kendime güvenim gelmişti. Kim ne sorarsa çekinerek cevap verirken daha açık bir şekilde cevaplar veriyordum. Yaz tatilinde kendimi denemek için çevrimiçi deneme sınavlara girdim ve gerçekten sınav kaygım, korkum, endişelerim azalmıştı ve soruları rahatça tamamlıyordum. Her ay olduğu gibi girdiğim bursluluk sınavına başvurup orada da kendimi denedim ve yüksek not aldım. Belki doktorun “kendine güven” sözü beni güçlendirdi veya doktor, aileme benim yanımda olmalarını ve destek çıkmalarını söylediği için güvenim arttı. Ama ilacın da sakinleştirici özelliğini yok sayamam. Bir ayın sonunda doktora annemle gittik. Doktor nasıl olduğumu sordu. Ben de kendine güven sözünün beni güçlendirdiğini, ailemin bana olan yakınlığını ve ilacın da sakinleştirdiğini söyledim. Doktor, durumumu beden dilimden anlıyordu çünkü ellerim ve sesim titremiyordu. Beni fazla zorlamadan annemi içeri çağırıp dışarıda beklememi istedi. Doktorun odasından çıkınca kuş gibiydim. Nedenini bilmiyordum ama konuşup anlatınca kendimi daha iyi hissettim. Gerçekten de biriyle konuşmak ve sorunları çözmek insanı hafifletiyormuş. İster sınav kaygısı olsun ister başka sorun olsun önce sorunlarımızı halletmeliyiz. Arkasından her şey daha kolay olacaktır. Kaygı, stres, korku böylece gerilerde kalacak. HİSSİZLEŞİR İnandırdığın masum bakışları Hissizleşir insan sonunda Sevdiğimden kalbime gömdüm. Yorulur hüzünlerinden sevgisizlikten. Bir yağmur akşamında. Bitti, şimdi gidiyorum, Kokuna hasret yaşamak, Kendimi buluyorum sensizlikte. İstenmediğini bile bile Kimseye anlatamıyorum, Sevmek, çok sevmek… O yüzden Hepsi hissizleştirir işte, Mısralara döküyorum hüznümü. Hepsi birer birer yok eder Sen de anlamadın beni, İnsanı, Bahar gelecek bir gün Duyguları. Biliyorum. Pişman olacaksın, Sonunda Ve beni arayacaksın, Kimse gerçekten sevmez kimseyi. Hissizleşen beni. Kördüm. HATİCEŞAHİN 10/D Gözlerimin içine bakarken Söylediğin tatlı yalanları

LEKE KARMAŞIK Bembeyazdım ben. Karmakarışık her şey, Masumdum, saftım. Yalnızlık dipsiz kuyu, Umudum, hayallerim vardı. Çok ama çok mutsuzum. Acı nedir, bilmezdim. Yıprandım, yoruldum. Hayatın düzensizliğini, Güçsüzlükten. Düzeltiyorum satırlarımda. Ama dağılmadım. Karanlığa gömüldüm sanki. Renklerin güzelliğini Biri elimden tutsa çıkacağım, Birleştiriyorum ruhumda. Aydınlığa. Tutsun bırakmasın beni Bir bütün oluşturuyorum. Umutsuz, acımasız bu yerde. Hayatın acımasızlığına, Vazgeçmesin benden. Sevgisizliğine, Sarsın acıyan yaralarımı, Kapatsın lekelerimi, Simsiyah hayallere inat Gülsün bana. Bembeyaz hayaller kuruyorum. Bir kez daha acımasın canım. Kapkara bulutlara inat Aydınlığa çıkartan el tarafından... Güneşe dönüyorum yüzümü. ECRİN KIZILYOL12/A Yaşamdaki renkleri, KARIŞIK HAYAT Birleştiriyorum tuvalde. Hayat bazen karışıktır, Tıpkı bir labirent gibi. Sonra da o karmaşık Yönünü bulamazsın, Tabloya bakıyorum Tıpkı bir insan gibi. Özlemimi gideriyorum, Sevdiğime. Zorluklardan geçersin, Ruhumun sessizliğine ses arıyorum. Çizersin kendine bir dünya, Çığlığı, öfkeyi dindiriyorum İyiyi kötüyü ayırt edersin, Renklerde. Tıpkı bir insan gibi. MELEK ADIBELLİ 9/A Kafan karışır o anda, Sonra aklına gelir bir anda, Ailen vardır yanında Tıpkı bir insan gibi. Umutla mücadele edersin Çözersin düğümleri. Tarih yazarsın dağlara, Tıpkı bir insan gibi. ELİF YAVUZ 9/A

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ SUDENAZ AKÇELİK 10/A Kırmızı Başlıklı Kız annesinin ısrarı üzerine hazırlanmış, büyükannesi için yapılan yemekleri sepetine koymuş ve ormana doğru yola çıkmış. Yolun yarısına geldiğinde büyükannesinin çiçekleri çok sevdiği aklına gelmiş ve onun için çiçek toplamaya başlamış. Pembe, mavi ve mor çiçekleri toplamayı bitirdiğinde karşısına çıkan Kurt onu ürkütmüş. Birkaç adım gerilemiş. \"Nereye gidiyorsun böyle küçük kız?\" Aklına hemen annesinin yaptığı uyarı gelmiş. Kurtların son zamanlarda insanları kandırıp yediğini ve bu yüzden onlara inanmayıp avcıyla iletişime geçmesini söylemiş annesi. Avcının evi buraya uzakmış eğer koşmaya kalkarsa Kurt onu yakalayabilirmiş. Anneannesine gittiğini söylerse de anneannesini yiyebilirmiş ama aklına gelen fikirle ona gerçeği söylemeye karar vermiş. \"Anneannem oldukça hastaymış. Annem ona yemek götürmemi söyledi. Oraya gidiyorum.\" \"Sana kestirme bir yol söyleyebilirim. Sol taraftan gidip mavi çiçekleri takip edersen daha hızlı gidersin.\" Kırmızı Başlıklı Kız, Kurt ile vedalaşıp mutlu bir şekilde yoluna devam etmiş. Kurt ise hain planlarla anneannenin evine doğru yol almış. Günlerdir aç midesini sonunda lezzetli bir şekilde doyuracağını düşünmüş. Kırmızı Başlıklı Kız, hızla ananesinin evine gidip durumu anlatmış ve hemen avcıyı çağırmışlar. Kurt, eve geldiğinde kapıyı çalmış. \"Kim o?\" \"Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.\" Sesini değiştirdiği için tanınmayacağını düşünüyormuş ama kapı açıldığı gibi avcı onun kafasına sopayla vurmuş. \"Ama ben anneanneyi yemek için geldim. Sen de nereden çıktın?\" \"Uzaklaş benden! Dışarıda başka yemek mi kalmadı? Nedir bu senden çektiğimiz! Krala yazdım ve cevap geldi. Artık senden kurtuluyoruz.\" \"Nasıl yani?\" Demek işim bitti, diye düşünmüş. Bunu kendisine ve arkadaşlarına yediremezmiş. “Aslında ben veganım.” demiş Kurt. Avcı, Kırmızı Başlıklı Kız'ın anneannesine bakmış ve her ihtimale karşı Kurt’u bir sandalyeye bağlamış. Vegan olup olmadığını doğrulamak için mutfağa gitmiş ve ona salata hazırlamış. \"Ellerimi bağladığınızı unuttunuz herhalde. Nasıl yememi bekliyorsunuz.” Kırmızı Başlıklı Kız, yerinden kalkıp onun ellerini çözmüş ve salatayı yemesine yardım etmeye başlamış. Kurt, iki çataldan daha fazla yiyemeyeceğini anlayınca vücudundaki son gücü kullanmış, ipleri koparmış ve Kırmızı Başlıklı Kızı bir çırpıda yutmuş. \"Ne yaptın sen? Seni kötü kurt!\" diye bağırmışlar. Anneanne üzüntüden ayaklanmış ve sandalyeyi alıp Kurt’u kovalamaya başlamış. Önde Kurt arkada anneanne koşarken arkalarından avcı geliyormuş. \"Hemen torunumu bana geri ver!\" \"Yedim onu, nasıl geri vereyim?\" 3

\"Eğer hemen torunumu geri vermezsen seni uçurumdan atarım!\" Uçurumun kenarında olduğunu anneanne söylediğinde fark etmiş Kurt ve geri dönmeye çalışmış ama işler umduğu gibi olmamış \"Tamam, tamam. Siz kazandınız. Beni kesip kızı alın.\" Avcı en sonunda ikisine yetişmiş ve soluklandıktan sonra Kurt’u tutmuş. Anneanne ve avcı, Kurt’u kıskıvrak yakalamışlar ve hemen köy doktoruna gitmek için yola koyulmuşlar. Köy doktoru, onları görünce önce şaşırmış ne diyeceğini bilememiş. Sonra; \"Evet, kim hasta ve hastamızın neyi var?\" demiş. Anneanne hemen lafa atlamış ve avcının konuşmasına engel olmuş. \"Torunumu yedi bu hain Kurt” demiş. Doktor şaşırmış fakat böyle şeyler olduğunu duyduğu için onları dışarı çıkarmış. Yaklaşık iki saatlik bir operasyon sonunda kızı sağlıklı bir şekilde kurtarmış. Kurt’un karnını diktikten sonra kızla birlikte anneannenin ve avcının yanına gitmiş. \"Hastamızın durumu iyi. Kırmızı Başlıklı Kız'ın da hiçbir problemi yok. Bu, nasıl oldu?\" Anneanne kısaca ona da anlatmış ve doktor oldukça şaşırmış. Aslında kafasına takılan şey Kurt’un Kırmızı Başlıklı Kız'ı yemesinden çok anneannenin nasıl bu kadar hızlı koşmasıymış. Dayanamayıp sormuş. \"Anneanne, sen nasıl bu kadar hızlı koştun?\" \"Aslında ben daha eskiden koşucuydum. Sonra çocuklarım olunca bıraktım bu işleri. Arada koşmaya çıkmak için ormanın ortasında ev aldım ama gördüğün gibi başıma gelmeyen kalmadı. Az daha torunumu bir daha hiç göremeyecektim.\" \"Bu arada siz nasıl Kurt’tan önce oraya ulaştınız?\" Bu sefer yanıt Kırmızı Başlıklı Kız'dan gelmiş. \"Kurt’un bunu yapacağını anladığım için hemen avcıyı telefonla aradım. O da bana kestirme bir yol tarif etti. Ben giderken avcı çoktan eve ulaşmıştı. Ben geldikten kısa bir süre sonra da Kurt eve geldi.\" Kurt odadan çıkmış ve yanlarına gelmiş. Üzgün bir şekilde üçüne de bakmış ve iç çekmiş. \"Yaptıklarımdan pişmanım. Lütfen beni affedin!” Avcı, bir Kırmızı Başlıklı Kız'a bir de anneanneye bakmış ve sormuş. \"Affediyor musunuz?\" İkisi birbirlerine bakmış ve aynı anda konuşmuşlar. \"Affediyoruz.\" demişler. \"Öyleyse ben de seni serbest bırakıyorum Kurt. Arkadaşlarına söyle bir daha insanları yemesinler!\" \"Söz veriyorum söyleyeceğim. Teşekkür ederim.\" Kurt, hızla oradan uzaklaşmış. Kırmızı Başlıklı Kız ve anneanne avcıya teşekkür etmiş. Kutlama yapmak için tüm köy halkını ormana davet etmişler. Kurtları da davet etmişler çünkü artık vegan olmuşlar ve insanlarla dostluk kurmuşlar. KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ ECRİN KIZILYOL 12/A … Kırmızı Başlıklı Kız, babaannesine giderken yanına kurnaz bir Kurt yaklaşmış. Kurt, onunla konuşmaya çalışmış. Kırmızı Başlıklı Kız, Kurt’tan daha akıllı ve kurnazmış. Kurt, onunla konuşmak istedikçe hiç cevap vermeden yoluna devam etmiş ama Kurt da onu takip ediyormuş. Kırmızı Başlıklı Kız, bu durumda babaannesine gidemeyeceğini bildiği için onu oyalayacak bir şeyler bulmaya çalışmış ve bir

değirmen görmüş. Hemen değirmene girip içerideki yaşlı adamdan dumanı arttırmasını rica etmiş. Yaşlı adam başta anlamamış ama kızın dediğini de yapmış. Kurt’un dumandan kaçtığını görmüş, sevinçle yaşlı adama sarılmış. Yaşlı adam, onun mutlu olmasına sevinmiş ve kıza bunu neden istediğini sormuş. Kırmızı Başlıklı Kız “Peşimde bir Kurt var.” demiş. Yaşlı adam hala anlamamış. “Peki, neden dumanı çoğaltma mı istedin?” “Kurtlar ateşten veya dumandan korkarlarmış. Beni takip etmemesi için sizden bunu istedim” demiş gülerek. Yaşlı adam, Kırmızı Başlıklı Kız’ın bu kadar akıllı ve zeki olduğunu anlayınca ona bir somun ekmek vermiş. Kırmızı Başlıklı Kız teşekkür edip geç olmadan babaannesine gitmek için değirmenden ayrılmış. Bir süre sonra, patikadan çıkarken babaannesinin sevdiği sarıpapatyaları görmüş ve onun için bir demet yapmış. Eğlenerek güle oynaya büyük annesinin evine varmış ve kapıyı çalmış. Babaannesi yataktan kalkamadığı için içeriden seslenmiş. “Kim o? Kapı açık gel!” demiş. Kırmızı Başlıklı Kız, içeri girip ona sarılmış ve elindeki sepeti masaya, çiçekleri de vazoya yerleştirmiş. Değirmencinin verdiği somun ekmeğini de mutfaktan aldığı tabağa koyup masaya koymuş. Babaannesi yatağın köşesinden torunun getirdiklerine bakmış ve çok mutlu olmuş. Kırmızı Başlıklı Kız, babaannesiyle konuşurken birden kapı çalmış. Kapı üst üste çalınınca babaannesinden seslenmesini istemiş çünkü Kurt’un yolu bulup gelebileceği aklına gelmiş. Babaannesi “Kim o?” diye seslenmiş. Kurt, sesini incelterek tıpkı torunu gibi konuşmuş ama torunu yanında olduğu için onun kim olduğunu anlamış ikisi de. Kurt bir süre bekledikten sonra kapı açılmayınca o da kızın evde olduğunu anlamış. O da Kırmızı Başlıklı Kız kadar kurnaz ve akıllıymış. Hemen evin çatısına çıkmış. Kapı açılıp dışarı çıktıkları anda önce kızı sonra babaanneyi yemeyi planlamış. O çatıya çıkmaya çalışırken Kırmızı Başlıklı Kız ve babaannesi hemen mutfaktaki kazanı dışarı çıkarıp içine sosisleri koymuş ve ateşte kaynatmaya başlamışlar. Su kaynadıkça sosis kokusu her yere yayılmış. Kurt “Bugün iyi günümdeyim. Hem sosis hem de iki kişiyi mideye indireceğim.” diye sevinerek başlamış inmeye çatıdan. Ama sevincinden etrafını görmemiş ve hızla inerken kazanın içine düşmüş ve çıkamamış kazandan bir daha. Kırmızı Başlıklı Kız’ın yaptığı plan, hem kendisini hem de babaannesini kurtarmış. Babaannesine hep akıllı ve zeki kız olacağına söz vermiş. KÖTÜ KURT SİMGE ARDA 10/D Bir zamanlar küçük mü küçük sevimli mi sevimli bir kız varmış. Herkes çok severmiş onu. Annesi ona kırmızı bir başlık dikmiş. Bu başlık kıza öyle yakışıyormuş ki gel zaman git zaman herkes ona “Kırmızı Başlıklı Kız” diye seslenmeye başlamış. İyi niyetli, uyanık ve zekiymiş. Annesi onu bir gün yanına çağırmış. “Benim Kırmızı Başlıklı Kızım, bu çörekleri ve bu çorbaya al, büyükannene götür. Büyükannen çok hasta.” demiş. Kırmızı Başlıklı kız \"Peki anneciğim!\" demiş. Sepeti almış yola çıkmış. Ormandan geçerken karşısına Kurt çıkmış.

\"Nereye gidiyorsun böyle Kırmızı Başlıklı Kız?” diye sormuş Kurt. Kurt, gözlerinden ateşler saçıyormuş. Kırmızı Başlıklı Kız, onun kötü niyetli ve aç olduğunu fark etmiş ve uzaklaşmaya çalışmış ama Kurt onun önünü kesmiş ve sorusunu tekrar sormuş. O da kendinden emin şöyle cevap vermiş. “Ormanın öbür ucunda oturan büyükanneme gidiyorum.” demiş. Kurt, işte bu çok iyi oldu hem kızı yer hem de büyükannesini mideme indiririm, diye düşünmüş ağzını yalaya yalaya ve hızla uzaklaşmış onun yanından. Kırmızı Başlıklı Kız da onun kötü niyetini bildiği için zehirli mantarlar toplayarak sepetine koymuş ve şarkı söyleye söyleye çiçek toplaya toplaya onu takip etmiş. Birden Kurt, tekrar onun yolunu kesmiş ve ona kestirme yoldan gitmemesini söylemiş. “O yol çok dikenli, oradan gitme!” demiş bir an önce ikisini de yemek istiyormuş çünkü. Kırmızı Başlıklı Kız ise tamam, diyerek şöyle demiş. “Yolda gelirken çok güzel mantarlar topladım, büyükanneme de götüreceğim. Tadı çok güzel, sen de yer misin? “ diye sormuş. Kurt açlıktan hemen kabul etmiş, onları yiyene kadar atıştırmış olurum, diye düşünmüş. Ama zehirli mantar hemen etkisini göstermiş, bir adım bile atamadan olduğu yere yığılmış Kurt. Kırmızı Başlıklı Kız, koşa koşa büyükannesini gitmiş ve büyükannesini ziyarete gelen avcıya her şeyi anlatmış. İkisi Kurt’un yanına gitmiş, Kurt ise yarı baygın şekilde yerde yatıyormuş. Kırmızı Başlıklı Kız, şöyle seslenmiş: “Kurt Kurt, kocaman ağzın var, neden? Mantarları daha iyi yiyebilmek için mi? “ demiş. Topladığı mantarlardan daha çok yemesi için Kurt’un ağzına tıkıştırmış. Kurt, birden ayağa fırlayıp Avcı ve Kırmızı Başlıklı Kız’ın elinden kurtulup koşmaya başlamış. Koşarken sürekli arkasına bakıyormuş, bu nedenle uçurumun kenarına geldiği fark edemeyince ayağı kaymış ve uçurumdan düşüp ölmüş. Kırmızı Başlıklı Kız ile büyükannesi de kötü Kurt’tan böylece kurtulmuş.

SENSİZ NİSA YAVUZ 9/A Evin kapısındaydı artık. İstemiyordu eve girmek, onun mis kokulusuyla yaşadığı evdi burası. Anahtarı bulmak için çantasını karıştırdı, sonunda anahtarı çantasından çıkarabildiğinde zaten sinirliydi daha da sinirlendi. Anahtarı yavaşça kapının deliğine soktu ve kapıyı açtı. Gelmişti işte eve, kaç gündür kaçtığı eve gelmişti. Paltosunu kenara fırlattı, anahtarı kapıdan çekti ve onu da paltonun üstüne attı. Kapıyı yavaşça kapadı. Artık içerideydi. Yürümeye başladı, yürüdü yürüdü sanki ayakları geri geri gitmek istiyordu. Ama artık kaçamazdı. Gözüne bembeyaz duvardaki tablo çarptı. Gözleri doldu ama ağlayamadı. Beraber ne hayaller kurarak yapmışlardı bu evi. Duvarları boyamışlardı, yeni mobilyalar almışlardı. Bu eski evi muhteşem bir eve dönüştürmüşlerdi. Koridorda ilerlemeye devam etti. Bu sefer vazodaki kurumuş çiçeklere daldı gözü. Bu çiçekleri o almıştı. O kadar sevinmişti ki gözü gibi bakmıştı çiçeklere. Çiçekleri verdiği an, gözlerinin önüne geldi. Gözlerindeki ışıltıyı, yanağındaki gamzenin çukurlaşmasını, yanaklarının al al olmasını, gözlerini kaçırmasını, utangaçlığını… O gözlere bir kere daha bakmak için nelerini vermezdi şimdi. Koridorda ilerlemeye devam etti, gelmişti şimdi odalarına. Elini kapı koluna uzatmak istedi ama canı acıyordu. Derin bir iç çekti, kapıyı açtı ve odanın içine göz gezdirdi. Onunla bir ömür yaşayacağı odadaydı artık. Pencere kenarındaki sandalyenin yanına doğru gitti ve oturdu. Hayatının bir anlamı dahi kalmamıştı işte. Gitmişti o. Bir daha onun sesini, kahkahasını, kokusunu duyamayacaktı. Bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Evden en sevdiği kıyafetleriyle çıkmıştı. Yemek yiyeceğimiz restorana gelmek için arabasına binmişti. Her şey yolundaydı ta ki deli gibi hızla giden arabayı fark edene kadar… Derin bir iç çekti ve gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. Az ilerdeki sahili görmeye çalıştı. Aklına geldi, onu ilk gördüğü yerdi orası. Yanlışlıkla çarpıştıklarında elindeki dondurmayı üstüne dökmüştü ve utançtan yanakları kıpkırmızı olmuştu. Sonra sürekli oturdukları o kafeyi düşündü. İşte o zaman takmıştı ona en sevdiği lakabı. Sapsarı saçları vardı, ona “bal kafa” demişti. O gün, itiraz etmemişti buna, sonra da onun için “bal kafa” oldu. Çok tatlıydılar o gün, çok eğlenmişler, çok gülmüşlerdi. Sanki yıllardan beri tanışıyor gibiydiler. Daha çift olmamalarına rağmen sevgili zannederdi dışardan gören herkes. Güneşin ışığıyla hayallerinden sıyrıldı. Bir anda sandalyeden yere indi, oraya çöktü. Bu sefer tutamadı gözyaşlarını, ağladı, ağladı. İşte hayattı bu. Bir daha hiçbir şeye değer vermeyecekti, ne sevdiyse alındı elinden hep. Belki de hiç kimseyi böyle sevmeyecekti bir daha. Yığıldı kaldı odanın ortasında.

BU ONUN ADALETİ IRMAK SORKAN 11/C New York’un 28 km uzağındaki Staten Adası’nda hareketli bir akşamdı. Polisler etrafını kuşattıkları ormandaki eve yaklaştı. İçlerinden biri kapıyı kırarak mahzenden içeri girdi. ‘’Kıpırdama polis!’’ sesleri duyuldu. İçerdeki genç adam sakin ve umursamaz şekilde ellerini kaldırdı. Polislerden biri hızlıca genci yere yatırıp ellerini arkasından kelepçeledi. “Richard Carrell, yedi cinayet ve kaçırmadan tutuklusun. Söylediğin her şey aleyhine kullanılabilir. Avukat tutma ve sessiz kalma hakkına sahipsin.’’ Genç, polis tarafından arabaya götürülürken diğerleri mahzene göz atmaya başladı. Duvarda asılı uzun keskin bıçaklar, kelepçeler, göz bantları ve çeşitli işkence aletleri vardı. Duvara dayalı duran iki tezgâh, tezgâhın karşısında kurumuş kanla kaplı bir sandalye vardı. Giriş kapısının karşısında büyük, genişçe, kasapların kullandığı tarzda bir derin dondurucu yerleştirilmişti. Dolabı açtıklarında içindekiler ve koku herkesin midesini bulandırdı. İçerde parçalanmış insan uzuvları vardı, kanlar cam şişelere konulmuş isim etiketleriyle sıralanmıştı. Hızlıca kapıyı kapatıp kendilerini dışarı attılar. Evin etrafına ‘Olay Yeri Girilmez’ şeritleri çekildi ve adli araştırma ekibi gelene kadar bir daha içeri girilmedi. O sırada genç de karakola götürülmüş, sorgu odasına konulmuştu. “Richard Carrell yakalanma sebebin yedi adamı kaçırıp öldürmek.’’ ‘’Evet, biliyorum. Hepsini ben öldürdüm ama hiçbiri için pişman değilim. Bana göre hepsi ölmeyi hak eden soysuzun tekiydi.’’ Sorgudaki polis şaşırdı. Genelde burada olan insanlar suçlamaları sonuna kadar ret ederdi. ‘’O insanları neden öldürdün?’’ ‘’Dedim ya işte. Hak ettikleri içindi.’’ ‘’Hak edip etmediklerini nerden biliyorsun.’’ dedi alay edercesine. Richard polise sertçe baktı. ‘’Masum olan kimseye bir şey yapmadım! Canını aldığım herkesin büyük günahları vardı. Adalet sisteminiz çocuk tacizcilerini, insanlara ve hayvanlara şiddet gösteren kişileri serbest bırakıyor. Ben ise onları yakalayıp sizin vermeniz gereken cezayı veriyorum.’’ ‘’İlk kurban kimdi ve nasıl öldürdün?’’ ‘’Robert Lowell. Kendisi yetimhane müdürüydü. Sırıtarak devam etti. ‘’Ben öldürmeden önce tabi.’’ *********** Genç saatine baktı. 01.30’du. Yetimhane müdürü her hafta aynı gün oradaki çocuklara şiddet uygulardı. Çocuklar ise korktuklarından kimseye bir şey diyemezdi. Richard arabasından çıktı. Sıkılmıştı beklerken. Tam o anda müdür bahçe kapısından çıkıp ufak arabasına yönelmişti. Hırkasının cebinden eterli bir bez çıkartıp adama doğru ilerledi. ‘’ Pardon, bir saniye yardımcı olabilir misiniz?’’ Robert tam hayır demek için arkasını dönecekken Richard, sağ koluyla adamın boynunu yakaladı, sol eliyle de bezi burnuna dayadı. Robert çırpınsa da kısa bir sürede bayıldı. Adamı sürükleyerek kendi arabasının bagajına attı. Kendi de arabaya binip şehrin biraz dışındaki evine sürmeye başladı.

Beyaz boyalı, tek katlı, bahçeli, sıradan görünümlü bir evdi. Robert’ ı girişi arka bahçede olan mahzene götürdü. Tahtadan bir sandalyeye kollarını ve ayaklarını bağladı. Karşıdaki tezgâhtan bir bez paçası alıp adamın gözlerini kapattı. Bayıldığından beri yaklaşık bir saat geçmişti yakında uyanırdı. Robert’ın önüne sandalye çekip oturdu. Birkaç dakika içinde adam uyanmaya başladı. Tamamen ayılınca kaçırıldığını hatırlayıp ellerini çözmek için çırpınmaya başladı. Richard konuşmaya başladı. “Çırpınmayı kes! Yetimhanedeki çocuklara yaptığın şeyler için buradasın. Bugün dünyadaki son günün.‘’ Adam titreyen sesiyle korkarak konuştu. ‘’Ne diyorsun sen? Ben hiçbir şey yapmadım.’’ Richard bir şey söylemedi. Tezgâha doğru ilerleyip bir bıçak aldı ve geri dönüp adamın eline dik bir şekilde sapladı. Adam acı bir çığlık attı. Richard yüzünü buruşturdu. Bıçağı adamın elinde bırakıp masaya döndü. Başka bir bez parçası bulup kurbanının ağzını kapattı. İkinci bir bıçağı da diğer eline sapladı. ‘’Artık ellerini kullanamayacağına göre o masum çocuklara zarar veremezsin.’’ Aynı işlemleri kollarına ve bacaklarına da yaptı. Robert’ten çok fazla kan akmıştı ve ağzındaki bezden dolayı boğuk çıkan sesiyle bağırıyordu. Richard seslerden sıkılıp son kez elindeki bıçağı Robert’ın kalbine sapladı. Cesedi mahzendeki dondurucuya koydu. Etrafa dökülen kanları zar zor cam şişelere doldurup dolaptaki cesedin yanına koydu. Cinayetlerini işlerken sesten veya kokudan endişelenmesine gerek yoktu. Evi şehrin dışındaydı ve ailesi yoktu. Kısaca, onu görmeye gelecek kimse olmadığından istediğini yapabilirdi. Ailesi(!) aklına geldi bir an. Babası her öfkelendiğinde sinirini ondan çıkartırdı. Richard 15 yaşına geldiğinde babası alkol komasına girip ölmüştü. Annesi ise onu doğurduktan sonra terk edip gitmişti. Kendi kendini büyütmüştü Richard. Dışarıdaki insanlara her ne kadar sempatik biri gibi gözükse de içi öfke doluydu. Kafasını iki yana sallayıp düşüncelerini dağıttı. Mahzenden çıkıp banyoya gitti. Temizlenip bilgisayarını aldı. Haftalarca araştırma yapıp seçtiği kurbanlarını gözlemlemişti. Robert bunlardan sadece biriydi. ********** Polis anlatılanları dinlerken bir yandan da not alıyordu. Ne kadar soğukkanlı gözükmeye çalışsa da dinledikleri midesini bulandırmaya başlamıştı. Richard yandaki bardaktan birkaç yudum su içti ve konuşmasına devam etti. ‘’İkinci kişi Alexander Drew. O herif sokak hayvanlarını döverek ya da arabanın arkasına bağlayarak öldürüyordu. Komşular şikâyet etse de adil kanunlarınızın(!) verdiği para cezasıyla kurtuluyordu. ‘’ ********* Saat sabaha karşı altıydı. Gün daha doğmamıştı. Bulunduğu sokak bomboştu. Birini kaçırmak için ne kadar güzel bir gün, dedi eğlenircesine. İçinden taşan bir mutlulukla uyanmıştı bu sabah. Sessizce Alexander’ın evine yaklaştı. Kapının kilidini kolaylıkla açtı. Yatak odasına giderek uyuyan adamın burnuna ve ağzına eterli bezini dayadı. Uyanmayacağına emin olduktan sonra ellerini ve ayaklarını bağlayarak arabasının bagajına attı. Eve vardıklarında saat çoktan yedi olmuştu. Mahzendeki duvara kollarını ve ayaklarını zincirledi. Odadaki kovaya su doldurdu ve adamın üzerine döktü. Suyun çarpmasıyla bir iki saniye nefes alamayan Alexander panikle uyandı. İlk başta nerde olduğunu anlayamadı. Tamamen ayılınca bağırmaya başladı. ‘’Sen kimsin lan? Ne işim var benim burada?’’ Richard, Alexander’ın yanına diz çöktü. Mullet tarzı saçlarından tutup kafasını geriye çekerken sırıtarak konuştu.

‘’Biliyor musun Alexie senin gibi insanlardan nefret ederim. Hayvanların sanki hiç canları yokmuş gibi öldürmenden bıktım. Alexie, bu gün dünyadaki son günün ve keşke hiç yaşamasaydım, diyecek kadar kötü bir sonun olacak.’’ Alexander bir şey diyemeden adamın ağzını bağladı. Ayağa kalkıp dondurucunun kapağını açtı. ‘’Bak! Sen de yakında bu arkadaşla dolapta olacaksın.’’ Richard, tezgâhtan küçük bir şırınga aldı. Psikopatça sırıtarak adama yaklaştı. ‘’Alexie, hadi bir oyun oynayalım. Ben şimdi sana biraz striknin enjekte edeceğim. Eğer 24 saat boyunca yaşamaya devam edersen sana panzehri veririm ve kazanırsın. Kaybedersen ne olacağını zaten biliyorsun.’ Alexander, striknin adını duyduğu gibi korkuyla bağırmaya ve elindeki zincirlerden kurtulmaya çalıştı. O maddenin ne kadar ölümcül ve can yakan bir şey olduğunu biliyordu. Kendi de hayvanların üzerinde bunu kullanmıştı zaten. Richard, Alexander’a yaklaşırken adam daha çok çırpınmaya başladı. Zorla kolunu tutarak zehri enjekte etmeyi başardı. Bir dakika kadar sonra Alexander kasılmaya başladı. Tüm vücudu titrerken bir anda dün yediklerini kusmaya başladı. Richard, zehri yüksek dozda verdiği için yaşama şansının olmadığını biliyordu. Beş dakikaya kalmaz Alexander ölecekti. Aradan biraz zaman geçtikten sonra parmakları ve dudakları tamamen morarmış yüzünün kalanı kulaklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. En sonunda nefessizlikten ve kasılmanın yaptığı yorgunluktan can verdi. ************ Sorgu odasındaki polis kusmak için dışarıya çıktı. Birkaç saniye sonra yerine başkası geldi. Sert çıkan sesiyle ‘’Nerde kaldıysan anlatmaya devam et.’’ dedi. ‘’O zaman üçüncü cinayetten devam edeyim. Kendisi altı yıldır evli olduğu eşine şiddet uygulayan biriydi. Sinir hastalığı vardı. Komşuları bile tehdit ettiği için polisi arayan olmamıştı. Zavallı kadın bazen yataktan bile kalkamazdı…’’ *********** Karşıdaki binadan tekrar çığlık sesleri gelmeye başladı. Richard sabırla bu tek taraflı dövüşün bitmesini bekledi. Yarım saat sonra çığlıklar kesildi ve David binadan çıktı. Her zaman içki satın aldığı markete gidiyordu. Richard, David’i takip etmeye başladı. Kimsenin olmadığı dar bir sokağa geldiklerinde elindeki levyeyle kafasına vurdu. Adam o kadar sinirliydi ki takip edildiğini bile fark etmemişti. Richard onu arabaya kadar sürükledi. Saat geç olduğu için sokakta kimseler yoktu zaten. Mahzende onun için hazırlamış olduğu çarmıha bağladı. David uyanana kadar kullanacağı aletleri temizledi. Arkasından tıkırtılar gelince adamın uyanmak üzere olduğunu anladı. Yanına yaklaşarak adamın ağzındaki bandı çıkarttı. ‘’Günaydın uyuyan güzel! Rahat uyuyabildin mi bari?’’ dedi dalga geçercesine. David sinirle konuşmaya başladı. ‘’Kimsin lan sen? Çöz beni yoksa doğduğuna pişman olursun.’’ ‘’ Burada üstün konumda olan benim. Ölmek üzere olan da sen. Kim kimi pişman edecek sence David?’’ Richard, David’in yüzüne sert bir yumruk geçirdi. ‘’Eşine yıllarca yaptığın işkenceler bitecek artık. Kadının sensiz ne kadar mutlu olacağını düşünemiyorum bile. Ama sen onun kadar şanslı değilsin David. Attığın her tokat için vücuduna bir kesik alacaksın. Tabii tam sayıyı bilemem ama canının çok yanacağı kesin.’’

Richard’ın sanırım öldürdüğü kişiler arasındaki en nefret ettiği David’di. Onun için fazlaca araştırma yapmıştı. David için ‘lingchi’ kullanacaktı. Bu kelimenin anlamı bin kesik ile ölüm demekti. Geçmişte çok ciddi suçlular için kullanılmış bir idam yöntemiydi. Richard’a göre David kolayca ölmemeliydi. Yaptıklarının bedelini ödemesi gerekiyordu sonuçta. David’in işkencesi saatler sürmüştü. Mahzen kan içindeydi ve arta kalan beden tanınamayacak hale gelmişti. Öfkesini anca çıkarabilen Richard ortalığı toparladıktan sonra evine gitti. *********** Richard’ın sorgusu uzun süre daha devam etti. Sorgu bittikten sonra nezarethaneye koyulan Richard, ertesi sabah mahkemeye götürüldü. Mahkemedeki polisler böyle bir suçlunun daha yakalanmasından mutluydu. İlk duruşma onunkiydi. Gazeteciler nasıl olduysa saklanmaya çalışılan bu olayı öğrenmiş ve yaymıştı. Toplumun bir kısmı böyle bir caninin idam edilmesi gerektiğini savunuyor, bir kısmıysa Richard’a hak veriyordu. Duruşma başladı, kanıtlar incelendi ve en sonunda hâkim bir karar aldı. ‘’Gereği düşünüldü. Richard Carrell işlediği cinayetlerin bedelini bir hafta sonra New York hapishanesinde elektrikli sandalyede idam edilerek ödeyecektir…’’ KARANLIK KORKU SİMGE ARDA 10/D Çok acıkmıştım. Karnımdan gelen sesler de buna şahitti. Eve geldim ve doğruca mutfağa yöneldim. Anneme spagetti makarna istediğimi söyledim. Annem biraz bekle, dedi. Ama sabredemiyordum, durmadan mutfağa gidiyor, yemek hazır mı, diye soruyordum. Spagetti makarnam hazırdı sonunda. Annem tabağı önüme koydu ve kıtlıktan çıkmış gibi yemeğe başladım. Karnımdan gelen sesler sustu nihayet. Doymuştum. Anneme, eline sağlık çok güzel olmuş, dedim. Annem de afiyet olsun Sahra, dedi. Tabağımı masadan kaldırıp lavabonun içine koydum. Evde yalnızdım. Annemle babam dışarı çıkalı bir saat olmuştu. Babamın iş arkadaşları ile buluşacaklardı. Ben de odama geçip biraz kitap okuyacaktım ki kapı çaldı. Kapıyı açmaya gittim. Kapıyı açmamla birlikte ışıklar bir anda kesildi, kapıdaki kişiyi göremiyordum, korkmuştum. Annem olsa, bana korkmamamı söylerdi ve seslenirdi, ama kapıda birinin olduğunu hissediyordum. KİMSİN? Korku dolu anlar yaşıyordum, tenimde bir sıcaklık hissediyor, ellerim titriyordu, daha önce bu kadar kötü hissetmemiştim. Her yer karanlıktı, hiçbir yeri göremiyordum. Kapıda kimse yok diyerek kapıyı tam kapatacakken bir ayak sesi yakınımdan gelmeye başladı. Birisinin yaklaştığını hissettim, kapıyı bulamıyordum. Her yer kapkaraydı. Kör olmuş gibiydim. Birden başımda bir el hissetim. ÇIĞLIK!! Bayılmıştım. Çığlık sesiyle kendime gelmeye başladım. Başım ağrıyor ama duyduğum çığlık beni daha da korkutuyordu. Bu ses nereden geliyordu? Yakındaydı ama karanlıktı göremiyordum. Ben neredeydim? Neler oluyordu? Ses kesildi ortalık derin bir sessizliğe gömüldü. Bekledim bekledim ama o çığlık sesi... NEREDEYİM BEN? Önce nerede olduğumu çözmeliydim. Bir anda sarsıldım. Dışarıdan korna sesleri geliyordu, arabadaydım... Daha sonra arabanın durduğunu hissettim ve bir anahtar sesi, hemen ardından ise kapı sesi, arabayı süren kişi arabadan mı çıkmıştı acaba?

Ellerimi bağlamışlardı, ayaklarım da bağlıydı ama gözlerim bağlı değildi. Bedenimi oynatmaya çalıştım küçük bir yerdeydim ama kımıldayamadım. Sonra karnımda bir baş hissettim, karnıma başını koymuş birisi mi vardı? Yanımda birisi daha vardı. Derin derin nefesini duyuyordum. Ve ona kimsin, diye sordum... Ben; \"Adelya.\" dedi. Ben de Sahra, dedim. Sonra bir sessizlik... \"Biz neden buradayız?\" dedim. Adelya ise \"Kaçırıldık…\" dedi sesi titriyordu, belli ki o da bu karanlık yerden korkuyordu. ÇARESİZLİK... Adelya ağlıyordu, canım çok acıyor, dedi ve bana seslendi. \"Yaralıyım, yaralı bacağım acıyor.\" dedi. Çaresiz bir şekilde düşünmeye başladım. Adelya 'ya nasıl yardım edebilirdim. Aklıma babamın arabada bana bagajdan arka koltuğu açmasını öğrettiği aklıma geldi. Ama ellerim bağlıydı, nasıl yapabilirdim? \"Adelya, ellerimizi çözmemiz gerek.\" dedim. \"Nasıl olacak?” dedi Adelya. \"Ellerimi başının üstüne koyacağım ve ipi dişlerinle çözmeni isteyeceğim, yapabilir misin?\" dedim. Adelya \"Ne gerekiyorsa yaparım.\" dedi. İpleri çözmeye başladı. Kurtulmamız için bunu yapması gerekiyordu. \"Sahra dişim kırıldı.” dedi Adelya. \"Evet, zor ama bunu kurtulmamız için yapmalısın.\" dedim. \"Haklısın Sahra.” dedi. Adelya elimdeki ipleri dişleriyle sonunda açmıştı. Hemen ellerimi arka koltuğun olduğu bölüme getirdim. Bunu karanlıkta yapabilirdim sadece arka koltuğun öne açılabilmesi için mandal gibi bir şey bulup onu çekmem gerekiyordu. Aradım ve buldum. \"Kurtulacağız Adelya.\" dedim. \"Sesiz olmalıyız.\" diyerek mandalı bulup elimle çektim ve koltuğu yavaşça öne doğru ittirdim. Bagaj aydınlanmıştı artık küçük yerimiz genişlemeye başladı. Arabada kimse yoktu, bu bize zaman kazandırırdı. Koltuğu ittirip arabanın içine geçtik bagajdan kurtulduk, etrafa bakındım kimse yoktu. Boş bir yoldaydık, ağaçlık bir yoldu. Adelya’nın yüzünü görüyordum. Gözleri yemyeşildi ama bakışları derin bir acı içindeydi. Yeşil gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Hemen Adelya’nın ellerindeki iplerini çözdüm. Bacağındaki yarayı görüyordum kötü gözüküyordu. Adelya ağlıyordu acıdan... Kanı durdurmak için gömleğimden kopardığım parçayı sağ bacağına sardım. Terlemiş ve yorulmuştum. \"Nasıl oldu bu?\" diye sordum. \"Geceydi, kaçmaya çalışırken ayağım bagajın kapısına sıkıştı.” dedi. Adelya kötüydü... Çaresizdik, çaresizdim. Adelya’yı sakinleştirip buradan kurtulmalıydık. KURTULUŞ Adelya biraz daha sakinleşti, sanki acısı dinmiş gibiydi ve bana seslendi. “Her şey için teşekkür ederim Sahra, daha iyiyim. \"dedi. İyi gözüküyordu buradan gitmeliydik artık. Etrafımızı kolaçan ettik birisi var mı, diye ama yoktu. Bu bizim kurtulmamız için bir şanstı. Hemen arabanın kapısını açtık, ormana doğru ilerlemeye başladık. Adelya’yı omzundan tutup yürümesi için yardım ettim. Adelya biraz dinlenmeliydi. Yoldan biraz uzak bir ağacın kenarına onu oturttum yavaşça. Yarasına baktım, yarasındaki kanama durmuştu ama yine de iyi gözükmüyordu yarası. Arabanın olduğu yere bakınca birisini gördüm. Olamaz bu bizi kaçıran kişi miydi? Ama ben bu kadını tanıyordum bu kadın babamın iş yaptığı kadındı...

Beni tanıyordu, beni tanıdığı halde niye kaçırmıştı, kafamda soru işaretleri vardı. Adelya’yı nereden tanıyordu? Adelya’ya kadını gösterdim, sen tanıyor musun, dedim. Adelya kadına baktı. “Ooolamazz !!!\"diye bir çığlık attı.. Ben bu kadını tanıyorum, bu kadın annemin en iyi arkadaşı, dedi. Kafamız iyice karışmıştı. Kadın panik halinde bizi arıyordu, etrafta dolanıyor, bağırıyordu. Daha sonra telefonla konuşup arabaya bindi ve gitti. Arabanın plakasını aklımda tutmaya çalıştım. Bir süre sonra bir polis arabası göründü. Kadını mı yakalayacaktı??? Adelya’yı kaldırıp hızla yola çıktık. Polis arabası görmüştü bizi. Polislere olanı biteni anlattım. Adelya hala ağlıyordu. Polisler hemen bizi hastaneye götürdü. Doktorlar Adelya’nın ayağındaki yaraya dikiş attı. Benim bir şeyim yoktu ama çok susamıştım, üç şişe suyu bir dikişte bitirdim. Kendime gelmiştim. Daha sonra polisler yanımıza gelerek; ailemizin telefon numaralarını istedi. Ailelerimizi arayıp bizim iyi olduğumuzu, hastanede olduğumuzu söylediler ve hastaneye gelmelerini rica ettiler. Bu arada, arabanın plakasını polislere verdim. Daha sonra annemin babamın hastane kapısından girdiğini gördüm, koșup onlara sarıldım, çok korkmuştum, onları görünce ağlamaya başladım. Adelya’nın anne babası da gelmişti Annem beni sakinleştirmeye çalıştı ve beni koltuğa oturtup polislerle konuşmalıyız, diyerek onların yanına gittiler. Bağırarak o kadını anlatıyorlardı, bizi kaçırdıklarını biliyorlardı Adelya’nın ailesi de. \"O kadın bizi arayıp kızınız elimde, dedi ve bizden para istediğini söyledi, biz de kabul ettik, o kadını tanıyoruz.\" dedi. Babam araya girdi. \"Onun ismi Mina, aynı işyerinde çalışıyorduk, çok borcu vardı .\" dedi. Biz iyiydik Adelya’yla vedalaşamadan eve döndük. Annem bana soru sormuyordu çünkü çok yorulmuştum, dinlenmek istiyordum. Çok da korkmuştum. Annem, sadece bana şöyle dedi: “Bir daha seni evde yalnız bırakmayacağız Sahra\" dedi. Gülümseyip peki anne, dedim. Biraz daha iyiydim sadece açtım, karnım ötüyordu korku dolu anları unutmak istiyordum. Ama aklımdan çıkmıyordu. Annem bana spagetti makarna hazırlamıştı, onu yiyip hemen uyudum. MEKTUP Olayın ardından üç ay geçmişti. Bizi kaçıranlar ise yakalanmıştı, o yüzden mutluydum. Sabah güneşin parlaması ve annemin Sahra, diye seslenmesiyle uyandım. \"Sahra Adelya’dan sana mektup gelmiş.\" Hemen yatağımdan fırladım, mektubu açıp okudum. “Her şey için teşekkür ederim Sahra. Senin sayende kurtulduk Bana çok yardım ettin, sen olmasaydın belki ben kurtulamazdım. Evinin adresini ise babam buldu. Aynı işyerinde çalışıyorlar biliyorsun ve adresi babandan almış. Tekrar teşekkür ederim en kısa zamanda görüşmek üzere. Adelya........... Artık çok daha mutluydum. Rahatlamıştım çünkü o gün Adelya’yla vedalaşamadan ayrılmıştık.

SONSUZ MAVİ IRMAK SORKAN 11/C Genç kız uyandığında ağlamaktan şişmiş gözlerini bir süre açamadı. Dün gece çocukluğunu hatırlamış, geri gelmeyecek anıları yad etmişti. Sert yataktan kalktı. Banyoya doğru yürürken ağrıyan beline söyleniyordu. Banyodayken koluna kaydı gözleri. Yara izlerinin çoğu geçmişti ama derin olanlar iz bırakmıştı. Bu tür yaralara alıştığı için artık acısını hissetmiyordu. Sırıttı. Hissizleşmek? Evet. Hissizleşmek doğru kelimeydi. Duyguları köreliyordu zaman geçtikçe. Duştayken ailesi geldi aklına. Ağlamamak için zor tuttu kendini. 18 Mayıs Pazar günü ailecek bir şeyler yapmak için arabayla evden çıkmışlardı. Ne yazık ki bu eğlenme işi yarım kalmıştı. Kırmızı ışıkta beklerken karşı şeritten gelen freni patlamış kamyon, onların arabasına çarpmış, ön taraftaki koltukları tamamen ezmişti. Kazadan kurtulan tek kişi kendisiydi. Diğer akrabaları onu istemediği için daha sekiz yaşında yetimhaneye verilmişti. Haliyle ilk zamanlar ailesini kaybetmenin hüznüyle tek başına hiçbir şey yapmadan oturur, ağlardı. Yetimhanedeki diğer çocuklar da en sonunda pes etmiş, onunla ilgilenmeyi bırakmışlardı. Zaman geçip acısı hafiflediğinde arkadaş edinmeye çalışmış ama diğer çocuklar tarafından olumsuz tepkilerle karşılaşmıştı. Ortaokula başladığında belki biri benimle arkadaş olmak ister ümidiyle sınıftakilerle konuşmaya karar vermişti. Çocuklardan birinin dediğini unutamıyordu. ‘Annem seninle arkadaş olmamı istemiyor, sen çok tuhaf birisin. Görünüşün hep hastaymışsın gibi…’ Başka insanlar tarafından duyduğu sözler onun canını çok yakmıştı. O da kendi içine çekilmişti. Kulaklarını tıkamış, gözlerini kapatmıştı. Artık insanlarla kendi isteğiyle konuşmuyordu. İnsanlar korkutucuydu. Bilip bilmeden yargılar, üzer, sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranırdı. Ama mavi öyle değildi. Mavi özgürlüktü, rahatlıktı, mutluluktu, en önemlisiyse mavi güvenliydi. Mavi yargılamaz, dinler ve yardım ederdi. Bu düşünceler nereden mi gelmişti? Çok basit. Annesinin ona verdiği eskimiş, yumuşak bir oyuncak ayıdan. Beşinci doğum gününde annesi ona şöyle söylemişti. ‘’ Eliz, bu oyuncağın adı Mavi. Kendisi biraz yaşlandı ama hala sana yardım edebilir.’’ Eliz şaşırmıştı. Neden bir oyuncaktan gelen yardıma ihtiyacım olur ki, diye düşündü. Annesi konuşmaya devam etti. ”İlerde ben yanında olmasam Mavi’ye sığınabilirsin…’’ Devamını hatırlamıyordu ama bu kadar söz onun Mavi’ye güvenmesi için yeterdi. Annesi yalan söylemezdi sonuçta. Duştan çıktığında okul saatinin yaklaştığını fark etti. Lise son sınıf olmuştu. Hala arkadaşı yoktu. Hala kimseye güvenmiyordu. Sakince hazırlandı. Yetimhaneden çıkıp yürümeye başladı. Yoldayken ‘’Keşke sonsuz maviliğin içinde yok olsam’’ diye düşündü ilk kez. Kalabalığı sevmezdi. Yalnızlık onun için daha uygundu. Dışarıdayken kimsenin yüzüne bakmaz, kimseyi dinlemezdi. Koskocaman dünyada tek başına olduğunu düşünürdü çünkü. Ona olan duyguların gerçek olduğuna inanmazdı. Okula giriş yaptığında kimse onu fark etmedi. Sessizce, insanların arasından hayaletmiş gibi süzülerek geçti. Sınıfa girdiğinde yine fark edilmedi. Herkes kendi

arkadaş grubuyla şakalaşıyor, hafta sonu ne yapacağını anlatıyordu. Normal bir hayat yaşayan insanlara özendi birden. Ne olurdu sanki sadece sıkıcı, monoton bir hayatı olsa. Yetimhane köşelerinde tek başına sürünmekten daha iyiydi kesinlikle. Dersler anlatıldı, teneffüslere çıkıldı, saatler sonra okul bitti ve öğrencilerin hepsi sevinerek evlerine doğru yola koyuldu. Yani nerdeyse hepsi çıkmıştı. Okul kapısından çıkmak üzereyken birkaç kişi önünü kesti. Gelenleri hemen tanıdı. Bunlar zaten kötü olan hayatını daha da kötüleştiren zorbalarıydı. Eliz, daha ağzını bile açamadan iki kişi onu kollarından tutup okulun yakınlarındaki eski binaya götürdü. Sonrası aynıydı, diğer günlerde olanlardan başka bir şey olmadı. Diğer kızlar onun görünüşüyle dalga geçtiler. Parasını alıp biraz da hırpaladılar. Eliz, tüm bu olanlardan o kadar bıkmıştı ki hiçbir şey yapmadan bu saçmalıkların bitmesini bekledi. Susmasından güç alıp onun başına bela oluyorlardı. Eliz, yaptıklarına her zamanki gibi bir tepki vermeyince aralarından biri konuştu. “Duydum ki yetimhanede yaşayan bir kızmışsın. Ne oldu? Yoksa ailen senin bu ruh gibi dolaşan halinden sıkılıp sokağa mı attı?’’ Diğerleri, bu sözlerle kahkaha atmaya başladı. ‘’Bizim ezik ailesiz miymiş? ‘’ “Tabi öyle olurdu zaten. Kim onun gibi birini çocuk olarak istesin ki?’’ Eliz bu kadar söze daha fazla dayanamadı. Duyduğu her kelime, ruhundaki yaraların sayısını arttırıyordu. Ailesi onun zayıf noktasıydı. İnsanlardan tekrar nefret etti. Aptal gibi bilip bilmeden konuşuyorlardı. Ellerinden kurtulup binadan ağlayarak çıktı, gözlerini kimseye göstermeden. Nereye gittiğini önemsemedi. Sadece her şeyden uzaklaşsa yeterdi. Bir süre sonra durdu. Etrafına bakındı. Eski bir köprüye gelmişti. Bu yol yıllardır kullanılmıyordu. Şehrin içine giden daha kısa yollar yapılmıştı. Demirlere doğru yaklaşıp mavi denize baktı. Tuzlu denizin kokusunu içine çekti. Ayaklarının altındaki suya bakarken tekrar özlemle doldu içi. On yıl olmuştu ailesini görmeyeli. Bitik vücudundan, yalnız olmaktan, hayatını bu şekilde yaşamaktan da nefret ediyordu. Her şeyi sonlandırarak ailesinin yanında olmak istedi. Ne yaptığını düşünmedi. Demirlere tırmandı. Son kez batan güneşe baktı. Gülümsedi, gittiği yerde istediği zaman izleyebilirdi zaten. Demirleri tutmayı bıraktı ve düşerken ki rüzgarı hissetti yüzünde bir iki saniyeliğine. Denize düştüğünde çırpınmadı hiç. Korkmadı veya paniklemedi. Aksine huzurlu hissediyordu. ‘’Keşke sonsuz maviliğin içinde yok olsam’’ diye düşündü son kez…

ÇANAKKALE’NİN KAHRAMANLARI ECRİN KIZILYOL 12/A “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünya da eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarsılmış ufacık bir karaya.” Bu Boğaz Harbi, dünyaya “Çanakkale Geçilmez”i öğreten yerdir. Mustafa Kemal’in ve Türk halkının mucize yarattığı yerdir. Siz, düşmanlar ülkemizi işgal etmek için dört koldan Boğaz’ı kuşatmaya başladınız. Bize, hiç kimse karışamaz, rahatça ele geçiririz, dediniz. Düşünmediniz ki Mustafa Kemal’in neferleri ve arkasında Türk halkı, sizi bu ülkeden kovmak için ölümü göze alacaklar. Siz, tepeden Marmara’ya geçmek için yol ararken biz, kadın erkek sizi bekledik. Yüzyılın en büyük savaşını başlattınız. “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer.” dedi Akif, savaşın şiddetini anlatırken. Düşman uçaklarından atılan bombalar askerlerin üzerine düştüğü anda el, ayak, kafa, göz binlerce uzuv etrafa dağıldı. Yardıma koşan askerler yüreklerinden şarapnel parçasıyla vuruldu. Dakikada yere düşen şehidin ardından kulak zarlarını patlatan haykırışlar, Allah’a sığınıp düşman üzerine yürüyen askerler, gözleri açık giden koca yürekli insanlar… Mermiler havada uçuşurken ailesinden kalan son fotoğrafı da delik deşik eden acımasız düşmanlar. Askerler geri çekildiği sırada, Mustafa Kemal inip atından; “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” dedi düşmana aman vermedi. Cihanın yedi düveli dikiliyor karşımızda. Vazgeçmeden korkusuzca, kocaman cesaretiyle inancıyla ve Mustafa Kemal’le savaşıyor yurdunu korumak için Mehmetçik. Anafartalar… Ama bilmiyorlardı ki Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal de oradaydı. Ve tekrar sesi yükseldi askerlerine; “Benimle beraber savaşan her asker bilmelidir ki tek bir adım dahi gerilememek, namus borcudur. HÜCUM!”

Mustafa Kemal’in bu sözünden sonra askerler, şehit olmak pahasına düşmanların içine hançer gibi daldılar. Akşama doğru savaş durmuştu ve Üçpınarlı Ali elinde sancağı ile şehit düşmüştü. Sancağı öyle bir kenetlemiş ki parmaklarının arasına elinden alamamışlar ve Ali’yi sancağa sarıp gömülen şehitlerin üzerine yatırmışlar. Düşman istediği sonucu elde edemediği için Seddülbahir Kalesi’ne ilk çıkarma denemesini yaptı. Bigalı Mehmet Çavuş 25 askeriyle direndi. Çatışma sırasında Bigalı Mehmet Çavuş’un silahı işlemez hale geldi. Kara kara düşünecek vakti yoktu. Vatanı için ortaya koyacağı sadece yüreği ve bileği kalmıştı. Silahını yere attı. Yanında bulunan taş ve istihkâm küreğine sarılarak düşmanla savaşmaya devam etti. Bigalı Mehmet Çavuş savaşırken başından yaralandı. Kan kaybından arada başı dönse de askerleri biraz durmasını istese de vatanı için kanı terine karışsa da öleceğini bilse de savaştı, savaştı… Nasıl bir inattı? Nasıl yaralarına rağmen bu kadar direnebildi? Savaştan sonra kendisine bu cesaretinden dolayı maaş teklif edildi ancak o, “Ben para için savaşmadım para için dövüşmedim. Vatanım ve milletim için dövüştüm.” dedi gururla. Düşman o kadar emindi ki Çanakkale’yi geçeceğine, İngiliz Komutan Londra’ya haber göndererek, “İstanbul’a varmamıza bir hafta kaldı. Artık Marmara turlarıyla ilgili biletleri satabilirsiniz.” diyordu. Ne biletleri satabildiler ne de Çanakkale’yi geçebildiler. Bu dönemin süper güçlerinin planı, Mehmetçiğin direnişi karşısında bozuldu. Mehmetçik Çanakkale’de geçit vermedi düşmana. Tarih 18 Mart 1915 Mecidiye Tabyası bombardımana tutuldu. Askerlerin tamamına yakını şehit düştü. Geriye Seyit Onbaşı ve Niğdeli Ali kalmıştı. Seyit Onbaşı beline kadar toprak altında Niğdeli Ali’ye topu göstererek “Kolayla!” dedi. Topun vinci bozulduğu için mermiyi elle yüklemekten başka çare yoktu ve Koca Seyit 215 kiloluk mermiyi sırtına yüklemeye çalıştı ancak mermi yağlı olduğu için elinden kaydı. Ardından elini üç kez toprağa vurup mermiyi bu kez kaldırmayı başararak vince koydu. İlk atışında Ocean gemisinin ön kısmına, ikinci mermiyi arka kısmına ve son mermiyi tam ortaya atarak gemiyi batırmayı başardı. Kan ter içinde bile kalsa gözlerindeki mutluluk çok net okunmaktaydı. Nasıl bir inançtı bu? Nasıl bir vatan sevgisiydi? Nasıl 215 kiloluk mermiyi böyle kaldırabilmişti? 18 Mart’ın bir diğer kritik noktalarından biri de Dardanos Tabyası’ydı. Orada da Üsteğmen Hasan’ın hikayesi yazıldı. Boğaz girişine hâkim olduğu için İngiliz ve Fransız gemilerinin ilk hedeflerinden biriydi. Tabya, top mermileri ile sarsılırken Üsteğmen Hasan sevinçli bir haber almıştı. Bir kızı olmuştu ve Mevki Komutanı Cevat Paşa hemen bir gün izinli olduğunu söyledi. Ama o komutası altındaki askerleri terk etmedi ve yoğun top atışı sonucu şehit oldu. O gün evine


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook