Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore 25_Paydos_Kasım'19

25_Paydos_Kasım'19

Published by bimesele TV, 2022-07-21 20:47:33

Description: 25_Paydos_Kasım'19

Search

Read the Text Version

Sınır Tanımayanlara Aylık Ortaya Karışık Bülten - Kasım'19 - Sayı 25 dosya *Sınırları Zorlayan Sınırsızlık *Hangi Sonsuz köşesiz felsefe *Girizgâh katarsis *Buz Dağı karanlık oda *Korku ve Shining Örneği Adnan GÖZÜTOK Alaaddin GÖÇER Ayşe ACAR Ayşe KAYA Bahar EŞREFOĞLU Beyza KARADEMİR Beyza YILDIZ Büşra SÜTÇÜ Enes SÜSLÜ Esma ŞAFAK Fikriye Bilge BİRCAN Ha ce Meryem AKKAN Merve ER Muhammed Furkan DOĞAN Muhammed URAL Nefise ERDEM Taha SULAR



Aylık Ortaya Karışık Bülten Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Ethem OKUYAN Editör Enes SÜSLÜ Şeküre KÜÇÜKGÜL Yazı İşleri Ayşe Rümeysa ÖZDEN Merve ER Yayın Kurulu Alaaddin GÖÇER Ayşe KAYA Ayşe Rümeysa ÖZDEN Enes SÜSLÜ İbrahim Ethem OKUYAN Şeküre KÜÇÜKGÜL İllüstratör Ayşe Rümeysa ÖZDEN Esma ATEŞ Muzaffer FIRAT Dizgi - Tasarım İbrahim Ethem OKUYAN İletişim [email protected] [email protected] Adres Akıncılar Mh. Akıncılar Cd. 35/5 Selçuklu/KONYA Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonla- rın çoğaltılma hakları Paydos Dergisi’ne aittir. Ön izin olmaksızın, adres gösteril- meksizin materyallerin tamamının ya da bir bölümünün çoğaltılması yasaktır. Aksi durumda Paydos Dergisi sorumluluk kabul etmez.

İÇİNDEKİLER 03 BAŞLARKEN Ayşe KAYA 04SINIRLARI ZORLAYAN SINIRSIZLIK Fikriye Bilge BİRCAN 06 YORGUN GÖRÜNÜYORSUNUZ? Enes SÜSLÜ 07ÇÖRÇİL KAHRAMAN MI KATİL Mİ? II Bahar EŞREFOĞLU 14 HANGİ SONSUZ? Ayşe KAYA 16GİRİZGÂH Muhammed URAL 21 DİŞ DEDİĞİN SADECE AĞIZDA MIDIR? Merve ER 24DEĞİŞENLER Ayşe KAYA 31 BUZ DAĞI Adnan GÖZÜTOK 31RÜZGÂR Beyza KARADEMİR 32 BAŞKALARININ SESİ Büşra SÜTÇÜ 33MASAN BOŞ KALMASIN Beyza YILDIZ 36 BEŞ BİLYELİ ÇOCUK Alaaddin GÖÇER 38YAKIN AMA UZAK BELDE Hatice Meryem AKKAN 43 THE SHINING Taha SULAR 48RUHUMU NASIL TUTSAM DA Esma ŞAFAK 52 ÇİZİ-YORUM Nefise ERDEM 54DERİN(LİK) Ayşe ACAR 56 “O” AN Muhammed Furkan DOĞAN

Ayşe KAYA [email protected] BAŞLARKEN Kıymetli Paydos Ailesi, Kısa bir aranın ardından tekrar sizlerle birlikteyiz. Toprağın; daha verimli hâle gelip ekilen ürünün kalitesi- ni artırmak için nadasa bırakılması gibiydi verdiğimiz bu ara. Niyetimizi gözden geçirip umudumuzu tazelemek ve bunun vesilesiyle heyecanımızı artırmak gayesi içindeydik. Yapılan istişare toplantılarımız neticesinde Paydos’un ilk sayısından itibaren bizimle birlikte olan bazı başlıkları de- ğiştirip, yeni başlıklar ve yazarların da aramıza katılmasıy- la yolumuza devam ediyor olmanın sevincini yaşıyoruz. Yayın Kurulu’ndan İstişare Ekibi’ne, Yazı İşleri’nden deste- ğiyle yanımızda olan dostlarımızın her birine tek tek teşek- kürlerimi sunar, takdiri siz kıymetli okurlarımıza bırakırım. Biz tekrar geldik ve gitmeye hiç niyetimiz yok. ;) Yeniden başlamaya en uygun konunun “Sonsuzluk” oldu- ğuna karar verdik ve sizin parmak uçlarınıza kadar getirdik efendim. Merak eden, hayatının hızına “Paydos” vermek isteyenleri sayfayı kaydırmaya davet ediyorum. Faydası bol okumalarınız olsun. Allah’a emanet olunuz. 3

DOSYA Fikriye Bilge BİRCAN [email protected] SINIRLARI ZORLAYAN SINIRSIZLIK: SONSUZLUK Kimseler paylaşamaz sonsuzluğu. Ne matematik ne fizik ne metafizik ne de felsefe. Sonsuzluğun sonu gelmez tartışmaları vardır. Bir sonsuzluk diğer bir sonsuzluğu kapsayabilir mi? Sonsuzluk fiziksel olarak evrenimizde var mıdır? Evren sonsuz mudur yoksa bir balon gibi midir? Sonsuzluk nedir? Çözülmemiş sorularla bitmez tartışmalarla doludur sonsuzluk kavramı. Öyle ki, şöyle bir bakayım literatüre, neymiş şu sonsuzluk dediğimde beni kara bir delik gibi içine çekti. Kavraması mümkün olmayan bir şeyi de kav- ramaya çalışmak benim ironimdi sanırım. Gerçi hoş, bu yüzden de uçsuz bucaksız sonsuzluk bir uyarıydı benim için ve kendi aklını sınırsız sanan kibirli insanoğlu için. Tahzir (uyarı) niteliği barındırdığı kadar tağrir (aldatma) niteliğini de içinde barındırıyor sonsuzluk. Zaten sonsuzluk değil mi, içine her şeyi alsa gerek :) Sonsuzluk insanlığın en büyük zaaflarından biri, ölümü sonsuzluğa açılan bir kapı olarak değil de ıstıraplı bir can çekiş, bir son olarak görenlerin de hayal süsü. İnsanlığın zaafını bilmede ve aldatmada usta olan şeytan da Hz. Adem’i “Sana sonsuzun ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha Suresi, 120) diyerek aldatmıştı. Dünyada verdiğimiz bu imtihan- lara da ancak ebedî cennetler ödülü layık görülmüştü. Aslında sonsuzluk, sınırsızlığın zihnî varlığımızı sınırlandırması. Ufuk çizgisi- ni görüp denizin devam ettiğini bilsek de göremeyiz ya denizi; algılayama- sak da, idrak edemesek de biliriz varlığını. Sonsuzluk da o deniz gibi hatta 4

daha derininden. Mesela ahiret hayatını düşününce insan onun ebedîliğini tam olarak kavrayamaz ama iman eder çünkü insanoğlu bir başlangıç ve ni- hai son arasında var olmaktadır. Tabii bir de ona zaman kavramı eşlik eder. İki çizgi arasında koşuşturan insanoğlu vakit bulup da kafasını kaldırdığında uçsuz bucaksız sema ile karşılaşır ve ucu bucağı görünmeyen bu belirsizliğe hayran kalır. Sonra da sınırlarını zorlayıp kurgusal sonsuzluk problemleriyle cebelleşir, gerçek sonsuzu kurgusal oyununda arar. Gerçekle kurgunun sı- nırlarını örümcek ağıyla çizer âdeta. Sonra da aklının her şeyi alabileceğini düşünüp evrenin yaratılmış olduğunu ve bir anlama sahip olduğunu dola- yısıyla Yaratıcı’yı inkâr noktasına gelir. Oysaki hudûs delilini geliştirip Kelam Kozmolojik Argümanı ortaya atan William Lane Craig’e göre gerçek (bilfiil) sonsuzluk mümkün değildir. Ancak kurgusal (bilkuvve) sonsuzluk vardır matematikteki gibi. Mesela doğal sayılar kümesi sonsuzdur, çift sayılar kü- mesi de. Çift sayılar kümesi doğal sayıların alt kümesi olduğuna göre bir sonsuz sayı kümesi, diğer bir sonsuz sayı kümesini nasıl kapsayabilir? (bkz. Hilbert Oteli Paradoksu) Bu tür şeyler soyut olarak bakıldığında mantıklı olabilir, soyut olan matematikte sonsuzluğun mümkün olması gibi. Ama gerçek hayatta bir Hilbert Oteli mümkün görünmüyor. Şu durumda, ekle- meli dizilerde sonsuzluk mümkün değildir, aslında sayılardaki sonsuzluk bir belirsizlikten ibarettir. Geçmiş de eklemeli olarak ilerlediğine göre ne ileri- ye ne de geriye dönük bir sonsuzluk, evrende mümkün değildir. Bir insanın doğması için anne ve babasının doğması şeklinde eklemeli ilerleyen ardışık sistemde bir başlangıç noktası olmalıdır. Hudûs deliline göre ise; 1- Varlığının başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır. 2- Âlemin varlığının bir başlangıcı vardır. 3- Dolayısıyla, âlemin bir nedeni vardır. Bu sonuç ise evrenin kendisinden daha büyük, zaman ve mekândan aşkın bir Yaratıcı tarafından var ol- duğunu doğurmaktadır. O hâlde sonsuzluk, bize kurtuluşun Ezelî ve Ebedî olan Allah’a yönelmek ile olacağını ve ebedî âlemi hatırlatmalıdır. 5

ÖYKÜ Enes SÜSLÜ [email protected] YORGUN GÖRÜNÜYORSUNUZ? Eylül sonu. Soğuğun iyiden iyiye kendini gösterdiği sonbahar günleri. İki gün- dür aralıksız yağan yağmur bu sabah da devam ediyor. Çalar saate uyanıyor- sun. Güneş yeni doğmuş. Evden çıkıyorsun. Trafik felç. Üstün başın sırılsıklam giriyorsun gazeteye. Geç kalmışsın. Girişte, yaşlı bir kadının, gazete müdürüne, “Yorgun görünüyorsunuz,” dediğini işitiyorsun.O an dikkatini çekmiyor. Masana ilerliyorsun. Ertesi hafta, birdenbire, gazete müdürü tüm çalışanları toplantı odasına ça- ğırıyor. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumdan bahsederek başladığı konuşmasını, çok üzgün olduğunu ancak gazeteyi kapatmak zorunda kaldığını söyleyerek bitiriyor. Yıllardır bu işi severek yaptığı bilinen bir adamın bu kararı oradaki herkesi şaşırtıyor. Ancak asıl sebebin yaşlı kadının o cümlesi olduğunu o an anlıyor ve bunu bir tek sen biliyorsun. (Belki de öyledir. Sana sorulan tek bir soru, söylenen tek bir cümle ya da başına gelen tek bir olay, yaşadığın her şeyi hatırlatmaya, biriken şeyleri taşırmaya ye- ter. Yaşlı bir kadının hiçbir şeyden habersiz kurduğu bir cümle, olup biten bütün zorlukları gözünün önüne getirir ve artık öylece devam edemezsin, bir şeyler yapman gerekir.) O açıklamadan sonra müdür çok daha rahat görünüyor. Uzun zamandır ilk defa yüzü gülüyor. “Peki şimdi ne olacak,” tarzında sorulara “Bilmiyorum, bakaca- ğız,” gibi cevaplar veriyor. “Yaşanan her kötü olay bir şekilde hatırlanmayı bekler,” diye düşünüyorsun. “Çok küçük, saçma sapan, alakasız gibi görünse de başka bir olayda kendini gösterir ve hatırlanmayı bekler.” 6

TARİH DÜŞÜNCE Bahar EŞREFOĞLU ÇÖRÇİL (CHURCHILL) KAHRAMAN MI KATİL Mİ? (II) Paydos eylül sayısında yayınlanan yazının devamı olarak bu sayıda, Çörçil’in Çanakka- le’den sonraki hayatını, II. Dünya Savaşı’ndaki başbakanlık dönemini, Hindistan’da 4.3 milyon insanın açlıktan ölümünden sorumlu tutulmasını ve bu konudaki talihsiz açıkla- masını ve İslam’a karşı tutumunu konu alacağız. 7

ORDUYA DÖNÜŞ İstifasından sonra Çörçil, yeniden orduya katılmış ve albaylığa yükselmiştir. 1917’de Cep- hane Bakanı olarak Lloyd George hükümetinde yeniden politikaya dönmüş, ardından 1918-21 yılları arasında Savaş ve Hava Bakanı (The State Secretary for War and Air) ve 1921-22 yılları arasında Sömürge Bakanı (Colonial Secretary) olarak görev yapmıştır. Sa- vaş sonrası yıllarda da aktif olarak Rusya’daki beyazları yani Bolşevik karşıtlarını destek- lemiştir. 1922 seçimlerinde sosyalist karşıtı olarak yenilgiye uğramış ve onlara yardım için asker gönderme girişimlerinin de boşa çıkması sonucunda eleştirilere maruz kalmıştır. 1922’de parlamentodan ayrılmış ve 1924’te Muhafazakâr Parti üyesi olarak geri dönmüştür. Bu dönemde Maliye Bakanı (Chancellor of the Exchequer) olarak 1924-29 yılları arasında görev yapmış ve 1926 genel isyanını bastırmada İşçi Partisi’nin yanında muhalif olarak yer alınca bulunduğu pozisyonla ters düşmüştür. Çörçil’in Maliye Bakanlığı sırasındaki al- tın standartları, ekonomist John Maynard’ın gazabını üzerine çekmiş ve onun politikasını deflasyon, işsizlik ve hatta 1926 Genel İsyanı’nın müsebbibi olarak görmüştür. Görevinin son bulmasıyla, Çörçil altı ciltlik The World Crisis kitabını yazmaya başlamış (1923) ve 1931 yılında tamamlamıştır. Ancak eseri meşhur İngiliz şair ve eleştirmen Her- bert Read tarafından çok güçlü bir eleştiriye maruz kalmıştır (Kitabı: English Prose Style, 1928). Read, Churchil’in eserini şatafatlı, gereksiz, hamaset edebiyatı yapan, görüş açısı savaş sonrası dönemin gençleri gibi basitlik erdemini savunan bir eser olmakla eleştirdi. 1929’da Muhafazakar Parti’nin yenilgisiyle, Çörçil yine görev dışında kaldı ve hükümet- ten 10 yıl kadar uzak kaldı. Bu sürede 4 ciltlik bir aile tarihi yazdı, daha doğrusu büyük dedesinin tarihini... Marlborough: His Life and Times (1933-1938). II. Dünya Savaşı’nın ilanıyla Çörçil, Deniz Bakanı (The First Lord of the Admirality) olarak sahnelere geri döndü. 1940 yılında başbakan olduğunda, Amerika Başkanı Franklin D. Roosevelt ile güçlü bağlar kurdu. 1945 yılı seçimlerinde Muhafazakâr Parti, İşçi Partisi tarafından yenilgiye uğratılsa da, Çörçil muhalefet lideri olarak parlamentoda görevine devam etti: Hindistan’ın bağımsız- lığına karşıt olarak ve elbette Birleşmiş Milletler, birleşmiş bir Avrupa ve hidrojen bom- bası imali fikirlerinin ise destekçisi olarak. 8

İNGILIZ ULUSAL KAHRAMANININ ÖLÜMÜ Çörçil, II. Dünya Savaşı’ndan da ulusal kahraman olarak çıkmayı başardı ancak yıllarca siyasi görev dışında kaldı. Ancak Muhafazakâr Parti’nin muhalifliğini yönetmeye ve poli- tikada fikirleriyle aktif olmaya devam etti. 6 cilt olarak II. Dünya Savaşı (The Second Wor- ld War) kitabını yazdı (1948-54) ve kitabı her zamanki gibi farklı eleştirilere maruz kaldı. 1951’de Çörçil yeniden başbakandı ve 1953 yılında şövalyelik nişanı verildi. Bir yıl sonra Kraliçe ve parlamento tarafında “yaşayan en iyi İngiliz” (“the greatest living Briton”) öv- güsüne mazhar oldu. Soğuk Savaş’ın bitirilmesi için Eisenhower ve Stalin’le bir araya gel- diği zirve toplantısı (1952-55) meyve vermedi. 1955’te sağlık durumunun elverişsizliği nedeniyle görevinden çekildi, ancak 1964 yılına kadar milletvekili olarak kaldı. Birkaç yıl öncesinde paralitik inmeden (paralytic stroke) muzdaripti. Emekliliğinden sonra politika ve savaş ağırlıklı İngilizce Konuşan İnsanların Tarihi (A History of the English-Speaking Peoples) adlı kitabı basıldı (1956-58). Son zamanlarını, resim çizmeye ve at yarışlarına ayırdı. Mektuplarını sekreterlerine yazdırırken yarı çıplak olduğu ve uyandığında odasın- da çıplak hâlde dolaşmasıyla bilinmektedir. 90 yaşındayken 1965 yılının başında beyin trombozundan (cerebral thrombosis) Lond- ra’da (Kensington) öldüğünde, cenazesi devlet töreniyle kaldırıldı. 1963’te Amerika ta- rafından Çörçil’e onursal vatandaşlık verilmiş olmasını da hesaba katarak, Çörçil’in faali- yetleri ve dünya liderleriyle ilişkisi eleştirilegelmiş olsa da İngiliz tarihinde döneminde en önemli politikacı ve devlet adamı olarak kalmaya devam edecek. 9

4.3 MILYON İNSAN AÇLIKTAN ÖLDÜ ÇÜNKÜ ÇÖRÇIL… Çörçil, yakın bir zamanda Dr. Shashi Tharoor* tarafından yazılan Inglorious Empire adlı kitapta, 1943 yılında başbakanlığı sırasında 4.3 milyon Hintli ve Bangladeşli’nin açlıktan ölümünden sorumlu olmakla suçlandı (Oppenheim 2017). Avusturalya’dan gelen tahıl yüklü gemilerin Bengal kıyısında (Kalküta) boşaltma yapmasına izin vermemiş, doğrudan Avrupa’ya, Yugoslavya ve Yunanistan’a gönderilmeleri emrini vermiştir. Hintlilere karşı aşırı ırkçı tutumuyla bilinen Çörçil, buradaki İngiliz çalışanların resmî gıda yardımı taleplerini geri çevirerek, bu kadar insanın ölümünün tavşanlar gibi doğurup durdukları için (breed like rabbits) kendi hatalarının sonucu olduğu yorumunu yapmıştı. Gandhi için ise “yarı çıplak fakir” (“half-naked fakir”) tabirini kullandığı bilinmektedir. Çörçil’in ırkçılığını ve Hintlilere karşı tutumunu tarihe not düşülen diğer cümlelerinde bulmak mümkün: “Hintlilerden nefret ediyorum. Sevimsiz dinleriyle sevimsiz insanlar.” (“I hate the Indians. They are a beastly people with a beastly religion”) (Oppenheim 2017) Obama Neden Churchill Büstünü İngiltere’ye Gönderdi? – Çörçil’in Afrika’daki Kanlı Elleri Beyaz Saray’da George W. Bush’un masasının yanında bir Churchill büstü vardı ve Çörçil, Bush’un kendisine idol olarak seçtiği tarihî şahsiyetlerdendi. Obama’nın Kenyalı dede- si Hüseyin Onyango Obama, Britanya’ya karşı gelmekten ötürü yargılanmaksızın iki yıl hapis cezasına çarptırılmış, Çörçil’in bizzat izlediği işkencelere maruz kalmış ve hiçbir zaman iyileşememişti. Profesör Caroline Elkins, Pulitzer ödüllü tarihçi-yazarın beş yıllık çalışması sonunda yayınladığı kitabında (Britain’s Gulag: The Brutal end of Empire in Kenya) yazdığına göre 150 bin Kenyalı silah zoruyla tutuklu kamplarına gönderildi. Çörçil, başkaldırıları yatıştırmak için bunun dışında başka taktiklere de başvurdu: elektrik şoku, 10

sigara ve silah ateşi. Çörçil ve takımı, kırbaçlama, vurma, yakma ve sakatlama dahil bü- tün cürümleri yapmaktan geri kalmadılar. Sorunun cevabına gelecek olursak Obama, Oval Ofis’ten Çörçil’in büstünü kaldırmış ve yerine Martin Luther King’in büstünü koymuştur, Amerikan başkanlığı pozisyonuna gel- mesine yardımcı olan insanları hatırlamak için. Kenya dışında birçok Afrika ülkesinde Çörçil’in kanlı izlerini sürmek mümkün. Özellikle Sudan’da yaptıklarını bizzat not düşmüştür. Güney Afrika’da kurulan toplama kampları- nın kurulmasını şu sözleriyle savunmuştur: “Onlar en düşük derecede acı üretiyorlar.” Toplam ölü sayısı 28 bine ulaştığında, en az 115 bin siyah Afrikalı benzer şekilde İngiliz kamplarına gönderildiğinde, bunlardan 14 binin öldüğü bu yerde, Çörçil sadece kafirle- rin beyaz adamlara ateş açmasına izin vermenin onu nasıl irrite edeceğini yazdı. Daha sonrasında, buradaki deneyimleriyle övünmüş ve ne kadar büyük bir eğlence olduğunu dahi yazmıştır. İSLAM’A KARŞI DÜŞÜNCELERI Elit Harrow Okulu ve sonrasında Sandhurst’te kendisine öğretilen basit hikâyeyi hepiniz biliyorsunuz: üstün beyaz adam gelişmemiş, koyu tenli ırkları fethediyor ve onlara me- 11

deniyetin nimetlerini götürüyordu. Çörçil hizmete başladığında barbar insanlara karşı küçük eğlenceli savaşlar içinde buldu kendisini. Swat Vadisi (bugün Pakistan’da) göre- vindeyken önce kendi kuvvetlerine karşı savaşan bu insanlar hakkında şüpheye düştü fakat sonra bu insanların dengesiz/sıyırmış cihatçılar olduklarına ve “ilkel kabilelerdeki çok güçlü öldürme eğilimi” nde (“strong aboriginal propensity to kill”) olduklarına karar verip not düşecekti. 2014’te Liberty GB Partisi Başkanı Paul Weston, ırkçılık suçundan tutuklandı. Sebebi Çör- çil’in İslam hakkındaki düşüncelerini The River War (1899) kitabından sesli bir şekilde okumasıydı: “Lanetler nasıl da ölümcüller, bu ateşli taraftarlığın altında Muhammedizm var! Bu fa- natik kudurmuşluğun dışında, bir insanda bulunması aynı kuduzun bir köpekte olması kadar tehlikeli olan şey ise kaderci duyumsamazlık.” (“How dreadful are the curses which Mohammedanism lays on its votaries! Besides the fanatical frenzy, which is as dange- rous in a man as hydrophobia [rabies] in a dog, there is this fearful fatalistic apathy.”) “Nerede Peygamberin izinden gidenler yaşıyor veya yönetiyorsa, orada baştan savma alışkanlıklar, intizamsız tarım sistemleri, miskin ticaret yöntemleri ve mülki güvensizlik var.” (“Improvident habits, slovenly systems of agriculture, sluggish methods of com- merce and insecurity of property exist wherever the followers of the Prophet rule or live.”) Ancak bu görüşlerin o dönemdeki birçok insanda mevcut olduğu düşünülecek olursa ve maalesef bugün ziyaret ettiğimiz birçok İslam ülkesinde bir Müslüman olarak yine bu tarz üzücü tespitler yapabileceğimizi göz önüne alarak sözlerini değerlendirmekte fayda var. Aynı zamanda, son yıllarda ortaya çıkan bilgilere göre Çörçil gerçekten İslam’dan çok etkilenmiş ve hatta ailesi Müslüman olmasından dahi korkmuştur. İstanbul’a ziyare- ti, Londra’da savaşta kendilerine destek veren Hindistanlı Müslümanlar adına yapılacak camiye devlet eliyle para yardımında bulunulmasına katkısı, Hintli Müslümanlarla polo oynamış olması gibi örnekler buna kanıt olarak sunulmuş dahi olsa, Çanakkale’den baş- layarak ömrünün sonuna kadar yaptıkları maalesef gerçek duruşunu kanıtlamış durum- dadır. Dolayısıyla bu haberlerin özellikle BBC tarafından yapıldığını göz önünde bulun- durarak, o dönemde Çörçil’in bu eylemleri yapmasıyla aynı amacı taşıdıklarını söylemek mümkün: politika. 12

* Dr. Tharoor Temmuz 2015 yılında Oxford Union’da İngiltere’nin Hindistan ekonomisin- deki zarardaki payını anlattığı konuşmasıyla ün kazanmıştır. 5 milyondan fazla izlenen, ‘Britain Does Owe Reparations’ (İngiltere-Hindistan’a- Savaş Tazminatı Borçlu) isimli bu meşhur konuşmayı buradan dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=f- 7CW7S0zxv4 Bir başka yazıda: II. Dünya Savaşı sırasında kurulan ve Çörçil’in Gizli Ordusu olarak da anılan SOE’yi ayrıca ele alacağım: SOE – Çörçil’in Gizli Ajanları KAYNAKÇA Roy Jenkins (2001) Churchill. London: Macmillan. Maya Oppenheim (2017) ‘Winston Churchill has as much blood on his hands as the worst genocidal dictators, claims Indian politician’ 7 Eylül. The Independent. Buradan ulaşılabilir: https://www.independent.co.uk/news/world/world-history/winston-churc- hill-genocide-dictator-shashi-tharoor-melbourne-writers-festival-a7936141.html Tom Heyden (2015) ‘The 10 greatest controversies of Winston Churchill’s career’. BBC News Magazine. 26 Ocak. Buradan ulaşılabilir: https://www.bbc.co.uk/news/magazi- ne-29701767 Johann Hari (2010) ‘Not his finest hour: The dark side of Winston Churchill’, 27 Ekim. The Independent Gazetesi. Buradan ulaşılabilir: https://www.independent.co.uk/news/ uk/politics/not-his-finest-hour-the-dark-side-of-winston-churchill-2118317.html https://www.chu.cam.ac.uk/archives/education/churchill-era/exercises/dardanelles/ 13

DOSYA Ayşe KAYA [email protected] HANGİ SONSUZ? Sonsuz olanı nasıl ifade edersiniz? Sınırsızlığını anlatarak mı? Yahut bi- linen o klasik sonsuzluk sembolüyle mi? Matematiksel verilerle kanıt- lamaya mı çalışırdınız yoksa? Her biri olabilir pek tabii, lakin bu yine sonsuz olanı sınırlandırmaktır. Sonsuzluğu sonsuz anlatamayacağımız- dan ötürü bu yazımızda terimsel ve bilimsel ifadelerden ziyade, hayatı- mızdaki yansımalarından konuşacağız. Yaşadığımız dünya hayatının fâniliğinde sonsuzluğu nasıl anlayabiliriz? Somutlaştırmayı pek sevdiğimizden ben size birkaç örnek vereyim: Ucu bucağı görünmeyen bir deniz… Gözlerimizi göğe diktiğimiz vakit ba- şımızı döndüren atmosfer… Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen upuzun yollar… Her birimize sonsuzluk farklı şekilde zuhur edebilir. Ama biz inananlar için sonsuzluk kavramının ortak bir yanı hep vardır. Dünyada- ki hayatımız son bulduğunda çıktığımız bir sonsuzluk yolculuğudur bu. (“Dünyadaki hayatımız son bulduğunda…” yanlış ifade, sonsuzluğa yol- culuk yeni başlamışken… Şöyle diyelim. Bu dünyadaki hayattan sonsuz hayata adımın ilki: ölüm. Ve sonrası.) Bazen hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Yakınlarımızdan ölüm haberi al- dığımızda bu değişir bir süreliğine; daha çok düşünürüz, yaşamı -ben- liğimizi- kendi ölümümüzü… Sonrasını tefekkür ve tahayyül etmeye başlarız. Zihnimizi yorar ama iyi gelir bu düşünme silsilesi; yaptığına yapacağına, ettiğine edeceğine dikkat kesilmeye başlarsın. 14

Bu kısacık hayatta ne yapıp edip sonsuz mutlu sona ulaşsak diye çaba- lamamız gerekirken… Fırtınanın bizi sürükleyip attığı o kuyudan nasıl çıksak acaba? Çıkmaya uğraşıyor muyuz ya da? Sonsuzluğun çağrıştıra- cağı somut örnekleri kuyudan nasıl görebiliriz? Göğe bakmadan nasıl yaşayabiliriz gibi bir soru oldu bu sanki. Fark etmek ve bunun neticesin- de çabalamak lazımdır. Eğer bunu istersek; nesnelerden, duygulardan, görünen-görünmeyen birçok özellik ve güzellikten, sonsuzluk bize faş edecektir kendini. Okuyacağınız şu dizeler, bunun yanlış olmadığını bize aktaracak nitelikte: “Görebilmek bir kum tanesinde dünyayı Yabani bir çiçekte ise bir cenneti; Sığdırabilmek avucuna sınırsızlığı, Ve tek bir saatin içine sonsuzluğu.” (William Blake) Farkına varmak yetmiyor tabii ki. Sonrasında ölümden korkar da olmu- şuz. Çünkü tekrarı olmayan ve tecrübe edilemeyen bir durum olur ken- dileri, ki hataların düzeltilemeyeceğini de bildiğimiz bir sondur ölüm. Hadiste de geçtiği üzere ağızların tadını bozar. Ama hatırlanması da istenir. (Tirmizî-2307, Nesâî-1824) Ne kadar hatırlanırsa o kadar kendi- mize geliriz çünkü. Kendimizi bilir, yaşantımızı ona göre yaşarız. “Ölüm elbette uzun bir konudur. Lütfi Bergen’in şu cümlesi, meseleyi özetliyor olsa da: İnsan ölmeye gelmiştir. O hâlde, korkma.” diyen İbra- him Tenekeci ağabeyimizi de hatırlamış olalım burada. Ve ekleyelim: “Ölümden değil, bir türlü hayata başlayamamaktan kork.” (Marcus Au- relius) Görmedik ama var olduğuna inanıyoruz, bu inançla yaşamaya devam ediyoruz. Sınırlı bir akılla sınırsızı anlamaya çalışmanın teslimiyetle ola- cağına inanıyoruz. Yaşadığımız cüzi miktar hayata karşılık Rabbimizin bize sonsuzu vadetmesini hamd ve şükür vesilesi olarak görüyoruz. Ve son söz niyetine hatırlatmalarla hatırlanmak istiyoruz. Hatırlayalım, an elimizden kayıp gitmeden önce. Tutup onu, ebediye- te bir yol yapalım, yol olalım ve yola revan olalım. Hatırlayalım, hayat yolda olmaktır. Hatırlayalım, ölüm bir son değildir. Hatırlayalım; ölüm bir ilk adımdır, sonsuzluğa bir doğumdur. Hatırlayalım, sonsuzluk sana, bana, bize göre şekillenir. Hatırlayalım, hatırlayalım ve hatırlatalım sev- gili dost. 15

KÖŞESİZ FELSEFE Muhammed URAL [email protected] GIRIZGÂH Bu bölümün adı aslında felsefe köşesi. Fakat çok da işin içine girebile- cek miyiz bilmediğimizden “köşesiz felsefe” olsun dedik ki sonunda or- taya çıkan tabloyu bir şekilde kurtaralım. Yani içerideki hataları “Başta söylemiştik zaten, ‘köşesiz felsefe’ işte, çok da takılma.” diyerek kapata- bilelim. En azından öyle ümit ediyorum. Bunu ciddiyetsizlik gibi düşünmeyin çünkü gerçekten günümüz Türk- çesini kullanarak felsefeyle ilgili konuşmak oldukça zor. Bunun belli ne- denleri var, fakat bu kesinlikle Türkçeden değil, bizim Türkçeyi civcive çevirmemizden kaynaklanıyor. Düşünce ve dil birbiriyle o kadar bağ- lantılı ki bu diğer sayılarda ayrıca değinmemiz gereken bir konu. Çok da dağıtmadan şöyle diyeyim: ister bir felsefe dersi için, ister sadece meraktan, herhangi bir felsefe kitabını okumaya başladığımızda “Bu ne diyor ya?!” diye içimizden geçirip, affedersiniz kendimizi biraz düşük zekâlı hissettiğimiz olmuştur. Garip, tek seferde söylenemeyen bir sürü uydurulmuş kelimeyle karşılaşır, aynı cümle onuncu defa da bir şey ifa- de etmeyince bu işin artık bizlik olmadığını düşünürüz. Ben tam bu satırları nasıl yazsam diye düşünürken, Twitter’da Vedat Milör’ün bir paylaşımına denk geldim. “Bak ya nasıl denk geldi. Kesin yazıya koymam lazım.” diye sevindim tabii. Linki* de burada dursun. Kı- saca, “Felsefeden anlamayan biri değilim. Sadece çevirilerdeki kelimeleri 16

anlamıyorum.” diyor. Adamın Fransızcası olunca oradan okumuş anla- mış felsefeyi. Bize yok. Buradaki sıkıntı yüzyıllarca biriken, sistemleşen ve olgunluğa eren fel- sefe terminolojimizi, yok şuradan yok buradan geliyor diye silmemiz- den kaynaklı. Aslında bizim olan, artık Türkçeleşen birçok terim böyle yok edilerek bizim felsefeden kopuşumuz sağlandı. Yerlerine koymaya çalıştıkları uydurma kelimelerse o kadar oturmamış durumda ki, aynı kitapta aynı kelimenin dört-beş farklı terim yerine kullanıldığını göre- biliyoruz. Sonuç olarak belki bu zorluktan, belki ilgisizlikten kaynaklı, felsefe -çok tatlı olmasına rağmen- bizden hep uzakta durdu. Belki biz burada bazı temel felsefe konularını çok uzun olmadan, o garip terminolojinin ağzı- nı burnunu kırarak, daha basit bir şekilde anlamaya çalışırız. Köşe taşı olmuş bazı felsefecilerin sivrilen teorileri bize neler söylüyor onlara ba- karız. FELSEFEYE GIRIŞ: İNSAN NE İLE YAŞAR? Bu sorunun öyle edebî bir cevabı yok maalesef: İnsan, ekmekle yaşar. Edebiyat, sanat, felsefe ise karnı tokların uğraş alanıdır. “Bir hafta aç kal bakalım, aklına ekmekten başka bir şey geliyor mu?” derler adama. Yiyecek ve barınma (güvenlik) ihtiyacı bizim temel ihtiyaçlarımızdır. 17

Fakat bunlar bizim hayvani yönümüzü ilgilendirir. Hayvanlardan farklı olarak biz, bu ihtiyaçları karşılamamız hâlinde çeşitli sorular sormaya, yani düşünmeye başlarız. Ne yapıyorum ben burada? Ne işe yararım? Neden? İşte bizi hayvanların üstüne çıkaran şey de budur: Hayatta ol- duğumuzun farkında olmamız. Senin yaşamanı sağlayan şey ekmek de olsa, insanca yaşamanı sağlayan, bugün ve burada olduğunun bilincidir. Bu farkındalık/bilinç, başlı başına felsefedir. “Yani ben de hayatta olduğumun farkındayım, felsefe mi yapmış oldum şimdi?” Bence aynen öyle. Felsefe bence o kadar içimizde: Hayvan da yaşıyor sen de. Ama sana verilen bir hediye sonucunda sen bunun far- kına varabiliyorsun. Neden yaşıyorum, diyebiliyorsun mesela. İntihara niyetli birinden duyabileceğin sözler bunlar. Ben neden yaşıyorum ki? Ama bir kedinin bunu kendine sorduğunu duyamazsın. Ya da bir köpe- ğin intihar ettiğini göremezsin. Bu insana özgü bir şey ve bunu farkında olmasak da hepimiz yapıyoruz. Bu da garip oldu, farkında olduğumu- zun farkında değiliz. FELSEFENIN KONUSU Peki, felsefeyi bu kadar basite indirgedik de o zaman bu koca koca fi- lozof ya da felsefecilerin ne farkı kaldı bizden? Tabii, hepimiz Osman Hamdi Bey gibi ayrıntıları muazzam bir bütünlük sergileyen resimler yapamayız. Ama bu, deftere bir şeyler karalamayacağımız anlamına gelmez. Ya da Mozart gibi her bir notası diğerini çağıran yüzlerce beste yapmayı hayal bile edemeyiz belki ama ıslıkla ritim de mi tutmayalım canım! Aynı bunlar gibi birine ressam veya müzisyen demekle, resim ve müzik yapmak nasıl farklıysa, felsefe yapmakla felsefeci/filozof olmak da öyle bir şey. Birisine felsefeci dememiz için aynı bir müzisyenin senfonisinde olduğu gibi birbiriyle tutarlı ve sistematik bir cevaplar bütünü olmalı. Hangi cevaplar peki bunlar? İşte burası “felsefenin konusu” diye adlandırılan alan. Çok detaya girmeden söyleyecek olursak; felsefenin ele aldığı problemleri üç ana başlığa indirgeyebiliriz: Varlık, bilgi ve değer. Neresi problem canım bunların? Felsefe işte böyledir, emin olduğun şeyleri hedef alır. Varlık var mı? Neden var? İlk var oluş sebebi ne? Var- lığı oluşturan temel yapı taşları nelerdir? Bunlar uzayıp gider. İşte bu sorular, felsefenin var oluşla ilgilenen kısmının, ontolojinin alanı. 18

İkincisi bilgi dedik. Bilgi nereden kaynaklanır? Hangi bilgi doğrudur, han- gisi yanlış? Doğru bilgi diye bir şey var mıdır? Yoksa her şeyden şüphe mi etmeliyiz? Bunlar ise epistemoloji, yani bilgi felsefesinin sorularıdır. Son bir temel alan daha var ki bence bu iki teorik alanın pratiğe yan- sımalarını gösterir bize: Değer meselesi. İki temel sorudan oluşuyor. Bir şey iyi mi, kötü mü? Güzel mi, çirkin mi? Güzellik ve çirkinlikten bahseden alan hepimizin bildiği gibi estetiktir. Mesela güzellik anlayışı herkeste aynı mıdır yoksa tamamen kişiye özel midir? Tamamen kişi- selse neden genel bir güzellik algısı var? Tamamen evrenselse neden farklılıklar var? Nereden kaynaklanır bu güzellik hissi? Çevre mi verir, doğuştan mıdır? Devam edip gider. Bir de iyi ve kötü kısmıyla ilgilenen etik var ki onu biraz daha açmamız gerekir. FELSEFENIN AMACI: ERDEM Montaigne, “Felsefenin amacı erdemdir.” diyor. Ben de felsefeye ger- çekten bu şekilde bakıyorum. Şu yukarıda saydığımız soruların hepsi, aslında erdemi yakalamak için gösterilen çabanın sonuçları. Çünkü in- san olmanın bence en temel gereksinimi, “Ben nasıl daha iyi biri olu- rum?” sorusuna cevap aramakta geçiyor. Varlığı, bilgiyi anlamlandırma çabası, gerçeği bulma çabasıyla alakalı. İnsanın gerçeği aramasındaki amaç ise kendini anlamlandırma ihtiyacından kaynaklı. Peki anlamlan- dırınca ne olacak? Kendini anlamlandırmış insan, bize verilen hayat he- diyesini nasıl kullanacağının da farkına varan insan oluyor. İnsanın mutlak iyiye, yani iyiliğin özüne ulaşma çabasıyla ilgilenen bu kısım da erdem oluyor. Erdemli insan, tasavvuftaki insan-ı kâmil’in eski Yunandaki karşılığı. İnsanlık çağlar boyu bu tam tatmin olmuşluk duy- gusuna ulaşmaya çalıştı. İnsan-ı kâmil, hayatından tam bir rıza ile razı olan insan. Hakikatlerin hiçbirinden hoşnutsuz değil. Tam bir dinginlik içinde. Onu hiçbir şey üzemez, çünkü o mutlak iyiye ulaşmış durumda. Peki, buna ulaştıran şey ne? Hakikati kabullenmek. Hakikat ne? En az üç bin yıldır filozofların aradığı şeyin ta kendisi. Bu arayış elden ele dolaşarak insanlık tarihini izliyor. Antik Yunan’dan Beytülhikme’nin çevirileriyle İslam filozoflarına, Rönesans’taki çeviri- lerleyse modern çağa geçmiş. Ama bence bu serüven ne Antik Yunanla başladı, ne de modern dünyayla son bulacak. Çünkü erdem, insanlığın ortak değerler bütünü olarak, insanlıkla yaşıt yolculuğuna devam ede- cek. 19

KAPATIRKEN Sosyal medyada dolaşan bir video var. Dünya’dan başlıyor, Güneş Sis- temi, Samanyolu, Andromeda derken yükselip gidiyor. Altına da ya- zıyorlar; “İşte senin bu kadar büyük sandığın Dünya, evrende bir toz zerresinden bile küçük. Ne diye böbürleniyorsun?” Ama ben o videoya baktığımda kendimin yüceliğinin daha çok farkına varıyorum. Bu muaz- zam büyüklükteki evrenin içinde -bu da daha keşfedilen kısmı- yaşadı- ğının farkında olan bir tek ben varım, hayatımı daha iyi nasıl geçirebi- lirim diye soran bir tek ben. Bu nasıl olur? Bu kocaman evrende biricik olan sadece insan. Bu neden? Bence bunun cevabı “philosohpia” kelimesinde gizli. “Philia” Yunanca sevgi demek, “Sophia” ise bilgi. Ama normal bir bilgi değil. Arapçadaki hikmetin karşılığı. Şöyle anlatalım; filozof kelimesini ilk kullanan Pytha- goras’a (Pisagor) göre “sophia”, Tanrı’nın sıfatıdır. Yani Allah’ın Hakîm sıfatı gibi. O zaman “philosophia”, insanın Allah’taki hikmet sıfatına ulaşma sevgisidir. Bu cümlenin derli toplusu Seyyid Şerîf Cürcânî söyle- miş: “Felsefe, ebedî mutluluğu elde etmek için beşerin, gücü nispetinde Allah’a benzemeye çalışmasıdır.” Bu cüret nerden mi geliyor? Çünkü bi- zim ruhumuz en mükemmel tarafından üflendi ve hep en mükemmele ulaşma eğiliminde. İşte bu yücelik sevgisi bizi şu koca evrende eşsiz kı- lan özellik. Çok büyük olduğuna bakmayın, bunun farkında olan bir siz varsınız. *https://twitter.com/vedatmilor/status/1183341718495809537?s=20 20

MAKRO ÂLEMDEN MİKRO ÂLEME Merve ER [email protected] DIŞ DEDIĞIN SADECE AĞIZDA MIDIR? Çevrenize dönün ve bakın sayın okur. Allah’ın akıllı bir ümmet için delil gösterdiği düzene bakın. Göklerin ve yerin yaratılmasına, gece ile gün- düzün birbiri ardına gelişine, insanlara yararlı şeylerle denizde yürü- yen gemiye, gökten su indirip de onunla ölü toprağı canlandırmasına, canlandırıp da üzerinde tepinen hayvanları yaymasına, rüzgârları de- ğiştirmesine, gökle yer arasında emre hazır duran buluta bakın. Sonra dönün ve kendinize bakın sayın okur. Vücudunuzda işleyen muhteşem mekanizmaya bakın. Bakın ve hayran olun. Bu intizamı koyan güce hay- ran olun. Sonra bir düşünün. Bu düzeni koyan, bozmaya da muktedir değil midir? Her şeyi tersine çevirmeyi bilmez mi? Allah’ın birçok farklı koruma mekanizmasıyla korumasına rağmen is- tediğinde düzeni de bozduğu bir tümörü konu edindik Paydos’ta. Bu tümör içinde bulunduğu duruma baş kaldırmış, normal bir tümörün oluşma düzeninden sapmış bir üye. Başlık da garip geldi, değil mi sayın okur? Normal olmayan fakat müm- kün olan bir durumdan bahsediyoruz. Dişli bir canavar görünümüne 21

sahip olabilen tümörün ismi teratom. Eski Yunancada da “canavar tü- mör” demek. Amacımız elbette tıp dersi vermek değil fakat teratomu daha anlaşılabilir kılmak adına öncelikle birkaç embriyoloji bilgisine değinmemiz gerekir. Merak etmeyin, sizi terminolojiye çok fazla boğ- mamaya dikkat edeceğiz. Embriyonel gelişimin başlangıç döneminde bir taslak oluşturulur. Bu taslakta tüm bilgilerimiz mevcuttur ve biz bu taslağın büyümüş, çoğal- mış ve farklılaşmış hâliyiz desek yanlış olmaz. Gelişimin 3. haftasına kadar çeşitli oluşumlara ev sahipliği yapan taslağımız, 3. haftada artık üç yapraklı (lamina) hâle gelir. İlerleyen dönemlerde oluşacak organla- rımız işte bu üç yaprağın birinden köken alır. İsimlerini ve oluşturduk- ları bazı dokuları, organları ve sistemleri yazsak fazla yükleme yapmış olmayız sanırım. 1. Ektoderm: -Sinir hücreleri -Ter bezleri -Yağ bezleri -Süt bezleri -Duyu hücreleri -Göz merceği -Epidermis (Derinin en üst tabakası) dokularının oluşmasını ve özelleşmesini sağlayan doku taslakları bulu- nur. 22

2. Mezoderm: -Kan -Kas -Kemik -Kıkırdak -Endotel (Damar duvarını döşeyen doku) -Endokard (Kalbin iç katmanı) -Boşaltım sistemi -Üreme sistemi organ ve dokularının oluşmasını ve özelleşmesini sağlayan doku taslak- ları bulunur. 3. Endoderm: -Sindirim sistemi -Solunum sistemi -Karaciğer -Pankreas -Tiroid bezi -Paratiroid bezlerinin oluşmasını ve özelleşmesini sağlayan doku taslakları bulunur. Normal tümör hücreleri işte bu üç yaprağın sadece bir tanesinden köken alırken teratomlar her üçünden de köken alabilmektedir. Daha anlaşılır bir ifadeyle belirtecek olursak, iyi ya da kötü huylu olsun, tü- mörlerin çoğunda asıl fonksiyon gören hücreler, tek bir hücreden kay- naklanmışçasına birbirine benzer. Fakat bizim tümörde durum biraz farklıdır. Bu çok yöne farklılaşabilen hücreler; deri ve deri ekleri, kas, yağ dokusu, bağırsak epiteli, kıkırdak, kemik, diş dokusu şeklinde tanı- nabilen yapılar meydana getirirler. Olguların %100’ünde ektodermal, %93’ünde mezodermal ve %71’inde endodermal yapılar bulunur. Buna güzel bir örnek; kadınların overinde (yumurtalık) görülen, farklılaşma başlıca ektoderm yönünde olduğundan dolayı içi kıl ve yağ ile dolu olan, duvarında deri ve deri eklerine, diş yapılarına sahip dokular bulu- nan ve tüm bu anormalliklere göre iyi huylu (selim, benign) bir özellik gösteren over kistik teratomdur (Fakat %1’lik küçük bir ihtimal de olsa kötü huylu [habis, malign] forma dönüşme olasılığı da mevcuttur). Bak- tığımız zaman over hücrelerinden oluşan bir kitlenin içinde diş, kıl ve hatta bronşlara, sinir dokusuna, mide ve bağırsağa ait hücreler dahi bu- labiliriz. Bunun dışında erkeklerin testisinde ve çocukların kuyruk soku- munda da teratom oluşabilir. Şaşırtıcı değil mi? “Ne menem bir şeymiş bu?” diye düşünüp çoktan Görseller’e girdiğinizi tahmin eder gibiyiz. Kendi tecrübeme dayanarak tavsiyem odur ki bakınca “Iyy…” deme ih- timaline binaen tekrar düşününüz. 23

ÖYKÜ Ayşe KAYA [email protected] DEĞIŞENLER Altı yaşındaydım, koyu mandalina renkli müstakil bir eve taşınmıştık. Çatısıyla beraber üç katlıydı burası. Arka tarafta kocaman bir park vardı, hafta sonları duman altı olurduk mangal yapanlar yüzünden. Şikâyetçi değildik yine de, ciğerlerimize dolan o kokuyu ayrı bir severdik abimle. Çok arkadaşım yoktu bu ihtiyar mahallesinde. Abim oyun arkadaşımdı benim. Bisiklet sürmeyi de ondan öğrendim. Yaşıtlarım dört tekerlekli bisiklet ile bu serüvene başlarken; ben, abimin küçük gövdeli, iki teker- lekli, gri boyası yarı yarıya dökülmüş bisikletiyle başlamıştım. Evimizin önünde çift taraflı, çok işlek olmayan çakıl taşlı bir yol vardı. (Henüz her zemini asfalt ile kaplama hazzı yoktu o zamanlar.) Bu yol- du anılarımı taze tutan... Tabii bu tazeliğin bir bedeli oldu. Anılar eskir, tutunmaları gerekir unutulmamaları için… Ya bir acıya ya bir sevince. Abimle başlamıştık alıştırmalara. Beni, bisikletin direksiyonundan ve oturduğum koltuktan destek alarak tutuyordu. Pedalları çevirdikçe, hemen arkamdan geliyordu o da. Çakıl taşlı yol bu ya, mübarek san- ki seksek oynuyorum, hop oturup hop kalkıyorum tabiri caizse. Bu yetmezmiş gibi tekerlerin taşlara sürtünmesiyle beraber ortalığı tozu dumana katmasından söz etmiyorum bile… Benden emin olunca bıra- kacaktı abim tuttuğu yerleri, biliyorum. Ve bıraktığı o an... Bir iki met- re ilerledikten sonra sağa sola yalpalamaya başladım. Bu sürüşün bir düşüşü olacaktı elbet. Ama abim vardı benim, tutar sandım düşersem. Sanmakla yetindim, olmadı. Oysa öyle olmaz mıydı? Düşmeye yakın tutardı abiler kardeşlerini, babalar kızlarını... Ben düştüm ve tutanım yoktu. Çakıl taşlarının üzerine yuvarlandım tüm varlığımla. Yarı çıplak kollarımın, o gri taşlara sürtünüşünü hatırlarım hâlâ. Hafiften kaşlarımı çatıp ağlamaklı bir ifadeyle bakardım abimin suratına. Ağlamazdım, bu acı yeterli gelmezdi ağlamam için. Ama sitemlerin âlâsını yapardım bık- tırana kadar. Böyleydim, benim için ağlamak fiziksel bir acıdan ziyade ruhsal bir acıya denk düşüyordu çünkü. 24

Birkiüç… kaç kez? Düşe kalka öğrenmek deyimini bisikletten düşenler bulmuş olmalılardı kanımca. Bir şekilde öğreniyorsun, önemli olan sü- reci hangi dereceden yaralarla ve acılarla geçirdiğin oluyor. Boşuna de- memişler, “Acılar hayata hazırlarmış insanı.” derken. Soyut ya da somut acılar… İçinde kanayan yaralar ya da dizinden bileğine doğru akan kır- mızı renkli o bildik sızıntı. Yüzünden düşen binbir parça ya da dudağının kenarından göz kırpan patlayan şeker görüntüsü. İç ve dış ayrımı mıydı bu yazdıklarım? Ayrım dediğimiz derin ve gizde yaşananın dışa vurumu belki de. Böyleyizdir bazılarımız. Anında belli ederiz içimizde yaşana- nı; dışarıya, istemeden. Yalnız bu hissi bastıranlar daha çoğunluktaydı. İçinde, en derininde, kimselerin ulaşamayacağı bir yerde kendi kendi- ne yetmek ve yetinmek zorunda olanlar… Bu iki grup da birbirlerine imrendiler dersem inanır mısın? İnan. Bilemediler çünkü hangisi daha zararsız, daha acıtmaz? İnsanlar oldukları hâlden olmadığı bir hâle bü- rünmek istediler. Oysa bilse ki olduğuyla kalsa, kendi olsa, hayat daha yaşanılabilir bir hâl alır. Oysa bilse, daha neler kendi olsa. Oysa bilse, daha neler. Oysa bilse… Şimdi çakıl taşlı o yol her yer gibi. Şayet bir bisiklet sürmek isterseniz -gerçi artık çocuklar hoverboard sürüyor- sizi sarsmayacak bir zeminle kaplı. Değişti mi, değişti. Anılar kaldı dipdiri, hatırlayan olursa. Gerçi artık “hatırlamak” da değişti. 25

KATARSİS* Adnan GÖZÜTOK [email protected] BUZ DAĞI Yaşam, bize verilmiş bir tuval gibi. Her birimiz bu tuvali kendimize göre renklendiriyoruz, şekiller çiziyoruz, yorumlar katıyoruz. Aynı zamanda başkalarının tuvallerine de göz atıyoruz, onlara da dokunuyoruz. Her dokunuş bize cevabını merak ettiğimiz sorular sunuyor: Bu tuvaldeki fırça izleri neden böyle yapıldı? Tuvalimdeki darbeyi nasıl gizlerim? Sevdiğim insan neden burada bu rengi kullandı? Betimlenerek ifade edilmiş bu sorular aslında kendimizin ve çevremizdeki insanların dav- ranışlarının rastgele ve anlamsız olmaması gerektiğini düşünmemiz- den kaynaklanmaktadır. Bu noktaya ilişkin hepimizin aşina olduğu ve ilgi duyduğu, bu soruların cevaplarını onda bulmayı umduğumuz bir disiplin var: Psikoloji. Öyle ki psikolojinin işlenmediği ya da yorumların- dan faydalanılmadığı bir alan yok gibi. Sinemadan romanlara, resim- den sözlü ve yazılı edebiyata, politikadan spor camiasına kadar birçok alanda psikoloji kendisine popülerliğini yitirmeyeceği bir köşe tutmuş durumda. Herkesin zihninde yer eden bu esrarengiz ve havalı disiplinin perde arkasında aslında sıkı bilimsel çalışmalar yer alıyor. Perdeyi arala- yarak bu disiplinin kulisine ufak bir ziyarette bulunacağız. Psikoloji kelimesi etimolojik olarak psyche (ruh, nefes) ve logos (bilgi) kelimelerinden oluşsa da pozitif bilim içerisinde insan davranışlarının ve zihinsel süreçlerinin bilimsel olarak incelendiği disiplin olarak tanım- 26

lanır. Salt olarak ruhu ele almıyor çünkü modern psikoloji dahil hiçbir alan ruhun gerçek mahiyetini bilmiyor. Aslında psikoloji, disiplinler arasında belki de en eski olanlardandır. Mi- lattan öncesi için Aristo, Platon ve diğer Yunan düşünürler bugünün psikologları tarafından araştırılan insanın anlam anlayışı, bellek, rüyalar gibi daha pek çok konuda benzer sorulara cevap arıyorlardı. Psikoloji disiplininin içerik altyapısı böylesine eski dönemlere uzan- masına rağmen bir bilim olarak tarihi aslında kısadır ve en genç bilim dalları arasında yer almaktadır. Bu durumu 19. yüz- yılın psikologlarından Hermann Ebbinghaus şu sözleriyle izah etmiştir: “Psikoloji uzun bir geçmişe fakat kısa bir tari- he sahiptir.” Psikoloji, filozofların kişisel tecrübelerinden ve genelleme- lerinden, bilimsel metot ve deneysel yöntemler ile ayrışmıştır. Yine de geçmiş düşüncelerden tamamen bağımsız olduğu düşünülemez. Modern psikolojinin kuruluşu, 1879 yılında, Wilhelm Wundt tarafından ilk resmî deneysel psikoloji laboratuvarının kurulması kabul edilir. Milat olarak kabul edilen bu gelişmenin ardından psikoloji bilimi; psikologlar yetiştirilmesiyle, makale ve dergi yayınlanmasıyla, konferanslar veril- mesiyle hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Psikolojinin konusu insanın gülme, ağlama, şaşırma, korkma gibi göz- lenebilen davranışlarını ve düşünme, hayal kurma gibi gözlenemeyen içsel süreçlerini bireyin kendisine, çevreye ve sosyo-kültürel ortamlara göre açıklamaya çalışmaktır. İnsan doğasına yönelik cevaplanmayı bekleyen pek çok farklı konuda pek çok farklı soru, psikolojinin çeşitli dallara ayrılmasını ve bu dallarda spesifik çalışmalar yapılmasını sağlamıştır. İnsanların günlük problem- lerle nasıl daha etkili bir şekilde başa çıkacağına ilişkin sorulara klinik psikolojinin ve psikolojik danışmanlığın, bilgilerin ve öğrenmelerin de- polanması ile ilgili sorulara bilissel, bebeklerin dünyaya uyumu ve bil- dikleri hakkındaki sorulara gelişim psikolojisinin, insanların toplu hare- ket etmesi ve uyum sağlaması ile ilgili sorulara sosyal psikolojinin cevap araması gibi birçok farklı alanda farklı sorulara cevaplar aranır. 27

Bu kadar farklı alan ve bu alanlarda çalışan bilim insanlarının da birey- sel farklılıkları göz önüne alındığında çeşitli bakış açılarının geliştirildiği görülür. İnsan doğasına yönelik, modern zamandan günümüze gelen ekollerin ilki hepimizin aşina olduğu psikanalitik yaklaşımdır. Sigmund Freud tarafından ortaya atılan bu yaklaşım, insan davranışını geçmiş deneyimler ve dürtüsel güçlerle açıklar ve bu dürtüsel güçlerin kayna- ğının insan doğasında daima var olan saldırganlık ve cinsellik gibi bilinç- dışı güçlerden beslendiğini ifade eder. Bu çalışmalar dolayısıyla büyük tepkiler alan bu yaklaşım psikoloji dünyasında devrim yaratmıştır. Söz konusu bakış açılarından biri davranışçı bakış açısıdır. Davranışçı bakış açısı, bazı çevresel uyarıcıların insanların farklı türdeki davranış- larına nasıl yol açtığını analiz etmeye çalışmıştır. Davranışçı ekole göre, insanın yalnızca gözlenebilir davranışları analiz edilmelidir, içsel süreç- ler davranış biliminin konusu değildir. Diğer bir bakış açısı hümanistik bakış açısıdır. Bu bakış açısına göre, davranışlar ne psikanalitik bakış açısının ifade ettiği içgüdüsel güçler tarafından ne de davranışçı bakış açısının ifade ettiği çevresel uyarıcılar tarafından şekillenir. Davranışlar insanın hür iradesi ve seçim yapma yeteneği sayesinde ortaya çıkmaktadır. Bir diğer bakış açısı da bilişsel yaklaşımdır. Davranışçı yaklaşımın savunduğu gö- rüşleri temelden sarsmıştır. Davra- nışların sadece gözlenebilir ipuçla- rından değil aynı zamanda düşün- ce, algı, bilme gibi zihinsel süreçler analiz edilerek de ortaya konabileceğini öne sürmüştür. Aslında bu ekollerin her biri kendi döneminde çok güçlü ve kabul edilen ekollerdi. Sırayla birbiri ardından gelen her ekol kendinden öncekilerden etkilenmiş ve karşı savını geliş- tirerek güçlenmiştir. Günümüzdeki güncel akımlar bu köklü ekollerin alt alanları olmakla birlikte artık çözüm için her ekolün etkili tekniği alınarak bir arada kullanılması yaygınlaşmıştır. Bilim, doğası gereği sürekli ilerliyor. Her disiplin kendi kulvarlarında kendisi ile yarışıyor. Bu takip edilmesi zor gelişmeler içinde birçok di- siplinden etkilenen aynı zamanda birçoğunu da etkileyen psikoloji, in- 28

san doğasına yönelik ufuk açıcı yorumlar getirdi ve getirmeye devam edecek. Bu yazımızda bahsettiğimiz genel ve özetleyici bilgiler, bundan sonraki mizaç, vakalar, davranış örüntülerini inceleme, kişilik gibi daha özel konular için altyapı niteliğindedir. Buz dağının zirvesinden, buz da- ğının görünmeyen yüzüne olacak yolculuk için hazır olun. :) *Katarsis: Arınma 29

‫‪ECDADIN DİLİNDEN‬‬ ‫‪Beyza KARADEMİR‬‬ ‫‪[email protected]‬‬ ‫وزﮔﺎ‬ ‫او ﻮ ﺗ ﺎﻣﻲ ﺮﺗﺪ دوﺳﺘﻠﺮم!‬ ‫ﮔﻠ ﻦ دواﻗﻨﺪن ﻗﻮﺑﺎن ﺑﺮ ‪...‬‬ ‫ﺑﻮ ﻮز ﺪن ﺑﻠﻮﺗﻠﺮ ﺎ ﻢ;‬ ‫ﺑﻮ ﻮز ﺪن ﺑ ﺎ اوﻻ ﻠﺮ‪...‬‬ ‫او ﺟﻮ ﺰ داﻟﻠﺮ ‪ ,‬او آﺻ ‪ ,‬او دوت‪,‬‬ ‫ﮔﻞ ﮔﻞ‪ ,‬ﺑﻮ ﻮ ﻦ اوﻣﻮت‪...‬‬ ‫ﺎ ﻐ ﻨﺪن ﺎ ﻐ ﻨ آ ادا ﻗﺎﻟ ﺶ ﺗﻮت‪.‬‬ ‫ﻣﺤﺒﺖ ﺳﻮ ه ﻣﺶ ﺑﺮ ﻗﺪ ‪.‬‬ ‫ﺳﺰا ﻗﺎ اﻗﻮچ‬ ‫‪30‬‬

RÜZGÂR Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım! Gelin duvağından kopan bir rüzgâr... Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım; Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar… O ceviz dalları, o asma, o dut, Gül gül, mektup mektup büyüyen umut... Yangından yangına arda kalmış tut. Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar. Sezai Karakoç 31

KALE’M Büşra SÜTÇÜ [email protected] BAŞKALARIN SESİ Vay ki koşuyor dört nala İçimde biriken hayretler... Ulaşmak zor değil, ellerinle Sürüklediğin o seslerin Ardına düşmek... Suyu unutulan fesleğenim belki Vitrin süsü bardaklardan daha da sessiz Yarına yenik düşmemekliğim bundandır Kalemim suskun, ellerim dilsiz Savurduğun nefesi topla, dinliyorum Çıksın ortaya her bir harf Titremeden soğuk gözyaşı, dökülsün Toprağa hayal meyal... Yıldızlardan çaldık habersiz Bir var, bir daha var olmayı Haylaz çocuklardık akşam ezanı Koşarak izledik, boş duvarları... 32

ÖYKÜ Beyza YILDIZ [email protected] MASAN BOŞ KALMASIN: ÇİÇEK KOY Seyhan, gözlerini açtığı her sabah içinde bir sesi susturmaya çalışarak dişlerini fırçalıyor, sonra bir anda aynada gördüğü kişiden korkuyordu. Son yedi ayda onu hayatın içinde tutan tek şey “Ölmeyecek kadar yaşa.” cümlesiydi. Çalan telefonlara kimse bir şey fark etmesin diye cevap veri- yor, öğlen biraz çorba ve çavdar ekmeğini zayıflamışsın demesinler diye içiyor ve yiyor, patronu ağzını açmasın diye raporları vaktinde teslim edi- yordu. Teselliyi herkesin böyle yaşamasında bulsa da bunu hak etmedi- ği düşüncesi her geçen gün renginden bir ton daha azaltıyordu. Hafta sonları gezmedin mi demesinler diye kendini az yeşil az deniz gören bir parka atıp saatlerce hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Yirmili yaşlarda hemen herkesin yakasına yapışan hayatın anlamını sorgulama dönemini çoktan geçmiş, artık yaşça “yetişkin” olmuştu. Ruhça bütün bildiklerini ve tecrübelerini boşa çıkaran, onu kıyafetleri olan bir kukla gibi hayatın içinde çaresiz bırakan şey, bir aralık hem de kısacık bir aralık, sanki güneş almayan bir odaya günde bir kez düşen ışık hüzmesi kadar kısa bir aralık- ta inandığı gerçeklerdi. Bu boşa çıkmışlık, bu damarlarında kan, kalbinde his bırakmayan tutulma onu en beklemediği anda bulmuştu. İnsanlığa armağan edilmiş bu kanun, beklenmedik zamanlarda olan beklenmedik şeyler, umut fikriyle hayata bağladığı kadar koparabiliyordu da. Seyhan sakar olmamak için çabaladıkça kristal mağazasındaki yavru file dönüşüyordu. İçinde derinleşen her tecrübeden kurtulmak için kendi- ne yüzeysel işler çıkarıyor, yıkamaya başladığı bardağı kırkladıktan son- ra yanlışlıkla düşürüp kırıyordu. Oldum olası, sevince seviyorum diyen, üzülünce ağlayan biri olamamıştı. Duyguları ya da kim olduğuyla değil, başına açtığı işlerle aile gündeminde yer tutması çocukluğundan beri onu incitse de kendini birilerine açma korkusu duymamıştı. Sanki nasıl- sın diye sorsalar doğumundan anlatmaya başlayacak kadar hazırda bek- lediği zamanlarda, karşısına gününü gün eden insanların çıkması zaten pek arayışta olmayan Seyhan için insan neslinin sonu sayılıyordu. Arka masasına yerleşmiş, her gün sekizde masasına gömülmek için önünden geçtiği grafikerle de ancak aylar sonra tanışabilmişti. Bilgisayar tuşlarını 33

neon renklere boyamış olduğunu, her gün çorap ve kravatı aynı renk olsun diye geç kaldığını, saçlarını işe girmek için kestirdiğini ancak tanış- tıktan sonra öğrenebildi. Aslında lügatinde tanışmak diye bir fiil yoktu. Genelde bir merhabaya karşılık verir, soruldukça konuşur, kendiliğinden konu açıp birileriyle ilgili olmakta zorlanırdı. Yeni olan her şeye karşı korkusu, çocukken annesinin yastığını yıkadığı için günlerce ağlamasıyla aşikâr olmuştu. Alıştığı kokusu yerini deterjan kokusuna bırakınca yastığı bir daha yıkanmasın diye onu evin içinde saklamalar, hep aynı kaşık, hep aynı tabak, elinden gelse günlerce çıkarmayacağı kıyafetler... Yenilikler, yeni kişiler, Seyhan için yeni sorunlar demekti. Sorunlarla yüzleşmek bir kenara, ihtimallerini bile ortadan kaldırabilmek için onların üstünü ört- meye o kadar alışmıştı ki kader bir anda onu yeni bir prize bağlayıp göz- lerinde ışık yandırdı. Ceyhun tam da bu ışıkların sebebi sayılırdı. Önünde yerinden kalkmadan akşama kadar çalışan, sonra atkısını sakince boy- nuna dolayıp ve usulca, yeri incitmekten korkan adımlarla uzaklaşan iş arkadaşında ona tuhaf gelen bir sakinlik vardı. İki insanın karşılaşmasın- da her zaman tuhaf zannedilen şeyler olur. Ya bir boşluğa uygun parça ya dolu bardağa damla ya da görmezden gelinerek alınan intikam bu tuhaflıkları tetikler. Karşılaşmadan kimin nasıl ve hangi yönde ayrılacağı- na kim karar verir? Seyhan pasif, istikrarlı hayatında tuhaflıklara yer bı- rakmadan, tekdüzeliğin kendi içindeki uyuşukluğuyla günler geçirmeye o kadar alışmıştı ki… Arka masasından esen rüzgâr onun küçük durgun gölünde tsunami yaratmıştı. — Nasılsın? Cemal Bey, derginin taslağını bugün yetiştirmemi istedi ama kendimi biraz yorgun hissediyorum. Gelip tasarım konusunda bana yardım etmek ister misin, diyecektim. Sesin geldiği yöne yüzünde kas kıpırdamadan bakan Seyhan, içindeki te- dirginliği dilinden kurtaramayarak: — Şey ben... ıım… yardım etmek... Yani tamam olur ne yapmam gere- kiyor? — Sandalyeni alıp gel. İşin eğlenceli tarafını göstereyim sana. Bir anda gelen bu samimi teklif karşısında ne yapacağını bilemeyen Sey- han ağzını açmadan Ceyhun’u dinledi. Yardıma değil, konuşmaya ihti- yacı olduğunu o gün hiç fark etmedi. Aslında sonraki günlerde de. Esen rüzgâr da ona rahatlık veren bu hissin ne olduğunu düşünecek kadar meseleyi büyütmedi. Kendine pay çıkarmamayı her nasılsa o kadar iyi öğrenmişti ki olayların ve kişilerin onun içinden değil, hep etrafından 34

geçeceğini biliyordu. Bunun rahatlığıyla atılan taşlar Seyhan’ı hiç ürküt- medi. Karşısında böyle bir vaha gören Ceyhun kendini vahaya açılıp yeni keşifler yaparken buldu. Sanki acaba şu tuşuna bassam ne olur dediği bir robot gibi buluyordu Seyhan’ı. Günler bu ikiliyi birbirlerinin çeperleri- ne çarpıp zamanla derinlerine daldıkları bir seyahate çıkarmıştı. Seyhan kahvesini artık yalnız içmiyor, sorular sorup Ceyhun’u yakından tanıyor- du. Sanki güzel bir şans, hayatında karşısına çıkmış en güzel şey mua- melesi yaptığı bu ilişkinin önemini fark ettikçe korkuyu keşfetti. Daha önce yakınından geçmeyen bu yeni korku çeşidi “kaybetmek korkusu” geceleri rüyalarına ilişmeye başlayınca Seyhan’ın gülüşlerinde buzdağ- ları oluşmaya başladı. Sürekli onunla konuşan tellal kötü haberleri zih- ninden kalbine düşürüyor, en güzel anlarda yüzüne karanlık çöküyordu. Ceyhun, sakinliğinde huzur bulduğu bu arkadaşlıkta karşı tarafta neler olup bittiğini görmeyen yayılmacı politikasıyla onun hayatını istila ettiği- ni fark etmedi. İçimizde nelerin derinleşip kök salacağı ne kadar elimiz- dedir ki? Ceyhun’un içi de oldum olası kurak, ekilenin bitmediği suyu ve bereketi kabul etmeyen cinstendi. Bir taraf taşmaya, bir taraf saklamaya müsait olunca herkes “oldu bu iş” sansa da, olmuş işlerde taraflar ne taşar ne saklar. Böylesi karşılaşmalarda tesir büyük, devamlılık da gü- dük kalırmış. Yaşanmadan bilinemeyenler listesine eklensin. Gelgelelim Seyhan acı bir telefonla uyandırıldığı, sabah erkek kardeşini kaybettiği için ağlayamadı. Devamında geçen otuz günde eriyen annesi, babası ve akrabaları içinde ayrık otu gibi bir kenarda sadece durdu. Seyhan heykeli aratmayan bu duygu kısırlığı içinde yalnızca bir tek şeyi arzu ettiğini fark etti. Bu o kadar ağır geldi ki ona ancak yirminci günün sonunda Ceyhun’a bir tek mesaj atabildi. “Herkes gidiyor, sen gitme.” Otuz birinci gün işe dönen Seyhan boş bir masayla karşılaştı. Kendisinin hemen arkasında duran boş bir masa… Bu da ne demek oluyor, diye hiç sormadı. Ceyhun’un nereye gittiğini hiç öğrenmedi. Öğrenmeyi isteme- di. İçindeki vahada öyle sessiz bir dil vardı ki susmadan sürekli konuşan anlamıştı. “Herkes gider.” 35

ÖYKÜ Alaaddin GÖÇER [email protected] BEŞ BILYELI ÇOCUK “Beş bilyeli çocuk” elini cebine attı. Bütün sermayesi avucunun içindeydi. Beş küçük bilye sırt sırta vermişler, onun yüzüne bakmış- lardı. Başını kaldırdı, emin ama minik adımlarla, bilyelerini gururla sayan iki çocuğun yanı başına ulaştı. Avcunu uzattı, açtı. “Dört bil- yem var. Şununla da atçam.” dedi bilyelerden birini işaret ederek. Toprağı elleriyle süpürdüler, çocuklardan biri parmağıyla düz bir hat çizdi. Ardından dörder bilye yerleştirdiler küçük aralıklarla, düz hat boyunca yan yana. “Oyunu biliyon di mi? Aha şu ağacın oradan atacaz bilyeleri. Ama önce kim ilk atacak onu şey yapacaz. Şimdi sen gel yanıma.” diyerek kolundan tutup yanına çekti beş bilyeli çocuğu. “Bilyeleri aynı anda atacaz şimdi buradan. Ağaca en yakın kiminse o ebe olur. Tamam mı?” Başıyla onayladı çocuk. “Üçe ka- dar sayacam, üç diyince atacak herkes bilyeleri. Hadi. Biir, ikii, üç!” Üç çocuğun başparmakları yay gibi fırlattı bilyeleri yerinden. Ağa- ca en yakın duranı, beş bilyeli çocuğun bilyesi oldu. Gülerek koştu, aldı bilyesini eline. Çocuk devam etti: “Sağ baştan mı, sol baştan mı diye soracaz şimdi sana. Sen seçecen. Mesela solu seçtin ya, biz vurmaya çalışcaz bilyeleri ağacın oradan. Şunu vurursam mese- la…” diyerek bilyelerden birini gösterdi “bunun sağındakilerin hep- sini üterim. Sonra Hilmi atar. O da vurduğunun sağındakileri üter. Geriye kalanlar da senin olur yani. Anladın mı? Soldakiler senin olur yani.” Beş bilyeli çocuk anlamıştı elbet. Diğer iki çocuk ağa- cın yanına atışlarını yapmak için giderlerken, o da bilyelerin sıralı olduğu çizginin yanında yerini aldı. Her iki çocuk da önce çöktüler dizlerinin üstüne, kıstılar sonra gözlerini. Başparmaklar tam boşa- lacakken yerlerinden, beş bilyeli çocuk bakamıyordu bu sahneye. 36

Sonra birden bağırdı aceleyle: “Durun bi. Atmayın sakın!” Başını kaldırdı hemen, minareye baktı. “Allaam lütfen ben kazanayım bil- yeleri. Âmin.” dedi. “Hah tamam. Atın şimdi.” Yatağına girdi, annesinin öğütlediği gibi sağ tarafına yattı ve sağ elini de yanağının altına yerleştirdi. Yorganını boynuna kadar çekti. Perdenin, penceresini kapatmaya yetmediği o incecik aralıktan ulu minareye bir bakış attı. Yastığının köşesine bıraktığı bilye poşetinin ağzını açmak için ani bir hareketle sol tarafına döndü. Poşetin ba- ğını çözdü. Elini poşetin içine usulca daldırdı. Avucuna doldurdu- ğu bir avuç bilye, parmakları arasında gıcırdıyordu. Avucunu her açtığında bilyeler yuvarlanıyor ve poşetteki yuvalarını buluyordu. Kırmızı renkte bir çillinin, beyaz üstüne turunculu bir kemik bilye- nin bulunduğu on sekiz bilye ütmüştü bugün. Bütün atışlarını da babasıyla aldıkları o uğurlu çimen yeşili gafliğiyle yapmıştı. Ne be- reketli bilyeydi ama bu gaflik! Sonra başını çevirip minareye yeni- den baktı. Şerefesi yeşil ışıklı minareye. Dedi ki, “Teşekkür ederim. Sen çok iyi bi Allah’sın Allaam.” 37

GEZDİM GÖRDÜM H. Meryem AKKAN [email protected] YAKIN AMA UZAK BELDE: ÜRDÜN Bize aslında çok yakın fakat uzaklaştırılmış bir beldeyi ziyaret imkânı buldum birkaç sene evvel. Uzun yıllar aynı devlette yaşadığımız, hâlen aynı ümmete mensup bulunduğumuz rüya gibi bir ülke: Ürdün Sıcak bir temmuz ayında ailem ve arkadaşlarımla çıktık yola. Asıl mak- sadımız Arapça eğitimiydi. Ürdün her yıl Türkiye’den binlerce turist alıyor Arapça eğitimi için. Başkent Amman’da sadece Türklere eğitim vermek için açılmış onlarca kurs var. Ürdün Üniversitesi çevresinde bu- lunan bu kurslar, bulundukları çevre de göz önünde bulundurulunca Arapça eğitiminde oldukça etkililer. 38

Kurs eğitiminin yanı sıra üniversite öğrencileri ve esnaflarla konuşmak da oldukça faydalı oluyor, ki bu geziyi bizim için daha ilgi çekici ve kül- türel yapan da bu çevreydi. Bu üniversite çevresinde Batı etkisinde yoz- laşmış ve özünü kaybetmiş bir yeni nesil ile karşılaştık. Herkesin elinde Avrupai kahveler ve tarzları tamamıyla Batı’ya dönmüş kıyafetler... Mo- dern olduklarını düşünürken trajikomik bir görüntü oluşturan büyük bir kesim var yani ülkede. Bizi daha modern bulduklarını söyleyenlerin ve ülkelerinden çıkıp Avrupa’ya ya da Türkiye’ye gelmek isteyenlerin sayısı oldukça fazla. Pek çok Orta Doğu ülkesinde de görebileceğimiz, modern olayım derken tam oturmayan Batı kültürünü üstüne kaftan yapmaya kalkışmış bilinçsiz bir halk var burada da. Hiçbir yerli üretim yapmadığı ve tamamen dışa bağımlı bir ülke olduğu hâlde oldukça zen- gin bir ülke burası. Bulunduğu politik konum nedeni ile Batı tarafından sürekli destekleniyor. Krallarına ve kraliyet ailesine oldukça bağlılar. Birkaç parça Arapçamızla bu konu hakkında tartışmaya çalıştık çünkü bize oldukça tuhaf ve anlamsız geldi demokrasiye tam karşı olup kral- lığı bu kadar savunmaları. Onlara da bizim düşüncelerimiz farklı geldi elbette. Kısa bir gezi de olsa orada bulunduğum bir ay boyunca karmaşık duygu- larla dolup taştım. Bahsettiğim tüm bu umursamaz Batı özentisi hâlleri ve Batılı ülkelerin desteğiyle şımarık ve zengin bir ülke Ürdün. Fakat hemen yanı başında hepimizin kanayan yarası Kudüs varken bu sefahat içimi acıttı. Gerçi o halkı suçlamak bizim hatalarımızın üstünü örtmez elbet fakat bu kadar yakın olunca insan bir başka üzülüyor. Bilhassa Ölü Deniz ziyaretimizde bunu iliklerime kadar hissettim. Lut kavmi hadisesi burayı zaten yeterince tefekkür edilesi bir mekan yaparken dağlarını 39

hemen yanımızda gördüğümüz Kudüs de burayı bizim için çok özel kıl- dı. Bir tarafta sefahat ve umursamazlık hüküm sürerken bir tarafta ilk kıblemizin hâli... Bu duygu yoğunluğunun bir benzerini de Ürdün’ün en gözde şehirlerin- den olan Akabe’de yaşadım. İsrail sınırlarından gelen tekne ve yatlarla dolu bir liman bulunuyor bu şehirde ve buradan da İsrail’e birkaç gün- lüğüne giden oldukça lüks yatlar var. Âdeta cennetten bir bahçe olan; denizinin berraklığı, su altının mükemmelliği ile insanı kendisine hayran bırakan bu şehirde de umursamazlık ve bencillik kokuları sarıyor insanı. Bu gezide elbette bazı popüler ve turistik mekâna da ziyarette bulun- duk. Beni en çok etkileyen yer ise Petra Antik Kenti oldu. Oradan etki- 40

lenen bir tek ben değilmişim ki 1985 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirasları listesine eklenmiş ve 2007 yılında “Dünyanın Yeni Yedi Harika- sı”ndan biri olarak seçilmiş. Binlerce yıl evvel oldukça zengin bir halka ev sahipliği yapmış bu kent. Dağların arasındaki geniş ve ürkütücü yol- lar, çok büyük dağlara oyulmuş evler ve elbette büyük saray... Yerleş- tiği bölgenin kıpkırmızı toprağı nedeniyle “gül kent” lakabını da almış kentte insan kendisinin küçüklüğünün ve acizliğinin önemini kavrıyor. O saraylarda, şimdi tam olarak bilinmeyen bir tarihte yaşamış çok zen- gin insanlar vardı. Fakat şimdi yalnızca oydukları dağlar ve bedenlerinin çürüyüp gittiği kıpkırmızı toprak var arkalarında. Bu duygularla dolup taşsak da bizi çok mutlu eden pek çok şey de var- dı elbette bu ülkede. Her şeyden önce, birbirimize zannettiğimiz kadar uzak ve yabancı olmadığımızı fark ettik burada. Konakladığımız mahal- ledeki camide kıldığımız ikinci cuma namazında artık mahalleden ta- nıdığımız insanlar vardı. Bizden çok heveslilerdi bizimle tanışmaya ve konuşmaya. Bunda elbette Arap dünyasının genelinde bulunan bir Türk hayranlığının payı büyük. Gerek dizi ve film sektörü, gerek siyaset ve gerekse burayı daha modern ve gelişmiş bulmaları bilhassa gençlerde bize karşı ciddi bir hayranlığa yol açmış. Gittiğimiz hemen her yerde bize özellikle İstanbul hakkında sorular soruyor, bizi tanımaya çalışıyor- lardı. Hayatlarımızı dizi ve filmlerden öğrendiklerinden midir bilmiyo- rum, bizim çok farklı ve özel hayatlar yaşadığımız kanısındalardı. Orada tanıştığım ve hâlen sohbet ettiğim arkadaşım Maha’ya bu konuda bazı sorular sordum: — Türkiye’de en çok merak ettiğin şehir hangisi? — Galiba en çok Safranbolu. — Türkiye’yi nasıl ve ne zaman tanıdın? 41

— Çocukluğumdan beri çok seviyorum. İlk televizyonda tanıdım. Burada bir süre bir Türk okuluna gittim. Ama dizilerin ve filmlerin çok etkisi var. — Daha önce bir Türk yemeği denedin mi? — Hayır yemek yiyemedim. Ama şalgam suyu içtim. Yemek yemeyi de çok istiyorum. — Türkiye’yi neden seviyorsun? — Şimdiye kadar tanıdığım bütün Türkler çok cana yakındı. Ve ülke- nizde çok güzel yerler var. Onların hepsini görmek istiyorum. — İleride Türkiye’de yaşamak ister misin? — Elbette, hatta bu en büyük hayalim diyebilirim. Üniversiteyi orada okumak istiyorum. — İnşallah. — Bütün arkadaşlarına selam söyle. Ürdün’den Türkiye’ye selamlar! Orada Maha ve onun gibi pek çok kişiyle tanıştık. Bazıları bizi evlerinde ağırladı. Beraber yemek yedik. Çok fazla yemek tattık fakat benim ak- lımda en çok kalan ve en sevdiğim falafel oldu. Bir de sıcak günlere özel yaptıkları çok farklı meyve suyu karışımları var ki bir benzerini burada bulamadım. Velhasıl, eksiğiyle fazlasıyla aktarmaya çalıştığım, benim için çok özel bu gezi, ümmetin küçük de olsa bir kısmını tanımaya ve ortak sorunla- rımızı görmeye bir araç oldu. Allah, ümmete bir olabilmeyi ve bizlere de bu birliğe vesile olabilmeyi nasip etsin. Vesselam… 42

KARANLIK ODA Taha SULAR [email protected] SINEMADA BIR TÜR OLARAK KORKU VE SHINING (1980) ÖRNEĞI 43

Korku, yaşama ilişkin koruyucu ve savunucu nitelik taşıyan aynı zaman- da da dayanıksızlığın simgesi olan bir histir. Temel bir tanım yapmak gerekirse korku, gerçek ya da hayalî bir tehlike, bir tehdit karşısında duyulan büyük tedirginlik duygusu, bazı koşullar altında duyulan bir tür heyecandır. Türk Dil Kurumuna göre ise korku, “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü, gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan beniz sararması, ağız kuruma- sı, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya fizyolojik değişimler- le kendini gösteren duygu” olarak tanımlanmıştır. Korku filmleri, sinemanın en uzun ömürlü ve en çok ilgi gören türünü oluşturur. Sinema endüstrilerinin girdiği krizlerden etkilenmeyen korku filmleri, çok ucuza mal edilebilen, dünyanın her yerinde tercih edilen filmlerdir. Ancak bu özellikleri türün aleyhine işlemiş, popülerlik, dü- şük maliyet, şiddete verilen ağırlığın yarattığı tepkiyle birlikte uzun süre görmezden gelinmesine neden olmuştur. Korku filmleri, popüler kültür ürünlerine ve popüler filmlere yönelik olumsuz yaklaşımların -özellikle de seyircinin “yanlış” yönde etkilenebileceğine ilişkin endişeleri barın- dıran yaklaşımların- en kolay ve rahat biçimde saldırabileceği bir tür- dür. Ayrıca alt türlerinin çokluğunun yanı sıra bilim-kurmaca türünün bazı ögelerini taşıyan bir grup melez filmi kapsadığı için korku sineması, sınıflandırma açısından sorun yaratmaktadır. Korku sinemasının ayırıcı özelliklerinden biri de yalnızca Amerikan sinemasının bir ürünü olma- yıp Avrupa sineması tarafından geliştirilmiş olmasıdır. Ancak Hollywo- od, 1930’larla birlikte birçok korku filmi üretmiş ve türün vazgeçilmez- liğine büyük katkıda bulunmuştur. Korku filmlerinin herhangi bir ülkenin tarih ve coğrafyasıyla kesin bağla- rı da yoktur. Bu nedenle her ülke sineması kendi korku filmlerini yapmış ve bunlardan birini etkileyerek alt türleri zenginleştirmiştir. Korku sine- ması temel korku ve kaygılara yaslanmakta ve bu yüzden de dünyanın her yerinde seyirci bulabilmektedir. Zaman aşımına uğrayan tarzların değişmesi, yeni biçimlerin oluşması ya da eskilere modern korkuların eklenmesiyle zenginleşerek kendini tazelemektedir. Korku türü, doğa- üstü ve esrarlı şeylerle ilgilendiğinden, doğrudan toplumsal terimlerle ele alınması güçleşmekte ve tür bir anlamda marjinal hâle gelmektedir. Oskay’a göre (1995) seyirci sinemada, filmdeki karakterlerin başına ne- lerin geleceğini; hangi karakterin öldürüleceğini, hangisinin cezalandı- rılacağını önceden görebilmekte ve bu aldanım (her şey bittikten sonra da yaşamda kalabilme fantazyası), hızla değişen ve içinde oluşan her şeyin kendi oluşumunu tamamladığı anda ölümünü de yüklediği çağ- 44

daş toplumda seyirciyi rahatlatmaktadır. Özellikle de yaşanmakta olan hayatı, toplumsal ilişkileri ve bilim ve teknolojinin bu denli geliştiği bir çağda, bunların insanın yaşamı için yarattığı tehlikelerin nedenlerini seyircinin anlamasının gitgide güçleştiği, çağdaş yaşamda şöyle ya da böyle ille de açıklanması gereken bu tür sorunların bir oranda da olsa açıklanması yerine geçtiği için, belki de gitgide yoğunlaşan yanlış-bilinç içindeki insan açısından bu filmlere bir tür narkotik işlev yüklenmekte- dir (Oskay, s.60-61). Korku, genelde olumsuz bir duygu, his olarak bilinmekteyken, insanlar korktukları imge veya olayları neden tekrar üretmek veya görmek iste- mektedir? Bu hususta öncelikle vurgulanması gereken nokta, bilinme- yene yönelik merakın ve korkunun bir arada bulunmasıdır. Bilinmeyen; ölümden sonrası, uzak ülkeler, öteki insanlar ya da “ben”in kendisi olsa da durum değişmez, aynı paradoks ortaya çıkmaktadır. Yani bu, bilme, ele geçirme, yaralanma istekleriyle; karşılaşılması muhtemel acılar, tehlikeler ve yok olma tehdidinin yarattığı engellemeler arasındaki çe- lişkidir. Korku filmleri de tam bu çelişkinin üzerine inşa edilmişlerdir ve tükenmeyen popülerlikleri buradan kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda korku filmlerinde özdeşleşme daha çok durumla olmaktadır. Bu da se- yircinin belirli anlarda ortaya çıkan gerilimi yaşamaktan tat almasıyla ilgilidir. Film seyretmenin röntgenci bir eğilimden kaynaklandığı kabul edilirse, korku filmlerinin dehşetengiz sahnelerine gösterilen ilginin bir anlamda seyircinin sadist ve mazoşist yönlerini ortaya koyduğunu söy- lemek de olasıdır. Filmlere konu olan korkunun kökenleri 1700’lerde Gotik edebiyatına kadar dayanmaktadır. İngiliz ve Amerikan yazarlar tarafından geliştiri- len bu romanlarda, karanlık ve fırtınalı gecede eski bir kale, kasvetli ormanlar, zindanlar ve gizli geçit hikâyeleri yer almaktadır. Gotik ede- biyatında kullanılan korku, sinemaya da ilham olmuştur. Sinemada kor- ku terimi 1930’lara kadar gelmemesine rağmen, sessiz sinema döne- minde, 1895’te Lumiere kardeşlerin yaptığı “Spook Tale” kısa filminde korku unsurları belirgin bir şekilde görülmektedir. 1896 yılında George Méliès’in şimdiye kadar yapılmış ilk korku filmi olarak kabul edilen “The Manor of The Devil”de (Şeytan ‘ın Malikanesi) Gotik korku unsurları olan yarasalar, kaleler, troller, hayaletler ve şeytan karakteri kullanıl- mıştır. 1960’ların başlangıcında ise korku türünde büyük bir patlama görül- meye başlanmıştır. Bu dönemde Alfred Hitchcock, korku filmlerinin hiç 45

tartışmasız orkestra şefi olarak adlandırılabilir. 1960 yılında çektiği “Ps- ycho” filminde seyirciyi başarılı bir şekilde etkilemiş ve filmleri diğer korku filmlerinden ayrı tutulmuştur. Bu yıllarda çekilen korku filmlerin- de, Gotik korku unsurlarından ziyade günlük hayatta karşılaşabileceği- miz korkular ve bilinçaltımızdaki canavarları görülmektedir. Hitchcock, 1963 yılında “The Birds” (Kuşlar) ile karşımıza çıkmıştır. 2000’lerde ise psikolojik ve izleyiciyi heyecanlandıran “Silence of the Lambs” (Kuzuların Sessizliği), “The Sixth Sense“ (Altıncı His), “Se7en” (Yedi), “The Others” (Diğerleri) ve “The Ring” (Halka) gibi filmler popü- ler hâle gelmeye başlamıştır. BIR ÖRNEK OLARAK STANLEY KUBRICK’IN SHINING (1980) FILMI Stephen King’in romanından uyarlanan film, Torrance ailesinin Rocky Dağları’nın karlı eteğindeki ıssız Overlook Oteli’ne bekçilik yapmak üze- re gitmelerini ve baba Jack Torrance’in “cabin fever” (kulübe çılgınlı- ğı) adı verilen bir bunalıma girerek cinnete sürüklenmesini anlatır. Ele aldığı film türlerinin en başarılılarını çekmesiyle bilinen Kubrick, The Shining’le de korku sinemasının mihenk taşlarından birine imza atar. “Korktuğunuz bir şeyin varlığını inkâr edemezsiniz!” Stanley Kubrick bu sözle, paranormal (perili ev) ile paranoyak (şizofrenik) korku alt tür- lerinin nasıl sentezlendiğine ilişkin bir açıklamada bulunur. Zira onun kamerası insanın doğasına çevrilidir ve Stephen King ‘in kitapta yap- mak istediği “kötücül ev” metaforunu saf dışı bırakarak insan ruhunun karanlık doğasında bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, daha ilk dakikadan başlayarak otelin koridorlarında devam edip bahçedeki karlı labirente dek uzanır. “Temelde bir aile dramı olan hikâye, bize Amerikan ulusunun kuruluşuna ilişkin şeyler söyler. Otel müdürü, otelin bir Kızılderili mezarlığının üzerine inşa edildiğini açıkladığında altın ipucu verilir aslında. Çünkü film, Kızıl- derili soykırımlarıyla inşa edilen Amerika’nın bir nevi alegorisidir. Ve bu soykırım geçmişte kalmamıştır, etkileri hâlen hissedilmektedir. Overlook Oteli’nin her köşesi Kızılderili motifleriyle süslüdür mesela. Dikkatli bakan bir göz, duvarların, halıların, resimlerin… Kızılderili işlemeleriyle bezen- diğini görebilir. Bu işlemelerde balta ve ok gibi Kızılderili usulü savaşma silahları da öne çıkar. Bahçedeki labirentte babasından kurtulmaya çalı- şan Danny’nin, karda izini kaybetmek için adımlarını tersten izlemesi de bir Kızılderili iz kaybettirme tekniğidir. Kan gölünün taşıp odaya döküldü- ğü sahnedeki sessizliği, Kızılderili soykırımının bastırılmasına, susturul- 46

masına ve hiç dile getirilmemesine yönelik bir işaret olarak yorumlayan- lar da mevcut.” Filmde ruhsal bunalımın verdiği gerilim havası, Wendy Carlos’un yap- mış olduğu müzikler ile desteklenir. Filmin başladığı andan itibaren bi- linçaltımıza işleyen bu müzikler, istemsiz bir biçimde izleyiciye gerilim duygusunu enjekte eder. Sonrasında gelen görüntüler ve Jack’in ne yapacağı belli olmayan bir adama özgü yüz ifadesi ise izleyicide korku uyandırır. Shining, sıradan olmayan bir korku filmidir. Psikolojik gerilim unsurları filmde daha ağır basar. Karakterlerin yaşadıklarını anlamaya çalışırken, başarısız olmanın iç huzursuzluğu izleyiciyi etkilerken, arka- daşlarıyla koşup oynaması gerekirken sıkışıp kalan bir çocuğun hayalî arkadaş edinişiyle, korkutucu shining (geçmişi görme) özelliğinin onu nasıl değiştirdiği ve Wendy’nin ne yapacağını bilemediğini, sadece aile- sini korumaya çalıştığını görürüz. Derin bir alt metin okumalarına ihtiyaç duyan Shining için bu kadarla iktifa ederken bir duyuruyla yazıyı bitireyim. Stanley Kubrick’in sinema dünyasına kazandırdığı unutulmaz filmlerden The Shining’in hikâyesini devam ettirecek olan “Doctor Sleep” 22 Kasım’da vizyona giriyor. Step- hen King’in 2013 yılında yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film, The Shining’de karşımıza çıkan Danny Torrence’ın haya- tını mercek altına alacak. Filmde Danny Torrence’ı, çocukluk travmasını atlatamamış, 40’lı yaşlarında öfkeli ve alkolik bir karakter olarak izleye- ceğiz. 47

KİTAPLIK Esma ŞAFAK [email protected] RUHUMU NASIL TUTSAM DA LEYLA’YA DEĞSE? Bundan önce insan demiştik, kapanmayan bir yara açmıştık. Şimdi de tüy dikmeye, yaraya tuz basmaya heveslendik çünkü bazı yaralar ol- dukça fiyakalıdır. Olması iyidir. İnsan; farklıydı, öleceğini bilmekte tekti. Arkasını ekliyoruz. Bu bilmeyi reddeden, “Ölmek de ölmek değil.” diyen de o. Yalnız o. Bizi mayalandığımız yere sığdırmayan, içine doğduğumuzdan taşmamı- zı sağlayan bir iddia var: Sonsuzluk. Hiç sonsuz görmememize rağmen ona olan inancımız dünyadan eski ki dünyayı yabancılaştırıyor bize. Gurbetteyiz diyoruz, geldik gidiyoruz diyoruz. Nereden geldik ve nere- ye gidiyoruz? Ah yalan dünya(!), insanların sana karşı çılgınca düşünce- leri var. Benim Okyanus Sandığım Başkasını Boğan Yağmur Damlasıymış Her uyku öncesinde “Yattım sağıma, döndüm soluma”yı okuduğum günlerde duadan sonra hep şunu düşünürdüm: Cennette yarının arka- sından hep yarın mı gelecek? Saniyelerde hızlı hızlı farklı aktivitelerle günleri doldurup sonsuz günü art arda dizmeye çalışırdım. Ve bu son- suz yarınlardan usanmadığım tek gün yoktu. Buna çözüm bulamadım. Düşünmeyi bıraktım. Ta ki sonsuzu avuçlayamayacağımı; ona sadece bir ok atıp isabet edebileceğimi, gözüm kapalıyken elimle yoklayabile- ceğimi öğreten iki insana kadar. “Sonsuza dalamazsın ama sonluya da sığılmaz.” dediler. “Bu akl-u fikr ile Leyla bulunmaz ama onsuz da yaşan- maz.” dediler. Sonra şunu düşündüm: Ruhumu nasıl tutsam da Leyla’ya değse? Onlar buradayken bile bir parçaları başka dünyaya taşmıştı. Ne yapsam da taştıkları yeri hissetsem? Tekrar okudum, çok okudum. Oku- dukça anlamamam arttı. 48


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook