HAYMATLOS İZZET TÜRKMEN
İzzet TÜRKMEN İzzet TÜRKMEN, 1987 yılında Ordu’da dünyaya gel- di. İlk ve orta öğrenimini Ordu’da tamamlayan yazar, lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 2012 yılında Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. 2013 yılında Diyarbakır ili Bismil ilçesi Alibey Ortaokuluna Türkçe Öğretmeni olarak atandı. 2016 yılında Ordu ili Korgan ilçesi Şehit Nevzat Çatık Ortaokuluna atandı. Halen bu okulda görevine devam etmektedir.
İÇİNDEKİLER HAYMATLOS 5 ETIKET 8 SIMIT DÜNYASI 20 VAZIFEMIZ YAŞAMAK 23 BIR AYRILIK, BIR YOKSULLUK, BIR ÖLÜM 27 ENAYI DÜMBELEĞI 32 EKMEĞINI TAŞTAN ÇIKARANLAR 36 HICRET 42 KIM IÇIN BU BACAK? 44 ELIMI BIRAKMA ANNE 47 BANA BALIK VER, BALIK TUTTURMA 50 HAYATINI ARAYAN ADAM 53 ENGELSIZ YÜREK 58 SOĞUK 61 AYNI SAATTE AYNI YERDE 63 SANAL AILEM 67 SUYUMUZ KAN KAYBEDIYOR 69 YALAN MI YANMIŞ MI HAYATLAR 72 DENIZE NASIL GIDERIM? 75 FINO 78 ÖZGÜRLÜĞE TAKILAN KANATLAR 80 KUŞLAR 83 UÇABILDIĞI HER 83 YERDE ÖZGÜRDÜR. 83 CIGARA 87 KAHVECİ MUSTAFA 91 MERHUMU UNUTTUK GİTTİ 95 ÖLÜM ALLAH’IN EMRI YA AYRILIK 99 TECRIT 103
Haymatlos Sokak lambalarının ölgün ışıkları altında, sığınacak bir liman arayan seyyah… Yanından geçtiğim evlerin parıldayan cam- larına bakarak iç geçiyorum. — Ne yapıyorlar acaba şimdi? Çocuklar oynuyor, babalar televizyon izliyor, anneler yemek yapıyordur. Belki de kavga ediyorlardır. Yarınki yapacağı işleri planlıyorlardır. Memleket meseleleri de çok yoğun bu aralar… Seçimler, hasta- lık , deprem, cinayetler… Her şeyden uzak mı kaldık ne? Seyahat etmekten bunları unut- tuk valla. Geçen hafta sur dibini gezdim, bu hafta tarihi camileri geziyo- rum. Medeniyetimizin bu güzel eserlerini gördükçe gurur duyma- mak elde değil. O ne incelik, ne zarafet… Bir ülke kültür abidele- riyle medenidir. Yoksa cami her yer de camidir. Saray her yer de saray… Önemli olan sarayın rengi değil, içerdiği manevi değerler- dir. Ben de başıma buyruk, avare avare o tarih senin bu tarih benim geziyorum. 5
Efendim, yalnız bu virüs beni kilitledi. Doğru dürüst gidemiyorum bir yerlere. Söz gelimi haftada iki üç yer gezerken şimdi bir yere gidebiliyorum. İnsanlar sana öcü gibi bakıyor, daha doğrusu herkes birbirine öyle bakıyor. Geçen bir kediyi seveyim, o bile kaçtı benden. Allah allah dedim noluyor ya? Meğer kedi de virüsten korkuyormuş. Neyse ikimizde ol- madan ayrıldık. Herkes bir folyoya sarılmış, oradan dışarı çıkmıyor. Tam bitti derken şekil değiştiriyor virüs daha tehlikeli olu- yor. Eee, olanda bana oluyor. Gideceğim istikamet azalıyor. Mavi bir ışık tutuyor beni yol kenarında birden: — Kimlik? — Buyrun. — Sokağa çıkmak yasak bilmiyor musun? — Biliyorum. — Eee dışarda ne arıyorsun peki? Niçin çıktın sokağa? — Evim burası. — Ne demek evim burası? Dalga mı geçiyorsun devletin memuruyla. Bir evim yok. Barınacak bir yer arıyorum. 6
— Cezayı öde de aklın başına gelsin. — Peki. — At şuraya bir imza. — Bir daha da seni dışarı da görmeyeyim. Evet, seyyahım demiştim ya. Şimdi de yeni bir mekan arı- yorum kendime. Köprü altları kimsesizlerin yuvasıdır komiserim, şimdi geceyi sırtıma yorgan yapıp dalıyorum düşlerime. Cebimde 3000 tl’lik cezam. Bir elimde cımbız bir elimde ayna, umrumda mı dünya. 7
ETIKET Bu meslekte 25.Yılım… Doğum günü kutlar gibi şaşa- lı partiler yapacak değilim elbet… Belki ufak bir kutlama olabilir. Yirmi beş yıldır neler görmüş, neler geçirmişim... Cinayetler, soy- gunlar, yaralanmalar vs…. Bunların içinde beni hayrete düşüren- ler de oldu, beni sövüp saydıran da, üzen de, güldüren de… Onlar içinde biri geldi şimdi aklıma da “etiket davası” şaşmayın sakın bu ismi ona ben verdim. Gerçek ismi başka. Neden etiket dediğimi anlatınca nasıl olsa anlayacaksınız. Bundan beş sene evvel diye hatırlıyorum önümüze yine bir olay geldi. Olayın kısa özeti şu şekil: Güven Apartmanı 3. Kat, 9. No.lu dairede ikamet etmekte olan Cafer Yılmaz isimli adam evinde bu sabah 10.15 Sularında ölü olarak bulundu. Maktulün kafasına sert bir cisimle vurulması sonucu ya da kafasını sert zemine çarpması sonucu öldüğü zannedilmektedir. Maktul 70 yaşında olup 2 çocuk babasıdır. Maktulün karısı öldüğünden tek başına ikamet etmekte olup, olay zamanı çocuklarının da evde bulunmadığı anlaşılmıştır. Olayın kısa muhaveresi bu şekilde… O gün olayı bana bildirdikleri zaman acele olay mahalline gittim. Güven apartmanı 9. Daire… 8
Olay yerine vardığımda olay yeri inceleme çoktan incelemeye başlamıştı. İçeri girdiğimde ceset üzerinde inceleme yapıyorlardı. — Kolay gelsin arkadaşlar. Nedir durum? — Komiserim maktulün başına ya sert bir cisimle vurulmuş ya da dengesini kaybederek başını betona vurmuş. Bütün bunları otopsi sonrası anca anlarız. İlginç olan tarafı ölen şahıs sabahleyin değil daha önce ölmüş olabileceği komiserim. Çünkü vücudu buz gibi, üstelik etraftaki kanlarda pıhtılaş- maya başlamış. — Yani cinayetin baya bir zaman geçmiş. İyi de kardeşim bu adam hiç mi bağırmadı veya sesini duyan olmadı mı? Sonra bu adamın çocukları neredelermiş bu adam ölür- ken? Komşulara sordunuz mu? — Sorduk komiserim. Hiçbir şeyden haberleri yokmuş. — Ya aile nerde? — İçerdeler komiserim. — Tamam, siz devam edin. İçeriye girmeden cesede baktım. Adam yüzüstü vaziyetteydi. Kafasının arkasından bir darbe almış. Yüzünde bir bağır- ma, can çekişme izine rastlayamıyorum nedense… Kafasını yere çarpsa acı çekmesi falan lazım… Ama ölü de hiç öyle bir belirti se- zilmiyordu. Cesedin olduğu tarafın karşısında oturma odası vardı. 9
Orada oturanları görünce onların yanına geçtim. İçerisi baya kalabalık gözüküyordu. Ağlayanlar, inleyenler, feryat eden- ler… ben istifimi bozmadan: — Maktulün çocukları hanginiz. İki genç kendilerini göster- diler. Birisi tombulca bir şeydi. Kahverengi gözlerinden yaşlar akıyordu ki yanaklarından aşağıya sel gibi akıyordu. Diğeri ondan biraz daha zayıf caydı ama ona çok benziyordu. O da gözlerindeki yaşları silmeye çalışıyor, bir yandan bana bakıyorlardı. Biraz nazik bir tavırla: Ben baş komiser Necati… öncelikle başınız sağ olun. Sizinle içerde olay hakkında konuşabilir miyiz? — Tabi komiserim. Usulcacık yerlerinden kalkarak içeriye geç- tik. Ne soracağımı merak ederekten ikisi de yüzüme bakıyordu. — Demek maktulün oğullarısınız? — Evet komiserim. Ben en büyükleri Timuçin bu da Tamer. — Babanız öldüğü sıra siz nereydiniz? Abi söze atıldı: — Biz aşağıda oturuyoruz komiserim. Babam evde tek başına kalırdı. Annem öldükten sonra düzenini bozmak istemedi. Biz de bir şey diyemedik. — Peki hiç o gece gelip bakmadınız mı? 10
Bu sefer Tamer söze karıştı: — Ben gece on gibi gelip baktım. Gayet iyiydi. Ondan sonra aşağı eve indim. — Ne kadar kaldın yanında? — Fazla kalamadım komiserim. Malum sabah işe gidecektim. —Anlıyorum. Peki, ölüsünü kim bulmuş? Yine büyük abi: —Bizim hanım bulmuş. Sabah yemeğini yapmak için buraya gelmiş. Kapıyı açınca babamı kanlar içinde bulmuş. O bağırtı ile komşular gelmiş. Sonra polise haber vermişler. Bize daha yeni ha- ber verdiler. Acele işten çıkıp buraya koştuk. —Tamam. Şimdilik bu kadar yeter. Zaten daha sonra ifadeleri- niz merkezde tekrar alınacak. Tekrar başınız sağ olsun. Onlar sağ olun derken ben odadan çıkmıştım. Baktım. Savcıda olay mahalline gelmiş. Ona kolay gelsin dedikten sonra acele ile merkeze gittim. Merkeze vardığımda odamda Yalçın’ı buldum. Yalçın benim yardımcımdı. Ama kardeşim gibi severdim. 10 Senedir yanım- daydı. Uzun boyu, güleç yüzü ile her zaman kendini fark ettirirdi. Benim en sinirlendiğim anlarda bile onu tebessümlü görürdüm. İçeri girer girmez: —Oooo beyefendi hoş geldiniz. Ben nerdeyse günü bitirdim herif yeni teşrif buyuruyor. 11
—Komiserim benim için sabah yeni başladı. —Hadi hadi bırak gevezeliği de yeni olayımızın ismini yaz şu tahtaya “Cafer Yılmaz” Yalçın’a olayla ilgili malumatı verdikten sonra olayla ilgili ne ka- dar malzeme varsa getirmesi için onu gönderdim. Beki de her şe- yin düğümü otopsi raporu ile çözülecekti. Onu beklemekten başka çare yok diyerekten evin yolunu tuttum. Meslekte ilerleyebilirim ama kadınlar konusunda ilerlemiş sayılmam. Hala evlenememiş biri olarak bekar evine geldim. İçerisi küçük bir salon, mutfak bir de odadan ibaretti. Hep o odayı niye yapmışlar ki ben zaten salonda yatıyorum der dururum. Neyse sa- londa en dikkat çeken çalışma masam ile kara tahtamdır. Merkezde çözülmeyen işleri kara tahtaya yazar çalışırım. Matematik problemi gibi çöz meye çalışırım olayları… Ceketi bir tarafa fırlattıktan sonra karatahtaya yine aynı ismi yazdım: cafer yılmaz Önce kendime bir kahve yaptım. Ondan sonra çekyata uzanıp yalçın’ın gelmesini bekledim. O gelmeden hiçbir işe başlan- maz ki… Derken kapı çalındı. Kahvemi bir köşeye bırakıp kapıyı açtım. —Neredesin be kardeşim. Karganın işi gibi bir gittin akşam ettin. 12
—Komiserim rapor yüzünden geciktim. Onun çıkmasını bekledim. —Tamam, hadi içeri geç de bakalım ne var ne yok. Kahve içer- sin dimi. —Zahmet olmazsa komiserim. Gidip Yalçın’a da bir kahve getirdikten sonra çalışmaya başladık. —Eeee anlat bakalım ne yaptın? —Komiserim önce apartmana gidip daireyi tekrar inceledim. Bir ipucu falan bulabilir miyim diye. Sonra raporu almaya gittim. —Rapor ne diyor peki? —Rapora göre adap dengesini kaybedip düşmüş ve kafasını yere çarpmış. —Yani bir cinayet değil bu. —Hayır, komiserim tam tersine planlanmış bir cinayet. —Nasıl? —Rapora göre adamın midesine aşırı dozda zehir bulundu. Adam ölmeden önce içtiği bir şeyin içine zehir koymuşlar. —Neeeee. İş imdi iyice karmaşıklaştı. Kim neden zehirlesin ki bu adamı. O an kafama büyük abinin söyledikleri takıldı. Karısının babasına yemek yaptığını ve o sabah yine yemek yapmaya geldiğini söyledi. Yalçın’a dönerek: 13
—O gün adamın oğlu karısının o sabah yemek yapmak için gel- diğinde babasını bulduğunu söylemişti. Sakın bu kadın yapmasın. —Peki, ama komiserim neden yapsın bunu? —Onu anlayacağız. Yürü gidiyoruz. Herhalde adamın boğazı- na dökmediler bunu. Evi bir arayalım. O an tereddüt ettim: —Ama anahtar yok ki şimdi anahtarı istesek şüphelenirler. Yalçın hemen atıldı: —Komiserim bende var. Apartmana gittiğimde kaşla göz ara- sında bir tane yaptırdım. —Aferin be.. Hadi o zaman çabuk gidelim. Yarım saat sonra oraya varmıştık. Apartman bir ölüm sessiz- liğine gömülmüştü. Kimseye duyurmamak için asansörden çıktık. Kapıya geldiğimizde yine aynı sessizlikte kapıyı açıp içeri girdik. Ne olur ne olmaz diye kapıyı arkadan kapadık. İçerisi sabahki ölü- nün soğukluğu içindeydi sanki… İnsana ürperti veren bir karanlık, bir de soğukluk… kendimi bir an morgda zannettim. Hemen ışıkları açıp etrafı aramaya koyulduk. Mutfak, odalar, tuvalet, banyo ne varsa aradık. Bir tek mutfaktaki çorba tenceresi gözüme ilişti. —Aydın şu çorbadan biraz al incelesinler. Bakalım zehir bunda 14
mı o zaman düğüm çözülür. Tam mutfaktan çıkıyordum ki halının üzerinde bir kâğıt gözüme ilişti. Eğildim elime aldım. Bir etikete benziyordu. Üzerinde “xalzhe “ yazılıydı. —Yalçın şu etiketi de incelet. İsmini ne olduğunu öğren sonra üzerindeki parmak izlerini de soruştur. Haydi çıkalım. Geldiğimiz gibi sessizce apartmandan ayrılmıştık. Yolda yal- çın’ı bıraktım. —Yarın akşama kadar onları hallet. Hadi iyi akşamlar —Tamam, komiserim size de… Yalçın’ı bıraktıktan sonra kendimi eve attım. Öyle yorulmuşum ki kendimi çekyatın üzerine bırakıverdim. Sabahleyin odama geldiğimde rapor masanın üzerindeydi. Yapılan tetkike göre bulunan kâğıttaki ismin bir zehir ismi olduğu anlaşılmıştır. Zehri içen kişi de önce baş dönmesi ile başlayan etkiler sonra boğazda boğulma hissi yaratmakta ve içen kişiyi yarım saat içinde şoka sokmaktadır. —Eeee ya parmak izi bulunamamış mı? Altta da o yazıyor herhalde. Kağıt üzerinde yapılan incelemede kağıdın üzerinde tespit edilen parmak izlerinin tamer yılmaz isimli şahsa ait olduğu tespit edilmiştir. 15
Bu son malumat beni sarsmış olacak ki yazıyı tekrar tekrar gözden geçirdim. Bir insan babasını nasıl öldürebilir. Tamer o gece babasını bakmaya gittiğini söylemişti. Demek ki o arada çorbaya zehri döktü. Daha sonra herkese yengesini suçlu olarak göstermek istedi. O ara çok korkmuş olacak ki ilacın etiketini yere düşürdü. Ama neden? Bugün hepsi birden sorguya gelecek. O arada hırçın bir sesle: —Yalçın… —Buyurun komiserim. —Maktulün ailesi geldi mi? —Hayır komiserim! —Tamam. Bak beni iyi dinle. Yalçın’a da her şeyi anlattıktan sonra ona telaş etmeden önce abi ile karısını sonra tamer’i almasını söyledim. Yalnız tamer’in sorgusunu ben yapacaktım. Biraz sonra hepsi gelmişti. Ben onlara hiç görünmeden ca- mekândan ifade odasını seyrediyordum. Timuçin ve karısı yine aynı şeyleri tekrarladılar. Yalçın’a onlara hiçbir şey söylememesini tembih etmiştim. Eğer söylersem ani tepki yapabilirler diye tered- düt etmiştim. Bir saat sonra Tamer içeri alındı. Ben önce camdan onu bir kolaçan ettim. Temkinli bir hali vardı. 16
Sağ el parmakları masanın üzerinde, bir piyanist gibi hareketler yapıyordu. Telaşı oradan anlaşılıyordu. Sonra yavaşça içeri girdi. Benim girdiğimi görünce ritimleri kesildi. —Nasılsın tamer? —Sağ olun komiserim. —Sigara içer misin? —Sağ olun komiserim kullanmam. —Babanı sever miydin tamer? —Tabii komiserim kim sevmez. —Yani şunu sormak istiyorum babanla maddi olsun manevi olsun bir sorununuz var mıydı? —Maddi bir sorunumuz yoktu komiserim. Babam eskiden beri sinirli bir adamdır. Ama bizi severdi. —Anladım. Önümdeki rapora bakarak: —Bu rapora göre anneniz ölmüş. Annenizin ölüm sebebi ne idi? Bu sual onu sarsmış olacak ki vücudunda bir titreme oldu. Ama ben istifimi bozmadan onu dinliyordum. 17
—Şey…. Kanserden komiserim. —Ama bu rapora göre darp sonucu öldüğü yazıyor. Bu sözden sonra fırsat geldi diye düşündüm. Bu sabah elime bir rapor daha düştü. Babanın evinde bulunan bir kâğıtta se- nin parmak izlerin bulundu. İşte kâğıtta. Bunu söyledikten sonra etiketi ona gösterdim. Sonun geldiğini anlamış olacak ki korku titremeleri artmıştı. —Bu ne biliyor musun? Çok kuvvetli bir zehir. Babanın çor- basının içine dökülmüş. Ve de bunu kim yapmış biliyor musun: küçük oğlu tamer. —Hayır, yalan yok böyle bir şey. —Artık sona geldin oğlum. Babanı annenin öcü üçün öldürdün. Bir cana karşı başka bir cana kıydın. Hem de düşmanın canı- na değil babanın canına… Bu sözlerim karşısında hıçkırarak ağlamaya başladı ve: —Evet, onu öldürdüm. Çünkü annemi zamanında döve döve öldürdü. Bizi de hiçbir zaman sevmedi. En sonunda dayanamadım ve onu öldürdüm. Karşıdan işaret yapıp götürebilirsiniz dedim. Gelen polisle- rin arasında ağlaya ağlaya Tamer odadan çıktı. 18
Ben bu olayı muhayyilem de gezdirirken telefon çalmış, son anda duydum. —Alo! Ne? Cinayet mi? Nerde? Arnavutköy tamam biraz son- ra ordayım. 19
SIMIT DÜNYASI İzciler caddesi’nden yol boyu geliyorum. Bütün gün der- se gir, çık başka bir şey yapmamıştım. İnsana bir karnını doyurma fırsatı bile vermiyorlar. Ha kantinde niye yemedin? Diyeceksiniz. Kantini zenginlere kiralamışlarda ondan. Benim gibilerin parası yetmiyor oraya. Velhasıl kelam şöyle susamlı bir simide hayır de- mezdim doğrusu. Ama yol boyu bir tane bile simitçi görmedim. Nereye gitti bu adamlar acaba? Neyse ara tara yok. Yol üzerinde bir kenara çöküverdim. Resmen simit mağduruydum. İnsanların bana tuhaf tuhaf baktığını hissediyordum. Kim bu adam yahu ne diye dertli dertli bize bakıyor? Oradan bir çocuk: anne şu zavallı adama yardım edelim? Oradan bir başkası: Hasta mısın kardeş? Yeter… Hayır ne hastayım ne zavallı aslında zavallıyım. Etrafta bir tane bile simitçi yok. Öyle söylesene be kardeşim bak arkanda simit evi var orda is- tediğin kadar simit var. Hay yaşa be hemşerim allah senden razı olsun. Yaşadık simit… İçeri bir tazı süratiyle girdim. İçeri girer girmez orda çalışanlar- dan biri: 20
— Buyrun beyefendi. Ne arzu etmiştiniz? — Bir tane hayır hayır iki hayır üç tane simit alacaktım. — Peki efendim. Peynirli mi, sucuklu mu, kaşarlı mı olsun… — Hoppala kardeşim ben tost istemedim. Sadece simit istedim. — O zaman size sade verelim. — Şimdi oldu. Ne kadar? — Üç lira — Neeeee… — Ya eskiden sokaklarda satılırken 50 kuruştu. Şimdi modern oldu diye 1 lira mı oldu. — Efendim! Onlar hem iyi değildi, hem de sağlıksızdı. Sonra artık Avrupa Birliği kriterlerine göre sokakta simit satmak yasak. — Gene mi onlar. Demek beni bugünden beri onlar aç bıraktı. Neyse hadi hayırlı işler. — Güle güle beyefendi. Dükkandan çıkar çıkmaz kahveye girdim. Bir bardak çay is- tedim. Çay geldi. Simitleri paketinden çıkardım. O da ne? Bu si- mit değil. Araba tekeri. Demek ki AB simidin boyunu posunu da değiştirdi. Eski simit kuru, susamlı yakışıklı bir şeydi. Bu yağ tulumu ayol. 21
Eskiden babam kardeşimle bana öyle simitlerden alırdı ki çayla beraber yan yana geldi mi insanın neşesi artardı. Bu simidin ne tadı tat, ne adı ad, ne boyu boy. Simitleri masanın üzerinde bırakıp usulcacık kahveden çıktım. Kafamda eski simit, satıcı ve yeni simit ve onun dünyası ile evin yolunu tuttum. 22
VAZIFEMIZ YAŞAMAK Yirmili yaşlar insanın kanının kaynadığı zamanlar… Insan bu zamanda ne yaptığının farkında olmadan şuursuzca yaşı- yor. O zaman bize sorsanız “her şeyi bilir, her şeyi yaparız, ne ülke kurtarmadığımız kalır, ne de atladığımız yer… “ Ama insan 20’li yaşlardan sonra biraz daha kendi köşesine çekilme ihtiyacı duyu- yor. Bir şey müthiş bir darbe vuruyor, insanın yüzüne… İşte ken- dimde bu sarsıntıdan yeni çıkmış biri olarak kuvvetli akıntılardan sonra sahile biraz durgun bir şekilde gelmeye başladım. Hani gemiler limana yaklaşırken ağır ağır gelir ya çarpma- mak için o hesap… Odamın bir köşesinde oturduğum sandalyeden dışarıyı seyrediyorum. Odamı sorarsanız: bir kitaplık içinde biraz roman, hikâye kitabı, onun dışında birkaç dilbilgisi kitabı ile bir türkçe sözlük… karşı tarafımda darmadağınık bir yatak… eskiden beri yatak topla- mayı bir türlü öğrenemedim. Hoş bunun öğrenilecek nesi varsa… sonra bizim meşhur masamıza gelelim. Çalışma masam. Tam önümde hazır vaziyettedir her zaman. Bir defter, silgi, kalem; tam karşımda bilgisayarım... Tabi ki yanımda olmazsa olmaz çay… Anlayacağınız odada öyle yok koltuk, yok televizyon bilmem ne yok. 23
Zaten o eşyalar olsa da bu odaya sığmaz zaten… bakın nerdeyse unutuyordum bir de halımız var. Dört köşe diye tabir edilenlerden… Üstündeki işlemeler bir ebru sanatçısının elinden çıkmış gibi… neme lazım belli değerli bir şeydir. Keçe hikâyesi gibi… Neyse dışarıda ise bu odanın tam tersi bir düzen hakim... Doğa bütün canlılığı ile kendini gösteriyor. Şunu ilave etmeden geçmeyeyim: Burada altı ay kış olduğundan yaz ile baharı bir tutuyo- rum. Hangisini seçeyim dedim. En uygunu bana bahar geldi. Ben böyle dalgını dalgın bunları düşünürken gözüme bir- den bir ışık huzmesi belirdi. Allah allah noluyor . Demeye kalmadan gözlerim kapandı ve gözlerimin yaşlan- dığını hissettim. Ben bu haleti ruhiye içinde çırpınırken o hala bana saldırıyordu. Birkaç dakika sonra onun güneş olduğunu anladım. Bana çok kızmış olacak ki böyle yapıyor. Bir köşeye saklanmıştım ama polisin hırsızı girdiği delikte yakalaması gibi beni de yakaladı: —Hayvanlar bile yuvalarından çıkıp bu güzel mevsime, bu gü- zel doğaya merhaba derken sen kendini bir mabede kapatmışsın. Dünyada bu kadar güzellik varken kendini böyle yalnızlığa teslim etmenin sebebi ne? —Haklısın! Dünya çok güzel, mevsim güzel; hayvanlar, 24
insanlar mutlu ama ben mesut değilim. Bilmiyorum bir tuhaflık, bir gizli güç beni buraya sürük- lüyor. Bu evrenden kopuş değil aslında bana göre. Montaigne’nin dediği gibi insanın kendini anlamasının, tanımasının en güzel yolu. Ben ne bileyim işte böyle mutlu oluyorum. Bir bakıma yalnızken kendimle hesaplaşıyorum. Şimdi umarım anlamışsındır beni. Bu konuşmalarımı duymuş olacak ki doğa ile aramızdan çekiliverdi. Karşıdaki ağaç bir an dikkatimi çekti. Yaprakları yemyeşil oluvermiş, bir çadır gibi etrafını kapat- mış bir kiraz ağacı… küçük beyaz çiçekleri açmış gelin tacı gibi… sert bir rüzgâr geldi mi çiçekleri yere kar taneleri gibi dökülüveri- yor. Ama yine de inatçı, kendini korumasını biliyor. Hükümranlığını sonuna kadar sürdürmeye kararlı bir kral edası var. Kuşlar konuyor bazen dallarına. O hiç kızmıyor onlara, hemen kollarını açıveriyor. Onlara ev oluyor, yurt oluyor. Bunu söylemişken aklıma da şu geldi. Aslında ağaçların ne kadar çok sorumluluğu var. Bir mevsimde bakıyorsun yuva olmuş, başka mevsimde in- sanlara meyvelerini sunuyor. Ayrıca geniş bir havzaya yayılan kök- leri ile toprağı tutuyor, besliyor. Bunlar sadece bildiğimiz yüzü… Kim bilir başka ne şekilde yardımcı oluyor dünyaya. 25
Mesela şu ağaç o kadar sorumluluğun üstüne bir de doğayla, insanlarla baş etmek zorunda… Bazen bir rüzgâr vurup devirir. Bazen bir balta değer gövdesine. Ama o bunları düşünecek halde değil o kendisine kıyan insan- lara, bir rüzgârda kendisini deviren doğaya vazifesini yapmak ve yararlı olmak için sonuna kadar savaşıyor. Şimdi dönelim başa peki biz ne yapıyoruz? Biz acaba vazife- lerimizi yerine getiriyor muyuz? Biz bize verilen nimetlerin farkın- da mıyız? Biz acaba neden ufacık bir şey elimizden alındı mı neden feryad u figan ediyoruz? Galiba bu insanın tabiyeti ruhiyesinden geliyor. Elimizdekinin değerini anlamadan çekirge gibi öbürüne zıplamak istiyoruz. Yaptıklarımız bize verilenleri mahvetmekten ileri gitmi- yor maalesef. Allah kahretmesin? Çayım bitmiş. Gideyim mutfaktan bir çay daha alıp geleyim. 26
BIR AYRILIK, BIR YOKSULLUK, BIR ÖLÜM Kumların üzerine bir şeyler yazdı. Bak. Baktım. Sevmek yazmıştı. Yüzümde oluşan tebessüm dalgaların gelip sevmeyi alıp gitmesiyle hüsrana uğradı. Ama yine de onu üzmek istemiyordum. Gülerek baktım olanlara. Görüyor musun bir türlü sevgiyi yakala- yamıyoruz. Şimdi duvarın ardında yan yana duran iki insan görü- yorum. Birisi yalnız birisi kayıp... Omzuna dayamış başını, saçları tenine değercesine. Güven buluyor, beni yalnız bırakmayacağını biliyorum, diyor. Kendimden eminim o anlarda. Omuzlarımı yükseltip ba- kıyorum. Tebessüm ediyorum yine. Mutluyum, seni hiç yalnız bırakmayacağım. Derken bir karanlık çöküyor üzerime. Bir sandalye üzerinde- yim. Hani sürekli taktığın şalın var ya o var boynumda. Ayaklarım boşluğa bakıyor. Gözüm masanın üzerindeki yazılara ilişiyor. Sevmeyi beceremedim gerçek. 27
Sahte sevgiler yaşadım ömrümce. Şimdi beni hayatta bir defa- cık olsun seveceksiniz. Benim için ağlayacaksınız ilk defa. Sevildiğimi hissedeceğim siz görmeseniz de. Çiçek getireceksi- niz bana. Beni yâd edeceksiniz sık sık. Birkaç günde olsa mutlu olacağım. Hani derler ya film bitti diye. Evet, film bitti artık. Son cümleleri bu olmuştu. Şimdi yuvamdan, sevdiğimden ay- rılalı uzun yıllar oldu. Bugün sevgiliye kavuşma saadetini tadaca- ğım. Güzelce bir hazırlanmalıydım. Önce tıraş köpüğümü iyice yüzüme sürüp sonra jiletle bir güzel sinekkaydı tıraş oldum. Sonra en şık takımımı giydim üzeri- me. Kravatımı özenle bağladım. Kokular süründüm sevdiğim için. Leylak kokusu sever diye iyi- ce sindirdim üzerime. Çiçekçiden aldığım üzerinde seni seviyorum yazan çiçeği alıp evden ayaklarım yerden kesilircesine, bir çocuk heyecanıyla çıktım. Yolda kuşların cıvıltıları eşlik etti sevincime. Her biri beni selamlıyordu. Bizden de selam götür sevdiğine diyor yol boyu ağaçlar. Yapraklarıyla selam duruyorlar bana ve aşkımıza. Kır papatyaları sanki kopup gelmek istiyor kucağıma. Bizi de götür onun yanına diye. Güneş tepemde gülümseyerek takip ediyor beni. En çok o şahit oldu bizim mutluluğumuza. Elimdeki çiçek çocuk gibi seviniyor ona gideceğim diye. Bugün sevmek için en güzel gün diyorum kendi kendime. Evet, sevdiğim geldim işte yuvamıza. Diz çöküyorum evimizin önünde. 28
Beyaz mermer ne de yakışmış sevdiğime. Gelinlik giymiş sanki bu- gün. Çiçeğini yavaşça kucağına bırakıyorum. Elimle okşuyorum seni örten toprağı. İsmini yazan taşına öpücük konduruyorum. Sarıyorum kollarımla seni doya doya. Saatlerce oturup sohbet et- tik sevdiğimle. Geçmiş güzel günlerimizi düşündük beraber. Şimdi gidiyorum sevgilim. Ama yine geleceğim merak etme. Sen gittiğinden beri yuvam, evim burası benim. Bir gün tama- men geleceğim yanına. O zaman kimse ayıramayacak bizi. Toprak saracak bedenimi- zi. Çiçekler süsleyecek sevgimizi. Yavaşça yerimden doğruldum. Sevgilime son bir baktım. Yavaş yavaş mezarlıktan ayrıldım. Karanlık, izbe odanın duvarlarına ölümün sessizliği iyice çök- müştü. Neşenin kol gezdiği salonda şimdi matem kol geziyordu. İçerde odanın ortasında içerisinde birkaç parça kıyafet olan bavul, duvardaki süsler yerinden sökülmüş, yatak toplanmadan olduğu gibi duruyor hala. Yatağın üzerinde bir albüm… Mutlu anlarımız saçılmış etrafa. Fotoğraftaki suretler artık maskelerini çıkarmışlar, tebessüm et- miyorlar. Derken içerden sandalye yuvarlanıyor kaderin boşluğuna doğru. Bir kuş çırpınıyor o anda. Kanatları saniyeler sonra yana düşüveriyor. Gözleri açık, gülümsüyor inadına. Yağmur… bardaktan boşanırcasına derler ya öyle bir yağmur yağıyor bugün. Ben gözyaşı döktükçe gökte boşaltıyor yaşlarını. 29
O an gök yarılıyor, bulutlar ağıt yakıyor, güneş yas tutuyor evin- den çıkmıyor. Bir ben varım o anda orda. Etrafımda koşuşturan, benimle konuşmaya çalışan kimseyi duymuyor kulaklarım. Yahya kemal’i görüyorum yanımda. Ellerini ellerimin üzerine koyuyor: — Ölüm asude bahar ülkesidir. Bu sözler dökülüyor üstadın ağzından. Beni teselli etmeye mi çalışıyor yoksa bana acı mı veriyor anlayamadan diğer tarafımdan karacaoğlan beliriyor: — Üç derdim var birbirinden geçilmez. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm. Önümde diz çökmüş necip fazıl gözlerime bak evlat, diyor bana: — Ölüm güzel şey budur Perde arkasından haber Hiç güzel olmasaydı Ölür müydü peygamber Üç güzel insan beni kaldırıp götürüyorlar. Ellerimle koyuyo- rum sevdiğimi toprağa. Yuvasının tahtalarını elimle çatıyorum. Toprağını elimle atıyorum üzerine. Teslim ediyorum onu toprak ananın kucağına. 30
O günden sonra benim evim, meskenim, yuvam burası, bu mezarlık oldu. Sevdiğim seni yuvamızda bekliyorum, diyen sesin yankılanıyor kulaklarımda. Vuslatımız olacak sevdiğim, bitecek gurbetliğimiz bir gün. 31
ENAYI DÜMBELEĞI En güzel gözler onundu. Ok gibi kirpikler, kahverengi, buğulu gözleri… Melül melül bakan bakışlarının altında bir dol- gunluk akisleri sezilmekte… Ağzıyla değirmen çarkı misali bir ile- ri bir geri gelmekte; üzüntüm, sıkıntım var ama halime bin şükür demektedir. Kırlaşmış tüyleri yılların emek mücadelesini sırtında gururla gezinmektedir. Hemen yanı başında yıllardır cefasını çeken eyeri… yarım ay şeklinde sıralanmış tahta çıtalar, üzerine geçiril- miş iki kalın tahta, altta salınan urgan parçaları… Yanından hiç ay- rılmadı, bir anne gibi sırtında taşıdı. Her gün erken saatlerde yola çıkarlar, onunla ekmeğe, aşa ortak olurlardı. Bazı günler dayak yediğinde sessizce ağlardı. Kimse bilmezdi onun ağladığını, kimse anlamazdı onun neler çektiğini. Sadece yol arkadaşı onu sessizce dinler, hüzünlü besteler çalardı can dostunun feryadına. Sahibi sabahleyin ilk iş sır- tına eyerini vurup ipinden tutarak onu dışarı çekerdi. Kahverengi, cepken pantolon, siyah paltosu, sigaradan altları sararmış bıyıkları, hafif nasırlaşmış gözleriyle ipini çekiştiriyordu Recep Ağa. — Hadiii! Seni gidi inatçı. Hadi len uğraştırma beni. Senin… 32
Bazen inat ettiği olurdu ama sahibi de inatçıydı. Bir yandan ipi- ni çeker, yine de olmazsa arkadan vurur, üzerine bir de küfür savu- rurdu. Hepsini birden içince mecburen kendini sahibinin ellerine bırakıverirdi. Recep Ağa, koltuklarını sabah horozu gibi kurumlu ku- rumlu gererek ona doğru bakıyordu. Kölesine bakan saray burju- vasıydı şimdi. Kölesine taktığı isimle seslendi: — Hadi bakeeem. Enayi dümbeleği. Gidiyoz. Evet, adı ile sanı ile enayi dümbeleği. Sevmiyordu bu ismi ama sahibinin hoşuna gidiyordu. Çocuklar onu bu isimle çağırır, onunla oyunlar oynarken bu sözle alkış tutarlardı. Recep Ağa’nın karısı emine ona bu sözlerle haykırır, en güzel hakaretlerini böyle yapardı. Recep Ağa ile beraber oduncu Abdullah’ın yanına vardılar. Kapıdan ona seslendi: — Abdullah, nerdesin? Abdullah kerpiç evin, gıcırdayan kapısından yalın yapıl- dak çıkıverdi. Recep Ağa’ yı görünce yüzünde belirsiz bir gülüm- seme oluştu: — Hoş geldin ağam. Gelmişsin dümbelekçi başıyla. — He ya geldik. Şu işi bitiriverelim dedik. — Eyi yaptın ağam. Gel bir çay iç hele birazdan başlarız. — Tamam, şunu bağlayam gelem. 33
Recep Ağa Abdullah’la beraber içeri geçince yalnız kaldı arka- daşıyla. Kaçmasın diye boynundan zincire vurmuşlardı. Sahibinin gelip onu işe koşmasını bekleyeceklerdi. Recep Ağa ona yemesi için bir şey bırakmamış, çayırda bulduğunu yemesini tembihlemişti. Hakkına razı olmayı öğrenmişti, yoksa onu da göremezdi. Hakkı bir tutam ot, bazen saman, bazen dayak, bazen küfür… Hepsine yarabbi şükür… bunlara razı olmazsa kapı dı- şarı ediliverirdi. Sahibinin kurallarına riayet etmek, boynundaki medeniyet yularının bir gereğiydi. Yaklaşık yarım saat sonra recep ağa abdullah’la dışarı çıktı. Bağlandığı yerden çözerek odunların olduğu yere geçtiler. O gün akşama kadar odun taşıdı sırtında ena- yi. Yorulduğu zaman bile arkasında bir acı hissederek yola koştu kendini. Gözlerinden aşağıya çağlayanlar akıyordu sanki. Akşam olduğunda abdullah recep ağa’ya parasını verdiğinde ağanın key- finden geçilmiyordu. Sevincinden enayinin sırtını bile okşamıştı. — Yorduk biraz dümbelekçi başını ağam. — Alışkındır o. Boş ver. Hadi eyvallah. Görüşürüz. — Sağ ol ağam görüşürüz. Recep Ağa enayiyi yularından tutarak evin yolunu tuttuğunda güneş yüzünü enayi için son olarak gösteriyordu. Enayi evine gel- diğinde boynu yine ağaca bağlanmış, önüne biraz ot bırakılmıştı. Recep Ağa, hakkına rıza isteyen bir adamdı. Bu gün iyi çalışmıştı o yüzden aşını fazla vermek gerekti. 34
— Bugün eyi iş gördük. Yemini fazla kattım önüne. — Eğer bir inatçılık etseydin bu akşam bir şey yiyemezdin. Sahibine doğru mahzun mahzun bakan enayi dümbeleği “hak- kıma razı olmam lazım.” Der gibi yüzünü yere eğerek, aşını yemeye koyuldu. 35
EKMEĞINI TAŞTAN ÇIKARANLAR Her zamanki gibi bugün de işe gidiyorlardı. Yuvasına doğru yol alan karınca sürüleri gibi kafile halinde yol alıyorlardı. Sarısı si- yaha dönüşmüş bir tulum, gözleri alın terinin isiyle kaplı, tepesinde mevziisini gösteren feneriyle yerin derinliklerine doğru yol alıyor- lardı. Deyimi gerçek anlamında kullandıran kişilerdi onlar. Maden işçileriydi adları. Zonguldak’ta maden ocaklarında çalışan binlerce insan… her gün kefenlerini yanlarında taşıyarak, ölümü sırtlayarak giriyorlardı ocağa. Ölümü yüklendikleri bu ocak aynı zamanda onların ekmek teknesiydi. Bu duruma onları iten değil mi ki yoksulluk? İnsanlar sıcacık evlerinde kömür ateşinde ısınırken onlar yerin altında o kömürü arıyorlardı. Zonguldak’ta insanların çoğu madene bağlı bir hayat yaşıyor. Babalar, abiler madende çalışırken kadınlar madenle ilgili konuşur, çocuklar oyunlarını madencilik üzerine kurar. Kısacası madencilik üzerine devşirilmiştir hayatlar. Her gün dualarla uğurlanan insanlar eve dönene kadar yine dua- larla beklenir. 36
Evlerine yüzlerinde, omuzlarında alın terinin yükünü taşıyarak girerler. Bu sayısız maden emekçisinden biriydi ahmet usta. Nasırlaşmış elleri, içine çökmüş yüzü, sigara dumanından sararmış bıyıkları ile tam bir madenciydi. Baba mesleğiydi madencilik. Kendi babası da uzun seneler maden ocaklarında çalışmış, sonra yerini oğluna devretmişti. Evliydi, iki çocuk sahibi bir babay- dı. Çocuklarından biri okula gidiyor, diğeri ise daha 3 yaşındaydı. Her gün karısı ona bir şeyler hazırlar, ondan sonra kocasını dua ile uğurlardı. Ondan sonra da çocuğunu okula gönderirdi. Ahmet usta karısıyla helalleştikten sonra arkadaşlarıyla her gün ki gibi toplaştılar. Arkadaşları da aynı mahalleden uzun za- mandır tanıdığı kişilerdi. İçlerinde akrabası olanlar da vardı. Her gün onlarla bir araya gelir, maden ocağına giderlerdi. 301 Numaralı maden ocağının kapısına geldiklerinde içlerinde her gün hem bir burukluk hem de gurur olurdu. Ahmet usta maden kapısına vardıklarında arkadaşlarına dönerek: — Her gün bu ocağa geliyoruz ekmeğimiz için. — Allah bizi bu maden ocağında bırakmasın. Bizi çocukları- mıza bağışlasın. 37
Arkadaşları ahmet usta’nın dualarına içten gelen bir sesle cevap verdiler: — Amin… Ahmet usta, ekmeği için can veren bütün madenci kardeşlerini hatırlayarak yapıyordu duasını. Bu temennilerden sonra hep bera- ber madene girdiler. Çalışacakları bölüme kendilerini götüren ara- ca bindiler. Ahmet usta arkadaşlarına bakarak: — Geçen sene soma’da onca insan can verdi evi, ailesi için. Sonunda ölen öldüğüyle kaldı. Kimse kimseden şikâyetçi değil za- ten. Suçu yine işçilere yıkıverdiler. Ahmet usta’yı dinleyen arkadaşlarından biri: — Ne yapalım usta? Madenin kaderi bu. Sen ölürsün ailen arkandan ağlar. Senin yerine başkasını bulurlar ama ortada suçlu bulunmaz. Haline bir ailen ağlar, bir de ölümün soğuk yüzüne alış- mış şu taşlar. Birkaç dakika sonra çalışma alanlarına ulaştılar. Kaderlerinin yüreğine nefretle vururcasına yemek vaktine kadar soğuk taşları dövdüler. Kendilerini mahkûm eden ocağın ciğerinden parça parça koparıp aldılar madeni. Ekmeğin hakkını verirdi maden, bonkör- dü; ama bir o kadarda haindi. Habersiz bir anda ekmeğini verdiği bu insanları dünyadan koparabilirdi. Maden demek kıl tartar terazi demekti aynı zamanda. 38
Öğle arası geldiğinde herkes bir köşeye oturdu. Yemelerini aça- rak sohbet eşliğinde karınlarını doyurmaya başladılar. Dinlenme arasında evlerinden, evlerindeki sorunlardan bahsetmeye başladılar. Ahmet usta: — Benim oğlanın ayakkabısı yırtılmış, tatil günü gideyim de ona yeni ayakkabı alayım. İçlerinden biri: — Kaça gidiyor senin oğlan bu sene usta? — Dörde geçti. Çabuk büyüyorlar valla. Büyüdükçe dertleri de büyüyor. Diğer arkadaşı atladı: — Çiçeği bile baka baka büyütürsün. Çocuğu da artık gübre- leye gübreleye büyüteceksin. — Doğru söylüyorsun da işte buradayken hep onlarda aklım işte. Başlarına bir şey gelir diye. — Allah’ın izniyle bir şeycikler olmaz usta. Biz rızkımız için buralardayız. Allah çalışanının yanındadır. — Öyle usta önce tedbir sonra tevekkül. Onlar sohbet ederken ustabaşının sesi duyuldu ocakta: — Haydi, arkadaşlar iş başına. 39
Bu komutla beraber işçiler gruplar halinde çalışma alanları- na gittiler. Akşama karar dünyadan bihaber bir şekilde çalıştılar. Madene girdiğinde dünya ile bağlantılarını koparıyorlar, iş bitince tekrar dünya hayatına dönüyorlardı. Mesai bitince hep beraber evlerinde dönmek için yola çıka- caklardı. Evlerine gitmek için yol kenarında beklemeye başladılar. Otobüs gelince hep beraber içeri girdiler. Otobüs oldukça büyük- tü, yaklaşık 30-40 kişilikti. Otobüste bir iki kişi haricinde kimse yoktu. Yani koltuklar boştu. Ama madencilerde hiçbiri koltuklara oturmuyordu. Otobüs şoförü madencileri aldıktan sonra yola ko- yuldu ama bir gariplik vardı. Dikiz aynasından arka tarafa doğru bakınca koltukların boş, yolcuların ayakta olduğunu gördü. Anlayamadığı bu hadiseden dolayı arkaya seslendi: — Abi otursanıza koltuklar boş. Ahmet usta, şoföre cevap verdi: — Yok, kardeşim, sağ olasın. Koltuklar kirlenmesin biz böyle gideriz. Şoför bu duydukları karşısında şoke oldu. Böyle bir erdemli dü- şünceyle ilk defa karşılaşmıştı. Sabahtan akşama kadar kan ter içinde yorulan bu insanlar, koltuklar kirlenir diye oturmak istemiyorlardı. 40
Bu duydukları karşısında gözleri dolu dolu olan şoför onlara dönerek: — Öyle şey olur mu abi? Nolur oturun. Ben de madenci ço- cuğuyum. Sabahtan beri çalışıyorsunuz, yorulmuştursunuz. Otobüs şoförü ne dediyse onları koltuğa oturtamadı. Madenciler gidecekleri yere kadar ayakta beklediler. Oturdukları mahalleye vardıklarında hepsi birden aşağıya indi. Otobüs onları bıraktıktan sonra yoluna devam etti. Birkaç gün sonra televizyon ekranlarında madenci ahmet usta ve arkadaş- larının haberi yayınlandı. Haberde kahraman madencilerden, onların otobüste koltuğa oturmadıklarından, hepimizi duygulandırdıklarından ve gururlandırdıklarından bahsettiler. Tüm türkiye’de bu haberler duyulurken evlerde bu iş- çilerin aileleri gözyaşlarına boğuluyor, dua etmeye devam ediyor- lardı. Ahmet usta ve nice madenci ise bütün bunlardan habersiz çalışmaya devam ediyorlardı. Onlar için güneşin doğuşu evlerine vardıkları saatti ve ona da saatler vardı. 41
HICRET Bizim memlekette iş süreleri ve koşulları çok ağır derler çoğu zaman. Böyle mi acaba gerçekten? Ah, Salim Efendi! Muhasebe bürosunda masa başı işi yapıyor. Vergiler hariç ayda 3 bin 4 bin. Ama vergilere sıra gelmiyor salim’in hesabında. Elektrik, su, doğal gaz, eve yiyecek içecek, çocukların masrafları... Uzadıkça uzuyor liste. Sabah 8 akşam 5 salim. Her sabah gömleğini, kravatını takar. Ceketini giyinir muhasebenin yolunu tutar. Müdür gelir: — Salim Bey Müşteri gelir: — Salim Bey Bürodan biri gelir: — Salim Bey Salim inatla çalışır, akşam evine döner. Yine döndü bir akşam vakti evine salim. Kapıyı biraz tıngırdatarak açtı. İçerideydi karısı, çocukları. Şimdi beni görecekler diye biraz daha yaklaştı. Yine gören yok. Ne yapayım, ne yapayım dedi içinden. Sonra: — Öhö öhö… 42
Karısı şöyle bir yan bakış attı hafiften. Sonra başını çevirdi tekrar: — Hoş geldin. Bu kuru, daldan düşen selama: — Hoş bulduk demekle yetiniverdi. Sonra koltuğa oturdu usulca. Biraz konuşsam mı acaba diye düşündü. — Bugünde çok yoruldum. Karısı duymuyordu bile onu. Gözlerini diktikleri yere, televizyona bakıyorlardı. Sanki hipnoza uğraşmışlar gibi hiçbir şey duymuyorlardı. Öylece biraz bekledi salim. Sonunda onları kendi âlemine bırak- maya karar verdi. Yavaşça baktı, yatak odasına doğru kendi âlemine hicret etti. 43
KIM IÇIN BU BACAK? Zifiri karanlık bir gecenin pus kokan havasını soluya soluya bilmediğimiz bir meçhule doğru sürükleniyorduk. Vadinin ortasında rehberimiz ay ışığı... Gözlerimiz gecenin belirsizliğinde ilerlerken ellerimiz silâhlarımızın dipçiklerinde her an ortamın sessizliğini bozmayı bekliyordu. Arada sırada telsizlerimizin ucuna gelen sesler tüylerimizi diken diken etmeye yetiyordu. — Terörist grubun görüldüğü yer … — Dikkatli olun. — Tamam! Kısa ve kesik kesik konuşmalar dışında cır cır böceklerinin nağmeleri kulaklarımızın pasını siliyordu. Vadinin üstüne doğru tek sıra halinde ilerlerken arkadaşla- rımız arasındaki mesafeyi korumaya çalışıyorduk. Aklıma buraya gelmeden önceki günüm geldi. Önce bir güzel asker tıraşı oldum, sonra ellerime kına yaktılar. Omzuma bayrağımı astılar. 44
“En büyük asker bizim asker!” Nidalarıyla beni uğurlamışlar- dı otogardan. Babam, annem “ vatan borcu namus borcu oğlum.” Diyerek beni asker ocağına yolcu ettiler. Bunlar tahayyül ederken içimdeki vatan, bayrak aşkı daha bir güçleniyordu. Gecenin sinsi sessizliği birden yıldırım düşmesini andıran bir gürültü ile bozuldu. Gözlerim arkadaşlarımı ararken artık vadinin karanlığı or- tadan kalkmış gibi geldi. — Artık ayaklarım beni taşımıyor anne, uykum uykum var, gözlerim kapanıyor anne. Anne... O geceden sonra bir ayağımın artık olmadığını, gazi olduğumu söylediler. Senin için ne büyük onur gazi oldun dediler. Ağlayanlar, gülenler, gözyaşı dökenler... Her gelen beni vatanın için gazi oldun diyerek avutuyordu. — Birader kart basacaksın, kart yoksa para... — Ben gazıyım, gazilere ücretsiz değil mi? — Ne gazisi ya. Her otobüse binen yok yaşlıyım, yok gaziyim. Ne bu ya. — Ne biçim konuşuyorsun sen ya? 45
— Konuşma lan in aşağıya gazi misin nesin benim için mi ol- dun olmasaydın. — Senin gibiler için olmadım evet. Bu sözlerden sonra oto- büsten inerek protez bacağımı yanıma alarak yoluma devam ettim. “ Neler yapmadık bu vatan için kimimiz öldük, kimimiz nutuk çektik.” 46
ELIMI BIRAKMA ANNE — Elimi bırakma anne! Bir kuş konu o gün gönül bahçeme. Minicik gövdesi, zeytin karası gözleriyle güzel bir serçecik… tel tel taşıdı yuvasına eşyaları- nı. Nakış nakış işledi yuvasının duvarını. Elleriyle, gagasıyla düzelt- ti, genişletti. Yavruları için yuvasını en güzel şekilde yaptı. Sonra kazandığı zaferle gururla kuruldu yuvasına. O gün düştüm yuvamdan. O zamana kadar benim için kale gibi olan ailem yoktu artık. Annem ellerimi bıraktığında dünya için ıpıssız bir yer olu- verdi birden. Etrafımdan geçen onlarca insana manasızca bakıp duru- yordum. Gözlerimle annemi arıyordum ama dilim onu aradığımı söyleyemiyordu. Pazar tezgâhlarında, sokak köşelerinde, bütün evrende annemi aradım. Eminim o da beni arıyordu. Şu an fer- yat figan beni soruyordu insanlara ama birbirimizi bulamıyorduk. Karanlık çökmeye başladığında annesizlik, ailesizlik yüreğime kor gibi çökmeye başladı. Kimsesizlerin kimsesi olan Allah’ın evine sı- ğındım. Caminin bir köşesine omzumu dayadım. 47
O gece annesizlik, ailesizlik korkusuyla gözlerimi sabahın aydınlığına kapattım. Serçeciğin yavruları yumurtadan çıkınca hepsi birden ağız- larını açarak annelerinden yardım istediler. Serçecik yavruları için doğadan sürekli yiyecek taşı- dı. Özenle hazırladığı yiyeceklerini yavrularına verdi. Her yiyecek aldıklarında yavrular daha bir mutlu oldular. Sabah uyandığımda başucumda beni bekleyen insanlar fark ettim. — Anne!.. Baktığımda gözlerimi açan perde annem değil, birtakım insanlardı. Bana birtakım sorular soruyorlardı. Anlamı olmayan sorular… — Kimsin? — Kimsen yok mu? — Ne arıyorsun burada? — Vah yavrum vah! Konuşmalar bittikten sonra herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi sessizce dağıldı. Caminin avlusundan ayrılarak bilinmez bir yere doğru kendimi bıraktım. 48
Bir yavru düşmüştü yuvasından. Uçmaya çalışırken dengesini kaybetmiş, aşağı düşmüştü. Serçecik bir zaman onu aradı ama artık gözleri feryadına yetmedi. Diğer yavrularına doğru baktı. Onlar için yaşamaya, onlar için yiyecek taşımaya devam etmeliydi. Hüznünü içine gömerek yavruları için yiyecek aramaya ka- nat çırptı. İşte böyle abicim, dedi esmerleşmiş yüzüyle arabasını ittiren çocuk. Arabasında çöpten topladığı kağıtlar vardı. Onlarla geçimi- ni sağlıyordu. Küçük bedenine konmuştu kaf dağı. İşte böyle dedi. O günden beri annemi aradı gözlerim. Her köşe bucakta onun kokusunu yokladım. Ama sonunda kaybettiğimi anladım. Düşmüştüm bir kere yuvamdan. Anne ellerimi bırakma, düşerim anne derdim. Bıraktı ve boşluktan düşüverdim. Şimdi gör- düğün gibi abicim yaşamaya çalışıyorum. Kaldırımlar artık yuvam oldu. Geceyi çekiyorum üstüme yorgan diye. Kederlerimi baş yas- tığı yaptım. Peki, annen diye sordum birden. Gözlerime baktı. Yaşaran gözlerini kirlenmiş elleriyle silerek arabasını ittire ittire sokaktan aşağı indi. Ardında bir anne bir yuva bırakarak gözden kayboldu. 49
BANA BALIK VER, BALIK TUTTURMA Çapraz kollarıyla bağdaş kurmuş masanın üzerinde bir ölüm kılıfında duran kocaman bir tabanca... Belçika yapımı, 14 mermi alan, simsiyah kaplamasıyla ölümü çağrıştıran bir sessizliği var. Şarjörü haznesinden çıkartıl- mış, mermiler içerisinde siperde bekleyen askerler gibi duruyor. Her biri 9 milimetrelik, namludan çıktı mı roket hızında girer, he- defini deler geçer. Masaya yarım saattir bakan gölge ise kirli sakalı, taranmamış saçlarıyla adeta bir düşünen adam heykelini andırıyor. Hayatı boyunca “şimdi ne yapmalıyım?” Sorusunu hep baş- kasına sormuş bir adamdan bahsediyor bu siluet. Daha doğar doğ- maz başlamıştı kararsızlığı. Ben neden kendi ismime karar vermedim, diyemedi. Bu yüzden adını babasından aldı. Ama o daha bebek diyebilirsiniz tabi. Olsun, insan ismiyle müsemmadır. Bir insanın adını “yoksul” koyarsanız bu isim onun sırtına kene gibi yapışır, ömür boyu bı- rakmaz. Okula başlayacaktı ama okul neydi, niçin gidiliyordu? Demeden “okul yolu düz gider, çocuklar bayram eder. “ Şarkısını söylemeye başladı. Anne ben okula gitmek istemiyorum, diyecek oldu bir gün. Sonuç, dayak oldu. 50
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106