Sen okuyup büyük adam olacaksın, dedi annesi, babası. İyi bir meslek sahibi olacaksın dedi, öğretmeni. Oku, oku, oku, dedi akrabaları. Okudu, üfledi, püfledi tabi orta, lise derken bir de baktı üniversite. Ne olsam demedi, diyemedi. Ne olayım, dedi. Hadi, siz söyleyin. Polis olmak... Ölmeye niyetin var herhal- de. Arkeolog, mezarcı mı olacaksın. İşletme, kamu yönetimi, maliye... Aç gezmek istiyor- san yaz. Bak oğlum, evladım devlete at kapağı bırak bu boş işleri. Öğretmen ol, memur ol. Mesleği de hazırdı. Devlete kapak olacağı bir bölüme gitti. Sonra tabi memur oluverdi. Burada da sürüncemeleri devam etti . Bir iş yapacağı zaman hemen birinin yanına koşar acaba şöyle mi yapsam, derdi. Bir proje hazırlar, projesini nasıl yapacağını sorar müdürü- ne. Bu proje olmamış, bir daha hazırla. Sonra bir gün öğrendi ki yaptığı projeyi müdür yapmış gibi gösterip uygulamış. Üstlerinden yağlı ballı kaymak almış. Bizimki garip ne yapsın, kırdı dizini oturdu. Dediler ki bir araba al kendine. Hem yatırım olur ne yapacaksın bu parayı böyle. Ben bilmem ki eşlerim bilir. Arabayı başkaları aldı, parayı bizimki verdi. Al bu senin araban dediler. Dediler ama bizimki her gün sanayide. Bir gün kapısı, bir gün elektriği, bir gün, motoru... 51
Oğlum sen hep böyle bekâr mı duracaksın. Sana bulalım bir kadın evlen. Bir kadın buldular; kına, düğün... Parayı verdim düdüğü çalarım diyecekti, diyemedi. Düğün gecesi gelen kayboldu ortadan. Meğer dolandırıcıymış kadın. Ne var ne yok alıp kayıplara karıştı. Camiye gidip allah’a dua etmek istedi. İmam demesin mi “ kararlarınızı tek başına vermeyin.” Bu söz üzerine bıraktı tekli duayı ortak duaya katıldı. Âmin, amin, amin, herkese amin. Bitkindi, yorgundu artık ne yapacağını bilemedi şu ana kadar yine bilmiyordu. Sordu cemaatine: ne yapayım şimdi ben? Biz ne bilelim, kendi işini kendin yap, hep bizden her şeyi. Dang, dong... Kilise çanları çalıyordu kafasında. Çanlar benim için çalıyor. Şimdi masada bir tabanca bir şarjör var. Ölüm tek kurtuluş- tur artık. Şarjörü takıp kafasına dayayınca silahı televizyondan şu ses geldi: dur kardeşim, Azrail’in işini elinden alma. 52
HAYATINI ARAYAN ADAM Güneşin sarı sıcağı… Ağaçtan yoksun bu boz anadolu toprağı… Topraktan yapışmış dam evler… Köyün heybetini ve görkemini içerisinde barındıran bir tepe… Köyün çıkışında kasa- baya giden yolun olduğu tarafta ihtiyar bir adam büyükçe bir taşın üzerine oturmuş, kasabaya doğru bakmakta, gözlerini bir an bile yoldan ayırmamakta… Ağarmış, kırlaşmış saçları, kahverengi gözleriyle bu ihtiyar adam herhalde birini bekliyor diye düşündüm ilk önce. Yanına doğru yaklaşmama rağmen beni fark etmedi. Duyabilsin diye hafif öksürerek temas kurmaya çalıştım. Başını benden yana çevirdi bir an. Kırışmış yüzüyle asırlık bir ağacı andırıyordu. Biraz çekingen bir şekilde: —Selamun aleykum dayı! Hafif tebessüm ederek kısık bir sesle bana döndü: 53
—Aleykum selam evlat! —Sen bu köyden misin dayı? —He ya bu köydenim. Sen kimsin evlat? —Ben gazeteciyim. Buraları görmek için geldim. Köyünüz çok güzel. Seni burada görünce bir sorayım, dedim. Sen köy minibüsü- nü falan mı bekliyorsun? —Yok evlat! Ben hayatımı kaybettim yıllar önce. Onu bek- liyorum. Şu tepenin ardı sıra uçtu gitti. O gün bu gündür onu bekliyorum. Adamın bu sözleri beni bir anda etkilemişti. Merakımı gi- dermek için adamın yanı başına oturdum ve ilginç hikâyeyi ondan öğrenmek istedim. —Daha yirmi yaşlarındaydım. Onu ilk gördüğümde kalbim- den vurulmuşa döndüm. Bana öyle bir bakışı vardı ki beni benden alıyordu. Her gece rüyamda onu görüyordum. Onu hatırlamaktan yemez içmez olmuştum. Bir deri bir kemik kalmıştım. Kimse beni anlamıyordu. Bir gün babam yanıma gelerek artık evlenme vaktin geldi, dedi. O anda çok mutlu oldum. Nihayet sevdiğime kavuşa- caktım. Ama babama bunu söyleyemedim. —Niye söyleyemedin dayı? —Çünkü babam benim için bir kız bulmuş zaten. 54
Bunu bana söyleyince başımdan kaynar sular döküldü. Kimseye bir şey de anlatamadım. Babam kızı istemeye gideceğimi- zi söyledi. Ben de mutsuz mutsuz hiçbir şey söyleyemeden hazır- lanmaya başladım. Ama hala aklımda o kız vardı, zaten hiç çıkmamıştı ki… akşam oldu, isteyeceğimiz kızın köyü yukarıdaki köydeymiş. Sevdiğim kızı da o köyde görmüştüm. O yüzden heyecanlandım Belki son bir kez daha görürüm diye. Sonra köye vardık. Yaşlı adamla taşın üstünde otururken benim köye geldiğim araba geldi. Beni almaya geldiklerini düşünerek yaşlı adamın lafını kestim: —Dayı beni almaya geldiler. Seni dinlemek istiyorum. Hiç git- mek istemiyorum ama gitmek zorundayım. Yarın gelsem kaldığı- mız yerden anlatmaya devam eder misin? —Tabi evlat! Sen işine bak. Ben zaten sürekli buradayım. Yarın gel anlatmaya devam ederim. —Niye evine gitmiyorsun dayı? —Evime gitsem nolacak ki kimseler yok. Belki gelir diye bek- liyorum onu. Bunları konuştuktan sonra oradan ayrıldım. Şehre gitmek üzere yola koyuldum. Eve vardığımda yatağıma uzandım. O an o dayıyı e sevdiğinin adını neden sormadığım geldi aklıma. Düşündükçe heyecanın daha da arttı. 55
O köyle ilgili bilgi almak için gelmiştim ama daha güzel bir hikâye bulmuştum. Sabah olunca güneşin parlayan ışığı gözlerime dolmuştu. İşlerimi tamamladıktan sonra köye doğru yola çıktım. Köye vardığımda dayıyı yine o taşın üzerinde otururken buldum. —Selamun aleykum dayı! —Aleykum selam evlat! —Dayı dün ne sen bana adını söyleyebildin ne de ben sana. —Doğrusun evlat. Benim adım Hasan! —Benimki de Ahmet, Hasan dayı! —Nerde kalmıştık evlat! —En son köye varmıştınız Hasan dayı! —Evet evlat! —O kızın adı neydi dayı! —İlk başlarda bilmiyordum ama daha sonraları öğrendim. Anlatayım da dinle. Köye varmıştık. İsteyeceğimiz kızın evine vardığımızda bir de ne göreyim kapıyı benim günlerdir sevdasından öldüğüm kız açmasın mı? 56
Onu görünce nerdeyse sevinçten havalara uçacaktım. Bu ara- da kızın adı Leyla’ymış. Her gün Leyla ile bu taşın olduğu yerde buluşurduk. Ona kötü geçen günlerimi anlatırdım. O da hep beni düşünürmüş. Babası ona biri seni istemeye geliyor dediğinde çok üzülmüş, çok ağlamış. Ama beni kapıda gördüğünde mutluluktan ne yapacağını bilememiş. Onu istemeye gideli çok olmuştu. Bir ak- şam onlara gittik. Düğün gününü belirlemek için günü ayarladık. İki hafta son- ra evlenecektik. Ben ve leyla o günü iple çekiyorduk. Düğün günü geldiğinde kızı almak için köye gelmiştik. Oraya vardığımızda dü- ğün yerine matemle karşılaştık. Sonra yaklaşıp sorduk. —Ne oldu Hasan dayı? Leyla öldü mü? —Yok evlat yok. Leyla’yı kaçırmışlar. O gün ölmek istedim. Ben leyla’ma kavuşacakken leyla elimden uçup gitmişti. Kim, niye, niçin yapmıştı? Kimse bir şey bilmiyordu. İşte o gün bu gündür leyla’mı bu taşın üstünde bekliyorum. Bir gün gelecek biliyorum. Hasan dayı bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu. Onu görünce ben de ister istemez duygulandım. O gün buruk bir şekilde oradan ayrıldım. Anadolu’nun her bucağı böyle nice Hasanlarla doludur. Sevdası uğruna hayatından vazgeçen dillerde türkü olmuş nice Hasan… 57
ENGELSIZ YÜREK “İnanmak başarmanın yarısıdır.” derler ya ben de inancımı hiç yitirmemenin gururuyla takım seçmelerine katılmış- tım. Futbolda iyi miydim tam bilmiyorum. Zaten buna ben karar veremezdim. Ama futbolu seviyordum. Futbol oynayabilecek bir alanımız yoktu. Bazen sokak aralarında bazen boş arsalarda oynarız topumuzu. Hiçbir zaman pes etmiyor, düşsek bile tekrar kalmasını biliyor- duk. Takım seçmeleri için isim listesi hazırlandığında ben de heye- canla adımı yazdırdım. Belki seçilirim belki seçilmem. İsimler açıklandığı zaman heyecanla bekledim adımın okunmasını. Ama adım okun- madı. Düşündüm acaba neden seçmediler beni? Futbolla ilgili bek- lentilerimi bitirse miydim acaba? İçimden bir ses “hayır! Pes etme!” Dedi bana birden. O günden sonra daha çok çalıştım. Daha iyi oynamaya, seneye yapı- lacak seçmelere çalışıyordum. Yaz tatili olduğunda ailemle beraber babaannemlere gidece- ğimizi öğrendim. Buna çok sevindim. Hem bu sayede daha çok ça- lışıp takıma girebilirdim. Babaannemler köyde kalıyorlardı. Köyde çalışabileceğim alan daha fazlaydı. 58
Hem de köyün havası çok temizdi. Artık yol için hazırlan- maya başlamıştık. Ailemle beraber bir günlük yolculuktan sonra köye vardık. Babaannem bizi gördüğünde çok sevinmişti. Köyde kendimi daha enerjik hissettim. Buranın her şeyi doğaldı. Her gün çalışıyor, bazen babamla oynuyorduk. Günler çok hızlı geçti. Eve döndüğümüzde okulun başlamasına iki kalmıştı. Okul başlayınca yeni takım seçilecekti. Okulun ilk haftası seçmeler yapılacaktı. Seçmeler için hemen sıraya girdim. İsmimi yazdırdıktan sonra sıra ismimin açıklanmasına gelmişti. İsimler okununca benim ismim yine okunmayınca üzülerek kapıya doğru yöneldim. O esnada ismimin anons edildiğini duydum. Artık takıma girebilmiştim. Hayallerini kurduğum şey gerçek olmuştu. Bir hafta sonra okulda futbol turnuvası başlamıştı. Bunun için çok çalışmaya başladım. Çok çalışarak takımıma layık olmak istiyordum. Maç günü geldiğinde hepimiz el birliği ile sahaya dağıldık. İlk başlarda 1-0 yeniliyorduk ama daha sonra beraberliği sağladık. Peşinden ben de bir gol atıp böylelikle takımımız galip geldi. Daha sonra oynadığımız maçlarda da galibiyetler aldık. Önümüzde önemli olan bir maç vardı. 59
Canımız pahasına bu maçı almak için sahaya çıktık. Maç 2-2 beraberlikle devam ediyordu. Top benim ayağıma gelmişti. Maçın bitmesine az bir zaman kalmıştı. Kaleyi gördüğüm gibi var gücüm- le vurdum. Vurmamla stadyum bir anda sallanır gibi oldu. Gol ol- muştu. Önümüzdeki en önemli maçı da kazanmıştık. Herkes bizi başarımızdan dolayı tebrik ediyordu. Geri dönüş yoluna girmiştik. Maçı kazanmanın sevinciyle evimize dönüyorduk. Arabayla giderken yolda çok sis vardı. Sisten yolu görmek mümkün değildi. Arabamız yavaş yavaş ilerliyordu. Yolun ilerisinde bir virajı döndüğümüzde arabamız başka bir arabaya çarptı. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Birkaç gün sonra uyandığımda felakete uyanmıştım. Ayaklarımdan birinin olmadığını anladım. Artık koşamayacak, yürüyemeyecek, futbol oynayamayacak- tım. Ayağıma protez bir ayak taktılar. İlk başlarda buna alışmak çok zordu. Ama zaman içinde protez ayağa da alıştım. Şu anda protez ayakla maçlara katılabiliyorum. Bir parçamı kaybetmiş olabilirdim ama umudumu, hedeflerimi kaybetmemiştim. 60
SOĞUK Soğuk… Bu kelime bazıları için bir anlam ifade etmez. Onlar soğuk kelimesini sadece yedikleri ve içtiklerinde hissederler. Eski bir pikap kamyonun kömür kokan sırtında gidiyordu murat. Üzerinde kışlık montu, şapkası, atkısı, eldiveni vardı ama soğuk bu insanın içine işliyordu. Burnunun üzerine doğru sarkıtlar oluşuyor, eliyle onları kırıyor ama tekrar oluşuyordu. Yüzü utancından kıp- kırmızı olmuş sanılırdı ama soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Pikap oduncunun kapısına yanaştığında ayağa kalktı, pikaptan aşağı indi. — Ne kadar alacaksın? — Dört çuval yeterli olur. Ne kadar? — Dört çuvalın 100 lira eder. — Tamam yükle. Bunlar yarılmış değil mi? — Bu soğukta bunu bulduğuna şükret. Nolacak evde yararsın. — Tamam. Murat odunları yükledikten sonra tekrar atladı pikabın sırtına. Odunları görünce, “ şimdi bizim memlekette olsak bunlar beda- va.” diye geçirdi içinden. Odunlarla beraber evin önüne geldiğinde oduncu odunları attığı gibi pikabına binip kayboldu. 61
Çevreden bir sürü insan geçmesine rağmen hiç kimse mu- rat’ı görmüyordu bile. Murat odunları birer birer sırtlanarak kömürlüğe götürdü. Daha işi bitmemişti. Sobayı yakması için odun lazımdı. Evde bul- duğu keserle depoya çıktı. Güzelce odunları çıra gibi küçük küçük kesti. Biraz alarak eve geri indi. Evin içerisi buzhane gibi olmuştu. Murat önce birkaç kâğıt, sonra odunları güzelce dizdi. Soğuktan elleri kaskatı olmuştu. Zar zor kibriti çakıverdi. Kibritin alevini görünce murat ateşi bulmuş kadar sevindi. Sobayı tutuş- turduktan bütün vücuduyla sobaya yapıştı. İyice ısındıktan sonra odadaki masaya geçti. Masanın üzerindeki kitapları karıştırmaya başladı. Odanın içerisinde sıcaklık yavaş yavaş kendini belli ediyordu. Bir anda telefonunun çaldığını fark etti murat. — Alo, anneciğim nasılsın? — İyiyim iyi. Evdeyim. Ne mi yapıyorum. Ders çalışıyorum anne. — Yok, anne niye üşüyeyim. Burası soğuk değil o kadar. — Tamam anne. Kendine iyi bak. Görüşürüz. Murat odasının penceresinden dışarıya baktı. Okumak zorun- da olduğunu biliyordu, yokluğu da biliyordu. Annesine yalan söy- lemenin ve çaresizliğin hüznüyle gözlerinden iki damla yaş düştü. 62
AYNI SAATTE AYNI YERDE Öğle vakti… Güneşin ışıklarını daha bir hararetle dünyaya saldığı, “insanlar ben de burdayım. “ Dediği zamanlar… huzurevinin kapısındaki yılların kurdu çınar ağacı yapraklarını gü- neşe inat hışırdatmaya devam ediyor. Güneşe karşı rüzgâr yetişmiş imdadına yaşlı çınarın. O da yapraklarını göstere göstere teşekkür ediyor rüzgâra. Yaşlı çınar ağacının dibindeki belediyenin huzur bulsunlar diye armağan ettiği, bilmem ne belediyesi yazan bank… üzerinde ağaçla aynı yaşta olduğuna kendini inandırmış, kar beya- zı saçları, yılların izlerini taşıyan kırış kırış olmuş yüzüyle hüseyin amca oturuyordu. Bir elini sadık yareni olan bastonuna, diğer elini dizine ver- miş etrafı seyrediyordu. Benek benek olmuş elleri titredikçe, ağarmış gözleriyle bir yeri gösteriyordu sanki. Ağzından tek bir söz çıkmasa içinden çok şeyler dediği belliydi. Bazen bir kaptan edasıyla bir parmağını ileri doğru uzatıyor, karşısındaki gölgeyi gösteriyordu. 63
— Sen de gördün dimi? Orada bak, elini sallıyor. İşte orada görmedin mi? — Ben hiçbir şey görmedim. Nerede hani. — İşte orda sersem bunak. Kapını orda bize bakıyor. — Tamam, şimdi gördüm. Her gün geliyor mu böyle? — Her gün… her gün geliyor. — Niye girmiyor peki içeri? — Bilmiyorum, sadece kapıdan bana bakıp gidiyor. Olsun bu da bana yeter. Bak koca ağaç ben çok çalıştım, çok çile çek- tim. Yedi evladım oldu. Yedisini de büyüttüm, iş güç sahibi ettim. Evlendirdim. Sonunda önce en büyük dayanağımı kaybettim. Sonra da evlatlarım kimin bakacağına karar veremediler, beni bu- raya bıraktılar. Bir baba yedi evlada, yedi evlat bir babaya meselesi anlayacağın. O günden sonra da ne arıyor, ne de soruyorlar. Bir tek o geliyor işte. İçeri gelsin, gelmesin önemli değil. Arada uzaktan da olsa bana baksın bu bana yeter. — Hüseyin amca, hüseyin amca! Hüseyin amca hafif yana kıvrılmış boynunu doğrultarak gö- zerini araladı. Karşısında kendi hizmetlerine bakan hemşire vardı. — Hüseyin amca, yine dalmışsın bura da. Haydi, içeri gidelim. — Tamam, kızım gidelim. Bugün yine geldi. 64
— Kim geldi hüseyin amca. — O işte. O geldi. Hüseyin amca bunları söylerken bir parmağıyla kapının oldu- ğu eri gösteriyordu. Hizmetli kapını olduğu tarafa bakınca kimseyi göremedi. Tebessüm ederek hüseyin amcaya baktı: — Kimse yok ki orda amca. Neyse hadi gidelim. Hüseyin amca ile hizmetli içeriye doğru giderken huzurevinin kapısında elinde çiçeklerle bir çocuk belirdi. Uzun saçları, genç ve aydınlık yüzüyle güvenlik görevlisine yaklaştı. — Bakar mısınız? Güvenlikçi onu pek dikkate almayarak: — Buyur kızım. — Şu çiçekleri az önce içeriye giren yaşlı amcaya verir misiniz? — Veririm de kim gönderdi derse ne diyeceğim? — Siz verin kâfi. O beni tanır. — Tamam. Güvenlikçi, oturduğu rahat koltuktan biraz üşenerek kalka- rak huzurevinin içerisine girdi. Hüseyin amca içeri de kendisi gibi kader mahkûmlarıyla beraber oturup dertleşiyordu. Güvenlikçi işinden memnun olmayan türkiyeli tavrıyla hüseyin amcaya doğru yanaşarak çiçekleri uzattı. 65
— Hüseyin amca bunlar senin. Biz kız bıraktı. Sen ver o beni tanır, dedi. — Sağ ol evlat. Hüseyin amca çiçeklerin üzerinde yazan kâğıdı okuduğunda gözlerin yaşlar çiçeği üzerine akmaya başlamıştı. — Yarın yine aynı saatte dedeciğim. 66
SANAL AILEM — Söylesem mi acaba? Böyle deyip de içimi çekiverdim. Etrafıma baktım iyice kendi sessizliğimde oturuyordum ama etrafımın çok kalabalık olduğunu anladım. Öncelikle sağ yanımda oturan yeni model, yaklaşık fiyatı 3-4 bin lira olan aile üyemle başlayayım anlatmaya. Kendisi şu an kocaman bir ekran içerisinde instagram’la konuşuyor. Bugün bir fotoğraf atmış arkadaşına. Şimdi kimler beğenmiş, kimler beğen- memiş önce oradan başlayalım. Kimler hikâye paylaşmış acaba? Şimdi de kimler açık ona bakayım. Hemen karşımda 5-6 bin değerinde kendisi bir dizüstü olan aile üyem oturuyor. Kendisi şu an arkadaşı youtube’a bağlanmış. Müziğin rit- miyle bir o yana bir bu yana sallanmakta. Diğer tarafımda ise 120 ekran televizyon ailem, kol- tuğuna iyice kurulmuş dizilerini izlemekte. Dizide ağlama, gülme, ölme, dirilme her şey var. Ama televizyon ailemde tek hareket yok. Put gibi oldukları yerde duruyorlar. Arada sırada nefes alış verişle- rini duyuyorum. Bu sayede yaşadıklarını anlıyorum. 67
Benim ailem tam otomatik çalışıyor aslında. Elektrik kesintisi hariç hiçbir zaman duraksama yapmazlar. Gözleri, beyni öyle uyum gösteriyor ki belli bir zaman sonra ister istemez ben de o dünyanın içine giriyorum. Ortama ters olan bir hareket yapmam yasak olduğu için öylece bekliyorum. Şimdi bir şey söylesem: — Bir dur şimdi sonra anlatırsın, diyecekler. Ben de bunu bildiğim için tam otomatik moduna alı- yorum kendimi. Sentetik 30 derece yıkama 1 saat 20 dakika sonra bitecek. Başla… günümüz neredeyse her gün böyle geçiyor. Çok önemli bir şey olmadıkça birbirimizle görüşmüyoruz. O önemli şeylerde yemek, yatmak, okula gitmek… Bugün aslında her zamankinden önemli bir gün… bugün beni dinlerler diyordum. Bekledim, bekledim. En uygun anı kolla- dım. Baktım televizyonda reklamlar başlamış, bilgisayar kapana- cak gibi, telefonun şarjı bitiyor. — Ben bugün karne aldım. Anne— Şu kanalı değiştirsene. Baba— Tamam. Kardeş— Nerde şarj makinem benim? Kardeş— Şu dosyayı indirsem mi acaba? — Ben de çok bağımlı oldum. Çık artık şu gerçek dünyadan. 68
SUYUMUZ KAN KAYBEDIYOR Ağaçlar yanaklarını aşağı sarkıtarak suyun dudaklarına kendini bırakıvermişti. Arada bir silkinen akasya ağaçları allı pullu yapraklarını suyun üzerinde gezdiriyordu. Taşlar suyun tokadına kendini bırakmış, yedikçe adeta keyifleniyorlardı. Gözlerden uzakta göğün mavi derinliklerinde yaban ördekleri suyun ayak izlerini takip ederek bir ileri bir geri gösteri uçuşu yapıyordu. Suyun içerisinde balıklar neşeli ayaklarını vurarak nehrin benzersiz ezgisine eşlik ediyordu. Uzun boylu ve kalın gövdesiyle geçmişi bizlere hatırlatan kavak ağacının gölgesinde yosun tutmuş bir kaya parçasının üze- rinde oturuyordu ali. Su kayanın köşelerini adeta bir heykeltıraş gibi nakış nakış işlemiş, benzersiz şekiller ortaya çıkarmıştı. Ali elindeki çubuğun ucuna bağladığı misina ipini yavaş yavaş açmış, evden getirdiği ciğerleri misinanın ucundaki kancaya takmıştı. 69
Önceden taşların altından solucan toplar getirirdi ama bazı arkadaşları ona tavuk ciğerinin daha iyi olduğunu söylemişlerdi. O da bu sefer hazırlıklı gelmişti. El yapımı oltasını hazırladıktan sonra suyun içerisine bırakıverdi. Bundan sonrası sabır, tahammül ve bekleme vaktiydi. Oltayı bir oyuğa iyice sıkıştırdıktan sonra iki elini ensesine dayadı. Bacaklarını bükerek keyifle kavak ağacının gölgesinde beklemeye başladı. Bu bekleyiş dünyadaki hiçbir şeye benzemezdi. O anda sadece suyun size sunmuş olduğu konseri dinliyor, onun dışında bütün seslere kendinizi kapatıyorsunuz. Ali, misinanın sallandığını görünce hemen oltayı yukarı çekti. Oltanın ucunda parlak puluyla bir balık solungaçlarını aça kapata kancadan kurtulmaya çalışıyordu. Ali, kancanın ucundan balığı çıkararak evden getirdi- ği bidonun içine attı. Daha sonra tekrar ciğeri takarak oltayı suya bıraktı. Bugün sandım iyi diye düşündü içinden. Ali, balığı yemek değil de tutmayı çok seviyordu. Balık tutmak ona göre özgür olmak demekti. Yaşam kaygısından, geçim derdinden, evin dırdırından ancak böyle uzaklaştığını düşünüyor, fırsat bulduğunda kendini balık avında buluyordu. 70
Ali, her oltayı çektiğinde bir balık geliyor, balıkları aldığı gibi bidonun içine bırakıyordu. Nehir öte yanında güneşin boynunu bükerek dünyaya veda ettiğini gördüğü anda artık gitme vaktinin geldiğini anladı. Önce oltasını bir güzel topladı, sonra bidonunun ve oltasını alarak nehrin üst yanındaki yoldan evine doğru yola çıktı. Ali oltasını alıp nehrin üst yanına geldiğinde güneşin gülümseyen yüzünü ilk defa göremedi. Güneş bulutların ardına gizlenmiş, adeta bir şeylerden ka- çıyordu. Nehre baktığında suyun artık bütün damarlarını çekerek kan kaybettiğini gördü. Önceden coşkun akan suların artık coşkun akan kolları kesilmişti. Sular artık neşeyle taşlara vurmuyor, balık- lar yüzgeçlerini suyun içerisinde savurmuyordu. Ağaçlar yanakları- nı sulara değdirmez olmuştu. Ali, suyun neden buralardan hicret ettiğini anlamaya çalı- şırken nehrin sularında acı bir feryat duyuldu: sayın bölge halkı, nehrin bulunduğu bölge hes alanıdır. Can ve mal güvenliğiniz açısından nehre girmek ve balık tutmak yasaktır. Ali, oltasını yanına alarak geldiği yoldan ağır usul geri döndü. Giderken kulaklarında hala aynı ses yankılanıyordu. 71
YALAN MI YANMIŞ MI HAYATLAR Sabahın o erken saatinde sizi sarıp sarmalayan yataktan kalkmak bir hayli zor geliyor insana. Sanki üzerinize çığ düşmüş de orada kalmış gibi oluyorsunuz. Sonra yavaş yavaş silkinerek kalkış ve atağın içinde anlamsızca yerdeki halı desenlerini sayma faslıy- la devam eden uzun serenat… Annem tam böyle bir esnada beni yatağımdan kaldırır, ondan sonra biraz desenleri saymama müsa- maha gösterirdi. Yataktan kalktıktan sonra annemin serdiği sofra örtüsünün üzerindeki sofraya bağdaş kurup otururdum. Sofrada tasa konulmuş zeytin, köy iş peyniri, köy ekmeğini yedikten sonrada üzerine çayımı içtikten sonra yola düzülürdüm. Evimizin köyün öbür yaka mahallesinde kaldığı için okul servisi bu yana gelmezdi. Annem her gün eline değneğini alır, be- nim çantamı sırtlanır benimle beraber dört beş kilometrelik yolu yürürdü. Anneme yolda mahallenin diğer üyeleri de eklenir, imece hesabı bizi adrese telim ederlerdi. Buralar karın çok ağdığı yerlerdi, bazen kar öyle yağardı ki sabah uyandığımızda bembeyaz örtü evi- mizin saçaklarına uzanırdı. 72
Karın yine doğada hâkimiyetini kurduğu bir günde annem ve ben yola çıktık. Kar örtüsü dizlerimize kadar geliyor, kara bas- tıkça ayağımızın kaybolduğunu hissediyorduk. Annem beni ardına katıp köyün diğer talebeleri ile beraber bizi okula yetiştirmeye gayret ediyordu. Karın yağması bizim için eğlence kaynağıydı, karda izini bırakmak ayrı bir güzellikti. Yüzümüz soğuktan kırmızıya keser, el- diven artık işe yaramaz olurdu. Annem servisin kalkacağı yere gel- diğinde bizi hanın içerisine sokardı. İçeri de ellerimizi, ayaklarımızı çıkarttırır, sobanın önünde bizi gayrinizami bekletirdi. Servis gele- ne kadar iyice sobanın önünde ısınır, soğuğun acısını unuturduk. Ayağınızı ve elinizi sobaya ilk yanaştırdığınızda duyduğu- nuz acı sizi acıdan kıvrandırsa da bu işkenceye dayanmak zorun- daydınız. Gözlerimden yaşlar gelircesine sobanın verdiği o sıcak acıya dayanmak zorundaydım. Ben ağlarken anneme bakar; onun vakur ve kararlı duruşunu gördükçe başımı yere eğerdim. Bütün zorluklara rağmen annemin yüzünün güldüğünü gördükçe ben de tebessüm eder, annemin neşesine ortak olurdum. Servis geldiğinde hepimizin araba atlardık. Annem bizim gittiği- mizi gördüğü anda değneğini eline alır, geldiği yoldan tekrar geri dönerdi. Arabanın arkasına geçerek arabanın buğusunu siler, an- neme son bir defa daha bakardım. 73
Anne nereye gidiyorsun, beni bırakma! Gözyaşları içerisinde bunları anlatırken o günlerin hala gözünde tüttüğü belli oluyor- du. O günler çok sıkıntı çektik, gidecek yolumuz, yiyecek aşımız yoktu doğru dürüst. Ama annem bize bunları hissettirmedi hiçbir zaman. Ben o günleri değil de o günlerdeki sevgiyi, saygıyı, saflığı arıyorum. Ben o sobanın başında ayağını acıya rağmen hep bera- ber ısıtan çocukları, sıkıntıya rağmen tebessümü bırakmayan anne, babaları arıyorum. Oradan ayrılırken yüksek kaldırımlı yolların ve insana te- peden baka binaların arasında gerçekten böyle bir dünya var mıydı demeden kendimi alamadım. 74
DENIZE NASIL GIDERIM? Arnavut kaldırımların daha değiştirilmediği bir gün, daha seçim rüzgârları sokakları kavurmamışken alt sokaktan pulla- rını savura savura bir balık, etrafa anlamsız bakışlar atarak geliyor- du. Bakışlarını ilk kestirdiği adama dikerek adama doğru yaklaştı. Kafasını yere eğmiş çevreyle bağlantısını koparmış adam, yanına bir balığın geldiğini önce fark etmedi. Balık adama yaklaşarak: — Denize nasıl giderim, diye sordu. Adam bu sesi duyunca irkilerek etrafına baktı ve karşısında bir balık görünce önce korktu: — Sen kimsin ya, diye bağırdı adam. Demesi ile ardına bile bakmadan kaçması bir oldu. Balık adamın ardına bile bakmadan kaçmasına bir anlam vere- meden diğer adama yöneldi: — Denize nasıl giderim acaba? Bankamatikten parasını çekme telaşına giren adam, bu sesi duymadı bile. — Versene oğlum paramı. Alırken yavaş değilsin ama. 75
Balık bir kez daha şansını denemek istedi: — Denize nasıl giderim acaba? Adam bu sefer sinirlendi: — Biz s… git başımdan. Balık anlamlandıramadığı bu tepkiden sonra adamın yanından uzaklaşarak aşağı tarafta marketten çıkan birini gördü. Yanına yak- laşarak ona da sordu. Elindeki poşetlerle marketten çıkan kadın dalgın dalgın yürüyordu. — Denize nasıl giderim acaba? Kadın balığın sorusunu duymamıştı bile. Dalgın dalgın gidiyor hem de kendi kendine konuşuyordu. — 100 Lira verdim. Aldığım şeylere bak. Maaşım arttı artma- sına da her şeyin fiyatı da arttı. Anlayacağın bizim maaş uçtu gitti. Balık, kadının bu konuşmalarından hiçbir anlamamış ki ellerini iki yana savurdu. Karşı tarafta kitap okuyan bir adam gördü, ona yaklaştı. — Denize nasıl giderim acaba? 76
Adam, okuduğu kitabın arasına kalemini bırakarak balığa doğ- ru baktı: — Deniz mi? Deniz bu memleketi terk edeli çok oldu. Sen yan- lış yere geldin. Balık gencin bu sözlerini duyunca morali iyice bozuldu. Yüzgeçlerini aşağı doğru indirerek karşı taraftaki balıkçı tezgâhına doğru usul usul ilerledi. 77
FINO Uçuşan cam kristaller, süslü abiye, çiçekli bir gelin tacı takınmış, özel taranmış saçlar, çakır bir edayla çalım sata sata yü- rüyen süs takısı… gözleri alabildiğine gülen, çevresindeki gözleri görmeyen, boynuna geçirdiği kolyesiyle sahibiyle aynı ritimde yü- rüyen fino… — Canım benim, canım aşkım. Kucağına aldığı yavrusunu öpüp koklayan bir anne gibi finonun suratını öpüyor, fino da aynı içtenlikle annesinin yüzünü dilini çıkara çıkara öpücüklere boğuyordu. Günümüzde gayet tabi hale gelen bu durum karşısında be- nim merakımı celbeden tabi ki sahibiyle fino arasındaki duygusal bağ değildi. Onlar bu sevgiyle birbirlerine sarılırlarken az ötede elbise- sinin kiri yüzüne yansımış bir çocuk çekine çekine onlara doğru yaklaştı: — Abla mendil alır mısınız? Finonun sevgisinden gözleri görmeyen sahibesi finonun çığ- lığıyla kendine geldi. 78
— Yok, istemiyoruz hiçbir şey. Korkma yavrum korkma. Bulunduğu duruma alışmış olan çocuk, hiçbir şey deme- den yine aynı istikamette yoluna devam edip başka kişilere doğru kendini yöneltti. O sırada fino sahibinin kucağından inip beledi- yenin çam ağacının dibine göğsünü gere gere pislerken sahibi de onun bu tavrına: — Aferin yavrum, diyerek alkış tutuyordu. Çocuğu yanıma çağırıp bir mendil alarak bu manzaradan başka bir manzaraya doğru yürümeye başladım. 79
ÖZGÜRLÜĞE TAKILAN KANATLAR Rüzgâr, doğadaki en güzel şarkısını söylüyordu bugün. Önce hafif bir ritim tutturuyordu çiçekler, ardından ağaçlar arttı- rıyorlardı tempoyu. Sırasıyla kuşlar, böcekler, taşlar bütün doğa eşlik ediyordu bu eşsiz konsere. İki küçük çocuk, saçlarını rüzgârın ahengine bırakmış, gülümseyen yüzleriyle ellerindeki ip kendileri- ni nereye sürüklerse oraya gidiyorlardı. Bulutlarla kaplı gökyüzün- de iki uçurtma, birbirleriyle yarışırcasına bir ileri bir geri savrulup duruyorlardı. Uçurtma, çocukların en sevdiği kahramanlarıdır. Çocuklar öteden beriden buldukları iki üç parça tahtayı birleştirmişler, üzer- lerine iki çocuk çizmişlerdi. Bir uçurtma çok mutluyken diğeri onun kadar mutlu görünmüyordu. Mutsuz olan uçurtma diğerinden daha ilerilere uç- maya çalışıyor ama kendine bağlanmış zincirler müsaade etmiyor- du. Derken küçük bir kuş uçurtmaların etrafında süzülmeye başla- dı. Hem rüzgârın çılgın dansına ayak uydurmaya çalışıyor hem de uçurtmalara bakıyordu. 80
— Sizin gibi kuşlar hiç görmemiştim daha önce. Mutlu olan uçurtma küçük kuşa bakarak ona cevap verir: — Biz uçurtmayız kuş değil. — Nasıl uçuyorsunuz peki kanatlarınız da yok. — Rüzgâr sayesinde. Rüzgâr var oldukça biz de uçabiliyoruz. — İlginçmiş. Demek ki özgürlüğünüz başkasının ellerinde. — Öyle sayılır. Sen nereye gidiyorsun küçük kuş. — Özgürce uçabileceğim diyarlara. Kanatlarım olduğu süre- ce istediğim yere gidiyorum. Hadi size güle güle. — Güle güle küçük kuş. Mutlu uçurtma küçük kuş gittikten sonra arkadaşına bakar. Arkadaşının yüzünün asık olduğunu görünce sorar: — Neden üzgünsün? — Nasıl üzülmeyeyim baksana. İplerimiz uzun olduğu süre- ce buradayız. Birazdan belki yerlere düşüp sürükleneceğiz. — Ne yapabiliriz ki bizler uçurtmayız. — Bilmiyorum acaba bizi tutan zincirler çözülse nolur diye düşünüyorum. Acaba o kuş gibi biz de özgürce uçabileceğimiz yer- lere gidebilir miyiz? 81
— Gideriz herhalde ama bu sadece bir hayal. Çocuk yanındaki arkadaşına yaklaşarak ona seslendi. Sesini gür bir şekilde çıkarıyordu, sanki rüzgârın da duy- masını istiyordu: — Uçurtmaları bırakalım mı? — Neden? Bırakırsak daha yakalayamayız. — Ben de onun için diyorum. Bakalım nereye kadar gidecekler. — Tamam, olur ama aynı anda bırakacağız. İki çocuk, uçurtmalarını aynı anda gökyüzünün derinlik- lerine, rüzgârın merhametine bırakıverdiler. İki uçurtma da iplerinin bırakılmasıyla adeta gökyüzünde süzülüyorlardı. Az önce yanlarından geçen kuş gibi özgürce uçuyorlardı. Nereye gideceklerini bilmiyorlardı ama özgürlüğün onları beklediğini düşünüyorlardı. Rüzgârın desteğiyle biraz daha gittikten sonra önce mutsuz olan uçurtma ter örgülere takıldı, ardından arkadaşı mut- lu uçurtma da aynı tellere takıldı. Çabalamalarına rağmen dikenli tellerden bir türlü kurtulamıyorlardı. Rüzgâr da artık gücünün yet- mediğini anlayarak onları o halde bırakıp gitti. Uçurtmaların bo- yunlarına idamlık mahkûmlar gibi cezaları asılmıştı: “savaş alanı, girmek yasaktır. “ 82
KUŞLAR UÇABILDIĞI HER YERDE ÖZGÜRDÜR. Kuşlar uçabildiği her yerde özgürdür.” Okuduğum kitapta gözüme ilişiverdi bu söz birden. Birden jonathan livigston geldi aklıma. Hani o farklı olmak isteyen, “yaşamak için bir nedeni- niz olsun.” diyen martı var ya işte o… Pencereden dışarıyı gözlüyo- rum. Güneş gülümsüyor bana hafiften, tebessüm dedikleri bu olsa gerek. Bulutlar oynaşıyor güneşin ardı sıra. Bir dansa kalkmış sanki bütün gökyüzü. Aşağıda yeşil bir bahçe içerisinde bulutların dansına, gü- neşin sevincine eşlik eden çocuklar… Bak, bak, bir çocuk uçurtma uçuruyor, gökyüzüne selam gönderiyor sanki. Baktığım pencere birden kartpostala dönüşüyor sanki. Bu kadar güzel bir gün ancak orda olur gibi geliyor bana. — Kızım, kahvaltı getirdim sana. — Teşekkür ederim anne. 83
Son bir kez daha dışarı bakıyorum. Sonra sonra bir ses kulakla- rımı tırmalıyor. Evin içerisinde arabalar dolaşıyor sanki. Bir arabanın içerisindeyim şimdi. Şoför koltuğunda ben oturuyorum. Sadece ellerim var arabamı kontrol eden. Bir de arada sırada rampaya geldiğimde arkadan ittiren insanlar… Doğduğum zaman annem ve babam ne kadar çok sevinmiş- ler, ne kadar da çok üzülmüşler. Kim ister evladının doğuştan bedensel engelli doğma- sını. Takdiri ilahi diyor annem. Bunca zamandır annemin hiç isyan ettiğini görmedim. Sanki kaderine razı gelmiş, beni kabullenmiş gibi geliyor bana. Ama bana bakarken gözlerinin içi gülüyor ya o beni benden alıyor: — Kızım, güzel kızım benim! Her şeyim annem gibi benim… yemem, içmem, uyumam, gi- yinmem… her şeyimi o halleder. Sanki ruh ikimiz… bir bedende iki can gibiyiz. O yüzden çoğu zaman annem olmazsa ne yaparım demeden kendimi alamıyorum. Bir keresinde yatağımdayken çok susamış, yanımdaki suyu almaya çalışırken bardağı yere düşürmüştüm. Annem sesi du- yunca hemen içeri geldi. Bana sarıldı. — Kızım, bir şey oldu mu? Niye çağırmadın? Neyse bir şey yok. Ben sana su getireyim. 84
İşte böyle, her şeyim annemdir benim. Bir de küçük kardeşim var. Sürekli yanıma gelir, bana şakalar yapar benimle oyun oyna- mak ister. Ben de elimden geldiğince ona eşlik ederim. — Abla, abla hadi oynayalım. — Tamam, ne oynayacağız. — … Bu şekilde sürer kardeşimle günlerimiz. Ben kanatsız bir kuş misali bir o yana bir bu yana döner dururum evin içerisinde. Yürüyorum ve dışardayım. İşte yemyeşil çayırlar, işte gü- lümseyen güneş, işte dans eden bulutlar… Ayaklarım öyle hızlı ki bütün doğa benim olmuş bugün… uçurtmalar benim için salını- yor semaya… Kır papatyaları benim için açmışlar gül yüzlerini… kuşlar benim için bir şarkı tutturmuş onu söylüyorlar koro halinde. Ben bugün heidi kadar özgürüm. Dağlarda, kırlarda dolanıyorum. Uzaktan peter selamlıyor beni bak dedem orda bana doğru bakıp gülümsüyor. Allahım, ne güzel şeymiş yürümek… Saatlerce koşuyorum uçsuz bucaksız çayırlarda. Bir dere kenarında annemi görüyorum. Bana doğru koşu- yor, ben ona doğru koşuyorum. Annem bana doğru koşuyor, ben ona doğru koşuyorum. Saatlerce sürüyor bu koşmamız ama bir türlü sarılamıyoruz birbirimize. Derken dans eden bulutlar karartı- yor kaşlarını. Simsiyah oluveriyor ortalık. Etrafımda kimse kalmı- yor karanlık ve ben baş başa kalıyoruz. — Kızım, kızım kendine gel. 85
Gözlerimi araladığımda odamda buluyorum kendimi. Gözlerimi hafifçe aralıyorum. Babam, annem, kardeşim ve bir sürü insan var başımda. — Anne noldu? — Hiç kızım ufak bir kaza. — Kaza mı ne kazası. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Merdivenden düştün kızım ama bir şeyin yok. Doktor bey sağ ol- sun seninle ilgilendi. Bir şeyciğin yokmuş. — Evet, kızım bir şeyin yok. Birkaç gün dinlen yeter. Onlar konuşurken birden anneme seslendim: — Anne! — Efendim kızım. Bir rüya gördüm anne. Yürüyordum, koşuyordum. Kanatlarımı açmış özgür bir kuş gibi oradan oraya savruluyordum. Özgürdüm anne, ilk defa özgürdüm. — Kızım benim, inşallah yine yürüyeceksin, koşacaksın. — Biliyorum, dediklerin olamayacak anne ama ben hayal- lerimde hep o kırları hatırlayacağım. Yürüyemesem bile yaşamak için bir sebebim olacak. Ben özgür olmak için koşacağım anne, öz- gür olmak için. 86
CIGARA Karşı kaldırımın üstüne çıkıp bir cıgara yaktı hasan rıza. Cıgarasının dumanını dudaklarından öyle üflüyordu ki “ dertlerim uçun gidin!” Der gibiydi. Dudakları üzerindeki siyah bıyıklar ha- zan aylında solan yapraklar gibi sararmış, şakakları hafif kırlaşarak saçlarına çiy düşmüştü. Üzerinde komşusu Cemal’in verdiği siyah ceket, altta gri rengi andıran pantolon onun altında yıllara meydan okuyan iki çift kundura… Bir de ceketinin cebinde 2000 cıgarası… işte hepi topu bundan ibaret orta boylarda bir adamdı hasan rıza… Uzunisa bu- cağının Güzelyalı köy mahallesi’nde doğup büyümüş, yurt yuva bağlamıştı. Hükümet belediye yasası çıkardığından beridir doğduğu yer köy mü mahalle mi karıştırır dururdu. Tabi bu o köydeki herke- sin ortak sorunu sayılırdı. Belediye katibi sorduğunda: — Efendi nerede oturuyorsun? — Güzelyalı köyü — Nerde bu köy? — Şey, Güzelyalı Mahallesi. 87
— Şu sahildeki mi? — Ne sahili? — Neresi be adam? Düzgün söylesene. — Güzelyalı köy mahallesi. — Hah. Şimdi oldu. Böyle garip bir ahval içerisinde hem köy hem mahalle olan bir yerde atadan kalma rençberlik yapıyordu rıza. Babadan kalma birkaç dönüm tarlası, kendi imkânlarıyla kurduğu derme çatma bir damı vardı başında. Zamanında kardeş- leri hep istanbul’a gitmiş, orda iş güç tutmuşlar. Rıza’yı da bizim yerlere sahip çık diye köy de bırakmışlar. — Biz sana para göndeririz. Sen bizim işleri yaparsın. Garibim Rıza’da razı olmuş haline. Köyünde kalmış kalmasına da kardeşleri ne para göndermişler, ne bir şey… arada sırada gel- diklerinde bunun cebine üç kuruş sıkıştırmışlar o kadar. Bu da vaz- geçememiş kardeşlerinden. Hem kardeşlerinin işini görmüş hem kendi işini. Evlendikten sonra karısı ve çocuklarına verdi kendini rıza. Eline para geçtiği zamanlar çocuklarına bir şeyler alır- dı. Kolay değildi altı çocuğa bakmak… bir de kendileri… bir ke- resinde topladığı mahsulün parasıyla oğluna bir mont aldı. Oğlu montu gördüğünde o kadar sevindi ki sabaha kadar onunla yattı. Kendisi için bir şey almazdı. Kendini unutan babalardandı. Tek or- tağı cıgarasıydı. 88
Ondan ayrılmazdı. Onunla hemhal olurdu çoğunda. Eve geldiğinde köşe başına oturur, cıgarasını tüttürürdü. Dalıp giderdi uzaklara ama nere gittiğini kimse bilmezdi. İçinde neler taşıdığını kimselere anlatmazdı. Komşularıyla, akrabalarıyla hep iyi geçinmeye çalışır, kavga etse bile iki gün sonra bir yolunu bulur barışırdı. Onu tanı- yanlarda severdi onu. Evinde sessiz, durgun bir adam olan rıza; dost, arkadaş ziyaretlerinde hoş sohbet bir adama dönüşürdü. Birisi onu gördü mü iki laf etmeden bırakmazdı. Bir keresinde hacı salih’le karşılaştığında: — Hayrıdır rıza nereye böyle? — Sana geliyordum. — Bir şey soracaktım sana. — Sor bakalım. — Öldüğüm de beni sen mi yıkayacaksın? — Hayırdır, bir yere mi gidiyorsun? Niye sordun ki? — Sen yıkayacaksan baştan söyleyeyim beni fazla uğraştırma bir su dök yeter. — Bak şimdi beni de güldürdün. Tamam, öyle yaparım. Rıza kaldırımın soğuk taşlarına çömelmiş karşıyı izliyor- du. Arada bir cıgarasını tüttürdükçe duman kapatıyordu yüzünü. Ağlıyordu rıza ama bu öyle göstere göstere bir ağlama değildi. 89
İçinden ağlıyordu. Zaten ömrü boyunca hiç dışarıdan ağlayama- mıştı. Gözyaşları içerisine birikir bir volkana dönüşürdü. Şimdi de öyleydi. Etrafını çevreleyen gürültülü sessizlik yığını içerisinde çilekeş yalnızların annesine çömelmiş ağlıyordu. Arada bir karşı tarafta bağıran hırçın denize bakıyordu. Deniz hırçın bir canavar gibi saldırıyordu karaya doğru. Her vurduğunda kıyıdan bir parça koparıp gidi- yordu. Her vurduğunda Rıza’da içerisinden bir şey koparıldığını hissediyordu. — Hasan Rıza, Hasan Rıza… Derken duyduğu sesle irkilerek cıgarasını yere attı. Kundurasıyla cıgarasını ezdikten sonra sesin geldiği yöne doğru baktı. — Hasan Rıza. İşlemler tamam. Oğlunun cenazesini alabilirsin. — Sağ olun allah sizden razı olsun. Hasan Rıza, soğuk hazan rüzgarını ve bütün gamını arkasına alarak insanın sadece dışını değil içini de üşüten morg kapısına doğru yılların yükünü üzerine alan ağır adımlarla ilerledi. 90
KAHVECİ MUSTAFA Kahveler tıklım tıklım dolu… Çay içenler, çay hesabını sen ödeyecen ben ödeyecem diyenler, okey mi 101 mi oynasak diye muhasebesini yapanlar… Çocuklarının vefasızlığından dem vuran ihtiyar amcalar… Masanın altıdan ev yapımı silahı karşı tarafa pos- talayan bıçkın delikanlılar… Kahveci Mustafa, bakır işlemeli çay ocağının arkasındaki tabureye çökmüş isteyene çay, isteyene oralet, kivi, isteyene halis türk kahvesi yapıyordu. Üstüne yoktu çaycılıkta bu civarda. Sanatını taşbaşılı Hasan ustadan öğrenmiş, İstanbul’da birkaç sene bilendikten sonra gurbet acısına dayanamayarak tekrar memleketine geri dönmüştü. Eskici pazarının yanında biriktirdiği parayla bir dükkân kiralamıştı. Önceleri çevredekiler biraz garipsemişse de zamanla Mustafa’yı çok sevmişler, ondan ayrılamaz olmuşlardı. Kapıdan giren kim olursa olsun bir tebessümle içeri girer, Mustafa’ya bir selam çakar köşesine geçerdi. Mustafa’nın kahvesinde bir kera- met varmış gibi o mahzun yüzler, hüzünlü hayatlar oraya girdik- ten sonra unutulur giderdi. Mustafa’nın kahvesinde üst taraflarda eski gaz lambaları geçmişi hatırlatırdı insanlara. Ama asıl güzellik kahveye girdiğinizde sizi saran o değişik kokuydu. Geçmişin bütün güzelliklerini üzerinde taşıyan bu kokuyu tarif etmek çok zordu. Sizi sarıp sarmalıyor ve o anda sizi başka diyarlara, başka alemlere götürüyordu. Mustafa, her sabah erken saatte dükkânını açar, önce çayını hazırlar sonra etrafı temizlerdi. 91
Bu intizamı senelerce kaybetmemiş, muntazam devam ettiriyordu. Sabahçılar Mustafa’yla uyanıyor, akşamcılar onunla yatıyordu. Çevre esnafından tutunda vilayet köylerindeki çiftçi- lere kadar herkes Mustafa’yı tanırdı. Hatta çay ocağının arkasında reisicumhurla çekilmiş fotoğrafları bile vardı. Arada onlara bakar dalar giderdi. Dükkânının tabelasında öyle yaldızlı, altın kaplamalı bir şeyler yoktu. Sadece demir eskimiş bir sacda “Kahveci Mustafa” yazıyordu. Ama o şatafatlı yerlerden daha çok tanınıyordu kahveci mustafa. Esnafı bir derdi olsa hiç kimseye duyurmadan sorunlarını hallettiği de çok olmuştu. Geçenlerde berber Fikret’i borcu yüzün- den sıkıştırınca tüccar hamdi hemen gidip borcunu vermişti. Hamdi parayı görünce önce anlamamış, sonra fikret’in borcu olduğunu anlayınca sevinmişti. Ama arkasından lafta yetiş- tirmeyi ihmal etmemişti: — Vay enayi vay! Bakalım senin derdin olduğunda kim koşacak. Bir sabah akçaağaç köyü’nden Mehmet, köy minibüsüyle vi- layete inmişti. Arabalar erken kalktığından daha daireler açılma- mıştı. Bugün tapu dairesine gidip aşağı tarlanın tapusunu alacaktı. Hava henüz aydınlanmadığı için kahveci Mustafa’nın dükkânına gidip bekleyeyim, dedi kendi kendine. Mustafa şimdiye kadar çayı demlemiştir, hem de biraz laflarız. Eskici pazarı’na geldiğinde hala uykuda olan dükkânları gördü Mehmet. 92
Mustafa’nın kahvesinin önüne geldiğinde ilk başta şaşırdı, eliyle gözlerini siper ederek içeri doğru baktı ama dükkan kapalıydı. —Allah allah, Mustafa niye açmamış dükkanı? Baktı ki dükkân kapalı eskici pazarı’ndan aşağı çarşıya doğru gitti. İlerleyen saatlerde esnaf yavaş yavaş dükkânlarını açıyordu. Dükkân kepenklerinin çıkardığı feryatlar sabah olduğunun haber- cisi gibiydi. Ama herkesin gözü mustafa’nın dükkândaydı. Berber, kasap, manav, nalbur hepsi birbirine aynı suali soruyordu: —Mustafa niye açmadı dükkânı acaba? Hiç kimse sebebini bilmediği için cevapta veremiyordu. Birbirlerine teselli vermekten öteye gitmiyordu cevaplar. Sonunda: —Bekleyelim arkadaşlar, belki işi vardır, dedi manav abdullah. Öğle oldu yok, ikindi oldu yok, akşam oldu yine yok. Mustafa o gün ne geldi, ne göründü. İkinci gün esnaf yine dükkanın kapalı olduğunu görünce artık telaşlandılar. —Arkadaşlar, bu iş ciddileşti. Başına bir şey mi geldi acaba? Evini bilen var mı? Gidip bakalım. Ama esnaftan kimse mustafa’nın evini bilmiyordu. Yıllardır bir arada yaşamışlar, birlikte yemişler, birlikte içmişlerdi ama kimse mustafa’nın evi var mı ailesi var mı diye merak etmemişti. 93
Herkes kendinden biri gibi görüyordu Mustafa’yı. Sanki o hep buradaydı. Onun ailesi de evi de bizdik zannediyorlardı. Sonunda bir hal çaresi bulamayınca karakola başvurmaya karar verdiler. Komiserin kapısına geldiklerinde ikinci şaşkınlığı orda yaşadılar. Vilayette bu kadar tanınan bir adamın nerde oturduğuna dair en ufak bir kayıt yoktu. Mustafa’nın evi de iş yeri de “Mustafa’nın ye- ri’ydi. Komiser arama başlatacaklarını söyleyip esnafı geri gönder- di. Ama ne arayacaklarını o da bilmiyordu. Samanlıkta iğne aramak gibi bir şeydi bu. Günler geçtikçe esnafın telaşı yerini hüzne ve ke- dere bırakmıştı. Artık Mustafa’nın öldüğüne kanaat getirmişlerdi. O kahve zamanındaki neşeleri kalmamış, onun yerine Mustafa’yla ilgili güzel anıları anlatıp hemhal oluyorlardı. Yaklaşık bir ay sonra bir sabah vakti eskici pazarı’na gelen- ler bir dükkânda ışık yandığını gördüler. Biraz ilerlediklerinde kah- veci mustafa’nın dükkânından bu ışığın geldiğini fark ettiler. Bütün esnaf, halk hızla içeriye girdiklerinde bakır işlemeli çay ocağının önünde mustafa’yı gördüler. Mustafa yine aynı ama biraz zayıf- lamış çayını hazırlıyordu. Esnaf şaşkın şaşkın mustafa bakıyordu. Sonunda içlerinden biri konuştu: — Mustafa, sen misin? Nerelerdesin bir aydır? Mustafa, elindeki demliği çay ocağına bırakarak kendini karşı- layan kişilere baktı: — Annemi kaybettim de o yüzden gelemedim. 94
MERHUMU UNUTTUK GİTTİ — Ey cemaati müslim’in şu musallada yatan merhumu nasıl bilirdiniz. İyi âdem kişi miydi? — Allah rahmet eylesin. — Hakkınızı helal eder misiniz? — Helal olsun. Böyle kalktı Hasan oğlu Ahmet’in cenazesi. Arkasından ağla- yan çocukları, karısı, bütün sevdikleri: — Ahmedim nerdesin dön geri — Allahım, onun alacağına benim canımı alsaydın keşke. — Günahtır yavrum öyle şey denmez. Sabır lazım sabır. Cenaze merasiminden sonra bütün eş dost komşular ahmet’in evinde toplandılar. Ev sahibi kadınları ayrı erkekleri ayrı odaya dol- durdu. Altındaki mindere kendini iyice vermiş durmuşların oğlu mahmut: — Ne iyi adamdı Ahmet emmi. 95
Bu konuşma başlangıç konuşmasıydı. Gonk sesini duyan diğer erkekler bir yarım saate onun iyiliklerden, yardımlarından bahset- ti. Duvara sırtını vermiş gülsüm’ün oğlu sıkılmış olacak ki ortaya atılıverdi hemen: — İsmail emmi senin oğlan değil miydi bugün gelen? — Hangisi? — Kırmızı araba vardı ya işte onu diyom. — He bizim oğlan. — Bayağı değişmiş, kaç senedir görmediydim. — Ben bile değiştim onlar nereden değişmiyecekmiş. Herkes işinde gücünde ne yapsın. Evi, arabası her şeyi var. Ne etsin buralarda. — Öyle canım. Ekmek kavgası ne de olsa. — Geçen Hacı dayı benim arabayla boğaz yolundan geçiyo- dum araba bir kaymasın mı allah dedim gidiyoz. Allah’tan son anda el frenini çektim de durdum. — Verilmiş sadakan varmış valla. İçeriden önce ahmet için yapılan yemekler getirildi. Bütün konu komşu yemekleri yediler. Daha sonra çaylara geçildi. Çaylar gelince sohbetler daha da koyulaştı. İsmail’in oğlu- nun aldığı evden, mehmet’in arazisine, oradan muhtarın arabasına oradan nihayet ülke gündemine geçildi. 96
— Kardeşim nedir bu suriyeliler böyle. Biz kendimizi zor ba- kıyoz bunları nasıl bakacaz. — Valla her yerde varlar. Onların yüzünden millet ne iş bula- biliyor ne ev… — Yok kardeşim bu hükümet getirdi bunları bela etti başımıza. — Bunlar daha da gitmez bu memleketten deyim size. — Niye gitsinler bulmuşlar yağlı kapıyı. Böylece sürüp gitti konuşmalar. Önce hükümet yıkıldı, sonra devlet, sonra ülke gitti elden. Sonra hepsi teker teker kuruldu. — Emine’nin kızı kaçmış diyolar doğru mu? — Ben de öyle duydum ama — Vardı bacım o kız da bir şey. Benim herif anlamış da bu kızın halı hal değil demiş. — Ne bilem bacım zor bu zamanda evlat yetiştirmek. Büyüt bi türlü büyütme başka. — Geçen Fadime’yi gördüm. Ağzıyla söylemedi ama konuş- masından anladım. Borcunu istiyor herhal. — O da iyice gemiyi azıya aldı valla. Kış üzeri borç mu istenirmiş. 97
— Edepsiz bacım. Ne edece mi şaşırdım ben de… Nerden aldık şunlardan borcu? Kocaman bir evin içerisinde bir uğuldama sesi vardı ki… Sabahki matem havası dağılmış, yerine düğünlük dost meclisi kurulmuştu. Kahkahalar, vatan millet nutukları çekenler, koca- sından, çocuğundan dert yananlar, onlarla övünenler, mallarının çokluğundan bahsedip çubuğunu tüttürenler. Evin içerisi tam bir alaimi sema oluvermişti. Ahmet evin bir köşesine süzülmüş olan- ları izliyordu. Bembeyaz bir elbise vardı üzerinde. Yüzünde anlam- landıramadığı bir hüzün… daha dün oturduğu, konuştuğu kendi evinde kimse onu tanımıyordu. Biraz müddet daha içeriyi sey- retti. Seyretti. Sonra usulcacık hiç kimseye ses etmeden kapıdan çıkıverdi. Bir ses: — Merhumun ruhu için el fatiha. Bütün eller bir anda havada: — Amiiiiinnnn. 98
ÖLÜM ALLAH’IN EMRI YA AYRILIK Zil sesleri… Tık tık tık kapı sesleri… Küt küt küt yine aynı kapı ama bu sefer daha kuvvetli çalıyor. Ve sonra gümmmm… Beni buldunuz işte. Herkes şaşkınlıkla kalorifer demirine asılmış bana bakıyordu. Hani küçükken salıncak sallanırdık siz iterdiniz beni arkadan. Ben korkardım yüksekle çıktıkça. Artık korkmuyo- rum çünkü beni artık bir kuş kadar özgürüm. Kusuruma bakmayın sakın etrafı toplayamadım. Bugünlerde kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bakın önce size ben bir kahve ya- payım. Kahveyi de güzel yaparım bu arada. Ondan sonra oturup sizlere neler olduğunu anlatayım. Şöyle oturmaz mısınız? Kahveniz nasıl olsun? Tamam, orta ya- pıyorum. Anladım, şu ilaçları soruyorsunuz herhalde. Onlar benim depresyon ilaçlarım… Bu aralar uyku tutmuyor da onun için… Hafif doz ilaçlar… Bazen bedenim öyle sarsılıyor ki anlatamam. Yani kılımı kıpırdatamıyorum söz temsili. Buyurun kahvenizi. 99
Eskiden kardeşimle film oyunları oynardık. Senaryosunu biz yazar, biz yönetir. Biz oynardık. İşte, çocukluğumdaki gibi oldu her şey. Karanlık bir geceyi hatırlıyorum. Bir caminin insana ilahi duy- gulara gark eden havasında onu gördüm uzakta. İyice yaklaşıyordu bana. O yaklaştıkça ben gülmeye çalışıyordum. — Naber kız? Ne yapıyorsun? — İyiyim nasıl olayım. Sen nasılsın? — Ben de iyiyim. Dur bir bakayım sana. Ne bu hal böyle. Saçların yapılmamış, makyaj da yok. — Sabah geç uyandım ondan yapamadım. — İyi, hadi gidip bir yerde oturalım. — Tamam, olur. Bak binlerce inan geçiyor çevremden. Mutlu anneler, babalar, masum çocuklar, bekarlar, dullar, yetimler… Sence ben bunların hangisiyim? — Bilmem, hangisisin? — Ben hepsiyim. Yetimim, evliyim, bekarım, dulum da… — Seni böyle düşündüren ne? — Şu yaşıma kadar hepsini görmem herhalde… Yarın izne çıkmayı düşünüyorum. Biraz dinleneyim çok yoruldum bu aralar. — Tabi iyi olur senin için. — İstanbul’a gitmek istiyorum. Bizimkilerle konuştum. 100
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106