Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore DEVİNİM VEDA SAYISI

DEVİNİM VEDA SAYISI

Published by cemrekarain, 2022-07-19 21:43:13

Description: DEVİNİM VEDA SAYISI

Keywords: devinim,dergi,veda,edebiyat,şiir

Search

Read the Text Version

Temmuz-Ağustos 2022 VEDA SAYISI DEVİNİM ''Şiir, anayasaya aykırıdır; doğanın ahlâkı kovduğu yerdedir; yasa dışıdır.'' (Cemal Süreya) A. Fevzi Alaettinoğlu Anadolu Lisesi Yayını

İçindekiler 03 Sonlama 04 Bir Ayaz Zamanı, Murat Şahin 05 Öyledir Ki, Alptuğ Eren Doğan 06 Hüküm Kesin: Şairlikten Yargısız İnfaz, Cemre N. Karain 08 Kiraz Ağacı, Mevlüt Muhammet Özcan 09 Kaybolursun, Kibar Nuri Çelebi 10 Eksik Şiirler, Zühtü Ulukapı (Edebiyat Öğretmeni) 11 Ufka Yol Almak, Müzeyyen Kurul (Edebiyat Öğretmeni) 12 Beklenen, Melike Çetin 13 Mısralardan K an İzleri: Kaan İnce 18 Bir Sonbahar Ağacı: Didem Madak 23 Çingeneler Zamanı (Film Önerisi) 25 Tabutta Rövaşata (Film Önerisi) 27 Hayatın Anlamı (Schopenhauer), Cemre N. Karain 32 Kızıl Veba (Kıyamet Sonrası Edebiyatının Başyapıtı): Jack London 34 Devinimle Düşünce Gezintileri, Kibar Nuri Çelebi 36 Müzik Önerileri 37 FAAL 2022 Mezuniyet Köşesi

SONLAMA Devinim, bizler için bir derginin ötesinde oldu. Bizleri umutla sarmaladı, mısralarımızı alıp yüreğiyle harmanladı, emekle güzelleştirdi. Sıra arkadaşlarımızın ve değerli öğretmenlerimizin katkısıyla yedi ay boyunca bizlere dostluk etti. Şimdi ise bu yedi aylık maceranın sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bizler Dergi Komitesi olarak okuldan mezun olup unutulacağız fakat Devinim’in hatırası her zaman yaşayacak. Sayfalarımızı süsleyen dizeleriniz baki kalacak, yarınlara bir meşale olacak. Bu yolculuğu şiirlerinizle, öykülerinizle güzelleştirdiğiniz için siz sıra arkadaşlarımıza ve attığımız her adımda bizlerin yanında olan, desteğini esirgemeyen edebiyat öğretmenimize teşekkür ederiz. Şiirler eksik olmasın gönlünüzden, yüreğinizin bir ucunda hep mısralar filizlensin. Sevgiyle, sağlıcakla kalın. Dergi Komitesi

BİR AYAZ ZAMANI Murat Şahin Ayaz zamanı işte Ayaklarım çıplak halde ufak cam kesikleri tarafından hırpalanmış Pencere pervazlarından kesiklerime damlıyor soğuk Yaralarımdan çıkan çığlıklar birbirine sarılıyor Çığlıklardan sonra ruhumun parçaları çıkıyor kesiklerden Ayaz zamanı yakaladı beni çığlıklarımı ruhumu kendine hapsetti Yıllanmış pencereler cinayete tanıklık etti

KİRAZ AĞACI Mevlüt Muhammet Özcan Camımıza vuran yağmur… Bir fırtına koptu sonra Düştü beyaz yapraklı kiraz çiçeklerimiz yerlere Sonra dallarımız kırıldı, birer birer Kemik parçaları gibi… Hiç canımız yanmadı oysaki Birkaç şişlik ve morluk sadece, nafile Ellerimiz, yalnız ve nasırlı birer küçük fidandı Büyüdüler Nasırları sert bir gövde Yalnızlıkları ise en üst dalları oldular Kalbimiz, dokunmaya kıyamadığımız bir gramofondu Narin ve neşeli plaklar çalardı ona sıcacık dokunanlara Günden güne onu da bozmaya çalıştılar ahlaksız düşüncelerle Direndi…Direndi… Of… El değmemiş ellerimize eller değdi Dokunmaya kıyamadığımız kalbimize ahlaksız düşünceler sızdı Artık eskisi kadar saf değil Yüreğimiz ve ellerimiz Saf değiller çünkü Yüreğimiz ve ellerimiz bir kiraz ağacının en üst dallarıydı Onları da… Kesip attılar

ÖYLEDİR Kİ Alptuğ Eren Doğan Aşk öyle nankördür ki Geldiği anda gidiverir senden. Aşk öyle zehirlidir ki Sarmaşık gibi sarar tüm benliğini. Aşk öyledir ki hapseder seni bir çift göze. Çünkü gözler ne derse o dur. Dürüsttür gözler kalbin aynasıdır. Ruhun parçasıdır... Ve aşk öyle güzeldir ki Yakar kül eder. Ama yine de aşk diye tutuşturur seni...

HÜKÜM KESİN: ŞAİRLİKTEN YARGISIZ İNFAZ! Cemre N. Karain sararmış bir operadır göğsümde akşamlar öylesine kasvetli, soğuk ve yorgun içimde felâket bir kargaşa içimde kendini çarmıhlayan yalnızlık içim ki ölü şairler mezarlığı nasıl anlatsam bilmiyorum tanrıların bana sataştığını aynalar bana tanımadığım bir sureti gösteriyor hükmüm kesin: şairlikten yargısız infaz! kapatılmışım tek kişilik bir hücreye zihnim çiçeğe dursa sanrılarım onmaz. sen misin ey ikarus böylesi delişmen tavırlı bir senle ben bakışımlıyız ötekiler yalan söylüyor radyolarda bir nihaventtir tutturmuş göksalkımlı hücremdeki şeytanlar neden yalnız beni yargılıyor akşamlar sararıyor birer birer, sesler sararıyor bir yaprak düşüp savruluyor çocukluk düşlerime kimseler bilmiyor oysa öldüğümü kimseler bilmiyor öldürdüğünü de her gece yıldız yağmurlarıyla uyanıyorum göğü içiyorum suskun, bulut içiyorum çok kişilik bir yalnızlık doğuruyor beni şarap içsem kesmiyor, şiir içiyorum pusuyorum benliğimin mevzisine -intifadayım! gölgemi içsem olmuyor, kendimi içiyorum.

evet, gyges’in yüzüğünü çalıp görünmez olmak istiyorum ben de ne kralı öldüreceğim ne başa geçeceğim ey kilikya senin sularındır katlime çünkü bilfiil tanık düşen serin sularındır imgelemde öfkeyle sevişen anlat şimdi bana nasıl öğrenilir yeniden yaşamak yeniden yaşamak aşkı, yeniden yaşamak toprağı çiçek çiçek açmak semalarda, yeniden yitirmek aklını anlat bana ey kilikya sönüyor bir bir şafakların -sararmış bir operayı kim duyabilirdi ki canım?

KAYBOLURSUN Kibar Nuri Çelebi (Edebiyat Öğretmeni) Yakınsın mümkünse kirpik altı göz kadar indi güvercin kanadında yankıdı. Delişmen rüyalar yürüdü günyüzüne İçi alevsi, boğazı yaz sıcağı buhuru, yakınsı ilmek yüklü çoğul bakışlım. Üstünde mahçup hırkası Dilinde acı bir türkü: \" Yine geldi geçti yaz bahar ayları, Yar bilinmez diyarda kime neyleyim, Senden uzakta kış yelleri karları, Dağlardaki yaban gülleri neyleyim. \" Dembedem dindi gün mahremi Yazgın, herhangi bir çocuksun ...... anlamaya zamanları yok, doğru sanırdık Sen sevmeyeceğini sevdin, çocuksu Artık hayat mahkumusun.

EKSİK ŞİİRLER Zühtü Ulukapı (Edebiyat Öğretmeni) olanlar keşkelere sığmıyor kalanların yüzüne bakmak zor kimin yerine koyacağız kendimizi uykusu kaçmış gecelerin bunca okunmayan kitaplardan mı hesap soracağız herkesin yargısı kendine mutsuz olmak da var yaşamda hangi pencereden bakacağız neyi göreceğiz görmediklerimizden de sorumluyuz gizli de olsa bakamıyoruz birbirimizin yüzüne

UFKA YOL ALMAK Müzeyyen Kurul (Edebiyat Öğretmeni) -Bir ufuk yolcusu Burcu'ya- Sessizliğin çığlığı, alazları kanatlandırdı. Uyuyan beyinleri uyandırdı. Ufuk yolcularıysa şaşmadı. Şaşmadı olanlara çünkü çoğunun yolculukları böylesi bir çığlıkla başlamıştı. Bir destansı yolculuktu onlarınki. Ant içmişlerdi, karanlığın her noktasına bir güneş gibi doğacaklardı. Az olduklarını bile bile dimdiktiler. Kendilerinden kat be kat fazla olan ''kofları'' mahvetmeye ant içtiler. İnsanlık adına, insan olmaya ant içtiler.

BEKLENEN Melike Çetin Ne var uzaklarda Beklenen güzel günler mi Yitip giden umutlar mı Kimi taşır gözlerin Kalbinin neresinde yerim Yoksa söyle hiç mi ederim? Kimine absürt söylediklerim Bilmezler ne der ne hissederim Uzak diyarlardan yolunu gözlerim

MISRALARDAN KA N İZLERİ: KAAN İNCE ''Nasıl başlasak, geri dönmemek için? Hüzünkıran ardında saklanan kalbimle artık okyanuslara açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Hem kavuşmalar ayrılıktır bazen.'' (Gizdüşüm, Kaan İnce, s.39) Kaan İnce, 2 Şubat 1970 tarihinde Ankara’da dünyaya gelmiştir. Ankara İltekin İlkokulu ve Ankara Cebeci Ortaokulunu bitiren Kaan İnce, ortaöğretimini Ankara Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümünde tamamlamıştır. Kaan İnce’nin şiire olan ilgisinin teşekkül etmesi de bu döneme rastlamıştır. 16 yaşında iken ilk şiirlerini kaleme alan Kaan İnce, üniversite sınavına hazırlık kursunda tanıştığı Türkçe-Edebiyat öğretmeni Nizamettin Uğur’un desteği ile şiir serüvenine daha çok yoğunlaşmıştır. İlk şiiri 1991 yılında Milliyet Sanat’ın Genç Şairler Köşesi’nde yayımlanmış olmakla beraber şiirleri; Çağdaş Türk Dili, Varlık, Yazılı Günler, Damar, Promete, Karşı gibi edebiyat dergilerinde de hayat bulmuştur. ‘’sarnıçlarda yağmurlar dinlenirken senin için anne, gül et beni kederine.’’ (Gizdüşüm, Kaan İnce, s.101) Kaan İnce, liseden mezun olup Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümünü kazandıktan sonra da edebiyat öğretmeni Nizamettin Uğur ile bağlarını koparmamış; her perşembe akşamı İnkılap Sokağı’ndaki Balkan Kıraathanesi’nde beraber şiir ve edebiyat buluşmaları düzenlemişlerdir. Bu buluşmalara ilk etapta Gökhan Tok, Ayda Erbal, Ülkü Çadırcı gibi isimler eşlik etmiş, sonrasında farklı katılımlar da olmuştur. Nizamettin Uğur’un söylemine göre bu buluşmaların şartı her buluşmaya yeni bir şiir, öykü vb. ürünlerle gelmek yahut tartışılacak bir dergi, kitap getirmektir.

''Gül değmemiş gözbebeklerine Kurşun yaraları düşer ömrümün.'' (Gizdüşüm, Kaan İnce, s.91) Kaan İnce, 13 Ağustos 1992 tarihinde henüz 22 yaşında iken sabah 05:00 sularında Ümit Oteli’nde kaldığı odanın penceresinden atlayarak yaşama veda etmiştir. İntihar sebebi hâlâ bilinmemektedir. Ölümünden önce İstanbul’daki bir yayınevine kitap oylumundaki şiir dosyasını verdiği söylenir. 1992 yılında Papirüs Yayınları tarafından Gizdüşüm adlı kitapta şiirleri toplanmış, 1997 yılında ise arkadaşları tarafından Ka n adıyla tüm şiirleri derlenmiştir. Kaan İnce’nin intiharından sonra Balkan Kıraathanesi’ndeki edebiyat buluşmaları devam etmiş ve onun adını yaşatmak adına Kaan İnce Kültür ve Sanat Vakfı kurulmuştur. Vakfın kuruluşuna İnce’nin ailesi ve edebiyat öğretmeni Nizamettin Uğur öncülük etmiş, ne yazık ki vakıf ancak on yıl yaşayabilmiştir. Aynı şekilde Kaan İnce’nin arkadaşları ve Nizamettin Uğur tarafından İzlek adında bir dergi çıkarılmış, bir süre sonra da İzlek Yayınları kurulmuştur. ‘’bir bir geziyorum ölümleri gecenin bakışları arasında, sabah göğe yelken açıyorum, gündüzler tanımıyor beni nasılsa. aynalarda yürüyorum bazen, martılarla düşüyorum denize; dudaklarımı siliyor acılar, soluk alışımı duyamıyorum. sokak lambaları gibi geç yanıyorum. gölgeler yürümüyor artık. kıvrılan yollarda şarap lekeleri, sabahın ilk izi. ezanla dönüyor evine yüzü külrengi gececiler. kaç kuytuda paslanıyor yalnızlık? üşüyorum. gideceğim.’’ (Gizdüşüm, Kaan İnce, s. 152)

Kaan İnce’nin şiirlerine baktığımızda ölüm ve intihar temalarını yoğunlukla görürüz. Duygularını ve benliğini hiç sakınmadan, içinden geldiği gibi yansıtmıştır dizelerine. Bu da onu samimi kılan yegâne unsurlardan birisidir. Ölümü ardından edebiyat öğretmeni Nizamettin Uğur şöyle söylemiştir: ‘’… tamam, şiirlerde ölüm vardı yoğun olarak; ama diyorduk, şairin imge çalışmasıdır, yaşamla ilişki, yaşamı yorumlama biçimidir, ruhunun derinliklerinde duyumsadıklarıdır. Hiçbirimiz konduramadık Kaan’a bu eylemini. Günlük ilişkilerimizde hiçbir ipucu yoktu çünkü. Konuşmalarımızda bu konuya, ölüm ve intihara hiç değinmemiştik; arkadaşlık bağlarımız çok iyiydi, bizi birbirimize, hayata bağlıyordu.’’ Belki de Kaan, somut yaşamda zincire vurduğu benliğini şiirlerinde dışavurmuş; kendinden bir benlik eksiltişini de adından bir harf düşürerek oluşturduğu Ka n şiiriyle hissettirmiştir. Kim bilir… Derin bir hüzünle harmanlanan şiirleri yüreğe her dokunduğunda bizce akla Kâzım Koyuncu’nun Ayrılık Şarkısı’nı getirmektedir. Keşke ‘’mermerden kayığına’’ bu kadar erken binip gitmeseydi. Keşke yelken açmasaydı sonsuzluğa. Onun deyişiyle ''yerçekimini tersine döndürseydik.'' Sonra ''bir balıkçı barakası bulsaydık kıyıda, kırık dökük bir teknemiz olsaydı'' ve içimizdeki çocuklar şiir yazsaydı oralarda. Ahmet Erhan da gelseydi, Arkadaş Zekai ve Nilgün Marmara da… ‘’ve ben güzün ağlayacağım sulara çekileceğim dönerken balıkçılar yakamoz göreceğim dümensiz simsiyah gözleri öleceğim ve ben...’’ (Gizdüşüm, Kaan İnce, s.152)

Onu sizlere daha çok anlatmak isterdik lâkin sözcüklere istediğimiz anlamı yükleyebileceğimizi sanmıyoruz. Çabalasak da beyhude. Bu sebeple bırakalım ki şiirler kendilerini anlatsın. Bırakalım ki artık Kaan konuşsun.

MEKTUP (Kaan İnce) Yarım kalmış acılar denizi pencereme konardı geceyle, savrulurdum. Gözyaşı kokusuyla dolu bir kuğu, zamanın sonuna kalkan, sürgünümdü; göz mavisi duman, sessizliğim. Aktım ölü denizkızıyla gökkuşağı saklı mektubun içine, pulumuz rüzgâr oldu, postamız güvercin. Cıva gibi eridik kabımızda. Kırmızıya gittik. Hemen yokladım yüzümü yağmurun yuva yaptığı ellerimle. İyice şaşırmıştı alıcısı vapur ıslığımızın. Saplandı gözlerimin ışığı yeni güne. Mermer bir kayıkla geri döndük diğer yarısına acının, usulca çekildi deniz, son bulduk, yenildik. Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş. Kırık düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim. Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için sabahın en serin ucunda bağıran ben intihar edecekmiş gibi sıkıyorum düşük boynuma asılı sonbaharı. Çekildi yaşanan hıçkırıklara, yaşanmayan düş kırıntılarımızla boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini. Çan sesleri, ezan sesi, mart sesi, çalılarda kaldı gecenin gizi. Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.

BİR SONBAHAR AĞACI: DİDEM MADAK ‘’Şiirlerin içinden çıkıp gelen kadınlar vardır. Öpse şiir, saçını dağıtsa mısra, gülse kıta olur.’’ (Didem Madak) Didem Madak, 8 Nisan 1970 tarihinde öğretmen bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Şiirlerinde çokça bahsettiği Işıl adında bir de kız kardeşi vardır. 80 darbesinin yarattığı yıkım sonucu Madak’ın babasının tayini farklı bir şehre çıkar. Bunun sonucunda babasından ayrı kalan Madak’ın yaşamı, annesi Füsun ve kız kardeşi Işıl ile çetrefilli bir hâl alır. Didem Madak, henüz 13 yaşında iken annesi Füsun’u beyin kanserinden kaybeder. Bu kayıptan sonra Didem Madak ile Işıl’ı zorlu günler beklemektedir. ‘’Kimi gün öylesine yalnızdım Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.’’ (Ah’lar Ağacı, Didem Madak, s.38) Annesinin ölümü ardından teyzesi sayesinde annesinin şiir defteriyle tanışan Madak, şairliğe ilk olarak bu yaşlarda adımını atar. Bu esnada babasının başka birisiyle evlenmesinden dolayı Madak’ın babasıyla olan ilişkisi de bozulmuştur. ‘’Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam. Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim. Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri Diye başlayan bir çocuk romanında... Şalına sarınırdın toprağa sarınır gibi Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, Bu acımasız ölü anne sesini.’’ (Grapon Kâğıtları, Didem Madak, s.18)

Didem Madak, ortaöğretiminin ardından Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanır. Ancak yaşadığı sorunlar sebebiyle hukuk öğrenimini yarıda bırakıp birinci sınıfta gizli bir evliliğe adım atar. Bu evlilikte de huzura kavuşamayıp boşanan Didem Madak, maddi imkânsızlıklar nedeniyle bir evin bodrum katına yerleşir. Orada alışır dizelerin dostluğuna, sıcaklığına… En verimli şiirlerini orada iken yazar. Üç yıl aradan sonra yaşadığı bunalımları atlatıp yarım kalan üniversite öğrenimini tamamlar. ‘’Annemin bir şiir defteri vardı Yaprakları gitgide sarardı Hep sararan bir şey olarak kalmışsın aklımda.’’ (Ah’lar Ağacı, Didem Madak, s.71) Ardından bir gün Didem Madak’ın kız kardeşi Işıl, Madak’ın yazdığı tüm şiirleri derleyip yarışmaya gönderir. Yarışmada birinci seçilen eser, ‘’Grapon Kâğıtları’’ ismiyle kitaplaştırılır. 2005 yılında eşi Timur’la evlenen Didem Madak, çocuğu Füsun doğduktan sonra şiir yazmayı bırakır. Bir Füsun’la başlar hayatı, bir Füsun’la son bulur… Tıpkı annesi gibi genç yaşta, 41 yaşında, kolon kanserinden yaşamını yitiren Didem Madak’ın ardında yürek dolusu satırlar ve bir buğu kalmıştır. Okurlarını anne şefkatiyle kucaklayan satırlar ve takvim 24 Temmuz’u her gösterdiğinde yüreğimizi kanatan bir buğu… Şairler erken ölür derler, kim bilir belki o da bir çiçeğe karışmıştır.

‘’Ölen her kadın için bir şiir yazdım. Onları Muc’a evin karşılığında verdim Çok ucuza. Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: ANNE.’’ (Grapon Kâğıtları, Didem Madak, s.19) Şiirleri irdelendiğinde sıklıkla anne imgesi görülür Madak’ın. Yaşamı boyunca da annesinin hasretini çekmiştir. Samimidir bu dizeler, dosttur, başını yaslayacak bir omuzdur. Yaşadığı tüm acılara karşı dimdik bir duruşun, kadın olma onurunun, ataerkiye bir başkaldırışın simgesidir. Kendi söylemine göre annesizlikten şair olmuştur Didem Madak. Kızı Füsun’a yazdığı mektupta ‘’Sen sakın şair olma!’’ diye seslenir… “Canım Kızım Sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis! Canım kızım, cehaletimden şair oldum… Annesizlikten. Sen sakın şair olma!”

Kısacık yaşamında dopdolu şiirler bırakan Didem Madak’ın kitaplarının (Pulbiber Mahallesi, Grapon Kâğıtları, Ah’lar Ağacı) okunmasını tavsiye ederiz. Sevgilerin ve hasretin kadını Didem Madak’a sevgiyle… Çiçekler eksik olmasın anısından. Şiirle kalın!

Bıktığım Şeyler ve Yeşil Fanila (Didem Madak) Gözlerin bir yeşil fanilaydı balkonda uçuşan Sicim yağmur taklidi Bıkmıştım zor geçen kışlarımı anlatmaktan Bardağa birkaç çiçek ıslatmaktan. Parmağımın ucunda kırmızı kenarlı bir bulut Onu uzatırdım sana, yalnızlık gibi iri bir damla parmağıma düşen bir damla kandı aşk. (…) Sonra gittin. Çocuk oldum bir daha, ağladım. Kaç şiir, kaç kere sular altında kaldı. Kitaplar, aşk, her şey. Her şeyi son bir kere daha kurtaramazdım. Keşke nane şeker gibi mentollü bir buluttan doğaydım Sonra gittin. Beyaz bir küf büyüdü evde, tersten yağan kar gibi. Keşke dünya toz şekeri ile kaplı olsaydı. Çocuk oldum sonra ağladım, yağmur bile beni ayıpladı. Söz dedim, söz verdim. Ruhumu gömdüğüm yer hala belli. Güneşi özledim, sonra seni Keşke gölgesine razı bir fesleğen olaydım. Sonra gittin Gözlerin bir yeşil fanila unutulmuş balkonda Sicim yağmur taklidiydi Artık iyice inceldi.

Çingeneler Zamanı (Time Of The Gypsies, 1988) Emir Kusturica'nın yönetmenliğini üstlendiği, Goran Bregovic'in müziklerini hazırladığı Çingeneler Zamanı; Çingenece çekilen ilk film olma özelliğini taşımaktadır. Anlatım tarzı ve sembolleri açısından Çingenelerin yaşantısını yansıtan bu filmde baş karakterimiz Perhan'dır. Perhan, kendisi gibi telekinezi özelliğine sahip olan anneannesi ve kız kardeşi ile Saraybosna'nın yoksul bir Çingene semtinde yaşamaktadır. Film, Perhan'ın Azra'ya aşık olması ve evlenebilmek için gerekli parayı bulmak adına mafyavari işlerle uğraşan Ahmed'in peşine takılması üzerine çevrilir. Perhan'ın bir diğer amacı da yeteri kadar parayı kazanıp kız kardeşini tedavi ettirmektir. Perhan'ın hayatı, bu lüks yaşantıyı gördükten sonra baştan aşağı değişir. Filmde, masum ve sıradan bir insanın bir anda nasıl başlı başına değişebileceği anlatılır. Bunun yanı sıra Çingenelerin simgesi olan özgürlük de birçok metaforik unsurla seyircilere verilir. Kurgusu, çekimleri ve müziğiyle bir başyapıt olan Çingeneler Zamanı; 1989 yılında Cannes Film Festivalinde Emir Kusturica'ya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştır. İzlemenizi tavsiye ederiz... Şiirle kalın!

Filmden Alıntılar: ������ ''Kanatlarımı koparmak istiyorlar. Kanatları olmayan bir ruh nedir ki? Benim ruhum özgür, bir kuş gibi özgür. Yükseklere çıkıp sonra aşağıya iner; bazen göz yaşı döker, bazen de şarkılar söyleyip, kahkahalar atar... \" ������ ''… ve hayalleri olmadan bir çingene ne işe yarar? Çatısı olmayan bir kilise, sesi çıkmayan bir çan gibi.” ������ “Çingeneler özgür oldukları için gezerler; çaresizliklerinden değil.” ������ ''Kendime yalan söylediğimden beri kimseye güvenmiyorum.''

Tabutta Rövaşata (1996) Derviş Zaim'in yönetmenliğini üstlendiği, Baba Zula ve Yansımalar'ın müziklerini yaptığı Tabutta Rövaşata; İstanbul/Rumeli Hisarı'nda geçer. Filmde yoksul ve evsiz olan Mahsun ve arkadaşlarının hayatı anlatılır. Baş karakterimiz Mahsun, geceleri otomobil çalar. Bütün polisler, mahkemeler ondan bıksa da o vazgeçmez çalmaktan. Çünkü ancak böyle ısınabilir soğuk havalarda. Bir gün, her zaman bulunduğu kahveye bir kız gelir. Mahsun, kalacak yeri olmayan kıza yardımcı olmak ister ancak o saatten sonra hayatı baştan aşağı değişecektir. Gerek çekim teknikleri gerekse konusu bakımından çağdaşlarından ayrılan Tabutta Rövaşata, 90'lı yılların sinemasına ayrıksılığıyla damga vurmuştur. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu ile dördü Antalya Altın Portakal Film Festivalinden olmak üzere 12 ödül kazanmıştır. Baş rolleri Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz, Ayşen Aydemir gibi isimlerin paylaştığı -tavus kuşlarını da unutmayalım- Tabutta Rövaşata; yoksul ve evsiz insanların, bağımlıların dünyasını son derece gerçekçi bir biçimde yansıtmaktadır. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederiz. Şiirle kalın!

Filmden Alıntılar: ������ ''Ama arkadaşlar iyidir.'' ������ ''Soğuk olan hava değil Mahsun. İnsanlar soğuk. Hayat çok soğuk. Keşke bu kadar soğuk olmasaydı da dünya, sen de bu kadar üşümeseydin. ������ ''Yalnız seni alabildim. Seni diğerlerinden ayırdığım için özür dilerim ama izin vermiyorlar , artık hiçbir şeye izin vermiyorlar.'' ������ ''Merhaba, çıkma ekmek var mı?''

Hayatın Anlamı (Schopenhauer) Öncelikle, çeviride Latince, Almanca ve daha birçok farklı dilde sözcükler var. Eğer odaklanmakta sorun yaşıyorsanız ana konudan kopup sürekli başa dönmek durumunda kalabilirsiniz. Ama bence bu bir engel değil. Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler kitabında: ''Okuyan hiç kimse zor olduğu, örneğin epistemoloji gibi bir sözcüğün anlamını bilmediği için okumayı bırakma hakkına sahip değildir.'' (s.77) diye bir alıntıyla karşılaşmıştım. O günden beri bunu kendime ilke edindim. Kitap dört ana başlıktan oluşuyor: 1-Hayat: Istırap ve Sefalet 2-Yaşama İradesinin Tasdiki ve İnkârı 3-Hayatın Boşluğu Öğretisi Üzerine 4-İntihar Üzerine Sonda da Schopenhauer ve kitap hakkında bir yorum kısmı bulunuyor… ''Hayat kendisini gerek büyük gerekse küçük meselelerde sürekli bir aldanış (bir hile ve desise) olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sözünde durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar; kâh umutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir.'' (Hayatın Anlamı, Schopenhauer, s.10) Birinci bölümü inceleyecek olursak Schopenhauer burada daha çok mutluluk, ıstırap ve can sıkıntısı gibi kavramların üzerinde durmuştur.

Ona göre gerçek mutluluk söz konusu değildir, yaşamsa ıstıraptır. Katılmadığım birkaç nokta olsa da ekseriyetle yaşama ilişkin gerçekçi gözlemlerde bulunmuştur. Schopenhauer’a göre insan doyumsuz bir varlıktır. Sürekli ister, elde ettikçe fazlasını arar. İşte bundan ötürü mutluluk da gelip geçici bir yanılsamadır. Bir isteğin gerçekleştirilmesi, onu istediğimiz zaman duyduğumuz hevesi ve hazzı öldürecektir. Gerçekleştirememek ise ıstıraba yol açacaktır. Örneğin: Çok istediğimiz bir nesneyi uzun süre çabalayıp alsak da zaman geçtikçe varlığına alışacak olmamız gibi... Yani o nesneyi elde ettiğimizde, ilk etapta oluşan mutluluk yok olacaktır. Bu da can sıkıntısı denilen durumu doğuracaktır. Schopenhauer da bu kısır döngüde yaşamın ıstırap ve can sıkıntısı arasındaki bir sarkaç olduğunu ifade etmiştir. ‘’Çünkü biz bir şeyi ne kadar bekleyip dört gözle onun yolunu gözlersek gelip çattığında ondan elde edeceğimiz tatmin de o kadar azalır.’’ (s.23) Aslında gerçekten çoğu şey böyle değil midir? İyi ya da kötü olan her durum bir süre sonra hissizliğe dönüşmez mi? Birisini kaybettiğimizde hissettiğimiz yoğun acı yerini zamanla boşluğa bırakmaz mı? Schopenhauer’ın bu yaklaşımı, 1970’lerde ortaya çıkan Hedonik Adaptasyon kuramına çok benziyor. Okurken aklıma ilk bu gelmişti. Kitaptaki örnekleri de düşündüğümde, Schopenhauer 1800’lü yıllarda adını koymasa da bu durumu çoktan açıklamış. İyimser öğretinin kurucusu olan Leibniz’in ‘’mümkün olan dünyaların en iyisinde yaşadığımız’’ önermesine karşılık, Schopenhauer en kötüsünde yaşadığımızı savunmuştur.

Çünkü iyi olan birçok olay, mutluluk ve neşe içerisinde yaşayan binlerce insan; dünyadaki bunca ıstırabı dindiremeyecek, kötülüğü yok edemeyecektir. Kötülüğün safi var olması dahi tayin edicidir. Sahiden… Dünyada verebileceğimiz binlerce örnek var fakat ülkemizden bakacak olursak: Bir buçuk yaşındaki bir bebeğin tecavüze uğrayarak öldürüldüğü, bedeninin parçalara ayrıldığı bir dünya nasıl mümkün olan dünyaların en iyisi olabilirdi ki? Ya da dünyada bu kadar çok ıstırap varken bunları göz ardı edip bir ‘’yanılsama olan’’ salt kendi mutluluğumuzun peşinde nasıl koşabiliriz? ''Her insan budalalığını, zafiyetini ve kusurunu şunu aklımızdan çıkarmayarak hoşgörüyle değerlendirmeliyiz: Önümüzde bulduğumuz kendi budalalıklarımızdan, zaaflarımızdan ve kusurlarımızdan başkası değildir; çünkü bunlar bizim de mensup olduğumuz insanlığın zaaflarıdır. Dolayısıyla biz kendimizde insanlığın bütün kusurlarını ve zaaflarını taşıyoruz ve bundan ötürü eğer şimdi kızıp öfkeleniyorsak bunun tek sebebi bu belirli anda bunların bizde görünmemesidir.'' (Hayatın Anlamı, Schopenhauer, s.40) İkinci ve üçüncü bölüme gelirsek: Schopenhauer’a göre hayat anlamsızdır ve var olmamak var olmaktan yeğdir. Bildiğiniz üzere ‘’istenç, irade’’ kavramı Schopenhauer felsefesinin temelidir. İrade kördür, ‘’kendinde şey’’dir. Nedensiz ve belirsizdir. Yaşama iradesi Schopenhauer’a göre yadsınmalı, inkâr edilmelidir. Fakat bu onun yok edilmesi anlamına gelmemektedir. Yalnızca isteme durumunun istememe durumuna dönüşmesidir söz konusu olan. Ki zaten insan yaşadıkça, bilinç düzeyi ve paralelinde ıstırap da arttıkça isteme ve istememenin bir savaş içerisine girmesi kaçınılmazdır.

Geçmiş geri döndürülemez, şimdi yetersiz ve gelecek belirsizdir. Dolayısıyla, sürekli bir devinim hâlinde olan dünyada, değişip duran şimdide mutluluk ile mutsuzluk Schopenhauer için birdir. Yaşama iradesinin yadsınması, kişinin her ikisine karşı kayıtsızlaşması ve mutluluk için çabalamaktansa acıyı aza indirgemesiyle başlayacaktır. Tasarım olarak dünyadaki her nesne, hatta günlük hayatımız bile iradenin görüngüsel bir ortaya çıkışı, tezahürüdür. Schopenhauer, bu iradenin tezahürü olan bizlerin tıpkı her canlı varlık gibi hayatta kalmaya ve varoluşu sürdürmeye eğilimli olduğunu söyler. Bunun içinse sürekli bir devinim halinde bulunmak, çabalamak zorunda olduğumuzu. Kitaptan örnek verecek olursak tepeden aşağı koşan bir adamın durmaya çalıştığı anda düşecek olması gibi… ''Devingenlik varoluşun temel ayırt edici özelliğidir.'' (Hayatın Anlamı, Schopenhauer, s.65) Dördüncü bölümde ise Schopenhauer, intiharı bir korkaklık ve kaçıklık olarak nitelendiren din adamlarını eleştirerek söze başlamıştır. Kuşkusuz her insan kendi hayatı üzerinde söz hakkına sahiptir. Fakat o yine de intiharın çözüm olmadığını, suç değilse de hata olduğunu savunmaktadır. Bu durumda: ‘’Schopenhauer için var olmamak var olmaktan yeğ ise niçin intiharı bir hata olarak görmektedir?’’ sorusu ortaya çıkabilir. Çünkü Schopenhauer, gerçek kurtuluşa yaşama isteminin hayatta kalarak yadsınmasıyla erişileceğini söylemektedir. Oysa intihar, Schopenhauer için, bu iradenin güçlü bir şekilde olumlanması anlamına gelmektedir. İntihar, görünüşte kurtuluşu temsil etmektedir. Ona göre kişi, istemeyi sona erdiremediği ve şartlardan hoşnut olmadığı için hayatına son vermiştir. Fakat bu düşünce bence biraz tartışılmalı… Aksine, insan istemeyi sona erdiremese -istemin sonucu ıstırap yahut can sıkıntısı olsa da- çabalamaz mı? Yalnızca şartlardan hoşnut olmamak gibi bir sebep özkıyımın gerekçesi olabilir mi?

Son olarak yaşama iradesinin yadsınması için Schopenhauer isteme-erişme döngüsünden vazgeçmeyi önermektedir. Bu da bir nevi dünyadan el etek çekmek anlamına gelmektedir. Bunun nasıl yapılacağı konusunda ise iki yol sunmuştur: Birincisi -ve Schopenhauer için en kıymetli olanı- bilgi yoludur. İnsanın bilinç düzeyi arttıkça isteme, istememeye dönüşecektir. Aynı zamanda sanat da bir tür bilgi yoludur. İkincisi ise derin bir acı çekmektir. Bu yol ile kişinin yaşama iradesi kendiliğinden tükenecektir. Hissizleşecek ve her şeyden elini eteğini çekecektir. Bu da tam bir sükûnet hâlidir. Schopenhauer’ın felsefesinde klasik Hindu dininden, Buda dininden, Hristiyanlıktan ve Platon’dan birçok iz bulabiliriz. Nietzsche, Schopenhauer’ı ustası olarak görse de ahlâkla ilgili görüşlerinde onu kıyasıya eleştirmiştir. Schopenhauer’ı anlamak için yaşamını ve içinde bulunduğu dönemi de incelememiz gerekir. Kötümser deyip geçmek yanlış olur. Zira Schopenhauer; Nietzsche’nin yanında büyük yazar Tolstoy’u, Einstein’ı, Freud’u ve daha birçok kişiyi de etkilemiştir. Sözleri her filozof gibi tartışmaya açıktır ve muhakkak tartışılmalıdır. Zaten okuduğumuz her kitaptaki görüşleri sorgulamaksızın kabul etmemiz garip olurdu. Yeni düşünceler ancak eskinin eleştirilmesi, tartışılması ve geliştirilmesiyle mümkün olacaktır. Sözlerim bu kadar. Umarım düzgün bir şekilde ifade edebilmişimdir. Sağlıcakla kalın, sevgiler.. Cemre N. Karain

Kızıl Veba (Kıyamet Sonrası Edebiyatının Başyapıtı): Jack London Jack London’ın 1912 yılında The London Magazine’de tefrika halinde yayımlanan romanı Kızıl Veba, modern edebiyatın ilk post- apokaliptik metinlerinden biri kabul edilir. London romanında, 2013’te patlak veren dünya çapında bir salgının insanların üzerindeki varoluş kaygısını, salgınla beraberinde gelen medeniyet çöküşünü işler. Kızıl Veba romanında, salgının sebep olduğu insan soykırımı ve gerçekleşmesi olası “yenidünya” zihin canlandırmasında insanların özgeci davranıştan ziyade insanoğlunun kritik durumlardaki bencilliğini, kolektivizm ve bireyciliğin karşı karşıya gelişi eleştirilir. \"Kısa süreli ve geçici toplum düzenler, sabun köpüğü misali yok olup gidiyor eninde sonunda.\" Kızıl Veba karşısında bakteriyologların verdiği özverili çalışmalara rağmen, salgın hakkında kayda değer bir sonuca ulaşamamalarının üzerinden altmış yıl geçmiştir bu altmış yıl içinde insan ırkı, hayatta kalmış bir avuç kişinin, vahşi hayat karşısında kabileler halinde kendi medeniyetlerini ve toplumsal sınıflarını oluşturmasıyla devam etmiştir. Ancak sanattan bilime kadar her türlü bilgiden yoksundurlar.

İlkel zamanlara geri dönülmüş, yaşam yine \"yemek-çoğalmak-hayatta kalmak\" üçgenine hapsedilmiştir. Yetişen yeni nesil de dünyayı hurafelerden ibaret görmekte, her türlü batıla inanmaktadır. Yitip giden eski dünyanın sırlarını hatırlayan, hayatta kalan tek insan da yaşı artık bir hayli ilerlemiş olan Profesör James Howard Smith’tir ve onun da tek umudu yetişecek neslin bu barbarlığı, cehaleti ve umursamazlığı aşıp medeniyete yeniden erişmesidir. *Kıyametten Sonrası: Kızıl Veba London, akıcı ve öngörülü bir şekilde işlediği kitabında bundan 108 yıl önce, şu an deneyimlemekte olduğumuz meselelere yer veren yazdıkları ile şimdilerde, seyircisi değil bizzat aktörü olduğumuz en derin krizin öngörülemez, diğer bir deyişle “siyah kuğu” vakası olmadığını, insan merkezli yaklaşımların dünyayı anlamamıza yetmediğini kanıtlar nitelikte. Bu bağlamda Kızıl Veba yazıldığı tarihten bir yüzyıl sonra, farklı bir bakış açısıyla yeniden okunmayı hak ediyor. Burcu Türköz

DEVİNİM İLE DÜŞÜNCE GEZİNTİLERİ Kibar Nuri Çelebi (Edebiyat Öğretmeni) Arama motoruna \"Devinim Dergi\" yazdığınızda karşınıza boyun eğmeyen, mücadele bilincini yoğuran görseller ve metin başlıkları çıkacaktır. On yıllarca süregelen bu eğilime gençlerle biz de dergimizle, emeğimizle ODTÜ'den başlayan yayınlara Alanya'dan eşlik ettiğimiz için gururluyuz. Ocak 2022'den başlattığımız yayın yaşamımızın 4. sayısı ile sizleri buluşturmanın övüncünü yaşarken dolu dolu yazı, anlatı, araştırma, inceleme ve şiirlerimizi sizlerle buluşturduk. Bizleri izleyen okurumuza da okuduklarımızı yazanlara dolu dolu teşekkürler. Aforizmalar: * Nedir hayat, hayattan geriye kalan, künyene kazınan en son yer, tarih... * Çok bildiklerimiz mi ayağımızın altındaki merdiveni devirir, az bildiklerimiz mi bizi ikinci basamaktan alıkoyar? * Peşindeyken akrebin saniyeye yakalanan yelkovan olmak gün boyu huzurlu bir döngü müdür? * Yeniden yaratıp inkar ede ede hangi yazgının damarlarını kesiyoruz; ara çitleri kaldırılmış düşünce/duygu yurdunun tercümesi, anlaşılmak mıdır; anlaşılmayan mı yıkılan mabetleri ağıtlarla yüzdüren felekte? * Umut beklentisi boğulmak mıdır, gecenin yüzünü/sesini kesip gökyüzünün alnına çakılan ay/güneş midir yeni yaşlarımıza bizi sürükleyen?

* Odana çekilip, dışarıdaki şehri küçültüp yüreğini büyütürsün. Küskün bir çocuğun yüzünde dolaşan itilmişliği koy koynuna. Sesiyle, yazısıyla anılan kitaplar açan bahçeler sarsın damarlarındaki ateşi! Beyninle, yüreğinle sına ki asi kaynağına genç bir gömüt yerleşsin. * Gönül gözüyle yüzüyor baktığın akış kaleminde hayatın anlamı; kaçıp saklanıp yüreğinin tortusunu nereye dökersin yıl boyu? * Parmak izlerinden yürürsen milyonlarca kitaba can veren sözcüklerin evrenini de bulursun kitaplarda. * Ne kirli binlerce kalp ne de lekeli çirkin yüzler... Emin olduğun bir yaşamı çarmıha gerenlerin giyotin gibi düşen sesleri azaldıkça rengine tutkun kelebekler kozalarını çatlatacak hemen yanıbaşında... * Kaybetmişlik duygusu mu daha güçlüdür yoksa anılara yıkılan arayışlar mı? Sesini paylaşmadan acı ile sığınağın tekdüze uğultusu gözlerine inmeden inebilir misin Gayya Kuyusu'na? * Ertelenen çocukluğuna dizginlerini çekerek koşmak yok tanık olduğun küllenmiş yaşamda! * Sonsuzluğun eksikliğini gideren tarihi hırpalayıp titreten gerçeğin çoğalan korkunç evrimi değil midir? * Kalbine yaslandığında kiminle konuşursun, kimlere sırtını dönersin hançer yaralarının izini süre süre...

Müzik Önerileri Kâzım Koyuncu-Ayrılık Şarkısı Siya Siyabend-Bilmem Şu Dünyaya Şebnem Ferah-Her Şey İnsanlar İçin 1944-Jamala

FAAL 2022 Mezuniyet Köşesi *12/A Sınıfı *12/C Sınıfı *12/D Sınıfı *12/E Sınıfı *12/F Sınıfı Faal

Münir Özkul bir repliğinde şöyle söyler: ''Okul sadece dört yanı duvarlarla çevrili, tepesinde damı olan yer değildir. Okul her yerdir. Sırasında bir orman, bir dağ başı. Öğretmenin, bilginin olduğu her yer okuldur.'' İşte bizim de okulumuz burası içinde. Öfkeyi, mutluluğu, sevgiyi ve birçok duyguyu hissettiğimiz, şimdi de elveda deme zamanımızın geldiği yer A. Fevzi Alaettinoğlu Anadolu Lisesi. Hazan vakti geldiğinde bize tekrar kucak aç. Elveda... Faal


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook