Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Bütün Şiirleri-Orhan Veli KANIK

Bütün Şiirleri-Orhan Veli KANIK

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 13:10:46

Description: Bütün Şiirleri-Orhan Veli KANIK

Search

Read the Text Version

GARİPGARİP İÇİNGüçlüklere, bir başına da olsa, karşı koyaninsan güçlü insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıpda umutsuzluk içinde olduğumu hissettiğimanlarda daha iyi anladım. Bununla birlikte,yıllardanberi, o kadar çok zamanlar yalnızkaldım ki, bu duruma neredeyse alışır,üstelikgüçlü olmanın gururunu duyabilmek içinzamanzaman yalnızlığı arar oldum. Şu anda gurur diyeadlandırdığım bu duygu, başlangıçta bir avunmayoluydu. Yaşamlarının, benim gibi, acılarla doluolduğunu sananlar, buna benzer bir sürüavunma çareleri bulmuşlardır. Bu çareler, yalnızkalmış insanların yalnızlık anlarındakiarkadaşlarıdır. Yaşamın karşısında sırasındaölümün bile karşısında, ancak bu arkadaşların

yardımıyla tutunabiliriz. Benim, yukarıdasözünü ettiğim gurura benzer birkaç ‘arkadaşım’daha var. Vakit olsa da sizinle, onlar hakkındakonuşabilsem. Ne iyi olur! ama,Garip içinyazacağım bir yazıda işi dertleşmeğe dökersembelki de bana kızarsınız. Onun için, sizeşimdilik, bunların yalnız bir tanesindensözedeyim.«Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım,»diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benimvardır. Çokda yararını gördüm. Yıllar öncesindeböyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülügünlerimin sayısı kuşkusuz daha fazla olurdu.Bu arada «1951 yılında Garip adlı bir kitapyayınlamıştım,» diye döğünür durur, hele onunyeniden basılmasına dünyada yanaşmazdım.Garip yeniden basılırken, içimde böylece,«yiğitlik bende kalsın» dermişim gibi bir duyguvar. Şiirdeki ‘garip’ kavramı üzerinde bugün biryazı yazmağa kalksam herhalde aynı şeyleriyazmam. Ama, bundan dolayı kim beni haksız

bulabilir? Onları beş yıl önce yazmıştım. Beş yılsonra da aynı şeyleri söyleyecek olduktan sonrane diye yaşadım? O günden ölseydim olmazmıydı? 1941 yılında söylediklerim, 1616 yılında52 yaşında iken ölen Shakespeare’in, 377yaşında söylemesi gereken sözlerdi. Aynıbiçimde, bundan yüz yıl sonra yaşayacak birozanın sözleri de benim yüz otuz bir yaşındadüşüneceğim şeyleri anlatmalıdır.Bir oluş, bir kendimize geliş dönemindeyiz.Dilimizin, günden güne bile, ne kadar değiştiğinifark etmiyorsanız, benim bir bu yazıma, bir de ozamanlar yayımladığım Garip’e bakın.Göreceksiniz ki fark çok büyük. Bu farkın bütüngünahını sakın benim omuzlarıma yüklemeyin;aynı deneyimi, başka yazarların yazılarıüzerinde de yineleyin; işin, değişen, daha ileriye,daha güzele giden bir toplumun işi olduğunuanlarsınız. Bu gidişe ayak uyduramamışinsanlarla da karşılaşmanız olasıdır. Ama herileriye gidişte bir sürü döküntü bırakmıyor, bir

sürü fire vermiyor muyuz? Üstelik, çoğu kez, odöküntüler ayaklarımıza takılıp bizim deyolumuzda yürümemize engel olmuyorlar mı?Yazdıkça fark ediyorum; Garip’in savunusunakalkışmış gibi bir görünüşüm var. Garip’ikimseye karşı değil, kendime karşı savunmakisterim. Bunun, çevremi hiçe sayışımdangeldiğini de sanmayın. Garip’i başkalarındanönce kendime karşı savunmak isteyişim, ondakikusurları, başkalarından çok, kendim bildiğimiçindir. «Benden başka bilen yoktur,» demiş gibide olmayayım; başkalarından kastım, kitabımhakkında söz söylemiş olanlardır. Bunlarıniçinde, üzerinde durulmaya değer, bir tek eleştriyazısı hatırlıyorum. O eleştiriyi yazan kişi,düşüncelerine gerçekten inandığım birdostumdu. Topluma bağlı bir sanatın, bireyinruhsal yaşamıyla ilgilenemeyeceğini söylüyordu.Ben bireyin ruhsal yaşamının, toplumdanbüsbütün ayrı bir şey olduğunu ilerisürmemiştim ki. Yoksa o dostum mu işi böyle

yorumluyor? Yapmaması gerek. Çünkükarşıt kuramların benim kadar uzlaştırıcıolmayan yandaşları bile, sırasında, kendidüşüncelerini karşı tarafın savlarıylatamamlıyorlar. Sözgelimi hiçbir Freud’cü yokturki bilinçaltı’na itilen eğilimlerin oraya toplumlartarafından itildiğini, dolayısıyla bilinçaltıdediğimiz dünyanın oluşmasında toplumun pekbüyük bir payı olduğunu kabul etmesin. Ozaman söylememişsem şimdi söyleyeyim;bilinçaltı’m bir varlık değil, bir düşünceninaçıklanması için ileri sürülmüş bir kavram diyekabul ediyorum. Hani birtakım insanlarınTanrıyı kabul etmeleri gibi.Bu konuyu derinleştirmek isterdim. Amasöyleyeceğim sözlerin bilgince olmasındankorkuyorum. Şiir hakkında bilgince olmadan dasöylenebilecek sözler var. Fakat Garip’iyazdığım zaman, daha çok, garipliğin neredengeldiğini düşünmüş, şiirin değerleri üzerinde okadar durmamıştım. Gerçi o değerleri, o vakitler,

pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil.Şiir üzerinde hem deneyimim çok, hem bilgim.Bununla birlikte o deneyimleri, o bilgilerianlatmak bana, şu anda, o günkünden daha güçgörünüyor. Daha doğrusu, anlatılmasından çok,anlaşılmasının güç olacağını sanıyorum. Hoş,böyle olmasa da, söyleyeceğim sözler neyeyarayacak bilmem. Düşünce tarihi, bir düşüncemadrabazlığı tarihinden başka bir şey değil.Bugüne gelinceye kadar bir sürü şeylersöylenmiş. Ama, gerçek olarak ne söylenmiş?Bir aralık, bir arkadaşım, «Sanat konularında,karşıtını kanıtlayamayacağım hiçbir sorunyoktur,» demişti. Karşıtı kanıtlanamayacaksorun yoktur demek, kanıtlanacak sorun yokturdemektir. Madem ki kanıtlanacak sorun yok; nediye düşünüyor, ne diye konuşuyor, ne diyeyazıyoruz? Sanattan sözetmek de, sanatlauğraşmak gibi, kaçınılmaz, onulmaz bir hastalıkmı yoksa? * Türk şiirinde yakın bir döneme damgasını

vurmuş bu büyük ozanın, özellikle bir türmanifesto niteliği taşıyan bu önsözlerini, kitabıbasıma hâzırlarken, daha da anlaşılırkılabilmek amacıyla, bugün kullanılan dileaktarmayı düşündüm. Ailesinden izin alarak,«Orhan Veli bugün yaşasaydı bu önsöz’leri busözcüklerle yazardı,» düşüncesiyle,eskimişsözcükleri bugünkü karşılıklarıyla yenileyerekbu sorumluluğu yüklendim. Kitap basımagirerken, son dakikada yaptığım budeğişikliklerle, birtakım yanlışlıklar yapmayı dagöze alarak, bu önsözleri daha kolayokunabilir,daha iyi anlaşılabilir durumagetirdiğime inanıyorum. Tarihsel bir belgeniteliği taşıyan bu her iki önsöz’ün asıllarını dakitabın sonuna eklemeyi kaçınılmaz buldum.Her iki metni karşılaştıranlar, güzelTürkçemizin kısa sürede nereden nereyegeldiğini de görmüş olacaklardır.Erdal ÖzORHAN VELİ İstanbul,Nisan 1945

GARİP*Şiir, yani söz söyleme sanatı, geçmiş yüzyıllariçinde birçok değişikliklere uğramış; en sonundada, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirindoğru dürüst konuşmadan oldukça ayrıolduğunu kabul etmek gerek. Yani şiir bugünküdurumuyla, doğal ve günlük konuşmaya görebir ayrılık göstermekte, bir ölçüde garipkarşılanmaktadır. Fakat işin hoş yanı, bu şiirinbirçok atılımlar sonucunda kendini kabulettirmiş, bir gelenek kurarak da, sözü geçengaripliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğupbugünün aydınınca eğitilen çocuk kendinidoğrudan doğruya bu noktada kavrıyor. Şiiri,kendine öğretilen koşullar içinde aradığından,bir doğallaşma isteğinin ürünü olan yapıtlarışaşkınlıkla karşılıyor. Garip anlayışı,öğrendiklerini doğal kabul edişinden gelmekte.

Ona buradaki göreceliği göstermeli kiöğrendiklerinden kuşku duyabilsin.Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeveiçinde korumuş. Nazmın bellibaşlı öğelerivezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar, ikincisatırın kolay hatırlanmasını sağlamak için, yaniyalnızca belleğe yardımcı olmak amacıylakullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellikbuldular. Onu, varlık nedeni aşağı yukarı aynıolan vezinle birlikte kullanmayı bir becerisaydılar. Şiirin de kökeninde, öbür sanatlardaolduğu gibi, böyle bir oyun özlemi vardır. Buistek ilkel insan için gözönünde tutulabilecekönemdeydi. Oysa insan o zamandan beri çokgelişti. Bugünkü insan, öyle sanıyorum vediliyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında,kendini şaşkınlığa düşüren bir güçlük, ya dabüyük heyecanlar sağlayan bir güzellikbulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeğigörmüş olanlar, vezinle kafiyeye «ahenk»denilen yeni bir şiir öğesinin atası gözüyle

bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar.Bir şiirde, eğer övülmeye değer bir ahenk varsa,onu sağlayan şey, ne vezindir, ne de kafiye. Oahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinlekafiyeye karşın da vardır. Fakat onu şiirdebilinçli hâle getirip anlayışları en kıt insanlarabile bir ahengin var olduğunu haber veren şey,vezinle kafiyedir. Böylelikle farkına varılan,yani vezinle, kafiyeyle sağlanan bir ahenktenzevk duyabilmek ya da sözü bu basit ölçüleriçinde söylemeyi beceri sayabilmek; saflıklarınherhalde en görkemlisi olmalıdır. Onun dışındabir ahenge inanmaksa, onun şiir için ne kadargereksiz, hem de ne kadar zararlı olduğunu,biraz sonra anlatacağım.Vezinle kafiyenin her şeye karşın birersınırlama olduğunu da kabul edelim. Bunlarşairin düşüncesine, duyarlığına egemenoldukları gibi, dilin biçiminde de değişiklikleryapıyorlar. Nazım dilindeki sözdizimigariplikleri, vezinle kafiye zorunluğundan

doğmuş. Bu gariplikler belki de anlatımıgenişletmesi bakımından, şiir için yararlıolmuştur. Üstelik onların, nazım kaygılarınındışında bile baştacı edilmeleri olasılığı vardır.Fakat bu kuruluş, bazılarının kafalarına «şiirdilinin kendine özgü yapısı» diye dar bir anlayışgetirmiş. Bu tür insanlar birtakım şiirlerireddederlerken «Konuşma diline benzemiş,»diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan buanlayış, gerçek akış yolunu arayan şiirde hepaynı görece garipliği bulacak,onu kabul etmekistemeyecektir.Söz ve anlam sanatları çoğu kez zekânın doğaüzerindeki değiştirici, yıkıcı özelliklerindenyararlanır. Bilgisini, görgüsünü, geçmişyüzyıllara borçlu olan insan için bundan dahadoğal bir şey yoktur. Benzetme (teşbih), eşyayı,olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunuyapan insan, garip karşılanmaz, hiçbirolağandışılıkla suçlanmaz. Oysa benzetiden(teşbihten) ve iğretilemeden (istiareden) kaçan,

gördüğünü herkesin kullandığı sözcüklerleanlatan adamı, bugünün aydın kişisi, garipsaymaktadır. Yanılgısı, türlü sapıtmalarlavarılmış bir şiir anlayışını kendine çıkış noktasıyapmasıdır. Yazının ortaya çıktığı günden beriyüz binlerce ozan gelmiş, her biri binlercebenzeti (teşbih) yapmış. Hayran olduğumuzinsanlar bunlara birkaç tane daha eklemekleacaba edebiyata ne kazandıracaklar? Benzeti,iğretileme, abartma ve bunların bir arayagelmesinden oluşacak bir düşsel zenginlik,umarım tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.Edebiyat tarihinde pek çok biçimdeğişiklikleri olmuş,yeni biçim, her defasında,küçük garipsemelerden sonra kolayca kabuledilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik,beğeniye ilişkin olanıdır. Böyle değişmelerinpek seyrek olduğunu; üstelik, böylece ortayaçıkan edebiyatlarda da her şeye karşındeğişmeyen, yine sürüp giden, hepsindeortaklaşa olan bir yan bulunduğunu görüyoruz.

Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan,yüksek sanayi döneminin başlamasından öncede dinin ve feodal sınıfın köleliğini yapmaktanbaşka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, budeğişmeyen yan, varlıklı sınıfların beğenisineseslenmiş olmak biçiminde beliriyor. Varlıklısınıfları, yaşamak için çalışmaya gereksinmesiolmayan insanlar oluşturur. O insanlar geçmişdönemlerin egemenleridirler. O sınıfı temsiletmiş olan şiir, lâyık olduğundan daha büyük birkusursuzluğa erişmiştir. Ama yeni şiirindayanacağı beğeni, artık azınlığı oluşturan osınıfın beğenisi değildir. Bugünkü dünyayıdolduran insanlar, yaşamak hakkını sürekli birdidişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiirde onların hakkıdır, onların beğenisineseslenecektir. Bu, sözkonusu kitleninistediklerini eski edebiyatların gereçleriyleanlatmaya çalışmak demek de değildir. Sorun,bir sınıfın gereksinmelerinin savunusunuyapmak olmayıp yalnızca beğenisini aramak,bulmak, sanata onu egemen kılmaktır.

Yeni bir beğeniye, ancak yeni yollarla, yeniaraçlarla varılır. Birtakım kuramlarınsöylediklerini, bilinen kalıplar içine sıkıştırmaktahiçbir yeni, hiçbir sanatsal atılım yoktur. Yapıyıtemelinden değiştirmelidir. Biz yıllardan beribeğenimize, irademize egemen olmuş, onlarıbelirlemiş, onlara biçim vermiş edebiyatların, osıkıcı, o bunaltıcı etkisinden kurtulabilmek için,o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyiatmak zorundayız. Olabilse de, «şiir yazarken busözcüklerle düşünmek gerekir,» diyerek yaratıcıçalışmalarımızı engelleyen dili bile atabilsek.Ancak böylelikle kendimizi, alışkanlıklarınsürüklediği doğal olmayan sapmalardankurtarmış; kendi özbenliğimize, kendigerçekliğimize kavuşmuş oluruz.Tarihin beğenerek andığı insanlar her zamandönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar birgeleneği yıkıp yeni bir gelenek kurarlar. Dahadoğrusu kurdukları şey, içlerinden gelen yeni birsınırlama sistemidir. Ancak ileriki kuşaklara

ulaştıktan sonra gelenek olur. Büyük sanatçı,sonsuz sınırlamaların içindedir. Fakat busınırlamalar, hiçbir zaman, öncekilercebelirlenmiş değildir. O, kitapların öğrettiğindendaha çoğunu arayan, sanata yeni sınırlamalarsokmaya çalışan adamdır. 17’nci yüzyıl Fransızklasisizmi, kuralcı olmuş, fakat gelenekçiolmamıştır. Çünkü kurallarını kendi getirmiştir.18’inci yüzyıl yazıcıları daha çok gelenekçioldukları halde sanatçı yanları bakımındangeleneği kuranların düzeyineyükselememişlerdir. Çünkü sınırlamalarıduymamışlar, öğrenmişlerdir. Birşeyin yagerekliliğini ya da gereksizliğini duymalı, fakatherhalde duymalıdır. Gerekliliği duyanlarkurucular, gereksizliği duyanlar yıkıcılardır. Herikisi de toplumların düşünsel yaşamı için, düzenisürdüren insanlardan daha yararlıdırlar. Bu türinsanlar belki her zaman başarılı olamazlar.Yaptıkları işin tutunabilmesi, işin toplumsalyapıdaki değişmelerle olan ilişkisine ve budeğişimlere bağlıdır. Başarısızlığın

nedenlerinden biri de yapmanın yapılmasıgerekeni bilmekten farklı oluşudur. Bir insankurduğunu kusursuzlaştıramayabilir. Fakatkendisini hemen izleyecek olana değerli birtemel bırakır. Ya bir yol gösterir, ya da bir yolunyanlış olduğunu söyler. Bu insan bir davanınbayraktarı, sıra neferi ya da fedaisi demektir. Birdüşünce uğrunda fedai olmayı göze almış insanövünçle, kıvançla karşılanmalıdır. Yine de fedaîolmayı gözle almış insanın ne övgüye ihtiyacıvardır, ne de alkışa. Çünkü bunlar, ondakigüven duygusuna hiçbir şey katmayacaktır. Enkoyu gericilik hareketlerinin, yürekliliğindenhiçbir şey eksiltmeyeceği gibi.Ben, sanat dallarının birbiri içine girmesindenyana değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziğimüzik olarak kabul etmeli. Her sanatın kendineözgü nitelikleri, kendine özgü anlatım araçlarıvar. Anlatılmak isteneni bu araçlarla anlatıp buözelliklerin içinde kapalı kalmak, hem sanatıngerçek değerlerine saygılı olmak,hem de bir

çabaya, bir emeğe yer vermek demek değil mi?Güzel olanı sağlayacak güçlük, herhalde buolmalı. Şiirde müzik, müzikte resim, resimdeedebiyat, bu güçlüğü yenemeyen insanlarınbaşvurdukları birer hileden başka bir şey değil.Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine girincegerçek değerlerinden de birçok şeylerkaybediyorlar. Sözgelimi bir şiirde uyumlubirkaç sözcüğün yan yana gelmesinden ortayaçıkmış bir müziği, ezgilerindeki çeşitlilik veakorlarındaki zenginlikle alabildiğine büyük birsanat olan gerçek müzik yanındaküçümsememeye olanak var mı? Kaynaklarıaynı olan harflerin bir toplanmasıyla oluşan‘öykünmeli uyum’ (ahengi taklidi) da bu kadarbasit, bu kadar adi bir hile. Ben bu gibihilelerden tat almanın, o uyumu şiirdeduymaktan gelen bir hoşnutluk olduğuinancındayım, insan, anlaşılmaz sandığı bir şeyianladığı zaman hoşnut olur. Bu hoşnut oluşu,anlaşılmaz sanılan yapıtın başarısı saymak,insanın kendini yazarla bir tutmak, yani kendi

kendini beğenmek isteğinden başka bir şeydeğil. Bu yüzden, halkın sevdiği yapıtlar, enkolay anlaşılanlar oluyor. Sözgelimi müzikbeğenileri yeni oluşmaya başlamış insanlarÇaykovski’nin; konusu, Napolyon’un Moskovaseferinden alınmış, olayları, resim gibi, hikâyegibi betimlenmiş olan 1812Uvertürü’nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlariçin Saint - Saens’ın, ölülerin gece saat on ikidensonra mezarlarından kalkıp raksedişlerini,sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerinyeniden mezarlarına girişini anlatan DanseMacabre’ı ile Borodin’in, bir kervanın su veçıngırak sesleri arasında ilerleyişini anlatan OrtaAsya Bozkırlarında adlı yapıtları ne büyükmüzik yapıtlarıdır. Bence, müzik gibi anlatımolanakları olağanüstü geniş bir sanat dalındabetimleme yoluyla avlanmak gibi basit bir hileyebaşvurmak, besteci için göz yumulamayacakderecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıdaanlattığım türden bir aşağılık kompleksine bağlıolan bu duygusunu, hiçbir büyük sanatçı

sömürmemelidir. Sanatçı kendini verdiği sanatınözelliklerini keşfetmek, becerisini de buözellikler üzerinde göstermek zorundadır. Şiir,bütün özelliği, söylenişinde olan bir sözsanatıdır. Yani tümüyle anlamdan oluşur.Anlam, insanın beş duyusuna değil, kafasınaseslenir. Öyleyse, doğrudan doğruya insanruhuna seslenen ve bütün değeri, anlamındaolangerçek şiir öğesinin, müzik gibi, bilmem ne gibiikinci derecede hokkabazlıklar yüzündendikkatimizden kaçacağını da unutmamak gerek.Tiyatro için çok daha gerekli olan dekora karşıçıkıyorlarda, şiirdeki müziğe karşı çıkmıyorlar.Apollinaire, ‘Calligrammes’ adlı kitabında,şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim.Diyelim ki, bir yağmur şiirinin dizelerinisayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğrudizmiş. Yine aynı kitapta bir yolculuk şiiri var :harfleriyle sözcüklerinin sıralanışı gözümüzünönüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan,yıldızlardan oluşmuş bir tablo çiziyor. Açık

konuşmak gerekirse, bütün bunların bize biryağmur havası, bir yolculuk havası verdiğini,yani Apollinaire’in başka bir sanatla ilgilibirtakım dalaverelerle bizi şiirin havasınasoktuğunu söylemek gerekir.Apollinaire, böyle bir hileye başvuran tekadam değildir. Resmi, biçim yoluyla şiiresokanlar çok. Sözgelimi Japon ozanları, çoğukez konularını, kamışlar, göller, aylı geceler,hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş erikağaçlarına benzeyen biçimlerle anlatırlarmış.Hâşim,alev sözcüğünün eski harflerleyazılışında gerçek alevi anımsatan bir büyübulurdu. Bu örnekleri teker teker anışım, şiirinmüzikten olduğu gibi, resimden deyararlanabileceğini anlatmak içindir.Müzikten yararlanmayı kabul eden ozan,neden resimden, üstelik daha ileri gidilirse,heykelden ya da mimariden de yararlanmayıdüşünmesin? Oysa heykelden yararlanmak,resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık

oylumlaştırmaya kalkışmış olan Picasso, bugünherhalde bu yanılgısını anlamıştır. Yalnız dikkatedilirse görülür ki, verdiğim örnekler, bizi, şiiresokulan resmin yalnızca biçimle ilgili yanıüzerinde durdurmakta. Böyle bir şiir, şimdiliksorun yapılacak kadar önem ve yandaşkazanmamış. Oysa bir de resmi şiire anlamolarak sokan ozanlar, bu ozanları tutan büyük dekalabalıklar var. Onlar, bütün üstünlüğünübetimlemeye dayamış yazıları şiir saymaktagüçlük çekmiyorlar. Oysa o yazıların şiirliğinikabul etmemek gerek. Bu görüşü savunanlar,pek ijeriye gitmedikleri zaman, düşünceleri aklayakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermekisteriz. Sanırız ki, betimleme, şiirinkoşullarındandır, her şiir de az çokbetimlemedir. Bu yanlış düşünce şiirin anlatımaracının dil oluşundan ileri geliyor. Dilioluşturan sözcükler ya doğrudan doğruyaeşyanın, ya da düşüncelerimizin anlatımnesneleridir. Soyut düşünceler, gelişmiş kafalaradış dünya ile ilgisizmiş gibi görünür. Oysa,

insandenilen yaratığın, en soyut düşünceleri bilebir somutla birlikte düşünmek, yani onu sürekliolarak maddeye,sürekli olarak eşyayadönüştürmek eğilimi vardır.Böyle olunca sözcüklerin yan yana gelmesiyleoluşacak sanatın, gözümüzün önüne doğadanbirçok şeyler getireceğini de olağan karşılaman.Ama bu olağan karşılama, hiçbir zaman şiirinbütün servetinin bu sözcüklerle anımsanan birdünyadan, bütün değerinin debu dünyanıngüzelliğinden başka bir şey olmayacağısonucuna varmamalı. Şiirde betimlemebulunabilir. Ama betimleme -üstelik sanatçınıntümüyle kendine özgü görüş merceğinden bilegeçmiş olsa- şiirde temel öğe olmamalı. Şiiri şiiryapan, yalnızca söylenişindeki özelliktir; o daanlama ilişkin bir şeydir.Fransız ozanı Paul Eluard’ın dediği gibi, «birgün gelecek, şiir yalnızca kafayla okunacak,edebiyat da böylece yeni bir yaşamakavuşacak.»

Edebiyat tarihinde her yeni akım, şiire yeni birsınır getirdi. Bu sınırı elden geldiğincegenişletmek,daha doğrusu, şiiri sınırdankurtarmak bize düştü.Oktay Rifat, bir mektubunda, bu görüşü,‘okul’ kavramı üzerinde açıklamaya çalışıyor.Diyor ki: «Okul (ecole) düşüncesi, zaman içindebir ara verişi, bir duruşu simgeliyor. Hız vedevinime aykırı. Yaşamın akışına uyan,dialectique anlayışa aykırı düşmeyen akım,yalnızca okulsuzluk akımıdır.»Ancak, sınırsızlık ya da okulsuzluk niteliği,şiirde tek başına, ayrı bir biçimde bulunabilirmi? Kuşkusuz ki hayır. Bu niteliğin insanabirçok yeni alanlar keşfettireceğini, şiiri birçokganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı.Bizim, kendi hesabımıza, bu sınır genişletmeişinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcalarıarasında saflıkla basitlik var. Şiirsel güzelibunlardan çıkarma isteği, bizi şiirin en büyükhazinesi olan, insanı yaşamının bütün

dönemlerinde kurcalayan bir evrenle yakındanilişki kurmaya yöneltiyor. Bu evren debilinçaltıdır. Doğa, zekânın işe karışmasıyladeğiştirilmemiş halde, ancak buradabulunabiliyor. Yine insan ruhu, burada bütünkarmaşıklığı, bütün kompleksleriyle, fakat hamve ilkel halde yaşıyor, ilkellikle basitliğin birözelliği de bu karmaşıklık olsa gerek.Duyguların ya da heyecanlarınsoyutlanmışlarına ancak ruhbilim kitaplarındarastlarız. Bunun için diyelim ki, bir şehvet şiiriyazmaya çalışan ozan, bir pintilik duygusunuanlatmak için sayfalar dolduran yazar, bizi,yaşamın olsun, bayağılıkların olsun,dışınasürüklüyorlar. Saflıkla basitliği, çocuklukanılarımızda aynı zenginlik, aynı iç içelik veayırıp soyutlamaya karşı duyulan aynıdüşmanlıkla buluyoruz. Tanrının sakallı birihtiyar, cinlerin kırmızı cüceler, perilerin beyazentarili kızlar biçiminde tasarlanması,bozulmamış çocuk kafasının soyut düşünceyedirenci olmadığını gösteriyor.

«Şiiri en saf, en basit halde bulmak içinyapılan, insanın bilinçaltını karıştırma işlemininsymboliste’lerin kabul ettiği gibi içimizdekibirtakım gizli tellere dokunma, ya daValery’nin yaratıcı eylemi açıklayan «bilinçdışında olma» kuramlarıyla karıştırılmamasınıisterim. Bu konuda bizim isteğimize en çokyaklaşan-sanat akımı surrealisme akımıdır.Ruhsal otomatizmi düşünce sistemlerinin vesanat anlayışlarının çıkış noktası yapan buinsanlar, vezni ve kafiyeyi atmak zorundakaldılar. Ruhsal otomatizmle zekâhokkabazlığının uyuşmaz şeyler olduğunu göreninsan için, bu zorunluluk da apaçıktır, ikisindenbirini seçmek gereğini açıkça ortaya koyan ve«bütün değeri anlamında olan şiir»için buküçük hokkabazlıkları gözden çıkarmaktançekinmeyen surrealiste’ler elbette övgüye değergörülmeli. *Bir yere kadar haklı bulduğumuz otomatizmdüşüncesi, bizim ülkemizde, bu akımın tam bir

açıklaması diye kabul edilmiş. Oysa bu, yalnızcabir çıkış noktası. Burada, bizlerce olduğu gibi,onlarca da şiirin ana işçiliği diye kabul edilen«bilinçaltını boşaltma» işleminin, her zaman birkendinden geçme durumuyla birliktebulunmadığını eklemeliyim. Eğer böyle olsaydı,herkes sanatçı olurdu. Oysa sanatçı, elde edilmişbir beceriyi düş ve benzeri türden durumlardışında da kullanabilen adamdır. Değeri olsun,büyüklüğü olsun, bu beceriyi kazanış vekullanışındaki ustalıkla ölçülür. Alışkanlıklarlaelde edilmiş bir bilincin, insana, bilinçaltıdediğimiz kuyuyu kazabilecek gücü getirdiğini,Freud’ü çok iyi bilen bir doktor ve sanatıdüşünceleriyle başabaş bir şair olanBreton, bundan yıllarca önce söylemiş.Bu güç acaba nedir? Ruhsal yaşamınyazılaşma çalışmalarında bilincin denetimi —azolsun, çok olsun— her zaman vardır. Yani doğalkoşullar içinde bilinçaltını yazıyadönüştürmemiz olanaksızdır. Öyleyse, olanaksız

olan bu durumu bir yeti gibi göstermeyekalkışmak, büsbütün gereksiz bir çaba sayılmazmı? Kesindir ki, bu yeti, bilinçaltını boşaltmayetisi değildir. Olsa olsa bilinçaltını taklit etmeyetişidir. Bilinçaltında bulunan şeyler nasılşeyler? Onu bir sanatçı bir bilginden çok dahaiyi, çok daha derinden duyar. Yapıtı da buduyuşun taklidinden başka bir şey değildir.Sanatçı kusursuz bir taklitçidir.Usta sanatçı, taklitçi değilmiş gibi görünür.Çünkü taklit ettiği şey özgündür. 19’uncuyüzyılda yaşamış gerçekçi yazarın anlattığıdoğa, özgün değildir; zekânın aracılığıyla taklitedilmiştir. Onun için de yapıt, kopyanınkopyasıdır. Basitlikle ilkellik, ikisi de, sanatyapıtına gerçek güzelliği getirirler. İyi bir sanatçıonları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama«basit adam, ilkel adam» dememek gerekir.Sanatın yıllarca çilesini çekmiş, sonsuzaşamalardan geçmiş görürseniz, onun içinhemen olumsuz yargılar vermeyiniz. Böyle bir

şair «acemiliği taklit»te güzellik bulmuş olabilir.O zaman da o, acemiliğin ustası olmuş demektir.Bütün bunlar gösteriyor ki sanat pek de öyleotomatizm işi falan değil, bir çaba, bir beceriişiymiş. Oysa biraz önce sürrealiste ozanlardansözederken «ruhsal otomatizmi, düşüncesistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlarvezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar,»demiştim. Madem ki insan böyle bir otomatizmeinanmıyor ve madem ki bütün çabanın birtaklitten başka bir şey olmadığını ortayaçıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabuletsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasınaneden olan şey, yalnızca otomatizm düşüncesinebağlanış olsaydı, bu düşünce, belki doğruolabilirdi. Oysa, vezinle kafiyeyi önemsemeyiştebaşka nedenler de var. O nedenleri şimdilikkonumuzun dışında sayıyorum.«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına nedenolan şey, yalnızca otomatizm düşüncesinebağlanış olsaydı; bu bağlanışın yersiz olduğu

anlaşılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki yerinialması gerekirdi,» dedim. Oysa gerekmezdi.Çünkü sürrealiste ozanlar, şiire taklit yolu ilesokacakları bilinçaltını gerçekmiş gibi göstermekistiyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyikullanmak zorundaydılar. Çünkü onlar taklitedilecek şeyi bilmenin yeterli olmadığını, taklittede usta olmak gerektiğini kavramış insanlardı.Eğer böyle olmasaydı, biz onların içtenliklerineinanmayacaktık. Sanatçı bizi, söylediklerininiçtenlikli olduğuna da inandırmalı.Şiirde saldırılması gerektiğine inandığımanlayışlardan biri de dizeci anlayıştır. Bir şiirdebir tek en iyi dize’nin yeterliliğine inançbiçiminde beliren ve ilk bakışta insana basitgörünen bu anlayışı, şiirin kötü bir özelliğinebağlanışın gizli bir anlatımı olduğu için önemlibuluyorum. Şiirde bir «bütün»ün gerekliliğineinananlar bile dizeler arasında birtakım aralıklarkabul eder, bu aralıkları biribirine bağlayananlam yakınlıklarını şiirdeki örülüşün

kusursuzluğu için yeterli sayarlar. Bu anlayış,belki de saldırılmaya değecek kadar sakat biranlayış değildir. Ama insanı şimdi söz edeceğimözelliğe ve o özellikten tat alma tehlikesinegötürdüğü için buna da meydan vermemekgerek. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğününfarkında bile olunmaz.Sıvanmış, boyanmış bir yapının tuğlalarıarasındaki harcı göremeyiz. Yapı, bütünlüğünü,ancak bunlarla sağladığı zamandır ki, onuoluşturan tuğlaları teker teker görmek, onlarınnitelikleri üzerinde düşünmek fırsatını eldeederiz.Dize’ci anlayış, bize, dizelerin olduğu gibi,onun parçaları olan sözcüklerin de incelenmesi,çözümlenmesi olanağını verir. Sözcük üzerindedüşünmek onun güzelliğini ya da çirkinliğinisaptamaya çalışmak; şiire, sözcük halinde, soyutbir «şiir öğesi» anlayışı getirmiştir. Yüzsözcükten oluşmuş bir şiirde, yüz tane güzellikarayan insan vardır. Oysa bin sözcükten

oluşmuş bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır.Tuğla, güzel değildir. Sıva, güzel değildir. Amabunlardan oluşan bir mimarî yapıt güzeldir.Buna karşılık agat, helyotrop, gümüş gibimaddelerden bir yapı kurulabileceğinivarsayalım. Eğer bu yapı, maddelerinin taşıdığıgüzellik dışında bir güzellik taşımıyorsa, sanatyapıtı sayılmaz. Görülüyor ki, aslında güzel olansözcüğün, şiire gereçlik etmesi, şiir için birkazanç değil. Eğer söyleniş biçimlerini,kullanılış biçimlerini de birlikte getirmişolmasalardı, bu sözcüklerin şiire bir zararı daolmazdı. Ama ne yazık ki o sözcükler ancakbelli biçimlerde söylenebiliyor. Yani, kendisöyleniş biçimlerinikendileri belirliyorlar. İşteeski şiirin yukarıda sözünü ettiğim özelliği, busöyleyiş biçimidir, adı da «şairâne»dir.Bu söyleyiş biçimine bizi sözcükler getirmiş.Fakat şiir beğenisini, şiir anlayışını bugünkütoplumdan alan insan çoğu kez karşı yöndenyola çıkmakta, yani o sözcüklerden önce

şairaneyi tanımaktadır. Bu söyleyiş biçiminigetirebilecek sözcüklerden oluşmuş sözlük;yazarken şairane olmak isteyen, okurken deşairaneyi arayan insanın kafasında zorunluolarak ortaya çıkar. O sözlüğün çerçevesindenkurtulmadıkça şâirâneden kurtulmaya da olanakyok. Şiire yeni bir dil getirme çabası, işte böylebir kurtulma isteğinden doğuyor. «Nasır» ve«Süleyman Efendi» sözcüklerinin şiiresokulmasını sindiremiyenlerse şâirâneyekatlanabilenler, hatta onu arayanlar, hem deözellikle arayanlardır.Oysa «eskiye ait olan her şeyin, her şeydenöncede şâirânenin karşısına çıkmak gerek.»Orhan Veli* 1941 yılında çıkan yazı.* Surrealisme’den birkaç kez böyle sevgiylesözetmemizden olsa gerek —ya surrealisme’i yada bizim şiirlerimizi okumamış kimi insanlar,hakkımızda yazılar yazarken— bizi bu adla

adlandırdılar. Oysa sözünü ettiğim katılmalardışında hiçbir ilgimiz olmadığı gibi, herhangibir edebiyat akımına da bağlı değiliz.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook