EDiTÖRDEN… KADI BURHANEDDİN MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ YAYIN KURULU Yıl: 10 Sayı:11 2020- 2021Öğretim Yılı SAHİBİ Kayseri Kadı Burhaneddin Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi Adına Mehmet Faruk ER (Okul Müdürü) EDİTÖR Deniz YAĞLICI (İngilizce Öğretmeni) YAYIN KURULU Deniz YAĞLICI Nezihe KALKIN Almıla Fatma GÜNEŞ DERGİ TASARIM VE DİZGİ Almıla Fatma GÜNEŞ HABERLEŞME ADRESİ: Mehmet Faruk ER [email protected] Deniz YAĞLICI [email protected] Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarına aittir. MEB‟in görüşlerini yansıtmaz. 2
İÇİNDEKİLER 1.Zaferi Kazanırsak İstikbal Bizimdir Mehmet Faruk ER (Okul Müdürü) 2.Hat sanatı üstadı Mustafa Demir ile söyleşi Merve BEYOĞLU 3.Gönlün Sesi Doğan EKİCİ Müdür Yrd. 4.Kolayı Varken Yusuf Kenan CERAN (Sağlık Hizmetleri Alan Şefi) 5.Bulmaca 1 Fatma ÖZMEN 6.Bulmaca 2 Hümeyra TANIÇ 7.Bir Ses Bİr Nefes Röportaj: Nezihe KALKIN 8. Etkili ders çalışma yöntemleri (Matematik Öğretmeni) Fotoğraflar: Ertan ATALAY Elif COŞKUN(Psikolojik Danışman) 9.Kaygı Şerife ÇINAR (Psikolog) 10.Kayseri ’ de Yabancı Olmak Deniz YAĞLICI (İngilizce Öğretmeni) 11. Bu Vatan Bizimdir Şiir: Rüveyda Yağmur 12. O Benimdir O Benim Fotoğraf: Hatice Hiranur TÜZEL Fotoğraf: Hatice Hiranur TÜZEL 13. Ah Zaman Şiir: Gamze DEMİR 10-B Fotoğraf: Kevser ERTEKİN Şiir: Dilara KAYABAŞI 14. İnsan Nevin ERDOĞAN 15. Sobe Yazan: Eda AKBUDAK Fotoğraf: Hümeyra TANİÇ 16. Dolu Dolu Hayat Fotoğraf /Yazan: Hümeyra TANİÇ 17. Aile Yazan: Yeter Öztürk Fotoğraf: Kevser ERTEKİN 18. Prof. Dr Ali Volkan ERDEMIR ile söyleşi Zerda ELTURAN, Sibel GÖLE, Yeter ÖZTÜRK 19.Türkçe Katında Yaşayanlar Pınar GÜLTEKİN ( Edebiyat Öğretmeni) 20. Erkan KÜP ile söyleşi Göknur İNCİ - Meryem KARAKURT -Rumeysa MARAŞLI -Cansu DEMİRDUMAN 21.Okuyoruz Okulumuz Kitap Okuma Gurubu 22.Liseliler Çok Okuyor Çok Geziyor Büşra TAŞDEMIR 23.Başımızın Püsküllü Belası Bulaşıcı Hastalıklar Mustafa KURBAN (Laboratuvar Şefi)
ZAFERİ KAZANIRSAK İSTİKBAL BİZİMDİR Orta Asya’da yaşayan Türk toplulukları ufka baktıklarında, bereketli Anadolu toprakları dikkatlerini çekmişti. Bir süre sonra yürekleri Anadolu diye atar olmuştu. Buhara kentinde yetişen büyük Türk erenlerinden Ahmet Yesevi alperenlerini Anadolu’ya gönderdi. Bizans İmparatorluğunun elinde olan Anadolu’da Hristiyanlık dinine mensup milletler yaşıyordu. Bu yiğit Alperenler, Horasan Erenleri Anadolu’ya geldiler, köylere veya şehirlere yerleştiler. Orta Asya’dan getirdikleri Türk kültürünü ve İslam dinini yaşamaya, Anadolu halkıyla kaynaşmaya başladılar. Alpaslan Malazgirt savaşı öncesinde “Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. Ben nefsimi Allah'a adadım. Benim için şehadet de, muzaffer olmak da bir saadettir. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.” sözleriyle gelecekteki bin yılı
hedefliyordu. Bu ulu kişiler şehadeti göze alarak bizlere yurt hazırlıyordu. Çok kısa sürede Anadolu’ya Türkler yerleşmiş ve her yanda İslam hızla yayılmıştı. Anadolu’da yüzyıllar içerisinde kurulan Türk Beylikleri ve Devletleri bu verimli toprakları bize vatan yaptı. Kültürümüz ve değerlerimiz öyle yerleşti ki Avrupa’nın ortasına Viyana kapılarına kadar dayandık. Her yerde camiler, medreseler, yollar, köprüler, hanlar, hamamlar, hülasa şehirler kurup, mührümüzü vurduk bu coğrafyaya. Öyle bir tarih yazdık ki Nasreddin Hocanın deyimiyle “Dünyanın Ortası” olduk. Asırlar bize gösterdi ki Dünya’da yaşanan pek çok olayın içinde Anadolu ve Türkler vardır. “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.” Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un adeta tarihimizi anlatan yukarıda ki muhteşem sözleri geleceğe emin adımlarla yürümemiz için bize güç verir. Şimdi Büyük Türk Sultanı Alpaslan’ı, Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusu Süleyman Şahı, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyi, Yıldırım Beyazıt’ı, Fatih Sultan Mehmet’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanuni Sultan Süleyman’ı ve daha nice büyük Türk Sultanlarını bildiğimiz halde tembellik bize yakışır mı? Elbette yakışmaz. “İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın” diyen Şeyh Edebali’yi, Mevlana’ nın insan sevgisini, “Akıllı isen, gariplerin gönlünü al” diyen Ahmet Yesevi’yi, mükemmel esprilerle bize insanlığı öğreten Nasreddin Hoca’yı, “Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” diyen Yunus Emre’yi, Seyidi Burhaneddin’i ve nice uluları bilerek şu aziz vatana sahip çıkmamak olur mu? Elbette olmaz. İşte bizim tarih içinde yoğrulmuş, yüzyıllar içinde pişmiş, olgunluğa ermiş, Peygamber varisi kültürümüz ve değerlerimiz varken bileğimiz bükülür mü? Elbette bükülmez. Pekala geçmişimiz güçlü bir kültürle şekillenmişken yarınımızı nasıl tanzim etmeliyiz. Gençlerimizin iyi yetişmesiyle müreffeh ve güçlü bir devlet oluşturmak mümkündür. Milletimizle kritik ve analitik düşünen bir toplum oluşturabilmeliyiz. Bunu gerçekleştirebilmek için aldığı eğitimle muhakeme yapabilen, olayları doğru yorumlayabilen, sürekli kendini geliştiren, okuyan, bilişim teknolojilerini faydalı bir şekilde kullanabilen, öğrenen, toplumda uyum içinde yaşayabilen, kaliteli bir nesil yetiştirmeliyiz. Artık imkânlarımız eskiye göre çok daha iyi durumdadır. Pek çok konuda çağı yakaladık. Geliştik ve gelişmeye devam ediyoruz. O halde geçmişimize sahip çıkmak ve geleceğe emin adımlarla yürümek, yeniden dünyaya nam salmak, sözü dinlenir olmak, mazlumun yanında, zalimin karşısında olmak yakışır bize. Sözün özü, o halde bizi biz yapan kültürümüzü, milli ve manevi değerlerimizi yaşayalım, yaşatalım. Mehmet Faruk ER
Okul Müdürü BİYOLOJİNİN ÖNEMİ Doğumdan ölüme kadar yaşamın her evresinde bilinçli ve sağlıklı yaşama, ekonomik gelişmeyi sürekli kılma, çevreyi bozulmadan tutma, bitkisel ve hayvansal üretimin kalitesini ve miktarını artırmada biyoloji bilimi önemli yer tutar. Burada çevrenin öneminin farkına varabilmek için doğayı düşünerek izlemek gerekir. Doğanın bilinçsiz kullanılması, insan ve diğer canlıların yaşamı için tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarır. Çevre kirlenmesi, erozyon, yeşil alanların azalması, hızlı nüfus artışı, plânsız kentleşme, biyolojik zenginliklerin ortadan kalkması bu sorunların başında gelir. Biyolojinin uygulama alanlarından olan Biyoloji ile ilgili bilgilerin eksikliği, ne tıp, tarım, hayvancılık, ormancılık, yazık ki başta çevrenin bozulması, veterinerlik, diş hekimliği, eczacılık ve önlenmesi mümkün olmayan sağlık diğer alanlardaki çalışmalar sayesinde sorunlarının ortaya çıkması, dogal insanların geleceğe daha umutla kaynakların sürekli ve verimli olarak bakmalarını sağlayan ve oldukça geniş kullanılmaması, biyolojik çalışma alanı olan bir bilim dalı olmuştur. zenginliklerden yeterince yararlanılamama, bedensel ve ruhsal sorunlar, küresel ısınma sonucu ortaya çıkan iklimsel değişiklikler gibi birtakım olumsuzluklara neden olmaktadır.
Biyoloji bilgisine sahip olmanın bireyin yaşamına getireceği yararlar; çevresini tanıma, sağlığını koruma, biyolojik zenginlikleri tanıma ve onlardan yararlanma, canlıların temel yapısını öğrenme olabilmektedir. Çevrenin bozulması ve kirlenmesine ilişkin bilgi ve bilinci geliştirme, araştırma duygusunu ve kişiliğini geliştirme, son gelişmeleri tanıma gelecekte biyolojinin sağlayacağı diğer yararlarındandır. Rezan Eroğlu Biyoloji Öğretmeni
KUANTUM KURAMI NEDİR? Birkaç bin yıllık tartışmanın ardından, maddelerin neden yapılmış olduğunu artık biliyoruz; elektron ve kuark adı verilen küçük parçacıklar. Bu arkadaşlar, hidrojen ve oksijen gibi atomları ve H2O gibi molekülleri oluşturmak için, küçük aileler dahilinde birlikte takılırlar. Atomlar ve moleküller, dünyamızın Lego parçalarıdır. Bu minik dünyanın nasıl çalıştığını açıklamak için, bilim insanları kuantum kuramı adı verilen bir fikirler topluluğu kullanır. Kuantum kuramı, elinizdeki akıllı telefonu akıllı yapan yonga da dahil olmak üzere, etrafınızdaki tüm teknolojinin temelinde yatar. Kuantum kuramı tuhaftır, doğrudur ve önemlidir. Peki “Kuantum” Ne Anlama Geliyor? Mutfağa, elinizde bir fıstık ezmesi kavanozuyla girdiğinizi düşünün. Kavanozu tezgâhın üzerine veya yukarıdaki raflardan birine koymaya karar verebilirsiniz. Fakat kavanozu, rafların arasına koyamazsınız. Bu mantıksızdır. Fizik terimleriyle konuşmanız gerekseydi, mutfağınızın “kuantize” olduğunu söyleyebilirdiniz. Bu da, rafların çeşitli seviyelere sahip olduğu anlamına gelir. Kuantum dünyasında, her şey seviyelere ayrılmıştır.
Örneğin bir atomdaki elektron, tıpkı mutfaktaki raflar gibi, atomdaki birkaç tane enerji düzeyinden birinde yer alır. Fakat kuantum dünyası tuhaftır. Elektrona bir miktar enerji verin, anında bir diğer enerji düzeyine sıçrayacaktır. Buna kuantum sıçraması adı verilir. Bir başka benzetme kullanalım. Eğer bir kuantum arabası sürüyor olsaydınız, 5 km/sa, 20 km/sa veya 80 km/sa hızlarda hareket edebilirdiniz, fakat asla bunların arasında olmazdı. Vitesi değiştirirdiniz ve hızınız anında 5’ten 20 km/sa’ya fırlardı. Hızdaki bu değişim ani olurdu, bu nedenle ivmeyi bile hissedemeyebilirdiniz. Bu da bir başka kuantum sıçramasıdır. Kuantum Mekaniği ve Klasik Mekanik Mikroskobik dünya, alışık olduğumuz “klasik” dünyadan daha farklı kurallarla yönetilir. “Klasik”, gündelik hayatta her şeyin beklendiği gibi davrandığı “ortak kanı” için kullanılan bir fizikçi terimidir. Bir bilardo topu, “klasik bir nesnedir” (masa üzerinde düz bir biçimde yuvarlanır), fakat içerisindeki tek bir atom kuantum yasalarına tabidir (herhangi bir anda yeşil zemin üzerinde aniden kaybolabilir). Atom ölçeği ile bilardo topu ölçeği arasında, fizik yasalarının bir kesişme noktası vardır. Tıpkı jandarma bölgesi ile polis bölgesi arasındaki kesişim gibi. Yeteri miktarda atomu birbirine bağlarsınız, tuhaf kuantum etkileri ortadan kaybolur, davranışlar klasik bir hal alır. Buna karşılıklılık ilkesi denir. Heisenberg Belirsizlik İlkesi Kuantum fiziğindeki bazı şeyler gerçekten bilinemez durumdadır. Örneğin bir elektronun aynı anda nerede olduğunu ve nereye gittiğini asla bilemezsiniz. Bunu anlayabilmenin bir yolu, gözlemci etkisini işin içine katmaktan geçer; ölçümün yapım şeklinin sonucu değiştirebilmesi olayı. Örneğin elektronun nerede olduğunu anlamak için, onu bir şey kullanarak tespit etmek zorundasınız (örneğin bir ışık fotonu) fakat bu ölçüm ne kadar nazik olsa da,
elektronu orijinal yerinden saptırır. Elektron size nerede olduğunu söyler, fakat nereye gittiğini unutur. Fakat belirsizlik ilkesi tek başına gözlemci etkisinden daha da derine inmektedir. Doğada, doğuştan gelen bir belirsizlik vardır. Elektronun nerede olduğu konusunda emin olamamak, yaptığımız gözlemin bir hatası değildir. Bunun nedeni, elektronun belirli bir konumu olmamasıdır. Elektron bir nokta parçacık değildir, fakat elektronluğun lekesi uzayda dağılır. Parçacık/Dalga İkiliği Fotonlar ve elektronlar gibi kuantum nesneleri kişilik bölünmesine sahiptirler. Zaman zaman dalgalar gibi davranırlar ve zaman zaman da parçacıklar gibi davranırlar. Ne şekilde davrandıkları, onlara ne tür sorular sorduğunuza bağlıdır. Dalga fonksiyonu Bir dalganın nasıl göründüğünü açıklayan bir parça matematik denklemidir. Önemli bir biçimde kuantum dalga fonksiyonları, her biri belli bir doğruluk olasılığıyla birlikte gelen pek çok muhtemel çözüme sahiptir. Olağanüstü bir biçimde, farklı olası cevaplar, sanki evrenimizin gerçeklerini bize göstermek için bize komplo kurarmışçasına, süperpozisyon adı verilen bir tür üst üste binmiş durumlar şeklinde birbirleriyle etkileşebilirler. Süperpozisyon ve Schrödinger’in Kedisi Bir kutunun içinde, bir şişe siyanürle birlikte yer alan bir kedi hayal edin. Şişenin üzerinde, bir iple tutulan bir çekiç olsun. Çekiç, herhangi bir rasgele olay gerçekleştiğinde (örneğin bir uranyum atomu bozunduğunda) düşecek şekilde
ayarlanmış olsun. Bu Erwin Schrödinger tarafından, süperpozisyon fikrini anlatmak amacıyla tasarlanmış bir düşünce deneyidir. Atomun bozunması kuantum yasalarına tabidir, dolayısıyla atomun dalga fonksiyonu iki olası çözüme sahiptir: bozunmuş veya bozunmamış. Kuantum kuramına göre, bir ölçüm yapana kadar bu iki olasılık da eşit derecede geçerlidir. Aslında bunu, atomun aynı anda hem bozunmuş, hem de bozunmamış olduğu şeklinde düşünebilirsiniz. Kedinin kaderi, uranyum atomuna sıkı sıkıya bağlı olduğu için, kutunun içine göz atana kadar, kedi de aynı anda hem canlı, hem de ölü olacaktır. Dolaşıklık Nedir? Dolaşıklık, iki parçacığın (örneğin fotonlar), herhangi biri üzerinde yapılan ölçümün, ne kadar uzakta olursa olsun diğerini anında etkileyeceği şekilde birbirlerine bağlı olmaları durumudur. Benzetme kullanmamız gerekirse; bir çocuksunuz ve ablanız her iki elinde bir tane renkli top gösteriyor. Ardından elleri arkasındayken topları karıştırıyor. Sizin görüş açınızdan, bu toplar “dolaşıktır”; eğer kırmızı top sol eldeyse, bu mavi topun sağ elde olduğu anlamına gelir. Fakat kuantum dolaşıklık daha da gizemlidir, çünkü toplar belirli renklere sahip değildir. Renk değiştirebilirler, herhangi bir anda eşit olasılıkla kırmızı veya maviye dönüşebilirler. Bu tamamıyla rastgeledir. Tuhaf olan şey, toplardan birine bakmanın, sadece baktığınız top için değil, her ikisi için de rasgeleliği öldürmesidir (yani renk değiştirme özelliği askıya alınır). Eğer kırmızı top görürseniz, diğerinin renginin mavi olarak sabitlendiğini bilirsiniz. Bu şekilde bakıldığında, bir dolaşık parçacık, ne kadar uzakta olursa olsun, diğerini etkiliyor gibi görünmektedir. Albert Einstein, bunun, kendine ait görelilik kuramıyla gündeme getirilmiş evrendeki kozmik hız limitini ihlal ettiğini düşünmüştür, dolayısıyla dolaşıklığa “hayaletimsi etki” adını vermiştir.
Fizikçiler Fotonları Nasıl Dolaşık Duruma Getirir? Bunun birden fazla yolu vardır. Bunlardan birisi yüksek enerjili bir fotonu, iki tane düşük enerjili “yavru fotona” ayırmaktır. Korku filmlerindeki tek yumurta ikizleri gibi, bu iki yavru fotonun da aralarında gizemli bir bağlantı vardır. Bir diğer yöntem, iki tane fotonu aynalardan oluşan bir labirente göndermektir. Böylelikle her birinin hangi yöne doğru hareket etmiş olabileceğini bilemezsiniz. Bu bilinmezlik, dolaşıklığı meydana getirir. Çift Yarık Deneyi Bu kuantum mekaniğindeki en ünlü deneydir. Parçacıkların (genellikle elektronlar veya fotonlar), bir ekran üzerine düşüp gözlemlenmeden önce, iki tane yarıktan geçtiği bir deneydir. Bu deney çok ünlüdür, çünkü yukarıda bahsedilen pek çok tuhaf olguyu gösterir. Deney, aynı kurulum için dalgaların veya parçacıkların farklı davranışlarına dayanır. Örneğin, bir su havuzu içerisinde, çift yarıklı bir panelle bir engel oluşturabilir, parmağınızı suya daldırıp, su dalgaları oluşturabilirsiniz. Dalgalar bu iki yarıktan geçer ve panelin öteki tarafında birbirleriyle girişim meydana getirerek, bir desen oluştururlar. Fakat engeli sudan alıp, çift yarığa bu sefer bilyeler gönderirseniz, bilyeler iki farklı doğrultuda ilerler ve bir girişim deseni oluşturmazlar. Tuhaf olan şey ise, elektronların her iki şekilde de davranabilmesidir. Eğer yarıklara elektron ateşlerseniz, birim zamanda tek bir elektron gönderseniz bile, yarıkların arkasındaki ekran üzerinde bir girişim deseni oluştururlar. Sanki elektron aynı anda iki yarıktan birden geçmekte ve kendi kendisiyle girişime uğramaktadır. Bu bize, elektronların dalgalar olduğunu söyler. Elektronlar kuantum nesneleri olduğu için, konumunu bilemeyiz (Heisenberg belirsizlik ilkesi). Elektronun yarıkların birinden veya diğerinden geçme olasılığı vardır. Her ikisi de olası olduğu için, aslında her ikisinden dedektöre çarparak, parlak bir ışık çakması meydana getirmesidir (dalga fonksiyonunun çökmesi).
Diyelim ki, yarıklara, elektronun hangi yarıktan geçtiğini söyleyecek bir mekanizma kurarak, bir numara yapıyor olun. Bu sefer, girişim deseni anında kaybolmaktadır. Çünkü elektronun hangi yarıktan geçeceğini bildiğiniz için, süperpozisyon durumu daha fazla devam etmez ve elektron sadece bir yarık içerisinden geçer. Elektronun dalga benzeri davranışı buharlaşıp gider ve elektron bir bilye gibi davranır. Eğer başınız ağrımaya başladıysa, fizikçilerin de bu paradoksu açıklama konusunda sıkıntı çektikleriyle kendinizi avutabilirsiniz. Feynman, Fizik Dersleri kitabında yazmış olduğu gibi, “paradoks” aslında gerçeklikle, sizin “gerçekliğin nasıl olması gerektiğine” dair hisleriniz arasındaki çelişkiden ibarettir. Kuantum fiziği beyninizi mi eritiyor? Öncelikle panik yapmayın. Bu konuda yalnız değilsiniz. Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın açıkladığı gibi; \"Şundan emin bir biçimde söyleyebilirim ki; kuantum mekaniğini hiç kimse anlamamıştır.\" Vedat Kaya Fizik Öğretmeni
GENÇLİK VE AKİF Korkma!” diye başlar İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif dizelerine. Tacettin Dergâhının duvarlarına kazınan bu sesleniş cephede kahraman ordumuzu şahlandıracak; cephe gerisindeki umutsuzlara -yaşlılara, analara, bacılara umut olacaktır. Korkmadı bu millet. Ne dün, ne de bugün korkmayacak! Ey Üstâdımız ‘Korkma’ dediğin günden beri korkmadı senin neslin. ‘Dalgalan’ dediğin günden beri de şühedâ kanıyla boyanmış ay yıldızı indirmedi bu millet. Ey Âkif kalk, mabedinden kalk da kahraman ırkına bir gül! Veya senin nesline bir gül ver. “Ne bu şiddet bu celal!’’ demiştin ya o buhranlı günlerde. Sitem ettiğin, celâllendiğin ve şaşırdığın bu millet bütün kaygılarını giderdi. Kendindeki imanı gördü ve ayağa kalktı. ‘Arkadaş’ dedin bizlere. Yurdumuza sakın ha alçakları uğratmayasın. Biz de senin (Asım’ın) neslinizdik ya bu vatanın tek taşına bastırmadık alçakları. Ne bu Cennet vatanımızı, ne de İstiklâlimizi çiğnetmedik, çiğnetmeyeceğiz. Siper ettik gövdemizi, utanmasızca yapılan bu akınları durdurduk. Yattığın yerde rahat uyu Akif’im. Cennet ülkemde onlarca Mehmet Âkif ve Asım’ın nesli var. Rûhun şad olsun. Sen hatırlattın bastığımız yerlerin ne mübarek olduğunu. Hatırlattın da bu topraklar uğruna kimlerin canını feda ettiğini öğrendik.
Şimdi basmaya kıyamadığımız bu Cennet vatanın her ovasına, her dağına, her taşına bir başka gözle bakıyoruz. Şu dalgalanan al bayrak, şu yurduma gelen bahar, senin ve kefensiz yatanların eseridir Merhameti öğrendik ecdadımızdan, senden Ey Üstâdım! Dünyanın dört bir yanına yayıldık atamız Osmanlı gibi. susuz kalmış kalplere merhamet götürdük yeşersin diye. Bu necip millet özünde olanı mazlumlarla paylaştı, ekmeğini paylaşır gibi. Senin seslenişinle doğulusu- batılısı, kuzeylisi güneylisi yek vücût oldu, oldu da topuyla, tüfeğiyle kazma ve küreğiyle sel gibi Çanakkale’ye koştu Üstâdım. Hele on beşlikler, talebeler… Gün bugündür deyip kalem yerine silaha sarılanlar… Ya kundakta bebeğini bırakan analar bacılar… Hepsi senin işaret ettiğin yöne koştular. Hakk’a inanan bu milletin istiklal hakkıdır dedin, camii kürsülerinde haykırdın, Anadolu’yu karış karış dolaştın. Bu millete hakkı olanı hatırlattın. Hatırlatman yetti Üstâdım. Yetti de arttı bile. Rûhun binlerce kez şâd olsun. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım…
FELSEFE NEDİR ? ‘’Felsefe’’ sözcüğü Arapça kökenlidir.Aslı ve ilk kullanımı ise ‘’philosofia’’ kelimesidir ve Eski Yunanca’dır.’’Philia’’ sözcüğü ‘’sevgi’’ , ‘’sofia’’ ise ‘’bilgi,bilgelik’’ anlamına gelmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere ‘’filozof’’ , bilgelik iddiasında olan kişi değil, ‘’bilgiyi seven,bilginin peşinde olan’’ kişidir.Çünkü Eski Yunanlılar insanın her şeyi bilmesinin mümkün olamayacağını ve bilge olunamayacağını ,ancak ‘’bilgiyi sevip sürekli arayış içinde ‘’olabileceğini düşünmüşlerdir. Kelimemiz Eski Yunanca olduğuna göre, felsefenin de M.Ö 6.yy larda İONYA( Ege Bölgesi) ‘da, Eski Yunan Uygarlığında başladığını belirtmek gerekir. Elbette ki Yunanlılar Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin gibi pek çok uygarlıktan etkilenmiş, pek çok şey almış fakat aldığı gibi de bırakmamış, geliştirmiştir. Doğu uygarlıklarında felsefe ve din içiçe geçmiş ve bilim de daha çok pratik amaçlı yapılıyor iken, İonya’da olaylara rasyonel nedenler aranmış, bilim ise sadece ‘’merak’’ duygusuyla, çıkarsız yapılmıştır. Tarihteki ilk filozof olarak kabul edilen THALES burada, İonya’da yaşamıştır. Zamanın politeist ( çok tanrıcı) inancından kaynaklanan, tüm olayların tanrılarla açıklanmasıyla yani mitolojik cevaplarla yetinmemiş, kafasındaki sorulara akla uygun cevaplar aramıştır. Onu ilk filozof yapan da bu eleştirici, sorgulayıcı, herkesten farklı düşünebilme özelliği ve tavrıdır. Herkesin kabul ettiği şeyi direkt doğru olarak kabul etmemiş yani dogmatik bir tavır sergilememiştir. Thales insanlık tarihinde bir ışık yakmıştır ve bu ışık tarihin belli çağlarında bazı coğrafi bölgelerde sönmüş olsa da, hala yanmakt
NE İŞE YARAR? Felsefe ‘’ varlığı, evreni, yaşamı’’ bütünsel olarak sorgulama faaliyetidir. Her filozofun felsefe tanımı farklı olsa da hepsinde ortak olan ‘’düşünmek, sorgulamak’’ tır. İnsan, amacına sadece maddi ihtiyaçlarını karşılayarak ulaşamaz; onun manevi ihtiyaçlarını da tatmin etmesi gerekir. İnsanın manevi ihtiyaçlarının en başında ise merakını giderme, öğrenme, evreni ve kendisini anlama, şu dünyada geçen yaşamını anlamlandırma isteği vardır. Bu isteği de büyük ölçüde felsefe karşılayabilir. Elbette ki herkes soru sorar fakat herkes filozof olamaz.Bizim istediğimiz de herkesi filozof yapmak değil ama en azından düşünen,eleştiren, farklı fikirler üretebilen gençler yetiştirmek, felsefi bir tavır geliştirmektir. Filozofların görüşlerini öğrenmek bize sadece ışık tutacak, ufkumuzu geliştirecektir ama esas olan düşünmeyi öğrenebilmektir. Alman Filozof Kant’ın da dediği gibi ‘’ felsefe değil felsefe yapmak öğrenilir’’. İnsan ‘’düşünme’’ özelliği ile diğer canlılardan ayrıldığına göre, bu özelliğini kullanarak davranmalı,yönünü, doğrularını belirlemeli,hayata yönelik kararlar almalıdır. Her duyduğunu,her okuduğunu,her söylenileni doğru kabul eden insan ‘’dogmatik düşünceli’’ insandır ve bu tip insanların çok olduğu yerlerde maalesef ki felsefe gelişmeyeceği için bilim de gelişemez. Demek ki, felsefenin aşağılandığı toplumlarda ‘’düşünen, sorgulayan,merak eden,farklı düşünebilen’’ insanlara hoş bakılmamaktadır. Oysa felsefenin hak ettiği değeri görmediği toplumlarda bilim de gelişemez.Merak duygusu köreltilen, farklı düşüncelere açık olmayan, ezbere dayalı eğitim verilen çocukların ve gençlerin düşünmesini bekleyemezsiniz.Onlar sadece başkalarının düşünce ve doğrularını ezberler,tekrar ederler ve bilim insanı da yetiştiremezsiniz. Ama unutmayalım ki ‘’iyi ezber yapan değil, farklı düşünebilen gençler’’ den çıkar bilim insanı. Zamanımızda ‘’BİLGİ’’ en büyük güçtür .Bilgiyi üreten toplumlar, bilimde ve teknolojide gelişebilirler. Eğer bilgiyi ,teknolojiyi satın almak değil de üretmek istiyorsak, felsefeye hak ettiği değeri vermeli, çocukluk çağında düşünmeyi öğretmeli, felsefe eğitimini lise çağlarına bırakmamalı ama bu işi de hakkıyla yapabilmeliyiz.
Felsefe sadece bilimin gelişmesine katkı sunmaz,insanın kendini tanımasına,yaşamını anlamlandırmasına da yardımcı olur.Farklı fikirlere, farklılıklara saygılı olma bilinci geliştirir. Böylelikle demokratik bir toplum olabilmekte büyük katkısı vardır. Öyleyse felsefe ,kişinin kendini tanıyabilmesine, önyargılardan uzak durabilmesine,yeni fikirler oluşturabilmesine,özgürce düşünebilmesine,çok yönlü bir bakış kazanabilmesine,bilinçli bir insan olabilmesine, olgu ve olayları akıl yoluyla çözümleyebilmesine ,hayatına yön verebilmesine en büyük katkıyı sağlar. Socrates’ın de dediği gibi ; ‘’ SORGULANMAYAN BİR HAYAT, YAŞANMAYA DEĞMEZ’’ SELMA POLAT Felsefe Öğretmeni
ATATÜRK VE MATEMATİK Atatürk, ileri görüşlü bir asker ve siyaset adamı olmanın yanı sıra, çok yönlü bir eğitimciydi. Dil ve tarih alanında yaptığı çalışmalarla birlikte matematiğe olan ilgisi herkes tarafından bilinmektedir. Çocukluk yıllarımızdan bu yana Atatürk’ün Selanik Askeri Rüştiyesi’nde kendisine “Kemal” adını veren matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’yle olan anısı hepimizin hafızasına yer etmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, kurulan genç cumhuriyetin istediği gelişmişlik düzeyine ulaşabilmesi için eğitimin öneminin çok büyük olduğunun farkındaydı Ulu Önder. Türk gençliğine her zaman büyük önem vermiş ve geleceğin gençlere ait olduğunu, refah seviyesi yüksek bir ülke olabilmenin ancak gençlerle olabileceğini biliyordu. Askeri dehası tartışılmayan büyük kurtarıcı Ulu Önder Atatürk’ün akıl ve bilim üzerine şu sözleri bizim ışığımız olmalı: “Benim manevi mirasım, akıl ve bilimdir.”
“Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız. Aksine yükselmiş, ilerlemiş, medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üstünde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız.” “Matematiği kullanmayan bilimler ele aldığı konularda ancak dış yapıyı inceleyebilirler.” “Onun için herkes matematik bilgisinin çok gerekli olduğuna inanmalıdır.” ……. Diyen Ulu Önder, matematiğe verdiği önemi her fırsatta dile getirmiştir. Bir matematik problemini ya da işlemini çözmenin ilk adımı soruyu iyi anlamaktır. Matematik soyut olarak algılanan bir ders olduğu için öğrenilmesi zor olarak kabul edilmektedir. Öğrenilmesi zor olarak kabul edilen bir dersin anlamı bilinmeyen kelimeler içeren bir dil ile öğrenilmesi ise daha zordur. Atatürk, Türkçenin sadeleştirilmesini, bir bilim dili olabilmesi adına da istemiştir. Bunun için 12 Temmuz 1932’ de Türk Dil Kurumu’nun kurulması talimatını vermiştir ve aramızdan ayrılmadan bir yıl önce yayımlanan bir de geometri kitabı
yazmıştır. Bu kitapta, kullanılan yeni terimler ayrıntılarıyla açıklanmış ve üzerlerine örnekler de verilmiştir. Bu kitap geometri öğretenlere ve bu konuda bilgi edinmek isteyenlere kılavuz olarak Kültür Bakanlığı’nca yayımlanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu geometri kitabını yazarak, matematiğe daha anlaşılır yeni terimler kazandırmak istediğini 13 Kasım 1937’de Sivas‘ta, 1919 Sivas Kongresi’nin yapıldığı lise binasında girdiği bir geometri dersinde ortaya koymuştur. “Bu anlaşılmaz terimlerle bilgi verilemez. Dersler Türkçe terimlerle anlatılmalıdır.” diyerek dersi kendi buluşu olan Türkçe terimlerle ve çizimleriyle anlatmıştır. Sizin de gördüğünüz gibi Atatürk’ün yaşamında matematiğin önemi bugüne kadar bildiğimiz veya ilkokullarda öğrenmiş olduğumuz gibi matematik öğretmenin ona “Kemal” ismini vermesinden çok daha ötedir. Matematiğin bilimsel gelişme açısından anlaşılır bir dille öğretilmesi gerektiği fikri ve bu konudaki çalışmaları sayesinde bize kazandırdığı onca güzelliğe ve yeniliğe bir yenisini daha eklemiştir. Yolunda yürüyeceğimize ant içtiğimiz Ulu Önder Atatürk’ün çizdiği yolda hiç durmadan devam edeceğiz. Onun matematiği ne kadar çok önemsediğini ve sevdiğini tüm Türk gençliğine anlatmak ise; bizim yegâne görevimizdir. Atatürk’ün matematiğe kazandırdığı terimler: Eski İsmi ; Maksumunaleyh –Taksim- Haric-i Kısmet -Kabiliyet-i Taksim -Zarb - Mazrup -Mazrubata Tefrik- Muhit-i Daire –Tarh- Amudi -Gaye -Aşar'- Kat'ı Mükafti –Ehram-Menşur- İhtisar -Suret Yeni İsmi; Bölen -Bölme –Bölüm- Bölünebilme- Çarpı -Çarpan -Çarpanlara Ayırma- Çember -Çıkarma -Dikey -Limit –Ondalık- Parabol- Piramit- Prizma -Sadeleştirme - Pay BURHAN ALBAYRAK Matematik Öğretmeni
BAŞARI VE İKİ M Başarılı olmanın en önemli unsurları Motivasyon ve Merak dürtüsüdür. Motivasyon kısaca insanı harekete geçiren itici güçtür, hedefe duyulan ilgidir. Peki motivasyon düzeyi nasıl arttırılır, maalesef bunun bir ilacı veya özel bir tekniği bulunmamaktadır. Motivasyon düzeyini belirleyen şey hedeflerimiz ve ihtiyaçlarımızdır, insanoğlu neye ihtiyaç duyuyor ve hedefliyorsa ona yönelir, okul veya derslerin sizin hedeflerinizi veya ihtiyaçlarınızı karşılamadığını düşünüyorsanız bunun doğal sonucu okula karşı motivasyonunuz düşük olacaktır. Motivasyon düzeyinizi arttırmak istiyorsanız gelecek planlarınızda okulun yerinin ne olduğunu ve önemini netleştirmeniz gerekir ve bugünü gelecek planlarınızla birbirine bağlamalısınız. Merak dürtüsü öğrenmenin bir diğer itici gücüdür. Başarılı insanları diğerlerinden ayıran önemli özelliklerden biri zekâlarından çok, ne kadar meraklı bir insan olduklarıdır. Merak dürtüsü, hem insanın hem de bilimin ilerlemesinin itici gücüdür. Merak etmeyen insan kendini geliştiremez. Merak duygusu körelen insanın hayatla bağı kopar. Merak insana enerji ve keyif verir. Merak ve öğrenmek birbirinin sebep sonucudur. İnsan, zihnindeki sorulara, belirsizliklere ve çelişkilere son vermek için çaba gösterir; araştırır, keşfeder, öğrenir. Merak, insanı ilerletir..
Merak olmadan bilim olmaz. Yeni kavramların ve yeni teorilerin gelişmesini sağlayan insanın merak duygusudur. Dünyanın en zeki insanı kabul edilen Albert Einstein kendinden bahsederken “Hiçbir özel yeteneğim yok; yalnızca merak tutkusu olan bir insanım.” demiştir. İnsanın dünyada olan bitene merakı ve ilgi alanlarının çeşitliliği, onun hem zihinsel faaliyetinin kalitesini artırır hem de sosyal hayatını zenginleştirir. İnsanın içindeki keşfetme ve öğrenme isteği, onun hayat enerjisini artırır. Merak dürtüsü insanı hayata bağlar. İnsan merakı sayesinde öğrenir, kendini geliştirir; keşfeder, buluşlar yapar ve ilerler. İnsanın ilerlemesinin temelinde merak dürtüsü vardır, merak motivasyonunuzu arttırırken, motivasyon merakınızı körükler. Sevgili gençler okul başarısı hayatta başarılı olmanızı garantilemez ama size üzerinde yürüyebileceğiniz sağlam bir zemin verir. Motivasyonunuzu ve merak duygunuzu okula ve derslere yönlendirebilirseniz gelecek size hazır olacaktır. Rehber Öğretmen Şakir DEMİREZEN
BULMACA 2
SOLDAN SAĞA YUKARIDAN AŞAĞIYA 2)Türk Edebiyatında temsilcileri Sait Faik 1)Edebiyat¸ güzel sanatların hangi dalına Abasıyanık ve Memduh Şevket Esendal olan ¸ girer? Çehov tarzı hikâye türü. 4)İsmin yerini tutan¸ismin geldiği her 3)Varlıkları ve kavramları karşılayan göreve gelebilen sözcükler¸adıl. sözcükler. 6)Bir yazı veya şiirde asıl belirtilmek istenen 5)Şiirde dize sonlarındaki ses benzerliği. düşünce. 8)Serim¸ düğüm¸ çözüm ve öğüt 7)Cümlede iş¸ oluş ve hareket bildiren bölümünden oluşan yazı türü. sözcük ¸ eylem. 9)Özlem¸aşk¸sevgi gibi duyguları ön planda 10)Seslenme ¸ şaşırma¸ inleme gibi duygu olan şiir türü. bildiren cümlelerin sonuna konan bir noktalama işareti. ANAHTAR KELİMEYİ BULUN ! Hümeyra TANIÇ
2016 yılı Mayıs ayında ilk albümü “Saklı Nefes” ile kendi müziğini farklı kitlelerden ulusal – uluslararası dinleyicilerin beğenisine sunan Burak Malçok, 1987 Ankara doğumludur. Antalya, Finike’de büyüyen Burak, üniversite yıllarından bu yana İstanbul’da yaşamaktadır. 2010 yılında İTÜ (Müzik Teorisi) Bölümünden mezun oldu. 2011 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Formasyon Programını ve 2013 yılında Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Müziği Ana Sanat Dalında Tezli Yüksek Lisans programını tamamladı. Bu nadide enstrümanı aldığı eğitimin de katkısıyla hep daha ileri taşımak hedefinde olan Burak, ilk albümü “Saklı Nefes” ile gönlünü, nefesini ayırım gözetmeksizin bütün gönüllerle paylaşıyor. Kendini Neyzen aday adayı olarak nitelendiren Burak Malçok, üniversite yıllarından bu yana Ney enstrümanın özünü muhafaza eden ve Ney’i akademik ortamda genç nesillere layıkıyla tanıtan, öğreten bir çok değerli Ney üstadı ile çalışma fırsatı buldu. Ney ile tanışmasına vesile olan Mercan Dede (Arkın Ilıcalı) ile olan 10 yılı aşkın müzik birlikteliğinin yanı sıra, Klasik Türk Müziği icralarıyla da 2007 yılından bu yana bir çok ulusal ve uluslararası festival ve organizasyonda ney icracısı, ayrıca ses tasarımcısı olarak performans sergilemektedir. Katıldığı başlıca festivaller arasında 2007 UNESCO ‘nun Hz. Mevlana yılında Türkiye’de düzenlenen Uluslararası Neyzenler Buluşması, Sarajevo Jazz Festivali, France Festival des Mondes Pluriels, 30.Festival de México, İstanbulive USA, Roots of Worldmusic Rudolstadt 2014, Holland Festival, Cappadox bulunmaktadır. Özünde sevgi olan bütün buluşmalarda, farklı görseller eşliğinde gönüllerde ve zihinlere yer edecek performanslar sergileyen genç sanatçı, Vodafone Dönüşüm Zirvesi, Turk Telekom, Eskişehir Uluslararası Cam Festivali gibi birçok organizasyonda yer almıştır. Ney icraları ile elektronik müziği sentezleyen Burak, bir çok sinema, dizi müziği ve sahne projelerinde gerek ney icracısı gerekse besteci olarak adını duyurmuştur. Halen akademik kariyerine devam etmekte olan Burak, her birinin hikayesi olan “Saklı Nefes” albümündeki parçalarıyla, gönüllere nefesiyle sesleniyor.
Ney sazı ile kaç yaşında tanıştınız? Öğrencilerimiz bir enstrümana başlamakta ve ustalaşmakta geç mi kaldılar? Ney ile lise 2’nin sonlarında yani 16 yaşındayken tanıştım. Tam da lise hayatımda başladığım için sorunun cevabı içinde oldu. Ben de hala öğrenciyim bu konuda ama verdiğiniz mesai ile alakalı bu durum aslında. Şöyle bir örnek verebilirim ney sazında çok önemli bir üstad olan ve hepimizin en değerli büyüğü ve hocası Niyazi Sayın (1) 21 yaşında ney üflemeye başlamış ve zamanın en iyi neyzenlerinden biri olmuş. Bu da aslında enstrümana başlamak için lise döneminin çok geç olmadığını bize gösteriyor. (*)Niyazi Sayın: 1927 doğumlu, Türk müziğinin en büyük neyzenlerinden, ebru sanatçısı ve fotoğrafçı. Bir neyzen olarak sizi diğer neyzenler arasından öğrencilerimiz için öne çıkaran Hayko Cepkin ile çalışmanız oldu. Hayko Cepkin ile nasıl tanıştınız ve bu süreç nasıl gelişti? Hayko Cepkin ve Mercan Dede ile birlikte Borusan Müzikevinde akustik konser konseptimiz vardı. İlk Müzik birlikteliğimiz orada oldu. Sonrasında grup içinde benimle çalışmak istediğini belirtti. Ney aslında birazcık farklı da duyulsa rock müziğinin içinde, insanların aklına farklı gibi de gelse, o zıtlıktaki birliği Hayko Cepkin de hissetmişti. O konserde de aslında güzel bir birliktelik oluşmuştu. Sonrasında kendisi ile görüştük, kendisi dünya iyisi birisi insan, müzikten de çok net anlayan bir insan, güzel olan müzikten, ruhtan çıkan müzikten anlayan bir insan. Onun da yaptığı besteler kalbinden akarak geliyor. Sonuçta böyle bir birliktelik oldu. Ney ve elektronik müziği Mercan Dede ile daha önce dinledik, peki ney ve rock müzik birlikteliği daha önce yapılmış mıydı? Ney ve rock müziğin daha önce denendiği bir konsept 90’lı yıllarda Pentagram grubu tarafından yapılmıştı. İlk onlar neyi rock müziğin içine entegre ettiler ancak bunu çok ilerletmediler. Bir kaç konserlerinde devam etti. Bu aslında önceden denenmiş bir konsept ama Hayko Cepkin’in bizimle birlikte yaptığı sound bir kademe daha sert ve daha kimliksiz. Çünkü müziğinde hem rock müziği var hem elektronik altyapılar var. Bu yüzden Hayko Cepkin de kendi müziğine bir isim veremiyor. Bir de işin içine ney gibi bir saz girince daha içten, kimliksiz bir müzik türü ortaya çıkıyor. Bu kimliksiz müzik türünün size sağladığı en güzel şey, sizi bir yere kanalize etmemesi oluyor. Siz kimliği olan bir müziği dinlediğiniz anda, müzik sizi bir yere yönlendirmeye başlıyor ama kimliksiz müzikte siz ruhunuzlasınız, ruhunuz ne hissediyorsa ordasınız, herkes kimliksiz müzikte farklı farklı şeyler hissedebilir.
İstanbul Üniversitesi bünyesideki Osmanlı Müziği Araştırma Merkezindeki çalışmalarınızı anlatır mısınız? Hem orada görev almak hem rock sahnesinde olmak bocalamanıza sebep oldu mu? Evet İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı Osmanlı Müziği Araştırma Merkezinde kısaca OMAR adlı birimde çalışıyoruz. Burada hem icra heyeti var, hem de proje kapsamında bizler Osmanlı müziği ile alakalı arşivleri araştırıyoruz. Ben hem icra heyetinde ney üflüyorum, çok eski müzikleri icra ediyoruz, kar-ı natıklar (1) , Ali Ufki (2)’ler, 16.yüzyıl, 17. Yüzyıl müzikleri gibi. Onun dışında benim ihtisas alanım taş plaklar üzerine. Yani taş plakların dijitalize edilmesiyle ilgili, taş plakları Darülelhan(3)’dan günümüze kadar olanları arşivliyorum. Aslında hem geleneksel köklerimizden geliyoruz, hem bununla birlikte, birlikte olduğumuz gruplar, Hayko Cepkin olsun Mercan dede olsun ya da benim kendi albümüm olsun hepsinin soundları çok farklı. Bu bazen zorluyor gibi görünse de OMAR’da olmamın bana katkısı, burada köklerimin besleniyor olması. Ney sazında köklerin beslenmesi, icra ettiğiniz sahnelerdeki duruşunuzun etkisinin güçlü hissettiriyor. Yani OMAR’da olmak ney icrası için esas unsur oluşturuyor. Diğer eşlik ettiğimiz müziklerde ise neyin o kökünü bozmadan kendimizce ruhumuzdan akanı üflüyoruz. Zıt gibi görünen her şey bizim aklımızla yarattığımız zıtlıklar. Rock müziğinde ney üfleyen birisinin bir gün sonrasında 16.yy, 17yy Osmanlı müziğini de icra ediyor olması aslında zıt diye gördüğümüz şeyin birliği. (1)Kar-ı natık: her mısrada ya da beyitte bir makamın seyir özelliklerini gösteren ya da ilaveten makamla birlikte usulü de 'nutk'eden iki türe sahip klasik türk musıkisi formudur. (2)Ali Ufki: Asıl adı Wojciech Bobowski olan Polonyalı Klasik Türk musikisi bestekârı, santûrî, müzikolog ve \"Mecmua-i Sâz ü Söz\" adlı nota ve güfte mecmuasının müellifi, Kitâb-ı Mukaddes'i Türkçeye ilk çeviren mütercim. (3) Dârülelhan: Osmanlı Devleti’nin ilk resmi müzik okulu olarak İstanbul’da 1917-1927 arasında faaliyet gösteren dört yıllık eğitim kurumu.
Başta Mercan Dede olmak üzere farklı sanatçılarla farklı projelerde yer aldınız. Bizler için sıra dışı olanlardan biri de Borusan Filarmoni Orkestrasının 10. yıl özel konseri idi. Bu konserde 91 sanatçı arasından konsepte en aykırı olan enstrüman “ney” idi hiç kuşkusuz. Neler hissettiniz, o atmosferi bize biraz anlatır mısınız? Borusan Filarmoni Hem sıra dışı hem de ilklerden olan bir diğer proje de Orkestrasıyla(1) olan konser modacı Arzu Kaprol’ün dijital defilesi! Hem görsel hem benim için de en özel de işitsel şölene dönüşen bu defilenin benzerleri yurt konserlerden biriydi. Çok farklı dışında yapılmış mı? Tekrarı düşünülüyor mu? bir şekilde çok sürpriz oldu ve beni arayıp, english horn (İngiliz Mercan Dede’yle yaptığımız bir projeydi bu. Mercan kornosu) isimli enstrümanla icra Dede’nin bu konsepte çok etkisi vardı. Ben de hem müzik edilen İvanov(2)’un “Köyde” adlı yaratımında, hem de müziklerin mutfağı dediğimiz eslerinin partisyonunu neyle icra efektlenmesi, editlenmesi, birleştirilmesi konusunda etmemi istediler. Provalarda destek oldum. Aynısı yapılacak mı bilmiyorum ama Arzu denedik, çok da güzel oldu. Kaprol günümüzün ve çağımızın defilesi gibi dijital Öncesinde büyük orkestralarla, kıyafetlere çok önem veriyor bunlar üzerinde çok çalışması batı müziği orkestralarıyla var. Benzerlerini bekliyorum açıkçası ama ne zaman olacağı sahneye çıkmıştım ama o konserin konusunda bir bilgim yok. benim için en önemli yanlarından biri Borusan gibi köklü ve çok güçlü orkestrayla sahneye çıkmam oldu, bu bambaşka bir tat verdi. Sahnede toplam 91 müzisyenle müziğin gerçekten içinde olduğunuzu hissediyorsunuz. Üflemeliler, yaylılar, ritimler hepsi apayrı bir şekilde o bütünlüğü size hissettiriyor. Çok özel bir konserdi benim için. Umarım BİFO ile farklı etkinliklerde de yine bir arada oluruz. (1)Borusan Filarmoni Orkestrası: (kısaca BİFO) 1999 yılında Gürer Aykal yönetiminde Borusan Holding desteğiyle kurulan ve İstanbul’da faaliyet gösteren senfonik orkestradır. (2)Mihail Mihailovich Ippolitov-Ivanov: Rus besteci, orkestra şefi ve öğretmen. Geç romantik dönemde eserler vermiş klasik batı müziği bestecisidi
2016 yılı Ağustos ayında albümünüz “Saklı Nefes” World Music Charts Europe listesine 4. sıradan girdi. Bu başarıyı bekliyor muydunuz? Neler hissettiniz? Albümümüz 2016 yılında çıktı, ancak 2010’dan beri benim minik minik kenarda beklettiğim bestelerimden oluştu. Dolayısıyla o zamana kadar olan duygu yoğunluğumun birikimi olan bir albüm. Kendim için ve kendi müziğimi insanlarla paylaşmak için bunu yapmıştım. World Music Charts Europe’a 4. Sıradan girmesi benim için çok çok güzel bir mutluluk oldu çünkü ruhumda hissettiğim şeylerin, dünya çapında önemli bir listede kabul görmesi ve diğer insanlar tarafından da beğenilmesi ve hissedilmesi benim için çok önemliydi. Bunu her platformda söylüyoruz çünkü yaptığımız müzik kalbimizden çıkan müzik. Benim müziğimde de hem ney var, hem elektronik altyapı var, hem Türk müziği hem batı müziği enstrümanları var. Biraz karman çorman gibi görünse de gönlümüzden çıkan sesleri aktarmaya çalışıyoruz. İlk öğrendiğimde de çok mutlu olmuştum bundan sonra da inşallah daha güzel şeyler olur. Saklı Nefes albümünüz çıkalı neredeyse 4 yıl oluyor. Yeni bir albüm gelecek mi? Bu dört yıllık süreçte çalıştığınız farklı projelerin soundlarını yeni albümde dinleyecek miyiz? Evet 4 yıl geçti üzerinden, biriken bestelerimiz oldu hatta 2016 da Saklı Nefes’e koymadığımız bestelerimiz oldu.
Fiziksel bir albüm gibi değil de, çünkü artık ne yazıkki artık CD bile günümüz teknolojisinde kayboldu. EP(1) olarak adlandırılan 3-4 parçalık bir konseptle devam etmek istiyorum. Hayko Cepkin’le birlikte yaptığımız müzikler var o da sağ olsun çok destekliyor, zaten Mercan Dede bu yolda her daim birlikte olduğumuz insanlardan biri onların desteğini de yine alacağım. Kendi müziğimin 2020 yılında vücut bulmuş halini sunmak istiyorum. EP: (Extended play) Ortalama bir albümden daha kısa, genellikle 3-4 şarkı içeren kayıtlardır. Süresi genellikle yarım saatin altındadır. Daha uzunları LP olarak adlandırılır Söyleşimizi klasik bir soruyla bitirelim. Biz Anadolu gençlerine müzikle ilgili tavsiyeleriniz neler? Aslında ben de bu yollardan geçtim. Neye ilk başladığımda Antalya’da çok imkânım yoktu. Tavsiye mi denir bilemiyorum ama benim yaptığım şey çok istemek oldu. Bir şeyi kalpten istediğinizde bu iş çok net, çok basit ve sade ama bir o kadar da zor oluyor. Ben ney üflemek istediğimde şuralarda konserler vereyim, şöyle ünlü olayım, listelere gireyim, şuna eşlik edeyim gibi bir niyetle başlamadım. Ben müziğe, ney bana kendimi hatırlattığı için başladım ve sadece ney üflemek istedim. Siz bir şey istediğiniz anda evrende her canlı, her mekanizma sizin o isteğinize göre çalışmaya başlıyor ben buna inanıyorum. Tabi ki de zorluklar oluyor, işte orada sizi bir sınav bekliyor, o zorluklardan yılmayıp tekrar devam ettiğinizde o zaman yollar ve kapılar açılmaya başlıyor. Önemli olan kalpten istemek ki zaten siz güzel öğrencilerimizin kalpleri tertemiz. Güzel ve tertemiz kalple istenen her şey gerçek olur ben buna yüzde yüz inanıyorum. Bana böyle bir imkân sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum hepinize. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. Güzel sohbetiniz için çok teşekkür ediyor ve başarılarınızın devamını diliyoruz. Röportaj: Nezihe KALKIN Fotoğraflar: Ertan ATALAY
Etkili Ders ÇalIşma Yöntemleri Verimli bir çalışma öğrenciyi başarıya götürecek en önemli yoldur. Bu meşakkatli yolda yapılması gereken yöntemler hedefe yönelik yaklaşımda bizlere kolaylık sağlar. Hedeflerimize ulaşmak için bu verimli çalışma yöntemlerimizin neler olduğunu öğrenmekte fayda var. Öğrenmenin yanında bunları hayatımıza adapte etmek hem derslerde hem de hayatın diğer alanlarında uygulamak kişiyi başarıya götürür. Bu yöntemlerin en başında bir amaç belirlenmesi gerekir. Amacımız net ve gerçekçi bir amaç olmalıdır. Gerçekçi olması için kişinin amaca inanması da önemli rol oynar. Kişinin düşünceleri davranışlarını etkiler. Planımız sadece ders çalışma sürelerini planlamak için yapılmaz. Planın en önemli işlerinden birisi kişinin aynı zamanda kendine zaman ayırmasıdır. Hangi derse ne zaman çalışacağına, hangisini nasıl çalışması gerektiğine tam olarak karar vermelidir. Günlük planlar yanında haftalık planlarda olmalıdır. Uzun hedefler olması kişinin ertelenmiş veya yetişmemiş planlarında yardımcı olur ve planın aksamamasını sağlar. Zamanın verimli kullanılması planda en önemli etkenlerden biridir. Bu zamanın saatlerce ders başında oturup çalışmakla etkili olduğu söylenemez. Verimli çalışma saatini kişi kendi bulmalıdır. Bu bazen kişide 6 saat bazen 2 saat bazen de 1 saattir. Derse karşı verimlilik düştüğü an dinlenilmesi, mola verilmesi kişinin dersi anlamadaki verimliliğini arttırır. Saatlerce masa başında oturmak ders verimliliğini arttırmaz. Sadece vicdan olarak kişileri rahatlatmaya yarar. Çalışılan odanın ısısından, uyku düzeninden, arkadaşlarımızla olan ilişkiyi çok takmamızdan, telefonu bir türlü bırakamayan ya da her molada koşa koşa telefona sarılan gençler lise ders verimini yükseltmek için öncelikle bu etkenleri kendi istekleri ile yavaş yavaş ortadan kaldırmayı denemeliler. Seveceğiniz bir çalışma ortamı ayarlayın. Masanızı nasıl iyi hissediyorsanız o şekilde donatın.
Ders çalışma isteği masayı gördüğünüz an içinizde oluşacak şekilde sizi tam anlamıyla yansıtan bir masa! İnsan dikkatini her zaman stabil bir şekilde düzenli tutamaz. Bazen yaşanılan bir olay sizi o gün durgunlaştırabilir. Aklımıza takılan şeyler ile canımız sıkılır ve ders çalışma isteğimiz kaybolabilir. Kendinizi motive edecek hedeflerinizi göz önünde tutmanız sizi daha rahat hissettirir. Ayrıca yemekler, atıştırmalıklar ve içecekler dikkatinizi fazlaca dağıtmaya yardımcı olur. Bu yüzden masanızın üstünde çok atıştırmalık bulundurmamaya dikkat etmelisiniz. Okul kurs, dershane vb. giderken hazırlıklı gitmeye çalışın. 15 dakika göz gezdirmek dahi sizi derste daha dinç tutmaya yarar. Daha motiveli gidersiniz. Derslerden derslere atlamayın. Bir konu ve bir ders belirleyin. Bitene kadar o konuya derinleşin. Not tutarak çalışın. Kendinize ait şifreleme yöntemleri geliştirin. Açken ve yeni yemek yediğinizde dersin başına oturmamaya özen gösterin. Sağlıcakla kalın… Psikolojik Danışman Elif COŞKUN
KAYGI Kaygı bozuklukları en sık görülen ruhsal rahatsızlıklardandır. Herkes hayatının bir döneminde kaygı veren bir olay yaşayabilir. Ara sıra kaygılı hissetmek son derece normal bir durumdur. Ancak kaygı bozukluğu olanlarda, kaygı duyguları süreklidir ve günlük hayatlarını da etkileme eğilimindedir. Kaygı Nedir sorusunun cevabı ise kişinin korku verici veya tehdit edici bir duruma karşı vermiş olduğu ruhsal ve bedensel bir tepkidir. Bu tepkiyi zaman zaman her insan yaşayabilir örneğin bir sınava gireceği zaman ya da topluluk önünde konuşma yaparken olduğu gibi. Kaygı hayatınızı sürekli ve belirgin bir biçimde etkiliyorsa, aksatıyorsa rahatsızlık haline gelmiş demektir. KAYGIYLA BAŞA ÇIKMA YOLLARI NELERDİR? Öncelikle kaygıyla başa çıkmak üstesinden gelmek için; 1-KORKULARINIZI FARKEDİN. Sonrasında ise 2-GERÇEKÇİ OLMAYAN DÜŞÜNCELERİNİZİ DEĞİŞTİRİN. Ve 3-PROBLEMLERLE ÇÖZMEYE EĞİLİN, Kontrol edebileceklerinizi edemeyeceklerinizden ayırın ardından gücünüzü üzerlerinde kontrolünüz olanları tanımlamaya ve çözmeye ayırın, daha sonra ise; 4-VÜCUDUNUZU SAKİNLEŞTİRİN, kaygı hissiniz artmış kendinizi korkmuş endişeli tedirgin hissediyorsanız durup vücudunuzu sakinleştirip nefes egzersizleri yaparak kendinizi rahatlatabilirsiniz. Bu egzersiz kaygınızı engeller ve rahatsızlık veren düşüncelerin tüm gününüzü ele geçirmesini engeller. PSİKOLOG ŞERİFE ÇINAR
YABANCI GÖZÜYLE KAYSERİ’DE YABANCI OLMAK Polonya’da doğup büyümüş, eğitimini orda tamamlamış Jolanta Ünal; yaklaşık 10 yıl önce eşinin ailesinin yanında Kayseri’de yaşamaya karar verir. Şu an Kayseri’de özel bir okulda konuşma becerileri dersi (speaking) vermektedir. Kayseri’de bir yabancı olarak yaşamak hakkında bizimle tecrübelerini paylaştı. Kendisine teşekkür ediyoruz. Hepimizin bildiği üzere, günümüzde birçok insan mutluluk bulmayı umarak farklı ülkelere göç etmektedir. Bir çok kez bana; Kayseri’ye neden geldiğim ve burada mutlu olup olmadığım soruldu. Kendime NEDEN diye sorduğum birçok yalnız gecelerim oldu. Beni buraya getiren bir çok sebep olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle, yabancı bir ülkede yaşama konusunda meraklıydım. İkinci en önemli sebep kendi ise ülkesine geri dönmek için eşimin hayallerini gerçekleştirmekti. Kayseri’ye taşınmaya karar verirken, kendi ailemi düşündüm çünkü her yer benim evim olabilir ama en önemli şey ailemle beraber olmaktı. Burada mutlu olup olmadığım sorulduğunda, Kayseri’de yaşamanın avantaj ve dezavantajları olmasına rağmen EVET diyebilirim. Türkiye’deki son 10 yıl muhteşemdi. Avrupa kültüründen farklı bir kültür öğreniyorum. Birçok ilginç yer gezdim ve her bir gün sürprizlerle doluydu. Kayseri’deki insanlar beni çok dostça karşıladı. Herkes bana yeni şeyler öğretmede çok yardımsever ve sabırlı. Bir çok muhteşem insanla tanıştım. Kesinlikle söyleyebilirim ki yabancı dil öğretmeni olmam yeni bir yere ve kültüre alışmama yardım etti. Günümüzde kendimi yabancı gibi hissetmiyorum ama zorluklar yaşadığım anlar da yok değil. Zaman zaman kendi ülkemi özlediğim için üzülüyorum. Ailemi, memleketimi, park gibi sevdiğim yerleri özlüyorum. En kötüsü ise ormandaki temiz havayı almak gibi detayları kaçırmak. Keşke Kayseri’de daha çok park ve yeşil alanlar olsa. Bisiklet sürmeyi çok seviyorum ama burada bu o kadar da kolay olmuyor. Yemek pişirmeyi sevdiğimden ve aynı zamanda bazı Türk yemeklerini pişirebildiğimden de bahsetmek istiyorum. Türk mutfağı benim favorim çünkü taze malzemeler çok önemli ve çok lezzetli. Özetleyecek olursam Kayseri’de yabancı olmak birçok şeye alışma zorunluluğunuz olduğu anlamına geliyor. Dahası, aynı zamanda değişik toplum türleri ve yeni bir kültür kabul etmek zorundaydım. Farklı gelenekleri olan bir yerde yaşadığımda Türk kültürü, tarihi ve insanlarını da öğrendim. Hiçbir zaman kendi kültürüm daha üstün diye düşünmedim. Açık görüşlüyüm ve kültürler arası farklılıklara saygılıyım. Bu yüzdendir ki yeni bir yerde yeni bir sayfa açmak karışık olsa da Kayseri’de yaşamak eğlenceli. Bütün zorlukların baş edilmek ve hedefe ulaşmak için olduğunu biliyorum. Umarım bir gün bana Kayseri’de yabancı olmak nasıl diye sorulduğunda kayserinin benim tek evim olduğu cevabını verebilirim.
BEING A FOREIGNER IN KAYSERİ As we know, Nowadays a lot of people immigrate to different countries hoping to find happines. I have been asked many times why I came to Turkey and If I am happy here. There have been many lonely evenings when I asked myself WHY. I can only say there were many reasons that made me come here. First of all, I was curious about living in a foreign country, the second most important reason was to fulfill my husband’s dream to come back to his country. While deciding about moving to Kayseri I thought about my family, because our home may be everywhere but the most important thing is to be together. When asked If I am happy here, I can say YES, although ther are both advantages and disadvantages of living in Kayseri.
Last ten years in Turkey were wonderful; I was getting to know a culture that is very different from European. I visited many interesting places and each day was full of surprises. People in Kayseri welcomed me very friendly. Everybody was helpful and patient in showing me new things. I met a lot of wonderful people. I can certainly say that my job as ESL teacher helped me to adopt to a new place and culture very quickly. These days I do not feel strange like a foreigner but sometimes there have been some cases I experienced difficulties. From time to time, I feel very upset because I miss my own coutry. I miss my family, home town, favourite places like parks. The worst is missing some details like the smell of the fresh air in the forest. I wish there were more parks or green areas in Kayseri. I love riding my bike, but it isn’t easy in here. I want to also mention that I love cooking and I can cook some of the Turkish dishes. The Turkish cuisine is my favourite beacuse it focuses on fresh ingredients and is packed full of flavor. To sum up, being a foreigner in Kayseri means that you have to adopt to new surroundings. Moreover, I also had to accept different type of society and new culture in everyday life. When living in a place with different customs, I had to learn a bit about Turkish history, culture and people. I never thought that my culture is superior, I am open minded and I respect differences between countries. That is why I enjoy living in Kayseri, although turning over a new leaf in a completely different place was complicated. I know that all the difficulties are to go through them and achieve the goal. I expect that one day when asked how it is being a foreigner in Kayseri, I will be able to answer that Kayseri is my only home Deniz YAĞLICI (İngilizce Öğretmeni)
BU VATAN BİZİMDİR Bu vatan bizimdir. Her karış toprağı güzeldir. Şehitlerimizin kanıyla yoğrulmuş Bu vatan bizimdir. Sahip çıkıp korumalı, Emanete saygı duymalı, Şehitlerimizin kanı için Vatanımızı korumalı. Şiir:Rüveyda YAĞMUR Fotoğraf: Hatice Hiranur TÜZEL
O BENİMDİR O BENİM Dillerde “Korkma!” Gözler her daim açık ufka. Kalpler çarpar hızla. El eleyiz milletçe her zorluğa. Ne savaşlar verildi bu vatana. Ne canlar feda edildi yoluna. Sen de bu vatanın evladıysan, Sahip çık Marşına. Sen rahat uyu Ata ‘m , Bizimle güvende vatan. Biriz hepimiz. Her gelene “Dur!” deriz. Bu millet aşık vatanına. Canını koyar ortaya, Marşı uğruna. Kim ne derse desin, Yıkılmayız asla. Özel günlerin en coşkulu sesi , Bayrağımın en özel temsilcisi, Akif’ in son hediyesi, Milletimin gür sesi, Seni hep okuyacağız Fotoğraf:Hatice Hiranur TÜZEL Şiir:Gamze DEMİR
AH ZAMAN Ah zaman , Zaman bir hızdır , Ve yıldız gibi kayan Zaman bir kum saati İçindeki taneciklerdir akan. Terk etme ne olursun bizi , Korkarım çıldırtır bu hayal beni , Her zerrende dakikaların izi , Mutluluğa ve huzura ulaştır bizi. Ah zaman , Elden kayan ve kaybolan Ve sorgusuzca anılarımı alan. Zaman bir kum tanesi , Avucuma sığmayacak kadar küçük olan. İşte bir günüm daha kayboldu Ve zamandır ardından gelecekleri Tek tek elimizden alan… Fotoğraf:Kevser ERTEKİN Şiir:Dilara KAYABAŞI
İNSAN Işte! İşte orada bak . Tam karşında Görmüyor musun limandan sessizce kalkan gemileri? Duymuyor musun martı, deniz, araba ve insan seslerini? Hepsi birbirine karışmış Ama huzur var belli. Birazdan hava kararacak. Ufuk çizgisini göreceksin uzakta incecik narin. Orada duracak. Gözlerini bir kızıllık kaplayacak sesler kesilecek ve yanacak sokak lambaları. Karanlık, sonsuz karanlık… İşte tek başınasın. Koca bir fırtına kopuyor yürüyen yüreğinde, huzuru hissediyorsun. Soruyorsun kendine defalarca. Belki dökülüyor dudaklarından birkaç sözcük; işte huzur diye mırıldanıyorsun işte mutluluk… Belki de cevabı kendine saklıyorsun çünkü korkuyorsun insanların zulmünden çünkü sevmiyorsun onların yalanlarını sahte gülüşlerini, çürümüş kalplerini. Acımasızlar diye, kötüler diye, içlerinde ufacık bir iyilik bile yok diye uzak duruyorsun onlardan. Üzdüler seni, sevmediler. Belki de dövdüler sözleriyle. Sen susuyorsun. İnsanların bu iyilik bilmez halleri seni delirtiyor. Kafanı kurcalıyor sorular. Uzaklaşmak mı insanlardan yoksa boyun eğmek mi onlara? Kabullenemiyorsun bir türlü insanların boş gürültülü sessizliklerini. Huzur vermiyor hiç biri sana. İnsanlar hakkında ne düşüneceğini bilmiyorsun onları öylece kabul etmek ağır geliyor. Tek başınasın, sesini duyan da yok. İnsanların bu kini, bu nefreti seni o kadar korkutuyor ki sanki ayaklarının altında bir uçurum düştün düşeceksin bir adım seni felakete götürecek acı bir çığlık kopacak yüreğinden ve soracaksın kendine Ben kötü müyüm? Çünkü masum kalmak istiyorsun bu çamurun içinde bu karanlık kuyuya düşen insanlık beni de mi içine çekiyor diye düşünüyorsun, korkuyorsun. Hayır! Hayır! Sen iyisin. İnsanlığın felakete doğru
koştuğunun farkındasın ve bu neslin İnsanlık nereye gidiyor? Sorusunun insanlığından uzak duruyorsun bu yüzden. cevabı tam da işte bu. İnsanlık nereye gidiyor Gayet iyi bir insansın ama diğerleri değil. biliyor musunuz? Hayal edemediğim kadar acı ve bir o kadar da tertemiz zihinlerin Koskoca bir insanlık ayaklar altında kaybolacağı sefil ve cehalet dolu bir bataklığa çiğneniyor, suçsuz insanlar katlediliyor, soğuk kara derin bir kuyuya. Peki sorarım size büyük haklar yeniyor döğüş -kavga -hakaret bu ayaklar altına alınan insanlık size huzur bir insanı katletmek ne acı. Mesela biri veriyor mu? Bana vermiyor. Benim için her yüz sokakta gözler önünde dövülüyor biz buna sahte bir yarın. Bu yüzden en iyisi iyi kalabilmek en doğrusu iyiyi aramak. En sessiz kalıyoruz sadece izlemekle gereklisi insan olabilmek. iyi insan yoksa huzur yetiniyoruz. Dilini yutmuş; kalbini iyiliğe, yok demektir. Dürüstlük, güvenilirlik, sadakat, insanlığa, merhamete, vicdana kapatmış bir fedakarlık, merhamet, vicdan yok demektir. Ben de huzurumu o bankta buluyorum. yaratık gibi sadece bakıyoruz. Gemilerin, eşsiz maviliğin, kuşların sesi daha huzur verici inanın. Bankta oturup güneşi o anlaşılamayan ama hoşuma giden sesleri, akşamın kızıllığını, ufuk çizgisinin keskinliğini, gün batımının serinliğini, rüzgarın yüzümü okşamasını hatta karanlıkta sokak lambasının dibine oturmak bile o kadar masum ki. En azından o bank o ortamın masumiyeti o hissiyat sana hayal kurdurabiliyor. Gelecekten umut ettirebiliyor. Bir nefesle gözlerini kapatıp açıyorsun. Diyorsun ki ; İşte! İşte orada bak. Tam karşında Görmüyor musun hayallerini? Duymuyor musun umudun sesini? Hepsi seni çağırıyor. Huzur var belli. Nevin ERDOĞAN
“SOBE” İnsanlara güvenir misiniz? Hayır dediğinizi duyar gibiyim. Hayır diyorsunuz ama en ufak bir güven probleminde yerle bir olabiliyorsunuz. Aslında güvenmek istemiyorsunuz. Ancak kendinizi oyunun içinde buluyorsunuz. Öyle değil mi? Ne oyunu dediğinizi duyar gibiyim. Bu oyunun adı, “Güvendim, Sobelendim”. Şimdi bir sak-ambaç düşünün. Bir ebe var ve kimse o ebeye sobelenmek istemez öyle değil mi? Ben de öyle düşünmüştüm. Güven de buna benzer kırılmamak, incinmemek için güvenmek istemezsin kimseye. Tıpkı saklambaçta olduğu gibi ebeye yakalanmamak için yani güvenmemek için sürekli kaçar, kendini göstermez, güvenini vermezsin. Peki ya sonra? Sonra nolur biliyor musunuz? Ne kadar kaçarsanız kaçın ebeden. O sizi sobelemek için duvarın kenarından bile ayrılmaz. Siz de ortaya çıkmak zorunda kalırsınız. İnsanlarda böyledir. Siz onlara inanın, güvenin diye ellerinden gelen her şeyi yapar, başarırlar da. Sonra hata yaparlar. Her insan hata yapar ama değil mi? Ancak bu hatalar değil midir, güven duvarını yıkan? Kırılırsınız, incinirsiniz. Ama haksızsınız. Kabul edin. Siz değil miydiniz sobelenen? Siz değil miydiniz kendi ayaklarınızla o oyuna giren? Belki de diyorsunuzdur şimdi, “Ne yapalım insanlara güvenmeyelim mi?” Hayır, tabi ki de güveneceksiniz. Birbirine güvenmeyen fertlerle dolu bir toplum ne hale gelir haberiniz var mı? Ben klasik yazarlar gibi “Her şeyin eğitimi ailede başlar tabii ki de” diye bir cümle kurmayacağım. Bu bence, aslında sizce de saçma bir cümle olur. Neden peki? Nedenini şöyle açıklayalım, bence güvenin pürüzsüz olduğu tek ortam, aile ortamıdır. Ben hiç babasına ya da annesine güvenmeyen evlat görmedim. Peki ya siz? Bu güvensizlik sorunu topluma çıktıkça meydana gelen bir pürüz bence. Belki biraz sevgiyle de alakalıdır. Çok sevdiğiniz annenize gözünüz kapalı güvenirsiniz mesela. Ama dışarda hiç tanımadığınız, nedir? Ne değildir? Tanımadığınız bir adama güvenemezsiniz. Aslında bu konu tartışmaya fazla açık bir konu. Kanıtlanmışlığı da yok, irdeleyin durun. Şimdi sıra siz de çıkın çıkabiliyorsanız içinden :) Önüm, arkam, sağım, solum SOBE… Yazan: Eda AKBUDAK Fotoğraf:Hümeyra TANİÇ
DOLU DOLU HAYAT Herkes düzenli ve mutlu bir hayat yaşamak ister, günlerini dolu dolu yaşayıp hayattan tat almak ister fakat bunu sadece nadir kimseler başarabiliyor. Veya başarabiliyor sanıyoruz. Aradığımız her şeyi sosyal medyada, telefon denilen kara kutularda arıyoruz ve bu kara kutuların hayatımızı renklendirmesini bekliyoruz. Sadece oturarak… “Eskiden ne mutluyduk biz” lafını duyuyorum büyüklerimden. Hikayelerini dinliyorum. “Vay be ne güzel zamanlarmış o zamanlar” diye iç çekiyorum. Çünkü bu zamanda maalesef sosyal medya herkesi eline alıyor. Mutluluğumuzu kara delik gibi içine çekiyor. Arkadaşlarımla buluşup sohbet etmek için bir araya geliyoruz, mesajlaşmaktan, “story\" ler atmaktan, sosyal medyadan sohbete vakit kalmıyor. Zaman öylece bomboş akıp gidiyor. Küçük çocuklar parkta buluşup tablet oynuyorlar. Birbirlerinin yüzüne bile bakmadan geçiyor Her ne kadar bundan yakınsam da çoğu zaman. Sosyal medya herkesi eline alıyor. zaman beni de herkes gibi eline alıyor. İşlerimi ertelememe sebep oluyor. On dakika sonra bırakıp dersime oturacağım diyorum, saatler geçiyor. Vaktimizi de eline alıyor. Sosyal medya herkesi eline alıyor. Gereğinden fazla kullanılan teknolojik aletler herkesi kendine bağımlı ediyor. Bu kara kutu çocukluğunuzu çaldı, bari gençliğinizi doya doya yaşayın. Kendinize bir iyilik yapın ve telefonunuzu bir kenara bırakıp gerçekten dışarıya çıkıp sosyalleşin, kendinize bir düzen edinin. Huzur ve mutluluk ardından zaten gelecektir. Fotoğraf /Yazan:Hümeyra TANİÇ
AİLE Aile nedir bizim için? Anne, baba, kardeşten oluşan bir ev mi, yoksa başın sıkışınca yardıma koşan bir el mi? Aile herşeydir bana göre. İnsanı ayakta tutan, ona sorunlarının karşısında dimdik durmayı öğretendir. Anne vardır, baba vardır, kardeşler vardır en küçük ailede. Nedir anne, çamaşır bulaşık yıkayan, yemek yapan, evi çeki çeviren mi? Ya baba; çalışıp herkese para dağıtan mı? Hayır, bunların hiçbiri değildir onlar. Onlar bizim arkamızda yıkılmaz bir dağdır. Nefesleri bile huzur verir. Hele ki oturup başınızı okşayan size nasihat veren anne babanız varsa dünyada bir çok insandan zenginsiniz demektir. Kendinize güveniniz artar. Korkmazsınız hiçbir şeyden. Hayat yaşanası bir hal alır sizin için. Düşünsenize onların yokluğunu. Eve gittiğinizde kapınızı açan bir annenizin, derdiniz olduğunda dinleyecek bir babanızın olmadığını. Nasıl bir hal alır hayat, yaşamak ne kadar güzel olabilir ki. Tamam, elbette bir gün öleceğiz, ailemizdeki insanları kaybedeceğiz. Ama onlar hayattayken kıymet bilmek gerekir. Her gün kucak dolusu sarılıp sevgi sözcükleri yağdırmak gerekir. Bu hayatta bize koşulsuz değer veren ailemizin kıymetini her zaman bilmek gerekir. Yazan: Yeter Öztürk Fotoğraf:Kevser ERTEKİN
HARUKİ MURAKAMİ ‘NİN ÇEVİRMENİ PROF. DR ALİ VOLKAN ERDEMİR İLE SÖYLEŞİ Okulumuz öğrencilerinden Zerda ELTURAN, Sibel GÖLE, Yeter ÖZTÜRK Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Japon dili ve Edebiyatı Öğretim görevlisi PROF. DR ALİ VOLKAN ERDEMİR hocamız ile yaptıkları söyleşi….. Zerda ELTURAN : Öncelikle bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. İsterseniz sorularımıza başlayalım. Dilediğiniz gibi cevap verebilirsiniz. Ali Volkan ERDEMİR: Siz de hoş geldiniz; peki, anlaştık. Sibel GÖLE : Sizin için özel olan Murakami kitabı hangisidir? Ali Volkan ERDEMİR En özeli Rüzgârın Şarkısını Dinle. Sibel GÖLE: Neden? Ali Volkan ERDEMİR: Çünkü Murakami'nin ilk kitabı, ödül de alıyor onunla. Murakami’nin 2020’de 41. Yazarlık meslek yılı. İlk kitabı olması ve sonrasında da yer alacak Fare karakteri gibi çeşitli karakterlerin doğuşu ve Murakami’nin üslubunun ilk izlerini taşıması açısından ilk kitabını çok seviyorum. Ayrıca kısa roman olması, okumayı kolaylaştırıyor. Yeter ÖZTÜRK: İlk kez Murakami’yi okuyacak olsaydık yine aynı kitabı mı önerirdiniz? Ali Volkan ERDEMİR: Evet, Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi öneririm. Yeter ÖZTÜRK: İlk okumamız gereken kitap mı? Ali Volkan ERDEMİR: Gereken değil de benim önerim o olur. Murakami’nin yazım stilini anlamak için iyi olabilir. Ya da mesela ben ilk okuduğumda romandaki Fare karakterini bir süre anlamamıştım hani gerçekten fare mi yoksa bu bir lakap mı diye. Ayrıca içinde insanın yüreğine dokunan sahneler var. Sözgelimi bir radyo programcısına bir mektup geliyor, kız ölümcül bir hastalığa yakalanmış, hareket edemiyor, ablası da onunla ilgilenmek için üniversiteyi bırakma fedakarlığını yapmış. Ablasına teşekkür etmek için radyo programına yazıyor… Yine dünyanın en kısa şiiri Haiku da geçiyor bu romanda. Dolayısıyla hem Japon kültür ögelerinin olması hem insani mesajlar vermesi açısından, ayrıca Murakami'yi tanımak anlamında bu kitabı öneririm. Dahası ince kitap olması da önemli mesela Kumandanı Öldürmek 850 sayfa; onu okumaya başlarsanız ve Murakami’yi de beğenmezseniz vakit kaybı olabilir, ayrıca yoğun ders döneminiz sırasında da ince kitaplar okumak, tatil dönemlerinde uzun romanlara konsantre olmak daha rahat olabilir. Yeter ÖZTÜRK: Teşekkürler. Zerda ELTURAN: Mesela böyle zorlandığınız bir zamanda sizi ne bağladı bu dile? Ali Volkan ERDEMİR: Japoncaya mı?
Zerda ELTURAN: Aynen Ali Volkan ERDEMİR: Japoncaya benim çok eskiden beri ilgim vardı aslında benim okul hayatım biraz karışık. Şöyle, mesela Fen Lisesi’nde de okudum ama 2.sınıf sonuna doğru anladım ki edebiyata ilgim daha fazla. Bıraktım. Sonra Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde 2 yıl okudum ama içimde hep Japonya merakı, ilgisi vardı. Japon yazarları da Japoncasından okumak istediğim için tekrar üniversite sınavına girip Japoncaya başladım, böylece sevdiğim Japon yazarları orijinal dilinden okumak benim için çok büyük zenginlik ve mutluluk oldu. İlk başta çok zordu Japonca; özellikle yazısı. Üç alfabesi var. Bir de mantığı çok farklı çünkü orası ada ülkesi, kıtadakine göre daha izole bir yaşam sürdükleri için kullandıkları dilin mantığı da bizimkinden çok farklı. Dolayısıyla Japonya’yı çözmek başta zordu ama bir süre sonra bilgiler kar topunun yuvarlanırken büyümesi gibi birikti. Farkında olmadan- yabancı dil öyledir ya- sanki anlamıyorsunuz bilmiyormuşsunuz gibi olur, sonra öğrendikleriniz birike birike bir bakarsınız ki o dili anlamaya ve konuşmaya başlamışsınız. Bir de farklı bir şey yapmak istedim. Mesela Amerikan Kültürü’nde okurken Almanca dersi de alıyordum. Mezun olunca baktım neler yapabilirim diye, sınırlanmış hissettim ve mevcut olasılıklar çok ilgimi çekmedi. Dahası 1995 yılında Japonca bilen çok azdı, ben de farklı bir şey yapma ihtiyacı da duyduğum için ona geçtim; cool bir şey yapmak istedim anlaşılan. Yeter ÖZTÜRK: O zaman bitirmediniz mi hocam Amerikan dilini? Ali Volkan ERDEMİR: Bitirmedim. 2 yıl okudum sadece, sonra Japon diline geçtim. Sibel GÖLE: Sizi Murakami'nin çevirmeni olarak biliyoruz ama çok yönlü bir insan olduğunuzu öğrendik araştırınca. Edebiyat, kültür ve sanat dergilerinde şiir, öykü ve çevirileriniz var. Onun dışında Japonya’da bir dernekte Haiku çalışmalarınız var. Dünya çocukları için düzenlenen Haiku yarışmasında jüri üyeliğiniz var. Ali Volkan ERDEMİR: Evet 8 yıldır jüri başkanlığını yürütüyorum. Sibel GÖLE: Bu kadar çok yönlü olmanıza bize rol- model olabileceğini düşündüğümüz için soruyorum, biraz bize kendinizden bahseder misiniz? Nasıl böyle yönlendirdiniz kendinizi, en önemli faktör neydi? Yeter ÖZTÜRK: Bize biraz yarışmadan bahseder misiniz? Benim yarışma ilgimi çekmişti yani bu zamana kadar hiç haberimiz olmadı böyle bir yarışmadan.
Ali Volkan ERDEMİR: Dünya çocuk yarışmasını Japonya Havayolları şirketi vakfı (JAL) düzenliyor, 2 yılda bir tüm dünyada yapılıyor. 7 -15 yaş arası bütün dünyadaki çocuklar kendi yazdıkları haiku’larla katılıyorlar. Dünyanın en kısa şiirini yazıp buna da bir resim yapıyorlar. Her yıl belirli bir tema oluyor; bu şiirin özelliklerinden biri de zaten içinde bir mevsim sözcüğü geçmesi mesela bahar, kış diye kullanabilirsiniz ya da mesela cırcır böceği sözcüğü geçtiğinde yaz olduğunu anlıyoruz. Her yarışmada belirli bir temada bir sözcük veriliyor, onun üzerinden çocuklar haiku yazıyorlar. Yapılan yarışmada dereceye giren şiirler kitabı yayınlanıyor. Şili'den Fransa’ya, Rusya’dan Amerika’ya kadar bütün dünya çocuklarıyla birlikte bizim çocuklarımızın yazdıkları arasından da dereceye girenler Japonca ve İngilizce çevirisiyle birlikte bu kitapta yer alıyor. Ayrıca bu haiku’ları İngilizce ve Japoncaya da çeviriyoruz. Şunu görüyoruz ki yetişkinlerin dünyasında siyasi çatışmalar, ülkeler arası anlaşmazlıklar savaşlara neden olurken çocukların dünyası barışçıl, hayal dünyaları zengin. Geleceğin yetişkinleri olarak da çevreye, doğaya bakışları bu şiirleri yazarken bilinçleniyor. Dolayısıyla bütün çocukların kaynaştığı bir kitap olarak da dünya barışına hizmet ediyor. Japonya- İzmir Kültürler Arası Dostluk Derneği Türkiye ayağını yönetiyor. 8 -9 Mart ‘ta yarışma yapılacak. Bundan sonraki yarışma için sizlerle de ortak çalışma yapabiliriz. Sibel GÖLE: Ben bir şeyi merak ediyorum. Çeviri yaparken o kültürü nasıl yansıtabiliyorsunuz? Hani karşılığı olmayan ifadeler olduğunda ya da yazarın vermek istediği duyguyu nasıl verebiliyorsunuz? Ali Volkan ERDEMİR: Ben üniversitede bir çeviri dersi almıştım ama o zamanki Japon Dili ve Edebiyatı bölümümüzde henüz yetişmiş bir kadro yoktu. O yüzden de bu ders hiç verimli olmamıştı. Yüksek lisans, doktoramı Japonya’daki Kyoto Üniversitesi’nde yaptım, danışman hocam Fransız Dili ve Edebiyatı uzmanıydı. Onun çeviri dersinde Küçük Prens kitabının orijinal dili olan Fransızcası, İngilizcesi ve Japoncası üzerinden karşılaştırmalı çalıştık. Fransızcamın yettiği kadarıyla okuyup Japoncaya çeviriyordum, yetmediği yerde İngilizceden yardım alıyordum ve sonra çeviriyi kıyaslıyorduk. Böylece çeviri tekniklerini Prof. Dr. Naoki İnagaki hocamdan öğrendim. Yazarın verdiği duyguyu anlamak içinse o yabancı kültürü ve dili iyi bilmenin gerektiğini düşünüyorum. Japonya’da 8 yıl bulunup orayı gözlemleyebildiğim için kendimi bu çeviri yaparken şanslı buluyorum. Ancak karşılığı bulunmayan Japon kültür ögeleri için dipnotta açıklama veriyorum. Sibel GÖLE: Bir de isimleri nasıl çeviriyorsunuz yani kitabın ismini bire-bir orijinal adı mı oluyor? Hani filmleri mesela çevirirken Türkçeye çok farklı çevriliyor, sizin kitaplarınızda nasıl oluyor? Ali Volkan ERDEMİR: Benim çevirilerimde aslına uyduk, mesela Rüzgârın Şarkısını Dinle onu Rüzgârın Sesini Dinle yapalım dendi ama orda kastedilen şarkıydı, o yüzden o şekilde koyduk ama diğer çevirmenlerde ya da bazı kitap adlarında Türkçede daha rahat anlaşılabilir ya da daha ilgi çekebilir denildiği haliyle değişiklik yapılabiliyor. Örneğin Murakami’nin Fransızcasından çevrilen İmkânsızın Şarkısı’nın Japonca adı, The Beatles’ın şarkı adı Norwegian Wood. Zerda ELTURAN: Sadece Murakami’nin kitaplarını değil bildiğim kadarıyla başka Japon yazarların kitaplarını da çevirdiniz. Bir de bunlar hani farklı şehirlerde yaşayan insanlar bildiğim kadarıyla Türkçede olduğu gibi onlarda da şive ve dil farklılıkları var mı çevirirken zorlandınız mı? Ali Volkan ERDEMİR: Yukio Mişima’nın kullandığı dil ve tarzı ile Kenzaburo Oe’ninki çok farklı, Murakami nin kullandığı dil ise apayrı. Bunlarda şehirden ziyade aldıkları eğitim ve hedefledikleri tarz öne çıkıyor. Mishima Yunan mitolojisini çok iyi bilir, Kitabı Mukaddes’ten alıntılar yapar, açıklayıcı, yoğun betimleyici cümleleri vardır. Kenzaburo Oe’nin temel edebiyat eğitimi Fransız dili ve edebiyatıdır. Murakami ise ikisinden de farklı olarak dünya edebiyatçısı olarak anılıyor. Kenzaburo'nun çok uzun cümleleri var; Fransız edebiyatından etkileniyor bir dönem 1960 -70’lerde o popüler çok uzun cümle yazacaksınız ki biraz da anlaşılmayacak, sanırım böylece entelektüel düzeyin yüksek olduğu hissi yaratılıyor. Murakami ise kısacık cümleler kullanıyor. Ne var ki bu kısalık bazen sanıldığın aksine hem anlaması hem de çevirmesi çok zor olabiliyor, çünkü o kadar yoğun ki aktarması çok güç olabiliyor. Zerda ELTURAN: Her yıl Nobel Edebiyat Ödülü verilme zamanı gelince Murakami acaba alacak mı diye bir soru geliyor sizce alacak mı bir gün Murakami ödülü?
Search