GENÇ KALEMLER ESKİ GÜNLER Büyüklerimiz hep ne derdi bize? Genelde \"Ah! bizim zamanımız böyle değildi, bizim zamanımızda samimiyet vardı, kimse birbirinden bu kadar uzak değildi\" derler. Ve gerçekten haklılar da, o eski neşeleri göremiyorum ben insanlarda. Eskiden her ramazan ayında bir kere de olsa köyde tüm aile toplanır, büyük bir masa hazırlanır ve hep beraber iftar yapardık. Artık bu yapılmıyor, çoğu kişi bayram tatilinde çocukları ile birlikte tatile çıkıyor, büyüklere ise telefondan sadece ‘Bayramınız kutlu olsun.’ mesajı atılıyor. Bu teknolojinin getirdiği kötü özelliklerden biri. Doğruyu söylemek gerekirse ben de sadece bayramdan bayrama ziyarete gidiyorum. Büyüklerimi diğer türlü zorunda kalmadıkça gitmiyorum. Eskiden olan aşure günleri daha güzel olurdu. Köyde herkes toplanırdı. Aşure yapıldıktan sonra o aşure komşulara dağıtılırdı. Annemle gitmeyi her seferinde çok isterdim ama annem izin vermezdi. O bu arada ben anne tarafından en küçük torunum kuzenlerim istediğim her şeyi yaparlardı. Şimdi ise yüzlerini bile zar zor görür oldum. Teknoloji hem çok güzel hem de bir o kadar kötü bir şey. Örneğin istediğimiz her şeye anında erişebiliyoruz. Eskiden olduğu gibi saatlerce kitapta aramak zorunda değiliz. Ama bizi tembelleştiriyor da, her şey elimizin altında olduğu için bir şeyler öğrenmek için uğraşmamız gerekmiyor. Gençlik ise bilmediği bir yere doğru ilerliyor. Okuyoruz ama gezip eğlenmeye çok vaktimiz olmuyor, istesek de fazla para harcamamak için eğlenemiyoruz ya da aileler hevesimiz olsa da tüm hevesimizi kursağımızda bırakıyor. Gençlik, şu anda mutlu gibi gözüküyor ama bence mutlu olan çok nadir genç var. Dersler, gelecek kaygısı, ailevi problemler vb. bir sürü şey gençleri yıpratıyor. Gençliğimizin en güzel yılları okul okuyarak geçiyor. Geri kalanında ise iş sahibi olmak için uğraşıyor, evleniyor, çocuklarımız oluyor derken bir bakmışız altmış yaşına gelmişiz. Hayatta hepimiz çoğu şeyi erteliyoruz. Bunları ertelerken aynı zamanda hayatımızı erteliyoruz ama unutmamamız gereken tek bir şey var, bu hayata bir kere geliyoruz, bu yüzden okurken eğlenmeli, büyürken öğrenmeli, gezerken de görmeliyiz. Hayat üzülmek için çok kısa, o yüzden derhal hayatımızı ertelemeyi bırakmalıyız. Yağmur Ela ÇETİN Kalemin İzi 38
GENÇ KALEMLER SON KEZ Bir kere aşık olursun, gerisi boş gelir. Kimisi tesadüfen çıkar karşına kimisi de aslında hep gözünün önündedir. Bazen ilk görüşte kestirirsin gözüne. İlk görüşte aşk yoktur. İlk görüşte hoşlanmak vardır sadece. Çekim yasasına inanırım. İki insan birbiri için yaratıldıysa çekerler birbirlerini. Kaçamazsın ondan. Her yerde çıkar karşına. Sokakta, parkta, okulda… Eğer bir yaşanmamışlık varsa, senin halin bütün aşıklardan beter. Kafanı çevirdiğin her yerde bir anı, bir yaşan- mışlık bekler seni. Acı bir tebessüm belirir yüzünde. Gözlerin dolar aniden. Tüm yaşanmışlıklar film şeridi misali gelir geçer gözlerinin önünden. Hiç beklenmedik bir yerde, beklenmedik anda çıkar karşına. Hareket bile edemezsin, sanki ayaklarını yere çivilemişler gibi kalırsın oracıkta. Ağzını açıp tek kelime edemezsin çünkü bilirsin ki artık iki yabancı- dan daha yabancısınızdır. Aşık oldun ya bir kere, gözün görmez bir başkasını. Başkasına hissedemezsin aynı duyguları. Ne unutabilirsin onu ne de bu duyguların esiri olarak yaşamayı öğrenebilirsin. Hayatta hiçbir şey tat vermez eskisi gibi. Ne kadar kafa dağıtsan da akşam başını yastığa koyunca düşündüğün tek şey ondan başkası değildir. Peki, sen her geçen gün eriyip giderken o ne yapar? O sadece kafa bulandırır. O sadece bakar sana, bakmakla yetinir. Gözlerinin içine bile bakamaz. Göz göze gelebilirsin elbet ama çok uzun sürmez. Sonuna kadar bakmak istediğin o gözler, sana bakamayacak kadar korkaktır artık. Sonuna kadar tutmak istediğin o elleri bir gün başkası tutacaktır. O da senin gibidir belki. O da koşulsuz seviyordur seni. Kandırma kendini! Ne yaşadınız ki sanki? O dillere destan anlattığın duygular sadece doğru düzgün yaşanmamış birkaç aydan ibarettir. Kimse senin gibi düşünmez. Kimse senin gibi yorumlamaz aşkını. Bilinen tek şey şudur ki; saçma bir sebepten yarım kalmış her hikaye bir gün tamamlanacak, bir gün o kitap kapağı kapanacaktır. İçinde tuttuğun gözyaşları, bir hıçkırıkla birlikte her yeri sel altında bırakacaktır son kez. Gülce NUR Kalemin İzi 39
GENÇ KALEMLER NİÇİN Neden böyle düşman görünürsünüz Beyefendi? Gözlerimizin buluştuğu tozlu yollar Niçin her zamankinden daha serin? Kahkahaların uçuştuğu bu çardak Niçin boş duruyor artık? Niçin korkuyorsunuz Beyefendi? Ben bir canavar mıyım? Yoksa sadece bıraktığınız izin derinliklerinde kaybolmuş, Solmuş bir gül mü? Gülce NUR GALİP MAĞLUP O benim son hayal kırıklığım. Sen benim ilk yaşamımsın. Son yanlışım, İlk doğuşum, Son umudum, Son… İlk nefes alışım, İlk… Ve o benim son cehennemim. Son labirentim, Ve sen benim ilk kaybımsın. Son sevgilim, İlk yaram, İlk galibiyetim. İlk umutsuzluğum, Kendimi bulmama hitaben. İlk yenilişim, Son gidişim. Son kaybıma hitaben. Defne SARI BİZ Gülce NUR Biz sevgilim, biz... 40 Bizim aşkımız, Bizim gülüşümüz, Senin bakışın... Sen yeter ki gül, Açar tüm güller. Açar kalbim kapılarını, Çeker kokunu içine. Kalbim dayanamaz. O narin kokuna, O narin bakışına, O narin gülüşüne. Sevdiceğime hitaben Defne SARI Kalemin İzi
GENÇ KALEMLER KIRIK Çok kırgınım, Hem de her şeye Herkese O kadar kırgınım ki.. Kalbimi delip geçenlere, Beynimi dolduranlara, Sırtıma hançer saplayanlara, SAHTE dostlara... Defne SARI SEN Bir rüyaya dalmışçasına sevdim seni, Fakat her rüyanın bir sonu varmış, bilemedim. Meğer ne zormuş, çok geç anladım, Saatleri tükettiğin yerden saniyelerle geçmeyi. O sokaklarda yalnızlığım mıydı beni böyle hissettiren, Yoksa yoksunluğun mu, inan bilmiyorum. Bir söz vardır bilir misin begonya \"İnsanı öldüren mutsuzluk değil umutsuzluktur.\" diye? Sana tekrardan sarılmaya, elini tutmaya olan umudum, Bunu gerçekleştiremeyeceğimi bilmenin verdiği acı, Yavaş yavaş öldürüyor beni. Çaresizlik içindeyim, batıyorum her geçen saniye. Mehmet Fedayil TUNCA BİR ÇİNİ Bir çini gibi işlenmiş hayatlar, Ne de ince çizgiler var içinde. Belki de çatlaklar barındırıyor, Ne kadar uzaktan görünmese de. Tek tek motifler özenle yapılır, 41 Tıpkı bizi oluşturan ruhumuz gibi. Bazı kusurları olsa da, İnsanı insan yapan bu değil mi ? Azra Nur TAŞ Kalemin İzi
GENÇ KALEMLER SEVGİ LANETLİ MİDİR? Bir insanı sevdiğini nasıl mı anlarsın? Onu gördüğünde kalbin deli gibi çarpıyorsa, bir şarkının dizesinde aklına o geliyorsa, sen tutulmuşsun. Dışarıya çıkacaksın; onun gibi gülen, onun gibi bakan, onun gibi kokan birini göreceksin, kalbin deli gibi atmaya başlayacak. Belki bir şiir okuyacaksın, onun adı geçecek, saatlerce onunla olmayacak hayaller kuracaksın. Zaten hep hayallerde yaşamaz mı insan? Gerçek olur mu hayalleri? Bir zaman gelir artık hayal bile kurmak istemezsin ama kalbine söz geçiremezsin. Aslında bunların hiçbiri acıtmaz canını. Sevilmemek acıtır. Sevilmediğini nasıl mı anlarsın? Sen ondan gözlerini alamazken o sana göz ucuyla bile bakmadığında, canın yandığında gelip sana bir “ İyi misin? “ bile demediğinde, ağlamaktan sesin çıkmazken vakit onun kahkahalarını duyduğunda anlarsın. Onun da canı yansın istersin ama kıyamazsın. Seversin... Birini sevmek kötü bir şey midir? Yıpratır mı hep? Yoksa sevdiğinin seni sevmemesi midir acıtan? Vazgeçtim dersin her yerde, herkese. İlk başta kendini kandırırsın. Peki sevgi lanetli bir şey midir? Lanetini akıtır mı zehir gibi insanın kalbine. Kalbi yaralayan o zehir değil midir zaten? Merhemi belli bir yara... Ama almaya gücümüz yetmez. Yarasıyla yaşamayı öğrenir kalp. Yaşar mı, orası meçhul... Eylül İNCE Kalemin İzi 42
GENÇ KALEMLER HER ANIMDA SEN Eylül İNCE Uyandım birden gece üçte. Kalbimde bir acı, Gözlerim kıpkırmızı, Ve hâlâ seni düşünüyorum. Dışarıya çıkıyorum, Yanımdan biri geçiyor Aynı sen kokuyor. Ben yine ağlıyorum. Bir kedi seviyorum, Gözleri senin elaların. Hüznün gemileri çöküyor, Aklımda senin adın yankılanıyor. Kalemin İzi YAĞMUR OLMA HEMEN Yağmur olma hemen, Yoksa nasıl hissederim rüzgarı nefesimde? Başımı yukarı kaldıramaz, Hangi yaprağın üzerine düştün, göremem. Yağmur olma hemen, Yoksa nasıl hapsederim güneşi tenime? Bir daha dağa tırmanamaz, Ne taraflara buharlaştın, göremem. Yağmur olma hemen, Yoksa nasıl hazmederim gülün dikenini? Gökyüzünü sensiz zapt edemem, Yıldızları hangi hayallere dökmüştük, göremem. Yağmur olma hemen, Yoksa nasıl barışırım bulutlarla? Sisin de kaplar önümü, Hangi yoldan gidiyorsun, göremem . Elif GER 43
GENÇ KALEMLER HİKAYE Yine mi gelmişti bu kadın? O kadar oda varken neden her gece gelip benim başımda oturuyordu? Saatlerce, amaçsız, boş gözlerle… Belliydi, aklında bir şeyler dönüyordu. Bir odun atıp yeniden alevlendirdiği ateşim yüzüne yansırken ne güzel görünüyordu oysa. Ne düşünürdü ki böylesine güzel bir kadın? İşi vardı, eşi vardı. Ailesi yaşıyordu. Maddi sıkıntısı da yoktu zannımca. Hasan Efendi ile miydi acaba sıkıntıları? Gerçi sıkıntı olsa kavga ederlerdi icabında değil mi? Hiç rast gelmemiştim kavgalarına. O buz gibi kış akşamlarında birer minder alır, ateşimin sıcağı ile ısınırlardı. Uzun uzun sohbet ederlerdi, hiç bitmezdi konuşmaları. Durmadan aynı heyecanla paylaşırlardı yakın gözüken ama bir o kadar bağımsız olan hayatlarını. Alevlerimi daha da hareketlendirirdim, belki o buz gibi bakan gözlerini kıpırdatır, ayağa kalkmasını sağlarım umuduyla. Ne düşünüyordum ben? Burada oturmuş, gözlerim duvarla şömine arasında mekik dokurken, zihnimden milyon tane düşünce geçiyordu. Kendi benliğimin dahi çözemediği, ne olduğu belli olmayan görüntüler... Sahiden, geçmişten miydi bu görüntüler, hayal ürünüm müydü yoksa ateşin sıcağı ile kendimden mi geçmiştim? Kalkıp pencereye ilerledim, zamanında çeyizimi hazırlarken ne çok uğraşmıştı anacağızım bu perdeleri dokumak için! Camı açıp derin bir nefes aldım, zihnim her nefesimde sakinleşiyordu, akın akın gelip geçen imgeler daha yavaştı artık. İçerisi çok da soğumasın diye düşündüm, camı kapattım. Odamın en güzel köşesinde duran piyanoma doğru ilerledim. Yıllardır ne güzel bakmıştım bu piyanoya, onca yaşanmışlığa rağmen üzerinde tek bir çizik bile yoktu. İki defa boyatmış, yeni gibi gözükmesini sağlamıştım. Kar tanesi kadar beyaz kapağını kaldırdım; cansız, tiz bir ses çıktı. Babamın öğrettiği ilk ezgiyi çalmaya başladım. Ne güzeldi bu melodi, parmaklarım hareket ettikçe yıllar öncesine gidiyordum. “Hasret!” dedi endişeli bir ses. Ardından devam etti, “Bu çocukcağızın ne işi var burada? Nasıl bıraktılar seni a yavrum!” dedi ve iki el beni kuvvetlice sarmalayıp dışarı çıkardı. Burası farklıydı, etraftaki sarı ışıklar az önceki kadar korkutmuyordu. Beni kucağına alan kadının yüzünden ufak bir rahatlama ifadesi geçti. Daha az sesim çıkıyordu artık, daha rahat nefes alıyordum. Annem neredeydi, babam annemi çıkarmış mıydı içeriden, beni neden bırakmıştı? Tüm bu düşünceler aklımda dolanırken uzaktan tanıdık bir ses duydum. Gittikçe yaklaşıyordu ve en sonunda sesin sahibi beni kucağına almıştı. Evet! Babamdı bu! Sonunda gelmişti, biliyordum geleceğini. Başımı son bir kez yanan eve çevirdiğim zaman, tanımadığım iki kişinin bir kaç eşya ile piyanoyu dışarı çıkardığını gördüm. Son tuşa da bastıktan sonra melodi bitti, görüntüler uzaklaştı. Şimdilik son bulmuştu her şey. Selin BAYSAL Kalemin İzi 44
GENÇ KALEMLER DUVAR Güçlü olabilmek için, Gerekmez çok şey yaşamak. Zor durumda tek başına savaşmak, Yeter bazen büyümeye. Sadece kendi sesini duyduğun zaman, Anlarsın, Tek duvarın kendinden ibaret olduğunu. Seni korumaya yeter o duvar. Sende korumak zorundasın o duvarı, Her ihtimale her savaşa karşı. Bilemezsin nerede ne zaman, İhtiyacın olacak o duvara. Tüm gücün o duvarda saklı. Elif UÇAROĞLU SEN SEVERKEN O NE YAPTI? “Sevgi neydi? Sevgi emekti.” demişler. Peki bütün emekleriniz boşa çıkarsa? Siz onun için hayatınızdan vazgeçecekken onun dünyasında bir nokta bile değilseniz... İşte bu insanın kalbine kurşun gibi saplanır. Yarası geçmez. zamanla alışılır sadece. Uyuşur ve hissedilmez. Birini seversiniz, her şeyiniz onunla bağlantılı hale gelir. Fark etmezsiniz bile. Bir yere gidersin, o da buraya gitmişti dersin, bir yemek yersin, o da yemişti bu yemeği dersin. Sen onu her anında düşünürken o seni aklının en ücra köşesine bile getirmez. Emek emek işlersin o sevgiyi ama o sevmez emek verilen şeyleri. Sen onun için mecnun gibi dağları delerken, içinde fırtınalar koparken, aman kimse duymasın diye içine içine ağlarken o bunları asla görmez. Bir şarkı dinlerken, onu hayal ederken, o başkalarıyla hayatına devam eder. Kimse yaşattığını yaşamadan ölmez derler de bizim yaşadıklarımız ne olacak? Biz yaşadık mı ki? Tutulmadık mı delinin birine? Hayat da bizi yakamızdan tuttu ve yangınların orta yerine fırlattı. Suyumuz belliydi ama söndürmedi. Tenezzül bile etmedi. Biz cayır cayır yanıp kül olduk. O da seyretti. Eylül İNCE Kalemin İzi 45
GENÇ KALEMLER KENDİNLE İLK YALNIZ KALIŞIN İnsanın işin içinden çıkamadığı anlar olur hayatında. Bu bir tartışma veya bir ayrılık olabilir. Bu bir yanlış anlaşılma da olabilir. Zaten her şey bir yanlış anlaşılmadan ibaret değil midir hayatta? Peki hiç yanlış anlaşıldın mı? Ya da her zaman sorun sende miydi? Hiç amacından şaştın mı hayatta? Sana kafayı yedirtecek düşünce- lerin derinlerinde bir yerde cevabı vardır aslında. Bazen bir şeyler insanı sadece durup düşünmeye iter. Bu insanda bir farkındalığa bazen de bir bunalıma yol açar. Yaşadıkları bir bir aklının ucundan geçer ve yanlış gidenlerin ne olduğunu düşünür. Önce hatayı kendinde arar insan. “Benim yanlışım neydi?” “Neyi düzeltmeliyim?” Sonra hiçbir sonuca varamaz tabi çünkü bilmiyor ki bazen hatayı insanlarda aramalıyız. Senin doğrun başkasının yanlışıdır. Bazen de tam tersi. Kimse aynı şeyleri düşünemez. Kimse aynı rengi sevemez ya da kimse aynı yola sapmaz hayatında. Bu yüzden kimse kendinde aramamalı hatayı. Değiştirmemeli insan kendini başkaları için. Olduğu gibi görünmeli. Bazen de yanlış anlaşılır insan. Kelimeler kendisini ifade etmesine yetmez. Ya da yeter. Karşındakine derdini anlatamadıktan sonra neye yarar kelimeler? Sen elmayı seven birisine armut yediremezsin ki. Ve son olarak, hayat amacından şaşmış süslü cümlelere benzer. Sen ne kadar kendi yolunda ilerlemek istesen de o yolda karşına çıkan tilkiler seni alır götürür farklı alemlere. O tilkiler gözünü boyar, süsü de buradadır ya işte. Kimisi yoluna güller serer. Kimisinin de o yola attığı tek bir kıvılcım yeter yakıp kül etmeye her şeyi. Kafanızda dönen bu tilkiler saptırır sizi yolunuzdan. Tutunacak bir dal bulursunuz her seferinde, sağlamlığı tartışılır. Bizi buralara getirenler de hayatın basamaklarıdır bir nevi. Bir gün depremde yıkılan evler misali hepimiz bir bir serileceğiz yerlere, bu yüzden hiçbir önemi yoktur bazı şeylerin. Biz sadece bu basamaklara sağlam adımlar atmalıyız ki ilk sarsıntı bizi devirmesin. İşte bu, senin kendinle ilk yalnız kalışın. Gülce NUR Kalemin İzi 46
GENÇ KALEMLER YAŞAM Yaşam... Tabi bu yaptıklarımıza, kaybettiğimiz zamana yaşam denilebilirse. Bence biz yaşamıyoruz, sadece ölmemek için çabalıyoruz. Bence biz... Biz aslında bir savaşın içine doğduk bilmeden, gereksiz bir savaşın içine. Sırf insanların hırsı yüzünden bilmeden bu savaşta kurban ediliyoruz. Çoğu kişi bunun farkında değil, farkında olanlar ise çok az sayıda ve onlar da seslerini çıkartmıyorlar. Seslerini çıkartsalar bile bir şekilde susturuluyorlar ama bu sessizlik bana göre asıl fırtınayı getiriyor. İnsanlar gün geçtikçe daha fazla düşmanlaşıyorlar birbirlerine. Herkes kendi istediği olsun istiyor. Savaştaysak o savaşta galip olmayı, üstün olmayı istiyor. Her şeyin kendi çıkarları doğrultusunda olmasını istiyor. Ama o istekler yüzünden o kadar çok insanın hayatını mahvediyorlar ki, hiç kimsenin ne yaptığından ne yaşadığından haberleri bile yok. Dünya artık yaşam değil savaş alanına, bir cepheye dönüşüyor. Dünya artık asıl işlevini gerçekleştiremiyor. Dünya yok oluyor diyoruz ama Dünya’yı en çok biz yok ediyoruz. Cidden neden kimse sıkılmıyor bu savaştan, ya da yorulup pes etmiyor? Böyle yaparak sevgiyi, güveni, vicdanı, merhameti ve diğer bütün güzel duyguları mahvediyoruz. Hani diyorlar ya eskiler güzeldi, şimdi o eskileri arıyoruz diye. Neden kimse düşünmüyor? “Neden böyle söylüyorlar bunlar?” demiyor kimse. Neden? Neden sebebini araştırmıyor kimse? Ben size o sebebi söyleyeyim, “ SEVGİ”. Eskiden sevgi, huzur, kardeşlik, dayanışma vardı, güzel olan her şey vardı. Zamanla gelişiyoruz diyoruz ama biz zamanla kötülüğü çoğaltıp iyiliği yok etmeyi, acımasız olmayı geliştiriyoruz. Biz aslında dünyayı ve güzel bir yaşamı mahvetmenin yollarını geliştiriyoruz. “Bu savaştan kurtulmamızın bir yolu yok mu?” derseniz bence yok çünkü biz bir kez kurban edilmek istedik. Zaman dursa bile değişmez artık bu. Sahiden zaman duramaz mı? Bir şekilde dursun artık çünkü bitiyoruz, tükeniyoruz, en kötüsü yaşayan ölülere dönüşüyoruz. Yetmez mi? Yetsin artık çünkü biz yaşayan ölü olmak İSTEMİYORUZ. Gamze SAYAN Kalemin İzi 47
GENÇ KALEMLER AŞKI ARAYANLARA Aşk ok gibidir. Saplanır insanın kalbine. Kimine göre saçmalıktan başka bir şey değildir. Kalbin kan pompalarken yakaladığı şiddetin göğüs kafesinde yarattığı bir deprem gibidir ama zarar vermeyen tatlı ve anlamlı bir depremdir. Bu deprem onlar için yaşanmış ve yaşanabilecek en güzel şeydir. Aşk sadece yaşanmakla kalmamalı. Aşk öyle bir şeydir ki yazarken kalemin duyguları hissettiği, kağıdın gözyaşı döktüğü, o güzel yazılar ya da karnında uçuşan kelebeklerin yeniden canlandığı güzel okuma ve anlatımdır. Aslında herkes bilir o kısacık, birbirinden anlamsız üç harfin bir araya gelerek o harflere neler sığdırılabileceğini, insana neler yaptırabileceğini. Aşk değil midir, damla damla kaleme mürekkep olabilen, romanlara ve şiirlere en güzel anlamları katabilen, şarkı olup dinlendiğinde yaş olup gözden akan, her baktığınız yerde yaşadığınız anıları canlandırıp sevdiğinizi getiren aklınıza? Ya da en bilindiğinden Leyla için Mecnun'u çöllere düşüren de, Kerem için Aslı olup küllere döndüren de. Destanlar yazdıran da yine aşk değil midir? Ya Aşık Veysel'e ne demeli? Aşık Reyhani için saza döktükleri... Son olarak Mehmet Akif'e İstiklal Marşı’nı tırnaklarıyla duvara yazdıran nedir? Daha binlerce örnek... Bunca insanın, bunca ozanın, bunca şairin yazdığı karnındaki kelebeklerin ilham olabileceği güzel, anlamlı, hiçbir şeyin yıkıp yok edemeyeceği kadar güçlü ve büyük olan bu tatlı duyguyu sıradanlaştırmak büyük ahmaklıktır. Kısacası aşk hiçbir şeyi dinlemez, görmez. Katıldığı her şeye anlam verir. Böyle bir aşk, o kısacık üç harfin oluşturduğu kelimenin daha ötesindedir. Yani her şey size kalmış. İster gerçek aşka aşık olun. İsterse o elinizde tuttuğunuz kaleme ya da binlerce göz yaşı sindiren yağmur bulutlarına benzeyen o sayfalara aşık olun. Ama aşık olun, kalbinizdeki o tatlı özgürlüğü keşfedin. Ama sakın korkmayın ondan. Hatta bulduğunuzda sımsıkı sarılın ona. Çünkü öyle marketleri tek tek gezince bulabileceğiniz bir şey değil. Eğer bir kere bulursanız, bir daha sizi bırakmaz. Gerçek ama anlamlı aşkı arayanlara... Yaren ÇELİK Kalemin İzi 48
GENÇ KALEMLER ALIŞIRSIN ELBET Bazen hayat; acımasız, cani, inanılmaz bir hâle dönüşebiliyor. Hayata inanamayabilirsiniz. Bir bakış, bir gülüş hayatınızı değiştirebilir. Tüm hayatınızı başa sarabilir. O gülüşü gördüğünüz zaman hayatın akışı durabilir. O bakışlar size bir ışın kılıcı gibi dokunabilir. İmkânsız gibi ama maalesef ki imkânsız değil. Her şey bir bakış, bir gülüş değildir. İnsanın her şeyine aşık olabiliyor insan. Hayret ederler ama çoktan kendilerini o aşkın içinde bulmuşlardır bile. Bir süre o aşk size acı çektirebilir, kalbinizin derinliklerini incitebilir ama alışırsınız. O acıyla yaşamayı öğrenirsiniz. Belki o acı bir tebessüme dönüşür diye ömrünüzün sonuna kadar bekleyebilirsiniz çünkü aşk budur. Aşk, hayatın en acımasız duygusu olabilir ama aynı zamanda sizin yaşama amacınız da olabilir. İşte o acımasız aşk budur. Defne SARI SADECE SEN Kendini sev çünkü bazen insanlar acımasız olabilir ve kendinle baş başa kalmak zorunda kalabilirsin. Öyle bir an gelir ki insanları anlayamaz, neler oldu diye şaşıp kalırsın. İşte o anlarda yanında kimseler olmaz sadece sen ve SEN... Donup kalırsın. “Ne oldu da bana bunları yapıyorlar?\", \"Nasıl bir suç işledim?\", \"Niye bu kadar acımasızlar?\" Karşında yüzleşmen gereken onlarca sıkıntı ve aklında milyonlarca soru vardır. Kalbinde ağrı, beyninde yüzlerce sıkıntı... İçim acıyor çok, içimde bir yer... Bazen düşüncelere dalarsın ve kalbinin en içinde bir ağrı olur ya, işte o dünyanın en acımasız ağrısıdır ve maalesef bir ilacı yoktur. Bir şarkı işitirsiniz ya da bir koku duyarsınız... O koku, o şarkı öyle anlamlıdır ki senin için, hissettiğinde direkt etkiler seni, kalbini. Kalp dediğimiz şey böyle gariptir işte; en ufak şeyde etkilenir, ritmini değiştirir hemen. Atar hızlı hızlı, adeta bir ormanda kaybolmuş minik çocuğun kalp atışları gibi. Bu ağrının, bu kalp atışının üç nedeni vardır; Aile, aşk, arkadaşlık. 3A1N. İşte o \"N\" nefrettir. Bazen onlardan öyle nefret edersin ki kalbin dayanamaz, değişik şekillerde atmaya başlar, yorulur tıpkı sizin gibi. Defne SARI Kalemin İzi 49
GENÇ KALEMLER AÇELYA Gelmek ile gitmek, ayrılık ile kavuşmak kardeş midir? Bizim buralarda, bu Anadolu bozkırı dediğimiz hırçın topraklarda kardeştir o ikisi. Buraya gelen, ayrılacağını, buralardan tekrar gideceğini bilir. O yüzden sevinmez sevdiğine kavuşan. Onu gördüğü zaman su serpilmez hasretle bekleyenin yüreğine, biliyor çünkü hasretle yanan yüreğine serpilen suyun gelip geçeceğini. Hep öyle değil midir? Her kavuşma bir ayrılığın habercisi değil midir zaten? Suyu görmek için yanıp kavrulan toprak suyla buluştuğu zaman farkındadır ayrılığın kapıda olduğunu. Doya doya içine çeker onu. İçini kavuran ateşi söndürür ama su yine kayıp gidecektir ellerinden. Bir bebek anne rahmine düştüğünde annesi farkındadır zamanı geldiğinde bu kadar yakın olmayacaklarının bir daha. Kucağına aldığında başlamaz mı ayrılık? O güzel kelebeği bir gün uçup gidecek ellerinden. Ondandır zaten annelerin her seferinde bebeklerinin kokusunu içlerine doya doya çekmeleri. Çünkü o kelebek kendi kanatlarıyla uçup gideceği zaman o sadece ona yaşlı gözleriyle bakıyor olacak. Bir çocuk büyümek istediğinde ayrıldığının farkında değildir çocukluğuyla. Peluş ayılarına, o kırmızı arabasına, sarı saçlı bebeğine bir daha öyle bakamayacağını bilmeden vedalaşır hepsiyle. Hep bu yüzdendir ki birdenbire yarım kalır kurulan düşler. İki kelebeğin aşkı gibi. Bir günlük ömür ama ne aşklar yaşanıyor o bir günde... O uçuşan renklerin dansı... Örnek olsun bu dans. Tırtıl bir gün yaşayacağı için bin bir zahmetle koza ördüğünü bilse yapar mıydı bunu veya o kelebek bir gün yaşayacağını bilse hayatın tadını çıkarıp aşık olup dans eder miydi? Peki, şairin dediği gibi ayrılıklar dahil miydi sevdaya? Çocukluğunu bile o aşka adayıp eşine kavuşan ama onu kaybedenin ayrılığı... O aşk... O yıllar boyunca yolunu sabırla bekleyip kavuştuğu aşkına olan ayrılığı... Dahildir azizim dahildir! Ayrılıklar dahildir sevdaya. O sevda, her şeye rağmen hayata tutunup ‘’Ben hala evli bir adamım.’’ diyen adamın gözlerinde saklı. Olan her şeyi her gün eşine anlatmak için yanına giderken ki o taşlı yolun taşlarında, konuşurken dokunup sevdiği o topraklarda, konuşurken son bakıştaki o güzel gözleri, elleri aklına getirdiği anda o sevda. Deme azizim, yapma bunu! Ayrılıklar sevdaya dahil olmasaydı ne en güzel düşler ne en güzel yaşanmışlıklar ne de yarım kalan hayalleri tamamlama gücü olurdu... Annem ben küçükken hep şey derdi: \"Sevenler ayrılığında bir çiçek solar ve sevenler kavuştuğunda bir çiçek açar. O yüzdendir insanların ilkbaharı daha çok sevmesi.\" Hayır! Aslında en kötü mevsimdir ilkbahar. Nankördür, aldatır seni. O güzelliğiyle kafanı dağıtmaya çalışır. Sonsuza kadar mutlu olacaksın havası verir sana. Sonbahar gerçekçidir. Solan her yaprağa baktığında bilirsin evet gitti ama geri gelecek tıpkı o yaprağın tekrar yeşereceği gibi... Geldi tekrar sonbahar, soldu açelyamın yaprakları, döküldü ve yine gitti gelen. Kaldı işte yine çayımız bardakta hayallerimiz yarım... Vesselam. Melek Sude KAÇAN Kalemin İzi 50
GENÇ KALEMLER KAPTAN Yoruldum. Gerçek anlamda diyorum bu sefer. Hem bedenen hem ruhen. Bir şeylere yetmeye çalışma çabam, kafamın içindeki ses çok zorluyor artık beni. Yoruldum çünkü korkuyorum. Bir şeyleri ya yapamazsam diye. Kafama koyduğum şeyi gerçekleştiremezsem ne yaparım diye. Hayal kırıklığından korkuyorum. Başkaları ne der, diye düşündüğümden değil; ben, en çok kendimi hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum. İçimdeki bana inan küçük çocuğu hayal kırıklığına uğramak istemiyorum. O çocuk, tüm mutlulukların en güzelini hak ediyor. İçimdeki sesi dinlerken bir hırs uğruna kendimden uzaklaşmaktan korkuyorum. Bunu yaparsam asla affedemem kendimi. Kendi benliğim, içimdeki o küçük çocuk, seçerek benim olmadı. Onları ben yarattım ve gözümü karartıp kaybedersem en çok onlara haksızlık yapmış olurum, bu yüzden bunu yapmamalıyım. Başarmak istiyorum. Ben bu hayata kendimden bir pay bırakmak istiyorum. Ardımdan kalan tek şey hatıralar, küçük hikayeler olmamalı. Bir insanın ölüme alışma süresi 30 günmüş. Evet, sadece 30 gün. Ben sadece 30 gün süren anılarda bulunmak istemiyorum. Peki, nereye kadar gider ki böyle? Ben böyle düşünerek sadece kendimi daha da mı yormuş oluyorum? Şüpheli. Bazı şeyleri hatırlamak sürekli güçlendiriyordu hani? Ben hatırlayarak daha çok mu güç kaybediyorum? Bilmiyorum. Kendimi çok mu dinliyorum? Hayır diyemiyorum. Küçük çocuğun bazen attığı çığlıkları hiçe sayamıyorum. Hiçbir şey yapmadan ‘’Ben bunu hak ettim!’’ diyerek kahve yapmaya başladım. Bende bazen işleri batırabilirim diye söylemeye başladım kendime. Bunun için bir şey diyen olursa da ‘’Peki tatlım.’’ diyerek kendime yine kahve yapıp ‘’Yorucu gündü.’’ demeyi öğreniyorum. Kendimi iyileştirmeye çalışıyorum galiba farkında olmadan. Ama bana iyi gelecek bunlar. Eski ben olacağım tekrar. Kendine daha çok inanan ve güvenen beni geri getirmek için her şeyi yapacağım. Söz veriyorum kendime. Demiş ya Nazım, ‘’Çok yorgunum beni bekleme kaptan.’’ diye, sen bekle beni kaptan. En kötü ne olabilir ki? Çıkarız rıhtıma ve karşımızdaki o sonsuz maviye karşı kahvemizi içeriz. Melek Sude KAÇAN Kalemin İzi 51
GENÇ KALEMLER GEMİ Tek bir şey sormak istiyorum sana, neden gittin? Madem gidecektin neden geldin? Ben farkındayım biliyor musun her şeyin? Geldin. Hem de öyle yavaş yavaş da değil bir anda geldin. Bende öyle bir yer edindin ki ben bile farkında değildim bunun. ‘’Benim hayatımda ne işin var?’’ dedim ya sana o gün, pişman mıyım bunu dediğime diye senden sonra çok düşündüm ama hayır!.. Değilim. Pişman olması gereken, özür dilemesi gereken kişi sensin. Bir anda karşıma çıkıp derin izler bırakıp giden sensin. Sonrasında hiçbir şey olmamış gibi beni aptal yerine koyan da sensin. Ama sana kızgın ya da kırgın değilim biliyor musun? Hatta teşekkür ederim sana. Bana bazı şeyleri çok güzel hatırlattın. Bir kere geliyorum ben bu dünyaya mesela. Bir daha bugünü yaşayamayacakken senin gibi biri için niye üzüleyim ki? Niye bir şeyler içimde kalsın? Her şeyin en güzelini doya doya yaşamak benim hakkım. Aşık olmayı hatırladım ben. Öyle bir sev ki dedim kendime, tüm güzelliğiyle, içtenliğiyle yer edinsin kalbimde dedim. Gerekirse ağlarım gerekirse kahkahalar atarım dedim ama şu sözü verdim kendime: Sadece mutluluktan ağlayacaktım. Aşık olmuşum o kadar. Doğanın tüm yeşilleri ayrı bir güzel gelmeye başlamışken, pembe saksıma bir açelya bile dikmişken, o kuşları, kelebekleri izlemekten artık daha da keyif almaya başlamışken oturup üzüntüden mi ağlayacaktım bir de. Hadi canım sende... Ben senin gidişinden sonra tek bir damla bile gözyaşı dökmedim çünkü gülmek, bana daha çok yakışıyor. Senin için kendimi gülmekten alıkoymadım. Sevdiğim her şeye bambaşka bakmayı, gerçekten sevdiğime ise senin yapamadığın şeyi yapıp sahip çıkmam gerektiğini de öğrendim. Sevdiğim şeyleri çıkardım hayatımdan. Böyle aniden, evet. Tıpkı senin gelişin gibi. Sahip çıktığım tek şey, gerçekten sevdiklerim oldu. Sokaktaki tekir kedi de dahil buna yabani otların içinden çıkmış olan gelincik de. Gelincikler de bir şey öğretti bana biliyor musun? Umudu, güçlü durmayı hatırlatıyor bana. İncecik gövdesiyle en güçlü rüzgarda bile dimdik duruyor gelincik. Bunu görünce, ‘’Ben niye en ufak şeyde pes ediyorum ki?’’ dedim. Güçlü durmayı öğrendim. Bunu her kız çocuğuna da öğrettim. Çünkü biliyorum gelecekte onları öyle şeyler bekliyor ki onlar bunlara karşı dik durmayı bilsinler. İyi ki gittin biliyor musun? Sen gittikten sonra ben kendimi buldum. Kendime, özüme geri döndüm. Meğerse senin için o kadar çok kendimden ödün vermişim, uzaklaşmışım ki. Senin gibi biri için kendimi terk etmişim. Sen, benim kendimden ödün vermeme sebep olup sonrasında beni kendim olmamakla suçladın. Kendimden çok özür diledim bu yüzden. Kendime çok haksızlık etmişim. Canım kendim diyorum her sabah uyandığımda. İyi ki varsın diyorum. Senin söylemeyi bilmediğin cümleleri söylüyorum kendime. Sana edeceğim en büyük teşekkür ise bana bu hayat benim demeyi öğrettiğin için. İçinde bulunduğum gemiyi hatırlattın bana. İçinde olduğum bu gemi, benim gemimdi. Evet! Ne olursa olsun ben bu gemiden mutlu ineceğim! Ve ben mutlu bir şekilde inerken sen sadece şaşkınlıkla bana bakıyor olacaksın. Melek Sude KAÇAN Kalemin İzi 52
GENÇ KALEMLER OLMAYANI ARAMA YOLCULUĞU 28 Kasım 2019 Perşembe ‘’ Aylardan kasım. Yürüyorum, anlamaya çalışıyorum hayatın anlamını. Donuk gözlerle etrafı süzüyorum. İçimde bir vurdumduymazlık, bir boş vermişlik velhasılıkelam bir hiçlik duygusu var. Kendimi birtakım sağır insanlar içinde bas bas bağırıp sesini duyurmaya çalışan biri gibi hissediyorum. Çaresiz, aynı zamanda da umutlu. Biliyorum, bir gün birinin dikkatini çekeceğim. Ama tek korkum o kişiyi bulduğumda umudumun tükenmiş olması. Arıyorum, kalbimin çarptığını hissetmeme neden olacak kişiyi arıyorum. Aklımda Yusuf Atılgan’ın o şairane cümlesi yankılanıyor. Attığım her adımda şu iki cümleyi düşünüyorum. Hani “Aylak Adam” romanının girişinde yer alan bir cümle vardı: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Sahiden de “Ya bunlardan biri ise beni anlayacak olan kişi ?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum bu iki cümle yüzünden . İçimde iki ses var susturamadığım; biri ne olacaksa olsun diyen kalbim, biri de “İmkansızların peşinden koşmayı bırak” diyen beynim. Ben ise bu iki sesin arasında boğuluyorum. Halbuki ikisi de aynı kapıya çıkıyordu: Olmayanı aramak. Gökyüzüne bakıyorum. Bu güzelliği bozan bir şey var. Bilmiyorum nedenini ama hissediyorum her bir zerremle. Ama neyin böyle hissetmeme sebep olduğunu bulamıyorum. O sırada gökyüzünde iz bırakan uçak mıydı acaba? Yoksa tam da şu anda süzülmekte olan kuşlar mı? Kuşlar olamazdı. Gökyüzü olmadan yapamazlardı onlar. Gökyüzü de onlarsız tuzsuz yemeğe benzerdi. Yoksa bulutlar mı ? O da olamazdı. Eğer bulutlar olmasaydı nasıl anlayacaktık gökyüzünün bu kadar güzel olduğunu ? Gülümsedim. En güzeli boş vermekti. Hem düşünüp de ne yapacaktım. Bir anda esip saçlarımı havalandıran sert, acı rüzgarla kendime geldim. O anda fark ettim yağmurun yağdığını. Zihnimden şairane bir cümle tasarladım: Yağmur bir gün sordu iyi insanlara: “Sizin gözleriniz niye bana benziyor?” Cevap vermiş iyi insanlar: “Çünkü sen de bizim gibi içine atıyorsun. Bir gün de döküyorsun içini.” Fırtına yaklaşıyor. Bir anlığına şunu düşünüyorum: ”Bu fırtına gelecekti besbelli. Eninde sonunda da gidecekti. Peki ya içimdeki fırtına? O ne zaman dinecekti?” Kendi düşüncelerime bile cevap bulamıyordum. Cevabım koca bir “hiç” idi. Bilmiyorum.keşke hiçbir şey de bilmeseydim. Cahillik mutluluktu. Sanırım kendimden yorulduğum günlerdeyim. İçimdeki kışı sevsem iyi olacak. Kalemin İzi 53
GENÇ KALEMLER Çantamda şemsiyem vardı ama çıkarmaya niyetim yok. Hayır, üşengeçlikten değil. Amacım farklı olmak. Bunu da başarıyorum üstelik. Çünkü her şeyin farkındayım. Ayrıca kimse bunun farkında değil. Bazı insanlar ne demek istediğimin de farkında değil. Bir dünya insanın arasında, olmayanı arıyorum. Bu tam bir delilikti ama ben de deliyim. Başımı yere indiriyorum. İnsanların basmamak için özen gösterdiği su birikintisine bastığım zaman dikkatimi çekti. Suyun durulmasını bekliyorum birkaç saniye. O an anlıyorum hakikati. Suda kendi yansımamdan hariç bir de elektrik direklerinin yansıması var. Meğer aradığım şey gökyüzünde değil, yerdeydi. Yine birtakım insanların birtakım saçma icatlarına kurban gitmişti gökyüzü. Etrafıma bakıyorum, daha doğrusu bakamıyorum. Yağmur suları gözlerimin içine giriyor çünkü. İnsanlar gökten taş yağıyormuş gibi kaçışıyorlar. Bir an tereddüt ediyorum. Acaba ben mi anormaldim yoksa insanlar mı insanlıktan çıkmıştı? İlkine inanmayı çok istiyorum oysa ikincisiydi doğru olan. Ben bendim ama insanlar…En ufak darbelerden bile kaçıyor insan. Sığınacak bir liman arıyor. Ama o limanı ben kendi ellerimle itmiştim. Anlayacağınız kaybetmeyi kendim tercih etmiştim. Alın, bir kanıt daha. Deliydim ben. Hem de zır deli. Kendi kendime gülümsediğimi sağımdaki gri apartmanın bir penceresinden bana bakan çocuk sayesinde anlamıştım. Aldırmadım gülümsemeye devam ettim. Sonra çocuğa tekrar baktım. Bana değil de az ötemde yağmura aldırmadan cılız bir ağacı kesen teyzeye bakıyordu. O da benim gibi dehşete kapılmıştı. Gözlerini fal taşı gibi açmış ağaca gelen her darbeyle irkilip gözlerini kapatıyordu. Elinden bir şey gelmiyordu izlemekten başka. Mademki o yapamıyordu ben yapmalıydım. Yine kendi düşüncelerime söz geçirememiştim! Kalemin İzi 54
GENÇ KALEMLER Bir koşu vardım teyzenin yanına. “Teyzem!” dedim. İlk önce duymadı. Hemencecik işini bitirip gitmek istediği belliydi. Yağmur şiddetini iyice arttırmıştı.. Tekrar seslendim: ”Teyzem!” Bu sefer duydu: “Buyur güzel kızım” dedi bağırarak. Güzel mi?...Ben?...Buna neye göre karar vermişti? Tabii ki her insan gibi yüzüme bakarak. Güzellik soyut bir kavramdı fikrimce. Oysaki yüzümüz somut bir şeydi. Güzelliğin ruhta yer alması gerekirdi. Olmalıydı. “Ya da lüzum yok.” Dedim. “Mühim bir şey değil.” Sen bilirsin dercesine omuz silkti. Ben de yoluma devam ettim. Görünüşe önem veren insanlara katlanamıyordum. Eşit derecede uzak duruyordum o mahluklardan. Özellikle de erkeklerden. Bir yazar yazmıştı: “Kadınlar duyduklarına aşık olur, erkekler ise gördüklerine. O yüzden kadınlar makyaj yapar, erkekler ise yalan söyler.” Ben hep yalan söyleyen insanlardan eşit derecede uzak durmaya çalıştım. Böyle yapmaya da devam edeceğim. Sırf bu yüzden de yalnızım. Ama bazen yalnız olmak iyidir. Kimse beni kıramıyor, üzemiyor. Sanırım benden insanlara yâr olmaz. Sakinleşmeye ihtiyacım var.Yolumu değiştiriyorum. Biraz değişiklik iyi gelecek ruhuma. Şemsiyemi çıkarıyorum çantamdan. Açıyorum. Hayır herkes gibi olmaya karar vermiyorum. Tam tersine onlardan kendimi soyutlamaya çalışıyorum. Bunun için de dikkat çekmemeye özen gösteriyorum. Sakinleştiğimde etrafıma bir göz atıveriyorum nerdeyim diye. İlk önce tanıyamadım. Ama o sokaktayım. Adını “Gökkuşağı” koyduğum sokakta. Nedenini soracak olursanız: Her evin farklı olmasıdır. Hepsi başka renkte hepsi başka biçimde. Kiminin balkonu varken kiminin yok. Kiminin bahçesi var kiminin yok. Ama en önemlisi her evin içinde farklı insanlar yaşıyor olmasıydı. Düşünmeden edemiyordum Gökkuşağı Sokağı’ ndan her geçişimde: “Ya bu evlerden birindeyse aradığım ?” Kalemin İzi 55
GENÇ KALEMLER Az ötede her denk gelişimde gülümsememe neden olan kediyi, Şeftali’yi, görüyorum. Tombul bir kedi Şeftali. Bakıldığında ısırmak çimdiklemek isteyeceğiniz bir çehreye sahip, (en azından ben öyle seviyorum.) paytak ve oldukça yavaş ilerleyen bu kedinin tüyleri şeftali renginde. O yüzden adını Şeftali koydum kendimce. Her karşılaştığımızda yaptığı gibi beni görünce yine kaçıyor. Hayvanlarla aram hiç iyi olmamıştır. Fakat severdim bir çoğunu. Ben bitkilerle iyi anlaştığımı düşünüyordum. Zaten bu sokağı sevmemin bir başka sebebi de Şeftali’nin beni görünce arkasına sığındığı sarmaşıklar. Sözünü ettiğim sarmaşıklar devasa bir duvarı boydan boya kaplayacak cinsten. Her geçişimde yaptığım gibi sarmaşıklara doğru ilerliyorum. Bir yandan da şemsiyemi kapatıyorum. Sokuluyorum usulca o duvara. Rüzgar tekrar esmeye başlıyor. Sarı, kırmızı, yeşil ve kahverengi tonlardan oluşan binlerce yaprak sallanmaya başlıyor. Yaprakların çıkardığı o hoş hışırtıyla gözlerimi kapatıyorum. Dinliyorum o eşsiz ezgiyi. Uyum içerisinde çıkan o seste kayboluyorum. Bir yandan da esen rüzgarla savruluyor ruhum. Hoşuma gidiyor, bir anlığına da olsa unutuyorum yaşananları, bulunduğum sokağı, dünyayı… her şeyi. Sadece ruhum ve sarmaşıklar. Beni anlamasını istediğim ve buna inandığım için sığınıyorum sarmaşıklara. Artık sarmaşıklardan medet umuyorum, insanlardan değil. Bir yandan da ilerlemeye devam ediyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Elimi onlara uzatıyorum. Islaktılar. Gözlerimi açıyorum. Tuhaf bir biçimde de azdılar. Sanki o acı haberi benden önce almışlar gibi dökmüştüler yapraklarını. ”Bugün bir kardeşiniz öldü.” dedim sarmaşıklara. “Suçsuz yere.” İstemsizce yere baktım ve yapraklara bastığımı fark ettim. İrkiliyorum, yola doğru atıyorum kendimi. Allah’tan araba geçmiyor o vakit, yoksa kesin çarpardı. Ya ben de canını yaktıysam o teyze gibi, bu güzelim sarmaşıkların yapraklarına basarak? Belki de şimdi için için ağlıyordur benim de canımı yakmak istiyorlar diye. İçimden şöyle geçiriyorum: Artık bir çiçek bile koparmayacağım. Olan biten her şeyi unutmaya çalışarak atıyorum adımlarımı. Sarmaşıkların olduğu duvar geride kalıyor artık. Yolda bir belediye çukuru görüyorum. Bir anda aklıma geliyor Orhan Veli. İstanbul’u gözleri kapalı dinlerken Ankara’da bir belediye çukuruna düşüp ölen Orhan Veli… Yüzümü acı bir tebessüm kaplıyor, hissediyorum. Kalemin İzi 56
GENÇ KALEMLER En sevdiğim şairi soranlara Cemal Süreya üstadımızın şu dizeleriyle cevap vermek istiyorum: “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu. İki kere öpsem üçün boynu bükük.” İşte ben de böyle böyle bütün üstatları sever oldum. Şu şairler çok bahtsız insanlar çok! Ayrıca büyük bir çoğunluğu erkek ve neredeyse hiçbiri sadık kalmayı beceremiyor. Fark etmiş miydiniz? Acaba onlar da mı görünüşe önem veriyorlardı ? Yoksa niçin bunca üzgün, kalbi kırık çiçekler bıraksınlar geriye? Belki de onlar da arıyordu benim gibi. Kim bilir? Bitmişti hikayem. Dökmüştüm içimi. Öğrenmiştim kelimelerin yetersizliğini. Elimdeki kalemi koydum kağıtların üstüne. Olduğu gibi bıraktım her şeyi. Bu hikaye benim veda mektubumdu bir nevi. Hayır, intihar falan etmeyecektim. Ölmeyecektim de. Sadece eskisi gibi olmayacaktım. Yorgunluğum uykuyla atılamayacak kadar büyümüştü. Ben ise vazgeçmiştim yaşamaktan. İnsanlar artık bana baktıklarında nefes alan bir ölü göreceklerdi. Tıbben yaşayan ama düşüncelerinde boğulmuş bir cesettim ben. Ama şunu çok iyi biliyordum: Artık eskisi gibi değildim. “Eski Ben” e vedaydı bu mektup. Şeyma T. GERÇEKTEN GEÇER Mİ? Geçmişin gerçekten geçtiğine emin miyiz? Yaşanıp biten bir şeyin izleri taşımak hala onu geçmiş yapar mı ya da geçtiyse neden ruhumda hala sızı var? Geçmiş ne peki? Yaşanıp bitip geride kalan mı? Şimdiki zaman öncesi mi? Kim tanım koymuş ki geçmiş için? Adil değil çünkü dedikleri. Yaşanıp bitip geride kalmıyor, geçmiyor. Benimle kalmaya devam ediyor ve ben en olmayacak yerde, en olmayacak masada o sızının acısıyla ağlıyor oluyorum. Çünkü geçmiyor bazı şeyler. Neler yaşanırsa yaşansın, hep bir iz kalıyor. O kalan iz de insanı tüketmiyor mu? Gördüğü en ufak şeyde, bir çiçekte ya da bir kağıtta fark ettiği şey, oturup saatlerce ağlama isteği uyandırırken nasıl geçmiş olabilir ki? Geçmiş acı veriyor, çok fazla hem de. Acıyı, sızıyı unutmak için ondan kaçmayı denesem, daha da alevleniyor o sızı. Kaçtıkça sanki daha da deşiyorum o yarayı. ‘’Tecrübe oldu bu sana.’’ diyenlere kulak tıkıyorum. Tecrübe olmadı bu bana. Bir şeyin geçmediğini öğrenmek tecrübe değil hayatın sana karşı olan ben buradayım deyişi. Kalemin İzi 57
GENÇ KALEMLER Hiçbir şey içimde kalmasın diyordum hep. İleride keşke diyeceğim hiçbir şey olmasın istiyordum ama bu durum sadece istemekle kaldı. O kadar çok şey kaldı ki içimde, yaşanmayan, söylenmeyen. Buna olan kızgınlığımdan geçmiyordur geçmiş belki. Sanki benden bir intikam almak istercesine. Geçmişe geri dönüp onunla hesaplaşmayı denesem... Korkağım galiba bu konuda. Hesaplaşmak için geri dönsem, kızmak istediğime kızamayıp yine kendime kızacağım diye korkuyorum. Çünkü biliyorum ona kızabilseydim şuan içimde hissettiğim sızıyla konuşuyor olmayacaktım ve gerçekten geçmiş olacaktı. Ama inanmıyorum artık iyi şeyin de geçeceğine. İyi ya da kötü her şey öyle bir iz bırakıyor ki. Ya daha çok hayata bağlıyor seni ya da farklı bakmaya başlıyorsun her şeye. Vedalaşmayı öğrenmem gerekiyordur belki ama açmam gereken temiz sayfayı açmaya yetmiyor gücüm. O gün çok üzülen kendime haksızlık ederim gibi hissediyorum. Madem diyor içimdeki ses her şeyi silip temiz bir sayfa açabilecektin neden o gün pembe saksındaki açelyan solduğunda günlerce ağladın? Belki o açelyaydı benim temiz sayfam ve o, o gün solduğunda kaybettim belki ben ümidimi ve kimse bunu bilmediği için bana bunun için mi ağlıyorsun dedi. Evet, ben o gün onun için ağladım ama siz beni anlamadınız. Oğuz Atay çok güzel söylüyor: \"Bazılarımız şiirlere, şarkılara, filmlere, kitaplara tutunuyor. Sanırım artık insan, tutunamıyor insana.\" Ben tutunamadım kimseye. Hep kırıldı, kayboldu tutunduğum. Bir açelya diktim saksıma ve ona bağladım kendimi ama benim tutunduğum açelyam soldu. Dayanma gücümü toplamaya, tutunacağım dalı bulmaya çalışıyorum tekrar. Belki bir kedi sahiplenirim şimdi. Her sabah süt verdiğim Tekirle yeni açelyamı, yeni alacağım sarı saksıya dikerim. Geçmeyen geçmişle, dinmeyen sızımla yaşamaya devam ederim en fazla... Melek Sude KAÇAN Kalemin İzi 58
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) RUH MU ÇEVRE Mİ? Hepimizin başına gelmiştir, hepimiz şahit olmuşuzdur, zincirlerini çekip koparan kişilere. Peki bu zincirleri koparma arzusu kişinin cevherinde mi vardır yoksa çevre gibi diğer etmenlerden mi kaynaklanır? Bahsettiğim zincir ayak bileklerimizden tutup bizi bağlayan özgürlük zinciri değildir, yanlış anlaşılmasın. Bahsettiğim zincir, bizi kötü yoldan alıkoyan, doğruya iten iç sesimiz; ruh zincirimiz. Peki ruh zinciri ile bağlıysak ve hayatlarımızın bir kısmında “iyi” birer birey olarak yaşadıysak bizi kötülüğe iten nedir? Ara sıra arkadaşlarım ile oturup hasbihal ederken değişen, eskisinden farklı davranmaya başlayan insanları ele alırız. Değişim her zaman iyi yönde olmaz bildiğimiz üzere. Bu değişen, kötü alışkanlıkların içinde boğulan insanlar ruh zincirlerini koparmışlardır bana göre. Şeyh Galib’in de dediği gibi “Vücut ruhun bineğidir.” Yani bu davranışlara sebep olan asıl etken çevreleri değil, içlerinde yatıp onları güzellikten alıkoyan sinsi timsahlardır. Kişinin ruhu, davranışlarını belirler. Hiçbir dış etmen olamaz ki ruh zincirlerine bağlı bir kişiyi bulunduğu yoldan saptırsın. İçinde olan her şey elbet dışa vurur, yüzünü gösterir. Kötü alışkanlıklara sahip insanlar elbette çevremizde var olacaktır. Önemli olan içsel irademizi koruyup, timsahları susturmak değil midir? Elif DEMİR PORTAKALLI EV Muğla’nın dar sokaklarında buldum kendimi. Eski, her köşesi buram buram nostalji kokan evlere gülümsedim. Ne yaşanmıştı acaba bu evlerde? Kaç çocuk koşarken düşmüş, ağlamıştı bu sokaklarda? Mutsuz, suratsız ruh halimi bu sokaklara yakıştıramadım. Kapalı ve unutulmaya yüz tutmuş bir berber dükkanının camından yansımama baktım biraz. Olduğum yerde fazla dikilmiş olmalıyım ki arkamdan” Kızım o dükkan yıllardır kapalı. Ne oldu birine mi bakmıştın? Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” diyen yaşlı bir ses yükseldi. Arkamı döndüm ve 70’li yaşlarda, masmavi gözleri, beyaz saçlarıyla güler yüzlü bir amcayı gördüm. Kalemin İzi 59
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Ona tebessüm ettim ve “Sadece bakınıyordum bu hoş sokaklara, iyi hissettiriyor beni amca.” diyerek cevap verdim. Aniden gözleri açıldı, heyecanla yaklaştı. Bu davranışlarına anlam veremesem da bu yaştaki bir bireyin çocuk gibi hareketi güldürdü beni. Yanıma iyice yaklaşınca “Portakal bahçeli evi gördün mü?” diye sordu. Görmediğimi söyleyince “Nasıl böyle bir güzellikten mahrum kalırsın? O bu mahalledeki en güzel yerdir. Şuradan yukarı çıkınca bir portakal kokusu karşılayacak seni, kokuyu takip edersen bulursun o güzelliği.” dedi. Ona cevap vermeye yeltenirken koşarak, uzaklaşıp gitti. Adamın bu davranışları beni merak ettirmişti. O portakallı evi bulmalıydım. Bahsettiği yoldan tepeye doğru çıkmaya başladım. Biraz ilerledikten sonra Yasemin çiçeği kokusu sardı bir yanımı. Kokuyu aldığım yere döndüm. Sıkışık, küçük bir kolonyacıydı. Bu muazzam koku oradan geliyordu. Portakal kokusu ararken bu kokuyla tanışmak beni üzmek yerine daha çok o evi aramam için teşvik etti. Yine de bu kokunun sırrını merak ettiğimden kolonyacıda buldum kendimi. Birçok renk renk sıvının, ince uzun boruların ve boy boy cam tüplerin arkasında tatlı mı tatlı bir teyze vardı. Önemli bir işle uğraşıyor gibiydi. Ona yaklaşınca, eli ayağına dolandı. “Merak etme teyzecim, sadece yayılan bu kokuyu merak edip girdim içeri, biraz bakınıp çıkacağım.” diyerek işine devam etmesini istedim. Kadın bana gülümsedi ve elindeki şişeye bir sıvı aktarmaya başladı. Uzun uzun ne yaptığını izleyip, bu konularda bilgili olmadığım için, kendimce anlamlandırmaya çalıştım. Fazla dikkatli izlemem sanırım teyzeyi biraz gerdi. Elindeki şişeyi yere düşürdü, sıvı yerlere döküldü ve işte portakal kokusunu bulmuştum. Yere dökülen sıvı, gündüz toplanmış portakalların kokusuydu. Daha önce dünyada kokladığım hiçbir kokuya benzemiyordu, eşsizdi. Kadın, üzgün bir o kadar da çaresiz bir şekilde bana baktı. Sanırım artık dükkandan çıkma vaktim gelmişti. Biraz daha sokakta yürüyünce karnımda bir boşluk hissettim. Sabahtan beri hiçbir şey yememiştim.” Portakallı evi bulunca bir şeyler yerim.” diye düşünüp geçiştirdim. Bir müddet sonra enfes yemek kokuları gelen bir lokantanın önünden geçerken karnım beni utandırıp yüksek bir sesle guruldadı. Lokanta çalışanı otuzlu yaşlarda bir adamdı karnımın sesini duyup hemen beni içeri davet etti. Bir güzel doyurduktan sonra ikram olarak portakal tabağı getirdi. Sanki bütün sokak portakallı evi aradığımı biliyordu. Lokantadan çıktım, aramaya devam ettim. Saatlerce bu evi aradıktan sonra hala hiçbir şey bulamamıştım. Hava kararmaya başlamıştı. Evler ışıklarını açmış, işten gelen insanlar sıcacık evlerine ve çocuklarının sımsıkı kollarına kavuşmuşlardı. Çok yorulmuştum ama pes etmeyecektim. Yarın tekrar buraya gelip o evi bulacaktım. Kalemin İzi 60
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Evime hayal kırıklığı ile dönerken camda bir kadın gördüm. Yoldan geçeni izliyor, çekirdek çitliyordu. Beni görüp gecenin bu saatinde neden bu sokakta olduğumu sordu. Günümü baştan sona anlattım ona, o da pencereden dinledi beni. Birkaç cümle söyledi. Beni mahveden birkaç cümle... Yıllar yıllar önce bu mahallede bir ev varmış. Bugün gördüğüm o yaşlı adam da o evin sahibiymiş. Her gün bahçesindeki portakal ağaçlarını sularmış. Bütün mahalle hayranlıkla bakarmış o eve. Bir gün adam evine geldiğinde önünde küller, kara bir sis ve simsiyah olmuş ağaçlar duruyormuş. Kulaklarında ise ağaçların çıtırdama sesi yankılanıyormuş. O evin olduğu yere güzel, yeni bir bina yapılacağı için evi yakmışlar. Sadece evi yakmakla kalmayıp o adamın da hayatını karartmışlar. Adam o günden sonra her gün portakal ağaçlarının eskiden var olduğu yeri sulamaya devam etmiş. Şu an suladığı yer bir kaldırımmış, sadece bir kaldırım. Muğla’nın dar sokaklarında bugün binlerce insanın portakal ağaçlarına bastığımı öğrendim. Binlerce betonlaşmış hayatlara dokundum ama ne olursa olsun hayatındaki portakal kokusunu kaybetmemiş insanlar da olduğunu gördüm. Sena METİN EZİLDİĞİM ADIMLAR Gözlerimi açtığım anda saatin kaç olduğundan haberim yoktu. Nerede olduğumu da bilmiyordum. Duyduğum tek şey ise kulaklarımda yankılanan o yardım çığlıklarıydı. Neden yardım istiyordu bu insanlar? Olaylara pek anlam veremiyordum. En son hatırladığım sıcacık yatağımda kedim Boncuk ile yattığımdı. Ama neden üşüyordum ki sıcacık yatağımdaysam? Ellerimi şu anki yattığım yerde gezdirdim. Yatağım soğuk, sert bir betona dönüşmüştü. Kedim Boncuk’u aradım çaresizce. Ellerimi biraz daha gezdirdim betonda. Sonunda Boncuk’un o yumuşacık tüylü bedenine değdi ellerim. Mutluluktan ağlamaya başlayacakken ellerimin ıslandığını fark ettim. Ellerimi bedenime doğru geri çekince burnuma dolan yoğun kan kokusuyla öğürdüm. Mutluluktan ağlayacak o gözlerim şu an acı ve korkuyla göz yaşlarını döktü. Ağlamaya başladığım sırada bedenime kollar dolandı. Tanıdığım o güzel kokuyu çektim içime. Kulaklarıma dolan o yardım çığlıklarını annemin sesi bastırdı. “Korkma, benim minik kelebeğim. Annen yanında.” diyerek sessizce ağladı. Ne olduğunu soramadım, neden hareket edemediğimizi bilmek istemedim. Bu korktuğum karanlığın ne zaman biteceğini annem de bilemezdi ki. Bir müddet sonra üzerimdeki annem de yardım için haykırdı. Onun haykırışları, bu ıstıraptan kurtulabileceğimizi hissettirdi. Anneme katıldım, bağırmaya başladım. Belki biri duyardı çığlıklarımızı. Bağırdık, bağırdık ve bağırdık. Kimse duymadı bizi, kimse kaldırmadı annemin üstündeki o betonu. Annem soğuktan titremeye başlamıştı. Kendisini bana siper etmiş bedeni yavaş yavaş, yıkılan binalar gibi çöküyordu. Elimi kavramış eli, yavaşça elimi bırakıyordu. Anneme “Lütfen ölme, beni bırakma tamam mı anne?” diyerek yalvardım. Annemden bir cevap alamadım. Sadece annemin gözyaşları yüzümü ıslatıyorlardı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama her dakika avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Kalemin İzi 61
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Annemin sesi artık çıkmıyordu, nefes alış verişini de duymaz olmuştum. Artık üzerimde beni ısıtan bir ceset vardı. Sanırım ben üzerimde beni ısıtan bir ceketi hak etmemiştim. Etraftan gelen insan sesleri artık kesilmişti. Benim ise susuzluktan boğazım kurumuştu. Uykum gelmişti ama uyursam bir daha uyanabilir miydim? Tam kendimi uykunun ellerine teslim edecekken dışarıdaki sessizliği bir ses böldü. “Enkazda olan biri varsa ses versin.” diye bağıran adamlar etrafımı sarmışlardı. Kurtulduğumu düşünerek ses çıkarmaya çalıştım. Yapamadım, sesim çıkmadı. Sesim kısılmıştı. Üzerimden geçen bütün insanları duydum, beni ezen bütün adımları hissettim. Onlar ise beni göremedi. Kimse canlı olduğumu bilemedi. Onlar beni sessiz bir ölüme terk etti. Sena METİN Kalemin İzi 62
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) SEN, BEN VE SANİYELER Saat yelkovanının hareketlerini izlemeye başladım. Sonra yelkovanın hareketleri ilerledi ve bir süre sonra yelkovandan sıkıldım, saatin akrebinin hareketleri çekici geldi. Evde başka bir ses yoktu, büyük bir evde yaşayan küçük bir çocuktum. Büyük, mütevazi bir evde, köşkte yaşayabilmek için yapmamız gereken birkaç fedakarlık vardı. Annem ve babam çok yoğun çalışıyorlardı. Yüzlerini pek göremezdim, sevgilerini pek hissedemezdim. Annem ben 6-7 yaşlarındayken daha çalışmaya başlamamıştı. En sevdiği şey kanaviçe işlemekti. O kadar güzel motifler yapardı ki küçücük aklımla hayran kalırdım ona. Bana da öğretti, birlikte yapmaya başladık. Oturur saatlerce konuşarak, gülüşerek geçirirdik vaktimizi. Gözlerimi saatten alarak divanda duran yastıklara baktım. İşlediğimiz motiflere dokundum. Bir anne, bir çocuk ve bir ev vardı. Gözlerimden düşen bir yaşla ıslandı yastık. Ona zarar verdim diye çok korktum, o annemin sevgisinden kalan tek parçaydı. Aynaya baktım, baktım ve bakmaya devam ettim. Onu çok kıskanmıştım annem ve babamı benden çok görüyor, onlarla çok daha fazla zaman geçirebiliyordu. Ağlamam hiddetlendi, hıçkırık sesim evde yankılandı. Çıkan sesle Ahmet’in uyanabileceğini düşündüm, hemen yanına koştum. Sessizce yatıyordu benim canım Ahmet’im. Ateşi var mı diye baktım, elimin tersini alnında ardından yanağında gezdirdim. Kucağıma aldım onu, evde usulca sallayarak gezdirdim. Biraz konuştuk, biraz da güldük. Kanaviçelere baktığını görünce ilgisini çektiğini anladım. Yanıma oturtturdum ve bir şeyler işlemeye başladım kumaşa. Hayranlıkla izliyordu beni. Ona da öğretmeye başladım. O gün birlikte, kumaşa beni Ahmet'i ve evimizi işledik. Çok zeki bir çocuktu, her zaman onun yanında, ruhumla da olsa onunla olacaktım. Radyodan hafif bir müzik açtım. Sobayı yaktım, yorulan Ahmet’imi yatırdım yatağına. Üşümesin diye örttüm üstünü. Mutfağa geçtim ve yemeğimi yaptım. Yemeğin ardından banyomu ettim. Islak saçlarımı taradım, ördüm. En güzel elbiselerimi giydim. Uyumaya hazırlanıyordum. Ailemin beni görebileceği tek zamanda, gece ben uyumuşken, bari kızlarının mutlu ve güzel olduğunu görebilsinler isterdim. En güzel halimle girerdim o yatağa. Yine girdim yatağıma, uykuya daldım. Duvarlar duymuş sanırım annem ve babamı. Akşam uykudayken annemin babama “ Bugün de kanaviçe yapmış, senelerdir her gün yapıyor Faruk. Her kanaviçesine kendisini, bu evi ve ona aldığın bez bebeği işliyor. Kendisi soğukta odada yatarken, bez bebeği sobanın yanında uyutuyor. Her günü, her saniyesi o bebek ve kanaviçelere geçiyor.” diye söylendiğini yetiştirdi duvarlar bana. Duvarlar, onlar bilmiyor di mi vakit geçirdiğim şeylerin ne olduğunu? Bilmiyorlar di mi onlarsız benim ne kadar zorlandığımı? Onların varlığını hissettiğim şeylerle olduğumu, onların yokluklarıyla yaşadığımı bilmiyorlar. Onlar kanaviçelerin dillerini anlamıyorlar. Sena METİN Kalemin İzi 63
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) BİLİNÇ ALTINDAKİ OLAYLARIN PSİKOLOJİYE ETKİSİ NEDİR? İnsan yaşamın hemen her evresinde, her türlü duyguyla yaşamayı öğrenir. Duyguların belleğimizde kalıcı olacak şekilde izler bırakması olasılığı mümkündür. Meçhul olan ise, belleğimizdeki kalıcı izlerin geri kalan hayatımızda bizim yaşamımıza etki edip etmeyeceği sorusudur. Hayatta barındığımız kalan süre zarfında ne tür hadiselere tanık olacağımız bile muammayken, geçmişte yaşanan olayları bir bütünde toplayıp psikolojiye etkisini tartışmak pek tabii güçtür. Hayatta kalmaya çalışan diğer hayvanlar vahşi yaşamın bir parçasıdırlar, içgüdülerle yaşarlar. İnsanlarsa hayatta kalma çabasını sergileme açısından ikiye ayrılırlar; tıpkı hayvan ırkı gibi duygulardan uzak, yaşamı sürdürmeyi amaçlayan bir kesim ve duyguları ve aklı herhangi bir ölçü farketmeksizin ön planda tutan bir diğer kesim vardır. Bazı insanlar diğerlerinden daha şanslı doğup bahsettiğimiz ikinci kesimdeki ailelerin onları yetiştirip aynı duygular ve düşünceler çerçevesinde büyütmesiyle yetişir. Haliyle önemsedikleri oluşumlardan olan psikoloji, bazı zamanlar onları derinden sarsarken bazı zamanlar ise sevinçten çılgına döndürebilir. İnsan psikolojisi denince akla gelen ilk düşünce, kötü yaşantılar, stres ve kaygıdır. Toplum, psikolojinin yalnız kendini kötü etkileyen kısmı hakkında araştırır, düşünür. İyi şeyler için düşünmeye ne gerek? Hiç sürekli iyi düşünen birinin bu halinden bir şekilde memnun olmayıp yahut memnun olup araştırdığı görülmüş müdür ki? İmkanı var elbet. Psikoloji okuyan, psikolojiye aşırı ilgi duyan insanlar niçin insanların geçmişte yaşadıkları olayların şimdiki zamanlarda etki gösterme biçimini araştırmasınlar ki? İnsan merak duygusunu her zaman olmasa bile ön planda tutmaya çalışan bir canlıdır. Konu ne kadar ilginç ve kasvetli ise, merak etmek de o derece cazip gelir insana. Yağmur AYBEDİS Kalemin İzi 64
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) GEÇ VE GÜÇ Bölüm : Bekleyiş İyi malzemeden yapılmamıştı sandalyesi, her sürüklediğinde parkeyle didişirlermiş gibi ses çıkarırdı. En son pencerenin önüne koydu, manzaranın yarısını kaplayan ağaçları değil de, neden hep gökyüzünü seyre daldığını düşündü, kendine kızdı onlara yaptığı haksızlık için, hoşnut olmasa dahi biraz da onları seyre daldı. Yeliz’in içindeki özlem onu günden güne zayıflatıyor, imtihanlar ertesi dinlenme zamanında amcasıyla muhabbet etmek onun sabrını taşırıyordu. Hangi gün diğer genç kızlar gibi olacaktı, ne vakit bir çıkış yolu bulacaktı kendine? Üstelik Yeliz sesini çıkarmadığından amcası tıpkı bir bardak suya gün geçtikçe daha fazla zeytinyağı koyar gibi onun yaşam tarzını, düşüncesini değiştirmeye mi çalışacaktı? “Bana kalsa kızlar, okula mokula gitmez ama ağabeyimin vasiyeti olmasa, şimdi aldırmıştım seni” sonra “ Aklınızı karıştırıyorlar sizin!” hatta bazı zamanlarda da “ Ders de neyin nesiymiş bre, asıl ders hayattan edinilir.” derdi. Bir ay önce yumuşak kalpli annesini ve naif babasını kaybetmiş olan Yeliz, daha atlatamamış olduğu bu delice travmavı bastırmazken içinde, bazısı yüz tipini aynı annesiyle izlediği belgeselde gördüğü boğaya benzettiği amcasının amcasının iç bulandıran konuşmaları onu tıpkı animasyonlarda sinirlenen karakterler gibi burnundan ve kulağından kırmızı dumanlar çıkarıyormuş gibi hissettiriyor, sinirden yumruğunu sıkarken uzun, oval tırnakları avcunun içine batıyor, ardından tüm gün kesintisiz bir acı hissediyordu avcunda. Gücünün kuvvetinin yerinde olmadığını fark ettiği Pazar gecesi, neyse ki tatilin son günüydü Sonunda ders araları Mehmet’le buluşacak, okul çıkışı amcası Tesisatçı Metin çalışıyor olacağından rahatça plan yapabilecekti. Komodinin üzerine duran mumu yaktı ve lambayı söndürdü. Üzerini bir çay altlığıyla kapattığı suyundan bir yudum aldı ve çay altlığını geri yerleştirdi yerine. Bir anda tüm ağırlığını yatağa vererek kendini saldı, yatağın onu bu yorucu günden arındırması için kendini ona bıraktı. Okuldayken herkesin onun hakkında konuşuyor olduğunu hissetti, bu hep böyleydi. Eğer ortada bir suç varsa, hepsini o yapmış demekti. Dersine odaklanamaz, küçük bir fısıltıyı dahi üzerine alınır ve hemen endişesinden boncuk boncuk ter akıtmaya başlardı. Biri başka bir arkadaşını ima ederek konuşarak olsa, Yeliz hemen üzerine alınır, tek kaçış yolunu derste aldığı tuvalet izninde bulurdu. Aslında Mehmet de onun bir kurtarıcısı, bir kahramanı olamaz mıydı? Niçin yalnız kalmayı tercih etmiştir? Kalemin İzi 65
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Bölüm: Uyanış Akşam denen, cehennem ateşi kadar acı verici günün o vakti, sanki o gün içinde yaşadığı mutlulukların hepsinin hesabını verecekmiş gibi hissediyordu Yeliz. Amcasıyla sofraya oturuyor, yengesi akşam mesaisinde önce yaptığı yemekleri tüpün üzerine bırakıyor, sonra evi tertipleyip sonunda evden çıkıyordu. Bu sefer aynı olmadı, her akşamki acıyı; amcasının öfkeden ağzından ne kadar düşüncesi varsa ballandıra ballandıra marifetmiş gibi anlatışını izlememişti bu sefer. Bu sefer sahne alışılmışın daha dışında, aktörün jest ve mimiklerini kullanmadığını gösteriyordu. Çorbaya kaşığını batıra çıkara bir hal oldu adam. Yeliz bu durumlarda ne yapılacağını bilen bir insandı bir zamanlar ama şimdi Yeliz, Yeliz değildi. Anne babası şu anda yaşayıp görseydi çenesinden tutmak suretiyle suratını inceleyerek ve çaresiz durumunu sezerek : “ Bu bizim kızımız olabilir mi, ne hale gelmiş yavrucak?” der miydi acaba? Değişimi o derece belli oluyor muydu? ” İnsan hep aynı bedendedir, kendini fark edemez. Bir insanın değişip değişmediğini onu uzun bir aradan sonra görünce anlarız ancak.” derdi annesi. … Korktuğu şuydu ki amcası onun gözüne onca güçlü gözüktükten, onca baskın göründükten sonra nasıl olur da duygularını karşısında saklayamazdı? Yeliz merak etmiyordu. Ne olduğu umrunda değildi ve üzülmüyordu, aksine sevinebilirdi bile. Kendi çapında intikamını ancak bu şekilde alabilirdi. Odasına çıktı, biraz düşündü, kendi içinde tartışıyor, düşüncelerini sentezliyor, sonuca varmak için Tanrı’ya yalvarıyor ve sonra Tanrı’ ya yalvarmak yerine daha fazla düşünmenin daha yararlı olacağını düşünüyordu. Pencereyi yerinden uçuracak gibiydi rüzgar. Yeliz pencereyi açtı, bir yıldıza takılı kalakaldı. Kafasını aniden çevirip çalışma masasının bitişiğindeki sandalyesine dik dik baktı; orada bir insan olsaydı şimdi kaçıp gitmişti korkudan. İyi malzemeden yapılmamıştı sandalyesi, her sürüklediğinde parkeyle didişirlermiş gibi ses çıkarırdı. En son pencerenin önüne koydu, sıcacık pandufunu çıkardı ve diğer ayağındakini de. Ayağını yükseltti ve diğerini de, yeniden yükseltti ve diğerini de. Ayağını ileri attı ve diğerini de Yağmur AYBEDİS Kalemin İzi 66
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) SON BAHAR Sis yükselirken silüetinin ardından , Kapanmaksızın açılır pencereler. Yalnız son değil , bedenin değil aydınlanan , Kuşkusuz sahne ışığı mübalağa yapan. Işığın yansır pencerenin camına , Pencere dayanamaz , kapanır. Tek tük yaprağı kalmış karakavağın dalında , Gecenin üzüntüsü vurmuş hunharlarcalara. Alçak bir kaldırımı andıran değersiz pencere , Etrafın cümbüşüne kapılmış , kalmış. Işıklar aydınlanmış , sarmış beni çepeçevre , Yalnız tek nokta var o pencereyi büyüleyen binbir kere Yağmur AYBEDİS Kalemin İzi 67
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) HERKES GİDER Mİ Bulutların bile delicesine ağladığı bu dünyada ondan mutlu olması bekleniyordu. Peki, adil miydi bu? Peh, soruya bak! Şu müşkül dünyada adil olan ne vardı ki? Ana karnındaki yavrular ölüyordu, en masumlar suçlanıyordu, zenginler gününü gün eder ve daha fazlası için kölelerini çalıştırırken fakir yarın ne yiyeceğinin derdine düşüyordu... Kimi evlat ise daha ananın ne olduğunu yeni öğrenmeye başlamışken anasından oluyordu; sekiz yaşına daha dün basmış olan Kemal de o evlatlardan biriydi işte. Hızını azaltan yağmur, okul binasından köye uzanan patikayı çamur içinde bırakmıştı. Vakit daha öğlendi ama sanki çoktan gece olmuş gibiydi. Gökyüzünü bir yorgan misali örtmüş gri bulutlara baktı Kemal. Ancak pek bir şey görebildiği yoktu ki, yüzünün birer yanına düşen damlalar sebebiyle refleks olarak kirpiklerini kırpıştırıp duruyordu. Güneşe bakma çabasını kesti ve bu kez çamurdan rengi görünmeyen kırmızı şeritli mavi ayakkabılarına dikti gözlerini. Babacığı ona daha dün doğum gününde almıştı bu ayakkabıları. \"Al oğlum, güle güle giy, rahmetli ananın aldıklarının tabanını dikemedim. Lastik ayakkabı almaya da gönlüm el vermedi!\" demişti bunları oğluna verirken. Kemal babasına sarılmak istese de çekinmiş, kuru bir teşekkür edip hemen yeni ayakkabılarını denemişti. Ayağına tam oturan ve eski ayakkabılarına nazaran daha rahat olan bu şehirli ayakkabılarını arkadaşlarına da göstermek için ertesi gün hemen okula giymişti. Giymez olaydı... Nereden bilebilirdi ki o gün yemeğe eve dönerken sağanak yağmura yakalanacağını! Kendi kendine hayıflanarak patikayı çıkmaya devam etti. Diğer günlerin aksine yalnızdı o gün, tek başına gidiyordu eve. Kimse yağmurlu diye eve yürümemişti çünkü. Hepsine anası okulda durmalarını tembih etmişti. Neme lazım, Kemal giderdi bir kere eve, dirençli çocuktu o. Her gün ellerini açıp dua ettiği Allah'ın bereketinden kaçmazdı. Düşmeden patikayı aştı ve Zihni Hoca'nın evinin yanından geçen sokağa çıktı. Evin karşısında da bir tarla, tarlanın da bir diğer ucunda ahır vardı. Yer yetmemişti ahır için, Zihni Hoca da tarlanın ucuna yapmıştı ahırı. Zaten tarlaya bir şey ektiği yoktu, hayvanları otlatıyordu bir tek. Ancak o gün yağmur olduğundan hayvanlar yoktu etrafta. Bir tek Karabaş kuyruğunu sallaya sallaya oradan oraya koşturuyor, ara sıra havlıyordu. Kalemin İzi 68
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Kemal kendi evinin arsasında olan tarlaya uzanan yola girdi. Babasının birkaç ay önce ektiği süpürgelikler Kemal'in boyunun iki misli olmuştu bile. Bir de tarlanın en ucunda ayçiçekleri vardı. Ah, anacığı ne de çok severdi o ayçiçeklerini: Babası bildiğinden, \"Çiçek kokulu hanımım sevinsin.\" diye diye ekmişti hepsini. Bakın, şimdi de hepsi kocaman olmuşlardı işte! Hava kapandığından başlarını önlerine eğmişler, öksüz birer çocuk gibi boynu bükük kalmışlardı. Ayakkabıları çamurda \"şap şap\" diye sesler çıkartan Kemal, üstüne çamur sıçratmamaya dikkat ederek tarlaya girdi. Islanmış süpürgeliklerin arasından geçerken kaşkolunun şapkasını da iyice başına örttü: yeni kesilmiş saçlarına damla düştükçe huylanıyor, üşüdüğünü hissediyordu çünkü. Süpürgeliklerin arasından sıyrıldı ve ayçiçeklerinin yanına ulaştı. Şöyle bir baktı çiçeklere, anası aklına gelince sıkıntılı bir nefes verdi. Tarlanın yanındaki ahırın duvarına yaslanmış kasaların yanına gitti, sağlam olanlardan birinin yanına oturdu. Eline bir sopa aldı, çamurun üzerine soyut şekiller çiziktirmeye başladı. \"Beni duyabiliyor musun ana?\" dedi elindeki sopayla çamur olmuş tarlanın toprağını dürterek. Sert bir rüzgâr esti, Zihni Hoca'nın köpeği Karabaş daha kuvvetlice havladı. Kemal oturduğu yerden indi ve toprağın yanına çömeldi. Çamurun üzerinde gezdirdi elini. \"İpek Öğretmenim yarın beni matematikten imtihan edecekmiş,\" dedi soğuk yüzünden akan burnunu yüksek sesle çekerek. \"Pek kuvvetliymiş matematiğim, öyle dedi. Babamı da okula çağırdı ama babam gelemez dedim... Biliyorsun ya, aylık iş için şehre indi.\" Burnunu bir kere daha çekti Kemal. Baktı ki işe yaramıyor, önlüğünün koluna sildi sertçe. \"Sen olsaydın önlüğümü burun boku ettim diye çoktan iki tane şilte attıydın ana,\" dedi Kemal. Bunu söylerken gülüyordu ama anasına duyduğu özlemden gözleri çoktan dolu dolu olmuştu bile. \"Hep de popoma vururdun be ana... Babam da kızardı sana, bıraksana hanım çocuğun götünü çürüttün diye!\" Toprağı okşamaya devam etti; toprağın üzerinde gezinen minik elleri soğuktan uyuşmuştu, parmak uçları buruş buruş olmuştu. Ama o elini topraktan çekmedi. Anası topraktı onun. Geldiği yer topraktı, gittiği yer de toprak olacaktı ya! Anası da gitmişti şimdi toprağın altına. Evvela her şeyi topraktı. Anası öldüğü gün babaannesi demişti ona böyle, sonra da ağlama erkek adam ağlamaz demişti. Kardeşlerine abilik edeceksin, sen ağlamazsan onlar da ağlamaz demişti. O böyle deyince ağlamamıştı Kemal. Ama kızıyordu da babaannesine: erkekti Kemal ama insan değil miydi ya? Doğarken ağlayan insan neden tam da kendini tanımaya başladığı o zamanlarda ağlayamazdı? Kalemin İzi 69
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) \"Babam gitti ya gene, babaannem kaldı başımızda. Geçen gün dizleri tutmamaya başladı demiştim ya ana, bugün daha kötü oldu... Şükür ki küçükler yataklı okula gittiler de yardım ediyorum ona,\" dizlerini ve elini toprağa yaslayıp eğildi, dinledi. \"Ben gidemem şehre ana, İpek Öğretmenimi bırakamam ben... Hem babaannem de var, o yalnız kalamaz ki... Korkma, yormuyorum kendimi ana! Ben en çok senin toprağın altına girişini izlerken yorulduydum, daha da yorulmak bir kelimedir benim için!.. Bunu bana kim dedi biliyor musun? Hoca emmi! Ananı ağlamadan gönderdiysen, yorulmak senin için anlamsızdır dedi.\" Yağmur iyiden iyiye dinmişti artık ama hâlâ güneşten eser yoktu. Şöyle bir gökyüzüne baktıktan sonra yeniden başını toprağa çevirdi. Durdu, bir süre anasını dinledi. Zihninde konuşuyordu anasıyla: \"Babanı hiç aramıyon mu?\" diye sordu anası manidar bir sesle. Biliyordu Kemal, anası da merak ediyordu o gittikten sonra neler olduğunu ama işte, gelemiyordu yanlarına... \"Aramaz olur muyum ana, arıyorum tabi! Ama bazen çıkmaz telefonlarıma, yorgun olduğundan hemen uyurmuş, yemek bile yemeyi unuturmuş babacım! Geceleri kalkar ekmek kemirirmiş ara sıra, yersen! Bilirim onu, hiçbir şey yemez o. Harcamak istemez parasını, hepsini bize gönderir...\" \"Söylemedin mi ona, bizim için ye baba demedin mi?\" diye sordu anası. \"Demez olur muyum ana! Dedim vallaha ama dinleyen kim... Gelsin de göreyim onu, babaannem bacaklarını kıracak vallahi.\" kendi kendine kıkırdadı Kemal. Babasını da özlemişti, kardeşlerini de. Sanki anlamıştı onu anası, hemen sordu: \"Kardeşlerini aramaz mısın hiç?\" \"Ararım ana, ararım! Hepsi de turp gibilermiş maşallah. Okul tatil olunca göndereceklermiş onları, sevindim doğrusu. İnsan özlüyor di mi ana...\" Kemal soluklandı. Islak ellerini pantolonuna sildi ama ellerini kurulamasında pek de bir faydalı olmadı bu girişimi. \"Sana anlatmadıydım ana, babam dün geldi de beni doktora götürdü.\" Anası endişelendi. \"Ne doktoru a kızanım? Ne oldu yavrucum?\" Kemal kıkırdadı. \"Bir şey yokmuş be ana: her yanım ağrıyor diye gittiydik doktora da, doktor büyüme ağrısıdır geçer zamanla dedi. Geçmezse yine gelin, büyükşehre gönderelim dedi. Babacım da babaanneme teslim etti beni, dün gece tekrar şehre indi.\" \"İyisin o zaman, di mi eşek sıpası?\" anası hâlâ endişeli gibiydi. Kemal anasının saçlarını okşadı. \"İyiyim dedim ya ana, vallaha on tur atar gelirim köy boyunca.\" Kalemin İzi 70
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Anası güldü. Anası gülünce Kemal'in kalbi betonarmelerin arasında birkaç papatya gören kelebeklerin kanatları gibi pır pır etti. Anasının gülüşünü duymayalı iki ay olmuştu. \"Keşke gitmeseydin ana.\" \"Zamanı gelen gider Kemal, gidene gitme denilmez, denilse de giden durmaz. Hadi git sende, yarın imtihanın var madem, git de çalış.\" \"Ama istemiyorum ana, seninle kalsam olmaz mı?\" Kemal'in sesi titremeye başlamıştı. Soğuktan al al olmuş yanaklarından aşağı gözlerinde biriken özlem tatlı bir sıcaklık yayarak akıp gitti. Yaşlar yağmur damlalarına karışıp anasının saçlarını ıslattı. \"Sen benimle kalamazsın Kemal'im ama ben hep seninleyim.\" \"O ne demek ana?\" \"Büyüyeceksin Kemal, önünde daha çok zaman var... O zaman anlarsın.\" anası da ağlamaya başlamıştı şimdi. Gülümsüyordu, gül kokulu anasının gül gibi güzel gözlerinden boncuk boncuk damlalar düşüyordu. \"Peki ya büyüdüğümde seni bir daha göremezsem ana, ya alırlarsa seni benden?\" \"Ne olursa olsun Kemal'im, ben hep buradayım.\" Kemal bir süre daha toprağı okşadı. Durmaksızın akan gözyaşlarını koluna sildi, ayağa kalktı. \"Eşek sıpası, madem geldin niye haber vermiyon!\" diye bağıran babaannesi göründü tarlanın bir ucunda, bir elinde baston diğer elinde süpürge tutuyordu. Selenay ÇELEN Kalemin İzi 71
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) GÜNEŞ NASIL GÖRÜNÜR? Üzerinde kardeşinin seçtiği pantolon ve kapüşonlusu, ayağında sahip olduğu tek ayakkabı çifti ve saçları kardeşinin en sevdiği model olan iki omzundan aşağı dökülen örgüleriyle, ay ışığı altında acının yankılandığı her sokağa girip çıkıyordu koşar adımlarla. Hoş, her sokak bambaşka bir acıya ev sahipliği yapıyordu ve işte tam da bu yüzden sokakları kitaplara benzetirdi. Sokakların yol gösteren birer lambası, kelimeleri olan insanları olurdu. O ise bu insanlarla asla tanışamamış, gördüğü ve bildiği tek kişi kardeşinden ibaret olan biriydi. Okuldan eve giderken ve dönerken hep aynı yolu kullanır, hep aynı bakkala gider, hep aynı kıyafetleri giyer ve hayatını bu monotonluk içinde sürdürürdü kardeşi için. Babası içki şişelerinden başka sevdiği olmayan, annesiyse sabah ve gündüz boyunca çalıştığından tam gün eve girmeyen biriyken tek varlığı kardeşi Ali'ydi tabii. Ama ablası eve bir saat geciktiği için onu aramaya çıkan Ali'yi kaybetmiş gibiydi artık. Ümitsizlik tüm zihnini ele geçirip olumlu duygularını köreltirken evden iyice uzaklaştığını fark etti. Cesur adımları birbirine girip geride ürkek adımlar bırakırken iyice hızlandı. Eğer onu bulamazsa polise gitmek zorunda kalacağından aklına kendisine yöneltilecek sorular, ailesini kötüleyecek kelimeler geliyor ve zihni bulanıyordu. Olduğu yerde bir an durdu ve çığlık atma dürtüsünü bastırmak için eliyle dudaklarını örtüp derin soluklar aldı. Bir süre dinledi, sonra, çok da uzak olmadığını düşündüğü bir mesafeden kardeşinin sesini duyar gibi oldu. İşte o zaman tüm bedeni sistematik bir şekilde harekete geçip üzerindeki tüm yorgunluğu attı ve sesi takip etti. Bakkalın olduğu sokağa geldiğinde biraz yavaşladı. Soluğu kesiliyor, vücudunun her bir yanını titreten soğuk artık tenine işlemiyordu. Biraz daha yürüyünce bakkalın önünde oturmuş kendi kendine şarkı söyleyen Ali’yi gördü. Durdu, rahat bir nefes aldı. Onu sağ salim bulmuş olmanın verdiği tarif edilemez mutluluk yüzüne gülümseme olarak yansıdı. Koşar adım kardeşinin yanına gitti, onun yere eğik başını kaldırmak için usulca “Ali,” diye fısıldadı. “Bak, Buse burada.” Ali hemen başını kaldırıp yanına çömelmiş, kendinden sekiz yaş büyük ablasına baktı. Konuşmadan önce tereddüt etti, bir şey söylemek için heyecanlandığını gösteren birkaç hareketinden sonra eliyle yanağını işaret etti ve “Acıyor,” dedi fısıltıyla. Yere bakmaya devam edişi ve başka bir şey söylemeyişi ablasına kızgın olduğunu gösteriyordu. “Özür dilerim Ali,” dedi Buse ağlamamak için kendini sıkarak. “Erken geleceğimi söyledim ama geç kaldım, hem de çok. Hata ettim.” “Hata ettin.” “Özür dilerim.” “Acıyor.” Kalemin İzi 72
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Buse onun işaret ettiği yere bakınca kardeşinin yüzüne bir yumruk yemiş olduğunu anladı. Pişmanlık ve kendine duyduğu öfke vicdanını zalim bir sarmaşık gibi sarıp onu boğuyordu. Halbuki Buse her genç gibi olmak istemişti sadece. Onlar gibi gülmek, eğlenmek, gezmek istemişti. Bir kez olsun kardeşiyle kurduğu bu dünyanın sınırları dışına çıkmak, dünyasının merkezinden uzaklaşıp ruhunu tazelemeyi dilemişti. Sorumlulukların kök saldığı zihninin dağınıklığını toplama çabası içine girmeyip onları bir halının altına süpürerek hayatında belki de ilk defa sadece kendi için yaşamıştı o gün. Kardeşinden kaçmanın doğru olmadığını en başından biliyordu hatta öyle ki annesi ona “Ben seni kardeşine bakasın diye büyüttüm” demeden önce bile Ali’nin kendisi için büyük bir sorumluluk olduğunun farkındaydı. Peki hüsrandan başka ne elde etmişti sorumluluğundan kaçmayla? Kardeşi... Onunla diğer kardeşler gibi olmayı öylesine çok isterdi ki! Ali de oyun oynarken hile yapsın, küstüğünde çığlık atarak ağlamak yerine bağırsın, mutlu olduğunda bağırarak şarkı söylemek yerine gülsün veya ders çalışsın! Ama ne komikti ki Ali, Buse’nin istediği hiçbir şey değildi kardeşi olmasından başka. Bu çirkin düşünceler beynini bir dibe sürüklerken o, kardeşi için kurduğu dünyayı ayakta tutmaya çalışan bir zavallıdan ibaretti yalnızca. Kendi için yapabildiği tek şey belki de okula gitmekti. Yaşıyordu ama kardeşi için... Ne zordu! Hayır, diye düşündü hemen sakın kardeşin hakkında olumsuz düşünme, sakın onu kötü eleştirme: ya ondan nefret edersen? Ali’ye baktı uzun uzun. O şarkı söylemeye devam ederken kardeşine biraz daha yaklaştı ve kollarını usulca onun omzuna dolayıp sarıldı. Ali önce irkilip onu üzerinden atmak için omuz silkti ama sonra umursamadan şarkı söylemeye devam etti. Buse ise bir süre öyle kaldı, yaptığı çocukça davranışın ne kadar da anlamsız olduğunu düşünürken kardeşine sarılarak kendini affettirmeye çalıştı, kendine. “Ali,” dedi, “Hadi evimize gidelim.” Gözlerinde heyecanın pırıltısı, zihninde dönüp duran fikirleri bir araya getirip verdiği karardan emindi. Güneş nasıl görünür o gün öğrenememişti belki ama yarın... Selenay ÇELEN Kalemin İzi 73
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) BAŞARI’NIN YOLLARI Başarı, insanı mutluluğa götüren bir olgudur. Bu nedenle insanların mutluluğu yakalayabilmesi için de başarılı olması gerekmektedir. Bana göre başarılı olmanın en önemli iki yolu vardır. Bunlardan birincisi insanın hedefinin olmasıdır. Sonuçta ne yapacağını veyahut ne yapmak istediğini bilmeyen, karar veremeyen bir insanın başarılı olma yüzdesi oldukça düşük rakamlardan oluşur. Toplumda şöyle insanlara çokça rastlanır: “Ben bir türlü hangi mesleği yapacağıma karar veremiyorum, çalışmaya nereden başlayacağımı bilmiyorum ...” gibi gibi sözler insanın kendine olan güvenini sarsmasından başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Aslında bu tarz düşüncelere sahip olan insanlar daha çok tembel insanlardır da diyebiliriz. Çünkü her kim üzerine gerçek anlamda düşünüp , başarılı bir birey olma yolunda adımlar atmak isterse aklı ona engel olmak yerine destek çıkar ve asıl neyi isteğini ve ne için çaba göstereceğine karar verir .Bu doğrultuda da hedefini belirlemiş olur. Hedef uğruna yürüdüğün bu yolda karşına illaki zorluklar çıkacaktır ama yolun sonundaki hedefin seni başarıya götürmek için oldukça güçlü bir karaktere sahiptir. İkinci yol ise tabii ki kişinin kendine inanıp güvenmesidir. Atatürk’ün de dediği gibi “ Zafer, zafer benimdir diyebilenindir . “ Kazanacağına , başarıya ulaşabileceğine inan kimselerin sonu başarıya giden yolun anahtarını boynunda taşımaktır. Yine bu yolda da kimi zorluklarla karşılaşmamak olasıdır ama anahtar sende olduğu sürece ilerlemeye devam edeceksindir . Yolun sonuna yaklaştığında mutluluğa aşık olduğunu anlayacaksın ve başarıya erişmiş olacaksın. İrem ÇELEBİ Kalemin İzi 74
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) MUHAKKAK SEVGİ İnsanlar yaşamları boyunca neslinin tükenmemesi adına evlilikler yapmıştır .Bunların içinde görücü usulü evlilikler de aşk evlilikleri de vardır. Görücü usulü evlilikleri tasdikleyen bireylerde çoğunlukla şu algıyla karşılaşıyoruz “zamanla sever .” Bana göre “zamanla sever “, “ zamanla alışır” ‘dır. Görücü usulü evliliklerde aynı evin içinde yaşamaya, maddi manevi benlikleri karşındaki ile paylaşma gibi artık alışılagelmiş durumlar sebebiyle birbirlerine karşı saygı duyup hayatlarına birer aile kurarak devam ettiklerini düşünüyorum. Ama demek istediğim şey görücü usulü evliliklerde sevgi yoktur demek değil. Birey , alışıp anlaştığı insana karşı empati duyar . Dolayısıyla aralarında belli bir zaman sonra sevgi bağı oluşmaya başlar. Peki ya anlayamazlarsa ve bu durum en üst seviyedeyse? Boşanmak eylemini aklınıza getirmiş olabilirsiniz. Günümüzde boşanmak eylemi kolaylaştırılmış ve hatta kadına önceden sahip olmadığı haklar dahi sunulmuştur. Eskiden boşanmak istediğini söyleyen kadınların çoğu eşleri tarafından şiddete maruz bırakılıyor hatta ölüme kadar sürükleniyorlardı . Bu durumun hala daha devam ettiğini söylemek gerçekten çok acı. Evet belki oran olarak ciddi azalmalar var ama bununla birlikte eşinin yanında sesini çıkartamayan , ağzını bıçak açamaz hale bürünen onlarca kadın... Maalesef ki toplumda bazı şeyler değişmek bilmiyor . Kadını yerin dibine sokup erkeği göğe yükseltmenin izin verildiği toplumda ne bireyin kendine ne de bir başkasına yararı olur. Belki de buradan geliyor şiddete eğilimlilik. Ask evliliklerine gelecek olursak , insanların büyük çoğunluğu yapmış oldukları Ask evliliği sonrası birbirine duyulan aşklarının zaman içerisinde azaldığını hatta bazıları da bittiğini dile getiriyor .Kimisi aşkları bitse dahi birbirlerine olan sevginin payidar kalacağından söz ederek evliliklerini sürdürüyorlar. Belki de aşk iki insan arasında sevgi bağını yüceltip başta karşılıklı güveni sağlamak adına atılan başlangıçtır diyebiliriz. Zaman içerinde duyulan aşk azalsa dahi duyulan sevgi ve saygı insanı daha da olgunlaştırarak ilişkiyi devamlı kılıyor. Bir de evliliklerinin sonuna kadar bitmek tükenmek bilmez o küllerin içinde kendini belli eden ateş parçacıklarının varlığını sürdürmesi gibi devam ettiğini söyleyen evli çiftler de yok değil. Evet, böyleleriyle karşılaşma olasılığımız diğerlerine nazaran daha az ama bu tür ask evliliklerine de rastlanıyor hayatta . İrem ÇELEBİ Kalemin İzi 75
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) BENİM EVİM Bende insanım. Hayallerim, amaçlarım sorumluluklarım var benim.Neden ben? Onca yaşanan şey ne için benim başıma geliyordu? Annem yoktu. Valizini toplamış bir daha dönmemek üzere benden uzak bir yolculuğa çıkmıştı. Çok özlüyordum onu. Yaz günlerinin en sıcak gecesiydi. Köyümüzde yeni muhtar seçimi olmuştu. Seçilen muhtar için köyde ufak bir kutlama yapılacaktı. Kutlama yeri köyün merkezindeydi .Belirledikleri yere daha önce hiç gitmemiştim. Herkes mutlulukla şarkı söyleme başlamıştı. Saat geç olmuştu. Kuşumun sesini duyar gibi oldum. Sanırım yemi bitmiş ,aç halde beni bekliyordu. Eve dönerken yolda daha önce hiç karşılaşmadığım bir villa gördüm. Bu villa iki katlı yepyeni bir evdi. Evin içinde bir kadın vardı. Camdan vücudunu dışarıya çıkarmış evinin hemen yanındaki kiraz ağacından kiraz topluyordu. Çok güzel bir kadındı. Simsiyah saçları, beyaz teni, ayın yansıttığı ışık sayesinde parlayan gözleri ile güzel bir ahenk sahibiydi. Kadına bakakaldım. Kendimi toparladım ve evin yolunu tuttum. Eve varmıştım ancak kuşumdan ses gelmiyordu. Sabah olmuştu. İşe geç kalacaktım. Hemen soğuk bir duş aldım ve üstümü giyinip dışarıya çıktım. Dün akşamki kadının evi iki sokak ötedeydi .Acaba yanına gitsem diye düşünmeye başlamışken ayaklarımın beni o kadının evinin önüne getirmişti. Genç kadının güzel sesi ninni söylermişçesine hoş ve naifti. Camın önündeki radyoda kısık sesle açılmış bir müzik .Radyonun yanında ise şarkı kasetleri sırayla dizilmişti. Sanırım kadın içeride yemek yapıyordu .Onun dikkatini çekmek istiyordum .Beni fark edip tebessümüyle beni mutlu etmesini istiyordum. Yerden küçük bir taş aldım ve evin camına fırlattım. Kadın müziği kapattı ve cama çıktı. Elindeki fotoğraf makinasını bana vermek için beni yanına çağırdı. Kadının evine yaklaşınca tuhaf duygulara kapılıyordum. Korkuyordum. Merdivenlerden çıktım .Genç kadın üst katta beni bekliyordu. Fotoğraf makinasını aldım ve sadece teşekkür edip dışarıya çıktım. Tekrardan yola koyuldum. Ben çırak olarak bir ayakkabısına çalışıyordum. Ustadan elimdeki fotoğraf makinasını incelemesini istedim. Dikkatlice baktı ve şunları söyledi: -Burada üstü çizilmiş isim yazıyor bir kadının ismi sanırım, dedi . Teşekkür edip eve gittim. Haftalar geçmişti camdaki kadın her gelişimde bana bir şeyler hediye ediyordu. Müzik kasetleri, küçük eski bir pabuç, lamba ve daha fazlası. Her sabahki gibi evden çıkacaktım ki kuşumun hala kafesinde olmadığını fark ettim. Kuşuma seslendim ama gelmedi .Acelem vardı .Kuşumun gelmesini bekleymezdim.Genç kadının evine gelmiştim fakat kadın evde yoktu. Kalemin İzi 76
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Kapı açıktı. Ev hiç yabancı gelmemişti. Evin odalarını gezdim bakmadığım son bir oda kalmıştı .Çalışma odasıydı. Oda da eski tahtadan yapılmış bir masa, uzun bir kitaplık ve birde beşik vardı .Oda da göz gezdirirken tavanda bir yer dikkatimi çekmişti. Tavan arası vardı. Merdiven yardımıyla yukarıya çıktım. Tavan arasında bir sandık vardı. İçini açtığımda hayret etmiştim. Sandığın içinde eski fotoğraflar, inci bir kolye ,yıpranmış eskimiş pabuç, müzik kasetleri ve bir mektup vardı .Mektubu alıp okumaya başladım. Bu mektup annemdendi. Bana üç yıl önce yazmış olduğu bir mektuptu .Mektupta şöyle yazıyordu: Kabullenemiyorum ama bir kuş gibi özgürlüğüme kavuşup göklere ulaşmanın vakti geldiğini çok iyi biliyorum. Sende kabulleneceksin bir gün .Başka çarem kalmadı. Seni çok özleyeceğim. Gözlerim dolmuştu sandığı aldım ve aşığa indim fakat ev ilk girdiğimdeki gibi güzel ve yeni değildi. Yıllanmış eski bir evdi. Bu ev küçüklüğümde annemle yaşadığım evdi. Yavaş yavaş her şeyi anlamaya başladım. Her şey sadece hayalden ibaretti. O hediyeler annemden kalan armağanlardı. Hayal kırıklığına uğramıştım. Günlerce kendime gelemedim ve haftada iki kez yanına uğradığım psikoloğumun yanına gittim ve olan biten her şeyi anlattım. Doktor çok mutluydu. Artık özgürsün dedi. Ben niye mutlu değildim? Yapayalnızdım, sevgiye muhtaçtım. Üzüldüm, yıprandım kızdım ama hiç birisi çözüm değildi. Doktorun dediğine göre hayatım böyle daha iyi olacakmış .Hayallerle ona ulaşamasam da bu kocaman evde bıraktığı eşyalar ve anılarla yalnız bir şekilde yaşayacaktım. Ayşe Eslem BİÇER Kalemin İzi 77
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) HAYALİN ÖMRÜ Hayal kurmak bir işi bitirmenin yarısıdır derler. Hatta önemli olan hayal kurmak değil o hayali gerçekleştirmek olduğu tezi de ortaya atılmıştır. Peki hangisi? Bence ikisi de değil. Bence önemli olan, kurduğumuz hayali yaşatmaktır. Önümüze çıkan her engele, her olumsuzluğa karşı o hayali sürdürebilmektir . Hatta eğer mümkünse bu hayali zedelemeden, katlamaktır. Çünkü hayalin ne sınırı, ne zamanı, ne de yeri vardır. Hayal; zamansız, yolsuzdur. Peki hayalin ömrü var mıdır? Hayali yaşatan, onu sürdüren, kurgusu mudur yoksa mümkünâtı mı? Hayalin ömrü onu gerçekleştirene kadardır bence. Hatta gerçekleştikten sonra onu yaşatan şey ise onu tekrar tekrar yüceltmektir. Hayali yaşatan şey ise hayalin mümkün olabilecek kurgusudur. Ve önemli olan hayali kurduktan sonra onu yaşatmak için elimizden geleni yapmaktır. Çünkü hayalimizin ömrünü kısaltan tek olumsuzluk ona giden yolda önümüze çıkan olumsuzluklara boyun eğmektir. Halbuki yapmamız gereken tek şey önümüze çıkan olumsuzluklara gülüp geçmektir. Ceylin GÜLGÜN Kalemin İzi 78
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) MUTLULUK MELODİSİ Son zamanlarda fark ediyorum da herkes mutsuz, herkes bir şeylerden mahrum. Hayatın, yaşamın tadını kimse çıkaramıyor. Herkes mutlu olmak için bahane arıyor... Fakat mutluluğun, eğlencenin bahanesi olur mu? Mutluluk hayatın notası, melodisi değil midir? Bu melodi kimi zaman ağırdan kimi zaman ise hızlıca çalıveriyor. Ansızın giriyor hayatımıza. Hatta bazen dinliyoruz, dinliyoruz... En iyi melodi kulağımızdan kaçıveriyor. Mutluluğu aramamalıyız belki de. Biz melodiyi dinlerken diğer tüm melodiler değersizleşiyor. Mutluluğu ararken , gözümüzden kaçan küçük mutluluklar; bizi değersizleştiriyor belki de. Büyük ve anlamlı melodiyi ararken, melodiyi anlamlı kılan diğer melodiler değersizleştiriyor parçayı... Peki kendimizi bu melodiden mahrum bırakırsak? O zaman da mutluluğu aramaya ihtiyaç duyar mıyız? Mutluluğun gelmesi için hayatımızda değişiklik yapmalı mıyız? Bu bir melodi için parçayı değiştirmektir. Parçanın akışını değiştirmektir. Mutluluk aranmaz. Mutluluk, biz onu ararken kaçırdığımız fırsatlardır. Mutluluk, insanın paha biçilmez parçasıdır. Tıpkı bir parçanın melodisi gibi. Demem o ki mutluluğu arayan insan hayatın melodisini kaçırır. Parçayı güzel yapan ise melodisidir. Ceylin GÜLGÜN BEYAZ GÜLLER Kitaptan kulelerin arasında boş daireleri karalarken zil sesi duyar gibi oldum. Bu daireleri karalamayı sevmiyordum ama hayattan kaçmanın başka bir bahanesi yoktu. Sevmediğim gerçeklikleri kabullenmemek hep içimi rahatlatmak için. O yüzden artık kendi gerçekliğimi anlatacağım. Zil sesini umursamayıp dolu soruların boş dairelerini karalamaya devam ettim. Kurala göre daireleri taşırmamam gerekirdi. Ben de kurala uyup daireleri taşırmadım ama sadece bir tik attım. Zilin sesi kesilmeyince evde yalnız olduğumu fark ettim. Kapıyı açtım. Karşımda gömleği terden üzerine yapışmış, üstü başı toz toprak içinde, şapkalı bir adam vardı. Amcam. Gözleriyle bana anlatmak istediğini hemen anladım. Anlatmak istedikleri içimi parçalayacak türdendi. Anlamazdan geldim. Amcam tam bir Anadolu insanıydı. Tarlasıyla uğraşan, kendi halinde, sessiz, sakin birisi. Onun bu sessizliği hep dikkatimi çekmiştir. Belki de gizliden gizliye bitkileriyle konuşuyordu. İnsanlarla konuşmayı pek sevmediğinden kiminle konuşsa karşındaki mutlu olurdu. Kalemin İzi 79
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Amcam her ne kadar benim daire karalama oyunumu desteklese de gizliden gizliye içinin gittiğini ikimiz de biliyorduk. Sanki bir şeyler demek istiyor ama kelimelerin beynindeki savaşına engel olamıyor gibiydi. Onun bu sıkışmış haline ben son verdim. “Amca ben biraz yoruldum da bağa, bahçeye çalışmaya gidelim mi? Hem kafam dağılmış olur.” Yüzünde bir gülümseme hayat buldu. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi heyecanlandı. Saksıdaki beyaz güllerine yaşam sularını verdikten sonra bağa doğru yola koyulduk. Bitkilerle haşır neşir olma işi ikimizin de hoşuna gitmişti. Uzun bir süredir amcamı bu kadar neşeli görmemiştim. Onun neşesi benim neşemdi. Amcamın uzun süredir ekmeyi beklediği mısırlarla bahçeyi süsledik. Yorulduk mu? Evet yorulduk. Bu bahçe işi benim de hoşuma gitmişti. İnsanın alın terinin karşılığını karşısında görmesi kadar güzel bir şey yoktu. Akşamın alacakaranlığı kendini yavaş yavaş hissettiriyor, ufuk çizgisi kayboluyordu ve akşam gökyüzüne hakim oluyordu. Eve geldiğimizde yengemin hazırladığı mükellef sofra bizi kendisine davet ediyordu. Amcamı daha önce hiç bu kadar iştahlı görmemiştim. Günün yorgunluğunu yemek sefasıyla atıyordu üzerinden. Yemekten sonra herkes köşesine çekilmiş ev sessizliğe boğulmuştu. Galiba hayatımın en güzel günlerinden birini yaşıyordum. Dışarıdan bakıldığında amcam için de bu durum aynıydı. Beyaz gülleri sulayıp yatağıma girdim. Bugün hiç bitmesin istemiştim. Ama gerçekler bu kadar merhametli değildi maalesef. Nereden bilebilirdim ki beyaz güllerin bir gün solacağını… Serkan ÜNALAN SIRADAN VE SÜRÜDEN UZAK Şekerleri çayına attı. Tatsız olan hayatına bir tat katmıştı adeta. Çaydan bir yudum aldı. Bir bardak çay ile bile mutlu olabilen birisiydi o. Bir yandan çayını yudumlarken diğer yandan etrafındaki çiçeğe, böceğe, ağaca bakıyordu. Sık sık buraya gelir, tabiat hakkında çok güzel çıkarımlarda bulunurdu. Bu güzelliklere sahip olduğu için kendisini şanslı hissediyordu. Biraz daha oturup dinlendikten sonra okula gitmek üzere yola koyuldu. Okula gitmek istemediği yüzündeki somurtmadan anlaşılıyordu. Halbuki öğrencilerini çok sever, ders anlatmaktan keyif alırdı. Bir yudum çay ile bile mutlu olabilen birinin canını ne sıkabilirdi ki? Ağır adımlarla ilerleyerek okula geldi. İçeriye girince kendisine çekidüzen verip sınıfa doğru ilerledi. Kapıyı açtı. İçeri girdi. Etraf harp meydanı gibiydi. Sıralar bir yerde masalar bir yerdeydi. Ama kimseye kızmadı, kızamadı. Onlar da haklıydı daha çocuktular. Çocuklar hemen toparlanıp yerlerine oturdular. Dersi anlatmaya başladı. Çocuğunu daha yeni eline almış bir anne edasıyla sözcükler ağzından dökülüveriyordu. Her ne kadar mutlu görünse de aklındaki sorulara cevap arıyor, bulamayınca sanki içinde fırtınalar kopuyordu. Kalemin İzi 80
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Dersin sonuna kadar bu sorular beynini kurcalayıp durdu. Dersten çıktıktan sonra evine gitmek üzere yola çıktı. Eve geldi. Kitaplığa doğru ilerledi. Rastgele bir kitap seçip okumaya başladı. Kitaba dalıp uyuyakaldı. Güneşin en tepede olduğu vakit evinden çıktı. Dev binaların arasından sıyrılıp şehrin merkezine geldi. Çift şeritli bir yolun tam ortasında, asfaltın üzerinde kocaman bir çınar ağacı olduğunu gördü. Bu duruma bir anlam veremedi. Bu anlam karmaşasının arasında ağaca doğru yaklaştı. Eliyle ağaca dokundu. Ağaca dokunmasıyla rüyası son buldu. Uyandığında kan ter içerisinde bu rüyanın onda hissettirdiği duyguları düşünmeye başladı. Rüyasına bir süre daha kafa yorduktan sonra umursamamaya başladı. Unuttu gitti. Aradan yaklaşık bir hafta geçti. Bu bir hafta onun için sıradandı. Bir gün arkadaşlarıyla kahvede otururken gözü kahvenin hemen solundaki çınar ağacına ilişti. Hala rüya gördüğünü zannetti. Ama birkaç saniye sonra rüya olmadığını fark etti. Bu karşılaşmanın bir tesadüf olamayacağını düşünüp, rüyasını iyice analiz edince bir şey fark etti. Bu çınar ağacı sanki kendisiydi. Çınar, etrafındaki binalara inat boyun eğmemiş ve kendi başına dallanıp budaklanmıştı. Çünkü o başkalarının ona dayattığını değil, kendi istediği hayatı yaşamak istiyordu. Evet rüyasının cevabını bulmuştu. Bu cevap ona mutluluğun sırrını buldurmuştu. “Sıradan ve sürüden uzak.” Serkan ÜNALAN KÜÇÜK KAPAKLAR İÇERİSİNDE BÜYÜK ANLAMLAR Neden kitap okuruz? Yıllarca üzerinde kafa patlatılan bir konudur bu. Sahiden neden kitap okuruz? Tarih boyunca bu soruya verilmiş bir sürü cevap vardır. Herkesin kitap okumaya başlaması için mutlaka bir sebebi vardır. Benim sebebim çevrem oldu. Etrafımdaki insanlar kitap okurken öylece oturup izlemek beni çok sıkıyordu. Bu yüzden daha küçük yaşlarımdayken, okuma yazma bilmezken görselli kitaplardaki resimleri inceleyip anlamaya çalışırdım. Bu anlama çabası benim çok hoşuma giderdi. O görsellerin içinde seyahat etmek, hayal dünyamda keşfe çıkmak beni çok heyecanlandırırdı. Her güne yeni bir kitap heyecanıyla uyanırdım. Okuma ve yazmayı öğrenince artık kitapları yanımdan ayırmaz oldum. Kitaplar artık tamamen dostum olmuşlardı. Onlarla yatıyor, onlarla uyanıyordum. Büyüdükçe detaylı okumayı öğrendim. Artık sadece kitabı okumuyor onu çözümlemeye çalışıyordum. Kitaplar bulmacalara dönüşmüştü adeta. Bu bulmaca serüvenim hala devam ediyor. Bu durum beni çok sevindiriyor. Kitaplar bana çok şey kazandırdı. Bu kazanımlardan en güzeli hayata farklı pencerelerden bakmak oldu. Ben kitaplarda bardağa dolu tarafından bakmayı öğrendim. Farklı yazarlar, farklı kitaplar, farklı hayatlar, farklı renkler... Her kitap yeni bir dünya. Kalemin İzi 81
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Şu an size zaman yolculuğunun mümkün olduğunu söylesem yüksek ihtimalle bana güler geçersiniz. Ama mümkün. Kitaplar zamanın ve mekanın ötesindedir. Mesela ben en son okuduğum kitapta 1700’lerin Fransa’sına gittim. Kitapların bu yanı çok güzel değil mi? Cemil Meriç’in kitaplarla ilgili çok hoş bir sözü var. “Kitap limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı.” Kitap benim için de bir limandı. Hayatımın her noktasında sığındığım bir liman... Daha önce hiç kütüphaneye ya da fuara gittiniz mi diye sorsam şu cevabı verirsiniz sanırım. “E tabii canım, gitmez olur muyum!” Ben olsam ben de böyle bir cevap verirdim. Fuar hariç. Elime iki kere fırsat geçti fakat engeller çıktı yoluma. Ne diyeyim. Umarım bir gün giderim! Bu tür yerleri çok seviyorum. Ne güzel her yerde insana yön veren, yol gösteren eserler ve bu eserlerin mimarı yazarlar ve şairler... Ne kadar hoş olurdu değil mi o güzel insanlarla muhabbet etmek. Kütüphaneler. İşte bu eşsiz dostların malikanesi! Benim de vazgeçemediğim, ayaklarımın hep oraya yöneldiği mekanlar. Büyük bir kütüphanede küçük bir nokta olmak istiyorum. Her yeri didik didik araştıran bir küçük nokta... Kitapların içerisinde kaybolan bir nokta olmak istiyorum. Sayfaların arasında dans eden bir nokta... Kitaplarla tamamlanmak istiyorum... Serkan ÜNALAN İLETİŞİM İletişim kurmak daha doğrusu sağlıklı bir iletişim kurmak günümüzün en büyük problemlerinden bir tanesi. Günümüz araştırmalarına göre insanların gün geçtikçe bir birlerine olan bağlantısı kopuyor ve konuşmaktan ziyade bir birlerini boş veriyor . Bende dahil birden fazla insanın içinde bulunan nedensiz bir öfke yüzünden iletişim kurmak iyice zorlaşıyor. Bu öfke insanı yok edecek kadar kuvvetli ve katil olabilecek kadar sinsidir. Ama bu öfkenin gerçek adı ne biliyor musunuz ? Katlanamamak. Size bu duyguyu yaşatan insan veya insanlar genelde yakın çevrenizden olur ya da ufak bir ortak geçmişiniz vardır. Çünkü bu insanlar sizin nasıl ve ne şekilde iletişime kazanacağınız bilir ve bir süre sonra sadece yakınlarınıza degil size selam veren birisine bile katlanamazsınız . Bu durumda yapabilecegizin bir şeyi T.S. Eliot un bir sözüyle anlatilabilir ‘iletişimi kesmek bazen en güzel iletisim metodudur’ . Yani özetlersek bazen hayatınızda sizi kötü bir biçimde etkiliyor hayatınızdan çıkarın gitsin. Şevval YILDIRIM Kalemin İzi 82
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) BİR YAZARLIK SERÜVENİ Merhaba önce size kendimi tanıtıp sonra hikayeme anlatmaya başlayacağım. Adım Aydilge 18 yaşındayım ve yıl zannettiğiniz gibi 2000'ler değil söylüyorum hazır mısınız? 1860 sizin zamanınızda göre çok eski .Ben yazar olmak istiyordum . O yüzden bu defterde benim yazılarımı okuyacaksınız .Belki bu defter siz bulmadan yok olacak ama olsun ben yinede yazacağım. Ah bir dakika valide sutan çağırıyor. Geldim!Misafir gelecekmiş avluda onlar için hazırlık yaptık. Neyse ben size yazarlık hevesim nasıl başladığını anlatayım .Zerrin ile otururken Cevahir abim çıkıp geldi .Mektepte yazdığım bir şiir muallimler tarafından çok beğenilmiş ve tebrik için akşam eve geleceklermiş. Cevahir abime nereden öğrendiğini sorunca \"ben öğrenirim git bana hakkımı getir \"dedi. Hemen pişi istediğini anladım. Cevahir abi kim mi? Abimin en yakın dostu ve aramızda kalsın ama benimde çocukluk aşkım. Aman boşverin siz onu ben size akşamki olayları anlatayım. Muallimler eve geldi ve üst kattaki büyük salona geçtiler. Bizim evimiz iki katlı bir konak . Her odasında ocak bulunan ,üst katında bir salon ,iki oda ve babama ait bir çalışma odası var. Alt katta iki oda ve giriş kapısı var. Benim ise evde en sevdiğim yer kilere giden kısa koridor. Bu koridor avluda yemek yaptığımız ocağa bakar ve validemin, Azize teyzem ve Mediha yengemle yaptıkları bütün dedikoduları dinleyebileceğim harika bir yer .Muallimlerim akşam yemeği saatinde geldikleri için kızlarla avluya sofrayı kurduk . Nigar 8 yaşında,yerinde durmayan ,biraz bana çekmiş,deli dolu ve bir o kadar da inatçı,dik kafalı benim çok sevdiğim küçük kardeşim . O, babamı ve muallim efendileri yemeğe çağırdı. İyi kötü,hoş beş ederken asıl mevzuya geçildi .Yani benim şiirlerim ve şairliğim . Muallim Aziz efendi tarafından söze girildi. - Muammer Paşa asıl konumuza gelelim kızınız Aydilge 'nin şiirlerini çok beğendik ve birkaç muallim arkadaşla istişare ettik . Sizi biliriz açık görüşlü bir paşasınız ve kızınızı şair olma yolunda destekleyeceğinizi düşünüyoruz. Ve Aydilge 'nin biraz arkasında durursanız dönemin en gözde yazarlarından olacaktır. \" Doğruları söylemek gerekirse Muallim Aziz bunları söylerken heycendan ve korkudan tir tir titriyordum. Çünkü babam dışarıdan ne kadar çok anlayışlı biri gibi görünsede bana daha doğrusu abim dışında üçümüze karşı çok sert ve baskıcıdır. Üçümüz dedimde aklıma geldi .Ben size Azize 'den bahsetmedim .Azize ablam benden 4 yaş büyük, siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli ve çok güzel piyano çalan bir İstanbul Hanımıdır ama daha evlenmedi. Kalemin İzi 83
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) Babam elindeki çatalı sert bir şekilde masaya bıraktı kesin \"Hayır \" diyecekti. Dedim ya mevzu biz olunca her şey değişiyor. Babam beklemediğim bir şekilde. -\" Elbette böyle bir yeteneği varsa bana sadece arkasında durmak düşer.\" Dedi Ben şaşkın bir şekilde bir anneme bir babama bakarken Mustafa Efendi \" Tam da sizin gibi bir zat-ı muhtaremden beklenecek bir hareket .\" dedi .Ben ise hâlâ olayın şokunu atlatamamıştım. Kahveler içilip muallimler kalkınca abim söylenmeye başladı \"Baba kız kısmın yazarlıkla ne işi olur ? Sana onları mektebe göndermeyelim dedim. Sonra tepemize çıkarlar dedim ama sen beni dinlemedin şimdi ayıkla pirincin taşını. \" diye bağırıyor ve etrafta dolaşıyordu. Babamsa sadece susup bana bakıyordu. Otoriter bir sesle \"Aydilge yazar olmayacaksın boşuna umutlanma sofrada sadece bir paşaya yakışacak hareketi yaptım.\" dedi . Bunlar tamda beklediğim sözlerdi . Beyefendi rolünü hep başkalarına oynadı. Aslında bakarsanız bu durumu çok düşündüm, babam neden böyle davranıyor diye. Bu duruma kendimce bir çok kılıf uydurdum . Bizi sevdiği için yapıyor dedim , bizi korumak istiyor dedim , iyiliğimizi düşünüyor dedim ama ; içten içe biliyorum . Sebep bunlardan hiç biri degildi . Sadece o meşhur erkeklik duygusunu tatmin etmek istiyordu ve ben maalesef ki artık bunu anlamıştım . Ama hâla bu hareketleri babama konduramıyorum. Ani bir sarsılmayla düşüncelerimden sıyrılıp kendime geldim . Babam kolumdan tutup beni sarsıyor ve bir taraftan bağırıyordu \" Sana git o yazıları getir dedim ! Duymuyor musun beni ? \" Ağzımdan bir fısıltı çıktı.\"Hayır getirmiyeceğim.\". Babam \" Aydilge ! Git o yazıları getir dedim .\" Bu sefer daha yüksek bir sesle \"Hayır \" dedim . Babam kolumu bırakıp korkutucu derecede sakin bir sesle \" Peki öyle olsun .Ben gidip kendim alırım \" dedi .Merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladı .Bende arkasından koşup merdivenlerden çıktım. Ama geç kalmıştım çoktan bütün defterlerimi ocağa attıp yakıyordu \"Bir daha hiç bir şey yazamayacaksın \" dedi . Ben yere çöküp ocağa bakarak ağlarken o sadece arkasını dönüp gitti . Annem ve ablam beni yerden kaldırıp yatağıma yatırdılar ve annem anlımı öpüp odadan çıktı. Ve ben hıçkırarak ağlamaya devam ettim. \" Kalemin İzi 84
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL HİKAYE ATÖLYESİ) 1.konuşmacı -Aydilge Hanım hikayenizde yazdığınız \"bu kısım \" sizin yazarlığa başlama serüveninizi mi anlatıyor ? -İlk öncelikle merhaba sorunuza gelirsek hayır benim yazarlık serüvenim değil . Biliyorsunuz ki yeni dönemin yazarlarındanım. Bu kadar zorluk içinden yazar olmadım. Bu hikaye kaçıncı kuşak bilmiyorum ama anneannemin hikayesi ve bizim aileden çıkan ilk yazar odur ve sonraki de benim . 2. Konuşmacı -Kitabınızda özellikle bu bölümde hikayede kopukluklar var yani daha doğrusu cümlelerinizi bazı kısımlarda kurguya göre çok basit kaçıyor ben bunun nedenini merak ediyorum. Açıklarsanız çok sevinirim. -Evet biliyorum bu kısımda kopukluklar oldu çünkü elimde bir günlük var ve ben bu günlüğe bağlı kalarak yazmak istedim ve hikayenin okuduğunuz kısmı geriye dönüş kısmıydı . Programı sunan sunucu \" Öncelikle Aydilge Hanıma bu güzel sohbeti için teşekkür ederiz ama maalesef ki programımızın sonuna geldik haftaya başka bir yazar ile söyleşimiz olucak bizimle kalın. Evet Aydilge Hanım'dan da son sözleri alıp programı bitirelim .\" -Rica ederim .Asıl ben teşekkür ederim bu nazik davetiniz için hoşçakalın anılarınızla kalın .Diyip havalı bir cümleyle bitirelim. Şevval YILDIRIM Kalemin İzi 85
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL DENEME ATÖLYESİ) MAVİ ATLAS Siz hiç uçtunuz mu? Hayır, hayır uçakla değil, gökyüzünde özgürce kanat çırparak. Bu soruya olası cevabınız “Hayır!” olacak. Ben uçtum, ama hayallerimde. Bu soruyu keşke Hezarfen’e sorabilsek. Bize nasıl bir kuş gibi süzüldüğünü anlatsa Galata’dan Üsküdar’a. Bence çok eğlenceli olmuştur. Aslında marifet uçmakta değil, göklere ulaşabilmekte. Gökyüzü, yuvamızı koruyan mavi bir kılıf.. Pakistanlı aktris Mahira Khan gökyüzü hakkında şöyle demiş: “Hayatım ne kadar zor olursa olsun, her zaman gökyüzüne bakıp iyi şeyler diledim.” İnsanlar asırlar boyunca en güzel dileklerini gökyüzüne bakarak dilemişler. Çünkü hayat ne kadar zor olursa olsun, gökyüzü hep mavidir. İnsanlar gökyüzüne her geçen gün ihanet etse de o hiç kızmadan görevini yerine getiriyor. Gri elbisesini giyinse bile hep aynı zamanda, aynı yerde bizi selamlıyor. Dünya insanlar için yaratıldı ama insanoğlu elini neye vurduysa mahvetti. “Belki de gökyüzü, insanlardan uzak olduğu için bu kadar güzel.” Bir mahkûma verebileceğiniz en büyük ceza nedir? Ailesinden uzak tutmak, yemek vermemek, yalnız başına bırakmak falan mı? Hayır. Gökyüzünün peçesini örtmektir en büyük ceza. Gökyüzünü görememek mahkûmun ruhuna sıkılmış bir kurşundur. Cezaevlerine en çok ziyarete gelen hayvanlar martılardır. Mahkûmlara nispet yapar gibi özgürce gökyüzünde kanat çırpmak için cezaevlerinin daimi ziyaretçileri olmuşlardır. Ne garip şey değil mi? Özgürlüğü esaret altında olan mahkûmu, özgürlüğün simgesi olan martılar ziyarete geliyor. Benim bu durum hakkında iki farklı görüşüm var. Birinci görüş, martılar özgürlük mesajını mahkûmun posta kutusuna atmak için cezaevine misafirliğe gelirler. İkinci görüş, martılar mahkûmun cezasını tam anlamıyla çekmesi için onlara özgür olduklarını göstererek işkence ederler. Görüşlerimin bir kesinliği bulunmuyor belki ama şundan eminim ki bu olayın altında çok derin bir hikmet yatıyor. Kalemin İzi 86
OKU-YORUM YAZI-YORUM (MSBL DENEME ATÖLYESİ) İnsanlığımızın doğası gereği yaşamımızın farklı dönemlerinde zor günler geçirebiliyoruz. Önemli olan bu günleri en kısa sürede zarar görmeden atlatabilmek. Ancak günümüzün hızlı ve stresli hayatı bu zor günleri atlatma aşamalarımızı geciktiriyor. Bir kısırdöngünün içerisine takılıp çıkamıyoruz. Bütün bu sorunlar yaşanırken gözümüzün önünü göremez hale geliyoruz. Hâlbuki kafamızı kaldırıp semâyı seyretsek ruhumuz huzur bulacak, üzerimizdeki ölü toprağını atacağız. Derdimizin devasını göklerde bulacağız. Bütün dertlerimizi anlatabileceğimiz bir dosttur gökyüzü. Sessizce dinler bizi. Gökyüzü sadece bizlere değil, denizlere de arkadaşlık eder. Dünyadaki huzuru sağlama görevini birlikte üstlenmişlerdir. Aslında gökyüzü uçsuz bucaksız denizlerin aynasıdır, “Motorları maviliklere sürebileceğimiz.” Gökyüzü binlerce yıldır milyarlarca insanı gölgesi altında buluşturmuştur. Hepsine ev sahipliği yapmış, hepsini misafir etmiştir. Hepsinin yaralarına merhem olmaya gayret etmiştir. Bazen âşıklara sevgili, bazen evsizlere yuva, bazen de kimsesizlere kimse olmuştur. Gökyüzü biz olmuşuz, biz gökyüzü olmuşuzdur. Farklı milletleri aynı bulutlar altında buluşturmuş, birbirine kardeş eylemiştir. Kimseyi ötekileştirmemiş, herkese maviliğinin sevgisini göstermek için çabalamıştır. Masmavi bir gökyüzü balıkçıların mutluluk sebebidir. Balıkçılar için güneşli, mavinin açık tonlarında bir gökyüzü bulunmaz nimet gibidir. Oltasını suya salar, günün yorgunluğunu göklerin maviliğinde atar. Havada gökyüzü, karada deniz bir ressamın fırça darbeleriyle eşsiz bir biçimde boyanmıştır. Balık tutmanın verdiği huzurun kaynağı bu özene bezene yapılmış resimdir. Gökyüzünün hepimize mutlaka bir mesajı vardır. Kimini cezalandırır, kimini uyarır, kimini selamlar... Herkes mesajı alır almasına ama herkes mesajın farkına varamaz. Esas güzellik de burada zaten. Mesajı alan cevabı bulur, alamayan bitap düşmüş bir halde şifasını başka yerlerde aramaya koyulur. Bu yüzden aradığımız soruların cevabını çok uzakta aramaya gerek yok. Belki de kafamızı kaldırma mesafesindedir... “Gökyüzü ne renktir?” Daha önce bu soruyu tıpkı gökyüzü gibi gönlü beyaz kendisi mavi birisine sormuştum. Zihnimde vereceği cevabı tasarlamıştım bile. Benim düşündüğüm cevabı vereceğinden adım kadar emindim. Ama hiç beklemediğim bir cevap vermişti: “Gökyüzünü hangi renkte görmek istersen, o renktir.” Bu cevap karşında şok olmuştum. Çünkü hiç öyle düşünmemiştim. Benim için gökyüzü hep maviydi. Ama bu fikrin benimkinden daha anlamlı olduğunu kavradım. Gerçekten de öyle değil mi? Gökyüzünü hislerimizin aynasıdır. Hislerimizin kendi içimizdeki yansımasıdır. Gökyüzü insan ruhunun yansımasıdır. Bizleri en iyi o anlatır. Serkan ÜNALAN Kalemin İzi 87
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120