hocam. Biz öğrencilerinizle birlikte maç yapıyoruz .Bizim için iyi oluyor, ama sizin için pek iyi değil herhalde hocam.” konuşması isteğinde olduğunu anlamıştım. Çalışmasına ara vermek istediği belliydi. Yanıma doğru yaklaştı, sırtında morluğu kaybolmuş mahkum elbisesinin yakasını düzeltti. Yanımda durdu. Eti çekilmiş yanağından çıkan elmacık kemikleri, yüzünün düzlüğünü bozmuş, iri kemikli vücuduna uymuştu. Genç yaşta kamburlaşmaya yönelen bedenine, uyum sağlamaya çalıştırdığı uzun saplı süpürgesiyle; merdiven basamaklarındaki kurumaya yüz tutmuş yaprakları, temizliyorlardı. Daha önce Keçiören Çocuk Islahevi müdürünün odasında karşılaşmıştım. Harun, müdür odasından çıkınca, onun hakkında bilgi almıştım. Harun, cezaevinin verdiği tek tip yazlık, morumsu soluk giysi içinde, bir iskelet gibi dolaşıyordu. O kadar sakin, ağırbaşlı halinden dolayı, kapalı cezaevinden birkaç ay önce Keçiören Çocuk Islahevi’ne getirmişler. Buraya geldiği günden bu yana, ‘ağzı var- dili yok’ tarifine uyarcasına, verilen her işi tam olarak yerine getirmeye başlamış. Aynı bahçe içerisine taşınan Meslek lisesi öğrencileriyle çok iyi geçinmiş. Onlarla arkadaşça ilişkiler kurarak, futbol karşılaşmalarında savunmacı olarak yer tutmaya başlamış. Ne zaman kaleci arandıysa arkadaşları, Özgür’ü bulurlar, yoksa, mahkum Harun’u hemen kaleye dikerlerdi. Gardiyandan izin almaları, acele acele spor giysisini bulmaları, futbol takımına hemen katmaları, takımdakilerin işiydi. Etrafındakiler her şeyi hazırlardı. O sadece ,kaleyi beklemek için vaziyet alırdı. “Top da geçmez, adam da geçmez.” derlerdi Harun için. Koyu Galatasaraylı olduğu için Turgay Şeren denince, gamzelerinde sakladığı gülümsemelerin derinleştiğini görmek mümkündü. “Arkadaşlar, ben yedek kaleciyim.” demekten başka cevap veremiyordu. İlk karşılaştığımızda, okuma-yazması olduğunu, fakat kitap okumak için neler yapmak istediğini başkalarına sorardı. Eline aldığı alfabeden rastgele satırları, okumaya başladığını anlattı. Cezaevi binasının badanasında, yerlere serilen gazeteleri, istirahat zamanında, hecele heceleye okumaya çalışıyordu. Okuma- yazma kursuna alınan Harun, çok sevinmişti. Keçiören Çocuk Islahevi’ne geldiğine çok memnundu. Fakat burada kaldığı sürede, sosyal faaliyetlere katılmak istediğini, gardiyanlara ve amirlerine anlatmaya başlamış. Ama cezaevinin okuma- yazma kursunda tanışmıştık ,kendisiyle de uzun süre konuşmuştum. Cezaevine nasıl ve neden düştüğünü, sordum. Durakladı, kuru kemikli bir eliyle yüzünün yarısını kapatarak, yaşadıklarını zaman kuyusunun derinliklerinden, zorlukla çıkarırcasına, soruma cevap vermeye başladı: “Öğretmenim ben, on dört yaşlarındaydım. Pancar tarlasının sulama nöbeti, bize gelmişti. Toprak, arıktan gelen bol suyla çabuk sulanmış, bizden sonraki sırayı yanımızdaki tarlaya çevirip eve yönelmiştim. Hava kararmıştı. Daha tarlanın başından çıkmadan, arkamdan birkaç kişi, üzerime saldırdı. Beni yere yatırmışlardı. Yüzlerini bile görmediğim üç kişiye karşı, cebimden çıkardığım keski bıçağını, rastgele sallamaya başlamıştım. Canı yanan, “Yandım anam!” deyip, toprağa düşüyordu. Bu çok keskin çelikten yapılmış hançer şeklindeki bağ bıçağını, salladıkça buğday biçermiş gibiydim. Biz bunu pancar tarlalarında, pancarın yapraklarını kesmek için kullanırız. Kendimi savunmak için birkaç defa daha sallayınca, baktım ki yerde dört kişi yatıyor. Bağıran, kızan, küfür edenleri duyuyordum. Alacakaranlıkta yüzlerine bile bakmadan tarladan kaçtım. Üç ay sonra, köyde saklandığım yerden çıkınca, kendimi kapalı cezaevinde bulmuştum. Mahkeme mahkeme derken. Beş yıl devam etti mahkemem. Beşinci yılda mahkeme bittiğinde, yaşım on dokuz olmuştu. Hüküm vermek için mi mahkemeyi uzattılar kim bilir. Yirmi yıl hüküm giymiştim. Beş yıldır yarı açık cezaevlerindeydim. Şimdi Keçiören Çocuk Islahevi’ndeyim.” 101
Esmer yüzüne düşen ikindi güneşinde, bembeyaz dişleri, parlamaya başlamıştı.İnsanlardan öç alırcasına, “Oh işte! Böyle oldu.!” Derdini anlatmaktan yorulmuş halde,birden sustu. Duraksadı. Yüzünde beliren hafifçe alaylı gülümsemesini bozmadan sözüne devam etti: “Geriye kalmış on beş yılım. Ne yani ,onu da mı dert edelim öğretmenim.” Bu kısa konuşmamızdan sonra, sanki bana bir şeyler anlatacakmış gibi etrafına bakınarak yavaş yavaş yanıma geldi. Ben de konuşmak istiyordum, ama Harun hemen işine dönmek istedi, durakladı, mutlaka konuşmak istediği her halinden belliydi. Bol giysisinin iç cebinden, bir fotoğraf çıkarıp bana göstermek istedi. Fotoğrafa dikkatlice bakıp, bir de Harun’a baktım. Zıpkın gibi delikanlı Harun ,demir parmaklıklar arasında geçen yıllarda, “Dede Harun” olmuştu. Çelik beden çürümüştü güherçileli duvarlar arasında. Cezaevi müdürü, çok gördüğü bu fotoğrafa pek ilgi göstermedi. Harun,o sırada parmaklarını birbirine geçiriyor, kütletiyordu. Harun, arkasına yaslanıyor, her zaman temizliğini yaptığı müdür odasındaki eşyaları, gözleriyle sanki yeniden tanımaya çalışıyordu. Müdür odasındaki temizliği bitirince , dışarıya çıkmıştı. Merdiven basamaklarından birine oturup cebinde katladığı, iki sayfayı çıkarıp bana doğru uzattı. Gözlerinin siyahlığını çıkartarak, ürkek bir halde, kağıttaki yazıyı okumamı isterken, göstereceğim tepkiyi bekliyordu. Ben de ikiye katlanmış yarım sayfalık bir yazıya göz gezdirdim. Sabırla, yazıyı, yavaş yavaş okumaya başlamıştım: “Bugün Bayram” “Sabrı korukla bir yapıp demir parmaklıklardan sızan güneşin altına koydum yüreğimi. Nar gibi oldu yüreğim, ayrılık tasında. Bugün bayram! Karıncalar, geçit vermemek için direndi koğuşun duvarında. Güldüm, aralarından yol bulup geçtim. ‘Bugün bayram,!’ dedim. Akşamdan örtündüğüm dünyayı, sıyırayım istedim üstümden hafifçe. Baktım herkese, ‘ Bugün bayram!’ dediler. Koğuşta sessiz kucaklaşmalar dizildi, Buruk sevinçlerle de olsa yürekler canlansın dedim. Bugün bayram!” “Herkeste bir gayret var. Türküler dökülüyor yollara. Sazların sesi, dostlukların sıcaklığı eritiyor demir parmaklıkları. Kuytu dağlardan ve sessiz evlerden can soluklar yayılıyor, demir parmaklıklara. Ümit rüzgarları taşıyor, tüm bedenlere. Bugün bayram !Sevgiler yeşeriyor, hayat çiçeklerinin tomurcukları da açıyor kaderin bahçelerinde. Yeniden tutunmak için hayata. Bugün bayram!” “Görünmeyi ağırdan alan güneş, akşamdan çıkan ay, bayram sabahı buluşuyordu loş koğuşlarımızda. Havalandırmadan görünce kızıl nar çiçeğini, sevda sızısı yayıldı bedenime. Heyecanlanmıştım. Sonra sıkı sıkı tuttuğum avcumdan, fotoğraflı bir kolye düştü toprağa. Kokusu yayıldı, etrafa sevdiğimin. Hasret dolu kokusu burnumun direğini sızlattı. Önce yüreğimde, sonra da hışımla beynimde dolaştı. O’na ait sevda sızısıydı bu. Eğildim, yavaşça kolyeyi aldım. Kapağı açılmış kolyeden sevdalım bana bakıyordu, ümit dolu bakışlarıyla. İçim serinledi. Kuş olmuş, hafiflemiştim. Avcumdaydı, hayat dolu bu kolye ve ümitlerim…. Bugün bayram! Parmak uçlarıma kadar huzur yayıldı içime .Bütün bedenimi sardı sevinç. Bugün 102
bayram!” Bu güzel cümleleri içimden okudukça, bambaşka güzel duygular sarmıştı bedenimi. Başımı kaldırıp Harun’a baktım: Hemen atıldı: “Ben yazmadım hocam. Bu yazıyı bir kitaptan aldım, yazıyı çok beğendiğim için kendi el yazımla, ayrı bir kağıda bakarak yazdım.” Devam ettim okumaya : “ Zaman ne kadar çabuk geçiyor derler de inanmamıştım. Doğruymuş. Yıllar geçmiş su gibi. Ama nasıl su gibi. Acısı fazla geldi sevdanın; kekre toprak kokan göklerden boşalan yağmur suları gibi miydi? Tadı her neyse. Bilemedim. Bugün bayram.! Meğer geçen zamana karşı durmak beyhudeymiş. Sevdalımın yeşil gözlerini de görür oldum şimdi. İçim rahatladı. Bugün bayram!” “Bugün bayram! Sevdalar rüyalarımda yaşasın. Beklesin kıyamete kadar bedenlerimizi. Ümit yüklü yüreklerimizde yeşersin hayatımız. Yaşamak güzel. Yeşerdikçe dinç kalsın İnsanlar. Durulmaz böyle günde. Sevinç dolu ,ümit dolu ve de sevda dolu olmalı insanlar! Bugün bayram !” Yazanı bilinmeyen mektubu okuyunca, gözlerim buğulandı. Ağlamalıyım mı? Sevinmeliyim mi ?Yoksa takdir mi etmeliyim? Ne yapacağımı bilemedim. Nasıl tepki verecektim? Harun, oturduğu merdiven basamağından elindeki süpürgenin sapına dayanarak, yavaşça ayağa kalktı. O kocaman simsiyah gözbebeklerini bana doğru dikti. “Nasıl bir yazı öğretmenim değil mi? Beğendiniz mi? Ben kendim yazmış gibi ezberleyeceğim bunları öğretmenim. Benim fazla anlamadığım yerler var, ama olsun. Benim çok hoşuma gitti, bu yazı. Kimseye okutmadım daha .İlk defa size okutuyorum.” “Harun ne güzel bir yazı. Senin yazın olmasına gerek yok. Sen bunu beğenip bu sayfalara geçirmişsin. Ben de çok beğendim. Çok duygulu ve ümit dolu bir mektup olmuş. Bunu ben alayım cezaevi gazetesinde bastıralım, yayınlansın. Bunun bir fotokopisini çekelim.” “Bende aynısı var hocam. Her şey benim aklımda zaten öğretmenim. Benim göbek adımı Bayram koymuşlar zaten. Anam derdi. Bu sebepten çok sevdim bu yazıyı öğretmenim.” Yoklamaya almaya gelen gardiyanı gören Harun, morumsu giysinin yakalarını düzelterek, hemen yemekhaneye doğru yöneldi. Çevresine bir göz gezdirdi ki ortalıkta kimse kalmamıştı. Bahçe boşalmıştı. Adımlarını hızlandırıp yoklamada bulunmak için sıraya girmişti. *Cam Kemik Hastalığı Yemekli buluşmaların en iyi programını yapan ve İngilizce derslerinin değişmeyen kaynatıcısı Ahmet Nuri Ekici, daha şimdiden avukat olmayı kafasına koymuştu. Ailesi Ankara’da ikamet ettiği için okulun gündüzlü öğrencisi gibiydi. Fotoğraf çekim ustası Durmuş Ali ile aynı sınıfta olma avantajını kullanarak işlerini kolaylaştırıyordu. Birkaç gündüzlü öğrenci, okula canlı haber soluğu katabilirdi. Ama okulun yerleşkesi buna uygun olmadığı için, gündüzlü öğrenci yoktu. İki bin yıllarından sonra yatılılık kaldırılınca, okulun yerleşkesi de değişmiş, okul gündüzlüye çevrilmiş. Evci çıkanlar, pazartesi sabahları, haftanın haberlerini arkadaşlarına abartarak ve istediği biçimde anlatıyorlardı. Ahmet Nuri, bu abartılarını en iyi bilen kişi 103
olduğundan, diğer öğrencilerin de işlerine geliyordu. Bu abartılı anlatımlara engel olmak, kimsenin aklına gelmiyordu. Olayları anlatanların şahitleri ve dinleyenleri olmayan bir senaryo kurgusundan dolayı herkes, durumdan memnundu. Etüt başlamış, sınıfların bütün kapıları açılmıştı. Nöbetçi öğretmen, iki kat alttaki odasından durumu kontrol edebiliyordu. Giriş kapısının hemen arkasından, Arapça –Farsça gibi acayip sesler, gelmeye başlamıştı. Nöbetçi öğretmen, sessizce yaklaşarak, telefonda konuşan Bayhan’ın başına gelmiş, öğrenciyi dinlemeye başlamıştı. Bunun farkına varan öğrenci, telefonu birden kapattı. Elleri ayakları tir tir titreyen zayıf, çelimsiz bu Doğulu öğrenci, öğretmene boş boş bakmaya başlamıştı. O sırada öğrenciden hiçbir tepki görmeyen nöbetçi öğretmen : “Ne yapıyorsun oğlum, burada Kürtçe konuşulmaz. İlk haftalarda duymazdan geldik. Sen şimdi kiminle konuşuyorsun? Türkçe konuşmalısın evladım. Bu yüzden suçun büyük, üstelik de bağıra bağıra konuşuyorsun, etüt saatindeyiz. Hepsinin ötesinde Kürtçe konuşuyorsun!” diyerek, korkutmak amacıyla elindeki ince bir sopayla ayaklarına birkaç defa hafifçe vurmuştu. Baykan titrek ve korkak bir sesle: “Anamla konuşuyom, Anam Türkçe bilmez öğretmenim.” cümlesini, tamamlar tamamlamaz, olduğu yere yığılmıştı. Türk filmlerinde çok gördüğümüz biçimde, telefon ahizesi, saat sarkacı gibi sallanmaya başlamış, sonunda sesi gitmişti. Yakında bulunan okulun gece bekçisi, koşarak öğrenciyi yerden kaldırmaya çalışıyordu. Bekçi, yüzü sapsarı kesilen, zayıf ve güçsüz halde iki büklüm olmuş Baykan’ı kucağına almış, yemekhane bankına oturtmuştu. Dinlendiriyorlardı çocuğu. Hemen, yan binadaki cezaevi doktoruna, dahili telefondan haber verilmişti. Etüt sınıflarındaki teneffüse çıkan öğrenciler, bu arkadaşının başına toplanmış, durumu anlamaya çalışıyorlardı. Genç doktor Nusret, çocuğu olduğu yerde muayene etti. Sonra cezaevinin revirine yatırdılar. Atak ve her zamanki cana yakın davranışlarıyla herkesin sevgisini kazanmış olan Doktor Nusret, nöbetçi öğretmenin korkusunu gidermek için “Merak etme hocam çocuğun sağlığı şimdilik iyi. Darbe izi yok hiçbir tarafında, belli ki çok hafif vurulmuş.” “Ben kendisiyle de konuştum. Çocukta cam kemik hastalığı varmış. Bu doğuştan gelen bir kemik hastalığıdır. Tedavisini yapıyormuş. Okula söyleyememiş. Okula girerken de torpille çevresindeki Devlet Hastanesi’nden sağlam raporu alıp okulunuza kaydını yaptırmış.” Biraz durakladı. Doktor askerlik anısına dönerek sıkıntılı günlerinden söz etme ihtiyacını duymuştu: “Ben askerliğimi Şırnak’ta yaptım. Terör belasının en şiddetli zamanlarıydı. Bomba gürültüsü ve silah sesleri içerisinde, sekiz ay askerlik yaptım. Oraları çok iyi bilirim. Hep Kürtçe konuşurlar. Çoğu kez çadırda kaldığımızdan, günlerce ayağımızdaki botları çıkarmazdık. Şehitlerin otopsisini yapar, yaralı Mehmetçiklerle hep dostça sohbet ederdik. Zor günlerdi. Asker dönüşü hiçbir görevi kabul etmedim, edemedim. Çünkü geceleri ufacık bir seste yataktan kalkar, bir süre, ayak üstü dikilirdim. Rahmetli babam yanımdan hiç ayrılmazdı. Bir süre babam ile aynı odada kaldık. Bir yıl sonra, pratisyen doktor olarak cezaevine atandım. Uzmanlık sınavlarına hiç hazırlanamadım.” Durumu merak eden öğrencilerden bazıları revire kadar gelmişlerdi. Yatılı okulun dayanışmasının bir örneği daha yaşanıyordu. 104
“Ya Hocam! Durum böyle. Bu öğrenciniz, Beden Eğitimi dersi öğretmenine, dizlerinde ağrı olduğunu bahane ederek, derse katılmamak için hep izin alırmış. Bu saatten sonra da bu öğrenciyi memleketine gönderemezsiniz. Biz de takip ederiz, şimdi iyileşir hocam. Tedavisi takip edilmeli. Haydi çocuklar sizde de merak etmeyin dağılın da arkadaşınız rahat nefes alsın, sakinleşsin. Beynine kan gelsin. Durum şimdilik iyi.” Bu olay bakanlıkça duyulmuş. Öğrenciye vurulan küçük bir darbenin bile, canını acıtağı görüşülmüş. Bu küçük darbenin hastalığına olumsuz bir etki yapmadığı anlaşılmıştı. Öğrencinin kendi hastalığını gizlemesi de öğrenci aleyhine bir durumdu. Öğretmen hakkında soruşturma açılmasına gerek kalmamıştı. Bu olaydan sonra, okul yönetimi tarafından, öğretmenlerin öğrencilere karşı, ufak tefek de olsa fiziki darbe uygulanmaması için uyarılar yapılmış. Bu öğrencinin iki yıl süren tedavisi olumlu olmuştu. Hatta arkadaşlarıyla futbol oynamaya bile başlamış. Devletin ekmeği yaramıştı Baykan’a. O zayıf eneze çocuk, genç delikanlı olmuş; okuluna, arkadaşlarına ve devletin bu yakınlığına her zaman teşekkür etmişti. *Kaçak Erdal Birinci ders yarılanmış, sınıf yoklamaları tamamlanmıştı. Konyalı Erdal, sınıf yoklamasında yoktu. Öğrenciler ve görevliler üç katlı küçücük binayı aramışlar. Okulda olmadığı hemen anlaşılmıştı. Erdal Yok! Okul ayaklanmıştı adeta. Bahçede, binaların arkasında aranmıştı Erdal. Erdal’ın başına bir kaza, bela gelmiş olabilir miydi? Nöbetçi öğretmen, okul yönetimi, gardiyanlara sordu. Gece gelen- giden var mıydı? Yok! Yok Allah yok! Herkesi telaş aldı. Herkesin aklına kötü şeyler gelmeye başlamıştı. Emniyete, ailesine, tanıdıklarına telefonlar edildi. Aramalara devam edildi. Yakın arkadaşları sorgulandı. Bir sonuç alınamadı. O günün nöbetçi öğretmenin ve görevlilerin kaygıları artmıştı. Konya’da oturan ailesi, akşama kalmadan okul müdürünün odasındaydı. Annesi için için ağlıyor, babası öfkeden burnundan soluyordu. Erdal bulunamadığı için, annesi ve babası, çaresiz memleketlerine döndüler. Erdal’ın geleceği umudu yitirilmemişti. Öğrenciler arasında kaygı üst düzeydeydi. Gerekli yerlere başvurulmuştu. Yoğun çalışmalar sonuçsuz kalınca, herkes bekleyişteydi. Bir hafta sonra, Erdal kaçış macerasına son vermiş, süklüm büklüm müdür odasında oturuyordu. Dönüp dolaşıp gelmişti okuluna. İçeriye gelen, okul müdürünün ve müdür yardımcısının ellerinden öptü. Pişman olduğunu, affetmeleri için iki idarecinin karşında ayakta duruyordu. Bir süre ayakta bekledi. Otur denmeden oturmamıştı. Okul müdürü hemen telefona sarılarak, babasına, oğlunun geldiğini, bildirmişti. Oğlunu görmeden giden babasının Konya’dan okula tekrar gelmesini bekleyeceklerdi. Ailesi çok acı çekmiş, perişan olmuş, çok yıkılmıştı. Neyse ki okula, “yuvaya” dönünce herkes rahatlamıştı. Anası ve babasıyla karşılaşacak olan Erdal’ın durumu karşısında; anasının ve babasının tepkileri ne olacaktı? Bu merak ediliyordu. Erdal, müdür yardımcısına açılmaya başlamıştı : “Dışarıda başka bir dünya var öğretmenim. Kurtlar sofrasındaki aç yaratıklar gibiydiler. İnsanlar, beni çiğ çiğ yemeğe çalışıyorlardı. Okulumuz cennet. Dışarılarda yattım, aç sefil kaldım. Ama ara-sıra iyi insanların yardım ve destekleriyle ellerinden kaçıp tekrar geldim aranıza. Anam burnumda tüttü. Babamın perişan hali, gözümün önüne geldi. Okuldaki arkadaşlarımı özledim. Okulumuzun bu güzel ortamı bana güç verdi. Öğretmenlerimin bize 105
olan davranışlarının ne kadar insani olduğunu, dışarıda anladım. Bütün bunlar okuluma dönüşümü sağladı.” “ Ben birkaç günlüğüne bir gezintiye çıkmak istemiştim. Ama öyle değilmiş dünya. Kötü niyetli insanlar çok çevrede. Para istiyorlar beni, bedavadan çalıştırmak istiyorlar. İşleri bitince beş kuruş vermeden kovalıyorlardı. Ama ben de bunların hiçbirine pabuç bırakmadan aralarından sıyrılıp kaçtım.” cümlesini tamamlar tamamlamaz ayağa kalktı, odaya giren anası ve babasıyla ,gözyaşları içinde kucaklaştılar. Önce anasının ,sonra babasının ellerinden öptü. Anasının hıçkırıkları yükselmeye başlamıştı. Karşısına geçip hafif hafif yumruk mu vuruyordu, yoksa sıvazlıyor muydu, bilinmezdi. Ana yüreğinin öfkesi geçmiş, şefkatini biraz sertçe gösteriyordu oğluna. O da hiç kıpırdamadan karşısında duruyordu. Anasının yumrukları ona şifa gibi geliyordu herhalde. Babası sevinçle karışık öfkeli öfkeli oğluna bakıyordu. Ortalık sakinleştikten sonra, Erdal’ın bu kaçamağı yanına kalamazdı. Küçük de olsa bir disiplin soruşturması ve sonunda ders alabileceği ölçüde, bir cezasıyla karşılaşması kaçınılmazdı. *Cinler Kulübü Zaman zaman sigara içen öğrencileri takip eden nöbetçi öğretmenler ve idareciler, bahçede gezerek, tiryaki avına başlamışlardı. Son dersten sonra, akşam etüdü öncesinde, kısa bir teneffüs olurdu. Bundan sonra yemek sırasına geçilirdi. Çamlık içerisindeki bahçenin uzak köşesinde, üç-dört kişinin bir arada olduğunu gören müdür yardımcısı, yanlarında bitivermişti. Birisinin elinde sigara, diğerinin elinde bir mektup, diğerinin elinde, kehribar sarısı “şakşak” denen iri taneli tesbih vardı. Müdür yardımcısı, sigarayı aniden yere atan öğrenciyi kenara çekti. Tesbihi öğrenciden usulca alıp ceketinin yan cebine koymuştu. Bu öğrenci, “şakşak” tesbihinin kendisine verileceğini beklemeye başlamıştı. Baktı ki öğretmende hiçbir değişiklik yok, umudunu kesip hızlı adımlarla yemekhaneye doğru yöneldi. Sigarayla yakalanan öğrenci de sıranın kendisine geldiğini anlayıp öğretmenin yanında beklemeye geçti. Elindeki tesbihle bir tur atan müdür yardımcısı, sigarayı ayrı değerlendireceğini aklına koymuştu ki; o uzun boylu öğrenciye, yan gözle bir bakış attı. “Oğlum sigaranın zararlı ve yasak olduğunu bildiğiniz halde neden içiyorsunuz?” “Bak şu sigaraya! Celalettin, ne bu elindeki? Bu yabancı sigarayı nasıl bulup da içebiliyorsun?” Baban senin tekel müdürü mü? Bu soru biter bitmez; başı önüne eğik duran boylu poslu öğrenci, ani bir refleksle, “Evet öğretmenim, babam tekel müdürü!” Bu beklenmedik yanıt, iki tarafı da gülümsetmişti. Müdür yardımcısı: “Haydi doğru yemekhaneye, yemeğinizi yiyin, sizlerle sonra görüşürüz” dedi. Öğrenciler, sus- pus olmuşlardı. Önce biraz beklediler. Müdür yardımcısının ilgilenmediğini görüp onlar da koşarak yemekhaneye doğru yöneldiler. Müdür yardımcısı, yürümeye başlamıştı. Elinde tuttuğu, üzeri yazısız mektup zarfını açınca, içindeki yazı ve işaretleri görünce şaşırmıştı. Bu ailesine yazılan bir mektup değildi. Bir aşk mektubu da değildi. Okudukça hem gülüyor, hem de hayretler içerisinde kalıyordu. Mektupta sadece yazılar değil; çizgiler, karakalem desenleri ve çeşitli grafikler içerisinde, acayip karalamalar görüyordu. Ortasında çöpten bir adam, yanlarında kanatları yerlerde sürünen tuhaf yaratıklar vardı. Arkalı önlü iki sayfa doluydu bu mektup. Bahçedeki üç öğrenciden ikisi yemekhaneye varmışlardı bile. 106
Mektubu yakalatan Timuçin, müdür yardımcısını yavaş adımlarla izleyerek, mavi gözlerinin göz bebeklerinde kaybolan sararmış çehresiyle aman dilercesine soruyordu: “Beni disipline mi vereceksiniz öğretmenim. Ben bunu öylesine karaladım. Sizden özür diliyorum. Ne olur affedin.” Müdür yardımcısı, mektubu, aceleyle pembe renkli zarfına koyarak ceketinin iç cebine yerleştirdi.” “Merak etme! Ben bunları tekrar okuyup anlamaya çalışacağım. Bu konuda seninle bir daha sohbet ederiz. Korkmana gerek yok.” “Ama okuyabildiğim kadarıyla bu mektupta pek olumlu şeyler düşünmemişsin. Bir sıkıntınız olunca, gelip benimle görüşebileceğinizi her zaman söylemiştim size. Sorunlarınızın çözümü için, kimi kendinize yakın bulursanız, onunla paylaşabilirsiniz. Burası yatılı okul. Sizlerin her türlü sorunlarını çözmek bizim görevimiz, demiştim sizlere.” Bu öğüt verici uzun konuşmaları hiç dinlemeyen öğrencinin üzgün halini gören öğretmen, konuşmasına devam etmek istemedi; ama kısa bir açıklama yapmaktan da geri kalmadı: “Üzülme bakalım. Olur böyle şeyler öğrencilikte. Haydi git şimdi yemeğini ye. Aşçılar bazen ‘Gelen yok,’ diye yemekleri tamamen dağıtıyorlar. Aç kalırsın sonra.” Ertesi günü, müdür yardımcısının odasının önünde, öğretmeninin yalnız kalmasını kollayan yakışıklı, mavi gözlü, mektup sahibi öğrenci, kapıyı vurup içeri girdi. Süklüm püklüm açık kapının önünde duruyordu. “Ne karar verdiniz öğretmenim! Beni çağırmadınız. Hiç uyku yok bende!” Müdür yardımcısı: “Ben sana, merak etme dedim. Mektubun içeriğini ve sebebini anlamak için bekledim.” “Oğlum, sizin, cinle, şeytanla ne ilginiz var? Neler düşünüyorsun böyle? Genç yaşta karamsarlık içinde kalmışsın. Seni böyle duruma yönelten nedir?” “Yok! Eğer duygu ve düşüncelerini yazarak boşaltmak istiyorsan o başka! O zaman, korku hikayeleri yazabilirsin. Böyle bilim- kurgu veya korku hikayeleri, şimdi gençler arasında moda oldu.1966 yıllarında, şeytana tapanlar anlamında Satanizm modası var. Bu konuyu işleyen edebiyat eserleri, Batı Edebiyatı kaynaklarında var. Sen de yaz, getir. Noktasına, virgülüne bakalım. Yardımımız olur belki. Kim bilir ünlü bir yazar olursun. Okumadan, yazma işi çok zor, biliyorsun. Haydi git işine. Dertleşmek, konuşmak istiyorsan istediğin zaman gel karşılıklı konuşalım.” Timuçin, başı önünde hiç ses etmeden dinliyordu. Bir sonuç alamayan bu Egeli öğrencinin tedirginliği sürüyordu. “Mektubu yırttınız mı Hocam!” “Yok, yırtmadım. Ama o kadar kaygılanma. Bu sır aramızda kalacak, haydi git derslerinle ilgilen. Bunlar önemsiz şeyler. Merak etme bir işlem yapmayacağım, dedim sana.” Müdür yardımcısı, okul müdürüne durumu kısaca anlatmıştı. Mektupta adı geçen öğrencinin cinlerden, şeytanlardan hayali bir parti kurduğunu yazıyordu. Okudukça gülüşüyorlardı. Cinler Kulübü kurmuştu hayalinden. Mektubun sahibi öğrenci, yakalandığından tedirgin olmuştu. Sıkıntısından anlaşıldığına göre olayı, arkadaşlarına anlatmadığı tahmin ediliyordu. *İstanbullu Hüseyin’in Öğüdü En üst katta olan hamam yakılmıştı. Kapısında banyo yazısı olsa da öğrencilerin arasında “Hamam” adı yerleşmişti. Yıkanmak için hazırlıklarını yapan öğrencilerden şamatalı sesler geliyordu. O anda sular kesilmiş, hamamdaki çocuklar suyun gelmesini bekliyorlardı. Her hafta, 107
hamam kurnalarının tamirinden sonra suların kesilmesi, öğrencileri çileden çıkarıyordu. Nasıl bir hamam mimarisiydi ki; en üst kata hamam yapılmıştı. Kesilen sular, önce binaya gelecek, sonra üç katlı okulun son katındaki kurnalardan akacaktı. Cezaevi mimarisiydi bu yapı! Mühendise plan felan çizdirilmemişti. Ustaları mahkum, yaptıranı da inşaattan biraz anladığını söylenen bir savcı!.. Neyse ki su kesintisi çok sürmemişti. Üç katlı binanın hamamı da çatı katında olunca, suların düzenli akması bile mucizeydi. Her hamamda olduğu gibi sesi güzel olanların ortaya çıkması için “Ses yarışması” geleneği, burada da yaşatılıyordu. Hüseyin İnce, hamama girmeden önce girdiği tuvaletten aniden geriye çıktı. Tuvaletlerden birisinin çok kirli olduğunu görünce; hem çok kızdı, hem üzüldü. Kendi kendine söylenerek, tekrar girip içerdeki taslarla tuvaleti, iyice temizleyip ihtiyacını giderdikten sonra, çıkmıştı. “Burası bizim evimiz gibidir. Arkadaşlara bu durumu etüt saatinde söylemem gerekir “diye söylenerek, yanındaki hamama yöneldi. Hüseyin, yıkayacağı çamaşırları, tomar yaparak koltuğunun almış, terlikleriyle yavaş yavaş hamama girmişti. Sıra yıkanmaya gelmişti. Hamamda önce çamaşırlarını yıkar, sonra da kendi yıkanırdı. Hiç sabun getirmeyen İstanbullu ,kapıdan görününce, herkes, sakladıkları deterjanlarıyla tam siper vaziyet alsalar da istediğini alırdı. Tatlı tatlı konuşmasıyla arkadaşlarını ikna ederek, amacına ulaşırdı. Saçlarının kıvırcıklarını ödünç aldığı o mis kokulu sabunla açar, şıpıdık terlikleriyle hamamdan çıkarken, soyadına yakışan “ince” dokundurmalarını yapmadan çıkmazdı. “Dedem derdi ki! İnsanlar bir tuvalette, bir de hamamda uzun kalmazlarmış. İyi getirmezmiş arkadaşlar! Haydi hoşça kalın!” *Sosyoloji Dersinde Öğretmenler odasının en güncel konusu sosyoloji ve hukuktu. Derse gelen hakimler, toplumların yapısını oluşturan geleneklerin önemini; öğrencilere, karşılaştırmalı biçimde sınıflarda anlatarak, ufuk açıcı tartışmalar yaratıyorlardı. Hukukçular, yazılı olmayan toplum kurallarının sosyolojinin içerisinde olduğunu vurgulayıp; kanunların çıkmasında, bu gelenek ve değerlerin yazıya geçirilerek, toplumu düzenleyen sistemin bir parçası olduğunun altını çiziyorlardı. Yasaların yapımında, evrensel ölçütler, milli değerler ve geleneksel kuralların korunmasına önem verilmesi; genç kuşakları, yakından ilgilendiriyordu. Hararetli tartışmaların sonu, ille de “Hukuk!” diye bitiyordu. Derslere giren savcı ve hakimler, Anadolu’nun gelenekçi yapısında şekillenen ortaokulu yeni bitirmiş bu öğrencilerin yaşadığı olayları ,ancak dini kurallar çerçevesinde görebildikleri kanaatindeydiler. Ama sosyoloji bilim olarak bize Batı’dan gelmişti. Bizde İçtimaiyat dersleri olduğu söylense de pek önemsenmezdi. Bu yönde Batı’nın insani fıtratı ve değerleri, tüm bilim dünyası içerisinde, tüm insanlığa empoze edilerek yayılmaya çalışılıyorlardı. Halbuki İslam dünyasının da sosyoloji içerisinde toplum değerleri hakkında söyleyecek sözleri vardı. Bunları formüle etmek de İslam bilginlerine düşerdi. Bu konularla lise öğrencisinin ne kadar ilgilendiği de tartışılması gerekirdi. Yani kısaca, “İslam İçtimaiyatı” hakkında bilgilendirmek gerekirdi. Böylece geçiş sağlanabilirdi. Sosyoloji dersine branş öğretmeni bulunamadığından, bir süre müdür yardımcısı bu derse girmeye başlamıştı. Bilimsel makaleden alınan cümlelerle Sosyoloji dersine giriş yapma ihtiyacını duyan ders öğretmeni konuya girmişti: “Çağdaş düşüncelerde, eşitlik özgürlük ideolojisi önde gelmesine rağmen; İslam düşüncesine 108
göre adalet önde gelir. Diğer eşitlik, hak, özgürlük ve ahlak kavramları adaletin içinde sarılıdır. İslam düşüncesinde, sosyal adalete dair; kişi, sülale, komşu, toplum ve devlet arasında zincirleme bir dağılım yaptığı söylenebilir. Çağdaş ideolojilerde birey- devlet-toplum arasındaki gerginlik, sorumluluk, zincirleme bir dağılım ile bütün taraflara yüklenerek aşılmaya çalışılmıştır. Halbuki İslam düşüncesinde, bu ihtiyaçların bireyler ve toplum tarafından karşılanması, sadece gönüllü bir tercih değil, belirli oranda bir zorunluluktur. Bu zorunluluk nedeniyle İslam düşüncesinin adalete yaklaşımı, Hayek ve Rawls’in adalet anlayışından farklıdır.(Hayek’e göre adalet, birey temelli olduğu için toplumlar için talep edilen sosyal adalet kavramına karşı çıkar. Rawls’un amacı, özgülük ve karşılıklı işbirliğine dayanan adil bir toplum için temel, adalet ilkesini bulmaktır.”(Kaynak: Kudret Bülbül. Batı ve İslam düşüncesinde adalet, sosyal Düşünce ve Gelenek dergisityb.s:144)” Müdür yardımcısı, bu okulun öğrencilerini yakından ilgilendiren adalet kavramını yansıtan kısa alıntıdan sonra ders başlamıştı. ‘Kişilik toplumda gelişir’ diye bir cümle söyleyen öğretmene, karşı düşüncede olduğunu söyleyen Mehmet Görenli,“Hocam kişilik insanın içindedir.” diye yumurtladığı cümlesi sınıfı güldürmüştü. “Ona “Nefis” denir oğlum!” Her zamanki gibi konuyu dağıtacağını anlayan ders öğretmeni: “Hay Allah! Nerden nereye getirdin, bu konuyu” deyince, Görselli mal bulmuş mağribî gibi atıldı: “Bak hocam şimdi sizin ağzınızdan ‘Allah ‘kelimesi çıktı.” demesiyle ortalık buz kesilmişti. Ne yani? Allah herkesin ağzından çıkar. Ateistler bile Allah der.” diyen öğretmen, nereden başlayacağını bilemedi. Bir iki cümleyle kendisinin en az onlar kadar ‘Allah’ kelimesine çok aşina olduğunu söyleyip geçiştirmek istemişti; ama özel hayatının sınıfta sorgulanır biçimde değerlendirilmesine, izin veremezdi. Böylece kendini anlatma fırsatını yakalamış olmanın güveni içerisinde, artık kendinden söz edebilirdi: Kur’an’ı Kerim okumayı bildiğini, arkasından mutlaka, Türkçe mealini okuduğunu anlatmaya başlamıştı. Yaşadığı aile ortamında, iyi bir dini eğitim geleneği içerisinde yetiştiğinden başlayıp; oruç dahil ibadetlerinin hemen hepsini, ilkokul üçüncü sınıftan bu yana sürdürdüğünü açıklamak zorunda kalmıştı. Sınıf pür dikkat kesilmiş dinliyordu. Öğrenci de haklıydı. Cuma namazları haricinde o öğretmeni, vakit namazlarında -bir iki öğrenci dışında- pek gören olmamıştı. Öğretmenin hiç beklenmeyen bu açıklamalı cümleleri, öğrencilerin dikkatlerini çekmişti. Anlatılanlar karşısında hayretler içerisinde kalmışlardı. Yelek giymeyi çok seven Görenli, köstekli cep saatine sık sık bakmaya başlamıştı ki bitiş zili imdadına yetişmişti. Teneffüste öğretmenin yanına gelen Görenli, özür mü dilemeliydi, yoksa pişmanlığını mı anlatmalıydı? Hiçbir şey söyleyemeden, sadece öğretmenine duyduğu utangaçlığını yansıtmaya çalışarak; ceketinin önünü kapatıp saygılı biçimde, yanından, sessizce geçmişti. *Acı Haber Pazartesi günü yapılan yazılı sınavında, önünde açık duran sosyoloji kitabıyla yakalanan Görenli, kıpkırmızı kesilmişti. Fakat kitaptan haberi olmadığı gibi yazdıkları, kitabın açık sayfasındaki konuyla da hiç ilgisi yoktu. Görenli, bu kadar da saf ve temiz kalpliydi. Öğretmen 109
hiçbir uyarı yapmadan, Görenli’ye olan güveninden dolayı ,kitabı kapatıp önünden almıştı. Görenli, hafta sonundaki futbol maçında yaralanan mahkum çocuğu, kucaklayıp Çanakkale’de, düşmanın yaralı askerlerini taşıyan Mehmetçik edasıyla, revire doğru götürüyordu. Ayakları yere sarkan arkadaşının koca bedenini revire yetiştirmişti. Revirdeki yatağına yatırmış geri dönmüştü. Bu övgüye değer bir davranışı, arkadaşları tarafından çok beğenilmiş ve takdir görmüştü. Okula gelen postacı, doğrudan müdür odasına gitmişti. O anda müdür odası boş olunca, yanındaki müdür yardımcısının odasına yöneldi. Getirdiği yıldırım telgrafını imzalatıp çabucak odadan çıkmıştı. Postacının ince, zayıf ve sıska ayakları merdivenlerden üçer beşer atlayıp; bir drama görgü tanıklığı yapmak istemezcesine, hızlıca uzaklaşmaya çalıştığı belli oluyordu. Müdür yardımcısı telgrafı açınca, içindeki haberin ateşi, bütün vücudunu sarmıştı. Zarfı hemen kapattı. Telgrafı tekrar açıp, yavaş yavaş okumaya başladı. Ne kadar heceleyip okusa da bir acı haber vardı içinde. Müdür yardımcısı, hemen öğretmenler odasına gidip yanına çağırdığı nöbetçi öğretmenle birlikte, tekrar odasına geçtiler. Zile bastı. Her zamanki zil sesi, siren sesine dönüşmüştü sanki. Amasyalardan, Yozgatlardan, Aksaraylardan acı sesler, duvarlara çarpa çarpa odalara, sınıflara girip çıkıyordu sanki. Nöbetçi öğrenci, bahçede bulduğu Görenli’yi kolundan tutup müdür yardımcısının kapısına kadar getirdi. Nöbetçi öğrenci kapıyı bir defa vurdu. Kısa bir süre bekledi, kapıyı açıp geriye çekilerek, arkadaşını odaya soktu. Henüz şaşkınlığını üzerinden atmadan, niçin çağrıldığının sebebini düşünmeye çalışırken, sosyoloji dersinde öğretmeniyle yaşadığı tatsız olay gelmişti aklına. Müdür yardımcısı, öğrenciye bayramda memleketine gitmek için bileti alıp alamadığından başladı sohbetine. Memlekette kendisini bekleyenlerin kimler olduğunu sorup ortamı sakinleştirmeye çalışırken, söz annesine gelince, müdür yardımcısı kekelemişti. Görenli, “Annem sık sık hastalanır öğretmenim” diyebildi. Ama şu cümleyle karşılaşmıştı: “Annen hastalanmış. Ağırlaşmış herhalde.” Bu oda, hayatının baharında ciğerlerinden kopacak acının çığlığına tanık olmayı bekliyordu. Müdür yardımcısı konuşmasını sürdürdü: “Sen bileti yarın sabaha almışsın, ama biz yazıhaneye telefon edelim. Seni daha önceki saatlerde göndermeye çalışalım” dedi. Öğrenci panik olmuştu. Öğrenci o zaman anladı ki ateş çok kuvvetliydi. Önceden haber verilen cezaevi doktoru çağrılmıştı. “Yoksa anam! Hocam!” demeye kalmadan; koca vücut, sessizce, genç yaşta kırlaşmış saçlarının üzerinde yere yığılmıştı. Gereken yapılmaya çalışılıyordu. Biraz önce futbolda sakatlanan mahkum çocuğu kucaklayan kahraman Görenli, şimdi kapıda bekleyen nöbetçi öğrencinin kucağına düşüvermişti. Hemşerisi olan sporcu arkadaşı Yıldırım, yanındaydı. Kolonya koklatıldı. Ayılmaya başlamıştı. Öğretmenleri teselli etmeye başladılar. Biletinin saati değiştirilip yanına bir arkadaşı verilerek taksiyle otogara gönderildi. Şoföre ve şirkete uyarılar yapılarak gönül rahatlığı ile Mehmet Görenli yolcu edilmişti. Çocuk denecek yaşta hayata atılan bu yatılı okul öğrencileri, hayat tecrübelerini kazanma yarışında, daima bir bir puan öndeydiler. Olgunlaşma bu demekti herhalde. Yöneticiler ve öğretmenler; yatılı öğrencilerin birçok özel sorunlarıyla, yakından ilgilenmeyi görev biliyorlardı. Bu nedenle işin uzmanı olan bir eğitimcinin yürütmesi gereken bir rehberlik servisinin adına, öğrencilere psikolojik destek vermek, ilk önce müdür yardımcısına düşüyordu. 110
Adalet Liseliler, seçkin ve deneyimli eğitimcilerden oluşmuş bu yatılı okul öğrencilerine gereken rehberlikte bulunuyorlardı. Bu öğrenciler için bir şanstı. *Sömetri Tatili Dönüşü İkinci yarı yıl başlamıştı. Durmuş Ali, kül grisi gökyüzünden Şubat ayının, çaput eskisi gibi kişiliksiz yağan karları, başından uzaklaştırmaya çabalıyordu. Öğrenciler, bayram dönüşü, okula zamanında gelmeye başlamışlardı. Urfalı Durmuş Ali’nin okuluna kadar teslim etmek amacıyla gelen orta yaşlı bir adam, yeğenini dışarıya çekti. Güneydoğu şivesiyle kulağına eğilip bazı uyarılarını sürdürüyordu: “Sakın ha! Sen şimdi nişanlısın. Bundan sonra, bak yaramazlık yapma ha!” deyip sözlerini perçinledi. Sözlerinin biraz sertleştiğini hisseti ki ;bir eliyle de sırtını, sıvalamaktan geri kalmıyordu. Durmuş Ali, ders çalışarak büyüttüğü gözlük numarasına alışmaya çalışıyordu. Yer, gök puslu. Yolların buzlu taşları, insanların kırılacak kemiklerini bekliyordu. Çevrede dolaşan başgardiyan Kel Sabri, şapkasında biriken karları temizlemek isterken, diğer gardiyanlara emirler yağdırıp başsavcının cezaevini ziyaret edeceğini, stresli davranışlarıyla etrafına duyurmuş oluyordu. Çevreye duyurma görevini yerine getirmişti. Bir ara plakasını bildiği siyah makam arabası, hızla geçip cezaevi iş atölyesinin önünde durdu. Kel Sabri: “Geldi yine o malum oto. Alacağı bir viyola yumurta için, devletin altı silindirli arabasını kullanırlar. Haftada bir gelir.” “Makam şoförüne dedim ki ; Gel oğlum, ben sana, otuz yumurta parasını, maaşımdan vereyim, oradaki bakkaldan al, ver o savcıya. Gelme buraya. On beş kilometre geliş, on beş kilometre gidiş. Bu kadar yolu tepme. Sen de yorulma devlet de yorulmasın.” Dedi. Makam şoförü, saygısızlık yapmamak için karşılık vermemeye çalışıyordu. Alçak sesle konuşuyordu: “Ben söyleyemem ağbi. Yok, ben yapamam.” “Savcıdan korkarım ben!” “Bir yandan şoför haklı. Ekmek parası. İşinden atarlar şoförü.” diyen Kel Sabri, yine de duyulmasından korkuyordu. Kapalı cezaevinden yeni gelen genç Gardiyan Hulki, amirine karşılık vermemek için öne atıldı: Sabri bey, bir Cumhuriyet savcısının devletin imkanlarından faydalanmak istemesi normaldir bence. Efendim, bu görevli şoför arkadaş, savcıya bir şey söyleyemez ki. Adamın yaptığı gizli saklı bir şey değil ki. Orta gelirli bir avukatın geliri ile savcı maaşını karşılaştırsak, savcının maaşı devede kulak kalır. Bence, Çocuk Islahevi’nden yumurta götürmesine kızmak yersiz. Biz gibi gardiyanlar bile bedavadan yumurta alıp evimize götürüyoruz. Adam bir de parasıyla aldırıyor.” Başgardiyan, yeni memur gardiyan arkadaşına diyecek sözü kalmamıştı. Herhalde bundan sonra, hiç bu şekilde konuşmazdı bir daha. Bu koyu sohbet arasında, kimin gönderdiği bilinmeyen başsavcının makam arabası, nasıl gelip gittiğini kimse duymamış, gören olmamıştı. 111
*Dershanelerden Teklif Ankara’nın bir dershanesinden, müdür yardımcısına, dahiliden bir telefon gelmişti. Santraldan, baş gardiyan Kel Sabri, bizzat aradığına göre, önemli olduğu anlaşılıyordu. Misafirin yetkili birisiyle görüşmek istediği belirtiliyordu. Kel Sabri’nin, misafire karşı “özel sempati” duymasının işaretlerini, telefondaki sesten anlaşılması mümkündü. Başgardiyanın “sıcak sesini” hisseden okul yöneticisi, buyursun gelsin.” diyerek telefonu kapatmıştı. Başgardiyan Sabri’nin aklına, okul çağındaki çocukları ve dershane arasında bir alaka gelmiş olabilir miydi?Misafir buyur edilmişti. Kucağında bir sürü dökümanla odaya kadar getirilen dershane müdürü, tanışma ve ikram faslından sonra, dershane yöneticisi sözlerine başlamıştı: “Sizin öğrencilerinizin başarılı olduğunu biliyoruz. Dershanemizce, okulunuzdaki son sınıf öğrencilerine ücretsiz kurs vermeyi öneriyoruz.” dedi. Elindeki broşürleri ve kırtasiye cinsinden birkaç hediye paketini masaya koydu. Müdür yardımcısı, eğitim- öğretim konularından sohbeti sürdürüp misafiri kırmadan dinliyordu. Aslında, dershanelerin gereksiz olduğunu, okulların yeterli olabileceğini, dili döndüğünce anlatmaya başlamıştı. Ama bu sektörün varlığının inkar edilemeyeceği gerçeği de paylaşılmıştı. Misafir, kendisinin aslında öğretmen olduğunu, her fırsatta altını çiziyordu. Bakımlı, uzun boylu misafirin boynundaki kaşkolundan, ayakkabısına kadar markalı giyimiyle, neden Milli Eğitimde öğretmenliğe devam etme ihtiyacını duymadığını, gözlemlemek mümkündü. Dershane yöneticisi : “Devlet tarafından sunulan eğitimin, üniversite giriş sınavlarıyla uyuşmadığını ve yetersiz kaldığı düşüncesi sonunda, bu boşluktan yararlanarak dershaneler ortaya çıktı.” “ Dershaneler, eğitimde nitelik ve rekabeti yaratmış olabilirdi. Öğrencilerin maddi gününün zayıflığı yanında, ülkenin eğitimdeki eşitsizliği gidermek için yetersiz kalması da düşünülmelidir. Ayrıca dershanelerin ,tek başına “test” ağırlıklı olması öğrencilerin anlama ve anlatma becerisini zayıflattığı bir gerçektir.” “Öğrencilerin okuma, okuduğunu anlama ve anlatma becerisinin yeterli düzeyde olması gerekir. Kazanılan bu bilgi ve beceriler, öğrencilerin analiz ve sentez yapabilme alışkanlığına yardımcı olur.” Cümlesini vurgulayıp izlenen yöntemin yanlışını, adeta itiraf etmişti. Müdür yardımcısı : “Sizin bu değerlendirmenize, ben de bir ekleme yapmak isterim: Milli Eğitim’de ortaöğretimin mesleki ve teknik liselere gereken değerin verilmesinin öncelik taşımalıdır. Bunun sonucunda, önce, yüksek öğretimin kapısında yığılmayı engeller. Daha sonra,iş dünyasına, yetişmiş nitelikli elemanlar, sağlanmış olur. Çocuklar, hayatı yaparak- yaşayarak öğrenir. Eğitim, ezberden çıkar; yeni araştırma ve gelişmeler (Arge)yönünde, üretime katkıda bulunur. Öğrenci, her basamak sonunda yatay geçiş sağlayabilirse, mesleki eğitime istenen fırsat yaratılmış olur. Sanayi ve diğer iş alanları; çırak, kalfa sıkıntısı çekmez. Üniversite kapısında, lise mezunların birikmesi kalkar veya çok azalır. Bizim gibi ülkelerin kalkınmasında tek kurtuluşumuz mesleki ve teknik eğitimdir. Bu fikri, her yönetici dile getiriyor, nedense, uygulamaya geçilmiyor. Bu varılan ortak düşünce, mesleki eğitimin önemini bir daha vurgulanması demekti. Dershane yöneticisi, kalkmak için izin istemişti. Misafir, okuldan ayrılırken de cevap beklediğini bildirip vedalaştı. Müdür yardımcısı, geri dönüş yapacağını söyleyip misafiri, uğurladı. Müdür yardımcısı, bu dershane yöneticisinin ziyaret nedeni, okul müdürü ile değerlendirmişti. Öğrencilere de duyurup dershanenin önerisine cevap verilmesi kararlaştırıldı. 112
*Doktor Özgür Günlük dersler bitmiş, futbol topunu önce kapan bir öğrenci, binanın önündeki çamurlu sahada, koşmaya başlamıştı. Zorlu bir maç vardı anlaşılan. Nasıl çabuk formalar giyildi, kim nerde oynayacak, nasıl paslaşılacak, önceden planlanmıştı. Ağaçların arkasından sökün eden “mahkum bebeler,” rengarenk eşofmanlarıyla koşa koşa sahaya gelmeye başlamıştı. Cezaevinin güreşçi spor öğretmeni, elindeki düdüğü, sık sık çalmaya başlamıştı. İki takımın kaptanı, santrada, kale seçme sayışması yapılıyordu. Bu hareket sonucunda, kiminin pabucu küçük olursa, başlama vuruşuna ilk o takım başlayacaktı. Fakat hakem olan güreşçi öğretmen, cebinden çıkardığı demir parayı havaya fırlatmadan; iki kaptana gösterip yazı tura seçmelerini söyler söylemez, para yere düşmüştü bile. Liselilerin toplandığı kaleden karşı kaleye geçmeleri gerekti. Takım karşıya taşınırken, baktılar ki uzun boylu panter kalecileri Özgür yoktu. Yemekhaneye, dersliklere, yatakhaneye koştular ki; ranzasında kıvrılıp yatmış durumda Özgür bulunmuştu. Kalecileri hastalanmıştı. “Olmaz, bu önemli maçta hasta olmak yok!” diyenler, başına toplanmışlardı. “Haydi kalk, arslan panterimiz.” seslerini yükselten slogan ustaları, Özgür’ü kollarından tutup kaldırmaya başlamışlardı. “Galiba üşütmüşüm, hiç gücüm kuvvetim yok, maça gelemeyeceğim arkadaşlar.” Söylese de hep bir ağızdan “Olmaz!” çığlığı, koro halinde yükselmişti. Yatağın başına kadar gelen müdür yardımcısı, “Şimdi cezaevi doktoruna telefon ettim, yerindeymiş önce bir muayene etsin bakalım.” der demez, dört beş arkadaşı koltuklarına girip, Özgür’ü revire kadar top gibi uçurdular. Muayene başlamadan, kendine gelen Özgür, “Arkadaşlar ben arslan mıyım? yoksa panter miyim? Bir karar verin de öyle muayene olayım.” bahanesiyle, mızmızlanıp nazlanıyordu. Doğu’da askerliğini yeni yapmış olan genç, sevecen doktor Nusret, Özgür’ü muayeneye başlar. Çocukların maçlarından bilgisi vardı. Neyin var koçum? “Doktor bey, ben herhalde yine, gribal enfeksiyon olmuşum,” der demez ;yarı açık kapının dışında bekleyen arkadaşları, kahkahayı kopartmışlardı. Doktor da gülmeye başladı. “Özgür, sen her zaman hastalığını biliyorsun, ne geldin muayeneye genç! Gitsin arkadaşların, senin istediğin ilaçları, eczaneden alsınlar, kullan geçsin.” Doktor ile Özgür, arasında geçen bu diyalog daha önceden de yaşanmıştı. Bu diyaloğu hatırlayan arkadaşları, kahkahalarında haklı olduklarını kanıtlar gibiydiler. Özgür, maça katılamadı, bir gün cezaevi revirinde tedavi gördü. Ertesi günü yatakhaneye getirilerek ilaçlarını kullanmaya başlamıştı. Bir gün sonra etüt sırasında başına gelen müdür yardımcısı: Nasılsın Özgür? İyileştin mi? diye sordu. Başında dikilirken önündeki ders kitabına gözü takıldı. “Evladım sen sözelcisin, gireceğin okulun sayılarla işi pek olmaz. Gerçi matematik testleri, herkes için önemli. Ama yeter sayıda matematik yaparsanız tamamdır.” dedi. Matematik kitabından başını kaldıran Özgür, “Ben doktor olacağım öğretmenim! Bu okulu bitirip de doktor olan belki ilk kişi ben olacağım, öğretmenim!” “Haydi başarılar dilerim. Hedefini belirleyen, mutlaka amacına ulaşır. Kalecilik yaptığın için belki ortopedi doktoru olursun.” Diyerek takılıp yanından sessizce ayrıldı. Olay o derece tam isabet almıştı. Çünkü Özgür yıllar sonra Ortopedi doktoru olmuştu. Özgür amacına 113
ulaşmış,öğretmeni de niyetine isabet kaydetmişti. Daha sonraki yıllarda, başka öğrencilerin de doktor olduklarının duyumunu almıştık . *Borcunu Ödeyen Şenol Teneffüs zili çalmış, sabah dersleri bitmiş, bir an önce, yemek kuyruğunda, ‘öne geçme ‘ yarışlar’ başlamıştı. Okulda girişken davranışlarıyla , kendine yer bulmaya çalışan Şenol Kural, öğrenci birliği başkanlığına kadar soyunan Taner ile yarışıyordu. Her yerde kendini gösterme çabasındaydı. Yemekhane düzeninde sözü geçiyordu. Yemekhane nöbetçisi olan birkaç öğrencinin dışında, herkes hakkına razı biçimde, yemekleri paylaştırırdı. Beş numaralı masa nöbetçisi Gaziantepli Şenol Kural’a gün doğmuştu. Büyük kepçeyle alınan yemek, seçilen ekmek dilimleri ve masadaki sayılı tulumba tatlılarının en iyileri, onun olmalıydı. Herkes alışmıştı Şenol’un bu huyuna. Devletten beslenmek buna denirdi. Yemek masalarını kontrol eden edebiyat öğretmeni Mustafa Aygün, yemekhane nöbetçisiydi. Nöbetçi öğretmen, kendinden geçercesine yemeklerle uğraşan Şenol Kural’ın kulağına eğilerek; “Evladım, ruhumuz bedenimizden ayrılacak, sonunda bedenimiz çürüyüp toprak olacak. Her zaman bedenimizi değil, biraz da ruhumuzu beslemeye özen göstermeliyiz değil mi?” deyince, Şenol Kural’ın lokması, boğazında kalmıştı. İştahını kaçıran bu nasihat, onu çok etkilemişti. Yüzü, Güneşin yedi rengini almıştı. Ama yine de üç yılın iyi besleneni olma yolunda, işine devam ediyordu. Mezuniyet töreninde Türk bayrağını en önde taşıyanlardan olarak; okula olan “ borcunu,” ödemişti Şenol. *Tartışma Birkaç öğrencinin okul bahçesinde tartıştığını gören müdür yardımcısı, duruma müdahale etti. Görünürde siyasi yanı yoktu. İşi çok ciddiye alan bahçe nöbetçisi gardiyanlar, mahkumların arasında benzer tartışmaları hatırlayıp vaziyet almaya geçtiler. Kendilerine göre önceden aldıkları eğitim doğrultusunda, köşe başlarını tutmuştular. Öğrenciler arasındaki tartışma, fazla bir fiziki itişip kalkmaya neden olmadan müdahale edilmişti. Öğrencileri odasına çağıran okul müdürü Basri Kabasoy, olayı araştırıp öğrencileri dinledikten sonra, müdür yardımcısına gönderdi. Müdür yardımcısının karşısına çıkan öğrenci, boynundaki kolyeyi arkadaşının koparttığını söyleyerek şikayet etti. Diğer öğrenci de “Bu kolye haç biçiminde olduğu için çektim koparttım!” diye cevap verince, işin ciddiyeti anlaşılmıştı. Öğrenci Hristiyan olabilirdi. İki öğrenciyle ayrı ayrı konuşan müdür yardımcısı, kolye takan çocuğa Hristiyan olup olmadığı, sorulmuştu. Öğrenciden net bir “Hayır!” cevabı almıştı. “Evet” de olabilirdi. Fark etmezdi. Haç biçiminde kolye takan öğrencinin sadece bir heves, olduğunu söylemişti. Müdür yardımcısı,” Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin inancında özgür olabileceği” yönündeki açıklamasıyla ,ortalık sakinleşmişti. Odadan çıkmadan ,iki arkadaş barışmıştı. Bir grup öğrencilerden; Mehmet Küçükoğlu, Kütahyalı Ali Kızıltaş kendi aralarında hararetli sohbet yapıyorlardı. Konusu, Kur’an-ı Kerim ‘e yapılması gereken saygı üzerineydi ki; teneffüs bitmiş, derse giriş zili çalmış, öğrenciler sınıflarına koşarak girmişlerdi. Durmuş Ali, okul müdürü Basri Kabasoy’un dersine, geç kalmamak için çok dikkat ederdi. Basri öğretmen, elinde getirdiği Kur’an’ı Kerim’i tutması için Durmuş Ali’ye vermişti. Durmuş Ali, “Hocam abdestim yok, ben almasam.” Dedi. Okul müdürü Basri Kabasoy, “Zararı yok, evladım, tutabilirsin. Abdestiniz olursa, daha iyi olur. Ama şu anda kendini temiz hissediyorsan yeterli. Kur’an’ı Kerim Allah’ın insanlara doğruları öğütleyen kutsal kitabıdır. Gaye, içindeki öğütleri tutup, ona göre hayatımızı yaşamaktır. Bir dostumun sözü vardır; Kur’an’ı Kerim işine, eşine, aşına 114
karışmayacak ama sadece naaşına (cesedine) mı karışacak? Olmaz böyle Müslümanlık. Kuran’ı Kerim’i anlamını bilerek okumalı, Allahın emirlerine göre yaşamalıyız. Yeter ki bu bilinçle kendimize rehber etmeliyiz.” diyerek sözünü tamamlamıştı. Halk arasında çok tartışılan Kuran’ı-ı Kerim’e saygı konusunun cevabını, öğretmenlerinden almışlardı. İşin garip yönü ise, bu konunun teneffüste bir grup öğrenci tarafından tartışılması, bir tesadüf mü veya tevafuk mu olmuştu? Bu verimli tartışma sonucunda, Durmuş Ali “Günlük Defterine,” yeni bir bilgiye daha yer ayırması gereğini duymuştu. *Kaplıca Ustasının Ziyareti İster mütalaa ister, etüt densin; sabah saatleri, en verimli çalışma zamanıdır. Etütler, derslerden bir veya iki saat önce başlardı. Öğrenme süreçlerinde denenmiş, zaman çizelgesinin vazgeçilmeziydi etütler. Akşam ve sabah etütlerini verimli kılmak, başarıda önemli katkı sağlardı. Her etüt kendi içinde değerlidir. İyi ki yönetmeliğe girmiş. Etütlerde dalga geçenler, acısını, içleri yana yana anlatırlardı. Derse yeni girilmiş, salon sessizliğe gömülmüştü. Fizik dersinde sınıfın kapısını çalan nöbetçi öğrenci, “Hocam Sami’yi müdür bey istiyor!” diyerek kapıda bekledi. Öğretmen parmağı ile Sami’ye “Çık!” işareti yapıp, ,dışarıya çıkmasına izin vermişti. Dersin kısa bir süre bölünmesinden yararlanan öğrenciler, fizik öğretmeni Niyazi Koca’nın saz çaldığını gündeme getirmişlerdi. Her zaman, cana yakın davranışlarıyla tanınan fizik öğretmeni Niyazi öğretmen, öğrencilerini kırmayacağı tahmin ediliyordu. Ders kaynatma planını boşa çıkarmak isteyen öğretmene karşı, öğrencilerin “dayanışması” bazen galip gelirdi. Aranan sazı, hemen sınıfa getirecek bir gönüllü her zaman çıkardı. Sami, sarı saçlı, biraz toplu bir işçi çocuğuydu. Müdür odasına girince, baba-oğul arasındaki özlem gideren kucaklaşma yaşandı. Yaşlı adamın o anda şapkası yere düşmüştü. Nöbetçi öğrenci, gülerek kasketi yerden alıp, tozunu silkeleyip misafire verdi. Öğrenci velîsi, ani hareketle, öğrenciye teşekkür ederek, şapkasını yerden aldı. Okul müdürü, velîye gelen kahveyi içmesini hatırlattı. “Ayakta kalmayın, buyurun oturun!” diyerek ,yanındaki boş sandalyeye oturmasını, söyledi. Okul müdürü, “Siz işçiydiniz değil mi amca? Şimdi ne yapıyorsunuz? Bir yerde çalışıyor musunuz?” Diye sorunca; orta yaşlı adam, nemli gözlerini, ellerinin sırtıyla kurulayıp anlatmaya başlamıştı: “Müdürüm, arada bir çağırıp çalıştırıyorlardı beni. Ben önce bizim beldedeki maden suyu imalathanesinde çalışıyordum. O zaman, kazmalarla kuyu kazıp çıkan maden sularını, beton havuzlarda toplayıp temizliğe de dikkat ederek maşrapalarla şişeleme yapıyorduk. Basit bir imalattı. Sonra fabrikatör Orhan bey, Avrupa’dan makineler getirtince kuyu açmaya başladılar.” “ O birkaç aylık duraklamadan sonra su çıkmaz oldu. ‘Kuyu küstü’ dediler. O gibi bir şey. ‘Allah hiçbir bir şeyi sebepsiz yaratmaz’ O taşın içinde bizim bilmediğimiz ‘küçük canlılar dediğimiz mikroplar’ varmış. Neyse sonunda, havuzun yanında, sıcak su da çıktı. Zenginin işi rast gider beyim. Daha sonra, su damarlarını bulup kazmamız için, biz gibi eski ustaları çağırdılar. Zamanla, yanımıza gelen teknik ekip, ellerindeki aletlerle toprağın altındaki yerin haritasını bile 115
çıkarmıştı. Anlayacağınız, bize lüzum kalmamıştı. Başınız fazla ağrıtmayalım, beyim .”diyerek sözlerini tamamladı. Bize müsaade bile demeden ayağa kakmıştı. Bu uzun açıklamaları dikkatle dinleyen okul müdürü, öğrencinin babasıyla dışarıya çıkması için izin pusulasını yazdı, çocuğa verdi. İsterse, birlikte bir gece, bir otelde veya başka bir yerde kalabileceğini söyleyince veli, “Yok beyim biz akşama geliriz. Ben de gece memlekete dönerim.” dedi. Okul müdürü öğrenci velîsini uğurlamıştı ki odaya, müdür yardımcısı ve nöbetçi öğretmen girmişti. Öğrenci velîsi, okula karşı duyduğu güveni ile devlete olan güvenini, ayağa kalkınca da anlatmak istemişti: “Beyim ben elli yaşını biraz geçtim. Alın terimle geçinen, helal kazancımın peşinde olan bir ustayım. Yarı emekli sayılırım. Bizler fazla okul mektep görmedik; ama hayat tecrübesi, bize bazı kıymetli malumat kattı. Demem o dur ki; birçok okul tanırım. Ama sizin disiplin ve eğitiminizi beğeniyoruz. Allah razı olsun sizlerden. Başka şeyler demek aklıma gelmez. Haydi bana Allahaısmarladık.” Cümlelerini bitirir bitirmez; iki eliyle salavat getirir gibi candan bir tavırla, öğretmenlerle teker teker tokalaşarak, müdür odasının kapısından çıkarken dönüp son sözlerine bir ekleme daha yaptı: “Bu çocuk önce Allah’a, sonra sizlere emanet!” Diyerek merdivenlerden hızlı hızlı inmeye başlamıştı. Öğrenci velîsinin bu övücü sözlere cevap olarak, öğrenci velisinin arkasından söylenebilecek şu cümle yerinde olurdu : “Kadirşinas Türk Milleti için ne kadar övünç duyulsa yeridir.” Ders çıkış zili çalmak üzereydi. *Ekol Olmak Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel zamanında düzenlenen 12. Milli Eğitim Şûrası, 18-22 haziran 1988 tarihlerinde, Ankara’da toplanmıştı. Bu toplantıya Adalet Meslek Lisesi’nden müdür yardımcısı Hikmet Özdemir görevlendirilmişti. Müdür yardımcısı, bu Şûra’da, mesleki ve teknik eğitim komisyonunda bulunmuştur. Şûra konularından birisi, “Türkiye’nin gelişmesini sağlayacak insan gücünün, mesleki ve teknik eğitimdeki başarısıyla doğru orantılı olduğu” raporlarda belirtilmiştir. Aynı komisyon toplantısında;1990 Yılları Üniversite Giriş sınavı başarı sıralamasında, Ankara Adalet Meslek Lisesi’nin birkaç defa ,ilk onlarda yer alması , Yüksek Öğretim Kurumunun dikkatini çekmiştir. Adalet Bakanlığı, Ankara Adalet Meslek Lisesi’nden sonra, sırasıyla Gümüşhane ve Bolvadin’de açılmasını sağlamıştır. Ankara Adalet Meslek Lisesi öğrencilerin, başarılarına güvenerek, ilk günden üniversite yolunu tercih etmesini doğurmuştur. Doğal olarak , öncelikle Hukuk fakülteleriydi. Sonuçta, Adalet Meslek Lisesi öğrencileri; okul yönetimi, öğretmenleri, personeli ve bakanlığın desteği ile hedeflerine ulaştıklarını kanıtlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yöresinden gelen on dört- on beş yaşlarındaki; çalışkan ve başarılı gençler, yatılılık ortamında, tek yumruk olmuş ,inançlı bir nesil ortaya çıkmıştır. Ankara Adalet Meslek Liselilerin yarattığı güç birliğinden, “ Ekol olmak” kavramı doğmuştur. Bu sloganın yaşaması ve yaşatılması, tüm Adalet Meslek Liselilerin dayanışmasını doğurmuştur. Sonuçta Adalet Meslek Lisesi öğrencileri, bir ekol çevresinde birleşmiştir.Bu önemli birlik ve dayanışma hareketi, meslek hayatında devam etmektedir. *Yıl Sonu Diploma Töreni Bu mesleki eğitim sistemi ,on beş yıl kesintisiz devam etmişti. Bakanlıkta böyle bir okulun gereksiz olduğunu savunan hakim ve savcılar olmasına rağmen; Adalet Bakanlığı’na 116
çekirdekten eleman yetişen yatılı okul öğrencilerinin; devletine ve milletine daha yararlı olacağına inananlar çoğunluktaydı. Bu okuldan mezun olarak yetişmiş personelin bakanlık teşkilatında görev alması, bakanlığın çehresini değiştirecekti. Adalet Meslek Lisesi’nin açılması, Türkiye’nin mesleki eğitimin ülke kalkınmasındaki ihtiyacına karşılık vermek için çok iyi bir eğitim projesidir. Bu proje , bakanlık teşkilatınca destekleniyordu. Adli Sicil Genel müdürlüğünden, Bilgisayar derslerine gelen bazı bilgisayar uzmanlarının yanı sıra; hakimler ve savcılar da mesleki ve Teknik eğitimin gelişmesine yönelik projelere, olumlu bakıyordu. Bu durum öğrencileri yakından tanıdıktan sonra daha da iyimser kanaatleri pekişmişti. Başarılı öğrencilerden oluşan böyle bir meslek lisesinin; bakanlığın ihtiyacı olduğunu, sürekli vurguluyorlardı. Öğrenciler, yatılı okula geldikleri ilk günden buyana; mezuniyet zamanına kadar çok değişikliklere uğramışlardı. Bedenleri, ruhları kişilikler gelişmiş. Her birinde belirgin ilerlemeler gözlemlenmişti. Gençlik çağının meyvesini tatmışlar, artık vakit geçmeden, olgunluk çağının ürünlerini derme zamanı gelmişti. Öğrencilerin kendilerine güveni artmış. Bu eğitimin doğal süreciydi. Öğrenciler, bir an önce memleketlerine gitmek için izin alma çabasına girmişlerdi. Müdür yardımcısının kapısı aşındırılmaya başlanmıştı bile. Kapı aralığından duyulan konuşmalara kulak kabartılacak olunursa; yıl sonu izni, birinci döneme göre zordu. Ara tatillerde ve bayram tatillerinde istenen izin normaldi. Ama öğrenci büyük tatile gitmek için önceden hazırlıklı olmalıydı. Sömestri dönemlerinde, el birliği ile yardıma ihtiyacı olan öğrencilere, gidiş- dönüş biletleri sağlanıyordu. Ankara’nın serin ilkbaharı, yerini haziran sıcağına bırakmıştı. Bahçenin tadı gelmişti. Cezaevi kameriyesinin altında mahkum çocukların getirdiği demli çaylar, yudumlanıyordu. Nöbetçi gardiyanın pazısından, ikide bir inen kırmızı nöbetçi kolluğu, herkesin dikkatini çekmekle kalmıyor, tedirgin ediyordu. Gardiyanın bu telaşıyla, kendi stresini çevreye yayıyordu. “Ankara başsavcısı Altan bey, gelecekmiş bu gün,” dedi başgardiyan Kel Sabri. O anda mahkum çocuklar ve diğer gardiyanlar, kameriyeden çil yavrusu gibi dağıldı. Başsavcı, okulun diploma töreni hazırlıklarını yerinde görmek; çevre temizliğini kontrol etmek için önceden, gelirdi. Başgardiyan bu teftişe hazırlanıyordu. Kel Sabri, ikide bir “Şu okul olması cezaevini idare etmek çok kolay!?”Sözüyle; bir dönemin Milli Eğitim bakanlarından birisinin, “Şu okullar olmasa Milli Eğitimi idare etmek çok kolay.” Cümlesindeki “ironiyi” hatırlattığı için, etrafındakileri gülümsetmişti. Başgardiyan Kel Sabri, “Mahkum çocukların derdi bitmiş gibi ‘öğrenci-talebelerinin’ dertleri başladı!?” diyerek söylenmesine devam ettiriyordu. Rahatını, bu yatılı okul bozuyordu. Ayrıca, mahkum çocukların cezalarını çekmesi için, geleneksel baskıcı hareketlerin, yetersiz olduğunu savunmaktan geri kalmazdı. İşlerinin yoğunluğu yetmezmiş gibi denetlemeye gelen bakanlık hakimlerin teftişlerinden de çok sıkılmıştı. Ayrıca, mahkum çocuklarla konuşmaya gelen ‘psikologlar- misikologların’ sorgu -suale gelmeleri de işin cabasıydı. Emekliliğine altı ay kaldığı aklına geldikçe; sabır çekiyor, rahat bir nefes alıyordu. 117
Okulda, yıl sonunda yapılacak olan diploma töreninden söz edilmeye başlandı.Hazırlıklar artmıştı. Diploma törenine, Adalet Bakanı davet edilecekti. Okul birincisi, ikincisi ve üçüncüsü seçilecekti. İlk mezununu verecek olan okuldan, elli öğrenci diploma alacaktı. Durmuş Ali, son sınıfa geçmenin sevinciyle kendine güveni artmıştı. Gece, gündüz demeden ders çalışmıştı. Rüyalarına giren hakimlik veya savcılık mesleğine ulaşmak için ilk hedefi, hukuk fakültesiydi. Diploma töreni, cezaevi salonunda yapılacaktı. Okul birincisi öğrencinin hazırladığı konuşma metni, müdür yardımcısı tarafından tekrar gözden geçirilmişti. Okul Müdürü, törende konuşma yapacak olan tüm yetkililerin adlarını önceden öğrenip sunucuya vermişti. Tören sonunda, misafirlere cezaevi bahçesinde ikramda bulunulacaktı. Pastaları, eğitim daire başkanı getirtmişti. Başgardiyan Kel Sabri’nin heyecan ve telaşı arttığından, okul binasına sık sık gelerek emrindeki gardiyanlara yönelik talimatlarını artırıyordu. Mahkum çocuklar da tek tip giysiler içerisinde, temizlik işlerinde çalıştırılarak, bina baştan sona temizlenmişti. Cezaevi gardiyanları, mahkum çocukların gayretlerine hayret ediyorlardı. Çünkü birlikte futbol oynadıkları öğrenci arkadaşlarına dostluklarını sergilemek için, canı gönülden temizlik yapacaklarını tahmin etmiyorlardı. Bu durum, en çok baş gardiyan Kel Sabri’nin önce garibine gitmiş, sonra da işlerin iyi yapıldığını görünce sevinmişti. Öğrenciler, armalı, tertemiz elbiselerini giyip törene hazırlanmışlardı. Okulun hedefleri tekrar tekrar anlatılacak, Anadolu’nun hemen her yöresinden gelip bu çatı altında, üç yıl arkadaşlık yapan öğrencilerin nasıl bir dostluk kuşağı, oluştukları duyurulacaktı. Burası hem okul, hem “ Ekol” olmuştu. Sözün kısası “Adaletliler ekolu” yaratılmıştı. Bu yatılı okulda öğrenim gören bu öğrenciler, arkadaş sevgisinin en güzel anlarını yaşamanın zevkini tadıyorlardı. Milletine hizmet aşkıyla yoğrulmuş olmanın yanında; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sadakat duyan idealist vatansever bireyler olarak mezun olacaklardı. Yirmi dört saat bir arada olan genç beyinler, yıllar süren dostluklarını, aynı tazelikler içerisinde yaşatacaklarına inanıyorlardı. Bu ideal dostluklar, ne kadar zaman sürecektir, bilinmez. Aralarında fikir ayrılıkları da olsa; birlik, beraberlik ve dayanışma güçlerini, hiç bir zaman yitirmeyecekleri yönünde, hem fikirdiler. Çünkü aynı karavanadan yemek yediklerini, aynı yatakhanenin havasını soluduklarını hiç unutmazlardı. Bu kader birliği içerisinde, birbirlerine karşı hoşgörülü olabilmeyi öğrenmişlerdi. Bu şekildeki davranışları kendilerinde alışkanlık oluşturduğunun farkına varmışlardı. Bu yüzden birlikteliklerinin yıllar geçse de bozulmayacağına inanıyorlardı. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelerek, saf ve inançlı aile çocukları olmalarının yanı sıra, bu okulun aynı kutsal değerler içerisinde, yetiştirilmeye çalışıldığı bilinciyle hayata atılacaklardır. Eksik, hata ve yanlışların her zaman olabileceği düşünülerek; kazandıkları bu güzel değerlerin semeresini görmeyi umuyorlardı. Diploma töreni hazırlıkları bitmiş, bütün öğrenciler, bakanlıktan gelecek yetkilileri, bahçenin yanındaki asfalt yolda, tek sıra olmuş bekliyorlardı. Haziran ikindisinin, serin bahçesinde uçuşan kuşların tatlı sesleri, gençlerin heyecanlı yüreklerinde, pır pır kanat çarpıyordu. İlk dönem okul birincisi olan Yusuf Aksar’ın konuşma metni gözden geçirilmişti. Başta Adalet Bakanı Oltan Sungurlu, sonra müsteşar, müsteşar yardımcıları ve genel müdürler siyah makam arabalarından indiler. Öğrencilerin alkışlarına, selamla karşılık veren bakan, tören salonuna doğru yöneltildi. Adalet Bakanlığının yüksek derece yöneticileri, hakim ve savcıları da salonda yerlerini almışlardı. Tören, İstiklal Marşı ile başlamıştı. Mezuniyet belgeleri yanında, okul 118
üçüncüsünden başlayıp ödüller dağıtılmaya başlanmıştı. Alkışlar, salonun duvarlarına yankılanarak, Anadolu’nun her bir köşesine uğramış; gencecik bedenlerde gezinip ; kalpten kalbe, hızlıca çarpmış, coşku dolu nefeslerde solumuştu. Öğrencilerin sevinç ve heyecanını yanaklarının pembeleşmesinden anlamak mümkündü. Salonda öğrenci velisi yoktu. Buruk sevinci anlayan Adalet Bakanı Oltan Sungurlu, öğrencilere hayat dersi niteliğinde kısa bir konuşma yaptı: “Sevgili öğrenciler! Öğretmenleriniz ilim, irfan sahibi ;sevgi ve şefkat kaynağı fedakâr insanlardır. Şu anda aileleriniz yanınızda yok ;fakat sizlere, şu karşınızda duran anne gibi, baba gibi şefkatle yaklaşan öğretmenleriniz var. Biz onların nasıl fedakarca çalıştıklarını biliyoruz. Bizler buna inanıyoruz. Öğretmenleriniz doğruyu söylerler. Onların sözlerini unutmayın. Sizlerin üstün başarılarını tebrik ediyor, ayrı ayrı gözlerinizden öpüyorum sevgili çocuklar!” Deyip kürsüden ayrılmıştı. Adalet Bakanının bu konuşması, öğrencilere büyük motivasyon sağlamıştı. Diğer diplomalar, misafirler tarafından tek tek mezun olan öğrencilere verilmişti. Tören salonundan, Çocuk Islahevi bahçesine geçildi. Okulun görevlileri tarafından hazırlanan içecekler ve pastalar ikram edilmişti. Toplu fotoğraflar çekilirken, Türkiye’nin her tarafından gelen bu öğrenciler, bakanlık bürokratı görevini sürdüren hakim ve savcılarla sohbet ediyorlardı. Bahçede yanan flaşlar, birbirlerinin fotoğraf karesine girme yarışına girmişlerdi. Yeşilliğin içindeki kameriyeyi izleyen tutuklu çocuklar; ellerindeki süpürgelerle, asfaltı süpürür gibi yaparak, yaşananları iç geçirerek seyrediyorlardı. Bu çocuklarla aynı yaştaydılar. “Neden biz burada çevre temizliği yapıyoruz, onlar ise; karşılarında mahkemeye çıktığımız insanlarla sohbet ediyorlar. Tertemiz giysilerle, ellerinde kola bardakları, yüzlerinde şen şakrak kahkahalar yükseliyor...” Der gibiydiler. Bu yöndeki ezik duygularını yüzlerinden okumak mümkündü. Çok acı geliyordu bu manzara mahkum çocuklara. Bu çelişkili manzarayı, ancak birkaç cümle ile anlatmak mümkündü: Cehaletin tuzağına düşmüş genç bedenlerle, aynı yaştaki gençlerin gördüğü eğitimini ortaya çıkaran farkı görüp yaşamaktı. Bu görüntü, gençlere, önemli bir hayat dersi veriyordu. İçleri buruk da olsa ; eğitimde okulların önemini görüyordu ‘Islahevinin bahçesindekiler.’ Cehalet, sadece okullarla giderilmezdi tabii. Ailenin, okulun ve toplumun insani ve milli değerleriyle bir potada özümsenmesinin gereği gözleniyordu. Bu diploma töreninde, ‘Eğitim şart ‘ sloganı bir kez daha yaşanıyordu, Çocuk Islahevi’nin bahçesinde. Gardiyanlar, mahkum çocukların, iç geçirerek seyrettikleri bu manzaradan etkilendiklerini görünce, hemen düdüklerine sarıldılar. Güçlü düdük sesini duyan mahkum çocuklar, süpürgelerini oldukları yere atıp, yemekhanelerinin önünde toplanmışlardı. Diploma töreni bitmiş, memleketlerine gitmek için yolculuk hazırlıklarını yapmış Adalet Meslek Liseliler, valizlerini kaptıkları gibi yola düşmüşlerdi. Bütünlemeye kalmak diye bir şey yoktu bu okulda. O yüzden okul idaresinin, öğretmenlerin ve tüm personelin işi kolaydı. Durmuş Ali, elindeki fotoğraf makinesiyle çektiği fotoğrafları, dışarıda tab ettirerek arkadaşlarına satıyordu. Önce “Hobi” diye yaptığı işleri, küçük bir ticarete dönüşmüştü. Harçlığını çıkartacak kadar geliri de olmuştu. Okul yönetimi, arkadaşlarına ucuz vermesi şartıyla, fazla müdahale etmiyordu. Artık okul boşalacak, bahçede top koşturanlar olmayacak, çimenlikler sohbetsiz kalacaktı. 119
Ağaçların altında bağdaş kurup toplananlar, analarının yemeklerini öve öve anlattıkları gurbet hikayeleri kanatlanıp köylerine, kentlerine doğru yol almaya başlamıştı bile. Kurulan arkadaşlıkların hüzünlü ayrılık tablosunu görmek olasıydı. Durmuş Ali’nin bileti akşamdı. Çünkü otobüse akşam binerse, sabah ilçeye varıp köyünün otobüsüne yetişebilirdi. Arkadaşlarıyla vedalaşmayı bitirenler, arkalarına dönüp dönüp okul binasını son kez seyretmeye çalışıyorlardı. Ayrılmak zordu. Elinde fotoğraf makinesiyle kendine doğru gelen müdür yardımcısı, işaret parmağıyla Durmuş Ali’yi yanına çağırdı. Önce hiç bir şey demeden fotoğraf makinesini Durmuş Ali’ye verdi. “ Bu senin değil mi?” Kaybettiği fotoğraf makinesini, utana sıkıla alan Durmuş Ali: “Evet öğretmenim!” “Bu fotoğraf makinesi sana aitse, iyi sahip ol. Kimseye verme. Bazıları alıp başka uygunsuz resimler çekince, suç senin üstünde kalıyor, sonra da bizi sorgulamaya kalkışıyorsun. Haydi şu makineden bizim fotoğraflarımızı çek de hatıra kalsın. Elbet bir gün bu fotoğraflar bize geri döner değil mi Durmuş Ali!” “Ne demek öğretmenim, tab ettirince size getiririm.” *20 Yıl Sonra Mezunlarının Buluşması Adalet Meslek Liseliler, Ankara Gölbaşı ilçesi sınırları içindeki, göl kenarına dizilen eğlence mekanlardan, Köşk Restoran’da buluştular. Haziran akşamının ufkunda, can çekişen güneşin yerini dolduran tatlı serinliğinde, bir grup gençlerin uğultulu şen sesleri, yayılıyordu çevreye. Göl manzarasına karşılık dizilmiş bembeyaz örtülü masaların başına sıralanmış gençlerin kahkahaları, özlem gideren coşku dalgalarının peşinden koşuyordu. Sevinçten gözleri parlayan gençlerin heyecan tufanı ortalığı sarmıştı. Adalet Meslek Liselilerin geleneksel yemeğin yirminci yılında buluştular. Önce gelenler, buluştukları arkadaşlarıyla kucaklaşmaların ‘yorgunluğuna’ ara verip, dinlenmeye geçmişlerdi. Kapıdan giren arkadaşlarını tanıma yarışında olanların şaşkınlıkları sürüyordu. Yıllar önceki hallerini hatırlamaya çalışanların çabaları, gözlerini açıp kapatmaktan öteye gitmiyordu. Arada bir yükselen bağırış ve çığırış dolu kucaklaşmalarla, diğer masaların dikkatlerini üzerlerine çektiklerinin ancak farkına varmışlardı. Masaların yiyecek ve içeceklerle donatılmaya başlandığı sıralarda, yatılı okuldaki dört gözlü çelik tabaklarını karşılaştıranların ortak duyguları, gözlerden okunuyordu. Bu karşılaştırmada, lüks bir restoranın masalardaki yemeklerin çeşitleri, güzellikleri ve şatafatlığı pek ilgilendirmiyordu bu gençleri. Hatta yatılı okulun dört gözlü çelik tabaklarındaki yemeklerin; kuru fasulyeli , tepeleme doldurulmuş pirinç pilavlı ve hoşaflı kokusunu istiyorlardı sanki. Bu nostaljiyi tekrar yaşamak istiyorlardı belki de. Yıllar önce, on altı yaşlarında hayatlarının kesiştiği yatılı okulda geçen saf temiz arkadaşlıklarını, yeniden yaşamanın coşkusu içindeydiler. Eski günlerini anmanın saadeti içinde karşılıklı oturmuş, birbirine gönüllerini açmıştılar. Yatakhane ranzalarına gizlenmiş gece konuşmalarını birbirlerine fısıldamaya başlamışlardı. Etütlerdeki sessizliğin bir özlemiydi bu fısıltılar. Ara sıra birbirlerini dikkatle süzmeye geçince, saçlarındaki kırlaşmaya yönelmiş küçük “ayrıntıları” gözlerinden kaçırmıyorlardı. Neşeleri, şakaları, idealleri, dostlukları...Yılların erozyonuna karşı direnç 120
kazandığına şahitlik ediyorlardı. Kimbilir, istemeseler de birbirinden ayrı düşenler da olmuştur. Çocukluk ve gençlik anılarının hasretini çektikleri, her hallerinden belliydi. Aynı dönem öğrencileri, durup durup ‘devrem’ diyerek, kucaklaşıyorlardı. Birbirlerine ince ince dokundurup şakalaşıyorlardı. İçlerinde eşleri ve çocuklarıyla gelenlerin ayrıcalıkları vardı. Arkadaşlarının eşlerine ve çocuklarına özel ilgi göstermek için yarışıyorlardı. Bazıları, arkadaşlarının çocuklarının yanlarına yaklaşarak; verdikleri hediyelerin karşılığında, babalarıyla ilgili güzel “ tüyolar” alma gayreti içindeydiler. Hepsi birer meslek sahibi olmuştu. Kimi hakim, kimi savcı, kimisi de bakanlık personeliydi. Ayrıca, içlerinden, yüksek yargı mensubu ve üniversite öğretim görevlisi olan vardı.Öğretmen, bankacı olanlar vardı. Serbest meslek alanında ticarete atılanlar, iş insanı olan da vardı. Çoğu da avukatlığı seçmişti. Doktor olmayı hedef seçip bu amacına ulaşan ortopedi uzmanı Dr.Özgür’'ü arıyordu gözler. Öğrenciler, bu yemeğe; okul müdürü, yöneticileri ve öğretmenlerinin yanı sıra ,o zamanın bakanlık müsteşar yardımcısı ve eğitim daire başkanı olan büyüklerini de davet etmişlerdi. Hepsi de emekli olmuştu çağrılan davetlilerin. Öğretmenlerinin ve misafir olarak çağrılan bakanlık üst yöneticilerinin ellerini öperek saygılarını bildiriyorlardı. Mikrofona gelen her öğrenci; yaşadıkları acı- tatlı olayları anlatarak, o günleri tekrar yaşıyor ve yaşatıyorlardı. Yer yer iğneli dokundurmalar içerisinde, mizahi anlatımlara yer verenler, eksik değildi. Bazıları, kendi ‘payına düşeni iğnelerden kurtulamıyordu. İlginç anekdotlar yaşanıyordu. Okulun ilk günlerinde, belindeki kemerini göstererek “Doymuyoruz öğretmenim!” diyen öğrenci, bu buluşmaya ‘öğretim görevlisi’ etiketiyle katılmıştı. Birbirlerine ‘ Sayın savcım!’ , ‘ Hakim bey!’ diye, hitap etmeleri, gurur verici tabloydu. Bu güzel ortamda bulunan öğretmenler, onurlu mesleklerinin mutluluk hasadını devşiriyorlardı. Bu tarihi buluşma, her yıl yapılmaya çalışıldığı anlatılıyor, gelemeyenler için “küçük cezalara” çarptırılacakları kararına onay vermişlerdi. Bu güzel tablo içinde yer alan güzellikler; paylaşıldıkça, dalga dalga yayılıyordu, tertemiz gönüllere ve genç zihinlere. Sunucu Ahmet Nuri Ekici, “Değerli arkadaşlar. Sevgili Adalet Meslek liseliler, yirminci buluşma yılı toplantımıza hoş geldiniz! Sözlerime başlamadan önce, vefat eden Daktiloğrafi öğretmenimiz Serpil hanım olmak üzere trafik kazası ve çeşitli nedenlerden dolayı vefat eden arkadaşlarımıza Allah’tan rahmet dileriz. Ayrıca mazeretleri sebebiyle aramıza katılamayanları selamlarımızı gönderiyoruz. Okul müdürümüz, müdür yardımcımız ve öğretmenlerimiz bizi yetiştiren en değerli insanlardır. Onlara teşekkür eder, selam ve saygılarımız sunarız. Hemen hemen her yıl birlikte olmaya çalıştığımız bu beraberliğimizin yirminci yılında, aramıza değerli konuklarımızı da davet ettik. Şimdi, okulumuzun kurucusu onursal yargıtay üyesi hakim Hasan Hilmi Özdemir’i huzurlarınıza davet ediyorum. Arz ederim, buyurun efendim: Kürsüye gelen Onursal Yargıtay üyesi Hasan Hilmi Özdemir, konuşmasını şu şekilde sürdürdü: “Sevgili Adalet Meslek Liseli evlatlarımız, Değerli okul yöneticileri, kıymetli öğretmenler, bizi bu anlamlı buluşmaya davet ettiğiniz için, size teşekkür ederim. Okulumuzun açılışıyla ilgili konuda, birkaç açıklama yapmak isterim: Adalet Meslek lisesi’nin açılmasını isteyen Adalet bakanımız sayın Nejat Eldem’dir. Sayın bakanımız , bana bu görev ve yetkiyi verince, çok mutlu olmuştum. Kendisiyle bir araya gelip, sizden bahsettiğimde, ikimiz de çocuk gibi heyecan 121
duyuyorduk. Coşku içerisinde beni dinliyordu. Her karşılaştığımızda, gözleri ışıl ışıl yanar; sizleri ve okulunuzu ve genel durumunuzu sorardı. Bu kutlu eğitim hizmetini, o kadar benimsemişti ki; bakanlığın diğer işleri arasında, sizlerden söz etmekten mutlu olurdu. Çünkü Sizleri çok önemsiyordu. Ben de bu okulun açılması için elimden gelen bütün gayreti gösteriyordum. Bu çalışmalarımı, büyük bir arzu içinde yürütüyordum. Kendisinden sonra görev yaptığım sayın Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun bu projeye sahip çıkıp destek vermesi beni ayrıca mutlu etmişti. Bizim amacımız, Türkiye’de, ilk defa Adalet Bakanlığımızın yargı işlerini yürütecek, üstün bilgi ve donanıma sahip gençlerin yetiştirilmesini sağlamaktır. Milli ve manevi değerleri özümsemiş vatansever, üstün bilgi ve donanıma sahip aydınlık ve liyakatlı gençlerin yetiştirilmesi, benim birinci hedefim olmuştu. İşte bu duygu ve düşüncelerle, örnek bir meslek lisesi olan, Adalet Meslek Lisesinin açılmasına vesile olduğum için kendimi çok bahtiyar hissediyorum. Çalışmalarımızı sıfırdan başlatmıştık. Okul yöneticileriniz, öğretmenleriniz seçkin birer eğitimcidirler. Sizler, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın Kurumlar Sınavı” şartları doğrultusunda, seçkin öğrenciler olarak bu okula kaydoldunuz. Sizlerin bize ulaşan başarılı haberleriniz, beni hep mesut etti. Bütün bu çalışmalarımızın semeresini aldıkça mutlu oluyordum. Allah’a şükürler olsun ki; sizler de bizim yüzümüzü kara çıkarmadınız. Türkiye çapında başarılara imza attınız. Sevgili öğrenciler, bizleri davet ederek, yine onurlu davranışlarınızın bir vefa örneğini daha göstermiş oldunuz. Şimdi sizleri sadece mezun öğrenciler olarak değil, yetişkin birer meslektaş olarak karşımda görünce, bir kere daha da Allah’a şükrediyorum. İdarecilerinize, öğretmenlerinize, sizlere çok teşekkür eder, hayatta başarılar diler gözlerinizden öperim.” Sunucu Ahmet Nuri Ekici, yoğun alkış içerisinde, mikrofonun başında durarak, salonun sessizliğe kavuşmasını bekliyordu. Ahmet Nuri Ekici, sunumuna devam etti: “ Şimdi de okulumuzun babası, anası, her şeyimiz olan çok değerli eğitim daire başkanımız Turgut Uysal’ı davet ediyorum.” Mikrofonun yanına gelen emekli hakim, önce, kalın camlı gözlüklerini sildi. Sıcak bakışlı, cana yakın emekli hakim Turgut Uysal, hemen konuşmaya başlamadı. Salondakileri sağdan sola, soldan sağa süzdü. Gözleri buğulanmış durumda sözlerine başladı: “Sevgili gençler, bu mutlu tabloyu bana yaşattınız ya! Bundan sonra gam yemem artık! Sağ olun, var olun!” deyince salonda, alkış tufanı koptu. “Sevgili gençler, adalet bakanımız Nejat Eldem, başta müsteşar yardımcımız ve meslektaşım Hasan Hilmi Özdemir bey olmak üzere ,bakanlık teşkilatımız, bize güvendi. Adalet bakanlarımızdan sayın Nejat Eldem ve sayın Oltan Sungurlu, bu eğitim yuvasına çok destek verdiler. Kendilerine teşekkür ederim. Biz de sayın bakanlarımızdan aldığımız güçle çalıştık, sizlerin en iyi şartlarda yetişmeniz için çaba gösterdik. Allah’a hamdolsun, yüzümüzü kara çıkarmadınız. Şimdi olduğu gibi semeresini gördük. Okul müdürünüz, müdür yardımcınız ve öğretmenleriniz çok kıymetli insanlar. Onların samimi gayretleri, başarımızı getirdi. Ben de bu güzel eğitim camiasına katkıda bulunduğum için çok memnun oldum. Hepimizin gücü birleşince, sizlerin çok iyi yetişmesi sağlandı. Böyle anlamlı günde, aranıza beni de davet ettiğiniz için, sizlere çok teşekkür ederim. Memleketin arzu ettiği; sizler gibi vatansever, bilgili, liyakatlı ve inançlı fertler olarak yetişmenizden çok memnun oldum. Türk milletinin gurur duyduğu gençlerin yetişmesine vesile olduğum için bahtiyarım. Bu yoğun duygular içinde fazla konuşamayacağım. Hepinizi gönülden kucaklıyor, gözlerinizden öpüyorum Sunucu Ahmet Nuri Ekici: “Arkadaşlar, artık sıra bize geldi. Şimdi çok değerli Okul 122
müdürümüz sayın Basri Kabasoy’u kürsüye arz ediyorum:” Okul müdürü Basri Kabasoy, açılış konuşmasını yapmak için kürsüye gelmişti: “Bu mutlu günü bize yaşatan siz değerli öğrencilerime teşekkür eder, gözlerinizden öperim. Bu vefalı davranışlarınızdan dolayı bahtiyar oldum. Öncelikle davetimize icabet eden iki misafirimde sözlerime başlamak istiyorum: “Davetimizi kabul edip; aramız katılarak, bizi onurlandıran onursal Yargıtay üyesi sayın Hasan Hilmi Özdemir’e ve Eğitim Daire başkanımız hakim sayın Turgut Uysal’a konuşmaları için kendilerine çok teşekkür ederim. Okulumuz hakkındaki övücü fikirleri bizi onurlandırdı. Ben de bu büyüklerimizi yakından tanıtarak, okulumuza verdikleri desteklerden ve katkılardan biraz söz etmek istiyorum. İlk olarak, okulumuzun mimarı, sayın müsteşar yardımcımız ve yüksek yargı mensubu emekli hakim Hasan Bey ,okulumuzun açılmasından şu ana kadar, her noktasında ,bizlere güç veren, bir büyüğümüzdür. Sizlerin inançlı ve aydınlık düşünceli gençler olarak yetişmenizi, gönülden isteyen değerli kişidir. Bizleri her zaman he yerde izlemiş, her konuda desteklemiştir. Kendisine çok teşekkür ederiz.” “İkinci değerli misafirimiz ise okulumuzun anası, babası ,dedesi, ağabeyi ve her şeyimizle doğrudan ilgilenen Eğitim daire başkanımız Sayın Turgut Uysal’a da şükranlarımızı sunarız.” “Sizlerin,milli, manevi değerlere sahip ,çalışkan, kendine güvenen , vatansever ve Türk milletinin bireyi olmanın gururunu taşıyan idealist gençler olmanız için sizlere bir yol göstermeye çalıştık. Adalet Bakanlığı bünyesinde bir ilki gerçekleştirdiniz ve geliştirdiniz.. Bir sınıfta söz ettiğim gibi sizler hedefe giden birere ok gibiydiniz. O hedef, Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyetinin refah huzuruna giden mübarek bir hedeftir. Ben, sizlerin bizi, mahcup etmeyeceğinizi biliyor ve inanıyordum zaten. Allah’a şükürler olsun ki bu günleri gördüm. Sizlerle her zaman gurur duydum, bahtiyar oldum. Değerli evlatlarım, hepinize teşekkür eder gözlerinizden öperim.” Okul müdürünün sözleri tamamlanınca, salonu çınlatan alkışlar dinmemişti. Öğrenciler, okul müdürlerini derin bir saygı içerisinde seviyorlardı. Sunucu öğrenci, okulun müdürünün alkışlayanların sesler devam ediyordu ki; müdür yardımcısı ve edebiyat öğretmeni Hikmet Özdemir’in yapacağı konuşmaya sıra geldiğini bildiren davetini yapmıştı. Bu güzel atmosferde ,müdür yardımcısı konuşmasına şu şekilde başladı: “Öncelikle, okulumuzun kurucu babası yüksek yargı mensubu, değerli onursal Yargıtay üyesi sayın Hasan Hilmi Özdemir’e saygılarımı sunarım. Okulumuzun fikir babası bu değerli yargı mensubu H. Hilmi Özdemir’in hayalindeki ilim irfan sahibi gençlerin yetiştirilmesi için bize her türlü desteğini vermiştir. Kendisine huzurunuzda çok teşekkür ederim. Yine okulumuzun hayat kaynağı babacan eğitim daire başkanımız hakim sayın Turgut Uysal’a bize sağladıkları her türlü desteklerinden dolayı, çok teşekkür eder saygılarımı sunarım. Bu okulda, Türkiye’de ilk kez açılan Adalet Meslek Lisesi çatısı altında eğitim ve öğretim neferi olmanın hazzını yaşadım. Siz, vatansever gençlerle birlikte, öğretmenlik mesleğimin en kıymetli anları içinde oldum. Müdür yardımcılık görevim sırasında; öğretmenlik deneyim ve formasyonumun bilgileri ışığında, sorunlarınıza çözüm ararken şefkat, sevgi ve saygı ölçülerine dikkat etmeye gayret gösterdim. Türkiyemizin geleceğini aydınlatacak ilim irfan meşalesini Ankara’da yakan Adalet Meslek Liseli gençlerin olma bahtiyarlığını yaşadım. Okul müdürümüz ve öğretmenlerimizle uyum içinde çalışarak; görevimi sürdürme çabasında bulundum. Yıllar sonra, bütün emeklerimizin karşılığını gördüğüm için çok mutlu oldum. Sevgili gençler! Sizler, Adalet Bakanlığı bünyesinde bir ilki 123
gerçekleştirdiniz. Siz “Adalet Meslek Liseliler Ekolü” oldunuz. Ne mutlu bize. Gönlümüz rahat. Allah’a hamdolsun ki bu günleri yaşadık. Hepinize teşekkür eder gözlerinizden öper, hayatınızda başarılar dilerim.” Sunucu Ahmet Nuri Ekici, öğretmenlerini ve arkadaşlarını konuşma yapmaları için; birer birer kürsüye davet etmeye başlamıştı. Öğretmenler, ilginç anılarından küçük örnekleri dile getirmeye başlamışlardı. Bu toplantıda, yaşanan acı-tatlı güzellikler, paylaşılıyordu. Başta misafirler olmak üzere, öğretmenlerinin ellerini öpmek için sıraya giren vefalı öğrencilerin saygılı davranışları, herkesi duygulandırmıştı. Köyünden, kentinden kopup gelen küçücük bedenlerde atan kocaman yüreklere, bu restoranın fiziki ortamı yetmemişti. Adalet meslek Lisesi mezunlarının ilk hedefi, Adalet teşkilatında iyi görev almalarıdır. Bu hedefe ulaşmak için kayıtlarını yaptıran gencecik beyinlerden üstün yetenekler yetişmişti. Adalet Bakanlığı teşkilatının üst yargı organlarında görev aldılar. Kürsülerde görev yapacak düzeyde hakim, savcı ve savunma hakkının gerçekleştirecek olan avukatlar da yerlerini aldılar. Adalet teşkilatının bel kemiği olan yazı işleri yöneticileri, İcra müdürleri yetişti. Hatta tıp eğitimi görmek isteyen ve amacına ulaşan akademisyenler ve üniversite öğretim görevlileri bu “Adalet Liseliler ocağından” yetişti. Ayrıca, öğretmenler, bankacılar, iş insanları, farklı alanlarda görev yapan yöneticiler de yetmişti. Adalet Meslek Lisesi, Türkiye’nin yüzünü ağartacak düzeyde; ülkesine, devletine ve milletine sadık insanlar yetiştiren bir kurum oldu. Yirmi yıl sonraki bir haziran akşamının esintileri, yirmi yıl önceki yatılı okulun yemekhanesinin karavanasından gelen mis gibi kokularıyla; bu nezih restoranın havasını, birlikte teneffüs etmeye başlamışlardı. Bir duygu seli yaşanıyordu, bu güzelim akşamın ışıltıları içinde. Yüreklerden yüreklere yol bulup geçiyordu; sevgiler, coşkular, en güzel hatıralar yaşanıyordu. Sürpriz Bu güzel tabloyu kaçırmak istemeyen Ahmet Nuri Ekici, yen sürpriz bir buluşmadan söz edeceğini duyurmuştu. Herkes dikkat kesilmişti. Durmuş Ali’yi kürsüye çağırmıştı. Kürsüye gelen Durmuş Ali, elinde taşıdığı bir paketi açtı. İçinden küçük bir fotoğraf makinesi çıktı. Hemen etrafındakilerin fotoğraflarını çekmeye başladı. Herkesi bir kahkaha almıştı. Arkadaşları da kovboyların yaptığı tabanca çekme yarışı gibi ellerindeki son model bilmem kaç ‘ Aypetli’ telefonları çıkartıp fotoğraflar çekmeye başladılar. Keçiören Çocuk Islahevi’ndeki Adalet Meslek Lisesi’ne arkadaşları gibi kaydını yaptıran o idealist Durmuş Ali, Avukat Durmuş Ali, kimliğiyle arkadaşlarına elini havaya kaldırıp seslendi: “Durun!” işareti yaparak sessizliği sağladı. “Arkadaşlar! O zamanlar renkli fotoğraf yoktu, daha yeni yeni tap ediliyordu. Ama ben bu siyah- beyaz fotoğrafları, bizleri yetiştiren, bize hayatın bütün renklerini öğreten saygıdeğer yöneticilerimize ve öğretmenlerimize yıllar sonra armağan ediyor, hepinize çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. 124
7-EMEKLİLİK DÖNEMLERİ *Kök Yayıncılık Okul öncesi yayınlarını hazırlayan ve eğitici oyuncaklar üretip dağıtımı yapılan “Kök Yayıncılık” kurumunda, eğitim danışmanlık yapıyordum. Çalışma ofisi, Ankara Sıhhıye semtindeydi. ODTÜ üniversitesindeki “Pazarlık Teknikleri Seminer” konulu eğitim notlarıma güvenerek, tanıtım ve satışı yapılacak kitapların hepsini, evde okuyup kurs notlarını çıkartarak, bu gençlerin A’dan Z’ye satış elmanı olarak yetiştirilmesi yönünde eğitimler veriyordum. Ders- araç ve gereçleri kısmını, için yeni emekli olmuş sınıf öğretmen bir arkadaşımız sağlıyordu. Satış eğitimi alan elemanları, sabah saatinde satış sahalarına çıkıyor geç saatlerde geliyorlardı. Akşam saatlerinde elemanlarla değerlendirmeler yapıyorduk. çok satış ve geri dönmeyen satış yapanlara ayrıca pirim ödeniyordu. Bu işimden memnundum. Bir öğretim dönemi kadar çalışma hayatında bulunmuştum. “Kök Yayıncılık” adı altında yayınlanan; okul öncesi kitapları ve ders araç- gereçlerinin hepsi Almanya’dan ithaldi. Ama Türkiye şartlarında çok orijinal kaynaklar olduğundan, okullarda çok ilgi görüyordu. Kitap fuarlarında açılan stantlarda önemli ses getiriyordu. Benim en çok ilgimi çeken kitap ve kitapların içinde olmaktı. Daha sonraları başka yayınevlerinin kitaplarının da pazarlanmasını yaparak, kitap alanının yelpazesini genişletmişti. Kitapların içinde anne ve babalara yönelik eğitim kitaplarına da yer veriyorduk. Kitap fuarlarına katılımda bulunarak, satışları artırıyordu. Set biçiminde hazırlanmış kitapların satışı çok iyi durumdaydı. Bu da benim için önemli bir deneyim olmuştu. Emeklilikten sonra çok hızlı çalışma temposu beni yorduğu için bu kurumdan, kendi isteğimle ,karşılıklı saygı içerisinde ayrılmıştım. *Alp Koleji Müdürlüğü - Şubat 1997 30 Eylül 1968 yılından bu yana, öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinden çalışarak,26 Aralık 1996 tarihinde kendi isteğimle emekli olmuştum. Çalışma isteğim içimden yitmemişti. Yoğun çalışma temposundan ayrılıp bir köşede oturmak, bana göre değildi. Günde iki gazete almaya başlamış, kendimi okumaya vermiştim. İlk işim okumakta ertelediğim, yerli yabancı birkaç kitabı okumaktı. “İçindeki Devi Uyandır.(Anthony Robbins)”adında bir kişisel gelişim kitabını, notlar alarak ,okudum. Arkasından, Halit Ziya Uşaklıgil’in “Kırk YIL” 125
romanını okudum. İkisi de hacimli kitaptı. Emeklilik ikramiyesine ve Akşehir’deki kooperatif evimizi de satarak, toplam miktar ile Keçiören Kasalar semtinde yeni bir daire almıştık. Yeni yapılmış dört katlı evin doğal gazı yoktu. Apartman sobalı olduğu için kendim öne atılıp apartman yöneticisi oldum. Önce ,doğal gaz ısınma sistemini ve apartmanın diğer eksikleri tamamladım. Apartman sakinleri, ödemelerini düzenli biçimde gerçekleştirdikleri için çok işler yaptım. Keçiören Özel Alp Koleji sahibi Alaeddin bey, Ankara Maltepe semtindeki İç Kale otelindeki yemeğe davet ettiğinde, önüme birkaç küme anahtarı attı. “Şu andan itibaren Alp Koleji müdürüsün arkadaşım.” Deyince ben önce şaşırdım, sonra okul hakkında, bilgi almaya başlamıştım. Ancak bir iki gün sonra cevap vereceğimi söylemiştim. Üç gün sonra okula gidip göreve başlamıştım. Şubat ayı sömestri sonrası, okulu açacaktım.28 öğretmenin ders programını, iki gün içerisinde yetiştirip, okulu ikinci dönem eğitim ve öğretime açtım. Keçiören semtinin ara sokağında, üç katlı küçük bir bina, özel okula dönüştürülmüştü. Çatı katında düzenlenen salonda ilk öğretmenler kurul toplantısını yapmıştım. Yasa, tüzük ve yönetmeliklere uyulması doğrultusunda, çalışma ilkelerimi öğretmen arkadaşlarıma anlatma fırsatını bulmuştum. Ankara Beşevler semtindeki MEB Özel Okullar Genel Müdürlüğüne bizzat giderek, özel okulların çalışma sistemiyle ilgili yeni bilgiler edinmiştim. Yeni yayınlanan yönetmelik kitabını ve kaynakları hemen masama koydum. Doktor ve Eczacıların ilaç defterleri gibi başvura kitabıydı. Boş vakitlerimde okuyordum. MEB Okullarında görev sırasındaki kazandığım deneyimlerimi, uygulamaya koyuyordum. Kısa bir sürede, özel okul tecrübesi kazandığım gibi ,yöneticilik dönemindeki bürokratik kuralları uygulamaya koymuştum. Bu arada Keçiören İlçe Milli Eğitim ile sürekli iletişim içindeydim. Okul sahibi hem devlette hem de dershanede çalıştığı için yapılan çalışmalarımı beğendiğini söyleyip sık sık yemeğe davet ediyordu. Bir keresinde, gittiğimiz lüks bir otelin yemek salonuna gidip ikindi vakti yemek yiyecektik. Okul sahibi Alaeddin bey, garsona içecek olarak şarap ısmarlamıştı. Garson, önümdeki kadehe bir miktar şarap koyup geriye çekildi. Ben doldurmasını bekliyordum. O da bana bakıp benden tepki bekliyordu. Alaeddin bey, şaraptan bir yudum alıp, beğenip- beğenmediğimi soruyordu. Meğer garsonun beklemesinin sebebi, şarabı benim seçmem için bekliyormuş. Ben ilk defa bu durumla karşılaşınca, garip bir şaşkınlık yaşamıştım. Filmlerde gördüğüm gibi, şaraptan bir yudum alıp ağzımda dolaştırdım, sonra yutmam gerekirmiş. İşi fazla bozuntuya vermeden. “Tamam! Güzel!” deyince, garson beyaz şarabın devamını kadehe doldurup ayrıldı. Garson gidince, Alaeddin bey , “Arkadaş sen zevk sahibiymişsin, ben de bu kalite şarabı çok severim, buraya gelince hep aynısından ısmarlarım.” deyince, şaşırdım. Ben de gerçeği anlattım. Dedim ki; “Benim başıma bu durum ilk defa geliyor. Ben ne şarap içtim, ne de şaraptan bir şey anlarım. Hiç bilmem. Garsona karşı bilgiç edasıyla yaptım.” deyince ,Alaeddin bey, kahkahayı patlattı. “Helal olsun sana Türk filmlerindeki gibi iyi rol kestin bana demek.” dedi. Öğretmenlerin özlük dosyalarındaki eksiklerini tamamlamıştım. Bu yüzden Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetimi sırasında, hiç zorluk çekemeden, teftişim, kısa sürede tamamlanıp, birkaç konu ya dikkat çekilerek olumlu rapor gelmişti. 126
Okulda, ilkokul birinci sınıftan, lise son sınıf öğrencilerine kadar bütün öğrenciler, aynı bahçede, hep birlikte İstiklal Marşı’nı söylüyorlardı. Ayrıca bazı lise öğrencilerinin psikolojik yapılarını göz önüne alarak, özel görüşmeler yapıyordum. O öğrencilerin davranışlarındaki olumlu değişiklikler karşısında, velilerden teşekkür geliyordu. Dersleri zayıf olan bir öğrenciyle konuşarak, babasını okula çağırmıştım. Öğrenci velisi siteler esnafıydı. Genç yaşta zengin olmuş, atılgan ve cana yakın birisiydi. Çocuğunun başarısı ve davranışları hakkındaki değerlendirmelerimi ve çözüm önerilerimi açıklarken, beni dikkatle dinliyordu. Sonra benim sözlerim bitmeden. “Müdürüm bana dert anlatacağım diye çırpınma. Sağolun, çok gayret gösteriyorsunuz. Ben çocuğumu ,bu özel okula niye gönderiyorum? Benim çocuğun, bir şekilde lise diploması olsun. Sitelerdeki açtığım işyerimin masa başına oturtunca, arkasındaki duvarda bir lise diploması asılı olsun. Çocuğumun terbiyesizliği, ahlaksızlığı olursa, haber et, onu affetmem gerisi sizden. Haydi Allahaısmarladık müdürüm.” diye kalkıp gitmişti. Kahvesini bitirmeden geldiği Mercedes otomobiliyle ayrılıyorken, camdan bakakaldım. Öğrencimizi de otomobilin içinde oturduğunu görmüştüm. Okulun hizmetlileri görevlerini aksatmaları, beni en çok rahatsız eden konular arasındaydı. Yaşlı bir görevli, “Otuz Ağustos Zafer Bayramı” haftasında, Türk bayraklarını okulun gerekli yerlerine asmadan köyüne gitmiş. Bunun haberini, karşı binadan gelen telefondan öğrenmiştim. Acilen, evden taksiyle okula gelerek, okul binasının çeşitli yerlerine, bütün Türk bayraklarını kendim asmıştım. Ertesi gün, ifadesini alıp soruşturmasını yapmıştım. Görevliye , yönetmelik gereği ,yazılı uyarıda bulunmuştum. Okul müdürü koltuğunda hiç oturmuyordum, her an her yerde beni görebildikleri için öğretmenlerin ve öğrencilerin derslerine geç girme sorunları yaşanmıyordu. Evrak işlerini, öğrenciler okuldan ayrılınca yapıyordum. Rehberlik öğretmeni bayan arkadaşımın eşi, fizik öğretmenini müdür yardımcısı olmasını sağlamıştım. Bu durumun disiplin yönünden çok yararı olmuştu. Genç evli olan bu çift öğretmen arkadaşların evleri de karşı sokaktaydı. Bu da büyük avantajdı. Özel okul yöneticileri, öğrencilerin sosyal faaliyetlerine önem vermesi yönünde çaba gösteriyorlardı. Bu durum, okulun reklamı yönünden faydalı ve gerekliydi. Okulun geliri yükselmeye başlayınca, yeni bina yapılması çalışmalarına ağırlık verilmişti. Çünkü içinde bulunduğumuz bina, üç katlı apartmandan dairesinden okula dönüştürülmüştü. Bu okulda yaklaşık iki yıl görev yapmıştım. Özel okul deneyimim olmadığı için çok çalışıyor, çok yoruluyordum.1998 Yılı Nisan ayı sonlarında, okul sahibinin kızı ve damadı, sınıfları gezerek, önümüzdeki öğretim yılında kutlanacak olan 24 Kasım Öğretmenler Günü için “Yılın “Öğretmenİ” seçimini yapmak için anket yaptıklarını görmüştüm. Benden izinsiz yapılan bu çalışmanın, uygun olmadığını, okul sahibi Alaeddin Beye ve öğretmen eşine bildirip, durumdan duyduğum rahatsızlığı belirtmiştim. Fakat birkaç gün sonra, aynı çalışmayı yapıyorlardı. Hemen Alaeddin beye giderek görevden istifa edeceğimi söyledim. Ama ben bu durumun devamını görünce, yetkime müdahalesi sayarak, ayrılma kararımda ısrar etmiştim. Alaeddin bey, durumu düzeltebileceğini söyleyip ayrılmamı istememişti. İstifa dilekçemi, MEB Özel Okullar Genel Müdürlüğüne göndermiştim. Alaeddin bey, çocuklarının bu yanlış davranışlarının nendi, okul ortağı öğretmen eşinden kaynaklandığından fazla bir şey yapamamıştı. Görevden ayrılmam gerekçemi çok iyi bildiğinden anlayışla karşılamıştı. Alaeddin 127
Beye teşekkür ederek dostça ayrılmıştım. Alp Koleji’nden ayrıldıktan iki yıl sonra, yeni binası bitmiş, açılışı için beni de davet etmişti. Okulun açılışına gittiğimde, zamanın siyasetçisi Süleyman Demirel tarafından açılışı yapılmıştı. Birkaç yıl sonra okulun başka bir kuruma devredildiğini öğrenmiştim. *Ankara Yükseliş Koleji - Kasım1998 Önce, Kızılay Ziya Gökalp caddesindeki TED Koleji’ne öğretmenlik için başvurdum. Yazılı ve sözlü sınav yaptılar. Bir hafta sonra, kat sorumlusu müdür yardımcılığı teklifi gelmişti. Ben yöneticilik değil ,öğretmenlik istediğimi belirttiğimden, öğretmenlik kadrosunu boş olmadığı cevabını almıştım. İşin garibi, Arı koleji’ne öğretmenlik yazılı sınav sonunda, önce müdür yardımcılığı, sonra da öğretmen olarak çalışabileceğimi bildiren teklif gelmişti. Bunu da istememiştim. Bazen Ankara Emekli öğretmenler lokaline uğruyordum. Ağva’da birlikte görev yaptığımız okul müdürüm İbrahim Bayram ile karşılaşınca çok sevinmiştim. Sohbet sırasında, on yıldır Yükseliş Kolejinde Resim öğretmenliği bölüm başkanı olarak çalıştığından söz etti. ‘Özel okulda çalışmak istersen, benim referansımı vererek, Yükseliş Kolejine başvuruda bulunabilirsen.’ dedi. Birkaç gün sonra, Yükseliş Koleji’nin Söğütözü semtindeki binasına giderek ,dilekçeme özgeçmişimi ekleyip verdim.Üç dört gün sonra, çağrıldım. Yükseliş Koleji’nin Söğütözü yerleşkesinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak göreve başladım. Büyük bir eğitim kampüsüydü burası. Ankara’da özel okullarından en büyük ve önemlisi olan bu özel okulun on bin civarında öğrencisi olduğu zamanlarından söz ettiler. Bu özel okulda iki yıl Türk dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmıştım. Okulun binası çok büyüktü. Yanındaki ilkokulu ve sosyal kuruluşlarıyla Ankara’nın sportif ve kültür hizmetlerine ev sahipliği yapıyordu. Ankara’da ilk Olimpik yüzme havuzuna sahipti. Üstün teknik donanımlı tiyatro kuruluşunda, ünlü tiyatro sanatçısı Levent Kırca, ”Üç Baba Hasan” oyununu, iki ay kapalı gişe olarak bu okulun salonunda sergilemişti. Yükseliş Koleji, sahibi Hacı Ali Demirel, cuma günleri çok misafir ağırlıyordu. Bakanlar, bürokratlar, kendilerini göstermek için cuma namazı kılmaya geliyorlardı. Kardeşi Süleyman Demirel’e daha yakın olmanın başka bir yolu gibi görenler olduğu için, bu küçük mescid çabucak doluyordu. Okul sahibi Hacı Ali Demirel, bu misafirlere yemek ikram ederdi. Bu gelenek yıllarca devam ediyormuş. Birinci kattaki öğretmenler odasının penceresinden baktığımızda, Okul sahibi Hacı Ali Demirel’in oğlu, siyah resmi otosuyla, içinde para olduğunu sandığımız, birkaç para branda çuvalını, otomobilin bagajına koyup bankaya yatırmaya gittiğini, daha sonra, makam şoföründen öğreniyorduk. 1999 Yılı şubat ayında, bir bayan öğretmen, önemli bir haberi duyurma heyecanıyla sınıf kapılarını tek tek açarak; “Duydunuz mu Abdullah Öcalan yakalanmış.” haberini vermişti. Canlı naklen medya görevlisi olmuştu. Teneffüse çıkmıştım. Salon nöbetçisi olduğumdan ,ben dersime en son girecektim. Salonda ortaokul öğrencisi bir çocukla karşılaşmıştım. Neden ders girmediğini sorunca, babasının kendisini almaya geleceğini söylemişti. Ben de baban kim diye sorunca; “Milletvekili Ahmet Türk öğretmenim .”demişti. Ahmet Türk, Hadep partisi politikacısı olduğundan korkmuş olmalı ki çocuğunu almaya gelmişti. Ama 1999 yılı haziran da 128
okul tamamen eğitim öğretime kapanmıştı. Çoğu öğretmen maaşını alamamıştı. Benim de yaklaşık altı yüz tl. alacağım vardı. Okul kapandıktan sonra ,tüm öğretmenler, alacakları için dava açmışlardı. İki yıl sonunda, günlük faiz uygulamaları yapılarak alacaklarımızı almıştık. Avukat giderleri hariç, altıyüz lira karşılığında, beş bin lira almıştım. Okulun şimdiki yerleşkesine, bir mühendislik fakültesi yapılmıştı. Okul Müdürlüğüne vekalet eden İngilizce öğretmeni Rezzan Gökdeniz ,yeni açılacak bir kolejde, birlikte çalışmak isteğimi sorunca, ben de birlikte çalışabileceğimi kabul etmiştim. *Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Özel Lisesi - 17 Ağustos 2000 Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Özel Lisesi müdürü Rezzan Gökdeniz, 2000 yılında kurucu müdür olarak okulun açılışını yapmıştı. kurmuştu. İki yönetici ve üç öğretmen olarak beş kişiyle okulun kuruluşunu sağlamıştık. İlk öğretmenler kurulunu 17 Ağustos 2000 yılında yapmıştı. Ben de, o gün, koroner kalp anjiyografi olmuş, iki damarıma stent takılma işleminden çıkıp göreve başlamıştım. Bu okulda Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olarak yedi yıl çalıştım. Okulun dayandığı en büyük güç Ankara Üniversitesiydi. Üniversite vakfının okulu olarak açılması yanında, üniversite, öncelikli olarak akademik desteğini hiç eksik etmeden, nitelikli kolej veya lise olması için her türlü desteği veriyorlardı. Bu dönem içerisinde, okulun önemli bir eğitim vizyonu ve misyonu Rezzan Gökdeniz tarafından belirleniyor, başarıyla yürütülüyordu. Okul giderek kurumsallaşıyordu. Okula kılı kırk yarılarak alınan öğretmenlerin nitelikleri, kariyerleri, akademik bilgi düzeyinin yüksek olması için gereken özen gösteriliyordu. Öğretmenler, yazılı ve sözlü sınavlar sonucunda işe alınıyordu. Öğrencilerin sınavları çok ciddi biçimde ve bilgisayar ortamında değerlendiriliyordu. Soruların analizleri yapılıyor, istatistik içerikli yorumları yapılarak, çözüm önerileri öğretmenler kurulunda tartışılıyordu. Öğrenci başarıları, ilk mezunların verilmesinden sonra, orta ve ortanın üstündeki üniversitelere giriş başarıları görünmeye başlamıştı. İlk mezunları, başarılı denebilecek durumdaydılar. Öğrenci velilerin önemli kısmı Ankara Üniversitesi akademisyenleriydi. Bu kolej, vizyonu ve misyon ilkelerini belirleyip Türk Milli Eğitimde, kendine bir yer edinmek istiyordu. Bu ilkelerin amacına ulaşılması için başta okul yönetimi olmak üzere, öğretmenler, öğrencilerle birlikte ,sabahlara kadar uykusuz geceler boyunca, çalışıyorduk. Ankara Üniversitesine ait Gölbaşı ilçesine bağlı İncek semtindeki rasathane ye ait geniş bir alanda, önceleri İlk öğretim okulu açılmış. Aynı alanda, başka bir binada lise eğitimine başlandı. İlkokuldan başlayıp üniversiteye girişe kadar bu eğitim kampüsü, özel okul şartlarına çok uygundu. Anaokulundan, lise mezuniyetine kadar uzanan Yabancı dil ağırlıklı bu Kolej, MEB çatısında, önemli yere sahip olmuştur. Kısa zamanda, tek sınıflı liseli öğrencilerin mevcutlarından başlayıp, beş yüz mevcutlu öğrenci grubuna ulaşmıştır. Bu başarılı eğitim yuvasının yaşaması ve yaşatılması amacında, Türkiye Cumhuriyeti, MEB‘in içerisinde yerini almıştır. Okulun akademik eğitimin niteliğinin yükseltilmesi için, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesince destekleniyordu. Ayrıca Milli bayram ve önemli günlerin en güzel biçimde 129
anılması ve kutlanması için okulun kutlama komitesince gerçekleştiriliyordu. Çalıştığım yedi yıl süresinde kutlama komitesi başkanlığını yapıyordum. Törenin metinlerini Edebiyat zümresi, diğer görseller için resim zümresi, konulara uygun müzikler için müzik zümresi ve Beden Eğitimi zümresi görev alıyordu. Cumhuriyet bayramı,10 Kasım Atatürk’ ü Anma,18 Mart Çanakkale Şehitleri Anma ve 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Ve Gençlik Bayramı töreni çok görkemli biçimde sunuluyordu. Bu programların bazısı, ilköğretim okuluyla bütünlük içerisinde gerçekleştiriliyordu. Bilgisayar zümresinden, matematik bölümüne kadar her zümre öğretmenlerinin projelerini bir program çatısında birleştirip sunuyorduk. Her programın en az iki ay öne hazırlıklarını yapıyorduk. İstekli öğrenciler başta olmak üzere, çok sayıdaki öğrencilerin çalışmaları, ders saatleri dışında hazırlanıyordu. Bir yıl sonra, Edebiyat zümresi olarak okul dergisini çıkarmaya başlamıştık. Okul Müdürü Rezzan Gökdeniz ,tüm bu çalışmalara bizzat katkıda bulunuyor, maddi yönden, yönetim her türlü desteğini veriyordu. Her yıl mutlaka İngilizce bir tiyatro sahneleniyordu. Türkçe tiyatro sergilenmesi için profesyonel yardım alınarak, her yıl bir Türkçe tiyatro oyunu sergileniyordu. Her yıl düzenlenen diploma töreninde görev yaparak, metinlerini bizim bölüm hazırlıyordu. Okul yönetimi, mutlaka 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlama programı düzenleniyor, öğretmenlere armağanlar eşliğinde ;kokteyl veya yemek veriliyordu. Bu sosyal faaliyetler, hem öğretmene, hem öğrenciye değer verdiğinin bir kanıtını gösteriyordu. Bu çalışmaları, Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı tarafından sürekli destekleniyordu. Bu maddi ve manevi güç, okullara yüksek motivasyon sağlıyordu. Bu nedenle, üç veya dört ayda bir üniversiteden, alanında yetkin akademisyenleri tarafından, öğretmenlere yönelik; mesleki kurs, seminer, konferans programları uygulanıyordu. Bu çalışmalar, öğretmenlerin mesleki formasyonunu yükseltiyordu. Bu hizmet içi eğitiminin sürekliliği, öğretmene yapılan en önemli yatırımdı. Bu çalışmalar, önceleri, genç öğretmenlerin fazla ilgisini çekmiyordu. Ama yıllar geçtikçe, genç öğretmenler, çalışmaların önemini daha iyi anlıyorlardı. Hatta kendi isteğiyle bu okuldan ayrılan öğretmenin okulu ziyarete geldiğinde, bu hizmetiçi çalışmasının önemini takdir ettiğini itiraf ediyorlardı. *Hiçbir Hobim Yok Her devlet memurunun emekli olduktan sonra, yaşamak istediği bir hayalini hatırlayalım: “Emekli olunca, küçük bir sahil köyüne gidip yerleşeceğim. Sabah akşam balık tutacağım, ev yemeklerini bizzat yapacağım. Başka bir hayal ise, önce Türkiye’yi sonra Dünya’yı gezeceğim…”gibi. Daha benzer bir hayaller kurulur. Ama ben benzer hayalleri düşünmedim. ilgi duyduğum, sevdiğim işlerin peşinde olmak benim emeklilik sonrası gerçekleştirme faaliyetlerim oldu. Adına ister hobi densin, ister zevk aldığımız alanlara kendimizi yönlendirmek olsun…Adı ne olursa olsun, insanların yaptıkları işlerden mutlu olması önemlidir. Hobi konulu bir anekdotu anlatmak isterim: Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Özel Lisesi’nde görev yaparken ,öğretmen alım komisyonunda bulunuyordum. Genç bir bayan Türkçe öğretmeni mülakata çağrılmıştı. Üye üniversite hocaları, alan bilgisini öğrenmeye yönelik sorular yöneltiyorlardı. Ben de genç öğretmene, hobilerinin olup olmadığını sormuştum. Cevap olarak, hiçbir hobisi olmadığını ve gereksiz olduğunu söylemişti. Arakasından en son okuduğu kitapların neler olduğunu sormuştum. Dershane öğretmeni olduğunu, kitap okumaya fırsatı olmadığını belirtmişti. Komisyon üyesi üyeler olarak, hepimiz 130
şaşırıp kalmıştık. Üniversite hocalarımdan MEB Talim Terbiye başkanlığı yapmış olan Prof Dr.Galip Karagözoğlu’nun bir sözünü kurulda dile getirmiştim “Sınıfa girince öğrencilerin ilgi duyduğu alanlara öğrenci seçimi yaparken, hiçbir zaman öğrencileri yönlendirmeyin. Sen, spor koluna, sen Matematik koluna, sen Gezi koluna, sen Kültür - Edebiyat Koluna ,diyerek öğrencileri, zorlamayın arkadaşlar. İsteyen öğrenciler, istedikleri eğitici kollara veya yeni adıyla Kulüp seçimine geçsinler. Siz sadece rehberlik edin, yeterli.O eğitici çalışmalar içerisinde bulunan öğrencilerin; ilgi, yetenek ve uyumlarını gözleyin, sonucu öğrencilerinizle, gerekirse velilerle paylaşın. Bakın,ne olur biliyor musunuz? Ben söyleyeyim. Kendi isteği ile bu çalışmalarda görev almak isteyen çocuk, gecesini gündüzüne katar, çalışır. Para pul istemez. Hatta cebinden para harcar, o faaliyetleri yapar. Kendinden geçer, o işin sevdalısı olur, o “işin manyağı” olur. İşte bu çocuklar bulup görev vermelisiniz . Bu öğrenci seçiminde öğrenciler yeter ki samimi olsunlar, gelip geçici heves içerisinde olmasınlar, bu yeterlidir.” Derdi. Bu genç öğretmenin hiç hobisinin olmadığını söyleyerek, mülakattan ‘sınıfta kalmıştı.’ Yazık. Yazık ki ne yazık! Kendine zaman ayırmayan, başkalarına hiç zaman ayıramaz. Çok şeyler bilmesi yetmez, çok şeyler yaşaması gerek. O günkü mülakat komisyonu üyeleri olarak, şaşkınlıklarımızı üzerimizden atamamıştık. Diploma törenleri, okul müdürünün başkanlığında, bütün bölümler, görev üstleniyordu. Son yıllarda profesyonel bir şirkete yaptırılmıştı. Bu şirketi ücret karşılığında yapıyordu. Bizim işimizi hafiflemişti. Okulun yerleşkesi, İncek semtindeki Ankara Üniversitesine ait Rasathanede olmasından dolayı, ekonomik yönden büyük avantajı vardı. Mezun öğrencilerin üniversiteye giriş başarısı, yükselmeye başlayınca ,üniversite akademisyenlerinin çocuklarını okula kayıtları giderek fazlalaşıyordu. Bu nedenle vakıf senedine göre, üniversite hocalarının çocuklarına indirim yapılması olumlu sonuç doğuruyordu. Ayrıca, bütün bölümlerin üniversiteye hazırlık programları doğrultusunda, dershane boşluğunu giderecek biçimde çalışmalar yapılıyordu. Okul müdürü Rezzan Gökeniz’in üçüncü yılını doldurmuştu ki okul müdürlüğünden alınması, tüm çalışmaları sekteye uğratmıştı. Beklenmeyen bu yönetim değişikliğinden sonra, yerine atanan okul müdürleri, açılan vizyon ve misyonu izlemeye çalışıyorlardı. Vakıf yönetim kurulu ,bana da okul müdürlüğünü önerdiler, fakat ben kabul etmedim. Ben de çalışma hayatıma son noktayı koyma zamanının geldiğini görüp gerçek emeklilik yaşantıma başlamıştım. İki bin yedi yılı haziran ayında, çok sevdiğim öğretmenlik mesleğimin 39. yılını tamamlayıp kendi isteğimle, gönül huzur içinde buradan da emekli olmuştum. Yirmi yedi yıl dört ay devlet kurumlarında, on iki yıl da özel lise ve dershanelerde çalışmıştım. *Tam Emeklilikliğe Doğru Bir dostumun “Tam emeklilik “sözünü, “öğretmen emekli olmaz “şeklinde değiştirdiğinden esinlenerek, zamanının büyük kısmını kendime ayırmaya karar vermiştim Yapmak istediklerimi sıraya koymuştum. ”Çok Kitap okuma ve yazma eylemi” birinci işim olmalıydı. Eski, yeni yayınları, ilgimi çeken kitap ve dergileri takip ediyordum. Hatta Dernek ve vakıflara ilgi duyuyor, bazılarına üye oluyordum. İlesam ve Türkiye Yazarlar Birliğine üye olup toplantılarına 131
katılıyordum. İlesam’ın cumartesi günleri yapılan şiir programlarına katılarak, gelenlere katılıp şiirlerimi okuyordum. Türkiye çapında düzenlenen Seminer, konferans çalışmalarına katılıyordum. Hazırladığım kitaplarımı yayınlıyordum. Okul Yıllarımdan bu yana yazdığım şiirlerimi kitaplaştırmıştım. Mavinin Damıtımı, Deniz Güneşi şiir kitaplarımı aralıklı olarak yayınlamıştım. Arkasından beşinci kitabım “Aşina aşklar” şiir kitabımı yayınlamıştım. Artık Kendi ölçülerimde, kültür ve sanat dünyasında, belirli bir alanım olmuştu. Arkasından “Sağır Kuş” adlı öykü kitabımı yayınlamış, Ankara kitap fuarında imza günlerine katılıyordum.2015 Yılında oğlum, Alanya’daki bir markete yönetici olarak atanmıştı. Biz de torunumuzu ziyarete gidince, Alanya’yı yakından tanımıştık. Bu turistik kentte gerçekleşen kültür faaliyetlerine ilgi duymaya başlamıştım. İlk işim, Alanya Halk kütüphanesini ziyaret etmek olmuştu. Bu kütüphanenin yayınlarından ilgimi çekenlerden yararlanmaya başlamıştım. Buradaki Alsav (Alanya sanat kültür ve Turizm Vakfı) kurumuna ilgi duymaya başlayınca ,kültür programlarında faaliyet göstermeye başlamıştım. Alsav’ın çıkardığı “4 Mevsim Alaiye” dergisinde ,şiirlerim ve yazılarım yayınlanıyordu. Alsav’ın düzenlediği 13.Kültür Seminerinde “Şiirlerde Alanya” konulu bildirimi sunmuştum. Yapılan seminerlerin kitaplaştırılacak olması ilgimi çekiyordu. Derginin yazı işlerine katkıda bulunuyor, Alanya kentini ilgilendiren güncel konularla ilgili yazılarım yayınlanıyordu.15. sayıdan itibaren çıkarılan dergide, şiirlerim ve yazılarım 22. Sayıya kadar yayınlanmıştı. Alsav tarafından yayınlanan Alanya içerikli kitapları, okumaya çalışıyordum. Ankara ve Alanya Kitap fuarlarına katılıyor, kitaplarımı imzalıyordum. Kendi olanaklarım ölçüsünde, bir yandan okuyor ,bir yandan yazmaya çalışıyorum. Bizim yörede çok konuşulan bir öyküden söz etmek isterim: İlçede kendi halinde yaşayan, yoksul, sessiz ve zararsız garip bir kişi varmış. Halk arasında , “ Gemiş Efe” lakabıyla anılırmış .Bir gün kahvenin bir köşesinde çayını yudumlarken, kahvede çıkan bir kavgada, bunu olaya karıştığı gerekçesiyle, tutuklayıp hapishaneye atmışlar. Acemi mahpus, bir köşede oturken, cezaevinde yangın çıkmış. Mahkumlar yangını fırsat bilerek, cezaevinde ayaklanma çıkartmışlar. Bu olayları seyreden Gemiş Efe, durumdan hiç etkilenmeden, ayağındaki Gıslaved marka lastik ayakkabısının tekini yandaki koğuşa atıp yavaş yavaş yangın yerini terk etmiş.O sırada yangın söndürülmüş, ortalık sakinleşmiş. Soruşturma sırasında, koğuştan çıkan bir tek lastik ayakkabıyı bulup sahibini aramışlar. Bu lastik ayakkabının ayağındaki diğer tekinin kendisinin olduğunu söylemiş. Lastik ayakkabıyı Gemiş Efe’ye getirmişler. “Bunu biz koğuştan bulduk, sen niye o koğuşa attın ayakkabının tekini?” demişler. “Canım bu ayaklanmada, Gemiş Efe de vardı desinler. O zaman bizim adımız da böyle duyulsun.” demiş. Bizim ki o hesap, ‘ Bir Hikmet hoca da vardı .’desinler diye ,oyalanıyoruz şu alemi Dünyada. 132
8-BİR MEMLEKET SEVDALISI - 1999 SAKIN ATMA BU MISRALARI “Benim yaşayan dünyamdır şiir. Hep yazarım yazarım yazarım. Halka da yazarım HAKKA DA” (Zeytin Pınarı,şiirler,1996,s.44) Bolvadin aşığı Selçuk Alparslan hemşerimizin, Hak’kın rahmetine kavuştuğunu BOLDAV (Bolvadinliler Dayanışma Vakfı) mesajından öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Allah rahmet etsin. “Şiiri, gönülden gönüle köprü” diye tanımlayan Selçuk Alparslan ağabeyimiz, mısralarını bize emanet edip aramızdan ayrılmıştı. Şair ağabeyimizin şiirleri umarım gök kubbede yankılanacaktır. Selçuk Alparslan hemşerimiz bir memleket sevdalısıydı. Kendisini, Ankara’da 1986 yıllarında, Ziraat Bankası’nın Ulus merkez binasında, Sosyal İşler müdürü görevindeyken tanımıştım. Ziyaretlerim sırasında, yaptığı işlerden bahsederken ikide bir; “Bolvadinim, memleketim, mahallem!” diyerek, söyleşiyi, canlı tutmaya çalışırdı. Masasının altından çıkardığı siyah kaplı klasörden, Bolvadin üzerine yazdığı şiirleri okumaya geçti. Artık istediği olmuş, kendini dinleyene karşı, mutlaka sözü, şiire getirmiş ve heyecanını yaşatmaya niyetine ulaşmıştı. Tombul haliyle o kadar hızlı ve atak davranıyordu ki; elindeki şiir yüklü defteri, masaya koydu. Coşkulu biçimde, sağa sola yatarak defterin sayfalarını çeviriyordu. Bir fazla şiir okumak için, şiirleri, hızlı hızlı okumaya çaba gösteriyordu. Arada bir terini silerken, gözlerini sayfalarda ayırmıyordu. Rahmetli Selçuk Alparslan ile daha sonraları, Boldav toplantılarında, karşılaştığımda, hemen şiirden bahsederdi. Karınca dergisinde yayınlanan “Ahilik Orta Yolun Direğidir…”(Ocak 1995) ve “Tarih Süreci İçerisinde Turani Bir Kavim”(Mart 2002)yazılarının birer fotokopilerini bana hazırladığını söyleyip vermişti. Tekrar terini sildi. Aklına yeni bir şey daha gelmişti. “ Bak sana iki tane daha şiirimi vereceğim.” deyip yuvarlana yuvarlana yandaki odaya gidip iki şiirini getirdi. Birisi, “Çok Seviyorum Seni Bolvadinim” diğeri de “Sultanımdır Bolvadin.” Bırakır mı beni. Hemen en son verdiği şiirden bir bölüm okudu bana. Hızlı hızlı konuşmasına ara verdi durakladı. ”Hep ben konuşuyorum Hikmet Hocam, senin de güzel şiirlerin var. Üç kitabın yayınlanmıştı. Yeni çıkacak şiir kitabının adını koydun mu“ diye 133
ani bir soruyla karşılaşmıştım. Ben de “ Evet yeni üçüncü şiir kitabımın adı ”Aşina Aşklar.” Diye cevaplamıştım ama dayanamadı yine Senin Bolvadin konulu şiirlerini haydi oku bana da dinleyelim “ diyince ben de sanki böyle bir öneriyi bekliyormuşum gibi üç şiirimi çantamdan çıkarıp okumaya başlamıştım: “SAY ET” BOLVADİN Mavzer mi çığlık mı çakar şimdi sessiz evlerden. Bekirağa Bölüğü mü sandın şimşek seslerden. Yavuklusu görünmez kimseye , kaçar gözlerden. Esnaf pazarı doğar, tarihi bedestenlerden. Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Buluştururlar bayram kokan kınalı elleri, Tenhalardan seslenen canlı sevda bakışları. Sıradadır çeşme başındaki çatık kaşları, Ağaların Konağı’nda gör, mazlum aşıkları. Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Medreselerde meşk acısı taşır sineleri, Cirit’te koşudadır göz kamaştıran tayları, Tez hesaplar, Kırkgöz köprüsününün kemerlerini, Heybeli’de cetlerin bulut yüklü göz yaşları. Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Eber Gölü’ndeki ak turnalar can çekişiyor, Cesur hayalleri dünden yarınlara eriyor. Tarihteki asaletli soyundan bahsediyor. İnternet tuşlarından ilmini konuşturuyor. Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Uygarlık ufkun; kültür , irfan, inanç hamurunda. Karanlıkları bilmez şehrin , nurlu yollarında. Taşını, toprağını duyuyorum müjdelerde. Kâbe yolunda, her an için kanmazsın Kevser’e . Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Uykusuz Horan Çağlayanı, keser hasretini. Kıblenin namzgahıdır çeşmeli Çarşı Cami. Gönülden bağlar Alaca rahlesine kendini. Berzah’ta kıyamda durur Abdülgadir Geylani. Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET BOLVADİN! *** Dağlarca düşlerine sahip çıkar , sevgilerin. Varlığının hazinesini yaşatır irfanın. Cömert yüreğinle kendine kucak açmalısın. Semadan gelen sese kulak verirsin Bolvadin. 134
Övünerek sahiplenmek güzel, SAY ET SEN BOLVADİN! Hikmet Özdemir *Say etmek: Çalış, gayret et, çaba göster, uğraş, emek --------------------------------------------------------------------------- BOLVADİN Talihsiz göçmen kuşlarına benzer. Kestemetliler hasır pazarında Bucak hanayında bağdaş kurarlar. Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Her eylülde Cirit’ te koşar atlar , Ceviz Arkaç’ da Selçuklu soluklu. Balta çeşmesinden gelir dorular Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Hisar içine üç kapı açılır Kaymaz’da Tahir Bey Ayan’a hazır. Kırık Minare iftarı müjdeler Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Emrullah’da sedirli evler yeni. Şazi’nin kerpiç duvarları eski Avdan Mevkisi‘ndedir harmana yeri. Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Akçeşme’den böbrek taşına çare. Bademlik yeşilliği Bolvadin’de. Kaymaz’da, çanak çömlek patlatırlar Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Bolvadin’de zaman zimmet yazılır. Alaca Mahallesi’nden okunur Yoksulun yardımlarına koşulur Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Doğduğum kent Bolvadin ‘de doyarım Daim sıla hasretiyle yanarım Çarşı Camisi tarihin tanığı . Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. ** Kavuştuğum sıla toprağındayım Mutlak bir Bolvadinli var karşında Gönülden bağlıdır hemşerisine Bayramlarda vazgeçilmezdir sılam. 135
Bolvadin üzerine iki şiirimi okuyup bitirince, öyle kendinden geçercesine dinliyordu ki; uykudan uyanırcasını gözlerini ovuşturup beni şöyle bir an süzdü: ”Çok beğendim, hemşerim Sanki Bolvadin sokaklarında gezdim. Çocukluğumu yaşadığım, mahallemde, “Çelik çomak oynamış gibiydim.” Sağ olasın, ağzına sağlık.” Bu övgü dolu konuşması, beni de mutlu etmişti. Teşekkür edip konuşmasına tekrar fırsat tanımak istedim. Selçuk Alparslan ağabeyimizle nerde karşılaşırsam ;nasılsın, iyi misin, sözlerinden sonra, söyleşiyi hiç uzatmadan, konuyu, yazdığı yeni şiire getirirdi. Şiirlerinin çoğunda Bolvadin sevdası vardır. Bütün şiirlerinin kenarından, köşesinden “ haşgeş” kokar; bembeyaz kaymak görünürdü. Heybeli Kaplıcası’nın sularındaki kükürt kokusunun şifasından söz ederken, nasıl işletilmesi üzerine kendinden geçerek projelerden bahsederdi. Yıllardır Ziraat Bankası Sosyal İşler müdürlüğü sırasında, bilgi ve donanımını aktarmaktan mutlu olur,isteyenin önüne yeni projelerini dökerdi. Aklına gelen acı – tatlı anılarını anlatırken, yumuk yumuk ellerinin tersiyle gözyaşlarını silerdi. Bolvadin dendi mi kendinden geçiyordu. Bu kadar mı memleket aşığı olunurdu? Gelin görün ki memleketteki yansımasının yetersiz olduğunu üzülerek anlatırdı. Yaşadığı kısa bir olayı paylaştı benimle: Ankara’da rastladığı bir hemşerisine, şiir kitabını imzalayıp verdiğini, ama hemşerisinin nezaketen de olsa bir geri dönüş yapmadığından serzenişte bulundu. Heyecanlı bir şekilde konuşmasını sürdürdü: “Bu hemşerim, bana bir günden bir güne, telefon açıp da bana, ‘Hemşerim kitabını okudum; şurası iyi, şurası kötü.’ demez mi insan? Bu kişi koskoca mühendis. Ne diyeyim, Allah yardımcısı olsun.” Şimdi sana anlatmak zorunda kaldım. Başka kimseye de anlatmadım.” Ben de anlattıklarını, dikkatle dinleyip, “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen ,Allah’a şükretmesini bilmez .” deyince, dizime hafiçe vurup “Atana rahmet, çok doğru dersin.” 1999 Yılı Ankara’nın Şubat soğuklarında, Kızılay otobüs durağında karşılaşınca, hemen kolumdan tuttu. Duraktaki banka ikimiz sıkıştık. Koltuğunda sürekli taşıdığı, kendi gibi göbekli çantasını açtı. İçinden, heyecanla bir kitap çıkardı. “Bana bak Yörükzade, bu şiir kitabım yeni çıktı, sana hemen burada imzalayacağım.” diyordu. Gözleri parlıyor, çocuk gibi seviniyordu. Kızılay otobüs durağında dizlerinin üstünde ,“Zeytin Pınarı” adlı, şiir kitabını imzaladı. Geriye çekilip bir rahat nefes aldı. İmzaladığı sayfaya baktım. “Sayın Hemşerim Hikmet Özdemir kardeşime, sevgilerimle.9/2/1999 Ankara.” kitabını, hemşerilerine imzalayıp vererek, kendince, Bolvadin sevgisini bu şekilde paylaştığına inandığı için mutlu oluyordu. Rahmetli Selçuk Alparslan’ın bana hediye ettiği şu şiiriyle bitireyim sözlerimi: “ÇOK SEVİYORUM SENİ BOLVADİNİM Şifalar beldesidir kaplıcası Dünyada bir tanedir kaymaklısı Ağızlarda nefistir sütlü aşı Çok seviyorum seni BOLVADİNİM * Halkla Hakk’ın evidir “ALACA”SI(1) İnançların dergahıdır yuvası Hisar’ı,Uluküllük’ü , Kaymaz’ı(2) 136
Çok seviyorum seni BOLVADİNİM Sende yatar atam dedem mezarı Milletimden Hak saklasın nazarı * Balkaymağım “haşgeşimin”(3) pazarı. Çok seviyorum seni BOLVADİNİM * Selçuk Alparslan der senin “kulunum” Ezelden ebede ben SELÇUKLUYUM Oğuz boyluyum DEDEM KORKUTLUYUM Çok seviyorum seni BOLVADİNİM” Selçuk Alparslan 1 ve 2)Bolvadin’de Mahalleler.3) Haşhaş (S.34) 137
9-DAMLAMAYAN BOYA 2013 Hasta ziyaretine eli boş gidilmezdi. Hastanenin raylı kapısından içeri girdik. Otomobili hastane garajına koyduk. Tepemizdeki havalandırma borularının zincirlerle askıya alınmış dehlizinden geçtik. Birinci Dünya Savaşı filmlerinde, gördüğümüz sığınaklara benziyordu. Asansörle binanın giriş kapısının önüne geldik. Döner kapılı ana girişten sonra, upuzun bir kantinin içinden geçerek, buzdolabından meyve suyu aldık. Yukarıya çıkacağımız asansör gelmiş, kapısı açık bizi bekliyordu. Arkamızdakilerin uyarmalarına fırsat vermeden, içi çok geniş olan asansöre bindik. Üçüncü katta indik. Birlikte geldiğim yeğenim Ahmet Koca’nın yol göstermesiyle kardiyoloji bölümüne ulaştık. Her hasta ziyaretimde, “9.Hariciye Koğuşu” romanı gelir aklıma. Hastaların acılara karşı direncini anlatan Peyamı Safa, eski evlerin ayakta kalma savaşını tasvir ederken; koğuşlarda yatan hastaların hissettiği acılarla, eski binalar arasındaki benzerlikten söz ediyordu. Geçen yıl bir yakınımı hasta ziyaretine geldiğimde, aynı hastane duvarlarının pembe olduğunu görmüştüm. Ama şimdi koridorlar maviye boyanmıştı. Temizlik ve düzen iyiydi. Arada bir hemşire ve doktorların geçişleri gözlense de hastane personeli, aradan çekilmiş, koridorlar, ziyaretçilere bırakılmıştı. Her renkten gömlekliler sanki teftiş ediliyormuş gibi sıralanmışlardı. 325 numaralı odanın kapısından başımızı uzatınca, Veysel Amca ile karşılaşmıştık. Veysel Amca, bizi görünce, hemen oturduğu kanepesinden, atik biçimde yana çekilerek, bize yer açmıştı. Hasta halde yatağından kalkmış, kanepede dinleniyormuş. Elini öpmeye eğilince, seksenli yaşından beklenmeyen çeviklikle elini, hızla kendine doğru çekti. Tekrar toparlandı. Tek tek adlarımızı söyler söylemez, “Hoş geldiniz” dedi. Kısa bir hal-hatır sorgusundan sonra, yaşadığı günleri anmaya geçince, gözlerini hastane odasının tepedeki en uzak köşesine dikmişti. Başını, defter sayfasını çevirir gibi yaptı. Durakladı, yaşadığı yıllardan aradığı sayfayı bulmuştu. Çocuk gibi gözlerini aydınlattı. Anlaşılan bildiği yerden başlayacaktı söyleşiye Veysel Amca. “Gençliğimde, her gün Eber Gölü’ne, kamış kesmeye gidiyordum. Evde beslediğim birkaç büyük baş hayvanlara da bakıyordum. Keyif ehli olan muhtar babamın emrinden hiç çıkmazdım. Sekiz kardeşten baştan üçüncüydüm.” Kardeşlerinin adlarını söylemedi. Başucundaki tarih kitaplarının içlerine küçük kağıtlar koymuştu. Bir bardak su içip devam etti sözlerine: 138
“Bir gün eve erken gelmiştim. Gölde saz keserek çok yorulmuş, biraz dinlenmek istiyordum. Akşam aynı sofrada yemek yerken, ‘Yarın bizim caminin namazlarını sen kıldıracaksın’ dedi babam. Ben de hiçbir şey diyemedim. ‘Mahalle camisinin imamı, başka köye gittiği için camileri imamsız kalmış. Benim namaz kıldırmamı istemişler. Babam da hemen ‘Olur!’ demiş.” “Ertesi gün, sabah namazı vaktinde, sabah salasını okumak için içerdeki merdivenlerden minareye çıktım. Mahalleli, camisine imam geldiğini Sala’dan öğrenmiş oldu. Aşağıya inip Yasin suresini okudum. Tam zamanında bitmişti. Tekrar minarenin şerefesine çıkıp sabah ezanını okudum. Yasin suresinin ayet sayısı kadar, seksen üç basamaktı minare. O gün namazı kıldırdım, ama ertesi günü, Cuma Hutbesi’ne çıkıp ders verecektim. Hemen İmaret Camisi hocasının yanına gittim. İlçemizin en iyi Arapça bilen güçlü hocalarından Adil Hoca, beni kabul etti. Cuma hazırlığı için Adil Hoca’dan ders aldım. Hutbemin konusu şefaat etmek nedir? ‘Zümer suresine göre, şefaat bütünüyle ve sadece Allah’a aittir. Allah, dilediklerine ve razı olduğu kullarına şefaat edecektir. Yani bazılarının anladığı gibi ‘şefaat etmek’, cehennemden çıkarılıp cennete göndermek değildir. Cennette olanların içinden, bir üst düzeye çıkarılması demektir. Peygamberimizin cennette mutlaka olacağını bilerek, ondan şefaat istemek de yine Allah’ın izniyle olacaktır.’ Demiştim. “İlk hutbemin bu konusu, ilçe müftüsünün kulağına gitmiş. ‘Ne cesaret! Cemaatin iyi bilmediği ve herkesin tartıştığı bir konuda, ilk hutbe hazırlamak zor bir iş demiş. Ama ben kendime çok güveniyordum. Çünkü durmadan okuyor, kim neyi iyi biliyorsa ayağına kadar gidip danışıyor, o konuyu en iyi biçimde öğreniyordum. Bizim zamanımızda hutbeler, merkezden gelmezdi, imamlar kendi seçtikleri konuları, hutbede aktarırlardı.” “O hafta Cuma hutbesini başarıyla yerine getirmiştim. Diğer vakit namazlarını da kıldırmaya başlamıştım. Ağılönü mahallemiz, merkez İmaret Camisi’ne dört- beş kilometre kadardı. Her hafta Cuma hazırlığı için Adil Hoca’dan ders alıyordum. Yirmi beş yaşındaydım. Bütün bunları yaparken yorgunluk hissetmiyordum. Sigara yok, içki yok. Zaten diğer kötü alışkanlıklarım da yoktu, çok şükür.” Veysel Amca’nın yıllar önce, daha imam bile olmadan dini bilgisinin üstünlüğü, herkesçe biliniyordu. Kanepeye oturuşunda, altına aldığı sağ ayağı ile sol ayağının yerini değiştirmişti. Rahata varınca, konuşmasını sürdürüyordu: “Üç çocuğuma bakmak zorundaydım. Üvey anam, bize karşı pek yakın davranmasa da bize yardımcı oluyordu. Babamdan çekindiği belliydi. Beş vakit, seksen üç basamaklı minareye çıkıp ezan okuyor, arkasından camide vakit namazlarını da kıldırıyordum. İmam lojmanı diye iki göz odadan yapılmış bir yer verdiler. Oturmadan önce, badana yaptırmak lazımdı. Cemaatten bana yardım edecek olan Koreli Ekrem geldi. Öğle ile ikindi arasında getirdiği sönmüş kireç ve elimize aldığımız fırçayla odaları, bir güzel beyaz badana yapmaya başladık. Ben fırçayı kovaya batırıp çıkardıkça, duvara yetiştiremeden her taraf kireç oluyordu. Ekrem usta, elimden fırçayı aldı. ‘Sen otur şurada İmam efendi. Biz yerleri değil, duvarları badana yapacağız.’ deyince, Ben de ‘Ekrem kardeşim, damlamayan kireç bulamadın da damlamayan boya da mı bulamadın?’ diye sorunca; Ekrem ustayı bir gülmek aldı ki yerlere yatıyordu. ‘Ya Hocam hayat böyle işte. Badana yapmak da bir marifet. Bizler de senin gibi Kur’an okumayı, mealini açıklamayı bilmeyiz. Her işin erbabı var. Gerçi bizim iş seninkine göre kolay. Çalışırsan sen de öğrenirsin.’ Diye hem söyleniyor, hem benim önceki halime gülüyordu. Durmadı.‘ İlerde damlamayan boya da icat edilirse, biz de rahat ederiz.’ dedi.” 139
Hastanede ziyarete gelen kızı, Veysel Amcaya yemek getirmişti. Büyük bir saygı ve özenle sırtındaki yeleğini değiştirmeye geldiğini, kısık sesle söyledi. Bu sırada söyleşi hızını kesmek istemeyen Veysel Amca, kollarını kızına teslim ederek, yelek değiştirme işinin çabuk bitmesine yardımcı oluyordu. Kızı, elinde getirdiği ütülenmiş tertemiz yeleği hemen babasının sağ koluna yaklaştırdı. Yelek değiştirme işini, özenle ve saygılı biçimde çabuk bitirip odadan çıktı . “Ya işte böyle. Senin deden Hoca efendi kaç doğumluydu.?” Ben de “Doğumu 1874, vefatı 1957 yılında.” Diye kısa cevap verdim. “Benim yaşım onu geçti. Şimdi ben 1929 doğumluyum. Sene 2013 olunca, seksen dört oluyor değil mi?” Bu aralar, televizyon dizileri, halkı tarih kitaplarını okutmaya yönlendirdiğinden, televizyonların faydalarından söz ediyordu. Evindeki kitaplardan, bahsetmeye geçilmişti. Türkiye’nin yakın tarihini, hep yabancı yazarlardan öğrendiğini, sözlerinin arasında dillendirmeye başlamıştı. Karşılaştığımız zamanlarda Simit Cafe bahçesinin tentesi altında, taze simitlerle demli çaylarımızı yudumlarken, kitaplar hakkındaki konuşmalarımızdan söz etmiştik.Sanki o anları özlemiş gibi heyecanla bakıyordu bana. Güçlü hafızasına rağmen, konuşmalarının arasında, bazı tekrarlarının olması doğaldı. Omzundan kayan triko yeleğini düzeltip kaldığı yerden anlatmaya devam ediyordu: “Mahallemiz camisindeki imamlık ve müezzinlik görevimin yanında, gölden kestiğim kamışları, Hasır Pazarı’nda satıyordum. Babam, evine gelen misafirleri ağırlayıp onlarla bol bol sohbet ediyordu. Ağırlamak dediysem, o işleri de karımla ben yapıyordum. Misafirlerin çaylarını ben demleyip yanlarına getiriyor, odadan dışarı çıkıyordum.” “Üçüncü çocuğum da olmuştu. Camiye daha fazla zaman ayıramadığımdan, camideki vaazlarım daha kuvvetli olmalıydı. İlk vaazım çok ses getirdiği için daha iyilerini hazırlayıp okumalıydım. Hem önümüz Ramazan ayı diyerek; Arapçamı kuvvetlendirmek için Adil Hoca’ya yeniden başvurdum. Adil Hoca, önce beni pek önemsemedi. Zamanla öğrenebileceğime kanaat getirdiğini anlamış, bana ders vermeye devam ediyordu. Altı ayda Arapçamı bayağı ilerletmiştim. Bu arada, ilçemizin tek, vilayetimizin iki milletvekilinden olan birisi Gazi Efendi(Yiğitbaşı)hem eski yazı(Osmanlıca) bilen, hem daktilo yazabilen birisi var mı, diye sorunca, benim adımı vermişler. Ben, arkadaşlar arasındaki sohbetlerimizde, askerde daktilo yazmasını öğrendiğimi ve Adil Hoca’dan Arapça öğrenirken eski yazımı pekiştirdiğimi anlatmıştım. Bu sohbetimizden bilgisi olanlar, beni Milletvekilimiz Gazi Yiğitbaşı’na tavsiye etmişler. O da beni, yanına çağırtmıştı. Gittim. Gizli bir yazısını o söyledi ben yazdım. Çok memnun olmuştu. Yeğenim Ahmet Koca araya girip; “Neyi yazdırdı Veysel Amca, hatırlıyor musun?” diye sorunca; “Yok o konu mahrem. Ben kimseye söylemeyeceğim diye, söz vermiştim.”dedi. Durakladı, dayanamadı, kısa bir açıklama yapma ihtiyacı duymuştu: “Yazdığım konu, TBMM’nin kapalı oturumundaki yapılan tartışmalardan bir meseleydi.” Bir önceki dönem parlamenter olan yeğenime dönerek: Ahmet Koca bey oğlum, “Senin vekillik yaptığın dönemde, bu eski tarihli gizli toplantılar açıklanmaya başlamıştır, herhalde.” diye karşılık vermişti. 140
Hastane ziyaret saati bitmiş, bizi dışarıya çıkarmaya çalışıyorlardı. Ama Veysel amca hızını kesmeden anlatmaya başladı: “Ben imamlık ve müezzinliği ücretsiz yapıyordum. Mahalleli bana biraz buğday toplayıp “Hakımı” (ücretimi) vereceklerini söylemişlerdi. Dört beş ay sonra, ilçedeki müftülükten bir haber gelmişti. İlçede ,iki kişilik imam kadrosu çıkmıştı. Birisi benim adıma, birisi de arkadaşım Bedir’e idi. Ama müftü ‘Ben bunları imtihan yapacağım’ demiş. Ben imtihandan çekinmiyordum. İmtihan işini duyunca, benim içim rahatladı. Çünkü ben kendime güveniyordum. Nedense, o kadrolardan birini bana, diğerini de Bedir amcana vermek istemiyordu. Bedir arkadaşımın yeterli olmadığını bildiğinden, ona bu yüzden vermek istemiyordu. Fakat senin amcan olan Bedir’in babası, yani senin deden, ilçenin en saygın ,çok bilgili ve tarikat şeyhi hocası olduğundan, ondan da çekiniyordu. Ama senin deden Hoca Efendi, müftünün bu hareketini duysa, oğlu Bedir’e müracaat bile ettirmezdi. Adaletten yana olurdu. Bundan ben eminim. Ama müftünün kadroyu bana da vermek istemediği belliydi. Aklında birisi varmış. Ama biz bilemiyorduk. Sonra biz onu öğrendik. İkimizden de bilgisiz biriymiş. Müftülükte bizi imtihan ettiler, ben kazandım. İmamlık kadrosuna asaleten tayinim olmuştu.” “Zaten hakkıyla imamlık, müezzinlik yapıyordum. Adil Hoca’dan da eksiklerimi tamamlayıp çok iyi hutbeler hazırlamaya devam ediyordum. Başka bir konu da şuydu: Ramazan ayında kılınan teravih namazlarının evlerde ve kendi başımıza sekiz rekat olarak kılınabileceği üzerineydi. Bakın, kaç seneler önce, ben bunu anlattığımda, bana karşı gelenler olmuştu. Ben çok okuyordum çünkü. Bugünkü ilahiyat hocaları yeni yeni anlatıyorlar. Küçük bir cami hocası olarak, ne kadar önceden açıklamışım bu konuyu. Şimdi bakın bu mevzu ,yıllar sonra herkesçe bilinir oldu. Adil Hocam benim bu yönümü çok takdir ederdi.” Ben de dedemin, yıllardır imamlık yaptığı Alaca Camisi’nde, hatim ile namaz kıldırdığını söyleyince, hemen söze girdi Veysel Amca: “Doğru ,Yörükzâde Hoca Efendi, kendini bir cami imamı diye tanıtırdı; ama onun bilgisini ve değerini pek anlayan olmamıştı. Bence gösterdiği bu tevazuyu yanlış anlamışlar. Hani bir söz vardır:‘ Fazla tevazu gösterme gerçek zannederler’ sözü, kolayına gitmiş bizim insanımızın. Ama vefatından sonra anlaşıldı gerçek değeri. Kendi parasıyla yaptırdığı ,“Hasaniye Medresesi” ve iki bin kitaptan oluşan zengin kütüphanesini vakıf kurarak, ilim dünyasına hediye olarak miras bıraktı. Ben de söze girip Veysel Amca’ya bir bilgiyi paylaşmak istediğimi söyledim. Dikkatle dinlemeye başlamıştı. Kütüphanedeki kitapların dışarıya çıkarılmaması için mahkeme kararına dayanan vasiyeti var. Fakat onu biz internet ortamına alınarak isteyenlerin faydalanmasına açacağız inşallah Veysel Hocam deyince, sevincinden gözleri parladı. “Çok iyi edersiniz.M. Akif Ersoy’un eserleri de sonradan yayınlandığı gibi çok iyi olur.” Evet hocam, İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy, hakkında yeni bilgiler öğreniyoruz. Mısır’da kaldığı zamanlarda Kahire- yakınındaki Hulvan camisinde, Ramazan ayı boyunca, hatimle namaz kıldırmış. Tahminen 1932 yılı olabilir. Hatta bir rivayete göre Rahman suresini de Türkçe’ye tercüme etmiş. Meal değil, tercüme etmiş. Ben, bunu dostum olan Selçuk Üniversitesi’nden emekli, Prof.dr.Hüseyin Ayan’dan öğrenmiştim. Veysel Hocam, kaldığı yerden anlatmaya devam ediyordu. “Çarşıdan evime gelirken Gazi Efendi, beni görüp, ‘Hayırlı olsun imamlığa tayin olmuşsun. Ama bana imtihana gireceğini hiç söylemedin. Neyse yine de hayırlı olsun.’ Bu tebrik hala aklıma 141
takılır. Gazi Efendi, benim imamlık işini imtihandan önce mi, sonra mı duydu? Şimdi hatırlamıyorum.” Kendine güven duymanın temelini, ta o zamanlardan kanıtlayan Veysel Amca, ilçenin en çok okuyan ve kendini sürekli yenileyen bir din adamıydı. Evindeki bir odasının dört duvarı kitaplarla doluydu. O, imam maaşıyla çocuklarının rızkından keserek, bir kütüphaneye sahip olması büyük bir fedakarlık örneğiydi. Seksen yaşının zorluklarına rağmen, güçlü belleğini koruyan bir mahalle imamın bu derece, kitap aşığı olması önemliydi. Ayrıca, Veysel Amca’nın bu çabası, Kur’an’ın ilk emri olan “Oku” emrine uyup kendisini yetiştirmesi sonucunda, İslam’a yaptığı hizmeti takdir etmek gerekir. Hastane sohbeti iyice koyulaşmıştı. Odaya gireni-çıkanı izleyebilme imkanımız yoktu. Veysel Amca, kaldığı yerden konuşmasını, tamamlamak istiyordu: “Mekan değiştirme ihtiyacım doğmuştu. Ben bunları düşünürken, eşe dosta, bir büyüğe danışıp fikrini almak istiyordum. Dinimizde istişare(danışmak) önemlidir. Hem sünnettir. Peygamberimiz istişareye önem verirdi. “Adil Hocama gidip gelirken, Nazilli’ye gideyim mi?’ diye. sormuştum. O da ‘Senin hafızan kuvvetli, öğrenme istidadın da var, git, buralarda çürüme.Dışarıda kıymetin bilinir. İnsanın kendi çevresinde kıymeti bilinmez. Bu dünyanın her tarafında böyledir. ’Ben bu nasihatı tutup Nazilli’ye gidip yerleştim. Nazilli’ye gitmem çok iyi oldu, ama orası uzun hikaye. Şimdi hasta ziyaretinde başınızı ağrıtmayalım, hocazadeler.” Hasta ziyaret saati bitmişti. Odalar boşalmış, kalabalık kaybolmuş, Veysel Amca’yı hüzün kaplamıştı. Veysel amcamız, seksen yılı aşkın hayatının deneyimlerini damıtıp, kısa bir zaman diliminde, anlatmak istediklerini, hafızamıza kaydetmeye çalışıyordu. O da ayrılık hüznünü yaşıyordu. Yeğenim Ahmet Koca ile hasta ziyaretini noktalamaya çalışıyorduk. Faydalı bir ziyaret, çok iyi bir sohbet olmuştu. Yavaş yavaş ayağa kalkarak kendisinden izin istedikçe, Veysel amca, “Hele bekleyin!H erkes gidince siz de çıkarsınız!” diyordu. Kapı hızla açılınca, önde birkaç hastane görevlisi,yanlarında takım elbiseli gençler ve mavi iş elbiseli şapkalı bir usta girdi.Beyaz gömlekli, boynunda hasta dinleme aleti olan başhekim, bizi görmezden gelmişti.Talimatlar vermeye başlamıştı: “Bu oda beyaz olacak. Bütün eşyaları çıkartıp önce duvarları tamir edin. Sonra beyaz yağlı boya ile boyayın. Duvarlar silinebilmeli. Tamam mı usta! Ama damlamayan boya kullanacaksın.” Veysel Amca, yaşadığı olayı hatırlamış, gülümsemeyle doktora dönerek: “Başhekim Bey oğlum biz seneler önce, damlamayan boya aradık, bulamamıştık. Ama şimdi fen ilerledi. Belki vardır değil mi “dedi. Boynu eğik, elleri önde bağlı duran usta, bunu duyunca şaşırdı: “Damlamayan boya olmaz, ama damlatmayan fırça olur.Onu da ustası yaparsa, boyanın adı damlamayan boya olur.”diye karşılık verince hepimiz hem gülümsemiş hem de rahatlamıştık. Boya ustası ,saygılıca konuşmasına devam etti: “Anladım başhekimim. Benim kullanacağım boya, damlamayan boya olacak!”dedi. Azimli, 142
fedakar Veysel Hoca, yıllar önceki Ekrem ustanın marifeti ile imam lojmanına yaptıkları, sadece kireç badana değildi. Seksen dört yıllık ömründe, tertemiz yüreğinin çeperlerini ilim ve sağlam inançlarla boyamış örnek din adamıydı. Değerli Veysel Amcamızın ellerini öperek şifalar dileyip ayrıldık. *(24 Eylül Gazetesinde yayınladı) 143
10- HOCA NASREDDİN ŞEHRİ AKŞEHİR 2 Temmuz 2012 *Akşehir’in kültür, sosyal, ekonomik, tarım, ticari ve nüfus ……gibi yapısından söz etmek isterdim. Türkiye’nin bir çok ilçesi gibi Akşehir’in de geliştiğini ve ilerlediğinin altını çizmek yeterli olacaktır umarım .Bu gezi yazısında bunlara yer vermek, bilimsel araştırmalara gereksinim olacağından ; hem yazımızın sınırlarını hem de kendi sınırlarımızı aşar. Bu nedenle bu yazımızın konusu; Akşehir’in kadim tarihini ve doğal özelliklerini dile getiren bir gezi yazısı olduğunun bilinmesini istedim. *Akşehir Gezisi *Yaz gelende, Nasreddin’nin Hoca’nın ‘Dünyanın Ortası’ adını verdiği yeşil kent, Akşehir’e gidelim .Sırtımızı Sultan Dağları’na verip, Hıdırlık Tepesi’nden alem-i dünyayı seyredelim. Başağa durmuş sapsarı buğdayların esintiler karşısında, nazlı nazlı salınımlarını gözleriz. Kızarmış bal kirazlar, çeşit çeşit elmaların, yapraklarında saklandığına tanık olunca, berekete hayran kalırsınız. Pancar tarlalarından yayılan motor seslerine kulak verelim. Hepsi selamınız almak için can atıyorlar. İçimizde tatlı bir huzuru yaşamak için serin gönlümüzü Akşehir Gölü’ne teslim edince, kendinizden geçersiniz. Gözümüzü açarız masmavi gökyüzüne, kuşlar gibi özgürce. Seherlerde, Tekke Deresi’ndeki Gelincik Tepesi’nden esen mis gibi rüzgarlar dağılır, Akşehir caddelerine bir bir. Ayaklarınızın altına serilmiş ‘Yeşil Deniz’de kaybolur gidersiniz. *Gelin Evliya Çelebi’yi yanımıza alıp seyyah olalım, Akşehir sokaklarında… İlk çağların Ninova Kral yolundan yürüyelim, sert rüzgarlara karşı. Süleyman Paşa’nın “Belde-yi Beyza” yakıştırmasıyla; “Akşehir” adının, temizlik sembolü beyazlığına yakışan mutlu insanların yaşadığı kentinde nefes alırsınız. Onurlu tarihini tekrar yaşamaktan huzur duyalım. Selçuklu ve Osmanlı dedelerimizle Taş Medrese ‘de, bilim tahsil etmeye devam edelim. Seyyit Mahmut Hayrani ve Nimetullah Nahçevani gibi nice bilgelerin aydınlattığı tarih şehrinden nasibimizi alalım. Ankara Savaşı’ndan Timur’a yenik düşünce, Yıldırım’ın tutsak kaldığı Ferruşah Mescidi önünde durup; iki Türk hakanının arasına giren fitneyi düşünelim .Bu kerpiç duvarlı mescidin demir parmaklıkları arkasındaki, hakan Yıldırım’ın kırılan onurundan, ders çıkarmaya sıra gelir. * Kurtuluş Savaşı sırasında , Çınaraltı Mescidi’ndeki leyleğin yuvasına ateş eden işgalci İtalyan askerlerini, bir gecede şehirden kovan Akşehirli kahramanlara selâm edelim. Akşehir’in evladı Türk Edebiyatı’nın usta yazarı Tarık Buğra’nın, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan “Küçük Ağa “ romanından, yakın tarihinizi öğrenmeye can atarsınız. Yoğurt Pazarı’ndaki “Küçük Ağa “ konak otelini ziyaret edin. İstanbullu Hoca’nın ve Hacı Küçük Efendi’nin “Kuvvacı” tartışmalarının ,bu tarihi konağın duvarlarından, zamanımıza nasıl yankılandığını konuşmaya başlarsınız. “Zafer Aşı’nı” pişirmeye koyulunca, vatan aşkıyla tutuşan yüreklerin nasıl alevlendiğini anlayamaya çalışırız. Yoğurt Pazarı’ndan çıkmadan, kebap ziyafetine yönümüzü çevirelim .Arasta esnaflarının ikram ettiği helvanın tadına bakarız. Meydana çıkan daracık sokaktan sıyrılıp, karşımızda yükseliveren Atatürk Anıtı’nın heybetli bakışlarıyla göz göze gelince heyecanımız artar. Kentin tören alanını süsleyen güzel çiçeklerin kokusunu içimize sindirip yorgunluk 144
gidermek için çevresindeki kanepelerden birinde soluklanmaya bakarsınız. Yorgunluğumuz gidince, ayağa kalkıp da yürüyüşümüze devam edelim. Tam karşımıza alalım, Akşehir Batı Cephesi Karargâhı müzesini. Müzeye girelim. Merdivenlerden çıkınca, karşımızdaki büyük bir odanın bize söyleyeceklerini dinlemeye geçelim .Atalarımızın ulvi seslerine yakınlaşalım. Bize “Zafer Aşı”nın nasıl hazırlandığını anlatacaklardır. Ortada gaz lambasının aydınlattığı sade tahta bir masa. Çevresinde Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının taarruz planlarının nasıl tartışıldığının tanığı oluruz. Mustafa Kemal’i takip eden düşmanların; Akşehir’de futbol karşılaşması yaptığı yanılgılarına kapıldıklarını, zaferden sonra öğrendiklerini anlatırız çocuklarımıza ve torunlarımıza. Kurtuluş Savaşı’ndaki önemli yeri olan Akşehir’in Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki değerini bir defa daha anlayıp kendimize gelelim. Aynı günün sabahında, Mehmetçiklerine soğuk ayran ikram ederek, cepheye uğurlayan Akşehirli analarımızı, bacılarımızı hatırlayalım. 24 Ağustos 1922 günü pişen “ Zafer Aşı”ndan, nasibini alan Türk milletinin onurunu, damarlarımızda duyarız. Her yıl gururlandığımız “24 Ağustos Onur Günü” idrakini, tekrar yaşamaya devam edelim.Her zerresine, tarih sinmiş bu kerpiç binanın gizlediği şehit seslerinin güm güm yankılandığını yüreğimizde duyalım. *Yarenler Mahallesi’ndeki dibek taşında ikinci kez soluklanalım hele. Kaynamış buğday sergisinden bir avuç “Gölle” avuçlayalım ki ;bereketi artsın, Anadolu topraklarının ve de Akşehir ovasının .Ulu Cami Caddesi’ndeki “Akşehir Evi” yer sofrasına, bağdaş kurup oturunca ,Yoğurt çorbasından başlayıp, ”Yaprak Dolmasında ” ara verelim. “Sakala Sarkan Eriştesi”nden, yoksulun soğan aşı “Zülbiye” yemeğinden , “Etli Pidesi ‘nden” devam edelim ki; çeşit çeşit nimetlerde buluşmanın hazzını yaşayalım. Arkasından, peynir tatlısıyla ağzımız tatlansın. Artık, cumbadan cumbaya ikram edilen komşunun kahvesini, içelim sessizce. “Ekmek Aşı” ve Keşkek (Herse) ziyafet geleneğini, sürdürelim. Al yanaklara nispet eden kirazlarla süsleyelim ,söyleşilerimizi. Akşam olunca, yediklerimizi sindirmek için “Sıra Yarenleri “oyununda ter dökelim. Sazlar gelince meclise, ayaklanalım “Turnalar, Emmiler, Ay oğlan” oyunlarında. İnce belli ,kırmızı çizgili bardaklarda çaylarımızı yudumlarken, dostluklarımızı tazeleyelim sedirlerde. Tren Garı’ndan, İstasyon mahallesine gelen gurbet yolcularını, Meydan Mahallesi’nde karşılayalım .Sıla özlemiyle tutuşan hemşerilerimizi, kardeş sıcaklığında kucaklayalım . *Önce Hıdırlık Tepesi’ne çıkıp gönlümüzü serelim, Akşehir Gölü’ne doğru, ova boyunca. Adıyan Çayı’na balık tutmaya mı gidelim ?Kent Ormanı’nda şırıldayan dereyi ayakta mı seyretsek? Yaşanmış ve yaşanacak güzellikleri hissedelim ki ,içimiz ferahlasın .Bu gönül zenginliğinde gülümseyelim Nasreddin Hocamız gibi. Zaman kaydı olmaksızın hissemize düşen gülüp düşündüklerimizi alalım. Nasreddin Hoca’nın hoşgörü sohbetlerinde, hazırcevapları duyalım. Sorunlara mizahi çözümler üreten; Anadolu insanın zeka parıltısıyla aydınlanalım. Hoca Nasreddin’in ilim-irfan sofrasın oturunca, “Ye kürküm ye!” öğüdünü unutmayalım. ‘Bilenlerin bilemeyenlere anlatması,’uyarısına da kulak verelim. Yarım asırdan fazla zamandır, “Akşehir Uluslar Arası Nasreddin Hoca Mizah Günleri’ni” dünyaya duyurmaya devam edelim! Tüm insanlığa barış, kardeşlik getirmesi dileğiyle; Akşehir Gölü’ne yoğurt çalmaya gidelim. Bu 145
umut yoğurdu tutsun! diyelim gönülden. Ama duyduk ki Akşehir Gölü küsünce; suyu kurumuş, balıklar yok olmuş ,bin bir çeşit kuşların yuvalarının bozulmuş, börtü böcekler kaybolmuş haline tez elden çareler arayalım. Bu küskünlüklere son verelim, hep birlikte. Nasreddin Hoca, türbesinin önünde duralım. Hocamızın, “Dünyanın Ortası” diye işaretlediği noktaya , ayak basalım. Aklı yatmayanlara, ‘İnanmazsanız ölçün.’ Diyelim. Akşehir’den !” tüm insanlığa haykıralım:”Sevgi! Barış!.”. diye. Duyan duymayan kalmasın. Hocamızın “İğnelerine” muhatap olmadan ,tez vakit Fatihalarımızla selâmlayalım, tüm ervahı. Türbeden çıkınca, karşısındaki , Gülmece Parkı’na girelim! Mizah ustalarımızın büstlerine yaklaşalım. ‘Gezenden otuz akçe, gezmeyenden kırk akçe isteyelim,’ Deli Dumrul misali. Ortaoyununun ilk Kavuk sahibi İsmail Dümbüllü’den başlarız gezimize. Naşit, Münir Özkul, Fehan Şensoy, Rasim Öztekin’nin sıcak bakışlarını gözleriz. Kemal Sunal, Şener Şen, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Nejat Uygur’a selamlarımızı ve dualarımızı gönderelim. Bu geleneksel mizah ustalarımızın çoğalmasını dileyelim. Parkın içlerine doğru yürüdükçe, Hoca Nasreddin Fıkralarının temsili küçük anıtsal yapılarını gezelim .Düşündüren ve gülümseten gönül dostlarının ışığında, yüzyıllar boyunca aydınlanacağımıza inanalım. “Bindiği Ağaç Dalını Kesen ” fıkrasındaki anıtsal yapının karşısına geçince, Hoca Nasreddin öğüdünü , aklımızda tutalım. *Akşehir’den ve Nasreddin Hocamızdan ayrılırken, bir yıl yetecek kadar gülümsemeyi, ciğerlerimize depo edelim. Akşehir’de yaşadığımız güzellikleri yansıtan bu nostaljik gezimize ara verip; başka bir Akşehir gezisinde buluşmak üzere, sizlere hoşça kalın diyelim! 146
11- ALSAV’ın Bahar Konseri Mart 2015/Alanya *Alanya 2013 yılı 13 şubatında ,Afyonkarahisar’dan Alanya’ya geldik. Oğlumun tayini nedeniyle geldiğimiz bu güzel sahil şehri Alanya’yı çok sevdik. Ev eşyalarını taşıyan kamyon gelmiş, bizi bekliyordu. Kış mevsiminden yaz mevsimine geçtiğimiz bu güzel ortamdan memnun olmuştuk. Bu güzel kentte torun sahibi olunca sevinmiştik. Alanya’yı beğenince ,küçük biz yazlık daire alıp, yılın belli zamanlarında Alanya’da oturmaya başlamıştık. Farklı bir çevrenin içerisinde bulmuştuk kendimizi. Çocuklarımın torunlarımız, yaz mevsimlerinde ,tatil yapmak için geliyorlardı. 1221Yılında Alaaddin Keykubat’ın fethettiği Alanya, Torosların eteğinde kurulmuş tarihi ve turistik özelliğinden dolayı ,her geçen gün gelişip güzelleşiyordu. Alanya sosyal , kültürel ve ekonomik yönden gelişmiş bir Akdeniz kenti olmuştu. Bu yüzden il olma çabalarını artırıyordu. Bu şirin sahil kentinde; sadece güneş, deniz ve doğanın sunduğu turizm yaşanmıyordu. Aynı zamanda, zengin kültür ve sanat ortamına sahipti. Bu güzel şehirde okuyan, yazan, araştıran ve her türlü sanat faaliyetlerini yaşayan Alanyalılar da vardı. Resimden, müziğe; spordan el sanatlarına kadar uğraş alanlarında geleneksel Yörük kültürlerini yaşatan Alanyalılar’ın varlığından söz edilmektedir. Üç üniversiteye sahip bu güzel şehirde; düzenli biçimde, iki edebiyat dergisi çıkarılıyor ve araştırma eserleri yayınlanıyordu. Belirli aralıklarla bu kentte, “Kitap Fuarları” düzenleniyordu. Bu kültür ve sanat faaliyetlerine maddi ve manevi destek veren belediye başkanlar var. Ayrıca kültüre deste veren Ticaret Odası başkanlığı ve sivil toplum örgütlerinin varlığından dolayı ,bir şansa sahip olduklarını görmek mümkündür. Arslan Bayır’ın yayınladığı “Güncel Sanat” dergisi ,uzun yıllardır yayınına devam ediyordu. ALSAV (Alanya Kültür sanat ve Turizm Vakfı), üç ayda bir “ 4 Mevsim Alâiye” adında edebiyat –sanat dergisini yıllardır çıkartıyor. Vakıf, “Ulusal ve Uluslar arası Kültür Seminerleri” düzenliyor. Bu seminerlerde akademik boyutta bildiriler sunuluyordu. Bu bilimsel bildiriler, kitaplaştırılarak kültür hayatına kazandırılıyor. Alsav ,üyesi yazarlarının kitaplarını yayınlıyor. Ben de bu XIII. Seminer döneminde, “Şiirlerde Alanya” konulu bir bildiri sundum. * Mayıs ayı gelmiş Alanya’da güzelleşmişti. Akdeniz’in incisi kentlerinden Alanya sahillerinde canlılık artmıştı. Turistlerin kente kattığı canlılık ; caddelerinde, sokaklarında ,rıhtımında ve sahillerinde yaşanıyordu. Yerli -yabancı turistler çoğalmış, her hafta bir eğlence programları sunuluyor, kültür -sanat faaliyetleri gerçekleşiyordu. *Alsav, Kültür Sanat ve Turizm adı altında kurulan kültür, sanat ve turizm vakfının müzik programlarından birisi daha , belediyenin kültür salonunda sergilenecekti. Bu müzik sunumu ,“Bahar Konseri “ adıyla her yıl düzenleniyordu. Salona girince, çevreme şöyle bir göz 147
gezdirdim. Müzik ziyafetine gelen Alanyalı sanatseverlerin coşku ve heyecanları yüzlerinden okunuyordu. Nağmelere eşlik eden Nevruz’un serin rüzgarları, Alanya sahillerinden, salona doğru estiğini, hissetmeye başladım. *Koltuğumda arkama yaslandım. Nağmelerin büyüsüne eğildi kulaklarım. Alanya’da, yağmurun bereketiyle yükselen notalar, dostluğun buluşma adresi olmuştu . Alsav’ın “Müzik Okulu,” 21 mart 2015 tarihinde, Bahar Konseri’ne adım atacaktı. Konser sunucusu, Alsav’ı tanıttı. Arkasından, Alsav başkanı Av. İsmail Yıldız, açılış konuşmasını yapmaya başlamıştı. Öncelikle Vakfın, siyasi ve dini bir kuruluş olmadığının altını çizdi. 2013 Yılında kurulan ALSAV’ın; Alanya’da kültür, sanat ve turizm çalışmalarına bir değer katmak için kurulduğuna dikkatleri çekti. Vakfın amacının, bu kültürel etkinleri gerçekleştirmek olduğunu açıkladı. Bu nedenle bünyesinde oluşturduğu “Alsav Müzik Okulu’nun” düzenlediği ‘Bahar Konseri’ne” Hoş geldiniz!” diyerek, konuklara ,iyi eğlenceler diledi. Bir ay kadar önce Alsav’ın Halk Müziği korosunun müzik ziyafetine gelen müzikseverler, bu kez Türk Sanat Müziği konserini dinlemeye hazırdılar. Heyecan içinde ,gözlerini ayırmadan sahneyi izliyorlardı. Sessizlik hakimdi salonda. *Şef Önder Balcıoğlu’nun yönetimindeki “ Klasik Türk Sanat Müziği Korosu” da yerini almıştı. Yavaş yavaş Alanya sahillerinde, bahar güfteleri kulaklara fısıldamaya başlamıştı.“ ALSAV MÜZİK OKULU.” Adıyla ,yıl boyunca hazırlanan koro, amatör müzik sevdalılarından oluşmuş amatör sanatçılardı .Mühendisi, doktoru, öğretmeni, esnafı, her yaştan öğrencisi ile bu gönüllülerin oluşturduğu; “Klasik Türk Sanat Müziği” korosu, her yıl Alanyalılarla kucaklaşmaya gelmişlerdi. Koro şefi, ‘İhtiyar delikanlı’ Önder Balcıoğlu, sahnede görünmeye başlayınca, seyircilerin alkış tufanı, salonu çınlatmaya başlamıştı. Artık sazların akortları tamamlanmış, kulaklarda yer edecek nağmeleri bekleniyordu. İki bölümlük konserin açılışında ;koro, nihavent makamında “ Mini mini peşrev” sunumu ile dinleyicileri, müziğe ısındırmaya çalıştı. İlk eser, Lemi Atlı’nın nihavent makamındaki şarkısıyla seyircileri coşturmaya başlamıştı: “Bir gül çıkarırdım sana kalbimdeki külden. Bir gün beni ansaydın eğer sen de gönülden. Bülbül gibi yanmazdı gönül sevdiği gülden. Bir gül çıkarırdım sana kalbimdeki külden.” * Sıra, sözü Halit Çelikoğlu’na ait Necdet Tokatlıoğlu’nun şarkısını seslendirmeye gelmişti: “Yılları durduracak Güneşi doğduracak Dünyamı dolduracak Bir sevgi istiyorum” “Deli gibi sevecek, Ömür boyu sürecek, Gözlerimde tütecek, Bir sevgi istiyorum. Halimi anlayacak, Derdime katlanacak, Benimle ağlayacak, Bir sevgi istiyorum.” 148
Koro, bu sözleri, sazlara dökerek yüreklerimizi uyandırıyordu. Mustafa Mümtaz’ın kanun taksimi, aşk sızılarımızı yerinden oynatmaya başlamıştı. Koro, Arif Sami Toker ‘in Nihavent bestesi “Erişti Nevbahar ”şarkısında, coşku yarışı dört nala yol alıyordu. Arkasından, saz heyetinin çaldığı “Hicaz taksimi,” salonu büyülemişti. Nefesler tutuldu. Taksim bitince ,alkış sesleri ; Alanya rıhtımına kadar uzanmış, Kızıl Kule’ye yaslanmış, burçlarından yankılanmıştı. Bu candan alkışlar, Toroslarda dolaşmış ve Akdeniz dalgalarının beyaz köpüklerinden, serinlik yaymaya başlamıştı. Arkasından Sadettin Öktenay’ın,“Yaşamak yalan, belki yalan, delice sevmek.” şarkısıyla ,Ayşe Tutar’ın seslendirmesi, salona yeni bir coşku dalgasını yaymıştı. Arkasından, “Ada sahillerinde bekliyorum.” Adlı anonim eserinin okunmasıyla, on bir eserin sunulduğu birinci bölüm tamamlanmıştı. İkinci bölümün eserlerine hazırlık yapmak için, duygu yüklü yorgun yüreklere de ara verilmişti. *Konserin ikinci bölümünde, Sadettin Kaynak’ın segâh makamı, saz heyetinin notlarında gezmeye başlamıştı: “Kapat gözlerini kimse görmesin. Yalnız benim için bak yeşil yeşil!” Sözleriyle her yön ,çepeçevre yemyeşil duygulara boyanmıştı, dalga dalga... “Şarkının tavsiyesine” uyup gözlerimizi kapattık. Salonda çıt yoktu. Kapanan gözlerin esrarlı buğusundan parlayan ışıklar, salonu aydınlatıyordu. Sonra da gözlerimizi, kalplerimizi, sevgilerimizi ve tüm bedenimizi hep birlikte müziğe açmıştık. Nağmelerin peşine takılınca, kendimizden geçiyorduk. Müzikseverler, tempo tutmaya başlamıştı artık. Salon topyekun tempo tutuyordu. Perdeler, duvarlar, tüm eşyalar tempo tutuyordu. Kimileri başlarını sallıyor, kimileri de ayaklarını müziğe uydurup, hafifçe tempolu sesler çıkarıyordu. Artık salonu tutana aşk olsun! Coşku ve heyecan doruktaydı. Şarkılar arka arkaya gelmeye başlamıştı: “Ayrılık yaman kelime,” “Açılır gonca gül yar…” * “Bir yangın sonrası yüreğim,” “ Dün gece mehtaba dalıp “Hep seni andım, Öyle bir an geldi ki ; Mehtap , sen sandım…” Nağmeleri yayıldıkça, mest oluyorduk. Konser ,solo şarkılarla devam ediyordu. Tam o sırada Necdet Tokatlıoğlu’nun gecenin yıldızlarını toplayan ; “Farzet” acem kürdi şarkısı ,salonu derinden yakmıştı: “Ne sen beni gördün, ne de ben seni O büyük tesadüf olmadı farzet…” Mecaz yüklü sözlerin dillendirildiği bu şarkının etkisi, salonun sevda yanıklarını kendine bağlamıştı. Sevda Erman- Ercan Çizmeci ikilisinin güçlü sesleriyle salon silkelendi. Koro hızını kesmiyordu artık: “Seninle tattım her mutluluğu,” “Ben küskünüm feleğe,” “ Canımın yoldaşı ol,” 149
“Ah bu gönül şarkıları.” Müziğin ahengi, gönüller harmanında savruldukça, savruluyordu aşk nağmeleriyle. Koşuşturan aşk nağmelerinin mis gibi kokuları, genizlerimizde dolaştırılıyordu. Sazların yüreklerimizi inleten tellerli, ardı arkası kesilmeden, kalplerimizle konuşuyordu. Göz göze, nota nota, nağme nağme…. Boşlukta dolaşan güfteler, kulaklardan bir yolunu bulup zengin hayallerin hatıralarını yaşatıyordu salondakilere. Kemal Gürses’in Uşşak makamındaki “Geceler” şarkısı, Solist Ali Oymak’ın sesiyle o geceye “Altın vuruşunu” yapmıştı: “Yaşamak yalan, yalan belki, Yalan delice sevmek..” Şarkısıyla. Sevda sızılarının dillendirildiği müzik nağmeleri, zirve yapmıştı. Arkasından, salon tekrar sessizliğe gömülmüştü artık. Herkes durdu. Sonra da ellerde, kollarda ve yüreklerde derman kesilmiş , herkes müzik yorgunu olmuştu. Notaların huzur barınağında, rahatlayıp, yüreklerin mutluluğunu yaşıyorduk. *Müzikseverler, coşkunun doruğundaki nabızlarından yakalanmıştı, Şef Önder Balcıoğlu’nun orkestra şefliğinde. Koro, son olarak Karcığar makamdaki “Potbori” ile uğurladı ,salondaki müzikseverleri. Alanyalı sanatseverler de ayakta alkışlamıştı , bu seçkin amatör koroyu, saz sanatçılarını ve de kıymetli şefleri Önder Balcıoğlu’nu. 150
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161