dan haberdar olmasan da o zamanlar yanımda olurdun, beni teselli ederdin, bana para verirdin, bol bol para ama daima gizli bir sabırsızlıkla rahatsız edici şeyi kendinden uzaklaştırmak için yapardın bunu; evet, hatta beni çocu- ğu aldırmam için ikna da ederdin sanırım. Hepsinden öte korktuğum da buydu – zira senin istediğin bir şeyi nasıl olur da yapmazdım, nasıl olur da seni reddedebilirdim. Ama bu çocuk benim için her şeydi, sendendi, ikinci bir sendin ama artık o mutlu, kaygısız, elimde tutmayı bece- remediğim sen değil, daha ziyade –şöyle sanmıştım– da- imi biçimde bana verilmiş bir sen, bedenime tutsak ol- muş, benim hayatıma bağlanmış sen. Seni nihayet yaka- lamıştım, senin, hayatının damarlarımda serpildiğini his- sedebiliyordum, seni yedirip içirebiliyor, seni okşayabili- yor, ondan sonra ruhum yanıp tutuştuğunda seni öpebi- liyordum. Görüyorsun ya sevgilim, senden bir çocuğum olacağını öğrendiğimde bu yüzden o kadar mesut oldum, bu yüzden bunu senden sakladım: Zira artık benden daha fazla kaçamayacaktın. Elbette sevgilim, sadece öyle mutlu mesut aylar yoktu önceden düşüncelerimde hissettiğim gibi, korku ve azap- la dolu, insanların alçaklıklarından tiksinmelerimle do- lu geçenler de vardı. Hiç kolay geçirmedim o günleri. Son aylarda, akrabaların dikkatini çeker ve eve haber verirler diye mağazaya gidemedim. Annemden para rica etmek is- temiyordum – böylece doğuma kadar az sayıdaki ziynet eşyamı satarak kıt kanaat geçindim. Doğumdan bir hafta önce bir çamaşırcı kadın dolaplardan birindeki son birkaç kuronumu da çaldı, dolayısıyla devlete ait bir doğumevi- ne gitmek zorunda kaldım. Çocuk, senin çocuğun ora- da, sadece çok yoksulların, toplum dışına itilmişlerin ve 49
unutulmuşların çaresiz kaldıklarında kendilerini attıkları o yerde, orada, sefaletin döküntülerinin ortasında doğdu. Orası ölmek için bir yerdi: Yabancı, yabancı, her şey ya- bancıydı, orada yatan bizler birbirimize yabancıydık, yal- nızdık ve her birimiz ötekine karşı nefret doluydu, sade- ce benzer ıstıraplardan kaynaklanan sefalet, bu kloroform ve kan bulutuyla kaplı, çığlıklar ve inlemelerle dolu salo- na bizi itmişti. Yoksulluğun küçük düşürülmeye, ruhî ve bedenî kepazeliğe dair katlanacağı ne varsa, oradaki fahi- şelerle ve hastalarla birlikteliğimdeki kader ortaklığının yarattığı bir bayağılıkla acı çekerek yaşadım; genç erkek doktorların ironik bir gülümsemeyle çaresizlik içindeki kişilerin çarşaflarını kaldırıp yalan yanlış bilimsel açıkla- malarla insanları elleme saygısızlıklarını, kadın hasta ba- kıcıların açgözlülüklerini – ah, orada bir insanın utanma- sı bakışlarla çarmıha gerilir ve sözcüklerle kırbaçlanırdı. Adını taşıyan tabela, orada sen olarak sadece o vardır, zira yatakta yatan şey sadece titreyen bir et parçasıdır, merak- lıların ellediği, bir teşhir ve araştırma nesnesi – ah, seve- cen biçimde bekleyen kocalarına onların evlerinde çocuk- lar hediye eden kadınlar yalnız, savunmasız, adeta bir de- ney masasındaymışçasına bir çocuk doğurmanın ne oldu- ğunu bilmezler! Ve bugün bile bir kitapta cehennem söz- cüğünü okuduğumda tüm irademe rağmen, birden o hın- cahınç dolu, buharla kaplı, inlemelerle, kahkahalarla ve kanlı çığlıklarla dolu, acı çektiğim salonu, o utanç mez- bahasını düşünüyorum. Sana bundan söz ettiğim için bağışla, bağışla beni. Ama sadece bu tek seferlik bahsediyorum bundan, bir daha as- la, asla tekrar bahsetmeyeceğim. On bir yıl sustum bu ko- nuda ve yakında sonsuza kadar suskun kalacağım: Bir ke- 50
recik olsun haykırmam gerek, mutluluk kaynağım olan ve şimdi şurada nefessiz yatan bu çocuk için ne kadar ağır bedel ödediğimi bir kerecik haykırmam gerek. Onları, o anları çoktan unutmuştum, çocuğun kahkahaları, sesleri arasında, mutluluğumun içinde çoktan unutmuştum ama şimdi, o şurada ölüyken, o azap tekrar canlanıyor ve bu bir kereliğine, bu tek seferliğine de olsa bunu haykırarak ruhumdan çıkarmak zorundaydım. Ama suçladığım sen değilsin, sadece Tanrı, sadece bu azabı manasız kılan Tan- rı. Suçladığım sen değilsin, sana yemin ederim ve asla sa- na karşı öfkeyle isyan etmedim. Bedenimin doğum sancı- larıyla kıvrandığı, vücudumun öğrencilerin kolaçan eden bakışları altında utançtan yandığı o saatlerde, acının ru- humu parçaladığı o saniyelerde bile Tanrı huzurunda seni suçlamadım; o gecelerden asla pişmanlık duymadım, asla sana olan aşkımı ayıplamadım, seni daima sevdim, bana rastladığın o anı daima hayır duasıyla andım. Bir kez daha o anların cehennemini yaşamak zorunda olsaydım ve be- ni neyin beklediğini önceden bilseydim, yine aynı şeyi ya- pardım sevgilim, bir kez daha ve bin kez daha! *** Çocuğumuz dün öldü – sen onu hiç tanımadın. O to- murcuklanan, küçük varlık, senin varlığın, hiçbir zaman, tesadüfi bir rastlaşmanın gelip geçici bir anında bile senin okşayıcı bakışlarından nasiplenmedi. Bu çocuğu doğu- rur doğurmaz uzun süre senden sakladım, sana olan özle- mim daha az acı verir olmuştu, evet, sanırım o bana hedi- ye edildiğinden beri seni biraz daha az tutkuyla sever, en azından aşkım yüzünden o kadar acı çekmez olmuştum. Kendimi seninle onun arasında paylaştırmak istemiyor- 51
dum; bu yüzden de kendimi mutlu olan sana, bana aldır- madan yaşayan sana değil, bana ihtiyacı olan, beslemek zorunda olduğum, öpebildiğim ve kucaklayabildiğim o çocuğa verdim. Senden kaynaklanan iç sıkıntımdan, kö- tü kaderimden kurtulmuş gözüküyordum, bu senle, ama gerçekten benim olan senle, başka bir senden kurtulmuş- tum – duygularım gittikçe daha seyrek, epeyce seyrek bi- çimde beni senin evine sürüklüyordu utanç verici biçim- de. Sadece bir şeyi yapıyordum: Doğum günlerinde sana daima bir buket beyaz gül gönderiyordum, tam da o za- man, o ilk aşk gecemizden sonra senin bana hediye ettik- lerin gibi. Bu on, on bir yıl boyunca bunları kimin gön- derdiğini sordun mu hiç? Bir seferinde belki de böyle gül- ler hediye ettiğin biri aklına geldi mi hiç? Bilmiyorum ve cevabını da hiç bilemeyeceğim. Sadece karanlığın içinden sana onları uzatmak, yılda bir kere o anların hatıralarının tomurcuklanmasını sağlamak – bu benim için yeterliydi. Sen, onu hiç tanımadın, zavallı çocuğumuzu – bugün, onu senden sakladığım için kendimi suçluyorum, zira onu severdin. O zavallı oğlanı hiç tanımadın, gözkapak- larını yavaşça kaldırıp koyu renkli, zeki gözleriyle –senin gözlerin!– bana, bütün dünyaya aydınlık, şen bir ışık sa- çarak nasıl güldüğünü hiç görmedin. Ah, öyle neşeli, öy- le tatlıydı ki: Senin benliğinin tüm hafifliği onda çocuk- ça bir biçimde tekrar etmişti, senin hızlı, hareket halinde- ki hayal gücün onda yenilenmişti: Tıpkı senin hayatla oy- naman gibi o da ıvır zıvırla saatlerce tutkuyla oynayabi- lir ve sonra tekrar ciddiyetle kaldırılmış kaşlarıyla kitap- larının başına otururdu. Gittikçe daha çok sen oluyordu; onda da o sana mahsus ciddiyet ve oyunculuk arasında- ki ikili hal gözle görülür biçimde gelişmeye başlamıştı bi- 52
le ve sana benzedikçe onu daha da çok seviyordum. Ga- yet iyi öğreniyordu, küçük bir saksağan gibi Fransızca ge- vezelik ediyordu, defterleri sınıftaki en temiz defterlerdi ve siyah kadife kıyafeti veya küçük, beyaz bahriyeli ceke- ti içinde ne kadar da şık, ne kadar da güzeldi. Nereye gi- derse gitsin herkesin içinde en şık olan daima oydu; Gra- do’ya sahile gittiğimizde, ben de onunla birlikte yürürken kadınlar durup kalır ve uzun, sarı saçlarını okşarlardı, Semmering’de kızak kayarken insanlar hayranlıkla etra- fında dönüp dururlardı. Öyle güzel, öyle hoş, öyle yumu- şak başlıydı ki: Son yılında Theresianum’daki1 yatılı oku- la başladığında üniformasını ve küçük kılıcını 18. yüzyıl- da şövalyelik eğitimi alan bir çocuk gibi taşıyordu – şim- diyse, şurada solgun dudakları ve birbirine kavuşturul- muş elleriyle yatan zavallının fanilacığından başka bir şe- yi yok üstünde. Ama şimdi bana, bu çocuğu nasıl olup da böyle lüks içinde yetiştirebildiğimi, ona bu üst sınıfların aydınlık, neşeli hayatını nasıl sağlayabildiğimi, bunu nasıl bece- rebildiğimi soracaksın belki de. Aşkım, sana karanlıkla- rın içinden sesleniyorum; utanmıyorum, sana bunu söy- lemek istiyorum ama korkma sevgilim – kendimi sattım. Sokaklardaki kızlar gibi, bir fahişe gibi değil tam olarak ama kendimi sattım. Zengin dostlarım, zengin sevgilile- rim vardı: Önce ben onları aradım, sonra onlar beni ara- dılar, zira –hiç fark ettin mi acaba?– çok güzeldim. Kendi- mi verdiğim herkes bana bayıldı, hepsi bana teşekkür et- ti, hepsi bana yapışıp kaldı, hepsi beni sevdi – sadece sen hariç, sen hariç, canım sevgilim! 1 1746 yılında Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa tarafından Viya- na’da kurulan, devlet okulları yasalarına tâbi özel bir yatılı okul. 53
Kendimi sattığımı sana itiraf ettiğim için şimdi beni aşa- ğılıyor musun? Hayır, biliyorum, beni aşağılamıyorsun, biliyorum, her şeyi anlıyorsun ve bunu sadece senin için, senin başka bir halin için, senin çocuğun için yaptığımı da anlayacaksın. O doğumevinin yatakhanesinde yoksul- luğun korkunçluğuyla bir kere temas etmiştim, biliyor- dum, bu dünyada yoksul kişi daima üstüne basılan, aşağı- lanan, kurban olandır ve bedeli ne olursa olsun senin ço- cuğunun, senin parlak, güzel çocuğunun o en aşağıda, so- kağın döküntüleri, boğuculuğu, bayağılığı içinde, kapa- lı bir avluya bakan bir evin odalarının berbat havası için- de büyümesini istemedim. Onun kibar ağzı batakhanele- rin konuşma biçimini tanımamalıydı, onun bembeyaz vü- cudu yoksulluğun küf kokulu, yırtık pırtık çamaşırlarını tanımamalıydı – çocuğun her şeye sahip olmalıydı, yer- yüzündeki tüm zenginliğe, tüm kolaylıklara, tekrar senin yanına, senin hayat çevrene yükselebilmeliydi. Bu yüzden, sadece bu yüzden canım sevgilim, kendi- mi sattım. Benim için bir fedakârlık değildi bu, zira genel- likle onur ve namussuzluk denilen şeyler benim için an- lamsızdı: Sen beni sevmiyordun, sen, bedenimin ait ol- duğu yegane kişi, dolayısıyla vücuduma ne olduğu umu- rumda değildi. Erkeklerin okşamaları, en içten tutkuları bile derinliklerimde beni hiç etkilemiyordu, gerçi arala- rından bazılarına çok saygı duydum ve merhametim on- ların karşılıksız aşklarıyla birleşince kendi kaderimi ha- tırlayıp sık sık sarsıldım. Tanıdıklarımın hepsi bana kar- şı çok iyiydi, hepsi beni şımarttı, hepsi bana saygı duydu. İçlerinde özellikle biri, yaşlı, dul bir kont vardı ki, babasız çocuğun, senin çocuğunun Theresianum’a alınması için kapı kapı koşturup durdu – beni kızı gibi seviyordu. Üç- 54
dört defa bana evlenme teklif etti – bugün bir kontes, Ti- rol’deki büyüleyiciyi bir şatonun sahibesi olabilirdim, ta- sasız bir hal içinde olabilirdim, zira çocuğun onu tapar- casına seven şefkatli bir babası ve benim de yanımda ses- siz, seçkin, iyi bir erkek olurdu – bunu yapmadım, çok fazla, sürekli ısrar etmesine rağmen, reddedişlerimle ona çok acı vermeme rağmen. Belki bu bir aptallıktı, zira ak- si takdirde şimdi bir yerlerde sakin ve esenlik içinde yaşı- yor olurdum ve o sevgili çocuk da benimle birlikte olur- du ama –sana bunu neden itiraf etmeyeyim ki?– kendimi bağlamak istemiyordum, senin için her an özgür olmak istiyordum. İçimin derinliklerinde, varlığımın bilinçsiz bir yerinde o eski çocukluk rüyası daima yaşıyordu; be- ni belki de bir kez daha, bir saatliğine bile olsa çağırırdın. Ve bu olası bir saat için her şeyi teptim, sırf ilk çağrışında senin için özgür olmak adına. Çocukluktan uyanışımdan beri bütün hayatım bir bekleyişten, senin arzularını bek- leyişten başka neydi ki! Ve o saat gerçekten de geldi. Ama sen bunu bilmiyor- sun, hiç hissetmedin bile canım sevgilim! O an da tanı- madın beni – asla, asla, beni asla tanımadın! Sana önce- den de sıkça rastlamıştım, tiyatrolarda, konserlerde, Pra- ter’de2, sokakta – her seferinde kalbim yerinden çıkıyor- du ama senin bakışların beni hep atlıyordu: Tabii ki gö- rünüşüm çok farklıydı, mahcup çocuk bir kadın olmuş- tu; dedikleri gibi güzel, pahalı kıyafetler içinde, etrafı hay- ranlarla çevrili: Benim, yatak odanın loş ışığındaki o utan- gaç kız olduğumu nasıl tahmin edebilirdin ki! Bazen bir- likte olduğum beylerden biri sana selam verirdi, teşekkür eder ve bana bakardın: Ama bakışların kibar bir yaban- 2 Viyana’daki ünlü dinlenme ve eğlence alanı. 55
cılık içerirdi, beğeni dolu fakat asla tanımayan, yabancı, korkunç derecede yabancı. Bir keresinde, hâlâ hatırlıyo- rum, artık neredeyse alıştığım bu hiç tanımamazlık hali yakıcı bir azaba dönüşmüştü: Bir erkek arkadaşımla ope- ranın bir locasında oturuyordum ve sen de yandaki loca- daydın. Işıklar uvertürde söndü, senin yüzünü artık göre- miyor sadece nefesini çok yakınımda, tıpkı o geceki gibi yanımda hissediyordum ve elin localarımızı ayıran kadife kaplı korkuluğa yaslıydı, o ince, zarif elin. Ve içimde eği- lip, bir zamanlar sevecen kucaklayışını hissettiğim bu ya- bancı, bu öylesine sevgili eli alçak gönüllülükle öpmeye dair sonsuz bir arzu kabardı. Müzik etrafımda dalga dalga yayılıyor, arzum gittikçe daha da tutku dolu bir hale ge- liyordu, kendimi kasmak, kendimi zorla geri çekmek zo- rundaydım, dudaklarım öylesine zorlayıcı biçimde senin sevgili eline doğru çekiliyordu ki. Birinci perdeden son- ra arkadaşımdan operadan ayrılmayı rica ettim. Karanlık- ta sana bu kadar yabancı ve bu kadar yakın olmaya daha fazla katlanamadım. Ama o saat geldi, bir kez daha geldi, yıkıntılar altında- ki hayatıma son bir kez daha. Neredeyse bir yıl kadar ön- ce, doğum gününden sonraki gündü. Garip: Bütün o saat- ler boyunca seni düşünüp durmuştum zira doğum günü- nü daima bir bayram gibi kutlardım. Daha sabahın ilk sa- atlerinde çıkmış, senin unuttuğun o anların anısına gön- dermek için her sene yaptığım gibi beyaz güller almıştım. Öğleden sonra oğlanla birlikte gezintiye çıktım, onu De- mel Pastanesi’ne3 götürdüm ve akşam da tiyatroya gittik, anlamını bilmese de onun da o günü çocukluğundan iti- baren mistik bir bayram günü olarak yaşamasını istiyor- 3 Viyana’da 1786’da kurulmuş ünlü bir pastane. 56
dum. Sonraki gün iki yıldır birlikte yaşadığım, bana ta- pan, beni şımartan, tıpkı ötekiler gibi benimle evlenmek isteyen, beni ve çocuğumu hediyelere boğmasına ve hat- ta biraz sıkıcı, kölece iyiliğiyle sevilmeye layık biri olma- sına rağmen benim yine ötekiler gibi gözle görülür bir ne- den olmaksızın reddettiğim genç, zengin bir Brnolu fab- rikatör olan o zamanki erkek arkadaşımla birlikteydim. Birlikte bir konsere gittik, orada neşeli bir grupla buluş- tuk, Ring Caddesi’ndeki bir restorandaki yemek daveti- ne katıldık ve orada kahkahaların ve ayaküstü sohbetle- rin ortasında ben bir de dans kulübüne, Tabarin’e gitme önerisinde bulundum. Bu tarz kulüpler, bütün diğer “sa- baha kadar eğlence” yerleri gibi, sistematik ve alkolle eğ- lenilen halleriyle bana daima tiksindirici gelirdi ve bu tarz tekliflere her zaman karşı koyardım ama bu sefer –öteki- ler tarafından şen şakrak bir heyecanla kabul edilen böyle bir teklifi şuursuzca aniden ortaya atmış olmama içimde- ki sebepsiz bir sihirli kuvvet neden olmuştu– sanki beni orada bir yerde özel bir şey bekliyormuş gibi, aniden açık- lanamaz bir arzu duymuştum. Her zamanki gibi, benim hoşuma gitmek için herkes hemen ayaklandı, oraya git- tik, şampanya içtik ve birden içimde daha önce hiç tanı- madığım, hızla yükselen, neredeyse acı verici bir mutlu- luk peyda oldu. İçtikçe içtim, en bayağı şarkılara eşlik et- tim ve dans etmeye veya sevinç çığlıkları atmaya neredey- se zorunlu hissettim kendimi. Ama birden –sanki aniden kalbimi buz gibi soğuk veya kor gibi sıcak bir şeyler kap- lamış gibi– paramparça oldum: Yandaki masada arkadaş- larınla birlikte oturuyordun ve bana beğeni dolu, arzula- yan bakışlarla, tüm bedenimi daima alt üst eden o bakış- larla bakıyordun. Benliğinin o tamamen bilinçsizce tutku- 57
lu gücüyle on yıldır ilk defa bana tekrar bakıyordun. Tit- riyordum. Havaya kaldırdığım kadehi neredeyse elimden düşürüyordum. Bereket versin masa arkadaşlarım bende- ki afallamışlığın farkına varmadılar: Kahkahaların ve mü- ziğin gümbürtüsü arasında kaybolup gitti. Bakışın gittikçe daha da yakıcı oluyordu ve beni bütü- nüyle ateşlere atıyordu. Bilmiyordum: Beni nihayet, ni- hayet tanımış mıydın, yoksa beni yeni, başka, yabancı bi- ri olarak mı arzuluyordun? Kan yanaklarıma hücum et- mişti, masa arkadaşlarıma dağılmış vaziyette yanıtlar ve- riyordum: Bakışlarından nasıl afalladığımı fark etmiş ol- man lazımdı. Diğerlerine belli etmeden kafanla bir işa- ret yaptın, kısa bir an dışarıya, girişe çıkmamı istiyor- dun. Dikkat çekici biçimde hesabı ödedin, arkadaşların- la vedalaştın ve dışarıya çıktın, bana bir kez daha dışarı- da beni bekleyeceğini belli ederek. Donuyormuşum gibi, ateşim varmış gibi titriyordum, daha fazla yanıt veremi- yordum, coşmuş kanımı daha fazla yatıştıramıyordum. Tesadüfen tam da o anda siyahi bir çift topuklarını yere vura vura ve tiz çığlıklarla garip, yeni bir dansa başladı: Herkes onlara bakıyordu, ben de o anı kullandım. Ayağa kalktım, erkek arkadaşıma hemen döneceğimi söyledim ve arkandan gittim. Dışarıdaki holde, vestiyerin önünde beni bekleyerek dikeliyordun: Ben gelince bakışların aydınlandı. Gülüm- seyerek aceleyle bana doğru yaklaştın; beni tanımadığını hemen fark ettim, bir zamanların çocuğunu da, genç kızı- nı da tanımamıştın, bana bir kez daha yeni, tanımadık bi- ri olarak uzanıyordun. “Benim için de bir saatiniz olabilir mi?” diye sordun mahrem biçimde – tarzındaki kendine güvenden bana o kadınlardan, bir geceliğine satılık olan- 58
lardan biriymişim gibi yaklaştığını hissettim. “Evet” de- dim, on seneden fazla zaman önce akşam olurken sokak- ta titreyerek ve tabii ki tamamen seve seve sana evet diyen genç kız gibi. “Peki ne zaman görüşebiliriz?” diye sordun. “Siz ne zaman isterseniz” diye cevap verdim – senden hiç utanmıyordum. Bana biraz şaşkınlıkla, tıpkı o zamanki kabul edişimdeki hızı görür görmez kapıldığın şüpheci- meraklı şaşkınlığınla baktın. “Şimdi müsait misiniz?” di- ye sordun, biraz tereddütlü. “Evet,” dedim, “gidelim.” Paltomu almak için vestiyere gitmek istedim. O anda aklıma geldi, birlikte verdiğimiz paltolarımız için vestiyer fişini erkek arkadaşım almıştı. Etraflı bir açıklama yapmadan geri gidip ondan fişi istemek müm- kün değildi, öte yandan yıllardır özlemini çektiğim se- ninle bir saatten de feragat etmek istemiyordum. Dola- yısıyla bir saniye bile tereddüt etmedim: Gece elbisemin üstüne sadece şalımı aldım ve mantoma aldırış etmeden, yıllardır geçimimi sağlayan ve sevgilisinin yıllar sonra ya- bancı bir adamın ilk ıslığıyla birlikte onu bırakıp gitme- siyle arkadaşlarının gözünde en komik aptallardan bi- ri haline düşüreceğim o iyi, sevecen insana aldırış etme- den dışarıya, sisli, nemli geceye çıktım. Ah, en derinle- rimde dürüst bir erkek arkadaşa karşı yaptığım alçaklı- ğın, nankörlüğün, adiliğin bilincindeydim, gülünç dav- randığımı ve takıntım yüzünden iyi bir insanı sonsuza denk ölümcül biçimde kırdığımı hissediyordum, hayatı- mı ortasından ikiye ayırdığımı hissediyordum – ama du- daklarını bir kez daha hissetmenin, senin hoş sözlerinle bana hitap edişini duymanın sabırsızlığı karşısında arka- daşlık benim için neydi ki, varoluşum neydi ki? Seni işte böyle sevdim, artık bunu sana söyleyebilirim, her şey bit- 59
mişken ve geçip gitmişken. Ve inanıyorum ki, beni ölüm döşeğimde çağıracak olsan, birden ayağa kalkacak ve se- ninle gidecek gücü bulurdum. Girişte bir araba duruyordu, sana doğru yola çıktık. Se- sini tekrar duydum, sevecen yakınlığını hissettim ve tıpkı o zamanki gibi sersemledim, o zamanki gibi çocukça bir mutlulukla karmakarışık oldum. On seneden fazla zaman sonra, ilk kez yeniden o merdivenlerden yukarıya nasıl da çıktım – hayır, hayır, her bir saniyede her şeyi, geçmişi ve şimdiyi ve her şeyden çok, her şeyden daima çok seni na- sıl da iki kat fazla hissettiğimi sana tarif edemem. Odan- da çok az şey değişmişti, birkaç resim daha ve biraz da- ha fazla sayıda kitap, şurada, burada yabancı mobilyalar ama her şey beni aşina biçimde selamlıyordu. Ve yazı ma- sasının üstünde içinde güller olan vazo duruyordu – sa- na önceki gün doğum gününde, senin tabii ki hatırlama- dığın birini hatırlatmak için, hatta şimdi bile senin dibin- deyken, el ele, dudak dudağayken bile hâlâ hatırlamadı- ğın biri olarak yolladığım benim güllerim. Ama yine de çi- çekleri muhafaza etmiş olman beni mutlu etmişti: Bu, be- nim varlığımdan hafif bir esintiydi, sana olan sevgimden bir nefesti. Beni kollarına aldın. Bir kez daha bütün muhteşem bir gece boyunca sende kaldım. Ama çıplak bedenimden de tanımadın beni. O iş bilir okşayış tarzını mutlulukla ya- şadım ve senin tutkunun bir sevgili ya da bir satılık be- den arasında ayrım gözetmediğini gördüm, kendini ar- zuladığın şeye varlığının müsrifçe bolluğuyla, hesapsız- ca tamamen veriyordun. Bana, gece kulübünden alın- mış birine karşı gayet sevecen ve yumuşaktın, öyle kibar, öyle kalpten saygılı ve aynı zamanda kadından zevk al- 60
mak konusunda öyle ateşli; bir kez daha o eski mutlulu- ğun baş dönmesini hissettim: Yalnızca sana özgü benliği- nin ikiliğinden kaynaklanan o iş bilir, o bedensel olanda- ki tinsel tutkuyu, o çocuğu bile sana ait kılan baş dönme- sini. Bir erkekle sevişirken kendini bir anda böyle verme- yi hiç bilmiyordum, varlığımın derinliklerinde böyle bir kendini koyverişi ve karşılıklı pırıltılar saçmayı – elbet- te hemen ardından sonsuzca, neredeyse insanlık dışı bir unutuluş içinde silinişi de. Ama ben de kendimi unut- muştum: Şimdi karanlıkta senin yanındaki ben kimdim? Bir zamanların o yanıp tutuşan çocuğu muydum ben, ço- cuğunun annesi miydim ben, bir yabancı mıydım ben? Ah, o kadar alışıldık, o kadar tanıdıktı ki her şey ve her şey yine baş döndürücü biçimde yeniydi o tutku dolu ge- cede. Ve ben, o gecenin sona ermemesi için dua edip du- ruyordum. Ama sabah oldu, geç kalktık, beni kahvaltıyı da birlik- te yapmaya davet ettin. Görünmeyen bir hizmetli elin ye- mek odasında gizlice hazırladığı çayı içtik ve hoşbeş et- tik. Yine benliğinin tamamen açık, kalpten gelen samimi- yetiyle konuştun benimle ve yine hiçbir kurcalayıcı soru sormadın, benim varlığıma dair hiçbir merak gösterme- din. Adımı sormadım, nerede oturduğumu sormadın: Se- nin için bir kez daha sadece bir maceraydım, isimsizdim, ateşli bir andım, unutuluşun dumanları arasında iz bırak- madan yok olup gidecek biriydim. Bu sefer epey uzağa, iki ya da üç aylığına Kuzey Afrika’ya seyahat etmek iste- diğini anlattın; mutluluğumun ortasında titriyordum, zi- ra kulaklarım çoktan uğuldamaya başlamıştı: Geçti gitti ve unutuldu! Dizlerine kapanmayı ve haykırmayı nasıl da çok istiyordum: “Beni de yanına al, böylece sonunda be- 61
ni tanı, onca yıldan sonra nihayet, nihayet!” Ama o kadar mahcup, o kadar korkak, o kadar köle gibi, o kadar zayıf- tım ki senin karşında. Sadece şunu söyleyebildim: “Ne ya- zık.” Bana gülümseyerek baktın: “Buna gerçekten üzülü- yor musun?” O an birden bir vahşilik kapladı beni. Ayağa kalktım, uzun uzun ve sabit bakışlarla sana baktım. Sonra şöyle dedim: “Aşık olduğum adam da sürekli seyahate çıkar- dı.” Sana baktım, gözlerindeki yıldızların tam ortasına. “Şimdi, şimdi beni tanıyacak!” diye içimdeki her şey ka- bararak, titreyerek. Ama aksine bana gülümsedin ve tesel- li edercesine şöyle dedin: “Geri dönülür elbette.” “Evet,” diye cevap verdim, “geri dönülür ama sonra da unutmuş olur insan.” Sana bunu söyleyiş tarzımda alışılmadık, tutku dolu bir şeyler olmalıydı. Zira sen de ayağa kalkıp bana bak- tın, şaşkınlıkla ve çok sevgi dolu biçimde. Beni omuzla- rımdan tuttun: “İyi olan şey unutulmaz, seni hiç unutma- yacağım” dedin ve sanki bu resmi hafızana iyice sabitle- mek ister gibi bakışların tamamen içime daldı. Bu bakış- ların içe işleyici, iz bırakıcı biçimde beni istila ettiğini, bü- tün benliğimi içine çektiğini hissettiğimde nihayet, niha- yet o körlüğe yol açan büyünün bozulduğunu sandım. Beni tanıyacak, beni tanıyacak! Tüm ruhum bu düşün- ceyle titriyordu. Ama beni tanımadın. Hayır, beni tanımadın, sana hiçbir zaman o saniye olduğum kadar yabancı olmamıştım, çün- kü aksi halde – aksi halde birkaç dakika sonra yaptığın şeyi asla yapamazdın. Beni öptün, bir kez daha tutkuy- la öptün. Karışan saçlarımı tekrar düzeltmek zorunday- dım ve ben aynanın önünde dururken, aynadan –utanç- 62
tan ve korkudan yerin dibine geçeceğimi sandım– gizli- ce manşonuma birkaç büyük kâğıt para sokuşturduğunu gördüm. O saniye çığlık atmamayı, suratına tokat atma- mayı nasıl becerdim ki – bana, seni çocukluğundan beri seven, çocuğunun annesi olan bana, bana o gece için öde- me yapmıştın! Senin için Tabarin’den bir fahişeydim, da- ha fazlası değil – ödeme yapmıştın, bana ödeme yapmış- tın! Senin tarafından unutulmak yetmemiş, bir de aşağı- lanmam gerekmişti. Çabucak eşyalarımı topladım. Gitmek istiyordum, he- men gitmek. Canım çok acıyordu. Şapkamı kavradım, yazı masasında, beyaz güllerin, benim güllerimin yanın- da duruyordu. O anda kuvvetli, karşı konulamaz biçimde beni tekrar yakaladı: Sana hatırlatmayı bir kez daha dene- mek istedim. “Beyaz güllerinden birini bana vermek iste- mez misin?” “Memnuniyetle” dedin ve hemen bir tanesi- ni aldın. “Ama belki de bunları sana bir kadın vermiştir, seni seven bir kadın?” dedim. “Belki de,” dedin, “bilmiyo- rum. Bana gönderilmişler ama kimden olduklarını bilmi- yorum, bu yüzden onları bu kadar seviyorum.” Sana bak- tım. “Belki de bunlar unuttuğun birilerindendir!” Hayret dolu biçimde baktın. Ben gözlerimi sana dikmiş- tim. “Tanı beni, artık tanı beni!” diye haykırıyordu bakış- larım. Ama senin gözlerin dostça ve bir şey bilmez biçim- de gülümsüyordu. Beni bir kez daha öptün. Ama beni ta- nımadın. Hızla kapıya gittim, zira gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissetmiştim ve sen onları görmemeliydin. Antrede ne- redeyse –dışarıya çıkmak için çok acele ediyordum– Jo- hann’la, uşağınla çarpışıyordum. Mahcup ve hızlı biçim- de yana doğru çekildi, dışarıya çıkmam için evin kapısı- 63
nı açtı ve o anda – o tek bir saniyede, duyuyor musun, ona baktığım, ihtiyarlamış adama gözlerim yaşlı biçim- de baktığım o tek bir saniyede, o anda bakışlarında bir- den bir ışık parladı. O tek bir saniyede, duyuyor musun? O tek bir saniyede, beni çocukluğumdan beri görmemiş olan ihtiyar adam beni tanımıştı. Bu tanıma hali yüzün- den önüne diz çöküp ellerini öpebilirdim. Böylece onlar- la beni kırbaçladığın banknotları hızlıca manşonumdan çıkardım ve onun cebine sokuşturdum. Titredi, korkuyla bana baktı – o saniye bana dair, belki de senin tüm haya- tın boyunca sezdiğinden daha fazla şey sezdi. Bütün, bü- tün insanlar beni şımartmıştı, hepsi bana karşı iyiydi – sa- dece sen, sadece sen, sen beni unuttun, sadece sen, sade- ce sen beni asla tanımadın! *** Çocuğum öldü, çocuğumuz – şimdi dünyada senden başka onu sevecek kimsem yok artık. Ama sen benim için kimsin ki, sen, beni hiçbir zaman, hiçbir zaman tanıma- yan sen, bir su birikintisini geçer gibi yanımdan geçip gi- den, bir taşa basar gibi üzerime basan, her zaman giden, daima giden ve beni ebedi bir bekleyişte bırakan sen? Se- ni tuttuğumu zannettim bir kereliğe bu çocukta, seni, o kaçağı. Ama o da senin çocuğundu: Geceleyin beni bıra- kıp gitti acımasızca, bir seyahate çıktı, beni unuttu ve asla dönmeyecek. Ben yine yalnızım, her zamankinden daha yalnız, hiçbir şeyim yok, senden kalan hiçbir şeyim yok – artık çocuk yok, tek kelime yok, tek satır yok, tek ha- tıra yok, birileri senin yanında adımı anacak olsa bir ya- bancıdan söz ediliyormuş gibi bir kulağından girer öte- kinden çıkar. Neden seve seve ölmek istemeyeyim ki, se- 64
nin için zaten ölüyken; neden kendi yoluma gitmeyeyim ki, sen benden zaten gitmişken? Hayır sevgilim, sana kar- şı suçlama yöneltmiyorum, senin o neşeli evine ıstırapla- rımı yollamak istemiyorum. Seni rahatsız etmeye devam edeceğim diye korkma – beni affet, tam da çocuk şurada ölü ve terk edilmiş biçimde yatarken bir kerecik olsun ru- humdakileri haykırmak zorundaydım. Sadece bu tek se- fer seninle konuşmak zorundaydım – sonra tekrar karan- lığımdaki dilsizliğe döneceğim, senin yanında her zaman dilsiz olduğum gibi. Ama yaşadığım sürece bu haykırışla- rı duymayacaksın – ancak öldüğüm zaman bu vasiyetim eline geçecek, seni herkesten çok sevmiş ve senin hiç ta- nımadığın birinin vasiyeti, daima seni beklemiş ve senin hiç çağırmadığın birinin vasiyeti. Belki de, belki de on- dan sonra beni çağıracaksın ve ben de sana ilk defa sada- kat göstermeyeceğim, ölü biri olarak seni artık duymaya- cağım: Sana, tıpkı senin bana bırakmadığın gibi, hiçbir re- sim, sembolik hiçbir şey bırakmıyorum; beni asla tanıma- yacaksın, hiçbir zaman. Hayattaki kaderim bu oldu, ölü- mümdeki de aynısı olsun. Son saatlerimde seni çağırmak istemiyorum, sen benim adımı ve yüzümü bilmeden çe- kip gidiyorum. İçim rahat ölüyorum, zira bunu uzaktan hissedemezsin. Şayet ölmem seni üzecek olsaydı, o zaman ölemezdim. Artık daha fazla yazamıyorum... Kafam çok bulanık... Her yerim ağrıyor, ateşim var... Sanırım hemen uzanmam şart. Belki hemencecik biter, belki de kader bana bir kez olsun iyi davranır ve çocuğu nasıl alıp götürdüklerini gör- mek zorunda kalmam artık... Daha fazla yazamıyorum. Elveda sevgilim, elveda, sana teşekkür ederim... Her şe- ye rağmen, her şey olduğu gibi güzeldi... Sana son nefesi- 65
me kadar teşekkür etmek istiyorum. İyiyim: Sana her şe- yi söyledim, artık biliyorsun, hayır, sadece seziyorsun, se- ni ne kadar çok sevdiğimi ve bu aşk yüzünden hiçbir bor- cun olmadığını. Senin için bir eksiklik olmayacağım – bu, beni teselli ediyor. Senin güzel, aydınlık yaşamında hiçbir şey farklı olmayacak... Ölümümle seni üzmüyorum... Bu beni teselli ediyor, sevgilim. Ama kim... Kim şimdi sana doğum günlerin için beyaz güller gönderecek hep? Ah, vazo boş kalacak, yılda bir defa seni yalayıp geçen hayatımdan küçük bir nefes, kü- çük bir esinti, o da savrulup gidecek! Sevgilim, dinle, sen- den rica ediyorum... Bu, senden ilk ve son ricam... Hatı- rım için, her doğum gününde –bu, insanın kendini düşü- neceği bir gündür tabii ki– o güllerden al ve onları vazo- ya koy. Yap bunu sevgilim, yap bunu, tıpkı başkalarının yılda bir kere sevdikleri bir ölünün arkasından yaptırdık- ları bir ayin gibi. Ama ben artık Tanrı’ya inanmıyorum ve ayin falan istemiyorum, ben sadece sana inanıyorum, ben sadece seni seviyorum ve sadece sende yaşamaya devam etmek istiyorum... Ah, sadece senede bir gün, tamamen, tamamen sessiz, tıpkı senin yanında yaşadığım gibi... Sen- den rica ediyorum yap bunu, sevgilim... Bu senden ilk ri- cam ve sonuncusu da... Sana teşekkür ederim... Seni sevi- yorum, seni seviyorum... Elveda... *** Mektubu titreyen ellerinden bıraktı. Sonra derin dü- şüncelere daldı. Bir komşu çocuğunun, bir genç kızın, ge- ce kulübündeki bir kadının karmakarışık hatıraları belirir gibi oldu ama bu hatırlayış tıpkı akan bir suyun dibinde parıldayan ve biçimsizce titreşip duran bir taşınki gibi be- 66
lirsiz ve karışıktı. Gölgeler akın akın gelip geçiyor ama bir resim oluşturmuyordu. Bir hissiyatın hatıralarını hissedi- yor ama yine de hatırlamıyordu. Tüm bu siluetleri sanki hayal etmiş gibi hissediyordu, sıkça ve derinden hayal et- miş ama sadece hayal etmiş. Derken bakışları yazı masa- sının üstünde duran önündeki mavi vazoya takıldı. Boş- tu, yıllardır ilk kez doğum gününde boştu. Korkuyla ye- rinden sıçradı: Sanki birden bir kapı görünmez biçimde açılmış ve başka bir dünyadan soğuk bir hava akımı sakin odasına akın etmiş gibi geldi. Bir ölümü ve ölümsüz aşkı hissetti: Ruhunun içinde bir şeyler fışkırdı ve o görünmez şeyi, tıpkı uzaklardan gelen bir müziği düşünür gibi, be- densiz olarak ve tutkuyla düşündü. 67
Search