SIRR-I İNNA A’TAYNÂ RİSALESİ Bediüzzaman Said Nursî
Derin Tarih Kültür Yayınları — 33 Derin Tarih dergisinin 46. sayısının hediyesidir. Ocak 2016 Sırr-ı İnna A’taynâ Risalesi Bediüzzaman Said Nursî İletişim Maltepe Mah. Çayhane Sok. No: 1 Zeytinburnu 34010 İstanbul 0212 467 65 05 www.derintarih.com [email protected] Baskı Strateji Matbaası
Sırr-ı İnna A’taynâ Risalesi Bediüzzaman SAİD NURSÎ
İÇİNDEKİLER Önsöz 7 I Risale-i Nur'da geçen “Sırr-ı İnna A’taynâ\" risalesi ile ilgili bahisler 13 II Bediüzzaman Said Nursî'nin \"Sırr-ı İnna A’taynâ\" risâlesi 23 III \"Sırr-ı İnna A’taynâ\" risâlesinin Osmanlıca aslı 47
ÖNSÖZ 1920’lerin ortalarından itibaren Barla’da yaşamaya mahkûm edilen yalnız bir adam, ülkesinde yaşanmakta olan manevî erozyona rağmen toprağa bir şeyler ekmekle meşguldür. “Sözler” ekilir, “mektuplar”, “ışınlar”, “pırıl- tılar” düşer tohumlar gibi. Yirmi İkinci Söz ile başlayan Risale-i Nur Külliyatı’nın telifi yıllarca devam edecek, el- den ele çoğaltılarak binler, onbinler, yüzbinler nüshaya ulaşacak, zamanı gelince matbaalarda basılacak, okur- larının süruruna bu defa baskı makinesinin mürekkep kokusunu ekleyecektir. İşte Bediüzzaman Said Nursi yine Barla’da, 1929 yı- lında aldığı bir haber veya bilgi üzerine ‘hiddete gelip’ bir risale yazdırır ama bunun çoğaltılmasına –o tarihte zaten basılması sözkonusu değildi, elle Kur’an harfleriyle çoğaltılıyordu- izin vermeyecek, ancak sınırlı sayıda ço- ğaltılıp dağıtılmasına müsaade edecek ve talebelerine şu mühim ikazda bulunmak ihtiyacını hissedecekti: “Kardeşlerim dahî onu merâk etmesinler. Biri eğer çok merâk etse, o Sırr-ı İnnâ A'taynâ'nın başında şimdi- ki \"Saniyen\" ile başlayan fıkrayı ve \"Lâhika\"da geçen aynı mes'eleye dâir fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bak- masın.”
8 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risale-i Nur talebeleri de bu mühim ikaza hürmeten onu bağırlarında sakladılar, en has dairede okunmasına ve bilinmesine itina ile çalıştılar ve yayılmasına kanunî mahzurları da gözeterek mani oldular. Lakin Risale-i Nur camiası içinde hep bir ‘mahrem risale’ muhabbeti olmuş, merak kıvılcımları çatılan kaşlarla bastırılmış ve ‘Acaba içinde neler gizli?’ tecessüsü hayalet gibi dershane- lerin odalarında kol gezmiştir. Beşinci Şua ve Lahikalardaki bazı bahisler ile paralel- likler arz etmekle birlikte Sırr-ı İnnâ A'taynâ risalesi di- rekt ve somut olarak Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi isim- lerini zikretmekte ve açıktan açığa “zındıka komitesi”nin başlarının bu İslam diyarında Osmanlı’nın yıkılışından itibarenki menhus icraatları metafizik planda bizzat Kur’an’a başvurularak ifşa edilmektedir. Velhasıl Sırr-ı İnnâ A'taynâ adeta ‘Kral çıplak’ de- mekte ve Risale-i Nur’un kime ve hangi ilhad (dinsizlik) komitelerine karşı bir sur örmeye giriştiğinin gerekçesi- ni açıkça ortaya koymaktadır ve bu alışılmadık ölçüdeki açıklığıdır ki, Risale-i Nur Külliyatı’nın sair aksamındaki bahislerle mantıkî bir bütünlük teşkil etmektedir. Onlar- daki kapalı geçilen bahisler burada deşifre edilmektedir. Günümüzün moda tabiriyle pazılın eksik parçalarını ta- mamlamaktadır ki, bu parçalar zaten külliyatı okuyanlar tarafından hayalen yerine konulmuş durumdadır. Ahmed Akgündüz’ün en mufassal Bediüzzaman bi- yografisinin ikinci kitabında Sırr-ı İnnâ A'taynâ üzerinde genişçe durulmuş ve kitabın çeşitli sayfalarına yayılarak neredeyse tamamı yayımlanmış bulunmaktadır(1). Yine Sırr-ı İnnâ A'taynâ başka yayınlarda bazı mahzurlu kı- sımları hazfedilerek veya isimleri rumuzlar halinde ve- rilerek neşredilmiş, bu arada son zamanlarda tamamen
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 9 suiniyetle hazırlanmış olan bir kitabın içerisinde tam metin fotokopi olarak –ama bazı okuma hatalarıyla bir- likte- yayımlanmıştır. İnternette de zaman zaman onun izine rastlanabilmektedir. Peki biz neden yayınlıyoruz? Derin Tarih olarak her ay dergimizin yanında okur- larımıza kitap hediye etmeyi bir alışkanlık haline getir- diğimizden beri ufak ama mesajı uygun ve tarihî değe- ri yüksek bazı risaleleri irfan hazinemize kazandırmak gayreti içerisinde olduğumuzu biliyorsunuz. Sırr-ı İnnâ A'taynâ da zaman zaman gündemimize gelmişti. Nitekim Mart 2014 tarihli Bediüzzaman Said Nursi’yi işlediğimiz sayımızın yanında kitapçık olarak vermeyi planladığımız halde bazı istişareler neticesinde maslahata binaen bu tasarımızdan vazgeçmiştik. Lakin ateş küllense de hararetini muhafaza etti. Günün birin- de onu neşretme ümidimizi hiç kaybetmedik. Şimdi ise zamanının geldiğine kanaat getirdik. Rabbim hayırlara vesile eylesin. Zaten Bakanlar Kurulu’nun neşrini Diyanet İşleri Başkanlığı’na tevdi ettiği risaleler arasında Sırr-ı İnnâ A'taynâ‘nın adı tadad edilmiyordu. Öte yandan Yargı- tay’ın son iptal kararıyla telif meselesindeki belirsizlik had safhaya ulaştı. Üstelik biz bu kitabı satmayacak, sa- dece dergimizi alan okurlara hediye edecektik, dolayısıy- la bandrol alma zorunluluğumuz yoktu. Neşrinden ticari bir kazanç sağlamayacak olmamız da vicdanımızı rahat- latan hususlardan biriydi. Peki 5816 sayılı kanun? diye itiraz edeceklere cevabı- mız şudur: Bu fersude kanunun gücü Bediüzzaman Said Nursi’ye yetmez, yetmediğini zaten kendi hayatında yeterince is-
10 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ patlamıştır. Bugün gelinen noktada bu kanunun fikir öz- gürlüğü karşısında ne kadar büyük ve ne kadar saçma bir tehdit olduğu apaçık ortaya çıkmış durumdadır. Vaktiyle rahmetli Adnan Menderes mahut kanunu çıkaracağı zaman araştırmacıların elini kolunu bağlaya- cağı ve tarih araştırmalarını baltalayacağı ikazıyla karşı- laşınca 'Kesinlikle böyle bir şey varid olmayacak' demiş ama tatbikat 5816 sayılı kanunun gelişigüzel bir şekilde kullanıldığını defaatla göstermiş, kanun adeta tarihçile- rin başında salanan Demokles’in kılıcı hüviyetini kazan- mıştır. Esasen Atatürk heykellerini Ticanilerin saldırıların- dan korumak ve CHP'nin elinden Atatürk kozunu almak için çıkarılan ve formülasyonu o zaman Ankara Hukuk Fakültesi'nde görev yapmakta olan Prof. Dr. Ernst Hirsch adlı bir Yahudi hukukçuya ait olan bu çağdışı kanunun çağdaş bir hukuk sisteminde yeri olamaz ve olmamalı- dır. Hukuk sistemimiz için bir utanç kaynağıdır ve bir an önce kalkması için herkesin elinden geleni yapması gerekir. Biz ülkemizin fikir özgürlüğü noktasında Sırr-ı İnnâ A'taynâ gibi eserleri kaldırabilecek hale geldiğine inanı- yoruz. 1920’lerin netameli ortamında yazılmış, 1930’lar ve 1940’ların baskı silindirlerini aşarak bugünlere inti- kal edebilmiş olan bu hacmi küçük ama muhtevası derin eserde dile fetirilen görüşün günümüz şartlarında artık normal karşılanması gerektiğine ve okurlarca makul bir şekilde mukabele göreceğine ve ilgiyle, olgunlukla oku- nacağına inanıyoruz. Bir tutuklu eseri daha özgürlüğüne kavuşturmaktır maksadımız vesselam. *
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 11 Yayına hazırladığımız Sırr-ı İnnâ A'taynâ neşrinin özelliği hakkında da bir iki şey söyleyelim: Yukarıda bahsettiğim yayınlarda Sırr-ı İnnâ A'taynâ 'nın Osmanlıca aslı tam olarak verilmemiş ve müstakil bir risale olarak neşredilmemişti. Neşrimizde hem Risa- le-i Nur Külliyatında Sırr-ı İnnâ A'taynâ ile ilgili geçen parçaları bir araya getirerek okuru bir nevi esere hazır- lamak, hem de eserin Osmanlıca elyazılı aslını sunmak suretiyle daha güvenilir ve kullanılabilir bir kaynak eser hüviyetini kazandırmak istedik. Böylece eser hem Risale-i Nur külliyatının bir parçası olmuş, hem de kendisi bütün olarak, eksiksiz bir şekilde ve Bediüzzaman hazretleri tarafından görülen ve tashih edilen Osmanlıca orijinal şekliyle okurların istifadesine sunulmuş olacaktır. Tabii ki ilmî bir neşir olduğunu söylememeyiz yaptı- ğımızın. Elimize geçen sağlıklı nüshalardan birini ufak tefek tashihlerle neşretmek ve Osmanlıca aslını beraberce sunmaktan ibarettir yaptığımız iş. Yani Osmanlıcasıyla birlikte ilk müstakil neşir olmasından öte bir iddiası yok. Uzun yıllar underground bir yayın olarak elden ele gizlice dolaşan bu risalenin imlasında ve nüshaları ara- sında farklar olması gayet tabiidir. Muhtemelen bizim yayınladığımız Osmanlıca nüsha ile başkalarının ellerin- deki nüshalar arasında da bazı farklar çıkacaktır. Biz elimizdeki birkaç elyazması nüshayı karşılaştırdı- ğımızda bunları fark ettik. Ancak bu cüzi hususun faz- laca büyütülmesi taraftarı değiliz. Edebiyat tarihinden biliyoruz. Neticede bir süreç içinde yazılan ve çoğaltılan her eserin başına gelen kaçınılmaz bir hadise bu. Gördü- ğümüz kadarıyla nüshalar arasındaki farklar manayı et- kileyecek düzeyde değil. Bazı kelimelerin farklı yazılışları
12 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ gibi teferruata dair münakaşa edilebilecek hususlardan ibaret. Tabii ki ileride bütün nüshalar toplanarak aralarında- ki nüsha farkları ilmî olarak ortaya konulabilir ve eserin ‘edisyon kritiği’ yapılabilir. Ancak bunun yapılabilmesi için önce metnin özgürleşebilmesi ve en önemlisi de bu- lunabilir hale gelmesi lazımdı. Derin Tarih bu yayınıyla Sırr-ı İnnâ A'taynâ’nın öz- gürleşmesine ufacık da olsa bir katkıda bulunabilmişse bundan sadece ve sadece bahtiyarlık duyacaktır. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır. 1 Ahmed Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti, c. II, OSAV: 2014, s. 412 vd., 469-470, 474-475, 477, 533-534, 831 ve 871-873.
I Risale-i Nur'da geçen “Sırr-ı İnna A’taynâ\" risalesi ile ilgili bahisler
I Sevgili Üstâdım! Evvelki hafta irsâl buyurduğunuz “Bir Sırr-ı İnnâ A’taynâ” serlevhasını taşıyan risâlenizi aldık. Esâsen hiç bir hafta geçmiyor, sürûrlarımızı tezyîd eden, yeni ve hem gâyet derecede şîrîn birer risâle elimize gelmemiş bulun- sun. İşte, iki haftadır bu kıymetdâr risâleyi okuyor ve eli- mizden bırakmıyoruz. Evet bu risâle, Cenâb-ı Hakk’ın istikbâlde bu ümmete va’d ettiği güneşin tulû’una intizârımızı teşdîd etmekle kal- madığı gibi, bir taraftan içindeki hakîkate bizi meftûn edi- yor. Ve diğer taraftan, acabâ fezâsı zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne sûretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken; ikinci feyyâz, bir diğer zeyl, o güne- şin vaktini ta’yîn etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakîlden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz hâlde ala- madığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir. Ahmed Husrev (Barla Lâhikası, s.127)
16 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ II (Ehemmiyetli fakat bir derece mahremdir.) Aziz kardeşlerim, Mahrem Sırr-ı İnnâ A’taynâ’da cifirle istihrâcım, aynen Münâzarât risâlesinde “Bir nûr çıkacak ve göreceğiz” diye gaybî müjdeler gibi, ilhâmî ve hak bir hakîkati, fikrimle olan tatbîkâtımda bir kusûr vardı. O kusûr, beni düşündürüyor- du. Münâzarât ve Sünûhât gibi risâlelerdeki müjde-i nûriye ise, Risâle-i Nûr tam halletti. Geniş dâire-i siyâsiye yerine, yüksek bir dâire-i nûriye ile o kusûru izâle ettiği gibi; İnnâ A’taynâ sırr-ı mahreminde, oniki onüç sene sonra “İslâmi- yet’e darbe vuranların başlarında öyle müdhiş bir patlayış olacak ki, kıyâmete kadar unutulmayacak” meâlindeki istih- râc-ı cifrî çok geniş bir dâirede olduğu hâlde, nûr müjdesi sırrının aksine olarak dar bir dâirede ve husûsî bir hükümet- te tatbîk etmek sûretiyle, fikrim o geniş dâireyi ihâta edeme- yerek o hakîkatin sûretini değiştirmiş. Halbuki o istihrâcın gösterdiği aynı târihte, o rejimin müessisi ve başı dünyâdan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilin-
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 17 meyen ve küre-i arzın ekserini ve nev’-i beşerin kısm-ı a’za- mını istibdâdı altına alan bir müdhiş cereyânın düğümü ve düğmesi ve ma’nen binler başından bir başı ve en müdhişi olan o göçüp giden adam, tokat yediği aynı zamânda, daha sene tamâm olmadan, o müdhiş cereyânın bütün başları ve tarafdârları öyle semâvî müdhiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musîbetlere tutulmaya başladılar; kıyâmete kadar azâbını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyân-ı semâviyeye ve İslâmi- yete ettikleri cinâyetlerin cezâsını, çok geniş bir dâirede gör- düler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin pisliği ile dünyâyı mülevves ettikleri için, aynı istihrâcın gösterdiği târihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semâvî tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi. Elhâsıl: Sırr-ı İnnâ A’taynâ’da çok geniş bir dâire, dar bir dâirede tatbîk edilmiş. Nûr müjdesi ise, dar ve ma’nevî fakat yüksek bir dâireyi geniş ve maddî bir dâire sûretinde tasvîr edilmişti. Cenâb-ı Hakk’a yüzbin şükür ediyorum ki; bu iki kusûrumu, kuvvetli bir ihtâr-ı ma’nevî ile ıslâh etti.1 يُ َب ِّد ُل الل ُه َس ِّي َئا ِت ِه ْم َح َس َنا ٍتsırrına mazhar eyledi.2 اَلْ َح ْم ُد ِللَّ ِه ِب َع َد ِد َذ َّرا ِت ا ْلكَائِ َنا ِت (Kastamonu Lâhikası, s. 86) 1 “Allâh, onların seyyiâtını hasenâta tebdîl eder.” Furkân, 70. 2 Kâinâtın zerreleri adedince Allâh’a hamd olsun.
18 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ III Risâle-i Nûr’un tercümânı, hakîkî vazîfesinin hâricinde dünyâdaki istikbâliyâta ara sıra bakması, bir derece zâhirî bir müşevveşiyet verir. Meselâ: Bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nûr gelecek, bir nûrânî âlemi göreceğiz” de- yip; o ma’nâ, geniş bir dâirede ve siyâsette tasavvur edilmiş. Hem bundan ondört, onbeş sene evvel, “Dinsizliği çe- virenler müdhiş semâvî tokatlar yiyecekler” diye büyük, geniş, küre-i arz dâiresindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdûd insanlarda tasavvur etmiş. Halbu- ki istikbâl, o iki ihbâr-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fev- kınde tefsîr ve ta’bîr eyledi. Evet Eski Saîd’in “Bir nûr âlemi göreceğiz” demesi, Risâle-i Nûr dâiresinin ma’nâsını his- setmiş; geniş bir dâire-i siyâsiye tasavvur ettiği gibi, sırr-ı ’ اِنَّا اَ ْع َط ْي َناnın remziyle, onüç ondört sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler” deyip; o hakîkati dar bir dâirede tasavvur etmiş. Şimdi zamân, o iki hakîkati tam ta’bîr ve tefsîr etti. Evet, başta Isparta vilâyeti olarak Risâle-i Nûr dâiresi, birinci hakîkati pek parlak ve güzel bir sûrette gösterdiği gibi; ikinci hakî-
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 19 kati de, medeniyet-i sefîhenin tuğyânını ve maddiyyûnluk 3(Hâşiye) tâûnunun aşılamasını çeviren ve idâre eden ervâh-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semâvî tokatlar, ge- niş bir dâirede, o sırr-ı ’ اِنَّا اَ ْع َط ْي َناnın hakîkatini, tam tamına isbat etmiş. Risâle-i Nûr kat’î bürhânlara istinâden hükümleri; sâir hakâikta aynı aynına, te’vîlsiz, ta’bîrsiz hakîkat çıkması ve yalnız işârât-ı tevâfukıye ve sünûhât-ı kalbiyeye i’timâden beyânâtı, böyle dünyevî olan mesâil-i istikbâliyede neden ba’zan ta’bîr ve te’vîle muhtâc oluyor? diye hatırıma geldi. Böyle bir cevâb ihtâr edildi ki: Gaybî istikbâl-i dün- yevîde ve dünyâ işlerinde başa gelen hâdisâtı bildirme- mekte; Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’in çok büyük bir rah- meti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız mübhem ve mücmel bir sûrette, ya il- hâm veya ihtâr ile bir emâreyi vesîle ederek, keşfiyâtta ve rü’yâ-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakîkatleri ihsâs eder. O hakîkatlerin husûsî sûretleri, vukû’undan sonra bilinir. (Kastamonu Lâhikası, s. 215) 3 (Hâşiye) Evet, maddiyyûnluk tâûnunun hastalığı nev’-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.
20 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ IV Sâniyen: Gerçi Nûrlar girdikleri her yerde galebe eder, fakat mütemerrid ve muannid zındıklar, maddiyyûnlar, ellerinden geldiği kadar fütuhâtına fütûr vermek için de- siselere ve ehl-i siyâsete evhâm vermeye çabalıyorlar. İn- şâallâh bir halt edemezler. Fakat ihtiyât, her vakit iyidir. “Sırran tenevverat” düstûru devâm ediyor. Tâ bunun gibi birkaç mecmûa çıkıncaya kadar temkînli ve ihtiyâtlı bu- lunmak lüzûmu var. Hattâ bu def ’a Sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın remizli risâlesini onüç seneden beri görmediğim hâlde buraya göndermek bir derece ihtiyât kâidesine muhâlif olduğu gibi, herkes anlamaz; hem te’vîl ve tefsîr lâzımdır. Çünki “Lâhika”da bir mektubda yazmıştım ki, iki hakîkat mücmelen bana ihtâr edilmişti: Birisi: Bir derece dar bir dâirede bir nûr gösterilmişti; geniş bir dâirede ma’nâ verip, kırk sene evvel “Bir nûr gö- receğiz” diye müjde veriyordum. Hatta hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki; geniş siyâset dâiresinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtâc olduğu îmânî ve İslâmî ve hayât-ı ictimâiye-i İslâmiye dâiresinde Risâle-i Nûr’u göreceksiniz diye hakîkatten bana ihtâr edilmiş; bir hiss-i kable’l-vukû’ ile musırrrâne ve tekrâr ile ben de haber ve-
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 21 riyordum, o hak ve hakîkatli mes’elenin sûretini değiştiri- yordum. İkincisi: Şeâir-i İslâmiyeye ve siyâset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtâr edildi. Evvelki mes’elenin aksine olarak, geniş dâirede vukû’ bulan o hâ- disâtı ve büyük cemâ’atlere gelen o tokatları, küçük bir dâi- rede şahıslara gelecek tokatlar sûretinde ma’nâ vermiştim ki, tam aynen iki dâirede, hem küçük, hem büyük oniki sene sonra en müdhişi dünyâyı terk ettiği gibi; büyük dâi- rede de onun gibi dehşetli cemâ’atler; oniki, onüç, ondört, onaltı târihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtâr edildi. Ben te’vîlim ile bu büyük dâireyi yalnız kü- çükte tatbîk ettiğim gibi; evvelki nûr mes’elesinde de bil’a- kis küçük dâireyi ve sırf îmânî hâdise-i Nûriyeyi pek geniş dâire-i siyâsiyede te’vîlimle ma’nâ vermiştim. Onun için, Sırr-ı İnnâ A’taynâ’yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesâil-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğun- dan, o risâle hatta onüç seneden beri elime geçmediğinde isâbet var; kardeşlerim dahî onu merâk etmesinler. Biri eğer çok merâk etse, o Sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın başında şim- diki “Sâniyen” ile başlayan fıkrayı ve “Lâhika”da geçen aynı mes’eleye dâir fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakma- sın. O İkinci Harb-i Umûmî ve o dehşetli şahsın dünyâdan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i îmânın istibdâd-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir te’vîl ile o risâleciğin verdikleri haber aynı târih- lerde vukû’ bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’câzıdır. Fakat heyecânlı te’vîllerim perde çekmişti, hakîkat gizlenmiş. (Emirdağ Lâhikası, s.208)
II Bediüzzaman Said Nursî Sırr-ı İnna A’taynâ Risâlesi
24 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Ma’lûm büyüğe karşı birden hiddete geldi, def ’aten bu yazıldı: يا ايها الملحدين اهل النفاق والحمق لو مزقتم جسدى لا اسكت عن الحق لو امكن الاسماع لاهل الغرب والشرق لناديت كلهم هذا القرآن حق ذلك الفرقان صدق ذلك كلام الله حق لا ريب فيه محمد رسول الله حق لا شك فيه و شر عه وحى الله عدل لا ظلم فيه اى ملحدين لا دينى ظلم على الدين ظلمًا يهتز العرش فانتظروا الى حين غوتونه ببطش بالقهر باليقين ياخذ نواصيكم ذو العرش من الفرش يطرحكم فى سقر بالبكا و الانين تطعمون من زقوم كالكرش من النعش تسقون من غسلين عذابكم موبد ينشكم و الفحش تسمونا مرتجع تسميكم مرتدين اخبث الكفرة اوحش من الرحش بالف و با .نفى فى اسمكم دجالين سفيانى رثيس الزندقة احجش من الحجش من اخبث اليهودين اظلم الظالمين
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 25 Arapça metnin tercümesi Ey mülhidler, münafıklar ve ahmaklar, cesedimi pa- ramparça da etseniz susmayacağım. Hakkı söylemekten vazgeçmeyeceğim. Olabildiğince Şarktan Garba konu- şacağım. Hepsine sesleniyorum: Bu Kur’an Hakkdır, bu doğruluk/sıdk furkanıdır. Allah’ın kelamı, içinde şüphe bulunmayacak şekilde Hakkdır. Muhammed Allah’ın Ra- sulüdür, bunda şüphe yoktur. Onun Şeriatı Allah’ın vahyi- dir. Onda adalet vardır, zulüm yoktur. Ey dinsiz mülhidler, Arşı titretecek şekilde dine zul- meden zâlimler. Kahırla, şiddetli sekerât-ı mevt ile kesin ölümü bekleyin, ağlayarak feryadlar içinde Cehennem çu- kuruna atılacaksınız, hem de perçemlerinizden tutularak. Orada taamınız zakkum ve ekşiyip buruşmuş şey olacak. Cehennem ehlinin vücudundan çıkan irinle sulanacaksı- nız (içeceğiniz bu olacak). Siz bizi mürteci (gerici) olarak adlandırdınız, biz de size mürtedler diyoruz. Kâfirlerin en habisi, vahşilerin vahşisi, Elif ile ve bâ-yı nefy ile isminiz iki deccal (Deccâleyn) ve bir Süfyanî ki zındıkların reisi, kararmışların kararmışı, Yahudilerin en habisi, zâlimlerin en zâlimi olandır.
26 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Mahremdir ()محرمدر Bir Sırr-ı İnnâ A’taynâ �بسم الله الرحمن الرحي Sual: Ey Üstâd! Sen Arabî fıkranda zındık komitesinin bir reîsine demişsin: ِبالِ ٍف َو َبا ِء نَ ْف ٍى ِفى اِ ْس ِم َك َد َجالَ ْي ِن ُس ْف َيا ِنىHem demişsin: “Sûre-i İnnâ A’taynâ’daki şimdiki münâfıklara işâret var.” Îzâhını isteriz. Elcevâb: Bir zamân işittim ki; âhir zamân Deccâlinden evvel ona benzer küçük mikyâsta müteaddid küçük Dec- câller gelir ve bir kısmı geçmiş. Dedim; öyle ise herhâlde Şerîat-i Ahmediyye’nin ve şeâir-i İslâmiyye’nin tahrîbine çalışan Mason komite reîslerinden ve hiçbir cihette müs- tehak olmadığı Mustafa Kemâl ismiyle ma’lûm olan şahs-ı menhûs, o Deccâllerden birisidir. Bidâyet-i Cumhûriyet’te kalbim öyle hükmetti. Bir emâre aradım. O zamân kalbi- me geldi ki: Hesâb-ı ebcedî ilm-i cifirde ve çok ulûmda mu’teber olduğundan onunla bakayım dedim, hesâb et- tim. Mustafa Kemâl ismine ُس ْف َيا ِنى َد َّجال َا ِنiki fark ile tevâfuk ediyor. Baktım ki, Mustafa Kemâl ismine lâyık olmadığı için mim’in arkasında nefye alâmet bir elif gelmeli.4(Hâşiye) Mâdem kemâlsizdir. Alâmet-i nefy, ’ كten evvel bir “”ب zikredilmeli. O vakit elif “yâ”ya kalbolur. ما اصطفى بكمالtam tamına ُس ْف َيا ِنى َد َّجا َلي ِنisimlerine tevâfuk etmekle berâber ef ’â- liyle aynı Deccâl ve Süfyân’ın ef ’âline muvâfakatı gösteri- yor ki; kezzâb Deccâllerden birisidir. 4 (Hâşiye) Yani “Gâzi”deki “elif ” gelmeli.
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 27 Bir zamân sonra Kur’ân’dan bu mes’eleye dâir istifsâr ettim. Sûre-i İnnâ A’taynâ bana dedi ki: َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتcüm- lesi o zındık komitesinin üç reîslerini gösteriyor ve en büyük düşman-ı Muhammedî (a.s.m.) olan gâzi herif tek başıyla5 َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتdir. Mâdem üç sûretle bir sırr-ı tevâfuk dinsizcesine amel- lerine tevâfuk ediyor. O tevâfuk ittifâkî değil, belki bir işâret-i Kur’âniyye’dir. Ehl-i Kur’ân’ı teyakkuza da’vet eder. Şöyle ki: Üç tevâfuktan birisi: ُ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلابْ َتhurufâtı 1017 ade- diyle gâzi harflerinin ebcedî adedi olan 1017’ye tevâfukla gösteriyor ki, bu gâzi herif ’ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتdir.6(Hâşiye-1) O teh- dîd-i Kur’âniyye’nin işâreti altındadır. Çünki شüçyüz, تdörtyüz, رikiyüz, mecmûu dokuzyüz ’ َشانِ َئ َكdeki نelli, ك, el-ebterdeki لile berâber elli, mecmûu yüz. Oldu bin. ُه َوonbir, ’ َشانِ َئ َكdeki hemze ile elif berâber onüç oldu. اْ َلابْ َ ُت ’deki iki hemze ile berâber oldu: Onbeş. بiki, oldu onyedi. Demek ُ َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلابْ َتbin onyedi adedini gösteriyor. Gâzi غ bin, زyedi, ىon, 1017. Elif, Mustafa’ya verilmiş. Bu şahsın fiilleri ُ َشانِ َع َك ُه َو اْلاَبْ َتma’nâsını göstermekle tevâfuk ediyor. Bu meşhûr ünvâniyle o iki kelimenin adedine tevâfuku tesâdüfî olmadığı gibi, ما اصطفى بكمال, 7(Hâşiye-2) İsmet, Fevzi 5 “Asıl soyu kesik olan, sana kin besleyendir.” Kevser, 3. 6 (Hâşiye-1)Evet, küffârı değil, belki hâlis mü’minleri ve şeyhleri kesen ve asan adamın gâziliği, elbette böyle meş’ûm bir ma’nâyı ifâde edecek. 7 (Hâşiye-2)Garîbdir ki, mason komitesinin üç reîsinin derece-i
28 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ nâmındaki Mason reîslerinin isimleri aynen o adede tevâ- fuk etmekle ve ef ’âliyle o iki kelimenin ma’nâsına tevâfuku elbette tesâdüfî değildir. Evet, İsmet lâfzı 600. Çünki تdörtyüz, عyetmiş, ص doksan, مkırk, oldu 600. Fevzi فseksen, ىon, ( )ز( )وonüç; İsmet ile berâber 703. ما اسطفى بكمالise ( )صdoksan فsek- sen, مkırk, طdokuz, iki elif ile berâber oldu 221, لotuz, كyirmi, مkırk, ِبكَمَالüstündeki ba-i nefy 2, ِب َكمَالdeki elif 1, mecmûu 93. 221 ile berâber oldu 314. Fevzi ile İsmet’in mecmû’-ı adedi 703 zammıyla 1017 adediyle َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلابْ َ ُت adedine tevâfuku ittifâkî olmadığına, bu üç herifin adâ- vet-i Arabiye ve Muhammediye’de gösterdikleri ef ’âl gös- teriyor.8(Hâşiye-3) 9(Hâşiye-4) َد َّجالاَ ِن ُس ْف َيا ِنىEbcedi, bir elifi bine kalbetmek ci- hatâları olan cinâyetteki hisseleri, isimlerindeki aded zâhirî gösteriyor. Îzâhı, nihâyetteki zeyilde. 8 (Hâşiye-3) ’ اصطفىdaki elif binâ-i mechûl sigası için ’ َياya kalb olduğu gibi, bâ-i cerre َد َّجال َا ِنlâfzına dâhil olmakla, “elif,” “yâ”ya inkılâb eder, yine tevâfukla müsâvi olurlar. İhtâr: “Gâzi” lâfzında çendan gerçi bir elif var, fakat o elif Mustafa’daki mim’e nefy için ilâve edilmiş. Çünki Mustafa ismine lâyık olmadığı gibi Gâzi ismine de lâyık olmadığından o elifi oraya aldık, tâ münâsebet bulunsun. Onun için burada saymadık. 9 (Hâşiye-4)Evet şimdiki Cumhûriyet perdesi altında bu dehşetli istibdâdı yapan Mason komitesi 314’teki Yunan Harbi’nde fırsat bekleyip, eğer Yunan galebe etseydi meydana atılmak emelindeyken َو الل ُه َخ ْيُ ال َّنا ِ ِصي َنÂyet-i Celîlesinin hem ma’nâsiyle, hem 1314 aded-i tevâfukiyle Yunan’ın mağlûbiyetini i’lân edip
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 29 hetiyle 1314 olmakla ما اسطفى بكمالüçyüz ondört adedine tevâfuku gösteriyor ki; bu ismin müsemmâsında ve komi- tesinde iki küçük Deccâl, bir Süfyân rûhu var. Şöyle ki, Süfyânî lâfzı سaltmış, فseksen, üç ىotuz, نelli, bir “elif ” bir, mecmûu 221. Aynen ’ ما اسطفىya 221’de tevâfuk ediyor. َد َّجالاَ ِن: دdört, şeddeli جaltı, لotuz, نelli, ِب ُس ْف َيا ِنىüstün- deki بiki, elif bir, çünki diğer elif bin olmuş, mecmûu doksanüç. İkiyüzyirmibir ile berâber 314 ediyor. Bir elif farkı var.10(Hâşiye-5) ما اسطفىdaki elif-i nefy geldiği vakit ve ’ اسطفىdaki hemze-yi aslî tezâhür ile ’ اسطفىdaki elif “yâ”ya inkılâb etmesiyle tam tamına tevâfuk ediyor. Mâdem elif-i nefy gelmekle ما اسطفىfiil-i mechûl sîgası oluyor. Fa’daki elif “yâ”ya inkılâb eder ىon olur, o hâlde ما اسطفى بكمالüç- yüzyirmidört eder, ُس ْف َيا ِنى ِب َد َّج َل ْي ِنdahî aynen 324 eder ve elif ilm-i sarfça elfün okunduğu kâideye binâen bin olmakla, 1324’te mason komitesinin şerîat-i Ahmediye’yi tahrîb ni- yetiyle hürriyet perdesi altında hilâfet-i İslâmiyeye saldır- ması târihine tevâfuku ve şimdi o komitenin başına geçen bu herif adâvet-i Arabiye’ye harekâtını binâ edip, Şerîat-i İslâmiye’nin şeâirinin tahrîbine harekâtıyla tevâfuk etmesi Mason komitesini susturdu. Üçyüzondörtten tâ üçyüzyirmidört ile kırkikiye ve kırkdörde kadar susturdu. (Hâşiyenin hâşiyesi): َخ ْ ُي ال َّنا ِ ِصي َن: خaltıyüz, iki رdörtyüz, iki ى ن, ص, ikiyüz, üç لbir ىyüz, ُه َوonbir, üç elif mecmûu 1314’tür. 10 (Hâşiye-5)’ ِب ُس ْف َيا ِنdaki bâ-i cerre, َم َعma’nâsındadır. Eğer ُس ْف َيا ِنى َد َّجالَ ِْين okunsa ’ ما اسطفىdaki elif yâ’ya kalb olmazsa Süfyâniyyûn’daki şeddeli ىbir sayılacak. O vakit her ikisi 324’ten 314’e iner. Yine başka mühim hâdiselere işâret ederler.
30 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ elbette gösteriyor ki, ُ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َتbunlara dahî kasden işâ- ret ediyor. Evet mâdem, 11 اِنَّا اَ ْع َط ْي َنا َك الْكَ ْوثَ َرkelimesi Altıncı Remiz’de isbat edildiği gibi İstanbul’un hem muhâsarasını hem fet- hini işâretle müjde veriyor. Ve mâdem 12 َف َص ِّل ِل َر ِّب َكmakâm-ı ebcedîsi olan 484 adedi işâretiyle o muhteşem merkez-i hilâfette 484 sene salât-ı kübra-yı İslâmiyet imâm-ı müs- limîn arkasında kılınmasına işârî müjde veriyor. Elbette o müddetin bitmesi olan 1341 târihinde Mason komitesinin hilâfet-i İslâmiyeyi ref ’ ile dinsizliğin esâsını kabûl etmek demek olan dinsizlik ma’nâsındaki lâik cumhûriyet târihi- ne tam tamına tevâfuk etmekle ُ َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َتelbette onla- rı remzen işâret ettiğini ve o cümlenin altında Ebû Cehil ve Ebû Leheb ve Ümeyye İbn-i Halef gibi dâhil olduğunu te’yîd eder, belki gösterir. Evet bu yeni münâfık zındıkla- rın o âyette kasden dâhil olduğuna mezkûr beş kavî emâre ittifak ediyor, beş emâre bize delâlet-i kat’iye hükmünde kanâat veriyor. Bu sırr-ı gaybî, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın ihbâr-ı gayb nev’indeki i’câz-ı Kur’ânînin lemaâtındandır. Kur’ân’ın bir nükte-i i’câziyesi için yazdım. Yoksa bu heriflerin bahsi ile vaktimi zâyi’ etmezdim. Sâbık mes’elenin hulâsasını îzâh ile gösteren bir hâşiye: Ma’lûmdur ki; zayıf emâreler bir mes’elede ictimâ’ etse bir delîl-i kat’î hükmüne geçer. Ve üç-dört adam ayrı ayrı yoldan gelip aynı hâdiseyi söyleseler, tevâtür derecesinde yüz adamın ihbârı kadar o hâdisenin kat’î olduğunu gös- 11 “Biz sana Kevser’i verdik.” Kevser, 1. 12 “Sen de Rabbin için namaz kıl.” Kevser, 2.
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 31 terir. İşte bizim bu mes’elemizde ayrı ayrı yolda, her biri başka vecihte aynı hakîkati gösterdiğinden, elbette şu sûre o hakîkati kasden işâret edip gösterdiğini şübhesiz kabûl etmek lâzım gelir. Birinci Vecih: İstanbul fethinden sonra 484 sene kadar hilâfet-i İslâmiye o şehirde bâki kalıp salât-ı kübrânın bir câmii hükmünde olarak o müddetten sonra hilâfet kalkıp başka bir şekil alacak olan hakîkati sarâhatle َف َص ِّل ِل َربِّ َكgös- teriyor ki; 1341 senesine kadar devâm edip ondan sonra hilâfet kalkacak. İşte cumhûriyetin takarrürü ve hilâfetin ref ’i aynı târihinde, َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتhükmü başlıyor. İkinci Vecih: Mason komitesinin reîsinin sâbıkan mezkûr tahlîle binâen ُس ْف َيا ِنى ِب َد َّجلَ ْي ِنma’nâsını ve adedi olan 324 adedini göstermekle berâber 324’te Mason komitesi- nin hürriyet perdesi altında hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırmak teşebbüsünün târihini göstermekle, birinci vechin göster- diği aynı mes’eleyi gösteriyor ve ُ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َتişâretine işâret ediyor. Üçüncü Vecih: Şimdiye kadar işitilmediği bir tarzda ve hiç bir siyâsetin ve diplomatlığın tarzına benzemeyecek bir şekilde, iki samîmî ve ebedî kardeş olan Türk–Arab’ın mâbeyninde olan râsih uhuvvet-i İslâmiye’ye bedel ebedî bir düşmanlık ve Arabiyete karşı bir buğz ve adâvet per- desi altında Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a adâvet niyetiyle şeâir-i İslâmiyeyi tahrîf ve tahrîb eden şu gürûh-u ma’lûm ُ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َتma’nâsını zâhir göstermekle şu cümlenin işâretini kuvvetli te’yîd eder. İki vech-i evve- lin hükmünü kuvvetleştirir. Dördüncü Vecih: Sâbıkan tafsîlen beyân edildiği gibi,
32 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Mason reîsinin münâsebetsiz bir sûrette gûyâ kendine lâyık ve eskiden beri lâkâbı olmuşçasına kendine takılan meşhûr lâkâbı, 1017 adediyle ُ َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلابْ َتbin onyedi ade- dine tam tamına tevâfuku ve ef ’âliyle o cümlenin ma’nâ- sını göstermesiyle, üç vech-i evvelin işâret ettiği mes’eleyi âdetâ tasrîh edip parmak basıyor. Beşinci Vecih: Şu şenâetdarâne ve adâvetperverâne ve süfyânkârâne siyâseti çeviren o komitenin üç reîsinin mecmûu olan 1017 adedi, ُ’ َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلابْ َتin 1017 adedini göstermesiyle dört vech-i evvelin gösterdiği hakîkati sarâ- hat derecesinde gösterir. İşte bundan 1350 sene evvel en kısa bir sûrenin bin es- rârından bu bir tek sırrı, bâhir bir mu’cize-i gaybiye hük- münde olarak başka vâdîde i’câz-ı Kur’ânın envâına yeni bir nev’i daha ilâve ediyor. Geçen mes’eleyi te’yîd eden bir sır daha şudur: Nasıl ki اِنَّا اَ ْعطَ ْي َنا َك الْ َك ْوثَ َرâyeti İstanbul’un fethini gösterir. َف َص ِّل لِ َر ِّب َكâyeti 484 senesine kadar merkez-i hilâfet olacağı- nı gösteriyor. Öyle de: َوانْ َح ْر * اِ َّنcümlesi dahî İstanbul’un fetih târihine ilâve ile 1222’ye kadar mütecâvizâne küffârı boğazlamak sûretinde mücâhedât-ı Kur’âniye devâmına; Fâtihâ, el-Alak, 13 اِنَّا َف َت ْح َنالَ َك َف ْت ًحا ُم ِبي ًناile müttefikan işâret et- mekle berâber şimdiki ُ’ َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َتin ma’nâsını gösteren komitenin selefleri hükmünde olan Yeniçeri’nin değil bel- ki Yeniçerilerin içine karışan fesâd komitesi hilâfete karşı isyânlarının başlangıcı olan 1222 ve 24’te, aynen Mason 13 “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.” Fetih, 1.
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 33 komitesinin hürriyet perdesi altında mebde-i isyânı olan 1324 târihine bir cihetle tevâfukla berâber o eski komi- tenin 1341’de mahvı ile başlayan dehşetli vâkıayı remzen gösteren şu َوانْ َح ْر * اِ َّنcümlesi ile mâkablinde bulunan cüm- ledeki kâf ’ın inzimâmıyla 14(Hâşiye-6) 1242 olup, 1241’den 42’ye kadar vukû’ bulan feci’ hâdisenin târihini aynen şimdiki onların haleflerinin cumhûriyet târihi olan 41 ve 42 içinde vukû’ bulmasıyla hem 24’te hem 41’de tevâfuk- ları ise; 100 senenin iki başında iki komitenin hilâfet aley- hinde ittifâkına şu sûre işâret ederek ve onların mahvlarını göstermekle, geçen mes’eleyi te’yîd ediyor. Hem gösteriyor ki, bu esrârlı sûre çok esrâr ile berâber, Devlet-i Osmâni- yenin dahî edvâr ve etvârına bakıyor ve baktırıyor. 14 (Hâşiye-6) Çünki o nahr’i yapan halifedir, vekîl-i nebevîdir. Fâilini göstermek lâzım gelir. Öyle ise “kâf ” inzimâm edecektir. 22’yi 42’ye çevirecektir.
34 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 35 • Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın Dördüncü Mahrem Remz’inin daha ziyâde mahrem küçük bir zeyli �بسم الله الرحمن الرحي ا16 * َو َلا َرطْ ٍب َو َلايَا ِب ٍس اِ َّلا ِفى ِك َتا ٍب ُم ِب ٍين15 لاَيَ ْع َل ُم ا ْل َغ ْي َب اِل َّا الل ُه Ümmetin lisân-ı hâli her vakit sorduğu gibi, müker- reren harâretli hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan zâtlar benden suâl ediyorlar ki: Bu istibdâd-ı askeriye-i keyfiye-i küfriye- nin tecebbürü ne kadar devâm edecek? Elcevâb: Benim gibi hiç ender hiç bir adamdan böyle şeyler sorulmaz diyordum. Sen Kur’ân’ın dellâlısın diyor- lar, biz senden Kur’ân nâmına istiyoruz. Ben de bu mes’e- leyi Kur’ân’dan sordum. Kur’ân beni en kısa sûre olan Sû- re-i Kevser’e havâle etti. Ben o sûreden sordum, şu sûre dahî beni âhirki âyeti olan ’ اِ َّن َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتe havâle etti. Ben ona mürâcaat ettim. Dedi: “Benim hurufâtımı say!..” Say- dım, ’ ُه َو اْ َلا ْب َ ُتdeki hemze-i vasl ile berâber 13’tür, hemzesiz 12’dir. اِ َّنşeddeli “nun” bir sayılsa 14 olur. Nun iki sayılsa, hemze-i vasl dahî hesâb edilse 16. Öyle ise bunların ömrü ve zulmünün devâmı 12, 13, 14 veya 16 sene içindedir. Delil istedim, lisan-ı ma’nâ ile âyet dedi: “Tevâfuk sırrıyla bak, beş emâreyi göreceksin.” 15 “Gaybı yalnız Allâh bilir.” Neml, 65. 16 “Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitâbda yazılmıştır.” En’âm, 59.
36 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Birinci Emâre: Bu istibdâd reîslerinin üçünün mec- mû’-ı isimleri 13 olarak, benim mecmû’-ı hurufâtım olan 13’e tevâfuk etmekle berâber ef ’âlleriyle ma’nâma tevâfuk ediyor. Demek umûm ömürleri de bu kadardır. İkinci Emâre: O istibdâdın büyük reîsi, lakabıyla berâber ismi tek başıyla yine ef ’âliyle ma’nâma tevâfuk et- mekle berâber aded-i hurufâtı 13 olup benim hurufuma tevâfuk ediyor. Demek cebbârâne ömrü de o kadardır. Üçüncü Emâre: Mustafa Kemâl ismine lâyık olmadığı için ma’nâsı ما اسطفى بكمالoluyor. O hâlde tek başıyla tek is- miyle 12 oluyor. Bir cihetle mecmû’-ı hurufum olan 12’ye tevâfuk etmekle ef ’âliyle ma’nâmı göstermekle berâber, ebcedî makâmı lakabıyla 1341 aded edip dinsiz cumhû- riyetin mebdeini gösteriyor. İsbat ediyor ki, irtidâdkârâne siyâsetin müddeti 12 senedir. Dördüncü Emâre: ما اسطفى بكمالlakabı olan “Gâzi” ile berâber 16 adediyle ’ اِ َّن َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتin اِ َّنile berâber 16 har- fine ismi tevâfuk ettiği gibi, müsemmâsı dahî şenâatkârâ- ne siyâsetiyle ma’nâma tevâfuk ediyor. Demek müddet-i Fir’avniyeti 16 senedir. İki senesi Mason komitesinin teh- yic ve tedbîriyle meşgûl ve bir-iki sene de nifâk perdesi al- tında zâhir müslüman ve İslâmiyet lehinde çalıştığından, bilhesâb evvelki hesâbdaki emârelerin neticesiyle yine 12 senede tevâfuk ediyor. Beşinci Emâre: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a “el-ebter” deyip, adâvetini bi’setin ikinci senesinde baş- layan ve veledinin vefâtıyla şeâmetkârâne izhâr eden müşrikîn-i Kureyş’in hakkında nâzil olan اِ َّن َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُت âyetinin hurufâtıyla hicretin ikinci senesinde vukû’ bulan gazâ-i Bedir’de onların mahvlerini bi’setten 13, 14 sene
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 37 zarfında olduğunu gösterdiği gibi o heriflerin bir nevi’ ha- lefleri olan bu zamânın münâfıkîn-i şâni’in dahî o müddet içinde adâvetine hâtime verileceğine işâret, bu beş emâre bir delîl-i kat’î hükmündedir. ل َا َي ْعلَ ُم الْ َغ ْي َب اِل ّاَ الل ُه • Bir Hâtime Garîbdir ki; bu istibdâd-ı askeriye-i keyfiye-i küfriye- nin başına geçen Mason komitesinin üç reîsinin derece-i hatâları ve şerîat hakkındaki olan cinâyette hisseleri; kendi isimlerindeki aded zâhir gösteriyor. Şöyle ki: 1017 hisse-i hatâdan, icrââtçi olmak cihetiyle en büyük hisse sâhibi ol- mak lâzım gelen İsmet 600, en büyük reîs ise şeytâniyeti ile yalnız tedbîr gördüğünden ötekine nisbeten ikinci derece- de kaldığından 321 hisse alır. Üçüncüsü zâhiren İslâmiyet tarafdârı ve bir derece îmân sâhibi olarak kendini gösteren fakat ehl-i îmân onun sûrî diyânetine aldanıp, dizginleri öteki gaddârların eline verdiğinden o Fevzi dahî o cinâ- yette hissede İsmet’e nisbeten südüsü, reîse nisbeten sülüs hükmünde kendi isminin mikdârınca 103 hisse alır. Fakat asıl reîs bizzat İsmet’in yarısıdır. Reîs olduğu cihetle öteki iki arkadaşının hatâsı kadar hatâ onun defterine ilâve ol- duğuna kat’î delil, tek başıyla yâni ismiyle lakabı ile hem اِ َّن َشانِ َئ َك ُه َو اْ َلا ْب َ ُتmakâm-ı ebcedîsi 1017 adedi gösteriyor. Hem aded-i hurûfuyla اِ َّن َشا ِن َئ َك ُه َو اْ َلابْ َ ُتbir cihette 12, bir cihette 13, bir cihette 16 aded-i hurûfuna tevâfuk ediyor. ل َا َي ْع َل ُم الْ َغ ْي َب اِل َّا الل ُه
38 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ Mu’terizâne ve tenkidkârâne mühim bir suâl bana vârid oluyor. Diyorlar ki: Nasıl bu Cumhûriyet-i İslâmiyenin bir kı- sım reîslerine “Küçük Deccâl” nâmı veriyorsun. Hâlbûki Diyânet Riyâseti’ndeki mühim âlimler misillû çok ülemâ- lar onlara tâbi’dir, onlara duâgû sayılırlar? Elcevâb: 1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aley- hissalâtü Vesselâm’ın bir şâkirdi ve esrâr-ı Kur’âniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (r.a.) meşhûr ve matbu’ kasîdesinde demiş ki: ( بت: )نسخه 17(Hâşiye) َأ ْح ُر ُف ُع ْج ٍم ُس ِّط َر ْت تَ ْس ِطياً • ِب َّت ِب َها ا َلأ ِم ُي َوا ْل َف ِق َيا َو ُق ْل ِبأَ َّن الْ َو ْق َت بَا َن َوا ْق َ َت ْب • َفانْ َت ِظ ُروا ال َّد َّجا َل أَ ْغ َوى َم ْن كَ ِذ َب ثُ َّم ا ْع َل ُموا َم َعا ِش َر ال ِإ ْخ َوا ِن • أَ َّن ُغ َوا َة آ ِخ ِر ال َّز َما ِن ُه ْم ُعلَمَا ُء ُز َّو ُقوا َأ ْف َوا َه ُه ْم • ثُ َّم انْ َث َن ْوا َواتَّ َب ُعوا َأ ْه َوائَ ُه ْم İşte bu kasîdede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binâen diyor ki: “Hurûf-u Arabiye Acemî yâni Frengî hurûfuna tebdîl edildiği zamân, Deccâl’i intizâr ediniz.” Evet o işi yapan ise küçük Deccâllerdir ki, büyük Deccâl’in ileri karakolu- dur. Hem o zamânın en fenâsı, ulemânın fenâsıdır. Yâni dalâletin en fenâsı, ulemâi’s-sû’ nâmı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ulemâda, dîni dünyâya satmış adamlardan gelir. Ben de bu noktaya binâen derim ki: Hangi ulemâ var ki; ezân-ı Muhammediye’yi beğenmeyip, ezân yerin- 17 (Hâşiye) Cây-ı dikkattir ki, Firengî hurûfâtını öğretmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukarâya dersin şenâatine işâreten, kasîdede bir nüshada ِب َّت ِب َها الأَ ِم ُي, ِب َّت َوالْ َف ِق َياyâni gece işlemek ta’bîriyle işâret ediyor.
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 39 de bir şarkıyı kabûl etsin. Öyleler âlim değil belki 18 َك َم َث ِل الْ ِحمَا ِر َي ْح ِم ُل أَ ْس َفا ًراaltında dâhil oluyor. اِ َّن َشا ِن َئ َك ُه َو ا ْلأَ ْب َ ُت: اِ َّنile 1118 olmakla bu küçük Deccâllerden yüz sene sonra bü- yük Deccâl’e işâret vardır. Nasıl ki bu geçmiş yüzün iki başında Mason komitesinin ve onun bir mukaddimesi olan Yeniçeri içerisine giren fesâd komitesi, o yüzün iki başındadır. اَلل ُه اَ ْعلَ ُمbu gelecek yüzün dahî bu başında bu küçük Deccâller komitesi, öteki başında büyük Deccâl’in komitesi bulunduğuna ُ اِ َّن َشا ِن َئ َك ُه َو ا ْلأَبْ َتişâret ediyor. Bunun kuvvetli delillerini daha bulamadım. Bu işâretle şimdilik iktifâ ediyorum. 19 َر َّب َنا َلا تُ َؤا ِخ ْذنَا إِن نَّ ِسي َنا َأ ْو أَ ْخ َطأْنَا 20 َوا ْح َفظْ َنا ِم ْن َِّشر ال َّن ْف ِس َوال َّش ْيطَا ِن َو ِم ْن َِّشر اِ ْل َحا ِدى َوالطُّ ْغ َيا ِن آ ِمين �ِب ْس ِم الل ِه ال َّر ْح َم ِن ال َّر ِحي Bir mes’ele-i ilmiye-i i’tikâdiye-i kaderiyeyi beyân eder. Şöyle ki: Dördüncü Remiz’de zikredilen ihbâr-ı gaybiye iki kı- 18 “Ciltlerle kitap yüklenmiş eşek” (Âyetin tamamı: “Kendilerine Tevrât verildiği hâlde onun yükümlülüğünü yerine getirmeyen- lerin durumu, ciltlerle kitâb yüklenmiş eşeğe benzer. Allâh’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun hâli ne kötüdür! Allâh o zâlim- lere elbette yol göstermez.” Cum’â, 5). 19 “Ey Rabbimiz, unutur veya hatâya düşer de bir kusûr işlersek bizi onunla hesâba çekme.” Bakara, 286. 20 “Bizi nefsin ve şeytanın şerrinden ve ilhad ve tuğyanın şerrinden muhafaza buyur.”
40 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ sımdır. Bir kısmı zamânımıza nisbeten vukûa gelmiştir. Meşîet-i İlâhiye taalluk etmiş. Bu vâki’ olan hâdisâta dâir işâretler, ihbârlar kat’iyyetle hükmedilebilir. Çünki kâbil-i tebdîl ve tağyîr değil. Fakat bize nisbeten istikbâlde ge- lecek hâdisâta dâir işâret-i Kur’âniye vâki’ hâdisât gibi kat’iyyet-i mutlaka ile hükmedilmez. Çünki meşîet-i İlâ- hiye hâkim-i mutlaktır, mahkûm olamaz. Her hâdisenin gizli ba’zı şerâiti bulunabilir. Levh-i Mahfûz’un hâdisât-ı zamâniye dâiresinde bir nüshası olan Levh-i Mahv İsbât nâmındaki bir sahîfe-i kaderiye kâbil-i tebdildir, değişti- rilebilir. Hadîs-i sahîhte vardır ki: Ba’zan belâ nâzil olur. Karşısına sadaka gibi bir şey çıkar, mukâbele eder. O ka- der dahî tahavvül eder. Ba’zılarının ecel-i mübremden ayrı olan ecel-i muallakı geldiği hâlde, bir vesîle ile te’hir et- tiğini ehl-i tahkîk hükmetmişler. Hattâ Levh-i Mahfûz’da kader-i ezelî ile ecel-i mübrem dahî gâyet kudsî bir zâtın meşîet-i İlâhiye’den istimdâd ve niyâz ile tebdîl edildiği kuvvetli ihbâr edilmiştir. Demek istikbâle âit işâret-i gaybiye ba’zı şerâit-i mü- himme dâhilinde meşîet-i İlâhî hükmeder, o ihbârâtı ta’dîl veyâ tebdîl eder. Öyle ise sûre-i İnnâ A’taynâ ehl-i ilhâdın hâtimelerine verdiği haberler ba’zı şerâitle meşîet o ha- berleri daha hafif bir tarzda ta’dîl ve tatbîk eder. Meselâ: İrtidâdkârâne işten tövbe eden rüesâdan birisi bâkî kalsa, mütemerridleri geberse, işâret-i gaybiyede dehşetle mahv u perîşâniyet tağyîr edilir. Müşkilâtsa bir tebeddüle tahav- vül eder. Hem ehl-i dalâlet bir cihette mahvolur denilebi- lir. Hem ihbâr-ı gaybî sahîh çıkar, hem meşîet hâkim kalır. Yalnız zâhirî ihbâr terk edilir, dehşet ve imhâ sûreti yerine ref ’ u ıslah sûreti ikâme edilir. Gaybın sırrı açılmadığının bir sırrı şudur ki: Tâ herkes her vakit herşey için Cenâb-ı Hakk’a mürâcaatında mec-
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 41 bûriyeti hissedip ilticâ etsin, istesin, yalvarsın. Eğer kat’i- yetle kendine ve başkasının başına geleni bilse, o vakit ne yalvarır, ne ricâ eder, ne de ilticâ eder. Yâni yarın güneşin çıkması gibi âdî görür. Allâh’ı unutur. İşte bu ince sır ve hikmet içindir ki, ل َا يَ ْع َل ُم الْ َغ ْي َب اِل َّا الل ُهdüstûruyla gayb kapısı yakîniyet ve kat’iyet sûretin- de resûllerden başkalarına açılmaz. Ve لاَ يَ ْع َل ُم الْ َغ ْي َب اِل ّاَ الل ُه düstûru dâimî ve küllîdir. Evet gaybı O bilir, O bildirir. Meşîet hâkimdir, mahkûm olamaz. ا23 * َلا يَ ْعلَ ُم ا ْل َغ ْي َب اِلاَّ الل ُه22 * َوالْ ِعلْ ُم ِع ْن َد الل ِه21 َو الل ُه اَ ْعلَ ُم ِباَ ْ َسا ِر ِك َتا ِب ِه 24 ُس ْب َحانَ َك َلا ِعلْ َم لَ َنا اِ َّلا َم َع ّلَ ْم َت َنا اِنَّ َك اَنْ َت الْ َع ِلي ُم ا ْل َح ِكي ُم 25 َر َّب َنا َلا تُ َؤا ِخ ْذنَا ِإن نَّ ِسي َنا أَ ْو أَ ْخ َطأْنَا *** 21 Kitabının sırrını en iyi Allah bilir. 22 Gerçek ilim ancak Allâh katındadır. 23 “Gaybı yalnız Allâh bilir.” Neml, 65. 24 “Seni her türlü noksandan tenzîh ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara, 32. 25 “Ey Rabbimiz, unutur veya hatâya düşer de bir kusûr işlersek bizi onunla hesâba çekme.” Bakara, 286.
42 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ 26 ِبا ْس ِم ِه ُس ْب َحانَ ُه (Mahremdir. En hâs nûrculara mahsûstur.) Mahkeme-i Kübrâ’ya Şekvâ’nın Dokuzuncu Maddesi- ni, bizi mahkûm eden hey’et Risâle-i Nûr’u okumalarının hatırı için, Üstâdımız mahrem tutup yazmamış. Fakat mâ- dem en muannid Avrupa feylesofu ve en enâniyetli muta- assıb Mısır ve Şam’ın allâmesi bir def ’a Zülfikâr ve Asâ-yı Mûsâ’yı okumasıyla onlara tarafdâr olup tahsîn ettikleri hâlde, bu insâfsız hey’et onları iki sene dikkatle okudukları hâlde gizlenmesine çalışmaları ve serbestiyet vermemele- rine binâen, onların hatırları daha tutulmaz diye o mah- rem ifâde şöyle izhâr edildi: Saîd ve Nûrcular aleyhindeki karârnâmenin 57. sahî- fesinde bizi mahkûm etmek için son fıkralarından birisi budur: “Saîd Nûrsî devletin kânunlarını tatbîk ile, muârız ve muhâlifleri adâletin pençesine teslim eden çok âmir ve me’murları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhid ve münâfık ta’bîr etmesi.. onunla tam suçlu olur ki, mahkûm ediyoruz.” Bunların bu fıkrasına karşı, hapse giren Nûr’un bir kı- sım talebeleri böyle cevâb veriyorlar: 1938 senesinde Dersim fâciâsı ki, (Büyük) Doğu Mec- mûası’nın 17. sayısında “Doğu Fâciâsı” serlevhasıyla vak’a- nın tam tamına aynını yazdı ki; hiç dünyâda emsâli vukû’ bulmamış öyle bir zındıklık, münâfıklık ve vatan ve mil- lete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’î isbât ediyoruz. Elbette öyle fevkalâde cânî canavar me’murlara bin def ’a zındık, gizli komünist dense; değil suç olmak, bil’akis tas- 26 Her türlü noksân sıfatlardan yüce olan Allâh’ın adıyla.
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 43 dîk ile, takdîr ile mukâbele lâzım. İşte Saîd umûma değil, yalnız böylelere zındık, münâfık demiş. İkincisi: Yine karârnâmenin aynı sahîfesinde, Saîd Nûrsî’nin mahkûmiyetinin bir sebebi olarak yazmışlar ki: “Bütün ömrünü Türk vatanının dâhilî ve hâricî tür- lü tecâvüzlerden kurtulmasına hasr u vakfeden, Türkiye Cumhûriyeti’nin bânîsi ve Türk istikbâl ve istiklâlinin sâ- dık ve fedâkâr hâdimi olan Atatürk’ü Süfyân ve İslâm Dec- câli, tâğût, dalâlet zındıka komitesinin fir’avnmeşreb reîsi, ehl-i dalâletin dehşetli şahsiyeti diye vasıflandırmak ve bu sûretle her Türk’ün kalbinde kökleşen Atatürk’ün sevgi- sini gönlünden sarsarak ve ona âlet olan hâs adamlarına münâfık, mülhid demesi büyük bir suçtur diye mahkûm ediyoruz.” Cevâb: Yine Nûr’un hapse girmiş bir kısım talebeleri diyorlar ki: Bu vatan ve milletin istikbâlini ve istiklâlini mahveden onun icrââti olduğuna bir delil şudur: Bu va- tandaki milletin bin seneden beri Hıristiyanın dehşetli umûm devletlerine karşı 350 milyon ma’nevî ihtiyât kuv- veti hükmünde olan âlem-i İslâm bütün rûh u cânıyla bu vatandaki millete uhuvveti ve irtibâtı ve düşmanın bu va- tana hücûmu vaktinde o muazzam ma’nevî ordu ağlaması ve i’tirâz etmesi içindir ki: 70-80, bir zamân 120 milyon Osmanlı Devleti o dîndâr raîyetiyle 400 milyon Hıristiyan devletlerine karşı istiklâlini, istikbâlini muhâfaza ediyor- du. İşte o reîs, bu ihtiyât kuvveti bu vatan ve milletin aley- hine çevirmesi ve bir cihette istiklâlini, istikbâlini mahvet- tiği hâlde; nasıl istiklâl ve istikbâlini muhâfaza ediyor ve kurtarmış denilebilir? Hem Bağdad’dan tâ Hind’e ve Mısır’dan Cezâyir’den tâ Endülüs’e ve Yemen’den tâ Habeşistan’a kadar âdeta iki Av- rupa kıt’ası kadar Osmanlı hâkimiyeti ve Türk milletinin
44 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ âmiriyeti tahtında iken, 40 seneden beri o reîs ve onun gibi dinsizliği dîndârlara tercîh edenler, 70 milyon Arab’ı elin- den çıkardığı gibi, en mukaddes şeylerini dahî rüşvet ver- dirmeğe ve istibdâd-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile ancak bir muvakkat idâreye mecbûr eden ve bu bîçâre ma’sûm ve mazlum ve dîndâr ve mücâhid milletin hem istikbâlini, hem istiklâlini dehşetli ve çok acınacak bir vaziyete sokan ve hakîkî Türk hamiyetçiler ve vatanperverler ve dîndâr mütefekkirlerinin kalblerinde sevgisi kökleşmemiş oldu- ğu hâlde; Saîd o sevgiyi çıkarmasıyla suçludur, mahkûm olur demeleri; ne kadar haktan, hakîkatten, insâftan, vic- dândan uzak olduğunu her vicdân sâhibi anlar. Ve 20 ay hem tecrîd-i mutlakta hapis, hem 2 sene göz hapsi altında mahkûm etmek, dünyâda hiç emsâli vukû’ bulmamış zâ- limâne bir muâmeledir. Acîbdir ki; savcı (müddeî), iftirâlı ittihâmnâmesin- de en ziyâde iliştiği ve Saîd’in ittihâmına medâr yaptığı, Sirâcünnûr’un âhirindeki Beşinci Şuâ’ın mes’elelerinde Saîd demiş ki: Başa şapka koymağa cebreden Süfyân öyle dehşetli istibdâdla hareket eder ki, bir cânî yüzünden yüz köyü harâb eder.. bir âsî yüzünden binler ma’sûmu mah- veder dediği fıkra için Saîd’in mahkûmiyetine pek mu- sırrâne çalışıp demiş ki: Atatürk’ü tahkîr edip, inkılâblar aleyhindedir. Cevâb: Yine o cevâb veren Nûr şâkirdlerinden Abdür- rezzâk nâmında birisi diyor ki: İşte o dâvânın doğruluğu- na delâlet eden yüzer emâreden tek bir emâresi: 1938’deki Dersim fâciâsında binler ma’sûmları, ihtiyâr kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyân tevehhümü ve ihtimâli yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şuâ’ın o hük- münü kat’î hakîkat olarak gözlerine sokuyor. Acabâ bin seneden beri bir milyar şühedâyı hakîkat-i
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 45 Kur’ân ve îmân yolunda fedâ edip şehîd veren ve bütün mefâhiri İslâmiyetle tahakkuk eden ve âlem-i İslâm’ın en büyük ordusu ve kahramân milleti olan Türk’e bütün bü- tün mâhiyetlerine zıd ve bütün ecdâdlarını darıltan, inci- ten, ma’nen ihânet eden ve neslen hiç Türklükle münâse- beti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası nâmını vermek; ne derece Türklüğe bir adâvet ve ihânet olduğu anlaşılmıyor mu? Abdürrezzâk ve sâire (14. Şuâ Risalesi’nden)
III \"Sırr-ı İnna A'taynâ\" risalesinin Osmanlıca aslı
Sırr-ı İnnâ A’taynâ | 49 --
50 | Sırr-ı İnnâ A’taynâ -٢-
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231