Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore bilinmeyen

bilinmeyen

Published by Yasin Yılmaz, 2021-10-06 10:26:26

Description: bilinmeyen

Search

Read the Text Version

STEFAN ZWEIG Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Brief einer Unbekannten İletişim Yayınları 2887 • Dünya Edebiyatı 265 ISBN-13: 978-975-05-2869-9 © 2020 İletişim Yayıncılık A.Ş. / 1. BASIM 1. Baskı  2020, İstanbul DİZİ YAYIN YÖNETMENİ Murat Belge YAYINA HAZIRLAYAN Emre Bayın KAPAK Suat Aysu KAPAK RESMİ Paul Klee, “Anne ve Çocuk”, 1938 UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Oben Üçke BASKI Sena Ofset · SERTİFİKA NO. 45030 Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi, B Blok, 6. Kat, No: 4NB 7-9-11 Topkapı, 34010, İstanbul, Tel: 212.613 38 46 CİLT Güven Mücellit · SERTİFİKA NO. 45003 Mahmutbey Mahallesi, Devekaldırımı Caddesi, Gelincik Sokak, Güven İş Merkezi, No: 6, Bağcılar, İstanbul, Tel: 212.445 00 04 İletişim Yayınları · SERTİFİKA NO. 40387 Cumhuriyet Caddesi, No. 36, Daire 3, Seyhan Apartmanı, Harbiye Mahallesi, Elmadağ, Şişli 34367 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • web: www.iletisim.com.tr

STEFAN ZWEIG Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Brief einer Unbekannten ÇEVİRİ VE ÖNSÖZ Kıvanç Koçak

STEFAN ZWEIG 28 Kasım 1881’de bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak Viyana’da doğdu. İlkgençlik günlerinden itibaren çeşitli gazetelerde şiirleri ve yazıları yayım- landı. 1899’da Viyana’daki Neuen Freien Presse gazetesinin kültür sanat sayfasında çalışmaya başladı. 1901’de şiirlerinden oluşan ilk kitabını çıkardı: Silberne Saiten (Gümüş Teller). Baudelaire, Verlaine ve Verhaeren’den çeviriler yaptı. Berlin ve Viyana’da Germanistik, Romanistik ve felsefe eğitimi gören Zweig, Viyana Üni- versitesi’nde Hippolyte Taine üzerine yaptığı çalışmasıyla 1904’te felsefe doktoru unvanını aldı. Hikâye, novella, tiyatro gibi çok çeşitli türlerde birbiri ardına eserleri yayımlanmaya başladı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaptığı geziler yanında Hindis- tan’a, Amerika’ya ve Küba’ya da gitti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Avustur- ya Savaş Bakanlığı Savaş Arşivleri’nde, bir yandan da Donauland gazetesinde çalıştı. Savaş karşıtı, pasifist açıklamalarıyla dikkat çekti. Savaş sonunda bakanlıktaki göre- vinden ayrılıp kısa bir dönem İsviçre’de yaşadı. 1919’da Salzburg’daki evine döndü, ertesi yıl Friederike von Winternitz’le evlendi. Üretkenliğini hiç kaybetmeden yazan Zweig’ın 1928’e kadar Korku, Üç Usta, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mek- tubu, Kendileriyle Savaşanlar gibi kitapları yayımlandı. Aynı yıl Tolstoy’un 100. yaş kutlamaları dolayısıyla Sovyetler Birliği’ne gitti. Romain Rolland, H.G. Wells, Rainer Maria Rilke, Hermann Hesse, Sigmund Freud, Franz Werfel, Richard Strauss, Paul Valery, Arthur Schnitzler gibi isimlerle yakın dostlukları oldu. 1933 yılında Nazi- lerin yaktığı binlerce yasak kitap arasında Yahudi asıllı Zweig’ın kitapları da vardı. 1934’te Salzburg’daki evinin Naziler tarafından aranması üzerine İngiltere’ye göç et- meye karar verdi. Ardından ilk kez Güney Amerika’ya gitti. Bu dönemde Rotterdamlı Erasmus-Zaferi ve Trajedisi, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Castellio Calvin’e Karşı ya da Bir Vicdan Zorbalığa Karşı gibi kitapları yayımlanan Zweig, 1937’de Salzburg ve Viyana’ya son kez gittikten sonra Paris, Londra gibi şehirlere uzun süreli seyahatler yaptı. 1938’de karısından boşandı, bir yıl sonra sekreteri Charlotte “Lotte” Altmann’la evlendi. Çift, önce Londra’ya daha sonra Bath’a yerleşti; Zweig, İngiliz vatandaşlığını aldı. Çeşitli konferanslara ve etkinliklere de katılarak New York’tan Şili’ye, Venezuela’dan Rio de Janeiro’ya birçok ülkeyi gezmeye devam etti, kısa süreli de olsa buralarda yaşadı. 1941’de otobiyografisi Dünün Dünyası yayımlandı. Aynı yıl Brezilya’da Petropolis şehrine taşındı. Savaşsız, birleşik bir Avrupa ideali peşindeki Zweig, İkinci Dünya Savaşı ve Nazi vahşeti karşısında büyük bir bunalıma girmişti. Avrupa’nın barbarlığa tamamen teslim olduğu yönündeki düşüncesini kafasından atamayan Zweig, üzerinde çalıştığı son eseri olan Satranç’ı tamamladıktan kısa süre sonra, 22 Şubat 1942’de karısıyla birlikte yüksek dozda veronal alarak intihar etti.

ÖNSÖZ “SANMA UNUTULUR KALP AĞRISI ZAMANLA” KIVANÇ KOÇAK Her mektup tek bir kişiye, duyguların paylaşılması için öngörülmüş belli bir insana yöneldiğinden, ister istemez konuşanın ikinci bir portresine dönüşürdü.1 – STEFAN ZWEIG Stefan Zweig mektubu bir tür sanat olarak gören, mektubun yarattığı “sevgi atmosferi”ne, mektupların insanlar arasında bağlar kurabildiğine inanan, tam manasıyla bir “mektup in­sa­ nı”ydı.2 Nitekim Zweig’ın kamuoyunun da tanıdığı çeşitli kişiler­ le mektuplaşmaları birçok dilde kitap olarak zaten yayımlanmış durumda.3 Her iki karısına, yakın dostlarına, uzaktan tanıdıkla­ 1 Stefan Zweig, Yarının Tarihi, “Mektup Sanatı”, çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları, 1991, s. 97. 2 Zweig’ın mektup üzerine düşünceleri, Otto Heuschele tarafından 1924’te yayımlanan Yalnızlıkların İçinden Mektuplar adlı kitaba yaz- dığı “Mektup Sanatı” başlıklı sonsözde net biçimde görülebilir, bkz. Zweig, Yarının Tarihi, s. 96-97. 3 Zweig’ın yayımlanmış çeşitli yazışmaları için bkz. Stefan-Zweig-Hand- buch, (yay. haz.) Arturo Larcati, Klemens Renoldner ve Martina Wör- götter, “Briefe”, Klemens Renoldner, De Gruyter, 2018, s. 585-587. Türkçedeki örnekler: Stefan Zweig/Frederike Zweig-Mektuplaşmalar, 1912-1942, çev. Ahmet Arpad, Ayrıntı Yayınları, 2015; Dostlarla Mek- tuplaşmalar-Rilke, Schnitzler, Bahr, Freud, Gorki, Hesse, çev. Ahmet Arpad, Tekin Yayınları, 2015. 5

rına, akrabalarına, yayıncılara, çevirmenlerine, kendisinden im­ za isteyenlere, kamusal hayatın önde gelen kişilerine vb. yaz­ dığı mektupların sayısı gerçekten de inanılmaz sayıdadır: Zwe­ ig’ın tüm mektuplarını (1897’den 1942’ye kadar) dört cilt ha­ linde yayına hazırlayan Knut Beck’e göre toplamda 30 bin ila 50 bin civarında mektup söz konusu4; üstelik hiç ortaya çıkma­ mış, kaybolmuş veya imha edilmiş mektupları da hesaba kat­ mamız gerek! Zweig sadece mektup yazmakla yetinen biri de değildi. Ta­ nınmış birçok kişiye ait mektupları toplayarak, bunları gençlik günlerinden itibaren tutkuyla yürüttüğü koleksiyonculuğunun önemli başlıklarından biri haline getirmişti.5 Mektupla her bakımdan yakın ilişki içinde olan böylesi bir ya­ zarın bu ilgiyi eserlerine yansıtmaması da düşünülemez elbet­ te. Zweig, özellikle biyografik çalışmalarında (Marie Antoinet- te-Vasat Bir Karakterin Portresi, Rotterdamlı Erasmus-Zaferi ve Trajedisi, Mary Stuart, Castellio Calvin’e Karşı ya da Bir Vic- dan Zorbalığa Karşı gibi), ele aldığı kişilerin yazdıkları mektup­ ları hem tarihsel belgeler olarak hem de onların psikolojilerini daha derinlemesine incelemek için bir anahtar gibi kullanır. Bu­ nun yanı sıra Bir Çöküşün Öyküsü, Korku, Mecburiyet, Sabırsız Yürek, Değişim Rüzgârı gibi kitaplarında da mektup/mektup­ lar olay kurgusunda ve kitapların akışında dramatik bir öğe ola­ rak çok önemli yer tutar.6 4 Stefan-Zweig-Handbuch, “Briefe”, s. 578. 5 Zweig’ın sürgüne çıkmasıyla epeyce dağılan koleksiyonundan ka- lan, Marie Antoinette, Joseph Fouché, Balzac, Mozart, Beethoven, Ju- les Verne, Benjamin Franklin gibi isimlere ait kimi mektupları Bri- tanya Kütüphanesi (British Library) katalogunda yer alan “Zwe- ig Koleksiyonu”nda incelemek mümkündür: http://hviewer.bl.uk/ IamsHViewer/Default.aspx?mdark=ark:/81055/vdc_100000000035. 0x00021a 6 Stefan-Zweig-Handbuch, “Briefe”, s. 578. 6

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nunsa bunlardan başka bir yeri var: Umutsuz aşka kapılıp kendini öldüren bir genci anlata­ rak tüm Avrupa’da adeta bir “intihar salgınının” ortaya çıkma­ sına yol açan kitabı Genç Werther’in Acıları’nda Goethe’nin, yayımlanmış ilk romanı İnsancıklar’da Dostoyevski’nin, iki okul arkadaşının yıllara yayılan hikâyesini anlattığı İki Yeni Gelinin Anıları’nda Balzac’ın, dönemin Fransız aristokrasisi içindeki ero­ tik entrikaları konu alan Tehlikeli İlişkiler’de Laclos’un ve daha birçok yazarın kullandığı mektup-roman tarzını Stefan Zweig da bu kitabında kullanır. *** “Avusturya’da savaş sonrası en sıkıntılı o üç yılı, 1919, 1920 ve 1921’i Salzburg’da kabuğuma çekilerek geçirmiştim”7 diyen Zweig bu dönemde kendini tamamen yazmaya verir ve –kendi tabiriyle– “beklenmedik” bir konuğu olur: O yıllarda beklenmedik bir konuk çıkagelmiş, hatta yuva­ mı mesken tutmuştu: Başarı. (...) “Yeremya”nın hemen ar­ dından yayımlanan “Dünyanın Mimarları” üçlemesinin ilk cildi olan Üç Usta’yla yolum açıldı. (...) Amok ve Bilinme- yen Bir Kadının Mektubu adlı novellalarım romanlara özgü olan bir popülerliğe erişerek sahneye konulmuş, etkinlikler­ de bölüm bölüm okunmuş, filme çekilmişti.8 1922’de yayımlanan Amok: Tutku Novellaları başlıklı kitap Amok Koşucusu, Kadın ve Manzara, Olağanüstü Bir Gece, Bi- linmeyen Bir Kadının Mektubu ve Ay Işığı Sokağı novellaların­ dan oluşan, Zweig’ın üçüncü öykü derlemesiydi. Eleştirmenler­ 7 Stefan Zweig, Dünün Dünyası, çev. Gülçin Wilhelm, İletişim Yayınla- rı, s. 295. 8 Zweig, Dünün Dünyası, s. 306-307. 7

den de övgüler alan bu derlemeyle birlikte o zamana kadar za­ ten belli bir hayran kitlesi olan Zweig, tüm Avrupa’da en çok okunan yazarlar arasına girdi, kitapları daha çıkar çıkmaz tüke­ nen bir isim haline geldi. Kitap olarak ilk kez söz konusu derlemenin içinde basılmış olsa da Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu aslında daha önce, 1 Ocak 1922’de, Viyana’da çıkan Neuen Freien Presse gaze­ tesinde tefrika edilmişti. Ayrıca yine 1922’de, Lehmannschen Verlagsbuchhandlung (Dresden) tarafından “Deutsche Dich­ terhandschriften” adlı dizinin 13. kitabı olarak tek başına da yayımlandı. Yayınevinin bu dizisi özellikli bir diziydi, zira bastık­ ları metinler yazarların kendi ellerinden çıkmış tıpkıbasımlardı. Nitekim Zweig’ın buraya verdiği Bilinmeyen Bir Kadının Mektu- bu, kendisinin “ikinci nüsha” olarak nitelendirdiği bir kopyaydı ve 18-27 Eylül 1921 tarihini taşıyordu.9 *** Zweig’ın önünü açan kitaplardan olan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu yayımlandığı tarihten itibaren büyük ilgi gördü, başka Zweig kitapları gibi onlarca dile çevrildi. Amerikalı yayıncı Harold Strauss’a göre, “kısa anlatı formundaki gelişimin zirve noktası”10 olan novella Fransa’dan Çin’e, Türkiye’ye birçok ülkede çoksatar­ lar listesinde yer aldı, alıyor. Peki nasıl oluyor da, ilk kez yayımlanı­ şının üstünden bir asır geçmesine rağmen eskimiyor? 9 Stefan-Zweig-Handbuch, “Der Amokläufer (1922)”, Bernd Hamacher, s. 199; “Primärliteratur”, Simone Lettner, s. 907; “Zeittafel”, Simo- ne Lettner, s. 974. Zweig’ın yayımlanan bu nüshaya attığı tarihten yo- la çıkarak, şayet çok daha önceki yıllarda yazıp söz konusu baskı için üzerinden geçmediyse, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu 1921 orta- larında tamamladığını düşünebiliriz. 10 Stefan-Zweig-Handbuch, “Angloamerikanischer Raum”, Arnhilt Jo- hanna Höfle, s. 824. 8

Bu, hiç tartışmasız, bir yazar olarak Stefan Zweig’ın üst dü­ zey bir başarısı elbette: Onun insan psikolojisini aktarmaktaki büyük becerisinin; insani olanı basit ama etkili biçimde işleme ve hikâyeleştirme yeteneğinin birçok yazar tarafından kolay ko­ lay ulaşılamayacak bir noktada olduğu açık. Ancak bunun dı­ şında kitabı bunca ilgi çekici kılan, onyıllar süren bir karşılıksız aşkı anlatmaktaki gücü. Daha çocuk yaştayken hayranlık duyduğu bir yazara âşık olan fakat söz konusu yazar tarafından hiçbir zaman, hiçbir bi­ çimde fark edilmeyen, bilinmeyen isimsiz bir kadının ölmeden hemen önce kaleme aldığı bir mektup formundaki novella, ge­ rek dramatik öğeleriyle gerek gittikçe yükselen –gerilimli de­ nilebilecek– tonuyla okuru hızla kavrıyor. Psikolojik bakımdan sorunlu olarak değerlendirilebilecek isimsiz kadının mutsuzlu­ ğunu, içinde kaybolduğu buhranı, saplantısını hikâye boyunca dalga dalga genişleten Zweig, karşılıksız aşkın getirdiği yıkımı tüm çıplaklığıyla göz önüne seriyor. Tanınmama, sesini duyura­ mama halinin kendini yok etmeye kadar ulaşması, üstelik orta­ da bir de yine hiç tanınmadan, bilinmeden ölen bir çocuğun ol­ ması hikâyenin çarpıcılığını, sarsıcılığını daha da arttırıyor. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun, özellikle satır arala­ rında, Zweig hayranları tarafından göz ardı edilemeyecek ki­ mi otobiyografik göndermeler taşıdığını da söyleyebiliriz – tıpkı Satranç’ta olduğu gibi11: “Yazarlıkta bazı başarılar elde etmiş, enerjik ve akıllı bir ka­ dın”12 olan, o zamanlar Felix Edler von Winternitz ile evli ve iki çocuk sahibi Friderike von Winternitz 24 Temmuz 1912’de bir 11 Satranç’taki kimi otobiyografik göndermeler için bkz. “Önsöz-Kaza- nanı Belli Bir Oyun”, Kıvanç Koçak, Satranç, Stefan Zweig, çev. Kı- vanç Koçak, İletişim Yayınları, 2017, s. 11 vd. 12 Hartmut Müller, Stefan Zweig, çev. Mahmure Kahraman, Kavram Ya- yınları, 2000, s. 40-41. 9

lokantada, başka bir masada arkadaşlarıyla oturan, yazdıklarıy­ la belli bir çevrede tanınan Stefan Zweig’ı görür. Daha önce bir başka davette yine uzaktan gördüğü ve çalışmalarını takip etti­ ği yazara duyduğu büyük ilgi Friderike’yi onunla tanışmaya yö­ neltir.13 Bunun için bulduğu yolsa mektup yazmaktır! Bir arka­ daşından Zweig’ın adresini öğrenen Friderike, ona –Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun kahramanı gibi!– “isimsiz” bir mek­ tup gönderir14: “Bu saçma satırlarımı hiç kimseye anlatmayaca­ ğınızı sanıyorum. Bana yanıt veresiniz diye de –tabii sizden bir mektup gelirse sevinirdim– yazmıyorum.”15 Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nda yer alan bir başka oto­ biyografik gönderme de novelladaki yazar R.’nin16 uşağı Jo­ hann üzerindendir. Friderike Zweig 29 Temmuz 1921’de, o sı­ rada şehir dışında olan kocası Stefan Zweig’a gönderdiği mek­ tupta “pek hoş olmayan bir şey”den söz eder: İkametgâh dairesi büyük bir komisyon oluşturmuş. Çar­ şamba günü de bize gelecekler ve şu sıralar ev arayan ai­ lelere oda verip veremeyeceğimize bakacaklar. Korkarım, 13 “Anılarını topladığı kitabında, bu ikinci karşılaşmadan ve otuz üç ya- şındaki Zweig’ın üzerinde bıraktığı etkiden şöyle söz eder: ‘Çok genç, bir bohem olmaktan çok bakımlı, yakışıklı bir erkek görünümünde; görünüşe göre de, bir kadına söyleyeceklerini, sözcükleri gereksiz kı- lan bir bakışla anlatmaya alışmış biri. (...)’”, Müller, s. 41. 14 Mektup isimsiz ve imzasızdır ancak Friderike mektubun sonuna “Ma- ria von W.” adına bir postrestant adresi ekleyerek, şayet cevap vere- cek olursa Zweig’ın mektubu buraya göndermesini ister. Maria, Fride- rike’nin ikinci adıdır. 15 Stefan Zweig/Frederike Zweig-Mektuplaşmalar, 1912-1942, s. 19. Ste- fan Zweig ve Friderike von Winternitz bir süre mektuplaştıktan son- ra görüşmeye başlarlar, 1920 yılında da evlenirler. 16 Ki hikâyenin başında sadece kısaltmayla, “R.” biçiminde anılan novel- lanın yazar kahramanı için Zweig’ın seçtiği bu harf de bir gönderme olabilir: Zweig’ın yakın dostlarından olan ve özellikle 1920’lerde ya- kın biçimde çalıştığı çevirmen-yazar Erwin Rieger’e. 10

bu kez reddetmemiz kolay olmayacak. Ben şu günlerde Metz’ten bir süre bizde oturmasını rica edeceğim. Jou­ ve’nin arada sırada burada kalmasının onları pek ilgilendi­ receğini sanmıyorum. (...) Sen bu tehlikeyi ciddiye almadı­ ğın için pek uğraşmamıştın.17 Bu gelişme üzerine Salzburg-Kapuzinerberg’de şato benze­ ri büyük bir evde yaşayan çift evlerini devlet tarafından belirle­ necek kimselerle paylaşmaktansa, bir bölümünü kendi istekle­ riyle kiraya vermeye karar verdi ve 1921 yılında “İlk kiracıları, kı­ sa süreliğine de olsa, polis memuru Johann Trauner oldu...”18 Büyük ihtimalle tam da o dönemde Bilinmeyen Bir Kadınının Mektubu’nu yazmakta olan Zweig, böylece novellasındaki ya­ zar R.’nin iyi kalpli uşağına bir isim de bulmuş oldu. Yıllar sonra “Uşak Johann”la ilgili bir “tesadüf” daha yaşana­ caktır: Zweig’ların 1928’de işe aldıkları ve Kapuzinerberg’de yaşamaya başlayan uşağın adı da Johann’dır! Evin hanımı Fri­ derike Zweig tarafından yetkili kurumlara yapılan bildirimde de yeni çalışan için “soylulara özgü hizmetli” anlamında “Herr­ schaftsdiener” ifadesi kullanılmıştı ki, bu ifade Zweig’ın Bilin- meyen Bir Kadının Mektubu’nda tam olarak R.’nin uşağı Jo­ hann için kullandığı ifadeydi. Friderike Zweig muhtemelen ken­ dince bir muziplik yapmıştı.19 Otobiyografik olup olmadığını tam olarak bilemesek de hikâ­ yedeki bir diğer yaşanmışlık da 1918 başından 1920 sonuna kadar iki yıl boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran İspanyol gribi­ 17 Stefan Zweig/Frederike Zweig-Mektuplaşmalar, 1912-1942, s. 144-145. 18 Oliver Matuschek, Three Lives: A Biography of Stefan Zweig, Pushkin Press, 2012, s. 398. 19 Gert Kerschbaumer, “Kapuzinerberg 5-Beletage und Souterrain”, zweigheft 2, s. 33. (https://stefan-zweig-zentrum.at/fileadmin/con- tent/images/publikationen/zweigheft/zweigheft_02.pdf) [Erişim tari- hi: 19.02.2020]. 11

dir. Tüm dünyada 500 milyon insana bulaştığı tahmin edilen ve yaklaşık 50 milyon ila 100 milyon insanın ölümüne sebep ol­ duğu düşünülen İspanyol gribi,20 insanlık tarihinin karşı karşıya kaldığı en ölümcül salgınlardan biriydi. Nitekim Zweig 19 Ekim 1918’de, Zürih’teyken günlüğüne şunları yazmıştı: İnsanların tersi dönmüş. Borsada değerler sapıtmış, kent­ teyse korkunç boyutlara ulaşan grip salgını. Dünyayı saran öyle bir salgın ki, bunun karşısında Floransa’daki veba ya da buna benzer salgınlar çocuk oyuncağı kalıyor. Avrupa’da günde yirmi ya da kırk bin kişinin hayatına mal oluyor.21 Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun isimsiz kahramanı­ nın çocuğu da –ki kadının kendi akıbeti de farklı olmayacak­ tır–, çoğunlukla ilk semptomlardan sonra 48 saat içinde ha­ yatlarını kaybeden hastalardan biridir: “Çocuğum dün öldü – üç gün, üç gece o küçük, narin hayatın ölümüyle cebelleştim, grip onun zavallı, sıcak bedenini ateşle titretirken kırk saat ya­ tağının başucunda oturdum.” Değindiğimiz gibi, kendisinin de gribe yakalanıp yakalanmadığına dair bir bilgimiz olmasa da, Zweig salgının nispeten yeni sona erdiği dönemlerde kaleme aldığı eserinde dünyayı derinden sarsan bu hastalığa bir biçim­ de değinmiştir. 20 Birinci Dünya Savaşı devam ederken yayılan hastalık birçok ülkede savaş motivasyonunu düşürür endişesiyle kamuoyundan saklanmış ve hastalıkla ilgili haberler sansürlenmiş; salgınla ilgili ilk haberlerin tarafsız bir ülke olan İspanya’dan gelmesi nedeniyle hastalık “İspan- yol gribi” olarak anılmıştı, bkz. “100 yıl önce 100 milyon kişiyi öldü- ren İspanyol Gribi’nin üzerindeki sır perdesi aralanamıyor”, Esra Ol- caycan, https://tr.euronews.com/2019/01/04/100-yil-once-100-mil- yon-kisiyi-olduren-ispanyol-gribi-nin-sir-perdesi-aralanamiyor [Eri- şim tarihi: 19.02.2020] 21 Stefan Zweig, Günlükler, çev. İlknur Özdemir, 3. baskı, 2016, Can Ya- yınları, s. 344-345. 12

Tüm bu göndermeleri keşfetmek, yakalamak kuşkusuz hikâ­ yeye farklı bir gözle bakmamızı sağlayabilir, alınan lezzeti arttı­ rabilir. Ancak her durumda, Zweig’ın –ve aslında genel olarak çoğu yazarın– eserlerine kendisini bütün bütün koymadığını, bunların birer kurmaca olduğunu akılda tutmamız da gerek. Zaten Zweig’ın bu konudaki bir soruya cevabı nettir: • Romanlarınız gerçek olaylara mı dayanıyor? Amok? Ve bu muhteşem Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu? – Hayır. Bütün “konularım” kurmaca ve tanıdığım, bildi­ ğim insani ortamlara dayanıyor. Ben tarihsel incelemelerde gerçeğe dayanıyorum.22 *** Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’yla ilgili mutlaka söz etmek gereken bir konu da kitabın film ve sahne uyarlamaları kuşkusuz. Arkadaşı Richard Strauss’a yazdığı bir mektupta, “Aslında bir novella ve romanı, filme çekilebilecek ne kadar çok malze­ me barındırıyorsa, o kadar iyi buluyorum”23 diyen Zweig’ın çe­ şitli eserlerinden (bazılarından birden fazla defa olmak üzere) bugüne kadar 100’e yakın film çekildi. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu diğerlerinden ayıransa 1948’de Max Ophüls tara­ fından çekilen versiyonunun Hollywood klasikleri arasında ka­ bul edilmesi:24 Ophüls’ün filmi 1992’de, Amerika Birleşik Dev­ 22 Diario de Lisboa gazetesi, “Stefan Zweig ile Söyleşi”, zweigheft 20, s. 30. (https://stefan-zweig-zentrum.at/fileadmin/content/images/publi- kationen/zweigheft/zweigheft20.pdf) [Erişim tarihi: 19.02.2020] 23 Stefan-Zweig-Handbuch, “Verfilmungen von Zweigs Texten”, Manfred Mittermayer, s. 864. 24 Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun sinemaya ilk kez uyarlanması as- lında Ophüls’ün filminden çok daha önce olmuştu: 1929’da, “Narko- se” (Narkoz) (yön: Alfred Abel) adıyla, sessiz film olarak. 13

letleri Ulusal Film Arşivi tarafından “kültürel, tarihî ya da este­ tik açıdan önemli” olarak değerlendirildiği için Kongre Kütüp­ hanesi’nde korunmak üzere seçildi.25 Eserin orijinal adının İngi­ lizcesiyle (“Letter from an Unknown Woman”) filmleştirilen Bi- linmeyen Bir Kadının Mektubu’nda başrolleri Oscar ödüllü Jo­ an Fontaine ve Louis Jourdan oynuyordu. Film için her ne ka­ dar orijinal isim kullanılmış ve olaylar Viyana’da geçiyor olsa da Howard Koch tarafından yazılan senaryoda konu ve karakter­ ler değişikliğe uğratılmıştı: Kitaptaki yazar R., ünlü piyanist Ste­ fan Brand olmuş; isimsiz kadına Lisa Berndle ismi verilmiş, mes­ lek olarak modellik uygun görülmüş, hatta Johann isimli biriy­ le evlendirilmişti. Hollywood dışında Finlandiya, Yunanistan, Meksika, Fran­ sa, Çin yapımları da dahil olmak üzere –2020 itibariyle– dokuz farklı defa26 filme çekilen; birçok tiyatro uyarlaması –hatta Sov­ yetler Birliği’nde Antonio Spadavecchia tarafından bestelenmiş (1975) tek kişilik bir opera versiyonu da– olan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nu, arkadaşına yazdıkları çerçevesinde ba­ karsak Zweig’ın kendisinin de “başarılı” kabul edeceği bir eser olarak değerlendirmek yanlış olmayacak herhalde. *** Zweig (...) anlık bir tutku alevinin peşinde saygın bir ömrü riske atan kadınları ya da bütün ömürlerini anlık yaşanması gereken bir tutkuya adamış kadınları yazdı. (...) Esrik itiraf­ ları ve eşit derecede esrik sırları yazdı. Evrendeki her şeyle 25 The Prescott Courier, “25 American films are added to the National Film Registry”, 7 Aralık 1992, https://news.google.com/newspapers ?id=aScOAAAAIBAJ&sjid=sX0DAAAAIBAJ&pg=2213,2097601 [Eri- şim tarihi: 19.02.2020] 26 Kitabın film uyarlamalarının listesi için bkz. Stefan-Zweig-Handbuch, “Filme”, Manfred Mittermayer, s. 963. 14

tek bir kozmik birlik anı yaşamak uğruna varını yoğunu fe­ da eden insanları yazdı.27 Nitekim “hayatlarını, zamanlarını, paralarını, sağlıklarını ve itibarlarını heba eden – tutkulu ve sabit fikirli” karakterlere düş­ künlüğünü kendisi de ifade ediyordu.28 Obsesif, takıntılı karak­ terleri, onların iç dünyalarını, psikolojilerini yansıtmayı çok iyi beceren Stefan Zweig, o bilinen ustalığıyla, Bilinmeyen Bir Ka- dının Mektubu’nda da okuru derinden kavrıyor: Tutku, aşk, anı yaşama, bir ömrü küçücük hatıraların aynasında geçirme, sap­ lantı, melankoli, hayal kırıklıkları, ölüm gibi birçok farklı tema­ yı içinde barındıran, yazıldığı ilk günden beri çok sevilen bir ki­ taba imza atıyor. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, “Beni hiç tanımayan sa­ na” diye başlıyor, muhatabı tarafından hiçbir zaman tanınma­ yan, hatırlanmayan bir kadının aşkından söz ediyor. Okurlarıysa kuşkusuz Zweig’ı tanımış olmaktan, onun kurduğu dünyalarda yolculuklara çıkmaktan her zaman memnun... 27 George Prochnik, İmkânsız Sürgün-Stefan Zweig Dünyanın Sonunda, çev. Yeşim Seber, YKY, 2016, s. 106-107. 28 Prochnik, s. 107. 15



Tanınmış roman yazarı R. dağlara yaptığı üç günlük din- lendirici kaçamaktan sabahın erken saatlerinde tekrar Vi- yana’ya dönüp tren garından bir gazete satın aldığında, tarihe şöyle bir göz atar atmaz bugünün doğum günü ol- duğunun farkına vardı. Hızla bunun kırk birinci doğum günü olduğunu düşündü ve bu saptama onu sevindirme- di de, üzmedi de. Gazetenin hışırdayan sayfalarını üstün- körü çevirdi ve kiralık bir arabayla evine doğru yol aldı. Uşağı, onun yokluğunda iki ziyaretçinin geldiğini, ayrı- ca birkaç telefon eden kişi olduğunu belirtti ve bir tepsi- nin içinde birikmiş postaları getirdi. Gelenleri kayıtsızca gözden geçirdi, göndercileri ilgisini çeken birkaç zarfı aç- tı; tanımadığı bir el yazısıyla yazılmış ve epey kalın gözü- ken bir mektubu daha baştan kenara ayırdı. Bu arada ça- yı gelmişti, koltuğa rahatça yaslandı, bir kez daha gazete- yi ve bazı broşürleri karıştırdı; sonra bir puro yaktı ve ni- hayet kenara koyduğu mektubu eline aldı. Bu, bir mektuptan ziyade bir müsvette gibi duran, tanı- 17

madığı, huzursuz bir kadının elinden çıkmış, aceleyle ya- zılmış yaklaşık iki düzine sayfaydı. İçinde ek bir not unu- tulmuş olmasın diye istemsizce zarfı bir kez daha yokla- dı. Fakat zarf boştu ve tıpkı kâğıtlardaki gibi onda da gön- derenin adresi veya imza yoktu. Tuhaf, diye düşündü ve metni tekrar eline aldı. Hitap olarak, başlık olarak en te- pede “Beni hiç tanımayan sana” yazısı duruyordu. Şaşkın- lıkla durakladı: Kendisi mi kastediliyordu, hayalî bir in- san mı? Merakı birden uyandı. Ve okumaya başladı: *** Çocuğum dün öldü – üç gün, üç gece o küçük, narin hayatın ölümüyle cebelleştim, grip onun zavallı, sıcak bedenini ateşle titretirken kırk saat yatağının başucun- da oturdum. Yanan alnına serinletici şeyler koydum, ge- ce gündüz sakin durmayan, küçük ellerini tuttum. Üçün- cü gece yığılıp kaldım. Gözlerim dayanamadı, ben fark et- meden kapanmışlar. Rahatsız koltukta üç ya da dört sa- at uyumuşum ve bu esnada ölüm onu almış. Tatlı, zaval- lı oğlan şimdi daracık çocuk yatağının içinde öldüğü an- daki gibi öylece duruyor; sadece zekice bakan, koyu renk gözlerini kapatmışlar, ellerini beyaz fanilasının üstüne kı- vırıp koymuşlar ve yatağın dört köşesinin üstünde dört mum yanıyor. Oraya bakmaya cesaret edemiyorum, kı- mıldamaya cesaret edemiyorum, zira mumların alevi tit- redikçe yüzünden ve kapalı ağzından sanki hareket edi- yorlarmışçasına gölgeler geçip gidiyor ve onun ölmediği- ni, tekrar uyanacağını, o berrak sesiyle, çocuk sevecenli- ğiyle bana bir şeyler söyleyeceğini sanabilirim. Fakat bili- yorum, o öldü, bir kez daha umutlanmamak, bir kez da- ha hayal kırıklığına uğramamak için ona daha fazla bak- 18

mak istemiyorum. Biliyorum, biliyorum, çocuğum dün öldü – artık benim için dünyada sadece sen varsın, sade- ce sen, benim hakkımda hiçbir şey bilmeyen sen, bu sıra- da her şeyden bihaber oyun oynayan ya da eşyalarla ve in- sanlarla vakit öldüren sen. Sadece sen, beni hiç tanımayan ve her zaman sevdiğim. Beşinci mumu aldım ve buraya, üzerinde sana yazdı- ğım masaya yerleştirdim. Çünkü, ruhum avaz avaz bağır- madan, ölmüş çocuğumla baş başa kalamam ve bu deh- şet dolu anlarda, her şeyim olmuş ve olan seninle konuş- mayıp kiminle konuşabilirim ki! Belki seninle çok anlaşı- lır biçimde konuşamıyorum, belki de beni anlamıyorsun – kafam allak bullak, şakaklarım seğiriyor ve zonkluyor, her yerim öyle ağrıyor ki. Sanırım ateşim var, belki kapı- dan kapıya usulca gezinip duran gribe yakalandım çok- tan ki, öyleyse iyi olur, zira o zaman çocuğumla birlik- te ben de giderim ve kendime karşı bir şeyler yapmak zo- runda kalmam. Bazen gözlerim tamamen kararıyor, belki de bu mektubu tamamlayamayacağım bile – fakat seninle, seninle sevgilim, beni hiç tanımamış seninle bir kere, tek bir kerecik konuşmak için bütün gücümü toplayacağım. Sadece seninle konuşmak, ilk defa sana her şeyi söyle- mek istiyorum; daima senin olan ve hiç bilmediğin bü- tün hayatımı bilmelisin. Fakat sırrımı ancak ben ölün- ce, bana artık cevap vermek zorunda olmadığında, şim- di her yerimi soğuktan ve sıcaktan öylesine titretip du- ran şey gerçekten sona erdiğinde öğrenmelisin. Yaşama- ya devam edecek olursam, bu mektubu yırtıp atacağım ve her zaman sustuğum gibi susmaya devam edeceğim. Fa- kat mektubu ellerinde tutuyorsan, bil ki, burada bir ölü sana hayatını anlatıyor, gözlerinin açık olduğu ilk andan 19

son ana kadar senin olan hayatını. Sözlerim seni korkut- masın; bir ölü artık bir şey istemez, aşkı da, acımayı da, teselliyi de istemez. Senden sadece tek bir şey istiyorum, sana doğru akıp giden acımın ifşa ettiği her şeye inanma- nı. Her şeye inan, senden bir tek bunu rica ediyorum: İn- san biricik çocuğunun ölümü esnasında yalan söylemez. Sana bütün hayatımı ifşa etmek istiyorum, gerçekte se- ni tanıdığım ilk günle başlayan o hayatı. Daha öncesi ha- tıralarımda bulamayacağım kadar bulanık ve belirsiz, bir mahzende tozlanmış, örümcek ağı bağlanmış, artık kal- bimin hiç hatırlamadığı küflenmiş eşyalarla ve insanlarla dolu gibi. Sen geldiğinde ben on üç yaşındaydım ve şim- di oturduğun binada oturuyordum, bu mektubu, benim son nefesim olan bu mektubu ellerinde tuttuğun aynı bi- nada, aynı koridorda oturuyordum, tam da senin evinin kapısının karşısındaki dairede. Elbette bizi artık hatırla- mıyorsundur, bir Sayıştay görevlisinin zavallı dul eşini (daima yas kıyafetleri giyerdi) ve az gelişmiş, cılız çocuğu –çok sessizdik, küçük burjuva yoksulluğumuzun içinde kaybolmuştuk âdeta–; belki isimlerimizi de hiç duyma- mışsındır, zira kapımızın üstünde isimlik yoktu ve kimse gelmez, kimse bizi sormazdı. O zamandan bu yana o ka- dar uzun zaman geçti ki, on beş, on altı yıl, hayır, artık el- bette hatırlamıyorsundur sevgilim ama ben, ah, ben her bir detayı tutkuyla hatırlıyorum, seni ilk kez duyduğum, ilk kez gördüğüm günü, hayır, anı, bugün gibi biliyorum, gerçi dünya benim için o an başlamışken nasıl böyle ol- masın ki. Sabret sevgilim, sana her şeyi, her şeyi en baştan anlatacağımdan beni çeyrek saat dinlemenin seni yorma- masını rica ediyorum, ki bir ömür boyu seni sevmek be- ni yormamışken. 20

Sen binamıza taşınmadan önce, senin dairende çirkin, berbat, kavga arayan insanlar oturuyordu. Bilhassa ken- dileri gibi yoksul olan komşularının yoksulluğundan, bi- zim yoksulluğumuzdan nefret ediyorlardı, çünkü kendi sefilliklerini, proleter çiğliklerini kimseyle paylaşmak is- temiyorlardı. Adam bir ayyaştı ve karısını döverdi; gecele- ri sık sık devrilen sandalyelerin gümbürtüsüyle ve parça- lanan tabakların sesleriyle uyanırdık, kadın bir keresinde, dayaktan kan içinde, darmadağın saçlarıyla merdivenle- re koşturmuştu ve sarhoş adam, insanlar evlerinden çıkıp onu polis çağırmakla tehdit edene kadar arkasından bağı- rıp çağırmıştı. Annem daha baştan onlarla her türlü iliş- kiden kaçınmıştı ve bana da çocuklarıyla konuşmayı ya- saklamıştı, ki bu yüzden her fırsatta benden intikam alır- lardı. Bana sokakta rastladıklarında arkamdan küfürler ederlerdi, hatta bir keresinde bana o kadar sert bir karto- pu fırlatmışlardı ki, alnımdan aşağıya kan sızmıştı. Bütün bina bu insanlardan ortak bir içgüdüyle nefret ediyordu, sonunda ansızın bir şey olup –sanırım adam bir hırsızlık nedeniyle hapse atılmıştı– pılılarını pırtılarını toplayıp ta- şındıklarında hepimiz derin bir nefes aldık. Kiralık ilanı binanın giriş kapısında birkaç gün asılı kaldı, sonra kaldı- rıldı ve kapıcı aracılığıyla bir yazarın, yalnız, sessiz bir be- yin daireyi aldığı haberi hızla yayıldı. Adını ilk kez o za- man duydum. Birkaç gün içinde badanacılar, boyacılar, temizlikçiler, duvar kâğıtçıları gelip, evi önceki sahiplerinin pisliğinden köşe bucak temizlemeye giriştiler; ev çekiçlendi, zonkla- dı, temizlendi ve kazındı fakat annem tüm bunlardan sa- dece mutluluk duyuyordu, karşı taraftaki pis düzensizli- ğin nihayet sona erdiğini söylüyordu. Taşınma esnasında 21

da senin yüzünü hâlâ görmemiştim: Tüm bu işler uşağı- nın, o küçük, ciddi, kır saçlı, her şeyi baştan aşağıya ses- sizce, tam olarak idare eden soylulara özgü hizmetlinin gözetimi altında yapılıyordu. Hepimizi çok etkilemişti; öncelikle bir kenar mahallede bulunan binamızda böy- le soylulara özgü bir uşak epey yeni bir şey olduğu için ve sonra da kendisini diğer hizmetlilerle bir tutmamasına ve dostça sohbetlere müsaade etmemesine rağmen herke- se karşı alışılmadık ölçüde nazik olduğu için. İlk günden itibaren annemi bir hanımefendiymişçesine selamlamış, hatta bana karşı bile cana yakın ve ciddi bir ifade sergile- mişti. Senin adını daima huşu içinde, özel bir saygıyla an- dığı görülüyordu – sana alışıldık hizmet ilişkilerinin öte- sinde bir bağlılık duyduğu hemen anlaşılıyordu. Bu yüz- den iyi kalpli, yaşlı Johann’ı, sürekli senin yanında olabil- mesini ve sana hizmet edebilmesini kıskanmama rağmen, ne çok sevmiştim. Sana sevgilim, sana tüm bunları anlatıyorum, tüm bu küçük, neredeyse komik şeyleri ki, daha en baştan itiba- ren o çekingen, utangaç çocuk üzerinde, yani benim üze- rimde nasıl bir hâkimiyet kazanabildiğini anla. Daha biz- zat benim hayatıma girmeden önce üzerinde çoktan bir hale vardı; zenginlikten, farklılıktan ve gizemden oluşan bir etki alanı – biz, kenar mahalledeki o küçük binadaki herkes (sınırlı bir hayatı olan insanlar kapılarının önün- deki yeniliklere karşı her zaman meraklıdır) sabırsızlıkla senin taşınmanı bekliyorduk. Sana yönelik bu merakım, bir öğleden sonra okuldan eve gelip nakliye arabasını evin önünde görmemle nasıl da iyice tırmanmıştı. Hamallar ağır parçaların çoğunu yukarıya taşımışlar, şimdi de kü- çük eşyaları teker teker yukarıya götürüyorlardı; her şe- 22

ye hayran hayran bakmak üzere kapıda öylece durdum, zira her eşyan o güne kadar görmediğim kadar başkaydı; Hint tanrıları, İtalyan heykelleri, göz alıcı, kocaman tab- lolar vardı ve sonra nihayet hayal edemeyeceğim kadar çok sayıda ve güzel kitaplar da geldi. Hepsi kapının önü- ne yığıldı, uşak onları oradan alıyor ve tüylü bir toz al- ma fırçasıyla her birinin üstündeki tozları özenle temizli- yordu. Sürekli büyüyen yığının etrafında merakla dolanıp duruyordum, uşak beni kovmuyordu ama teşvik de etmi- yordu; dolayısıyla bazılarının hoş deri ciltlerini hissetme- yi çok istesem de hiçbirine el sürmeye cesaret edemedim. Kenardan, çekinerek sadece başlıkları görüyordum: Ara- larında Fransızca, İngilizce ve anlamadığım başka diller- de olanlar vardı. Sanırım saatlerce her şeye bakabilirdim. Bu sırada annem içeriye çağırdı. Daha seni tanımadan, bütün gece seni düşünmek zo- runda kaldım. Ben sadece, hepsini her şeyden çok sevdi- ğim ve tekrar tekrar okuduğum bir düzine ucuz, lime li- me olmuş karton ciltli kitaba sahiptim. Oysa şimdi, tüm bu şahane kitaplara sahip ve onları okumuş, tüm o dille- ri bilen, onca zengin ve aynı zamanda bilgili insanın na- sıl biri olacağı düşüncesi kafamdan çıkmıyordu. O bir sü- rü kitabın düşüncesiyle bir tür doğaüstü derin saygı beni sarmıştı. Seni gözümün önüne getirmeye çalıştım: Göz- lüklü, yaşlı bir adamdın ve beyaz, uzun bir sakalın vardı, tıpkı coğrafya öğretmenimiz gibi ama ondan daha dostça, yakışıklı ve iyi huyluydun – seni zaten yaşlı bir adammış- sın gibi düşünürken yakışıklı olman gerektiği fikrine da- ha o zamandan neden kapıldığımı bilmiyorum. Tam da o gece ve üstelik daha seni tanımamışken ilk defa hayalini kurmuştum. 23

Sonraki gün taşındın, ancak tüm gözetlemelerime rağ- men yüzünü göremedim – bu durum merakımı daha da arttırdı. Sonunda, üçüncü günde, seni gördüm ve çocuk- su Tanrı baba hayalimle hiçbir alakası olmayan, son dere- ce başka biri olman üzerimde nasıl da sarsıcı bir şaşkın- lık yarattı. Ben gözlüklü, dost canlısı bir ihtiyar hayal et- miştim ve işte sen geliverdin – sen, tam olarak bugün ol- duğun gibi, üzerinden yıllar akıp geçse de aynı kalan sen! Açık kahverengi, hoş bir spor kıyafet giyiyordun ve o benzersiz, bir erkek çocuğu rahatlığındaki tarzınla mer- divenlerden yukarıya çıkıyordun, basamakları hep iki- şer ikişer geçerek. Şapkanı elinde tutuyordun, böylece ta- rifsiz bir hayretle o gencecik saçlarınla birlikte aydınlık, canlı yüzünü gördüm: O kadar genç, o kadar hoş, o kadar tüy gibi ince uzun boylu ve zarif olman karşısında hayret- ten ürkmüştüm sahiden. Şu da tuhaf değil mi?: Daha o ilk anda, benim ve başkalarının daima şaşkınlıkla hissettiği- miz sendeki emsalsizliği tam olarak algılamıştım: Sen çift kişilikli biriydin; sıcak, hoppa, kendini tamamen oyuna ve maceraya vermiş bir genç ve aynı zamanda kendi sa- natında tavizsizce ciddi, sorumluluk sahibi, olağanüstü okumuş ve bilgili bir adam. Herkesin sende sonradan du- yumsayacağı şeyi, birinde şeffaf, dünyaya dönük bir yanı olan ve diğerinde tamamen karanlık, sadece senin kendi- nin bildiği ikili bir hayat sürdüğünü, ben farkında olma- dan hissedivermiştim – bu derin ikiliği, varoluşunun sır- rını, on üç yaşındaki ben, büyülenmiş biçimde cezbola- rak, daha ilk bakışımda kavramıştım. Şimdi artık anlıyor musun sevgilim, benim için, bir ço- cuk için nasıl bir mucize, nasıl baştan çıkarıcı bir gizem olduğunu! Kitaplar yazdığı için, o öteki büyük dünyada 24

ünlü olduğu için saygı duyulan bir insanın genç, zarif, bir oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir adam oldu- ğunu birden keşfetmek! O günden itibaren evimizde, bü- tünüyle zavallı çocuk dünyamda beni senden başka hiçbir şeyin ilgilendirmediğini, bütün inatçılığımla, on üç yaşın- daki birinin bütün o kırıcı dikkafalılığıyla sadece senin hayatın, senin varoluşun etrafında dolanıp durduğumu söylememe gerek var mı? Seni gözledim, senin alışkanlık- larını gözledim, sana gelen insanları gözledim ve bütün bunlar sana olan merakımı azaltacağı yerde sadece çoğalt- tı, çünkü senin varlığındaki bütün o ikili hal bu ziyaretçi- lerin çeşitliliğinde de kendini gösteriyordu. Gülüp eğlen- diğin, arkadaşın olan genç insanlar geliyordu, hırpani kı- lıklı öğrenciler ve sonra bir de arabalarıyla kadınlar, bir seferinde operanın müdürü, sadece uzaktan kürsüsünün başında gördüğüm büyük orkestra şefi, sonra yine daha ticaret okuluna giden ve kapıdan içeriye sessiz bir mah- cubiyetle giren genç kızlar, genel olarak fazla, çok fazla kadın. Bunlarla ilgili özel bir şey düşünmüyordum, hatta bir sabah okula giderken bir genç kızın kendini tamamen gizlemiş biçimde senden çıktığını gördüğümde bile – da- ha on üç yaşındaydım ve o çocuk halimle, seni gözetler- ken ve seni pusuda beklerken duyduğum tutkulu mera- kın zaten aşk olduğunu henüz bilmiyordum. Ama sevgilim, tamamen ve sonsuza kadar sende kay- bolduğum günü ve anı hâlâ tam olarak biliyorum. Okul- dan bir arkadaşımla dolaşmış, kapının önünde laflayarak duruyorduk. O sırada bir araba geldi, durdu ve sen, be- ni bugün de sana hayran bırakan sabırsızlığınla ve esnek- liğinle arabanın basamağından atlayıp kapıya yöneldin. Gayriihtiyari sana kapıyı açmak zorunda hissettim kendi- 25

mi ve yolundan kenara çekileyim derken neredeyse çarpı- şıyorduk. Bir şefkat gösterisi gibi olan, o sıcak, kibar, in- sanı saran bakışınla bana baktın, gülümsedin – evet, bu- na şefkatten başka bir şey diyemem ve epeyce hafif, nere- deyse aramızda kalması gereken sesinle “Çok teşekkürler, küçük hanım” dedin. Hepsi buydu sevgilim, ama o saniyeden itibaren, o ki- bar, şefkat dolu bakışı fark ettiğim andan itibaren, sana tutuldum. Gerçi daha sonra, çok geçmeden bu sarıp sar- malayıcı, kendine çeken, bu kapsayıcı ve tabii aynı za- manda karşındakini soyucu bakışı, doğuştan baştan çı- karıcı olanların bu bakışını sana temas eden her kadına, sana bir şeyler satan her tezgâhtar kıza, sana kapıyı açan her hizmetçi kıza attığını; bu bakışın sendeki bilinçli bir arzudan ve hevesten kaynaklanmadığını, daha ziyade ka- dınlara olan şefkatinin, onlara yöneldikleri zaman bakış- larını tamamen bilinçsizce yumuşak ve sıcak hale getirdi- ğini fark ettim. Ama ben, o on üç yaşındaki çocuk, bunu kestirememiştim: Sanki ateşe dalmış gibiydim. Bu şefka- tin sadece bana, bir tek bana yönelik olduğunu sandım; o bir saniye içinde içimdeki kadın, o yeniyetme büyüdü ve o kadın da sonsuza kadar sana tutuldu. “Bu da kimdi?” diye sordu arkadaşım. Hemen cevap ve- remedim. Adını anmak benim için imkânsızdı: O tek bir saniyede, o biricik saniyede benim için kutsal hale gel- mişti, sırrım olmuştu. Neden sonra “Ah, bizim binada oturan adamın biri” diye kekeledim beceriksizce. “Peki o zaman sana baktığında neden öyle kızardın?” diye dal- ga geçti arkadaşım, meraklı bir çocuğun bütün sinsiliğiy- le. Alaycı biçimde sırrımı kurcaladığını çabucak hissetti- ğimden kan yanaklarıma daha da sıcak hücum etti. Duy- 26

duğum mahcubiyet yüzünden kabalaştım. “Kaz kafalı” dedim sinirle: Onu boğmayı istedim. Ama o, ben acizli- ğin verdiği sinirle gözlerimden yaşlar aktığını fark edince- ye kadar, daha da yüksek sesle ve küçümseyerek gülme- ye devam etti. Onu orada bıraktım ve yukarıya koştum. O saniyeden itibaren seni sevdim. Biliyorum, kadın- lar sana, senin gibi şımartılan birine bu sözleri sıkça söy- lemiştir. Ama inan bana, seni kimse bu varlık kadar, be- nim kadar, böylesi kölece, böylesi köpek gibi, böylesi fe- dakârca ve senin için hep bunlar gibi kalarak sevmemiş- tir, zira yeryüzündeki hiçbir şey karanlıktan fark edilme- yen bir çocuğun sevgisiyle kıyaslanamaz, çünkü o, yetiş- kin bir kadının arzu dolu ve ister istemez de olsa talep- kâr aşkına göre öylesine ümitsiz, öylesine adanmış, öyle- sine boyun eğici, öylesine gizli kapaklı ve tutkuludur ki. Sadece yalnız çocuklar tutkularını tamamen muhafaza edebilirler: Diğerleri duygularını arkadaşlık ortamlarında yok ederler, kurdukları samimiyetler içinde yontarlar, aş- ka dair çok şey duymuşlardır, okumuşlardır ve aşkın or- tak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakla oy- nar gibi oynarlar, onunla ilk sigaralarını içen delikanlılar gibi caka satarlar. Ama benim, benim açılabileceğim kim- sem yoktu; kimse tarafından bilgilendirilmemiş ve uyarıl- mamıştım, acemi ve bihaberdim: Kaderime, tıpkı bir uçu- ruma atlar gibi, atladım. İçimde büyüyen ve dallanıp bu- daklanan her şey, dert ortağı olarak sadece seni biliyordu, senin hayalini: Babam çoktan ölmüştü; annem, ezeli mut- suzluk içindeki depresyonu ve emekli aylığıyla geçinmek zorunda olanların yaşadığı korkularıyla bana yabancıydı; yarı yozlaşmış okullu kızlar beni tiksindiriyordu, çünkü benim son tutkum olan şeyle gayet hoppaca oynuyorlardı 27

– böylece, yoksa parçalanacak ve dağılacak her şeyi, bas- tırılmış ve sabırsızca içimden sürekli fışkırıp duran tüm varlığımı senin önüne serdim. Sen benim için – bunu sa- na nasıl anlatabilirim ki? Her benzetme kifayetsiz kalır-, sen tam olarak her şeydin, tüm hayatımdın. Dolayısıyla her şey ancak seninle bir ilgisi varsa var oluyordu, varo- luşumdaki her şey seninle ilişkili olduğu zaman anlamlı oluyordu. Bütün hayatımı değiştirmiştin. O zamana kadar okulda kayıtsız ve vasat biriyken aniden birinci oldum; binlerce kitabı gece yarılarına kadar okudum çünkü se- nin kitapları sevdiğini biliyordum; annemi hayrete düşü- rerek aniden kararlı bir inatçılıkla piyano çalışmaya başla- dım, çünkü senin müziği sevdiğine inanıyordum. Sırf se- nin hoşuna gitmek ve sana doğru düzgün gözükmek için kıyafetlerimi temiz tuttum ve diktim; eski okul önlüğü- mün (annemin ev elbiselerinden birinden bozmaydı) sol tarafında çıkmak bilmeyen dört köşe bir leke olması bana korkunç geliyordu. Onu fark edebileceğinden ve beni hor göreceğinden korkuyordum; bu yüzden, onu göreceksin diye korkudan titreyerek merdivenlerden yukarıya doğru koşarken okul çantamı sürekli oranın üstünde tutardım. Ama ne kadar da aptalcaydı bu: Sen beni asla, neredeyse bir daha hiç görmedin. Yine de: Bütün gün boyunca yaptığım tek şey seni bek- lemek ve gözetlemekti. Kapımızda küçük, pirinçten bir gözetleme deliği vardı, onun yuvarlağından senin kar- şıdaki kapın görülebiliyordu. Bu gözetleme deliği –ha- yır, gülme sevgilim, bugün bile, bugün bile hiçbir anın- dan utanmıyorum!– dünyaya açılan gözümdü, o aylarda ve yıllarda orada, buz gibi antrede, annemin şüphelenece- ğinden çekinerek oturdum, elimde bir kitap bütün öğle- 28

den sonraları pusuda bekledim, senin belirmenle titreşip ses çıkaracak gergin bir tel gibi. Daima senin etrafınday- dım, daima gergin ve hareket halindeydim; ama sen bu- nu tıpkı çantanda taşıdığın, karanlıkta sabırla saatlerini sayan ve ölçen, yol alırken sana duyulmaz kalp atışlarıyla eşlik eden ve aceleci bakışlarının milyonlarca defa tiktak eden saniyelerine sadece bir kez göz attığı saatinin zem- bereğinin gerginliğini fark ettiğin kadar az hissediyordun. Sana dair her şeyi biliyordum, her alışkanlığını, her kra- vatını, her takım elbiseni; kısa sürede her bir tanıdığını öğrendim ve bunların arasında ayrımlar geliştirdim, on- ları sevdiklerim ve bana ters gelenler olarak sınıflandır- dım: On üç yaşımdan on altı yaşıma kadar her an sende yaşadım. Ah, ne çılgınlıklar yaptım ettim! Elinin değdiği kapı kolunu öptüm; girişe fırlattığın puro izmaritini çal- dım ve dudakların ona değdiğinden benim için kutsal bir şey oldu. Akşamları yüzlerce kez, hangi odanda ışık yan- dığını görmek ve böylece senin varlığını, senin görünmez varlığını bilerek hissetmek için bir bahane uydurup aşağı- ya, sokağa koştum. Ve senin seyahatte olduğun haftalar- da – iyi kalpli Johann ne zaman sarı seyahat çantanı aşa- ğıya indirse kalbim korkudan duracak gibi olurdu hep-, o haftalarda hayatım biter ve anlamsızlaşırdı. Asık surat- la, can sıkıntısıyla, sinirli biçimde ortalıkta dolaşır ve an- nemin yaşlı gözlerimden çaresizliğimi fark etmemesi için sürekli dikkat etmek zorunda kalırdım. Biliyorum, bu sana anlattığım her şey, hepsi grotesk aşı- rılıklar, çocukça çılgınlıklar. Bunlardan utanmalıyım ama hiç de utanmadım, zira sana olan aşkım bu çocukça taş- kınlıklar sırasında olduğundan daha saf ve tutkulu olma- dı asla. O zamanlar nasıl seninle yaşadığımı sana saatler- 29

ce, günlerce anlatabilirim; yüzümü hiç tanımayan sana, çünkü sana merdivenlerde rastladığımda ve kaçacak yer yokken, yakıcı bakışlarının korkusundan kafamı aşağıya eğerek yanından koştururdum tıpkı alevler yakmasın di- ye suya atlayan biri gibi. Senin için çoktan yitip gitmiş yıl- ları sana saatlerce, günlerce anlatabilirim, hayatının bü- tün takvimini önüne serebilirim ama seni sıkmak istemi- yorum, sana acı vermek istemiyorum. Seninle sadece ço- cukluğumun en güzel yaşantısını da paylaşmak istiyorum ve rica ediyorum, çok bayağı olduğu için dalga geçme, zi- ra bana, o çocuğa bir sonsuzluk anı gibi gelmişti. Bir pa- zar günü olmalıydı, sen seyahatteydin ve uşağın silkeledi- ği ağır halıları açık duran evin kapısından içeriye sürük- lüyordu. İyi kalpli adam zorlanıyordu ve pervasızca bir hamleyle ona yönelip yardım edip edemeyeceğimi sor- dum. Şaşırdı ama müsaade de etti ve böylece –nasıl derin bir saygıyla, hatta dinî bir hürmetle olduğunu belirtmek isterim sadece!– daireni içeriden gördüm, dünyanı, otur- mayı alışkanlık haline getirdiğin ve üzerindeki mavi kris- tal vazoda birkaç çiçeğin bulunduğu yazı masanı, dolap- larını, resimlerini, kitaplarını. Hayatına kaçamak, çaktır- madan atılmış bir bakıştı bu ancak, zira Johann, o sadık adam elbette daha ayrıntılı incelememi engellerdi ama o tek bakışla tüm ortamı içime çekip, uyurken ve uyanırken seni gördüğüm bitmek bilmez rüyalarım için gerekli besi- ni elde etmiştim. O, o çarçabuk geçen dakika çocukluğumun en mutlu dakikasıydı. Bunu sana anlatmak istedim ki, beni tanı- mayan sen, bir hayatın nasıl da sana bağlandığını ve ge- çip gittiğini sonunda kavramaya başla. Bunu ve ne yazık ki ona çok yakın bir zamanda gerçekleşen, korkunç bir 30

başka anı da sana anlatmak istedim. Senin uğruna –bunu zaten söylemiştim– her şeyi unutmuştum, anneme dik- kat etmiyordum ve başka kimseyle de ilgilenmiyordum. Annemle uzaktan akraba olan Innsbruck’tan bir tücca- rın, yaşlı bir bayın daha sık geldiğinin ve daha uzun kal- dığının farkına varmamıştım, hatta bu durum benim için anca mutluluk vericiydi zira annemi zaman zaman tiyat- roya götürüyordu ve ben de yalnız kalıp, en büyük ve tek mutluluğum olan şeyi yapabiliyor, seni düşünebiliyor, seni gözetleyebiliyordum. Bir gün annem bariz bir ciddi- yetle beni odasına çağırdı; benimle önemli bir şey konu- şacağı anlaşılıyordu. Betim benzim soldu ve birden kalbi- min atışlarını duymaya başladım: Bir şeyler mi sezmişti, bir şeyleri mi tahmin etmişti? İlk düşüncem, beni dünya- ya bağlayan sır olan sendin. Ama annem de mahcup bir haldeydi, bir iki kere sevecen biçimde öptü (normalde yapmadığı bir şeydi), beni koltukta kendine doğru çekti ve sonra çekingen ve utangaç bir yüzle dul olan akraba- sının ona evlenme teklif ettiğini anlatmaya başladı, esas olarak benim iyiliğim için teklifi kabul etmeye karar ver- mişti. Kan kalbime daha sıcak hücum etti: İçimden sa- dece tek bir düşünce cevap veriyordu, sana dair olan dü- şünce. “Ama burada kalacağız, değil mi?” diye kekele- yebildim direkt olarak. “Hayır, Innsbruck’a taşınıyoruz, Ferdinand’ın orada güzel bir villası var.” Daha fazlasını duymadım. Gözlerim karardı. Sonradan bayıldığımı öğ- rendim; annem, kapının arkasında bekleyen üvey baba- ma yavaşça anlatırken duymuştum, ellerimi açarak geri geri gitmiş sonra da bir kurşun külçesi gibi yığılıp kalmı- şım. Sonraki günlerde olanları, benim, güçsüz bir çocu- ğun onların aşırı kuvvetli iradelerine karşı nasıl direndi- 31

ğimi sana tarif edemem: Şimdi bile bunları düşündükçe yazı yazan elim titriyor. Esas sırrımı açığa vuramazdım, dolayısıyla direnişim sadece inatçılık, huysuzluk ve dik- kafalılık gibi gözüküyordu. Artık kimse benimle konuş- muyor, her şey arkamdan yapılıyordu. Taşınmayı hallet- mek için benim okulda olduğum saatler kullanılıyordu: Eve geldiğimde sürekli bir başka parça nakledilmiş ya da satılmış oluyordu. Evin ve beraberinde hayatımın na- sıl mahvolmakta olduğunu görüyordum ve günün birin- de öğle yemeği için eve geldiğimde nakliyeciler her şeyi sürükleyip götürmüşlerdi bile. Boş odalarda hazırlanmış valizler ve annemle benim için iki portatif yatak duruyor- du: Orada bir gece daha, son bir gece daha kalacak ve sa- bah Innsbruck’a doğru yola çıkacaktık. O son gün ani bir kararlılıkla senin yakınında olma- dan yaşayamayacağımı hissettim. Senden başka bir kur- tuluş bilmiyordum. Bunu nasıl düşündüğümü, o çaresiz- lik anlarında doğru düzgün düşünüp düşünmediğimi as- la söyleyemem ama birden –annem yoktu– üzerimdeki okul kıyafetimle doğrulup karşıya, sana doğru gittim. Ha- yır, gitmedim: Taşlaşmış bacaklarım ve titreyen eklemle- rim mıknatıslanmış gibi senin kapına çekildi. Sana daha önce de söylemiştim, ne istediğimi net biçimde bilmiyor- dum: Ayaklarına kapanacak ve beni bir hizmetçi, bir köle olarak tutman için yalvaracaktım; on beş yaşındaki bir kı- zın bu masum aşırılığına gülmenden korkarım ama sevgi- lim, o zaman dışarıda, o buz gibi koridorda nasıl dikeldi- ğimi, korkudan kaskatı kesildiğimi ve yine de anlaşılmaz bir güç tarafından ileriye doğru itildiğimi, titreyen kolu- mu kaldırmak için nasıl da gövdemden adeta zorla ayırdı- ğımı ve –korkunç saniyelerin sonsuzluğu boyunca süren 32

bir savaştı bu– kapıdaki düğmeye bastırdığımı bilsen, ar- tık gülmezsin. O kulak tırmalayıcı zil sesi ve sonrasında- ki, kalbimin durduğu, bütün kanımın çekildiği ve sadece senin gelip gelmediğini dikkatle dinlediğim sessizlik bu- gün bile kulaklarımda çınlıyor. Ama sen gelmedin. Kimse gelmedi. Belli ki o öğleden sonra yoktun ve Johann da alışverişteydi; böylece zilin ölü sesi kulaklarımda çınlayarak el yordamıyla, yok edil- miş, boşaltılmış dairemize döndüm ve kendimi bitap bir halde ekose desenli bir battaniyenin üstüne attım, san- ki derin karda saatlerce yürümüşüm gibi dört adımda yo- rulmuştum. Ama bu yorgunluğun altında bile beni sen- den ayırmalarından önce seni görme, seninle konuşma kararlılığım bir kor gibi yanıyordu. Bu, sana yemin ede- rim, cinsellikle ilgili bir düşünce değildi, tamamıyla sen- den başka hiçbir şeyi düşünmediğim için bu konuda hâlâ cahildim: Sadece seni görmek istiyordum, bir kez daha görmek, sana sarılmak. Sonra, bütün gece, bütün o uzun, korkunç gece boyunca sevgilim, seni bekledim. Annem yatağına yatıp uyur uyumaz, eve ne zaman geleceğini duymak için gizlice antreye geçtim. Bütün gece bekledim ve buz gibi bir ocak gecesiydi. Yoruldum, her yanım ağ- rıdı ve artık ortalıkta oturacak bir koltuk da yoktu: Ben de, kapıdan esip geçen cereyana karşı buz gibi yere uzan- dım. Üzerime bir örtü almadığımdan, sadece o incecik kı- yafetimle acıtan, soğuk zemine uzanmıştım; uykuya dalıp adımlarını duyamam korkusuyla ısınmak istemiyordum. Canım acıyordu, kasılmalardan ayaklarımı birbirine bas- tırıyordum, kollarım titriyordu: Korkunç karanlık öyle soğuktu ki, tekrar tekrar ayağa kalkıp duruyordum. Ama bekledim, bekledim, kaderimi bekler gibi seni bekledim. 33

Sonunda –sabah saatin ikisi ya da üçü olmalıydı– aşa- ğıda bina kapısının kilidinin açıldığını ve sonra da merdi- venleri çıkan ayak seslerini duydum. Hissettiğim soğuk- luk nasıl da geçip gidivermiş, her yanımı sıcaklık sarmış- tı, sana koşmak, ayaklarına kapanmak için usulca kapıyı açtım... Ah, o aptal çocuk halimle o zaman ne yapardım bilmiyorum. Ayak sesleri gittikçe yaklaştı, mum ışığı yu- karıya doğru titreyerek yayıldı. Titreyerek kapının kolu- nu tuttum. Bu gelen sen miydin? Evet, sendin, sevgilim – ama yalnız değildin. Alçak ses- li, gıdıklanır gibi bir gülümseme duydum, bir ipek elbise- nin hışırtısını ve senin usulcacık sesini – eve bir kadınla birlikte gelmiştin... O gece nasıl hayatta kalabildiğimi bilmiyorum. Ertesi sabah, saat sekizde, beni Innsbruck’a sürüklediler; daha fazla direnecek gücüm kalmamıştı. *** Çocuğum dün gece öldü – gerçekten yaşamaya devam etmek zorundaysam artık yine yalnız olacağım. Yarın ya- bancı, siyah kıyafetler içindeki kaba adamlar gelecekler ve bir tabut getirecekler, benim zavallı, benim biricik yav- rumu içine koyacaklar. Belki arkadaşlar da gelir ve çe- lenkler getirirler ama bir tabutun üstündeki çiçekler neye yarar ki? Beni teselli edecekler ve bazı laflar söyleyecek- ler, laflar, laflar ama bunların bana ne faydası olabilir ki? Biliyorum, sonra tekrar yalnız kalmak zorunda olacağım. Ve insanlar arasında yalnızlık olmaktan daha korkunç bir şey olamaz. Bunu o zamanlar tecrübe ettim, Innsbruck’ta sonsuz gibi geçen iki yılda, on altı yaşımdan on sekiz ya- şıma kadar geçen yıllarda, ailemin içinde bir tutsak, aykı- 34

rı biri gibi yaşadığım o yıllarda. Epey sessiz, ağzı var dili yok bir adam olan üvey babam bana karşı iyiydi; annem, bilmeden yapılmış bir haksızlığın kefaretini ödüyormuş- çasına bütün isteklerimi yerine getirmeye hazır gözükü- yordu; genç insanlar benimle ilgileniyorlardı ama ben tut- kulu bir karşı koymayla hepsini reddediyordum. Senden uzakta mutlu olmak, memnuniyet içinde yaşamak istemi- yordum; kendimi, kendime işkence ettiğim ve yalnızlık- la dolu karanlık bir dünyaya gömmüştüm. Bana aldıkları yeni, renkli elbiseleri giymiyor, konserlere, tiyatrolara ya da neşeli arkadaşlarla gezintilere gitmeyi reddediyordum. Hatta sokağa adım bile atmıyordum: İki yıl yaşadığım o küçük şehrin on sokağını bile bilmediğime inanır mısın sevgilim? Yas tutuyordum ve yas tutmak istiyordum, se- ni görmememden sorumlu tuttuğum her türlü yoksun- luk beni mest ediyordu. Ve bir de: Sadece sende yaşama- ya dair tutkumun hiçbir şey tarafından avutulmasını iste- miyordum. Saatlerce, günlerce evde yalnız başıma oturu- yor ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, yüzlerce küçük anıyı, her rastlaşmayı, her bekleyişi tekrar ve tekrar, tekrar ve tekrar kafamda canlandırıyor, bu kü- çük anları tiyatro gibi kendi kendime oynuyordum. Ve bu yüzden, bir zamanlara dair her bir saniyeyi kendime tek- rarlayıp durduğum için, bütün çocukluğum da öyle ya- kıcı bir hatıra olarak kaldı ki, o geçen yılların her bir da- kikasını sanki daha dün kanımda dolaşmış gibi sıcak ve coşkulu hissediyorum. O zamanlar sadece sende yaşıyordum. Bütün kitapları- nı satın aldım; adın gazeteye çıktığı gün bir bayram gü- nü gibi oluyordu. Kitaplarındaki her satırı ezbere tekrar- layabildiğime, onları o kadar çok okuduğuma inanır mı- 35

sın? Biri geceleri beni uykumdan uyandırsa ve senin sa- tırlarından rastgele bir yeri okumaya başlasa, bugün bile, on üç yıl sonra bugün bile sanki rüyadaymışım gibi kal- dığı yerden devam edebilirim: Senin her bir sözcüğün be- nim için İncil ve dua gibiydi. Bütün dünya sadece senin- le ilişkili olduğu sürece var oluyordu: Viyana gazetelerin- deki konserleri, prömiyerleri sadece senin onlardan han- gisiyle ilgilenmek isteyeceğini düşünerek okuyordum ve akşam olduğunda sana uzaktan eşlik ediyordum: Şimdi salona giriyor, şimdi yerine oturuyor. Seni sadece bir ke- re bir konserde gördüğümden, bunu bin defa hayal ettim. Ama tüm bunları neden anlatıyorum ki, bu gözü dön- müş, kendi kendini çileden çıkartan, terk edilmiş bir ço- cuğun böylesi trajik umutsuzluk içindeki saplantısını; bunları hiç fark etmemiş, bunları hiç bilmemiş birine ne- den anlatıyorum ki? Peki o zamanlar gerçekten de hâlâ bir çocuk muydum ki? On yedi olmuştum, on sekiz ol- muştum – genç insanlar sokakta bana bakmaya başlamış- lardı ama beni sadece sinirlendiriyorlardı. Zira bırak sen- den başka biriyle aşk yaşamak başkasıyla sadece bir aşk oyunu oynamak düşüncesi bile benim için öylesine izah edilemez, öylesine yabancıydı ki, bunlara teşebbüs bile bana suç işlemek gibi geliyordu. Sana olan tutkum hep aynı kaldı, sadece vücudumla, uyanan duygularımla bir- likte değişti, daha ateşli, daha bedensel, kadınsı oldu. Ve anlaşılmaz, cahilce arzularıyla o çocuğun, bir zamanlar senin kapını çalan çocuğun hissedemeyeceği biçimde tek düşüncem şu olmuştu artık: Kendimi sana hediye etmek, kendimi sana vermek. Etrafımdaki insanlar mahcup biri olduğumu zanne- diyorlar, beni çekingen biri olarak görüyorlardı (sırrımı 36

inatçılıkla içimde tutuyordum). Ama içimde demir gibi bir irade boy veriyordu. Tüm düşüncelerim ve çabalarım tek bir yöne odaklanmıştı: Viyana’ya dönmek, sana dön- mek. Ve başkalarına ne kadar manasızca, ne kadar kav- ranamaz görünse de irademi zorlayarak becerdim bunu. Üvey babam varlıklı biriydi, beni kendi öz çocuğuymu- şum gibi görüyordu. Ama ben amansız bir dik kafalılıkla kendi paramı kazanmak arzumu dayatıp durdum ve so- nunda amacıma ulaştım; büyük bir konfeksiyon mağaza- sında iş bularak bir akrabanın yanına, Viyana’ya geldim. Sisli bir sonbahar akşamı – sonunda, sonunda! Vi- yana’ya vardığımda ilk gittiğim yerin neresi olduğunu söylememe gerek var mı sana? Bavulumu garda bırak- tım, kendimi bir tramvaya attım –ne kadar da yavaş gi- diyor gibi gelmişti bana, her durak sinirimi bozuyordu– ve evin önüne koştum. Pencerelerinde ışık vardı, kalbim çarpmaya başladı. Bana gayet yabancı gelen, gayet ma- nasızca uğuldayıp duran şehir ancak o zaman yaşama- ya başladı, ben ancak o zaman tekrar yaşamaya başladım, senin yakınında olduğumu hissedince, senin, sonsuz rü- yamın. Seninle, benim parıldayarak yukarıya doğru ba- kan bakışlarım arasında şimdi sadece pencerenin ince- cik, aydınlık camı varken aslında senin zihninde vadiler, dağlar ve nehirler kadar uzakta olduğumun tabii ki far- kında değildim. Sadece yukarıya, yukarıya bakıp duru- yordum: Orada ışık vardı, orada ev vardı, orada sen var- dın, orada dünyam vardı. İki yıldır bu anı hayal etmiş- tim, o an şimdi bana hediye ediliyordu. O uzun, yumu- şak, puslu akşam boyunca pencerelerinin önünde dur- dum, ışıklar sönene kadar. Ancak ondan sonra kalaca- ğım yeri aradım. 37

Sonra her akşam evinin önünde dikelip durdum. Saat altıya kadar mağazada işteydim, zor, yorucu bir işti ama seviyordum zira o tantana kendi huzursuzluğumun acı- sını daha az duymama yol açıyordu. O demir kepenkler arkamdan gürültüyle iner inmez doğrudan doğruya sev- gili hedefime koşuyordum. Seni bir kerecik görmek, sa- na bir kerecik rastlamak tek arzumdu, bir kerecik daha, uzaktan da olsa, yüzündeki bakışı kucaklayabilmek. Yak- laşık bir hafta sonra nihayet oldu, sana rastladım, hem de hiç beklemediğim bir anda: Ben yukarıyı, senin pencere- lerini gözetlerken, sokağın karşı tarafından geliverdin. Ve birden yine o on üç yaşındaki çocuk oldum, yanakları- mın kıpkırmızı kesildiğini hissediyordum; gözlerini his- setmeye duyduğum özlem dürtüsünün aksine istemsiz- ce başımı eğip, kovalanıyormuşçasına şimşek gibi koşa- rak yanından geçtim. Sonradan, bu okullu kızlara yakışır bir mahcubiyetle kaçıp gidişimden utandım, zira artık ar- zumu net biçimde biliyordum: Seninle karşılaşmak isti- yordum, seni arıyordum, özlemle geçip giden onca yıldan sonra senin tarafından tanınmak istiyordum, senin tara- fından hesaba katılmak istiyordum, senin tarafından se- vilmek istiyordum. Ama sen beni uzun zaman fark etmedin, her akşam, hatta kar fırtınasında ve can acıtan, kesici Viyana rüz- gârında bile sokağında dikilmeme rağmen. Çoğunluk- la saatlerce boşu boşuna bekliyordum, sonunda evden çıktığında genellikle yanında tanıdıkların oluyordu, se- ni iki kere de kadınlarla birlikte gördüm ve artık yetiş- kinliğimi hissediyordum, yabancı bir kadını kendinden emin biçimde senin kolunda giderken gördüğümde duy- duğum o ani kalp çarpıntısından sana olan duygularım- 38

da ruhumu tam ortasından paramparça eden, yeni, baş- ka bir şey hissediyordum. Şaşırmamıştım, bu bitmek bil- meyen kadın ziyaretçilerine çocukluk günlerimden aşi- naydım ama bu, şimdi bir tür bedensel bir acı veriyor- du bana; bir başkasıyla yaşadığın bu aleni, bu cinsel sa- mimiyete karşı hem düşmanca hem de aynı şeyi talep et- meyle dolu bir gerginlik duyuyordum. Bir gün, o zaman- lar sahip olduğum ve muhtemelen hâlâ da taşıdığım ço- cukça gururla evinden uzak durdum: Ama inatçılığın ve karşı koyuşun o boş akşamı ne kadar da korkunçtu. Son- raki akşam burnum sürtülmüş halde bir kez daha evi- nin önünde beklemedeydim, beklemedeydim, tıpkı bü- tün kaderim boyunca senin kapalı hayatının önünde di- kelip durduğum gibi. Ve sonunda bir akşam beni fark ettin. Geldiğini daha uzaktan görmüştüm ve senden kaçmamak için tüm irade- mi topladım. Boşaltılan bir arabanın sokağı daraltması ve illaki yanımdan geçmek zorunda kalman talihin arzusuy- du. Dalgın bakışların istemsizce bana değdi, benim dik- katli bakışlarımla karşılaşır karşılaşmaz beni, çocuğu, ilk defa bir kadın, bir âşık gibi uyandıran –anımsamak nasıl da korkutmuştu beni!– o kadınlara yönelik bakışın, o sev- gi dolu, kucaklayıcı ve aynı zamanda soyucu, o sarıp sar- malayıcı ve anında hapsedici bakış haline geldi. Bu bakış- lar bir-iki saniye boyunca, senden alamadığım ve almak da istemediğim benim bakışlarımı kavradı – sonra yanım- dan geçip gittin. Kalbim çarpıyordu: İstemsizce adımları- mı yavaşlatmak zorunda kaldım ve zapt edemediğim bir merakla dönüp arkama baktığımda senin durduğunu ve bana baktığını gördüm. Ve beni meraklı bir ilgiyle gözle- yiş tarzından hemen anladım: Beni tanımamıştın. 39

Beni tanımamıştın, o zaman hiç, asla, asla beni tanıma- dın. O saniye duyduğum hayal kırıklığını sana nasıl an- latabilirim sevgilim – o zaman, senin tarafından tanın- mamayı, tüm bir hayat boyunca yaşayacağım ve bunun- la öleceğim bu kaderi kabul ettiğim ilk andı; tanınmamış olmak, senin tarafından hâlâ da tanınmamış olmak. Sa- na bu hayal kırıklığını nasıl anlatabilirim! Zira bak, her anında seni düşündüğüm ve Viyana’daki ilk yeniden kar- şılaşmamızı gözümde canlandırmaktan başka hiçbir şey yapmadığım Innsbruck’ta geçen o iki yıl boyunca o an- ki ruh halime göre, en mutlu mesut ihtimallerle birlik- te en kötülerini de hayal etmiştim. Her şey, tabir caiz- se, hayal edilmişti; karanlık anlarımda beni geri çevire- ceğini kurmuştum kafamda, çok bayağı, çok çirkin, çok yılışık olduğum için beni aşağılayacağını. Senin her tür- lü hoşnutsuzluğunu, soğukluğunu, kayıtsızlığını, hepsi- ni tutkulu hayallerin içinde yaşamıştım – ama bunu, tam olarak bunu, ruhumun en karanlık hallerinde, değersiz- liğimin bildiğim en son noktasında bile düşünmeye cesa- ret etmemiştim, bu en korkunç şeyi: Varlığımı kesinlik- le fark etmemiş olmanı. Bugün anlıyorum, evet –ah, bana bunu anlamayı sen öğrettin!–, bir kızın, bir kadının yüzü bir erkek için inanılmaz derecede değişken, çünkü o yüz kâh bir tutkunun, kâh çocukça bir halin, kâh bir yorgun- luğun aynası çoğunlukla ve tıpkı bir görüntünün aynada çabucak kayboluşu gibi bir erkek de bir kadının siması- nı kolayca kaybedebilir; çünkü gölgelerle ve ışıklarla bir- likte yaşlanma da o yüzün içinde yol alır, çünkü kıyafet- ler onu bir andan diğerine farklı farklı çerçeveler. Kader- lerine boyun eğenler, ancak onlar tam olarak gerçeği bi- lenlerdir. Ama ben, o zamanların genç kızı, senin unut- 40

kanlığını daha kavrayamıyordum, zira seninle ölçüsüzce, durup dinlenmeden ilgilenmem dolayısıyla, senin de be- ni sık sık düşünmek zorunda olduğun ve beni bekledi- ğin gibi bir sanrıya kapılmıştım; senin için bir hiç oldu- ğumu, bana dair tek bir hatıranın seni hafifçe bile etkile- mediğini bilseydim nasıl nefes alabilirdim ki! Ve senin, içindeki hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin ha- yatından benimkine bir örümcek ağının ipliği kadar bi- le bir hatıranın ulaşmadığını gösteren, aklımı başıma ge- tiren o bakışın gerçekliğe ilk düşüşüm, kaderimin içime ilk kez doğuşuydu. O zaman beni tanımadın. Ve bakışların ancak iki gün sonra yeni bir rastlaşmamızda belli bir samimiyetle be- ni kuşattığında, o noktada da beni yine seni seven ve se- nin uyandırdığın kişi olarak değil, daha ziyade iki gün önce aynı yerde denk geldiğin on sekiz yaşındaki güzel bir genç kızdan başkası olarak tanımıyordun. Bana dost- ça bir şaşkınlıkla baktın, hafif bir gülümseme dudakları- nı kapladı. Bir kez daha yanımdan geçip gittin ve bir kez daha adımların hemencecik yavaşladı: Titriyordum, içim- den sevinç çığlıkları atıyordum, dua ediyordum, benim- le konuşacaktın. Senin için ilk defa canlı olduğumu his- sediyordum: Ben de adımlarımı yavaşlattım, senden kaç- madım. Ve birden, arkamı dönmeden, seni arkamda his- settim, artık ilk defa o canım sesinin bana seslenişini du- yacağımı biliyordum. Beklenti nasıl da felç ediciydi, artık durmak zorunda olmaktan korkuyordum, kalbim öyle çarpıyordu – derken yanıma geçtin. Sanki uzun zamandır yakın arkadaşmışız gibi o hafif neşeli tarzınla konuştun benimle –ah, benim farkımda bile değildin, hayatıma dair hiçbir şeyin farkında bile değildin!–, öylesine büyüleyici 41

bir rahatlıkla konuştun ki, cevap vermeyi bile becerdim. Bütün sokağı beraberce yürüdük. Sonra bana birlikte ye- mek yiyip yiyemeyeceğimizi sordun. “Evet” dedim. Sana hayır demeye nasıl cüret edebilirdim ki? Küçük bir restoranda birlikte yemek yedik – nerede ol- duğunu hatırlıyor musun? Ah, hayır, senin için buna ben- zer başka akşamlardan farksızdı, zira ben kimdim ki se- nin için? Yüzlerce kişiden biri, sonsuzca uzayan bir zin- cirde bir macera. Bana dair ne hatırlayacaksın ki: Sana ya- kın olduğum için, bana söylediklerini dinliyor olduğum için sonsuz mutlu olduğumdan az konuşmuştum. O anın tek bir saniyesini bile bir soruyla, aptalca bir sözcükle he- ba etmek istemiyordum. Tutku dolu derin saygımı na- sıl tamamıyla hak ettiğini, ne kadar kibar, ne kadar ra- hat, ne kadar ince düşünceli olduğunu, hiçbir şekilde sır- naşmadığını, hiçbir şekilde yakınlaşmak için aceleci poh- pohlamalara girişmediğini, o saatler dolayısıyla sana duy- duğum minneti asla unutamam; daha ilk andan itibaren o kadar güvenilir bir arkadaşça içtenlik sergilemiştin ki, bütün iradem ve varlığımla çoktan senin olmasaydım bile beni kazanırdın. Ah, beş yıllık çocukça beklentimi hayal kırıklığına uğratmamakla nasıl devasa bir şey gerçekleş- tirdiğini tabii ki bilmiyorsun! Geç olmuştu, kalktık. Res- toranın kapısında acelem olup olmadığını, daha vaktim olup olmadığını sordun. Sana hazır olduğumu nasıl oldu da ağzımdan kaçırmamayı becerdim! Daha vaktim oldu- ğunu söyledim. Sonra, hafif bir çekingenliği hızla atlata- rak, sohbet etmek için biraz sana gelmek isteyip isteme- yeceğimi sordun. “Seve, seve” dedim tamamen duyguları- mın doğallığıyla ve benim kabulümdeki hızdan nahoş ve- ya neşeli biçimde de olsa etkilendiğini ama her durumda 42

bariz biçimde şaşırdığını fark ettim hemen. Bugün tabii ki o şaşkınlığını anlıyorum; kendini verme isteği ne kadar şiddetli de olsa bu hazır olma durumunu inkâr etme, ya- landan bir korku uydurma veya öncelikle dokunaklı rica- lar, yalanlar, yeminler ve vaatler aracılığıyla bastırılacak bir infiale çevirme halinin kadınlarda alışıldık bir şey ol- duğunu biliyorum. Belki de sadece aşkın profesyonelleri- nin, fahişelerin ya da tamamen naif, tamamen yeniyetme çocukların böyle bir daveti, böylesi bütünüyle şen şakrak bir sesle yanıtlayacağını da biliyorum. Ama bende olan –ve sen bunu nasıl sezebilirdin ki– sadece söze dökülmüş arzuydu, tek tek birikmiş binlerce günün özleminin ser- best kalmasıydı. Ama her durumda şaşırmıştın, seni ilgi- lendirmeye başlamıştım. Yürürken, konuşmalarımız es- nasında bir şekilde hayrete düşerek yan taraftan beni süz- düğünü hissettim. Hislerin, insani her konuda öylesi bü- yüleyici biçimde kendinden emin hislerin alışılmadık bir şeylerin kokusunu almıştı derhal, bu güzel, uysal kızda- ki sırrın kokusunu. İçindeki meraklı uyanmıştı ve dolam- baçlı, bir iz arayıp duran sorularının tarzından bu sırrı na- sıl da el yordamıyla bulmak istediğinin farkına varmıştım. Ama seni kaçamak cevaplarla savuşturdum: Sana sırrımı vermektense aptal gözükmeyi tercih ederdim. Senin evine çıktık. Sana o koridorun, o merdivenlerin benim için ne anlama geldiklerini, nasıl bir baş dönmesi verdiklerini, nasıl bir afallama yarattıklarını, nasıl da çıl- dırtıcı, acı verici, neredeyse ölümcül bir mutluluk oldu- ğunu anlayamayacağını söylersem, beni bağışla sevgilim. Şimdi bile gözyaşları dökmeden düşünemiyorum o anı ve artık gözyaşım da kalmadı. Ama sadece şunu hissetme- ye çalış, oradaki her nesneye sanki tutkum nüfuz etmiş- 43

ti, her biri çocukluğumun, özlemimin birer sembolüydü: Önünde binlerce kez seni beklediğim kapı, daima adım- larına kulak kabarttığım ve seni ilk kez gördüğüm mer- diven, tüm ruhumla baktığım gözetleme deliği, bir ke- re üzerine diz çöküp oturduğum paspas, beni her zaman yattığım pusumdan zıplatıveren kilitte dönen anahtarın sesi. Bütün çocukluğum, bütün tutkum bu birkaç met- relik mekâna sığışmıştı, burada bütün hayatım vardı ve şimdi bir fırtına gibi üstüme çöküyordu, çünkü her şey, her şey gerçekleşmişti ve ben seninle yürüyordum, ben seninle, senin, bizim evimize. Düşün ki, –kulağa banal geliyor ama başka nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum– ka- pına gelinceye kadar her türlü gerçeklik, bunaltıcı gün- delik dünya bir ömür boyu sürmüştü ve tam da orada bir çocuğun büyülü krallığı başlıyordu, Alaaddin’in krallığı, düşün ki, şimdi sendeleyerek girdiğim bu kapıya binlerce kez yanan gözlerle bakmıştım; üzerime çullanan o daki- kanın hayatımdan neler alıp götürdüğünü tahmin edebi- lirsin – ama sadece tahmin edebilirsin, asla tam olarak bi- lemezsin canım sevgilim!. O zaman bütün gece sende kaldım. Daha önce hiçbir erkeğin bana dokunmadığını, hiçbirinin vücudumu his- setmediğini veya görmediğini sezmedin. Ama bunu na- sıl sezebilirdin ki sevgilim, zira sana hiç karşı koymadım, utanma duygusunun bütün tereddütlerini bastırdım; sırf, kuşkusuz seni korkutacak olan aşkıma dair sırrımı çö- zememen için – zira sen sadece kolay olanı, zahmetsizce olanı, hafif olanı seversin, bir kadere müdahale etmekten korkarsın. Kendini saçıp savurmayı istersin, kendini, her- kese, bütün dünyaya ve kurban da istemezsin. Şimdi sa- na kendimi bakire olarak verdiğimi söylersem, yalvarırım 44

beni yanlış anlama sevgilim! Elbette seni suçlamıyorum, beni sen ayartmadın, baştan çıkarmadın, bana yalan söy- lemedin – ben, ben kendim seni zorladım, kendimi koy- nuna attım, kendimi kaderime attım. Asla, seni asla suç- lamayacağım, hayır ama sana hep müteşekkir kalacağım, zira o gece benim için ne kadar da zengin, zevkten na- sıl da ışıl ışıl, sonsuz mutluluktan nasıl da uçarcasınaydı. Karanlıkta gözlerimi açtığımda ve seni yanımda hissetti- ğimde yıldızların tepemde olmayışını yadırgadım, gökyü- zünü öylesine çok hissediyordum – hayır, hiçbir zaman pişman olmadım, canım sevgilim, o anlardan ötürü hiç- bir zaman. Hâlâ aklımda: Sen uyuduğunda, senin nefesi- ni duyduğumda, senin vücudunu hissettiğimde ve kendi- mi sana o kadar yakın bulduğumda karanlıkta mutluluk- tan ağlamıştım. Sabah erken saatte gitmek için ısrar ettim. Mağazada olmam gerekiyordu ve uşağın gelmeden gitmek de isti- yordum zaten: Beni görmemeliydi. Giyinip senin önün- de dikelirken, beni kollarına aldın, uzun uzun baktın; içi- ne yayılan karanlık ve uzak bir hatıra mı vardı, yoksa tam da o an olduğum gibi güzel, mutlu mu gözükmüştüm gö- züne? Sonra beni dudaklarımdan öptün. Kendimi yavaş- ça toparladım ve gitmek istedim. O sırada sordun: “Yanı- na birkaç çiçek almak istemez misin?” Kabul ettim. Yazı masasının üstündeki mavi kristal vazodan dört tane be- yaz gül aldın (ah, onları o çocukluğuma ait biricik kaça- mak bakıştan tanıyordum) ve bana verdin. Onları günler- ce öpüp durdum. Daha önceden bir başka akşam için sözleşmiştik. Gel- dim ve yine harikaydı. Bana üçüncü bir gece daha hedi- ye ettin. Sonra seyahate çıkman gerektiğini söyledin, –ah, 45

o yolculuklardan çocukluğumdan beri nasıl da nefret edi- yordum!– döner dönmez bana haber edeceğine söz ver- din. Sana bir posta kutusu numarası verdim – adımı söy- lemek istemiyordum. Sırrımı koruyordum. Veda ederken bana yine birkaç gül verdin – veda yerine. İki ay boyunca her gün sorup durdum... Ama hayır, bekleyişin, çaresizliğin o cehennem azabını sana neden anlatayım ki? Seni suçlamıyorum, seni olduğun gibi sevi- yorum, sıcak ve unutkan, kendini veren ve sadakatsiz, se- ni böyle seviyorum, tam böyle, daima olageldiğin ve şim- di de hâlâ olduğun gibi. Çoktan dönmüştün, pencerele- rinde yanan ışıklardan görmüştüm bunu ve bana yazma- mıştın. Son saatlerimde senden tek satır yok elimde, ha- yatımı verdiğim senden tek satır bile. Bekledim, çaresiz- lik içindeki biri gibi bekledim. Ama beni çağırmadın, ba- na tek satır yazmadın... Tek satır bile... *** Çocuğum dün öldü – senin de çocuğundu. Senin de ço- cuğundu sevgilim, o üç geceden birinin çocuğu, yemin ederim ve insan ölümün gölgesindeyken yalan söylemez. O, bizim çocuğumuzdu, sana yemin ederim zira sana kendimi verdiğim o saatlerden onun vücudumdan çıka- rıldığı ana kadar başka hiçbir erkek bana el sürmedi. Se- nin dokunuşlarınla kendimi kutsamıştım: Benim için her şey olan seninle, hayatıma şöyle bir dokunup geçen baş- kaları arasında kendimi nasıl paylaştırabilirdim? O, bizim çocuğumuzdu sevgilim, benim her şeyin farkında olan aş- kımın ve senin aldırmaz, savurgan, neredeyse bilinçsiz se- vecenliğinin; bizim çocuğumuzdu, bizim oğlumuzdu, bi- zim biricik çocuğumuzdu. Ama şimdi soruyorsun –muh- 46

temelen korkarak, muhtemelen yalnızca şaşkınlıkla–, şimdi soruyorsun canım sevgilim, bu çocuğu neden bun- ca yıldır senden sakladığımı ve ancak bugün ondan söz ettiğimi, o şurada karanlıklar içinde uyurken, hep uyuya- cakken, çoktan gitmeye hazır yatarken ve asla dönmeye- cekken, asla! Peki sana bunu nasıl söyleyebilirdim ki? Ba- na, bir yabancıya, üç geceyi fazlasıyla can atarak kabul et- miş, sana hiç direnmeden arzuyla kendini açmış birine as- la inanmazdın, gelgeç bir rastlaşmadaki isimsiz birinin sa- dakatsiz biri olan sana sadık kaldığına asla inanmazdın – bu çocuğu hiç kuşku duymadan kendi çocuğun olarak ta- nımazdın! Sözlerim sana böyle bir ihtimalin olabileceği- ni düşündürse bile benim sana, senin gibi varlıklı birine, bilinmeyen bir anın çocuğunu yamamaya çalıştığıma da- ir gizli şüpheyi asla üzerinden atamazdın. Benden kuşku- lanırdın, seninle aramızda gezinip duran, utanç verici bir güvensizliğin gölgesi, bir gölge kalırdı. Bunu istemedim. Ötesinde seni tanıyorum; seni, senin kendini tanıdığın- dan daha iyi tanıyorum, biliyorum, aniden baba olmak, aniden bir kaderden sorumlu birisi haline gelmek senin için, senin gibi aşkta umursamazlığı, hafifliği, oyunbazlı- ğı seven birisi için acı verici olurdu. Sen, ancak özgürlük- te nefes alabilen sen, kendini bir biçimde bana bağlı his- sederdin. Benden –evet, hep tetikte duran iradene rağmen bunu yapardın, biliyorum–, benden bu bağlılık hali yü- zünden nefret ederdin. Belki sadece saatlerce, belki geçip gidiveren dakikalar boyunca senin için bıktırıcı olurdum, senin için nefret edilesi biri olurdum – oysa ben mağrur- luğumla, senin beni bir yaşam boyu hiç tasalanmadan dü- şünmeni istedim. Sana en ufak bir yük olmaktansa her şe- yi kendim üstlenmeyi tercih ettim ve tüm kadınlar ara- 47

sında sevgiyle, şükranla düşündüğün tek ben olayım is- tedim. Ama elbette, beni hiç düşünmedin, beni unuttun. Seni suçlamıyorum canım sevgilim, hayır, seni suçla- mıyorum. Beni affet, şayet zaman zaman kalemimden bir parça sitem akıyorsa, beni affet – çocuğum, çocuğu- muz şurada, titreyen mumların altında ölü olarak yatı- yor; Tanrı’ya karşı yumruklarımı sıktım ve ona katil de- dim, duygularım bulanık ve karmakarışık. Yakarışlarımı affet, beni affet! Senin iyi ve kalbinin derinliklerinde yar- dımsever biri olduğunu tabii ki biliyorum, sen herkese yardım edersin, senden rica eden en yabancı biri bile ol- sa yardım edersin. Ama senin iyiliğin alışılmışın dışında, herkese açık olduğundan isteyenin ellerine sığdırabilece- ği kadarını alabileceği bir iyilik, büyük, senin iyiliğin son- suz büyüklükte ama –affet beni– üşengeç de. Akla gelmek istiyor, gelip alınmak istiyor. Biri seni çağırdığında, sen- den rica ettiğinde yardım edersin, utançtan yardım eder- sin, zayıflıktan yardım edersin ama zevk aldığın için de- ğil. Sen –bırak sana bunu açıkça söyleyeyim– zor durum- da veya acı içinde olan insanları mutlu kardeşine yeğle- miyorsun. Ve senin gibi insanlardan, hatta aralarındaki en iyisinden bile, bir şeyler çok zor rica edilir. Bir keresin- de, daha çocukken, kapıdaki gözetleme deliğinden kapı- nı çalan bir dilenciye bir şeyler verdiğini görmüştüm. Da- ha senden bir şeyler istemeden önce alelacele ve hatta çok fazla şey verdin ama bunu ona belli bir korkuyla ve telaşla sunuyordun; bir an önce gitmesini istiyordun, sanki göz- lerine bakmaktan korkuyor gibiydin. Senin bu, huzursuz, mahcup, minnettarlıktan kaçan yardım tarzını hiçbir za- man unutmadım. Ve bu yüzden de sana hiçbir zaman baş- vurmadım. Elbette biliyorum, senin çocuğun olduğun- 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook