Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Hikmet Özdemir-Ekol Olmak

Hikmet Özdemir-Ekol Olmak

Published by Sedat Toraman, 2022-06-16 20:50:31

Description: Hikmet Özdemir-Ekol Olmak

Keywords: Hikmet Özdemir,Akşehir,Kovid-19,Yörükzade

Search

Read the Text Version

Okulun ilk açıldığı günde üçümüz, yapılması gerekenler için koşturuyorduk. Okul müdürümüz İbrahim Bayram, orta yaşına rağmen, soyadı gibi canlı ve samimi davranışlarıyla, bizi yönlendiriyordu. Ortaokulun açılış töreninde, üçümüz de öğrencilerle birlikte; aynı coşku ve heyecanı yaşıyorduk. Hep birlikte dışarıya çıkıp, aramıza katılan Muhtar Hüsamettin ,okulun denize açılan duvarsız bahçesini dolaşıyorduk. Okul müdürümüz, bu kısacık çevreyi tanıma ve tanıtma sırasında, muhtardan bazı isteklerde bulunuyordu. Muhtar Hüsamettin, müdür beyin bir dediğini iki etmiyor, başını önüne indirerek, ne söylerse, “Evet! Evet!” diyerek onaylıyordu. Bizden üç ay önce gelen müdür beyin, okul binasının düzeni ve öğrencilerin giyimleri hakkında gerekli yönlendirmesini yapmış. Bu çalışmalarla okulun açışlını hazırlamış. Bahçe dolmuştu. Takım elbiseli, kravatlı küçük beyler ve saçları kordelalı ,lacivert etekli kız çocukların cıvıl cıvıl sesleri, bahçeyi doldurmuştu. Fen Bilgisi öğretmeni Hüsamettin Balaban arkadaşımla, öğrencilerimizi sıraya sokuyorduk. Ben de memlekette yeni diktirdiğim takım elbisemi giyerek, törene katılmıştım. Açılış programını müdür beye sunup, törene başlayabileceğimizi bildirdim. Müdür bey, ‘Tamam ‘ diye onaylayınca, kürsüye geldim. Yapılacak açılış töreni hakkında kısa bir açıklama yaptım. Bahçede toplanan öğrenciler ve vatandaşlara “Hazır ol!” komutuyla, İstiklal Marşımızı, hep bir ağızdan, gür sesle okunmasını, gerçekleştirmiştim. Açılış konuşması yapmak için okul müdürümüz kürsüye geldi, konuşmasına başladı: “Sayın misafirler ve sevgili öğrenciler! Bugün 1968-1969 Öğretim Yılının başlamasıyla ; Ağva Ortaokulu’nun açılışını yapmak için bir aradayız. Bu anlamlı gün dolayısıyla sizlere ,hoş geldiniz diyor ,selam ve saygılarımı sunuyorum.” “Atatürk’ün eğitimle ilgili şu sözlerini hatırlatarak konuşmama başlamak istiyorum: ‘Eğitimdir ki ;bir milleti ,ya hür, bağımsız, şanlı yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” “Sayın Ağvalılar, değerli misafirler, kıymetli öğretmen arkadaşlar, sevgili öğrenciler! Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin siz çocuklarımıza sunduğu eğitim hizmeti, Türk Milletini uygarlığa taşıyacaktır. Biz eğitimciler olarak buna gönülden inanıyoruz. Bin yıllık devlet geleneğine bağlı Türk Milletinin idealist öğretmenleri olarak, hep birlikte, Ağva’da yeni açılan ortaokulda, doğru ve güzel çalışmalar yapacağız. Öğrenci velileriyle işbirliği içerisinde Ağva’yı ve Türkiye Cumhuriyetini kalkındırmak için çok çaba sarfedeceğiz. Çocuklarımız, ailesine, ülkesine yararlı, vatansever ve mutlu bir nesil olarak yetişecektir. Biz buna inanıyoruz. Bu çocuklarımız; bayrağına sahip, bilimin ışığında, vefakar , inançlı ,çalışkan ve milletine sadık nesiller olarak ülkemizin kaderine yön vereceklerdir. Siz ailelerinin desteğiyle, öyle inanıyorum ki; belirlediğimiz bu hedefler doğrultusunda, amacımıza ulaşarak, mutluluk ve huzur duyacağız. Biz bu Ağva Ortaokulu’nda, iki genç öğretmen arkadaşımla birlikte, çocuklarınızın en iyi şekilde yetiştirilmesi görevini üstlendik. Umuyorum ki kadromuz daha da büyüyecek. Biz eğitimciler olarak, onurlu görevimizi yerine getirmek için çok çalışacağız. Bu çalışmalarımıza siz velilerin bize destek vereceğine inanıyoruz. Birlikte başaracağız. Bu anlamlı ve gurur verici tarihi günde, Ağva Ortaokulu öğrencilerimize, Ağvalılara ve Türk milletine hayırlı olmasını dilerim.” 51

Büyük bir coşku içerisinde, çok alkış alan bu açılış konuşmasından sonra, sıra açılışa gelmişti. Okul binasının giriş kısmına, muhtarın hazırlattığı kordelanın kesilmesine geçilmişti: Açılışta her kesimden, her yaştan kişiler vardı. Balıkçı esnafı, terzisi, lokantacısı, bakkalı, açılışa gelmişti. Muhtar Hüsamettin bey, okul müdürümüz, müdür beyin eşi Yüksel öğretmen, Ağvalı eski dönem milletvekillerinden Selim bey, dispanser doktoru Avni Özdemir, doktorun eczacı eşi, ilkokul müdürü, müdür yardımcıları , diğer çevre okul müdürleri ve çevre okullardan gelen öğretmenler vardı. Gözleri parlayan sevinç dolu, güler yüzlü kadınlı erkekli her yaştan insanların bu açılışa katılmaları, çok güzel bir görünüş oluşturuyordu. Heyecanlı ve gururlu tüm Ağvalı vatandaşlar, açılışta hazır bulununca kordela kesilmişti. Çarşı dükkanları gibi sıralanmış barakadan yapılan ortaokul binasında; bir müdür odası ve iki sınıf vardı. Ayrıca ,yanda küçük bir katip odası ,bekçi odası ve bir görevli odası olmak üzere, dört odadan meydana gelmişti. Öğrenci ve öğretmenler içi ayrı lavabolar vardı .Ambalajları hiç açılmamış ders araç ve gereçlerin bulunduğu bir bölüm vardı. Açılış sırasında yanıma gelen doktor Avni bey, çocuğunu İstanbul’da özel bir okulda okutabileceğini, fakat genç öğretmenlere güvenip, çocuğunu okulumuza kaydettirmeyi uygun bulduğunu söylemesi, biz gururlandırmıştı. “Çocuğumuzun sıcak aile yuvasında kalarak, okuması da önemlidir,” diyerek konuşmasını bitirdi. Yanında hazır olda duran adı Eflatun olan çocuğunu, benimle tanıştırdı. Çocuk hemen elimi öpmüştü.(Bu öğrencimizin daha sonra adına yakışır biçimde, “Eflatun” gibi çalışkan ve zeki olduğunu zaman içerisinde görmüştüm.).Okulun bahçesinde öğrenci velileriyle sohbete koyulmuştum. Bir ara, Muhtar Hüsamettin bey, oğlu Yücel’i bizim ortaokula kaydettirdiğini söyledi. Kasabadaki oyuncak ve eğlence araçları fabrikası sahibi Mehmet Yağcı bey ,eşiyle birlikte, kravatlı minik gürbüz çocuğunun elinden tutup; “Biz de Suat’ı kaydettirdik okulumuza.” diye getirmişti. Yolda okulun yerini sorduğum bisikletçi Hüseyin usta, oğlu Zihni’yi oynayan çocukların arasından çekip yanımıza kadar getirip, bizimle tanıştırdı. Sırtını hafifçe sıvazladı, sonra: “Bundan böyle sen de ortaokullu oldun! Haydi arkadaşlarının yanına koş!” diyerek, bahçedeki arkadaşlarının yanlarına geri gönderdi. Okulun bahçesine, bitişik dükkanından gelen terzi Salim usta, açılışı daha yakından izlemeye koyulmuş, gelen geçene, uzaktaki iri yapılı oğlu Cemil’i göstermeye çabalıyordu. Amacına ulaşan terzi Salim usta, gözlüğünü burnundan indirip hemen dükkanına doğru yönelmişti. Çevremiz boşalmıştı ki; uzun boylu, esmer ve kendine güveni her halinden belli bir bayan, yanımızda bekliyordu. Bir elinde, bir çift örgü saçlı kızını; diğer elinde, yağız bir erkek çocuğunu sımsıkı tutmuş halde duruyordu. Söyleyecekleri vardı anlaşılan. Hemen söze girdi: “Bakın genç öğretmenler, önce Ağvamıza hoş geldiniz! Ben, Ağva merkez ve köylerinde görevli, sağlık ocağının ebesiyim. Burada beş yıldır, hizmet veriyorum. Onlarca köye giderek, nice kadınların doğumunu yaptırdım. Nur topu gibi evlatların dünyaya gelmesi için yıllarca burada çalışıyorum. Ben de iki çocuğumu Ağva Ortaokulu’na kaydettirdim. Çocuklarımı, önce Allah’a, sonra sizlere emanet ediyorum.” Bu Ebe Hanım, bakışlarını bize yönelterek; çocuklarının ellerini bırakıp, okulun bahçesine doğru hafifçe itekledi. İkisi de koşarak öğrenci arkadaşlarının bulunduğu kalabalığa karıştılar. Ebe Hanım, mutluluk gözyaşları içinde; çocuklarının okul çağındaki durumunu, seyretmeye dalmıştı. Bu cesur hemşire hanımın duygulu sözleri ,bizi çok etkilemişti. 52

Daha sonradan öğrendiğimiz hayat öyküsüne göre; çocuklarının babasından ayrılan hemşire hanım, iki evladını, çok güç şartlarda kendi başına fedakarlıklar içinde büyüttüğünü öğrenmiştik. Sessizce yanıma gelen yaşlı teyzeyi hemen tanımıştım. Saçları yandan çift örgülü torunu Tülay’ı, okula getiren Kadriye teyzeydi. Dün evinde beni misafir eden Kadriye teyze, küçük Tülay’ın elini bırakarak; bana doğru hafifçe çevirdi. Ben de omzundan tutarak yavaşça, okulumuzun yeni öğrencisi olmuş Tülay’ı, bahçedeki arkadaşlarının arasına gönderdim. Kadriye teyze: “Şimdi neler yapıyorsun çocuğum, okulu açtınız değil mi?” sorusuna cevap vermeden, beni takip etmesini işaret ederek, okul binasının içine birlikte girdik. Müdür odasına doğru yönelip bulabildiğim bir sandalyeye oturtunca ,açtığım gazozu Kadriye teyzeye ikram ettim. Gazoz şişesinin ağzını cebinden çıkardığı mendille silip, yavaş yavaş içmeye başlamıştı. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle çevresini seyrediyordu. İçerde sohbet ilerlemişti. “Ben Siirt öğretmen okulu müdür başyardımcısıydım.” diye söze başlayan okul müdürümüz ressam İbrahim Bayram, karşısındaki eski dönem milletvekillerinden Selim beye, yaşadığı bir hatırasını anlatıyordu. *İlk Teftiş - 22 Aralık 1968 Ağva’ya geleli dört ay olmuştu. Bu süre içerisinde, hiç maaş almadan öğretmenlik yapıyorduk. Ocak ayının ilk haftasında, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bir müfettiş geldi. Kısa bir tanışmadan sonra, derslerimize girecekti. Ben müdür beyden önce, cahil cesaretle öne atılıp, müfettiş beye , durumumuzu anlatmaya başladım: “Müfettiş bey, Okul müdürümüzün kadrosu var, maaşını alabiliyor .Fakat biz iki stajyer öğretmen olarak, dört aydır maaş almıyoruz. Diplomamız yanımızda, ama MEB bizi unuttu herhalde. Belki bakanlıkta kaydımız bile yok! İkimiz de ihtiyaç sahibi orta halli aile çocuklarıyız. Ağva’da balıkçı Enver ustaya yemek borcumuz birikti. Bakkal olan muhtar Hüsamettin beyin, dükkanından veresiye alış- veriş ediyoruz. Arada bir ‘Gençler biz burada ne güne duruyoruz, istediğiniz kadar size ödünç para da veririz. Hiç çekinmeyin!’ diyor. Bu sıcak konuşmalardan biz mutlu oluyoruz. Bu cümlelerin Türk milletinin geleneksel yardımseverliğini yansıttığı için güven duyuyoruz. Ama bu kişilerin , bir de öğrenci velileri olduğunu düşünürsek ,biz mahcup oluyoruz. Müdür bey, MEB ile sürekli telefon görüşmesi yaparak durumumuzu anlatıyor, ilgilendiği için kendisine teşekkür ederiz.” Diyerek konuşmamı ,biraz yarı korku ,yarı heyecan içerisinde tamamlayabilmiştim. Konuşmamı sabırla dinleyen bakanlık müfettişi, ayağa kalktı, müdür beyin masasındaki okul telefonundan, MEB’i aradı. Yetkili birisiyle , durumumuzu anlatan kısa bir görüşme yaptı. Yerine oturdu. İçim rahatlamıştı. Ama ben biraz tedirgin olmuştum. Yanlış mı yaptım diyerek kendimi sorgulamaya başlamıştım. Yüzüme ateş düşmüş, heyecanlanmıştım. Müfettiş bey, biraz duraklama yaptıktan sonra, olgunca, gülümsedi. Hiçbir şey söylemedi. Derslerimize girmekten vazgeçti. 53

“Değerli genç öğretmenlerim. Siz haklısınız ama, size tarihi bir bilgiden bahsetmek istiyorum. İstiklal savaşı sırasında, cephede savaşan subaylarımız, on dört ay maaş alamadan düşmanla çarpıştılar. Sonunda, şehit oldular. Bu çarpıcı örneği, sizin haksız olduğunuzu öne sürmek için söylemiyorum. Ama Türk Milleti için ve Türkiye Cumhuriyeti devleti için hepimiz sırası geldikçe, bazı fedakarlıklar yapmaya hazır olabilmeliyiz. Siz gibi özverili öğretmenlerimin isteklerini bize iletmenizde bir sakınca yok. Ama bu durumunuzu bahane ederek, görevinizi aksatmadığınızı, müdür beyden öğrendim. Bundan dolayı size teşekkür ederim. İçinde bulunduğunuz meseleye çözüm üreteceğiz. İçiniz rahat olsun. Haydi laboratuvara gidelim, bakalım ne gibi deney yapacak arkadaşımız’ diyerek,” hepimizi Fen Bilgisi öğretmeni Hüsamettin Balaban arkadaşımızın sınıfına davet etti. Ortam yumuşamıştı. Üç gün sonra, tel havalesiyle Şile Mal Müdürlüğüne, dört aylık maaşlarımız gelmişti.(13 Ocak 1969) *Mide Kanaması ve Degoulle İlk göreve başlayacağım ikinci hafta başında, kısa bir kahvaltıdan sonra, evden çıkmıştım. Sahile gelmiş, barakadan yapılmış, üç bölümlü okulun önündeydim. Sabah jalesi, yeşilliklerin içinde beyaz kabarcıklara gizlenmiş, keyfince yer bulmuştu. Henüz okul bahçesinde, kimse gelmemişti. Denizin iyot kokusunu, içime sindire sindire, derin bir nefes aldım. Bakışlarımı sahile yoğunlaştırdım. Gecenin yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışan deniz dalgalarının , engine ‘kulaç attığına’ tanık oluyordum. Okulun önündeki, Atatürk büstünün yanında nazlı nazlı dalgalanan Türk bayrağı; bir göğe, bir toprağa, bir de karşındaki engin denize selam veriyordu. Al bayrağımız, ufkun yaydığı huzurun kızıllığı içindeydi özgürce. Söğüt ağacı, dallarının ıslığından, salkım salkım serinliklerini yaymaya başlamıştı bile. “Günaydın öğretmenim!” dedi, görevli Aziz, soluk soluğa. Koluna taktığı bir deste anahtarlardan en küçüğünü seçip orta kapıyı açtı. Koşa koşa diğer kapıları açıp içerde, temizlik işine koyuldu. Yavaş yavaş çoğalan öğrenciler, duvarsız okul bahçesini dolduruyordu. Birazdan çalacak zil seslerine koşan öğrencilerin heyecanları yaşanacaktı, okul bahçesinde. Geceden balığa çıkmış “Gırgır “ motorlarının dönüş seslerine karşı, eylül güneşi, sımsıcak gülümsüyordu. Lacivert önlüklü ,beyaz yakalıklı ,örgülü saçlı kız öğrencilerin, pabuçlarının tıkırtıları yankılanıyordu, okulun bahçesinde. Kravatlı küçük beylerin çanta yarışlarındaki çığırışları, orta kapıda buluştu. Kalabalık , sayısal yeterlilik düzeyine ulaşmıştı. Temizliğini bitirmişti bekçi Aziz. Okulun ilk gününde, ilk görevini yerine getirecekti. Sarı pirinçten zili, çala çala, bilgi meşale sesinin aydınlığını , bahçenin her karışına yayıyordu Bekçi Aziz. Kutsal görevi yerine getirmenin huzuru içinde, orta kapıdan içeriye girdi. Yorgun kolunda, yorgun düşen zili de yanına koyup dinlenmeye geçmişti. Ağva deresinde ötüşen kuşlar, seslerine ara vermişti. Okul müdürü ve iki genç öğretmen tören alanında buluştular. Hafta başında ,bahçedeki kalabalık, tek bir ses, tek bir yürek olmuştu İstiklal Marşı’nda. Marş bitince, çılgınca alkış 54

sesleri, sessizliği noktalamıştı .Biz susunca, kuşlar kaldıkları yerden ötmeye devam etti. Güneş, huysuz ışıklarını serbestçe bırakmaya çaba gösteriyordu, sonbahara ve de insanlara. Sandalın kürekleri denize dalmaya devam ediyor, sahil ağır uykusundan uyanıyordu. Öğrenciler derslerine girmeye başlamıştı .Hayat başladı yeniden Ağva’da. Denizin dalgaları, muhtarın ziyaretleri; öğlenleri, helvası yanında, yenen palamut balıkları…Derken ilk hafta nasıl da çabuk geçmişti, bilinemedi. İkinci haftanın derslerine girilmiş, herkes kendi işine koyulmuştu ki; birden rahatsızlanmıştım. Sabah dersimin bitişinde, oturduğum yerde bayılmışım. Acilen Ağva’nın tek doktoru Avni beyin yaptığı muayeneden sonra, beni hemen İstanbul’a, ambulans ile yola çıkardılar. Mide kanaması geçiyormuşum. İstanbul’dan dört saatte geldiğimiz halde, beni İstanbul Haydarpaşa hastanesine , bir saat dolmadan yetiştirmişler. Ambulans şoförü öğrencim Yaşar’ın babası, beni hastaneye yatırınca, bir süre başımda bekledi. İlk müdahaleden sonra, serum takılmıştı. Ambulans şoförü, Ağva’ya geri dönmüştü. Annem, teyzem kızının İstanbul Ok Meydanı’ndaki evinde, beni beklemeye başlamış. Annemi daha sonra hastaneye göndermişler. Gözümü açtığımda, başucumda, annemi gördüm. Ağlamasını bitirmiş, alnımdaki ıslak mendille alnımı siliyordu. Okul müdürümüzün eşi Yüksel öğretmen, annemi, teselli etmek için yalnız bırakmamış. Hastanede, iki litre kadar kan vermişler. Ankara’ya kura çekmeye giderken, yanıma ödünç aldığım bir miktar para vardı. Hastanede bana teslim ettikleri, elbisemi ve cebimdeki bir miktar paramı da anneme verdim. Annem, önceden, ben hastaneye yatar yatmaz; kulağındaki altın küpesini satarak kan parasını ödemiş. İstanbul Ok Meydanı’nda oturan teyzemin büyük kızı, annemle birlikte, beni ziyarete gelmişlerdi. Hasan enişte, yıllar önce İstanbul’a gelmişti. Bu olayı yıllar önce biliyordum. Ok Meydanı semtinde oturan teyzem kızı Refika ve kocası Hasan enişte, memlekette Eber Gölü’nden çıkarılan kındıralardan(yumuşak kamışlar) hasır yaptırıp satmakla geçinirken iflas etmiş, İstanbul’a göç etmişti. Uzaktan akrabamız olan Ok Meydanı Hastanesi doktoru Ali bey, Hasan enişteyi, terzi kadrosuyla hastanede, işe aldırmış. Dr Ali, tıp fakültesinde öğrenim gördüğü sürecinde, annemin babası Mustafa dedem tarafından yardım aldığını, teyzemin kızı Refikaya ,hep anlatırmış. Bu nedenle bir vefa borcunun ödeme fırsatının düştüğünü anlatmış. Hasan Enişte , Ok Meydanı yakınındaki bir sokakta kirada oturuyor, iki çocukla zar - zor geçimini sağlıyordu. İstanbul’a gelmeden adreslerini almıştık, ama Ağva’ya geldiğimizde evlerine uğrayamamıştık. Meğer, mide kanaması geçirince, bu şekilde karşılaşmamız olacakmış. Evden getirdikleri kaynamış patatesleri, başucumdaki küçük çelik dolabıma koyup gittiler. Akşam olmuş, hastanede, nöbetçi doktoru, hemşireleri ve hastabakıcıları kalmıştı. İki yataklı bir odadaydım. Sağ yanımda, Tamer adında benim yaşımda, bir genç arkadaş yatıyordu. Sarılık hastalık tedavisi gören bu arkadaşın İstanbul’da ikamet ettikleri için, ailesi ,sık sık ziyarete geliyordu. Tamer’e getirdikleri yağsız beyaz peynirden, bana da ikram ediyorlardı.1968 yılı ekim ayının son günleriydi. Fransa Cumhurbaşkanı Degoulle Türkiye ziyaretinde, rahatsızlanıp İstanbul Haydarpaşa Hastanesi’ne kaldırılmış. Hastalar da bu yabancı ülkenin devlet adamının geldiğini, personelin heyecanından öğreniyorduk. Görevli hastabakıcı, odamıza gelerek, bize yaşadığı bir olayı, anlatmaya çalışıyordu: 55

“Adamın boyu çok uzunmuş. Biz nerden bulalım ona göre hasta yatağı. Başhekim beyin emrine göre, ben de şimdi, bizim Üsküdar’da oturan demirci Cemil’i çağırdım. Arkadaş bu adamın sadece boyu değil, burnu da çok uzunmuş. Şimdi ne olcek. Sağından soluna dönerken, burnu karyoladan dışarı mı çıkcek? Allah Allah! Bana ne canım burnundan ”Diye garip garip söylenerek, kucağına bastığı temiz çarşafları, nereye götüreceğini şaşırmış halde, odadan çıktı. Hastabakıcının trajikomik sözlerini dinlerken , kimse gülememişti. Kapıdan çıkar çıkmaz ,herkeste bir kahkaha fırtınası kopmuştu. Ben de gülmemek için karnımı tutuyordum. Susuzluktan dilim damağıma yapışmıştı. Mide kanamasından dolayı ,çok kan kaybettiğim için halsiz düşmüştüm. Hastabakıcı, geri döndü geldi odamıza: “Bakın arkadeşler, başhekim emir göndermiş, Fransa Cumhurbaşkanı bizim hastaneden çıkarken, koğuşları şöyle dolaşcekmiş .Ziyaret edecekmiş anlayacağınız. Ona göre benden söylemesi. Hastalar da duysun bunu .Gendinize, çegi düzen verin ,deyorum!” Bu hastabakıcının anlattıklarını, nöbetçi hemşireye aktarınca, hemşire hanım, hiç konuşmadan, bir eliyle ağzını kapatıp, gülerek hızlıca odadan çıktı. *Ağva’da Göreve Devam Mide kanamasından dolayı, İstanbul Haydarpaşa hastanesinde, yirmi gün yatıp tedavi olunca, annemle birlikte memleketimize değil, Ağva’ya döndük. Doktor, kırk günlük rapor verdi, ama ben bu raporun tamamını kullanmadan ,Ağva Ortaokulundaki öğrencilerime dönmüştüm. Fen Bilgisi öğretmeni Hüsamettin Balaban arkadaşımla aynı evde kalıyorduk. İki bekar arkadaş olarak tuttuğumuz eve, iyi ki annemi getirmişim. Akşehir’deki evimizde , benden küçük endüstri meslek lisesi öğrencisi iki erkek kardeşimin yanlarına, anneannem gelmişti. Hüsamettin bey ile anlaşmamız kolay oldu. Çünkü benzer yaşantılar içerisinde büyüyen aile çocukları olduğumuzu anlamıştık. Temiz kalpli ,iyi niyetli , dürüst öğretmen arkadaşım, annemin bizimle kalmasına çok memnun olmuştu. Ben de bu duruma sevinmiştim. Öğretmenlik mesleğine ,kaderimde, mide kanamasına uğradıktan sonra başlamak varmış. Ağva’ya yeni açılan okulda, hemen her şey ,ilk ve yeniydi. İlklerin arasında yerimi almıştım. Öğrencilerimi ve halkını çok sevmiştim. Sahil boyunca sıralanmış dükkanları, muhtarlık, yardımseverlerin destekleriyle yaptırmış. MEB ‘de hazır binayı uygun bulup, üç öğretmen ile yeni açılan bu ortaokulda, eğitim öğretime başlamıştık. Benim branşım Türkçe olduğu için Türkçe ve Sosyal Bilgiler derslerine giriyordum. Hüsamettin arkadaşımın branşı Fen Bilgisiydi. Matematik dersleri yanında , İngilizce dersini de üstlenmişti. Resim, Müzik, Beden Eğitimi derslerine okul müdürümüz giriyordu. Müdür beyin ilköğretiminde eşi Yüksel öğretmen , el işi derslerine giriyordu. Diğer derslerden birkaçı, ilkokul öğretmenleri tarafından dolduruluyordu. Sınıflarda okuduğum güzel şiir ve yazılar, öğrencileri çok etkilemişti. Okudukları öykülerin ve şiirlerin etkisinde kalarak, yazma denemeleri yapıp bana gösteriyorlardı. Ben de bu yazı çalışmalarını düzeltip, kendilerine dağıtıyordum. Öğrenciler, bu çalışmalardan hoşlanıyor, yaptıklarını ,birbirleriyle paylaşıyorlardı. Bu etkileşim sonucunda okumaya ve yazmaya ilgi duyanlar giderek çoğalıyordu. Kitap okuma ve yazmaya karşı motive olmuşlardı. Öğrencilerin yazılarında anlatılanlar, daha çok günlük yaşantılarını yansıtıyordu. Doğa, deniz, orman , dere ve ırmak sözcüklerine çokça yer veriyorlardı. Ben de yazıların tür ve şekillerine yönelik yazma teknikleri hakkında bilgiler veriyordum. En önemlisi, 56

noktalama işaretlerine uymaları ve yazım kılavuzuna bağlı kalmalarını önemle belirtiyordum. Öykümsü yazılarının konularında, kendi yaşantılarıyla yakından ilgiliydiler. Örneğin; ”Gırgır” dedikleri tekneyle balığa çıkmak ,denizde yüzmek, ormanlıkta ava çıkmak ve aile içinde yaşadıkları küçük olayları anlatıyorlardı. Kimisi fıkra yazıyor, kimisi balıkçılığı anlatıyor, kimisi matematik işlemlerine dayalı zeka bulmacalarını, hazırlıyorlardı. Öğrenciler, bu yazılarının sınıfta okunup paylaşılmasından çok mutlu oluyorlardı. Yazıların iyilerine, önceleri, okulun duvar gazetesinde yer veriyordum. Daha sonraları, A /4 boyutundaki , saman yapraklı kağıdı, dört sayfalık gazete biçimine koyarak, öğrencilere dağıtıyordum. Adını da beraber koymuştuk: “Ağva’nın Sesi” başlığının yanına, yeni adıyla “Yeşilçay’ın Sesi “demiştik. Hüsamettin öğretmen arkadaşımla yazı işlerimizi ortaklaşa hazırlıyorduk. Sınav kağıtlarını ve tüm yazıları, derslerden sonra okulda kalıp, geç vakitlere kadar mumlu kağıda yazarak hazırlıyorduk. Ertesi günü, ispirtolu teksir makinasıyla çoğaltıp öğrencilere dağıtıyorduk. Dersler bitince, bazı öğrencilerle birlikte voleybol, basketbol oynuyorduk. Bu yakınlaşma, öğrencilerin başarılarına olumlu etki ediyordu. *Profesör Taren Ağva Ortaokulunda, bir tiyatro sergilemeye karar vermiştik. Bu tiyatro oyununu, hazırlamaktaki amacımız, okulu tanıtmak ve velilerin çocuklarıyla ilgili gelişimlerini göstermekti. Böylece okul-veli yakınlığını sağlamak için sıcak bir çalışmaydı. Sahnelenecek eser üzerine, araştırmalar yapmıştım. Milli Eğitim Bakanlığınca, okulumuza gönderilmiş kitaplardan yaptığım araştırma sonucunda, bir eser bulmuştum. Sonunda, “Profesör Taren” adında bir komedi eserini, sahneye koymak için kollarımı sıvamıştım. Okul müdürümüz, olur verdikten sonra, oyunda görev almak isteyen öğrencileri belirlemiş, çalışmalara başlamıştım. Hüsamettin Balaban arkadaşımla birlikte sahne ve dekor hazırlıkları yapıyorduk. Eserin sahneye koyma sorumlusuydum. Dekor, kıyafet, makyaj işlerine en çok Hüsamettin Balaban yardımcı oluyordu. İki bekar öğretmenin gece gündüz, omuz omuza çalışıyorduk. Başvurduğumuz herkes, yardımcı oluyordu. Yıl sonuna kadar çalışarak, oyunu hazırlamıştık. Dükkan gibi sıralanmış odalardan oluşan okulun çatısı dümdüzdü. Tam bir yazlık salonu olabilirdi. Sahne yapmak için Muhtar Hüsamettin beyden, branda bezi istedik. Sahneleyeceğimiz günden bir gün önce, okul sıralarını çatıya taşımıştık. Masa kısımlarını yan yana getirerek, üstünü branda beziyle kapatınca , tiyatro sahnesi olmuştu. Sıraların oturulan kısımlarını da seyircilerin oturması için salona yerleştirmiştik. Muhtar Hüsamettin beyin yardımıyla dışarıdan merdiven yaptırılınca, tam bir yazlık sinema salonu olmuştu. Okul müdürümüz, davetiyeleri hazırladı. İstanbul’dan enstrümantal müzik parçasını, kasete doldurtup getirmiştim. Bu fon müziği ile oyun daha da güzelleşecekti. Oyunun velilere gösterimi başlamıştı. Seyircilerin ücret vermesini zorunlu kılmadık. İsteyenlerin Okul -Aile birliğine, makbuz karşılığında yardım edebileceklerini duyurmuştuk. 57

Her zamanki gibi bu işleri ,muhtar Hüsamettin bey üstlenmişti. Nasreddin Hoca usulü, giriş ücretsiz, çıkış ücretliydi. Baş rolü, ezberi güçlü ve çalışkan öğrencimiz Kısmet Şancı oynayacaktı. Top sakallı görünüşlü makyajını yaparak, bir “Entel görünüşlü profesör tipi” ortaya çıkarmıştık. Yoğun çalışma yaptığımızdan, başarılı bir temsil sahnelemiştik. Öğrencilerin bu tiyatro gösterisi, Ağva kasabasında, günün konusu olmuştu. Bu gösterimiz, halk arasında büyük ilgi görmüştü. Velilerden olumlu tepkiler alıyorduk. Biz de okul yönetimi ve öğrenciler olarak çok mutlu olmuştuk. Ağva’da günlerce bu tiyatro oyunundan söz edilmişti. Okul müdürümüz bayrak töreninde, sahneye koyan iki öğretmeni ve görevli öğrencilerimizin başarısını kutladı, tüm öğrencilerin destek çalışmalarını da teşekkür ederek ,övücü bir konuşma yapmıştı. Herkes kendine düşen başarı payından memnun olmuştu. Yeni açılan ortaokulun kültürel işlevi, çevrede ses getirmişti. Okula karşı ilgi artmış, reklamı yapılmıştı. Oyun sonrası, bu öğrencimize arkadaşları ‘Profesör Taren’ diye hitap etmeye başlamışlardı. O öğrenci, bu ilgiden memnundu. Okulda ve çevrede tanınan “ünlü bir kişi” olmuştu. Tiyatrodan sonra, makyajındaki teke sakalı yoktu ;ama sakalı varmış gibi çenesini sıvazlama alışkanlığını yaparak, arkadaşlarına komiklik yapıyordu. Böylece “ünlü olmanın” zevkini çıkarıyordu *Ağva’da Sel Baskını Gecenin geç saatlerinde, bağırış çağırış gürültüsüyle uyandık. “Herkes evinden dışarıya çıksın! Haydi çabuk evleri boşaltın!” diye sesler geliyordu. Karanlık içinde herkes, caddeyi seyrediyordu. Dere taşmış, önüne geleni sürüklüyor, kuzey taraftan gelen sel suları, gittikçe yükseliyordu. Bizim oturduğumuz ev, tek katlı olduğundan, birkaç eşyamızı alıp çatıya çıktık. Dam kapağını açık tutarak, hazırda bekliyorduk. Biz gibi dama çıkanlar da vardı. Ağva Deresi, (Yeşilçay) gittikçe azgınlaşıyor ve denize doğru artarak akıyordu. Önüne gelen taşıtları ve ormandan koparabildiği ağaç kütüklerini sürüklüyordu. Çatıda bulduğumuz merdiven ile arka tarafta, su olmayan boşluk yere her an inebilme hazırlığındaydık. İstanbul’dan birkaç itfaiye aracı gelmiş , boşaltma işlemleri yapıyor, vatandaşları selden kurtarmaya çalışıyordu. Sel, rıhtım kenarında bulunan balıkçı teknelerini, kulübelerini ve ne bulduysa denize dökmüştü. Sel, iki saatlik sürede ,sahilde büyük hasar yaratmıştı. Hızlıca akan su durulmuş, diğer yarısı, asfalt yolu kapatmıştı. Önceleri ,yol suyun içinde fark edilmiyordu. Sular sakinleşmeye başlayınca; yol, ortaya çıkmıştı. Suyun hızı yavaşlayınca, sandalla yardıma gelenler, yolda devriye geziyorlardı. Çoluk çocuk, yaşlı, kadın -erkek, kim varsa, kurtarma çalışmasını yürütüyorlardı. Öğlen saatlerinde sular iyice azalmış, yol görünür olmuş, evler iyice açığa çıkmıştı. Eşyalarını kurtarmaya çalışanların koşuşturmaları gözleniyordu. Sel felaketi, ikindi zamanlarında bitmişti. Tehlikenin tam olarak gittiğini görünce, eve indik .Çatıya götürdüğümüz battaniye ve giyeceklerimizle eve inmiştik. Evimizin içini su basmıştı. Yarım metre kadar yükselen sular, kendiliğinden arka taraftaki çukurdaki bahçeye doğru akmaya başlamıştı. Kapı eşiklerinde kalan suları, kova kova arka taraftaki bahçeye doğru boşaltıyorduk. Fazla eşyamız olmadığı için sel felaketinden çok etkilenmemiştik. Sel baskınından dolayı, okullar bir gün tatil edilmişti. Zaten bir ilkokul, bir de ortaokul vardı. Ama sahile yakın dükkanların çoğunu su basmıştı. Şile kaymakamı , devlet görevlileri, muhtar Hüsamettin beyi yanlarına alarak hasar tespitini 58

yapmaya başlamışlardı. Barakadan yapılan ortaokul binamız, fazla hasara uğramamıştı. İçerdeki yan yatmış bazı eşyalar, sıkıştığından dışarıya çıkmamıştı. Sular çekildikten sonra ,okuldaki eşyalardan kırılan ve dökülenleri, elbirliği ile düzeltmeye koyulduk. Bu sel felaketi, denizin kabarmasından değil, derenin taşmasındanmış. Bu olay beş- on yılda bir olurmuş. Bu derenin bir ucu Melen Çayı’na kadar uzanırmış, baraj yapılırsa ,her yıl yaşanan sel felaketi olmayacağı gibi, İstanbul’un su ihtiyacının bir kısmı buradan sağlanabilirmiş. Bu bilgileri, hasar tespit çalışmaları sırsında düzenlenen raporlardan öğrenmiştik. *Ağva’da Film Çevriliyor Yarım gün eğitim yapılan Cumartesi gününde, evlere dağılırken, bir kalabalıkla karşılaştık. Caddeyi kapatan Jandarma, yolu kesmiş, insanları ara sokaklara doğru yönlendiriyordu. Dersten çıkan öğrencileri, tek sıra biçiminde dizip sokağa yöneltiyorlardı. Evlerine gitmek isteyene geçiş yeri açıyorlardı. Yolun ortasında bir büyük jip durmuş, kırmızı- mavi çakar lambalarını yakarak, arada bir siren sesiyle yolu açık tutuyordu. Biz de kendimizce öğrencilerimizi korumaya çalışıyorduk. Bu telaş sırasında, öğrencilerin rahat davranışlarını garipsemiştim. Çocuklar, bu durumlara alışık olduklarını söyleyip bizi teselli ediyorlardı. “Öğretmenim korkmayın! Film çevrilirken, hep bu caddeyi kapatırlar, biz alıştık, yine film çeviriyorlar.” Yolun ortasında bir kadın, yanında bir erkek, karşısında da birkaç kişi vardı. Şimdi bakalım ne olacak ,seyredelim diyorduk. Uzaktan koşarak gelen kameramanları ve ışık yansıtıcılarını merak içerisinde izlemeye başlamıştık. Işıkçı iki kişi, ellerine aldıkları , jelatinli parlak plakaları, koşarak oyuncuların yüzlerini aydınlatıyorlardı. Çocuklar, bu olağan olayları ,kanıksadıkları için hem gülüyorlar, hem de meraklarını yenemedikleri için, seyretmekten vazgeçmiyorlardı. Ben ilk defa gördüğüm için bayağı heyecanlanmıştım. Kovboy filmlerine benzer, bomboş caddenin ortasında, karşılıklı birkaç kişi, birbirlerine doğru yürüyorlardı. Hemen bir “Stop!” sesi geldi.“Olmadı, tekrar” diyerek, ortaya atılan uzun saçlı, sakallı ,kasketli, koca gözlüklü birisi, elindeki huni gibi bir aletiyle rol alanlara talimatlar yağdırıyordu. Yönetmenin yanından bir kişi yanımıza gelerek ; “ Filmde figüran olmak isteyen varsa, adını bize yazdırsın, yarın diğer sahneler için size rol verebiliriz.” dedi. Benim hoşuma gitmişti. “Ama okulun kurnaz öğrencisi Halil, “Aman hocam! Gitmeye kalkmayın. Sizi süründürürler. Hem para vermezler, hem de saatlerce bekletirler.” “Olmadı, bir daha, haydi tekrar yapacağız,” diye sizi çalıştırırlar. Sonunda, film sahnelerinde görüneceğiniz de garanti değil. Biz çok katıldık. Evet bir yemek ısmarlıyorlar, ama bazen geç saatlere kadar çalıştıkları için aç kalabilirsiniz. Çünkü kim kime dumduma öğretmenim. Bazen sahilde film çeviriyorlar. O zaman, açık hava altında; soğukta ,sıcakta bizi bekletiyorlar. Yani figüranları perişan ediyorlar. Artistlerin ve aktörlerin çevresindeki kişiler, onları rahat ettirmek için özel önlemler alıyorlar. Film şirketi zengin olursa, size çok ikramda bulunabiliyorlar. Her ihtiyacınızı karşıladıklarında, sık sık ‘Bir isteğiniz var mı?’ diye soruyorlar. Öyle bir filmde figüranlık yapmıştım. Öğretmenim, Şilede çevrilmişti galiba. Nebahat Çehre ile Murat Soydan oynuyordu.(Nisan Yağmuru,1969)” 59

Ayrıntısına kadar film çevirme işini anlatan Halil, anlaşılan bu işlerin içinde bulunmuş. Baş roldeki, burma bıyıklı uzun boylu erkek artist kim? Diye sorunca; “Tanju Korel” adını söylemişti. Öğretmenim, isterseniz, yarın gelip, üç beş dakika, uzaktan seyredebilirsiniz. * Yıllar Sonra Gelen Davet Ankara’da düzenlenen kitap fuarında, kitaplarımı imzalarken, karşımda Suat Yağcı’yı görünce şaşırmış ve heyecanlanmıştım. Yanıma gelmiş, uzunca bir sohbet etmiştik. Suat’a görebildiği arkadaşlarını sormuştum. Kimler nerdeler, hangi meslek sahibi olmuşlardı.? Ben de İstanbul’a gittiğimde, Petrol istasyon sahibi olmuş Suat Yağcı’yı, iş yerinde ziyaretine gitmiştim Ağva’dan haberler almış, çok mutlu olmuştum. Bu kısa sohbetimizin yankısını birkaç ay sonra görmüştüm. 2012 Yılı eylül ayında, bir davet telefonu geldi Ağva’dan. “Ben Ağva Ortaokulu’ndan öğrenciniz Abidin. Hatırladınız mı beni öğretmenim? Ellerinizden öperim. Bakın yanımda kimler var: Kısmet, Yaşar, Suat, Zihni…Bizim konuşmamızı dinliyorlar öğretmenim! Sözü uzatmadan konuya giriyorum öğretmenim! Sizi Ağva’ya devet ediyoruz.” Bu telefon konuşmasından çok etkilenmiştim. Görüşemediğim öğretmen arkadaşlarımla buluşma fırsatını kaçırmak istemiyordum Gözlerim yaşardı. Hatırlanmak güzel bir duyguydu. Sağlığım müsait olursa, gelmek isteyeceğimi bildirmiştim. Önce 1968 yılındaki Ağva Ortaokulu müdürümüz İbrahim Bayram’ı ,Fen Bilgisi öğretmeni Hüsamettin Balaban ve beni davet ettiklerini söylediler. Kırk dört yıl sonra, elli yaşına ulaşmış bu kişilerin öğretmenlerini davet etmeleri anlamlıydı. Telefon elden ele dolaşıyordu. “Öğretmenim ben Kısmet, namı diğer “Profesör Taren, ben de Kadriye teyzenin torunu Tülay! Sınıf arkadaşlarımla birlikteyiz. Evlendim, çocuklarım var, yani sizlerin manevi torunlarınız . Ellerinizden öperiz öğretmenim. Sizlerle görüşmek, tanışmak istiyorlar.” “ Ben Varol…” diyerek sesler geliyordu. Telefondaki sesler çoğalıyordu. Sahilde buluşmuşlar, bizi davet ediyorlardı. Çok onur duydum, duygulandım, sevindim. Bu öğrencilerimizden, tayinim dolayısıyla, ayrıldığım 1971 yılından bu yana, tebrik kartları gelmeye başlamıştı. Her yılbaşlarında ve bayramlarda gelen tebrik kartları, beni mutlu ediyordu. Tebrik kartlarına cevap vermek için özen gösteriyordum. Hatta bu kartların bir kısmını biriktirmiş, bir klasörün sayfalarına yapıştırmıştım. Kalınca albüm olmuştu. Öğrencilerimiz, akıllı cep telefonlar çıktıktan sonra, watshaap ve Faceoobk aracılığıyla birbirleriyle iletişim içerisindeydiler. Abidin, Kısmet, Suat adresimi bulup telefonla arıyorlardı. Bu anlamlı ve vefalı daveti kabul ederek, Ağva’ya gitmiştim. Bizi karşılayan öğrencilerimizin, adımıza tahsis ettikleri oteldeki odalarımıza yerleştirildik. Denize bakan temiz, güzel , sakin bir otelden çıkıp yürümeye başladık. Çevremize seyrederek, öğrencilerimizden Abidin ‘in sahil lokantasındaki, akşam yemeğinde buluşacaktık. Ağva Ortaokulu’nun ilk açılışını yapan üç öğretmen, yıllar sonra Ağva ‘daydık. Okulun önüne, öğrencilerle birlikte diktiğimiz ağaçların altında buluşmuştuk. Gölgesi denize kadar uzanmış, serpilmiş söğüt ağacının altında otururken anılarımızı tazelemiştik. Barakadan yapılmış ortaokul binamız, belediyeye devredilerek zabıta müdürlüğü olmuş. Bize her zaman yakın davranan memleket sevdalısı muhtar Hüsamettin, bir dönem belediye başkanı olmuş 60

.Muhtarlıktan belediyelik olan Ağva’nın giriş caddesine bakan yamaçta, çok güzel üç katlı bir lise binası yapılmış. Çevremize göz gezdirirken Ağva, turistik bir yerleşim yeri olmuş. Ağva’nın güzelliklerini hayran hayran izliyorduk. 2012 yılında, bizi karşılayanlar, kocaman beyefendi, hanımefendi olmuşlardı. Yıllar sonra, karşımıza gelen bu ak saçlı halleri bizi , önce şaşırtmış sonra etkilemişti. 1968 yılının Eylül’ünde , 12- 13 yaşlarındaki küçük kravatlı beyler ve kordelalı kızlar gözümüzün önünde canlanmıştı .Anladık ki; su gibi akıp giden hayat, hepimizi değiştirmişti. Kimisi büyük iş insanı olmuş, Kimi öğretmen, doktor, mühendis olmuş. Ticaretle uğraşanlar olmak üzere, çeşitli meslek sahibi olmuşlardı. Çoluk çocuğa karışmışlar, hatta torun sahibi olanlar vardı. İçlerinde genç denebilecek 56-57 yaşlarına gelmiş, bu yüzden emekli olanları bile vardı. Okul müdürümüzün elindeki bastonu görmesek; yaşlandığımızı hatırlamayacaktık. Sahil lokantasına girdiğimizde çok iyi hazırlanmış ortamda bulduk kendimizi. Müzik eşliğinde, birlikte şarkılar -türküler söyleyip çok güzel eğlendik. Salondaki mikrofona gelen “Ak saçlı gençlerin” hayata dair etkili ve güzel konuşmaları, bizi gururlandırıyordu. Bizlere yaşlandığımızı hissettirmemek için; hatıralarında, ortaokula kayıt oldukları günleri, gözümüzün önüne getirip sevimli afacanlar gibi konuşmalar yapıyorlardı. Profesör Taren rolünü üstlenen Kısmet Şancı, temsildeki sakalı anımsatırcasına, küçük bir jest yaparak bize ,“Hoş geldiniz sayın öğretmenlerim !”dedi. Elinden her iş gelen motosiklet meraklısı Yaşar, iş insanı fabrikatör Suat “Hoş geldiniz!” diyerek, yakınımıza oturdular. Bekarlık dönemlerimizde , bize yanında helvasını eksik etmeyen ve palamutları hazırlayan yaşlanmış balıkçımız Enver ustamızın, sağ olduğu müjdesini, verdiklerinde çok sevinmiştik. Okul bekçimiz Aziz’in fedakarlıklarına karşı kendilerinin küçük yaramazlıklarından söz eden küçük “iğneli konuşmalar” süslenmişti gecemizi. Adlarımızın yazıldığı cam plaketleri, tek tek bize sundular. Başta okul müdürümüz İbrahim Bayram, Hüsamettin Balaban arkadaşımla birlikte, birer kısa teşekkür konuşma yapmıştık. Bu anlamlı gecede, öğretmenliğin sevgi- saygı doruğunu bize yaşatan sevgili öğrencilerimize çok teşekkür ediyorduk. Denizin ve Güneş’in turizm beldesi olan Ağva, filmler çevrilen turistik sahil bir kasabasının özelliklerinden söz ediyorlardı. “Bir İstanbul Masalı” adlı filmi, Ağva’da çevrilmiş olması, önemli bir turistik özelliğini ortaya çıkarmış. Bu tanıtım yardımıyla İstanbulluların hafta sonlarında, Ağva’ya tatil kaçamağı yapabileceklerin bir turistik beldesi konumuna gelmesi, Ağva’ya farklı bir önem daha kazandırmış. Anlaşılan bu özelliklerinden dolayı, ekonomik değerini artırmış. Bu yıllar önce yaşanmış anılarımızı, tekrar yaşatan öğrencilerimizin vefalı davetleri hepimizi mutlu etmişti. Bu güzel duygu ve düşünceler içinde vedalaşarak ayrıldık. * Tuzlukçu Günleri - 1969-1974 Eşimi, evlerine kiracı olarak girdiğimiz yıllarda tanımıştım. Lisede okurken eşim ortaokuldaydı. Üç yıl sonra başka mahalledeki başka eve taşınmıştık. Ben liseyi bitirip Konya Selçuk Eğitim Enstitüsüne okumaya gidince, annem kardeşlerimle birlikte eşimin bulunduğu mahalleye taşınmışlar. Öğretmen olup Ağva’ya gidince, mide kanamasından hastaneye yatınca annem yanıma gelmişti. Kuşçu Mahallesine tekrar dönmüştük. Eşim o sıralarda öğretmen okulunu 61

bitirmişti. Öğretmen okulunu bitirmiş, kura ile Konya Tuzlukçu kasabasına tayin olmuş. Yaz tatilinde aynı mahalledeki başka bir kiralık evdeyken, görücü usulü ile ailelerimiz bizi nişanlamıştı. Tayinlerimiz yaptırmak için nikah yapmıştık. Ben eşimi İstanbul Şile Ağva’ya eş durumundan tayini için uğraşıyordum. Çok zordu. Tayinimiz yapılamadı. Konya ili Tuzlukçu kasabasına, öğretmeni olan eşimin yanına, eş durumundan1970 yılında, tayinim yapılmıştı. Ağva ortaokulundan, Tuzlukçu Ortaokulu Türkçe öğretmeni olarak atamam yapılınca, bir yıl nikahlı olarak aynı yerde görev yapmıştık. Akşehir’ e bağlı beş bin nüfuslu belediyelik bir kasabaydı. On yıllık Ortaokulu, çok büyük ilkokulu, bir postanesi, Çiftçi Malları Koruma Müdürlüğü, bir imamın görevlendirildiği Meteoroloji İstasyonu vardı. Küçük bir Ana –Kadın sağlık Ocağı da hizmet görüyordu. Eş durumundan, bir yıl nişanlı nikahlı olarak Tuzlukçu kasabasında görev yaptım. Ortanca kardeşim askere alınmış, en küçük kardeşimiz de Endüstri Meslek Lisesini bitirir bitirmez Almanya’ya işçi olarak gitmişti. Annem yanımdaydı. Eşim de bekar öğretmen arkadaşlarıyla ,kalıyordu. Yanına hemşire teyzesinin ilkokuldaki olunu yanına getirterek birlikte kalmaya başlamışlardı. Ertesi yıl Temmuz 1970 yılında, Akşehir’de evlendik. Eşim, Tuzlukçu kasabasına gelin geldi. Kasabada elektrikler on ikide kesildiğinden, belediye görevlisi İlyas usta bir hata önce yanıma gelerek, hocam, düğünün ne zaman diye sormuştu. Çocuğu bizde öğrenci olduğu pek önemsememiştim. Düğün gecesi, elektriklerin bir saat daha yanmasını sağlamış. Bu durum daha sonra anlaşılmıştı. Kasabada, beş numara gözlükleriyle uzun boylu sürekli kravatlı dolaşan bir Nahiye müdürümüz vardı. En ufak sosyal faaliyetten bilgisi olmak gibi bir görevi üstlenmiş, tam bir klasik idareci kimliğini yansıtmaya çaba gösteren ,bir devlet memuruydu. Kasabadaki ortaokul öğretmenlerine de sırası geldikçe, özellikle törenlerde müdahale etmeyi bir görev sayıyordu. Nahiye Müdürü olarak, devletin idari yapısının varlığından herkesi haberdar etmeyi öncelikli sayardı. Genç öğretmen arkadaşların, kendilerini üniversite sahibi olduklarını öne sürerek, nahiye müdüründen emir alamayacaklarını hissettirmeye çalışırlardı. Ama ortaokul müdürümüz, lise mezunu nahiye müdürüne, “yönetimcimizdir\" gözüyle bakmamız gerektiği konusunda, bizi uyarırdı. Ortaokul müdürünün bu usta yöneticiliği, kasabadaki memurların çatışmasına engel oluyordu. Tuzlukçu kasabasında, çoğunluğu ilk ve ortaokul öğretmeni olmak üzere, bir avuç memur vardı. Kasabada iki büyük mahalle vardı. Aşağı mahalle ve Yukarı mahalle. Bazı yakın köylerde kan davasının devam ettiği bu kasabada; bakkaldan alınabileceklerin dışında et, sebze ve meyve ihtiyacı, Akşehir’deki Perşembe pazarından alınırdı. Kış mevsiminde, ıspanak veya pırasa gelince memur ailelerine haber verilerek satılırdı. Patates, soğan ihtiyacı kasabadan sağlanırdı. Kasabada, eskiden en çok üzüm üretilirmiş. Şimdilerde buğday ve arpadan başka, tarım ürünleri yoktu. Öğretmenler, on beş günde bir, ihtiyaçlarını karşılamak için Akşehir’e gidiyorlardı. Sabah ezanında kalkıp öğlen vakti, geri dönüp gelen bir otobüs ile şehrin bağlantısı gerçekleşirdi. Ortaokul son sınıf öğrencilerimi, sınava hazırlama çalışmalarını yapıyordum. Test hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak için öğrencilere test kitaplarını dağıtıyordum. 62

Okul müdüründen de izin alarak, çok ucuza sattığım test kitaplarını, yoksul öğrencilere ücretsiz veriyordum. Okulda bütün öğretmenler, ücretsiz kurs veriyordu. Tuzlukçu’nun kaderi de Ağva gibiydi, ne köy, ne şehirdi. Önemli bir farkı vardı. Ağva ne kadar yeşil ise Tuzlukçu’da o kadar kıraçtı. Yeni yeni ağaçlandırma çalışmaları vardı. Yetmişli yıllarda altı- yedi bin nüfusu vardı.Liseden arkadaşım Hayati ile burada karşılaşınca çok sevinmiştim. Kahvehaneye benzer, memurların çıktığı lokale gidiyorduk. Sınıfları çok ışık gören ,iyi yapılmış yeni Ortaokul binasında öğrenci sayısı azdı. Binanın bazı sınıfları boştu. Konya ili Bayındırlık müdürlüğünden, kati teslim için birkaç mühendis ve müteahhit ve gelmişti. Okul müdürümüz, emeklilik işlemleri için memleketi Trabzon’a gitmişti. Ben kısa süreli müdür yardımcılığı görevim sırasında, binayı teslim için imza atmam istendi. Ama sınıf kapılarından bazılarının çatlak olduğunu, kalorifer sisteminde bazı arızaların bulunduğunu belirten cümleler yazarak, imza atabileceğimi söyleyince; teslim tutanağını bana imzalatmadan gittiler. Daha sonraları, bina İl Milli Eğitim ve il bayındırlık müdürlüğünce teslim alınmıştı. Okul müdürümüze durumu anlatınca, hemen durumu bildiren resmi yazı yazmıştı. Bana da teşekkür ederek, binanın eksiklerinin tamamlatılması için aylarca çaba gösterdi. Okul müdürümüz, binanın eksiklerini tamamlattırmıştı. Okul binasının büyük duvarlı bahçesini, ağaçlandırmıştık. Ağaçları öğrenciler zimmetledik. Yeteri kadar su olmadığı için, okul idaresi ,öğretmenler ve öğrencilerin yardımıyla su motoru kurup ağaçları suluyorduk. Bir grup öğrencinin ,cadde ortasından hırsla, okula doğru geldiklerini görmüştüm. Bu öğrenci grubunu, okulun bahçe kapısında karşılayıp, ellerindeki çivili tahtaları yere atmalarını ve hemen müdür yardımcısı odama gelmelerini sert bir şekilde söyledim. Sorgu- sualden sonra, kavga ettikleri arkadaşlarına ,-ucunda koca koca çivileri çakılmış- bu tahtalarla saldıracaklarını öğrenmiştim. Merdiven basamaklarına dizilmişler, beni bekliyorlardı. İçlerinden birisi çok uzun boyluydu. Ben, yanında çık kısa kalıyordum. Bir basamak yukarıya çıkarak, uzun boyluca ve başkanları olan bu öğrenciye, bir tokat atmıştım. Hırsım geçmişti. Diğerlerine vurmadan, derslerine girmeleri için sınıflarına göndermiştim. Ertesi günü bu öğrencinin babası, okula gelmişti. Ben ,ellerinden alarak, odamda sakladığım çivili tahtları , öğrenci velisine gösterince, şaşırmıştı. “Hocam, bu çocuklar, arkadaşlarına bu durumda saldırsalardı, Allah korusun büyük felaket olurdu. Kasabamızda, bu küçük olaylar uzar; sonunda kan davasına kadar giderdi. Bu kavgayı önlediğiniz için size çok teşekkür ederim. Keşke birkaç tokat daha atsaydın .”demek için geldiğini söyledi. Belki de tokat yiyen çocuğun velisi, idareden hesap sormak için gelecekti. Bu olayın okul disiplin kurulunca, küçük soruşturmasını yapmıştık. Bu konuyu, öğrencilerin dosyasına yansıtılmayacak derecede, yönetmelik gereği, sözlü uyarıda bulunup, sorunu kapatmıştık. Diğer öğrencilere, hem gözdağı verilmiş, hem de disiplin işlemi yapılmadığı izlenimine fırsat verilmemişti. Bu olaya bakışımızdaki sonuca göre; vatandaşların okula ve öğretmenlere güvendiklerini gözlemliyorduk. Yıllar sonra bu öğrenciyle Ankara MEB önünde ,karşılaşmıştım. Ellerimi öpmek için eğildi. Sonra bu olayı hatırlattı. Dedi ki ”Hocam, keşke çokça tokat atsıydın. Ben şimdi Gazi Üniversitesinde doçent yardımcısıyım. Bu üniversiteye geç katıldığım için, profesör olmam çok gecikti. Kavgalardan fırsat bulup önce mezun olur, belki profesör olurdum..”diyerek ,öğretmenine karşı teşekkürünü belirtmişti. Hamile olan eşim, Akşehir’deki annesinin yanına doğumu için gitmişti. Ben Tuzlukçu’da 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Spor Bayramı dolayısyla, öğrencilere spor provası yaptırıyordum. Bir 63

hafta .17 mayıs 1971 yılında kızım olduğunu telefon konuşmasından öğrenmiştim. Baba olmuştum. Çok güzel duyguydu baba olmak. Yeşil gözlü minicik kızım dünyaya gelmişti. Telefondan büyük bacanağım Akşehir’dan müjde vermişti büyük bacanağım Ersen .O gün gece uyuyamadım sevincimden. Sabah ezanlarına kadar uyuyamamıştım .Çok az kalkabildiğim sabah namazı vaktinde uyanık olduğum için Allah’ıma şükredip sabah namazını kılmıştım. Adını, eşimle daha önce eşimle kararlaştırdığımız gibi Fulya koymuştuk. Yıllar sonra Tuzlukçu ilçe olmuş, bu binada ortaokul ile birlikte lise olmuştu. Çevresindeki ağaçların gümrahlığında göğsümüz kabarmıştı. Çok duygulandım. Okulun bahçesini dolduran çam ağaçlarının yükseldiğini, kapısının hemen yanındaki salkım söğütün gölgelikler saldığını veren bu kocaman ağaç altında, içtiğim bir bardak çayın lezzetini ,günlerce unutamadım. Beni en çok sevindiren de Tuzlukçu Ortaokulu’nda az da olsa kız öğrencilerin olmasıydı. Tuzlukçu kasabasında, üç yıl görev yaptıktan sonra, Akşehir Kız Meslek Lisesi Türkçe öğretmenliğine atanmıştım. *Kız Meslek Lisesi ve Ilgaz Şarkısı - 1974-1978 1974 Yılı ekim ayında Akşehir Kız Meslek Lisesine atanmıştım. Akşehir’in merkezinde, büyükçe bakımlı bahçesi, donanımlı yeni binasında, eğitim öğretim yapıyordu. Hemen bütün branşları içeren okula bağlı uygulamalı Anaokulu vardı. Okulda, müdür başyardımcısı Fethi Aral’ın dışında, tek erkek öğretmendim. Daha sonraları erkek öğretmenler atanmıştı. Kız meslek Lisesi öğrencilerinin tamamı kız öğrenciydi. Daha sonraki yıllarda, Mesleki ve teknik lise olanlarına erkek öğrenci alımı başlanmış. Kız öğrencilerin öğretmenlerine karşı saygılı davranışları güzeldi, ama İlk aylarda, kız öğrencilerin kırılganlığına karşı nasıl davranacağımı kestiremediğim için zorluk çekiyordum. Çok saygılı kız öğrencilerin, sosyal derslere karşı duydukları ilgi ve katılımları, beni mutlu ediyordu. Deneyimli okul müdürümüz Sezer Bozan, çok otoriter bir yapıya sahip olduğu halde, kültürel faaliyetlerde görev alan öğretmenlere destek veriyordu. Her gittiğim okulda okul gazetesi çıkarmaya çalıştığımdan, bu okulda da bir okul gazetesi çıkarmak istediğimde, beni desteklemiş ve yardımcı olmuştu. Öğrencilerle birlikte “İmece” adlı okul dergisi hazırlayıp yayınlıyordum. İçerisinde, her branşı tanıtan yazılar bulunuyordu. Basımıyla kendim bizzat ilgilenerek; hem ucuz hem de kaliteli çıkarılması için çaba gösteriyordum. Şiir ve yazıları yayınlanan öğrenci ve öğretmenlerin dergiye karşı ilgileri yoğundu. Okul gazetesinin basımını matbaacı Ömer ustaya yaptırıyordum. Önceden incelediğim şiir ve yazıları, bu matbaada bastırıp öğrencilere dağıtımını sağlıyordum. İkinci sayısını hazırladığım bir zamanda, matbaacı Ömer ustanın dükkanına gitmiştim. Bir de baktım ki; dükkanının önünde, polis kaynıyordu. Atatürk anıtı karşısındaki Matbaacı Ömer ustayı, polis yakalamış tutanak tutup hemen arkasındaki emniyet karakoluna götürmeye zorluyordu. Durumu anlamaya çalıştım. Meğer, Matbaacı Ömer usta erkenden dükkanı açmış, karşı meydandaki Atatürk anıtına çıkmış, sabunlu suyla anıtı yıkamaya çalışıyormuş. Uzunca merdivenin başına gelenlere de öfkelenip. “Atamızı toz toprak içerisinde bırakıyorsunuz, ben yıkıyorum.” diye karşılık verince, Ömer ustaya polis müdahale etmiş. Olay daha sonra tatlıya bağlanmış ,ama o ay çıkması gereken “İmece” okul dergisinin yazıları, elimde kalmıştı. Ömer usta biraz karakolda, biraz hastanede kalmış ve esenliğe kavuşmuştu. Daha sonra, bizim dergiyi, Ömer ustanın başında durup yayınlatmıştım. Yeni göreve başladığım sırda, lise müzik kolundan mezun olduğumdan söz etmiştim. Bu nedenle, kız meslek Lisesinde görev yaparken, müzik dersi öğretmeninin başka okula tayini çıkınca, bayrak törenlerinde, İstiklal Marşı’nı yönetme görevi verilmişti. Daha sonra, boş geçen müzik derslerine girmem istendi. Önce isteksizdim ,sonra kabul ettim. Lise ikinci sınıfların ilk 64

müzik dersine girince, öğrencilere hangi parçaya geldiklerini sorduğumda, “Ilgaz şarkısını okuyacaktık öğretmenim.” Dediler. Halbuki öğretmen ders defterinden görmek mümkündü. Ben tamam, deyip parçayı başladım, okumaya. “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın.” Sözlerine başlar başlamaz, öğrenciler, parçayı alıp notasına uygun biçimde, su gibi okumaya başladılar. Ben sessizce, sınıftan çıkıp, aşağı kata, müdüre hanımın odasına girdim: “Müdüre hanım, bu çocuklar, benden güzel okuyorlar.” diyerek, derse giremeyeceğimi belirttim. “Hayır öğretmenim, sen bu dersi yaparsın, onlar daha önceden çok iyi bildikleri konuyu, size söylemişlerdir.” diyerek, derse girmem için ısrarcı olmuştu. Zaten biraz gönülsüzdüm. Bu durumu bahane ederek, başarısız olabileceğimi anlatınca, isteğimi kabul etmişti. İzin isteyip yukarıdaki sınıfa geri döndüm, ders çıkış zili çalınca, kimseye söz etmeden, öğretmenler odasında almıştım soluğu. Kızım beş yaşına basmış, kız meslek lisesi bünyesindeki anaokuluna gidiyordu. Bu ara eşim ikinci çocuğumuza hamile kalmıştı. Müdüre hanıma gidip, dersim olmadığını, fakat nöbetçi olduğum için evden çağırdıklarını söyleyip söyleyip birkaç saatlik izin istemiştim. Eşimin ikici çocuğumuza hamile olduğunu daha önceden bilen Müdüre hanım,”Haydi, koş, hayırlı haber getir bakalım öğretmenim. Oğlunuz olursa , Cumhur koyun bak, yarın Cumhuriyet Bayramı .”demişti. Eve gittiğimde, üst komşumuz ebenin yakından ilgilendiğinden doğum evimizde gerçekleşmişti. Bir erkek çocuğum olduğunu evden öğrenip okula geri gelmiştim. Adını da babamın ön adıyla birlikte Ruhi Cumhur koymuştuk.28 Ekim1974 günü, on iki otuz saatlerinde, dörtte dünyaya gelmişti. İlk çocuğumdan sonra da ikinci çocuğumun olması beni çok sevindirmişti. Sanki ikinci defa baba olmuştum. Ben yine çok seviniyor, duygulanıyor, mutlu oluyordum. Bir yıl önce ,erken doğum yapan eşimin çektiği sıkıntısı üzerine ikinci çocuğumuzun sağlıklı doğmasıyla ayrıca çok sevinmişti. Kızımla oyuncak oynama arkadaşlığımın yanına, oğlumla evde top oynayacaktım. Allah’ıma çok şükür etmiştim. Yanımızda bulunan annem daha çok sevinmeye başlamıştı. Geleneksel Türk aile yapısına göre soyun erkek evlatla devam ettirilmesine inandığı için biraz fazla sevincini gizleyememişti. Halbuki yıllar sonra kızımın babaannesiyle ve anneannesiyle olan ilişkisi, daha yakın olmuştu. Akşam eve gelince görebilmiştim oğlumun yüzünü. İlk çocuğumda olduğu gibi çok sevinmiş ve duygulanmıştım. Allah’ıma şükredip yatmadan yatsı namazını kılmıştım. Aslında ilkokul çağlarımdan bu yana Yörükzade Ahmet Fevzi’ye çok yakın olduğumdan namaz alışkanlığım vardı. Cuma namazlarına sürekli gidiyordum. Beş vakit namazı da babamın teşvikleriyle kılmaya çalışıyordum. Öğretmen olan eşimin, ayrıca evin ağır işlerin yükünü çekmesi beni çok düşündürüyordu. Aynı çatı altında annemin yanımızda olması çocuklarımıza olan bakımı işini kolaylaştırıyordu ama ne kadar iiyi olsalar da birisi kaynana biris gelindi. Ailecek ,ufak tefek sorunları atlatabilme becerisi gösteriyorduk. Annemin hoşnut olması yanında eşimi takdir etmek için elimden geleni yapıyordum. El becerim ve yemek yapabilme gibi yeteneklerim olmadığı için ev işlerinde kimseye yardımcı olamıyordum. Çok şükür üçümüz de dengeli biçimde, çocuklarla birlikte geçimli olamaya gayret ediyorduk. Kız Meslek Lisesi’nde ,T.C. İnkılap Tarihi dersi boş geçiyordu. Okul müdürü Sezer Bozan, odasına çağırıp, son sınıfların bu dersine girmem için görevlendirmişti. Ben, müzik dersi gibi olmayacağını söyleyip, T.C. İnkılap dersine giriyordum. Önce, ders kitabındaki tarihi olayı, anlatıyor arkasından Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinden ilgili bölümü okuyup açıklamaya 65

çalışıyordum. Bu usül, öğrencilerin çok hoşuna gitmişti. Okul müdürü, öğrencilerin beğenisini duymuş, beni kutlamıştı. Ben de onurlanmıştım. Eğitim Enstitüsünden mezun olanlara “Nutuk” verilince, bir defa okumuştum. T.C. İnkılap Tarihi dersine gireceğim için sindire sindire bir kere daha okumuş oldum. Yakın tarihimizi, İstiklal Savaşını Atatürk’ten tekrar öğrenerek, bilgilerimi pekiştirmiştim. Yıllar sonra, bu öğrencilerimden birisinin Kız Meslek Lisesi müdür yardımcısı olduğunu duymuştum. Kendisini ziyarete gittiğimde, müzik dersindeki olayı ben gündeme getirmiştim. Müdür yardımcısı olan o öğrencim, bir dakika durakladı, sustu ve toparlandı. Şöyle karşılık verdi: “Müdüre hanımın size dediği gibiydi. Çok iyi bildiğimiz ‘Ilgaz ‘parçasını okumak için sınıfça ağız birliği yapmıştık öğretmenim.” diyerek itiraf etmişti. Ben de onlara, “Engin müzik bilgimden!?” mahrum kaldıklarını söyleyince, gülümsemişti. Kız Meslek Lisesi’nde yıl sonu defilelerinde, sunum programları hazırlıyordum. Podyuma çıkan öğrencilerin görsellerine uygun şiirler ve metinlerin sunumunu, öğrencilerle birlikte gerçekleştiriyordum. Bu çalışmalarıma ilgi gösterilince, İlçedeki törenlerde de sunuculuk ve program yapımcılığında görev veriliyordu. Akşehir ilçesi stadyumunda düzenlenen , 19 Mayıs kutlama törenlerinde, programların metinlerini sunuyordum. Hatta Nasreddin Hoca Derneği başkanlığını yapan İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa Kandemir’in görevlendirmesiyle bir program sunuculuğunda bulunmuştum. *Yedek Subaylık ve Çetin Altan Sayfası 1975 yılında, askerlik yoklamalarında bakaya kalanları, kısa dönem yedek subay olarak askere aldılar. En küçüğümüz otuz yaşlarındaydık. Ülke çapında askerlik yapmayan çok sayıda yedek subayları, toplayıp kısa dönem askerlik eğitimine almışlardı. Ben de bazı arkadaşlarımla birlikte, Isparta ilinde toplanmış, yedek subay öğrenci eğitimini görüyorduk. Isparta kentinde toplanmış alay komutanlığı ,şehri zor durumda bırakıyordu.22 Bölükte ,7300 yedek subay öğrencinin toplandığı askeri alay komutanlığı, Isparta şehrinin ekonomik ve sosyal ortamını zorluyordu. Beş- on esnaf kazançlıydı, ama hafta sonlarında kentin sokakları , haki elbiseli gençlerin yoğun trafiği altında kalıyordu. Askeri yerleşkemizde yeteri kadar duş yapabilecek imkan yoktu. Kenan Evren Paşa Genel Kurmay ikinci başkanıyken, 30 Ağustos1975 günü Isparta’ya denetime gelmişti. Denetim sırasında, duş ihtiyacının karşılanması için öğrenciler istekte bulunmuşlardı. Arkasından ,çok sayıda açık duş alanları yapılınca çok rahatlamıştık. Askerlik çağımız geçmiş ,yaşlı denebilecek durumdaydık. Her sabah yaptığımız beş kilometrelik “Yaylalar” şarkılı sabah sporlarına çabuk alışmıştık. Fakat her Cuma günü yaptırılan Pentathlon eğitimi ağır geliyordu. İtalyan havuzu dedikleri yere atılınca, çıkmakta zorluk çekenlerimiz oluyordu. Ben yirmi dokuz yaşında olmama rağmen, hepsini yapabiliyordum. Dokuzuncu bölükte, dört ay askerlik yapmıştım. İki ay sonra, atış alanına gitmiştik. Kırıkkale tüfeklerimizle on, tabancayla iki mermi olmak üzere ;toplam on iki mermi yakmıştık. Bölük komutanlarımız, yaşça bizden küçüktü. Ama kendi aramızdaki çocuklaşmalarımız dışında, emir –komuta zincirine uyarak kusur işlemiyorduk. Canla başla askerlik yapıyorduk. Ne “Er,” ne “Subay” olduğumuzdan; içimizden birisinin uyanıklığı sonucunda birbirimize “Ersu” diyorduk. Ana binanın altındaki büyük yatakhanede, nöbetçi çavuş görevinde bulunmuştum. Bir 66

keresinde, dışarı iznine çıkan bir arkadaşımızı, tabur komutanımızca hafta sonunda, askeri giysiyle meyhanede bulunduğu için tabur huzurunda kendisini uyarmıştı. Bir hafta sonra, taburun içtima saatinde komutan işin doğrusunu açıkladı: Meyhaneye giden bir askeri öğrenci, yaka numarasının bir rakamının yerini değiştirdiğinde, inzibat subayına yakalanmış. Halbuki yaka numarasının yanlışlığına uğrayan bu öğrencinin ana bina nöbetçisi olduğu, nöbetçi komutanın tanıklığı ile ortaya çıkmış. O arkadaşımız aklanmıştı. Suçu yapan da ortaya çıkarılmış, gerekli ceza verilmişti. Bazı ünlü kişilerin aynı dönem askerlik yaptıklarını duyuyorduk. Siyasetçi Osman Bölükbaşı’nı oğlu Deniz Bölükbaşıyla tanışma fırsatım olmuştu. Ayağı büyük olduğu için, ayağına göre büyük numaralı, asker postalı bulunamadı. Bir süre sivil ayakkabıyla gezinmişti. Deniz Bölükbaşı, yıllar sonra, milletvekili seçilmişti. Yazlık askeri kıyafetleri ve postalları, Kırıkkale tüfekleriyle birlikte geri alınacaktı. Bu yüzden giysilerimizi, silahımızı sağlam teslim etmek için çok iyi koruyorduk. Üç ay dolmak üzereyken, bir eğitim sonrası, yorulmuş dinleniyorduk. Birden ayağa kaldırılarak, çantalarımız yoklanmaya başlanmıştı. İki er, aramızda gezerek, çantalarımızın içini aramaya başlamıştı. Benim çantamı arayan “Er,” içinde bulduğu kitabı açınca, “Çetin Altan” bölümünü görmüş, giysimdeki 5385 yaka numaramı, kitabın kapağına büyükçe yazıp komutanına götürdü. İçim rahattı ,ama bayağı tedirgin olmuştum. Yoklama yapan asker, yedek subay öğrencilerin çantalarındaki bazı eşyaları, kontrol edip tekrar çantalara atıyor; kafası karışan bir eşya olursa, komutanına götürüyordu. Benden çıkan kitap geri gelmişti. Çünkü Behçet Necatigil’in “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” kitabıydı. Asker, açtığı sayfada ,Çetin Altan ismini okuyunca, telaşlanmış. Komutan, kitabı incelemiş, içinde, çok sayıda şair ve yazar isimlerini okuyunca, askere geri vermişti. *Endüstri Meslek Lisesi ve Atölye Gazetesi Akşehir Kız Meslek lisesi’nde, maaş karşılığı yeterli sayıda Türkçe dersi yoktu. Bu yüzden, önce Akşehir Lisesine, sonraları Akşehir Endüstri Meslek Lisesi Edebiyat derslerine, ücretli derslere gidiyordum. Bilhassa benim de mezun olduğum Akşehir Lisesine yürüyerek gidiyor, bazen derslerimin bitiminden sonra, kadrolu olduğum Kız Meslek lisesine toplantıya katılmak zorunda oluyordum. Okulların öğrenci profili, şartların farklılıkları yetmezmiş gibi; ücretli öğretmenin gittiğim okullarda, ikinci planda kalmamda bana ağır geliyordu. Ertesi yıl ,sadece Endüstri Meslek Lisesi’ne ücretli olarak derslere girmeye başlamıştım. Gezmekten yorulduğumu anlattığım Endüstri Meslek Lisesi Müdürü Mehmet Ereş’e , okuluna kadrolu olarak geçebileceğimi söyleyince, hemen dilekçemi almış, Ankara’ya elden, yetkiliye ulaştırıp , iki ay sonra, atama kararnamemi getirmişti. 1978-79 öğretim yılı başında, Akşehir Endüstri Meslek Lisesi’ne atanmıştım. Bu durumu, oldu bitti sayan Kız Meslek Lisesi Müdürü Sezer Bozan, çok kızmıştı. Yeni kurulan İlçe Milli eğitim Müdürlüğüne vekalet ettiğini söyleyerek, atamayı durdurabileceğini söyleyince, ben de çok üzülmüştüm. Ama Endüstri Meslek Lisesi Müdürü Mehmet Ereş gibi deneyimli ve ağırlığı olan bir yöneticiyi karşısına almayı göze alamadığından, işin peşini bırakıp atama yazıma onay vermek zorunda kalmıştı. Ben eski okuluma vefasızlık yapmamak için Kız Meslek Lisesi ile Endüstri Meslek Lisesi arasında Kız ve 67

erkek öğrencilerin rol aldığı, “Kanaviçe” adlı tiyatroyu sahnelemede görev almıştım. Daha sonra Endüstri Meslek Lisesine geçince de “C. Fehmi Başkut’un “Göç” oyunun sergilemiştik. Bu oyunu yakın köylere taşımıştık. Çevre köylerde yaşayan halkın tiyatro hakkında bilgi ve kültürlerini artırmıştık. Köylülerin mutlulukları ve neşeleri yüzlerinden okunuyordu. Köylüler, büyükten küçüğe, kadından erkeğe hemen hepsi, bizi kucaklarına basmış, çok ilgi gösterip misafir etmişlerdi. Endüstri Meslek Lisesi’nde, “ATÖLYE” adıyla bir okul gazetesinin çıkarılmasını sağlamıştım. İki ayda bir basılıp öğrencilere ücretsiz dağıtıyorduk. Gazetede yayınlanması için öğrencilerin verdikleri şiir ve düzyazıların ; okunup basıma hazırlanmasını, Kültür Edebiyat eğitici kol sorumlu öğretmeni olarak ben gerçekleştiriyordum. Çocuklarımız büyümüştü. Kızım Akşehir Lise ikinci sınıfta, oğlum da ortaokul ikinci sınıfta iken Ankara’da yeni açılan Adalet Meslek Lisesine tayin yaptırarak Ankara’ya yerleşmiştik. İlk yıllar eşim, oturduğumuz Keçiören ilçesi, Etlik semtinin en uzak okullarından birine tayini yapılmıştı. İki-üç araçla bazen taksiyle gidip geliyordu. İkinci yılın başında eve yakın bir dolmuşla gidilebilecek bir okula tayini yapılmıştı. Kadınlara yirmi yılda emekli olabilme yasası çıkınca, öğretmenlikte yirmi dört yılını tamamladığı için emekli olup ayrılmıştı. *Öğrenci Evlerini Ziyaret Akşehir Endüstri Meslek lisesi’ne atanınca, Metal İşleri bölümü ikinci Sınıfın “Sınıf Öğretmeniydim.” Öğrencilerin kişisel dosyadaki bilgilerini birkaç defa okuyarak, onları daha yakından tanımaya çalışıyordum. Köylerinden şehirde okumaya gelen Endüstri Meslek Lisesi öğrencileri, birkaç arkadaş bir arada, aynı kiralık evde kalıyorlardı. Bu öğrencilere rehberlik yapmak amacıyla ,sınıf öğretmenleri olarak, evlerini de geziyorduk. Evlerinde ziyaret ettiğimiz öğrencilerin, ders içi ve ders dışı her türlü sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyorduk. Okul yönetimi ve Okul- Aile birliği aracılığıyla, velilerle sürekli iletişim içerisindeydik. Maddi yardıma muhtaç olanlara gerekli destek sağlanıyordu. Hafta içinde, birkaç öğrencinin birlikte kaldıkları evlerden birini, görmeye karar vermiştim. Akşam vaktinden sonra, üç öğrencinin kaldığı evin zilini çaldım. Birinci kattaki perde açılıp kapandı. Beni görünce kapıyı açtılar. İçeriye girer girmez, elimdeki bisküvi paketini hemen yatakların bulunduğu örtünün üstüne bıraktım. Kısa boylu sarışın ve eşofmanlı öğrenci, “Öğretmenim ne zahmet ettiniz diyerek, paketi, küçük ocak tüpün yanına koydu. İki odalı ev, hasırlarla döşenmişti. Odanın bir köşesinde, üst üste konmuş yatak ve yorganlar, beyaz badanalı duvarın yanındaki boş alana ,büyük çivilerin çakıldığı askılıklarda elbiselikler vardı. Öbür odaya baktım. Temiz ve sade görünüşteydi. Bir köşesinde sandık gibi yükseltilmiş , üzeri kareli örtüyle kapatılmış küçük tepecik dikkatimi çekti. Bu kabarık eşyanın hafif açılmış kenarından, üst üste konmuş yufkalar görünüyordu. Sınıf öğretmenleri olarak önceden haber vermeden ziyarete geldiğimi anladıklarından hiç tedirgin olmamışlardı. Ben de yere bağdaş kurmuş, öğrencilerle sohbet etmeye başlamıştım. Gecikmiş akşam yemeğinde, kıymalı patates yemeğini, sofraya koyma hazırlıkları hızlanmıştı. Biri, kuru yufkalardan üç tane getirip, açtığı gazete kağıtları üstünde hafifçe suladı. Uzun boylu esmerce olan diğer öğrenci, yemek tabaklarına, tencereden ,kıymalı sulu patates yemeğini bölüştürmeye başladı. Tuzluk, biberlik, çatal ve kaşık derken lahana turşusunu kavanozdan çıkarıp sofradaki bir tabağa koymuştu. O arada ekmek yerine hazırlanan yufkalar yumuşamış, aralarında paylaştırılmıştı. Bana da buyur ettiler. Önüme konan yemeğin yanında , bir parça yufka, çatal ve kaşık verdiler. “Haydi ben de size yardım edeyim.” Deyip yemeğe başladık. Derslere nasıl çalıştıklarından başlayıp 68

kiralarına kadar anlatmaya başladılar. Bazen köylerinden, sırayla birisinin anası gelerek, birkaç günlük yemek yapıp gidermiş. İkisi de aynı köyden olduğu için çok iyi anlaştıklarını söylüyorlardı. Fazla bir ekonomik sıkıntıları olmadıklarını aktardılar. Aileleri düzenli biçimde maddi destek sağlıyorlarmış. Sohbet, derslerdeki başarının konuşulmasına gelmişti. Bazı öğretmenlerin derslerini anlayamadıkları üzerine, isteklerini anlattılar. Yemek yerken küçük piknik tüpüne hemen çaydanlık konmuştu. Çaydanlıktaki suyun kaynaması üzerine, küçük demir tepsiye sıralanan çay bardaklarının yanına, bir tane daha eklendi. Sofra toplanmış, bir yandan getirdiğim bisküvi paketi açılmış, bir tabağa konmuştu. Bütün bunları, seri bir şekilde, fazla konuşmalarına gerek kalmadan, kendi aralarında var olan iş bölümü içinde, işlerini, tıkır tıkır yapıyorlardı. Bir buçuk saat kadar birlikte sohbet ettik. Genellikle, matematik derslerindeki başarısızlıklarını dile getirdiler. Matematik dersinin zorluğunu kabul ediyorlardı. Ama bazı matematik öğretmenlerinin öğretimlerindeki yetersizliklerinden, kendi açılarına göre şikayetçi oluyorlardı. Bizim mesleki formasyon dediğimiz özelliklerinin yetersizliği üzerine ortak görüşlerimizi ,öğretmenleri suçlamaya gitmeden çözüm öneriler üzerinde konuşmalar yapıyorduk. Ayrıca, atölyedeki uygulama eksikliği üzerine de düşüncelerini aktarmışlardı. Öğrencilerin sorularına gerekli cevapları verirken, nasihata girmeden, rehberlik yapmaya çalışıyordum. Öğrencilerin morallerini ve ümitlerini diri tutacak biçimde samimi bir ortamda, fikir alış verişi yapıyorduk. Ayrıca bu sorunlarının çözümü için okul yönetimiyle görüşeceğimi dile getirmiştim. Öğrenciler, bu ziyaretimden çok memnun olduklarını belirttiler. Vedalaşıp yanlarından ayrıldım. Eve geldiğimde ,uyumadan önce, eşimle öğrencilerin durumlarını paylaştım. Gerçekten bu güç şartlarda öğrenim gören öğrencilerin; irade , azim ve inançları övgüye değerdi. Kendine güvenen bu öğrencilere her türlü destek vermek gerektiği sonucuna varılmıştım. İkisinin çelimsizliği dikkatimi çekmişti. Ertesi gün, okul yönetimine, bu ziyaretimi anlatmış, yazılı rapor biçiminde de sunmuştum. Bir hafta sonra okul yönetiminden izin alarak, sınıfın tamamını ,ilçedeki Verem Savaş Derneği’nde muayene olmalarını sağladım. Ziyaret ettiğim öğrencilerden birisi, sağlıklı çıktı. Diğer öğrencide sağlık sorunu ortaya çıkmıştı. Bir yıl boyunca sağlığını düzeltmesi için okuluna ara vererek, gerekenleri yapmıştık. Sağlığına kavuşan bu öğrenci, ertesi yıl, son sınıfa geçerek, mezun olmuştu. Bu öğrencinin babası, varlıklı bir esnaftı. Çocuğunun sağlık sorununu göz önüne alarak, oğlunu, işinin başına geçirmişti Yaklaşık 8 yıl sonra, ilçede kurulan bir perşembe pazarına meyve -sebze almaya gitmiştim. Girişteki sebze kamyonundan, ince uzun boylu bir genç, önüme atlayıp hemen ellerime sarıldı. “Öğretmenim, verin ellerinizi öpeyim.” deyip karşımda durdu. “Sen misin Osman?” deyince, “ Evet , benim öğretmenim. Sayende, verem hastalığından kurtuldum. Size çok teşekkür ederim. Evin tek çocuğu olduğum için şimdi babamın işini devam ettiriyorum. Evlendim iki çocuğum var. Ecir’i duydun mu hocam? O da Amerika’da üniversite hocası oldu. Arada bir telefonlaşırız. Bizim dükkandaki telefondan arar konuşuruz. Sizden bahsederiz hep.” Bu çocuklardan Ecir adındaki öğrencim, üniversite sınavını kazanıp Amerika’ya gitmişti. Girdiği üniversite öğreniminden sonra Amerika’da kalarak, üniversitede akademisyen olmuş. 69

Bu karşılaşmadan mutlu olmuş, gurur duymuştum. Yıllar önce üç liseli arkadaşın evlerine ziyarete gittiğimde, gözlerindeki sabır ve azmi görmüştüm. Hedeflerine ulaşacaklarından emindim. Emeklerimizin semeresini görmüştük. *Lise Öğrencilerinin Siyasi Kavgaları 1977-79 Yıllarında edebiyat öğretmenliği yaptığım dönemlerdi. Sağ- sol olayların yaşandığı siyasal atmosferin gerginliğinin yaşandığı stresli ortamında, her an diken üstündeydik. Acaba bugün hangi siyasi grup, diğer siyasi grupla karşılaşacak, nasıl fiziki çatışma çıkacaktı. Kimse bilemezdi. Sadece okullar değil, toplum da bu gerginliği yaşıyordu. Sabahın ilk ışıklarında, okul bahçe nöbetçisiydim. Dış kapıda bekliyor, öğrencilerin kravat takıp- takmadıklarını ve kasketlerini giyip- giymediklerini kontrol ederek içeriye alıyorduk. Lise öğrencilerinin subay kasketine benzer, ay yıldız armalı lacivert kumaştan, yanları sarı biyeli ,kumaş kasket giymeleri zorunluydu. Bazı öğrenciler, kasketlerini, koltuğunun altına alıp, okula yaklaşınca giyiyorlardı. Puslu ve nemli bir havada çiseleyen yağmur, giderek şiddetini artırıyordu. Yağmurlu havada, öğrencilerin ayakkabılarını, kapı önündeki demir ızgaraya silmeleri için uyarıyorduk. Kimi tam siliyor, kimisi üstün körü silip, içeriye koşarak kaçıyordu. Sağcı- solcu öğrenciler, kendi grubundan arkadaşlarına katılıp, sınıflarına geçiyorlardı. Öğrencilerin giyimlerinin, saç tıraşlarının öğrenciye yakışır biçimde olmasına dikkat ederek, kontrol ediyorduk. Bazılarına küçük uyarılarda bulunduktan sonra, girmelerine izin veriliyordu. Kız öğrencilerin etek uzunları, parmaklarındaki yüzüklerin ,küpelerinin kontrollerini, bayan nöbetçi öğretmenler kontrol ediyordu. Kız öğrenciler, iki siyasi grubun şimşeklerini çekmeden, sessizce giriyorlardı. Tek tük kız öğrencilerden, bir grubun militanı gibi davrananlar oluyorsa da o grubun erkek öğrencileri , fazla önemsemiyorlardı. Derslere giriş zili çalmak üzereydi. Öğrenciler, koltuklarındaki birkaç defter ve kitabı içeriye bırakıp; tekrar dışarıda ,sıraya girmek için bekliyorlardı. Son gelen gruptan iki kabadayı öğrenci ,içeri girmek istemezcesine yanımda duraklamıştı. Aniden beş -on kişi, hemen toplanmış, bana doğru geliyorlardı. O sırada yanımda duran başka grubun öğrencileri, beni siper yapıp arkama saklanmışlar. Başımı arkaya çevirince, masum görünüş içinde, benden yardım istediklerini sezmiştim. Karşıdaki grubun bu öğrenciye saldıracağını anlamıştım. Bu öğrenci gurubunun da okulun öğrencisi olduklarını bildiğim için ben hemen bir adım öne çıkarak, “Celalettin yerinde dur!” diye bağırdım. Arkamda bekleyen birkaç kişilik grup öğrenciye yönelip;“ Turgut hemen duvardan atlayıp bahçeden çıkın!” der, demez kaçtılar. Karşıda bekleyen grup hareket edinceye kadar Turgut, yanındaki arkadaşıyla okulun bahçe duvarından atlamış kaçmışlardı. Kalabalık gruptan yanıma gelenlerden birisi, bazen bayrak taşıyan uzun boylu Celalettin, “ Öğretmenim, bize niye engel oldunuz. Dedi. “Okulda bu kavgaya fırsat vermem evladım .!” dedim. Ben içeriye doğru yürümeye devam ediyordum. “Onlar bizi dışarıda devamlı sıkıştırıp dövüyorlar, biz de okulda onlara karşı bir şeyler yapmalıyız.” diyerek, sessizce bana dertleniyordu.’ Yaşadığınız bu durumun çözümü böyle olamaz. Okul idaresine, şikayet 70

edersiniz, çözümü kavga değildir. Kavgaya karşılık kavga olunca, bunların sonu olmaz, sizler arkadaşsınız.’ diyerek cevaplamıştım. “Bakın öğretmenim, arkadaşımız Ayhan’ın kafasında maden suyu şişesini kırdılar.” Açıklamasını ekleyip yanımdan uzaklaşmıştı. Ben de konuyu fazla uzatmadan ,sınıfa girmek için nöbet yerimden ayrıldım. Dersime girmeden hemen önce, okul yönetimine ,olayı kısaca anlattım. Yazılı olarak bildirebileceğimi belirterek, dersime girmek için ayrıldım. İkinci kattaki salonun penceresinden gözüm bahçeye kaymıştı. Duvardan kaçan öğrenci grubun okula girdiklerini, görmüştüm. Ortalık sakinleşmiş, kavgasız bir sabah daha yaşamıştık. O günün bahçe nöbetçiliğimin devamı sırasında, bahçede, teneffüse çıkan çocukların arasında dolaşıyordum. Bu sırada, kavgadan kaçmasına yardımcı olduğum öğrencilerin başkanı olarak bilinen sağcı Turgut, yanıma yaklaşarak, bana teşekkür ediyordu. Okulun bahçesinde dolaşan Celalettin ve arkadaşları, bizi uzaktan seyrediyorlardı. Celalettin’e işaret ederek yanıma çağırdım. “Evladım, bizim için hepiniz aynısınız. Yanımdaki Turgut değil ,sen olsaydın sana da aynı biçimde yardım ederdim. Biz öğretmen olarak sizin kavga etmenizi istemeyiz.” “Düşüncelerinizi karşılıklı konuşarak tartışınız. Kavga etmek, uygar gençliğe yakışmaz. Hem daha yaşınız kaç? Çok okuyun, araştırın, aklınızı ve kalbinizi kimseye satmayın. Umarım, bu gençliği kullanmak isteyenlerin oyunu bozulur da medenice bir arada öğrenim görürsünüz. Bu vatan, bu devlet, bu bayrak hepimizin. Birbirinizi sayın, sevin.” Bu cümlelerimi başını önüne indirerek dinleyen Celalettin, teneffüsün bitiş zilini duyunca , izin istercesine bana yan gözle bakarak, yanımdan ayrıldı. Öğrenci olayları,1978-79 yıllarında, çok yoğun yaşanıyordu. Bu olayların arkasının ne zaman kesileceğini bekliyorduk. Kim ne derse desin; 1980 Askeri ihtilali bağıra bağıra geliyordu. İhtilal olduktan sonra, olaylar, kısa bir süre, bıçak gibi kesilmişti. Ama toplumda, çok acılar yaşanmaya devam ediyordu. Kavgalar ,tabancalı- bıçaklı olmaya başlamıştı. Bir keresinde, sınıf kapısı açılarak, bir öğrenci konuşmaya başlamıştı: “Öğretmenim, bir devrimci arkadaşımız, şu anda hastanede yatıyor. Kendisine yardım toplayacağız.” dediğinde, hasta olan arkadaşınıza yardım toplama yöntemi bu şekilde olmayacağını ve hem dersimizin bu şekilde bölemeyeceğini söyleyip sınıftan çıkartmıştım. İkinci dersim, aynı sınıftaydı. On dakika sonra, başka bir öğrenci, hastanede yatan ülkücü bir arkadaşına yardım toplamak için geldiğini söyleyince, ben bu öğrenciye de aynı biçimde açıklama yaparak, sınıftan çıkarmıştım. Daha sonra bu izinsiz ve kuralsız yardıma çıkan öğrencilere yönetimce gerekli işlemler yapılmıştı. Ama bizim bu çabalarımız yetersiz kalıyordu. Öğretmenevlerindeki kiralık eve hava karardıktan sonra gelmiştim. Baktım ki, mahallenin çevresinde polis kaynıyordu. Polisle mermi kovanı topluyorlardı. Evin önüne gelince kimliğimi gösterip eve girebilmiştim. *Ev Yapı Kooperatifi ve Kiraz Akşehir’de bir grup arkadaşımın kurduğu yapı kooperatifine biz de girmiştik. Arsayı hemen alıp 1977 yılında temel atıp inşaata başlanmıştı. İnşaatın erken bitmesi için Emlak Bank’tan yüksek faizle kredi almıştı. İki yıl sonunda, iki bloktan oluşan 16 dairenin inşaatı bitmiş, 1980 yılı Ocak ayında, evlerimize geçmiştik. Ticari kredi olduğu için ödemekte zorlanıyorduk. Öğretmen eşimin maaşıyla ikimizin toplam maaşımız, yirmi beş bin liraydı. Fakat aylık ödememiz otuz bin lira. Eşim, oturduğumuz kiralık evden uzaktaki bir ilkokulda öğretmendi. 71

Ders bitiminde, eve gelirken, elinden tuttuğu ilkokul birinci sınıftaki oğlumla birlikte Perşembe günleri kurulan Akşehir’in en büyük sebze ve meyve pazarının yakınından geçiyorlarmış. Haziran ayında kiraz pazara yeni gelmiş. Pazarda kirazı gören oğlum, annesine kiraz almasını istemiş. Ama eşim, oğlumuzu susturup kiraz alamayacağını söylemiş. Eve geldiklerinde, bu olayı anlattılar, hepimizin içi acımıştı. Yapı kooperatifine olan borcumuzun bizi çok sıkıştırmış ve üzmüştü. Bu olay, unutamayacağımız acı anı olarak içimizde kalmıştı. Bu ekonomik zorluğu akrabalardan destek görerek, ancak iki üç ay yürütebilmiştik. Mustafa dedemin vefatından sonra, annemin payına düşen beş arsayı dört çocuğuna dağıtmıştı. Bu arsa bana Hızır gibi yetişmişti. Bana düşen arsayı satarak, banka borcumu silmiştim. 1984 Yılı 23 Nisan Çocuk Bayramı hazırlıkları ilerlemişti. İlçedeki çocukların, bu bayramda, yönetimi devralarak temsili yönetici olacaklardı. Oğlumu da Akşehir Belediye başkanı Yaşar Cenikoğlu’dan görevi devralarak temsili belediye başkanı olacaktı. Bu durumun heyecanı evimizde çok önceden başlamıştı. Oğlumuz Ruhi Cumhur, kendisini belediye başkanı olmak için hazırlamış, öğretmeniyle birlikte hazırladığı konuşma metnini evde çalışıyordu. Devir teslim töreni olmuş, ailecek çok sevinmiştik. *12 Eylül’de Mezarlık Ziyareti Kayınpederim, aniden rahatsızlanarak, yürümekte güçlük çekmişti. Acilen hastaneye yatırmıştık. Ayak damarlarından birisi pıhtı atmış, evine getirmiştik. Dört çocuğundan üçü kız, biri erkekti. Çocuklarının hepsi duymuş, yanına gelerek evdeki tedavisine yardım ediyorduk. Ağırlaşınca ,Çanakkale’de araziye çıkmış olan orman mühendisi oğluna bildirecektik. Ben büyük bacanağım ile, şehir postanesine giderek, telefonla durumu iletmek istemiştik. Akşam 20’de yazdırdığımız telefon sıramız, ,ancak saat 24 ‘te gelmişti. Karşımıza mühendis Erol yerine, nöbetçi memur çıkmıştı. İlgili memura, durumu anlattık. On dakika sonra, cevap geldi .Çok uzaktaki orman arazisinde olduğundan, iki günden önce gelemeyeceğini aktardılar. Postaneden eve geldikten bir saat sonra, kayınpeder 9 eylül 1980 günü gecesinde vefat etmişti. Oğlunun gelemeyeceğini duyduğumuz için, cenazeyi bekletmeden , ertesi günü defnetmiştik. Üç gün sonra izin alıp gelen kayın birader ile Cuma günü, sabah namazına İmaret Camisi’ne gitmiştik. Camiden çıkınca, yakınındaki Nasreddin Hoca mezarlığına uğrayıp kabir ziyaretinde bulunmak istemiştik. Bir de baktık ki; yollar tutulmuştu. Silahlı askerler, gelen geçenden kimlik soruyorlardı.12 Eylül 1980 sabahı askeri ihtilal olmuş. Askerler, motosikletli kişilere, dipçik vurarak durduruyorlardı. Kayınpederin vefatı olaylarından dolayı, hiçbir şeyden bilgimiz yoktu. Biz, ürkek ve saygılı biçimde askerin sorularına karşılık vermeye çalışarak derdimizi anlatmaya çalışıyorduk. Kimliksiz kişileri, büyükçe kapalı bir taşıta bindirip merkeze gönderiyorlardı. Sağımıza solumuza bakarak, kimliklerimizi arıyorduk. Tam bu sırada yanımıza kadar gelen nöbetçi astsubay olan kırmızı şerit kolluklu komutan, beni tanımıştı. “Bu bey, benim çocuğun liseden öğretmeni, onu tanıyorum. Bırak bu şahısları asker!” Deyince sevinerek, arkamıza bakmadan evimize doğru, hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışıyorduk. Ev yakındı zaten. Köprüyü geçince, yoldan “Öpücük Sokağa” girerek, gözden kaybolup kestirmeden eve çıkıvermiştik. 72

*Ankara Üniversitesi ve Amme İdaresi Sınavları Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesinin lisans programına katılıp dört yıllık okul mezunu olmak istedim. Eğitim Enstitüsü diplomasına göre, yazılı sınava aldılar. Sonunda 132 ders kredilik tamamlamak için sınav takvimi verdiler. Bir gün sonra ,Ortadoğu Amme idaresinin sınavına girdim. Sınavda , “AET Nedir? Türkiye ve AET ilişkisi” konusu sorulmuştu. Bu sınava bir yıl önceden çok iyi hazırlandığım için öğrenci deyimiyle “Çok iyi kağıt verdim.” Ankara’da iki sınava katılmış Akşehir’e dönmüştüm. Bu sınavda başarısız olunca, kendimi Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tamlama sınavlarına hazırlanmaya yönelmiştim. Evli ve iki çocuk sahibi, on yıllık öğretmendim. Akşehir Endüstri Meslek lisesi Edebiyat öğretmenliğimi sürdürürken, Ankara’ya sınavlara girmek için okuldan izin almak zor oluyordu. Buna rağmen 1980yılı şubat ayında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Yönetimi Teftiş Planlama Bölümü’nden mezun olmuştum. Belgeyi almaya Ankara gidince, Hizmet içi Lisansütü programına devam etmek için dilekçe vermiş, ders kitaplarını almış, Akşehir’e dönmüştüm. Bu durumda, bazı derslere devam mecburiyeti vardı. Akşehir Endüstri Meslek Lisesi yönetimi, ders programımda kolaylık sağladı. Tez konusunu almıştım. Fakat her hafta Ankara’ya gidip bazı derslere girmek zor oluyordu. Nisan ayına kadar devam ettim. Daha fazla sürdüremeyince, dönem kaybettim. Bir yıl sonra da kaydım silinmişti. Birkaç defa üniversiteden af yazıları aldım, ama devam edemedim. Çünkü ev yapı kooperatifinin yarattığı ekonomik sıkıntılar belimizi bükmüştü. Emekli olduktan sonra Yükseliş Kolejinde çalıştığım okul Müdürümüz Rezzan Gökdeniz’in isteği üzerine, Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Özel Lisesi’nin kurucu yöneticisi ve öğretmenleri olarak 2000 Öğretim yılında Edebiyat bölüm başkanı olarak göreve başlamıştım.1980Yılında, Ankara Üniversitesi tamamlama programı sırasında, tanıştığım arkadaşlarımla, profesör olarak karşılaşmam bana sürpriz olmuştu. Bu kolejde yedi yıl görev yapmıştım. Kızım Gazi üniversitesi, Tasarım öğretmenliğini btirdi. Oğlum da Eskişehir İşletme Fakültesini bitirmişti. *Saldırıdan Nasıl Kurtuldum Akşehir’den Ankara’ya gidecektim. Afyon’dan dolaşarak gitmek zorunda kalmıştım. Afyon otogarda otobüsün kalkış saatini beklerken, on beş kişi kadar, bir grup genç, çevremi sardığının farkına varmıştım. Bana doğru sert bakışları içerisinde, rahatsız edici davranışta bulunuyorlardı. Yukarıdan aşağıya beni süzerek, sağımda solumda dolaşmaya başlamışlardı. Fısıltılı konuşmalarını anlayamıyordum. Çember daralıyordu. Çok rahatsız olmuştum. Öğrenciye benzer halleri yoktu. Saçları sakalları dağınık görünüşleri içinde , kot pantolonlu, mont ceketli gençlerdi. Hiçbirini tanımıyordum. Üniversite öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim bu gençler, bana doğru harekete geçecekleri kanaatim kesinleşmişti. Kendimi korumak için sırtımı, duvara doğru vermiştim. Ne de olsa biz de altmış sekiz kuşağı olduğumuzdan, öğrencilik yıllarında, benzer olayları çok yaşamıştık. Hiç bir şey yapmadan bana yaklaşan ilk kişiye hamle yapmak için, elimdeki fermuarlı çantayla karşılamak için gardımı almıştım. Kavgada ilk vuran olmalıydım. Ancak o anda grubu dağıtabilirdim. Belki daha sonradan yardım eden olurdu. Yoksa iş işten geçer, dayak atıp kaçarlardı. Hatta düşürdüler mi insanın üstüne üşüşüp, tekme-tokat girişerek, yerlerde süründürürlerdi. 73

Sonunda kaçışırlardı. ‘Kim vurduya gidilirdi.’ Ben bunları düşünürken; içlerinden uzun boylu kabadayı bir genç, hemen önüme doğru dikilince, ürkmüştüm. Hazırlandığım gibi karşı tepki de veremedim. Sırtında parkası, saçı sakalı uzamış gür bıyıklı, sarışın bir delikanlıya yakından dikkat edince, o genci ben tanımıştım. Ama nasıl davranacağını kestiremedim. “Ooo ! Hocam ! Ne yapıyorsunuz burada?” deyip elimi öpmeye eğildi. Bu genç, lisenin duvarından kaçmasını sağladığım öğrencilerimden Turgut’tu. Turgut Sen misin diye sorunca, “Evet hocam benim, Turgut!” deyince, karşımda bana saldırmaya yönelen öğrenci grubu, hemen geriye çekilmişti. İçlerinden birisi, “Başkanım senin öğretmenin miydi ?”diye sordu. Etrafı çeviren o öğrenci grubu, hiç bir şey olmamış gibi ikimizi seyrediyordu. Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi Yüksek Okulu’nda öğrenci olduğunu anlattı. Konuşmamız sırasında bana dönerek: “Otogarda bir sorun mu yaşadınız yoksa hocam? Bu Arkadaşlar, seni tanımazlar. Herhangi bir sıkıntı yaşadınız ise, kusura bakmayın. İçinde bulunduğumuz öğrenci olaylarının tırmandığı zamanlarda, bizi birbirimizi düşüyorlar. Bunları biliyoruz da bir türlü yukarıdan bize ‘Durun!’ diye bir emir gelmedi. Lisedeki tanık olduğunuz olayı hatırlarsınız öğretmenim ; gördüğünüz gibi arkadaşız. Hatta Celaletin arkadaşım, hemşerim, ama bir türlü birlik olup dostça oturup konuşamıyorduk. Biz bilinçliyiz de siyasiler bizi ,yani gençliği hala kullanmaya devam ediyorlar. Gençlik de bu oyuna gelerek bilinçsiz davranıyor.” Turgut, bu durum tesbiti yapan konuşmasına nokta koymuştu. Turgut, Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin fiili çatışmalarına yönelik sebeplerini ve çözüm önerilerini anlatan aklı başında kısa bir değerlendirmeler yapınca çok beğenmiştim. Tebrik ederek, “Aferin kendini geliştirmişsin” dedim. Turgut, otobüse bininceye kadar yanımdan ayrılmadı. Elimi öptü, beni bineceğim otobüse kadar uğurladı. Otobüs hareket ettikten sonra, dayak yemekten kurtulduğum için derin bir oh çekmiştim. Turgut ile ödeşmiştik herhalde. Kavga ettiği Celalettin de olsa, bu şekilde davranacağına inanıyordum. *Amerika’dan Gelen Telefon 12 Eylül olmuş, tüm gençlerin birbirlerini öldürdükleri günler geride kalmıştı. Aslında, ihtilal öncesi, halk orduyu adeta çağırmıştı. İlk zamanlar olaylar bıçak gibi kesilmişti. Halk durumdan memnundu. Fakat eşitlik olsun diye; bir sağdan, bir soldan öğrenci idam ediyorlardı. Bu adaletsiz ve tehlikeli durum; toplumu huzursuz etmeye başlamıştı. Beş altı yıl sonra, söz verdikleri gibi yönetimi sivillere bıraktılar. Ama haksızlığa uğrayan canı yanan çok olmuştu. Bu konu, tarihin sayfalarında gerekli yerini mutlaka alacaktır. İçinde yaşadığımız olayların tanığı olduğumuzdan, 1960 askeri ihtilalinden bu yana ,bir çok ihtilali yaşamış birey olarak hepsinin toplumu olumsuzluğa sürüklediği kanıtlanmıştı. Askeri ihtilalin çok kötü olduğunu tekrar yaşayarak anlamıştık. 80 İhtilalinden sonra, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nün yaratılması, arkasından, Öğretmenevleri teşkilatlarının kurulması , öğretmenlere saygınlık getirmişti.80 İhtilalinin yaptığı en faydalı bir işi oldu. O yıl ilçede, Öğretmenler Günü programı düzenlenecekti. Eşime ilk öğretimden, beni de ortaöğretimde görevli öğretmenleri olmak üzere; bu törende, ikimize sunuculuk görevi verilmişti. 74

Hazırladığımız konuşma metinlerinin evde, provasını yapıyorduk. O sırada ,gecenin ilerleyen zamanında, bir telefon geldi eve. Alınca ahizeyi, “Beni tanıdınız mı öğretmenim!” diye bir ses gelmişti. Sonra dayanamadı. “Ben Ecir!, Endüstri meslek lisesinden .Öğrenciniz Ecir’im ben öğretmenim! Şu anda Amerika’dan telefon ediyorum. Öğretmenler Gününüzü kutluyor, ellerinizden öpüyorum. Hatırladınız mı? Osman arkadaşım , hep sizden söz ediyor. Sınıf öğretmenimiz olduğunuzda, altımızda hasır serili odamızı ziyaret etmiştiniz. Bize büyük moral verdiniz, her türlü destek sağladınız. İşte o üç öğrenciden ufacık -tefecik yapılı Ecir benim. Emekleriniz boşa gitmedi öğretmenim. Çok teşekkür eder, ellerinizden öperim öğretmenim. Ben ,önce Türkiye’de, sonra Amerika’da mühendislik okuyup, üniversitede profesör oldum. Şimdi Amerika’da kendi alanımda ders veriyorum, görev yapıyorum. Doğanhisar’ın dağ köyünden gelip ,Akşehir Endüstri Meslek lisesi’nde okurken, bize sahip çıktınız. Bizi maddi ve manevi yönden desteklediniz. İyiliklerinizi unutmadık öğretmenim. Bir hatıramı daha size anlatmak isterim öğretmenim: Bir keresinde, Metal İşleri bölümü sınıfında, ufacık bedenimle alay etmeye çalışarak, bana küçümseyici söz söyleyen birkaç arkadaşıma karşı , beni koruyan bir konuşma yaptınız. Şimdi buna Amerika’da Mobing diyorlar. Sınıfta beni överek yüceltmiştiniz. Çok sevinmiştim. Bana güç verdiniz. O konuşmanızdan sonra , arkadaşlarımın bana karşı olumsuz davranışları olmamıştı. ABD ‘de dört yıl daha kalıp milletimin, devletimin bana verdiği bursun karşılığını hizmet ederek ödeyeceğim. Osman arkadaşımla da telefonda görüşüyoruz. Sizin sağlık haberlerinizi öğreniyorum. Sizlere, ne kadar dua etsek, teşekkür etsek azdır öğretmenim. Eşinizin de öğretmen olduğunu biliyoruz, sizin ve eşinizin Öğretmenler Gününüzü kutlar ,ellerinizden öperim. Saygılarımla öğretmenim.” Amerikalardan gelen bu telefon, eşimi ve beni duygulandırmıştı. 75

6-EKOL OLMAK EKİM 1986/Aralık 1996 Giriş *Ankara Adalet Meslek Lisesi , ortaokuldan sonra ,Türkiye çapında, kurumlar sınavına göre, öğrenci alan -kendi alanında –ilk, yatılı okuldur. 1986-1987 öğretim yılında , Ankara Keçiören ilçesinde ,Adalet Bakanlığı Çocuk Islahevi içerisindeki okul binasında, eğitim – öğretime başlamıştır. Bu okulun amacı, Adalet bakanlığına, lise düzeyinde nitelikli eleman yetiştirmektir. Eğitim ve öğretim yönünden Milli Eğitim Bakanlığı’na; bütçesi ve kurumsal yapısı bakımından Adalet Bakanlığı’na bağlıdır. *Anadolu’nun her bölgesinden gelen, on dört-on beş yaşlarındaki üstün başarılı Adalet Meslek Lisesi öğrencileri , Adalet Bakanlığı bünyesindeki eğitim çatısında buluştular. Bu seçkin öğrencilerin başarılı sonuçlar alması için özveriyle çalışan ;deneyimli, seçkin eğitim ve öğretim kadrosundan söz etmek ,hakkı teslim etmektir. Bu Adalet Meslek Lisesi öğrencileri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yatılılık imkanlarından da yararlanarak, iyi bir liseden mezun oldular. Lise bilgileri üzerine kişisel bilgi, yetenek ve becerilerini ekleyip ;çoğu hukuk ağırlıklı olmak üzere, çeşitli alanlarda meslek sahibi oldular. Sahip oldukları bu donanımları sayesinde, iyi bir hayat düzeylerine ulaştılar. *Ankara Adalet Meslek Lisesi’nde, Türk Dil ve Edebiyatı öğretmenliği, dokuz yıl müdür yardımcılığı ve bir yıl müdür vekilliği yaptığım görevlerim süresinde; yaşananları kaleme aldım. İlk on yıl içerisinde yaşananlara; küçük kurgulamalar katıp dilim döndüğünce, anlatmaya çalıştım. Okuyanlardan bazısı; ‘Ne güzel günlerdi!’ diyecektir. Kimileri, bu anılar bize, ‘sıkıntılı günlerimizi hatırlattı.’ Diyerek, serzenişte bulunacaktır. Ama öğrencilik psikolojisinden sıyrılıp, objektif değerlendirme yapanlar da çıkacaktır. Belki bu anıların devamını getirecek eserler çıkacaktır. Bunların hepsi de olabilir, doğaldır. *Bu eğitim yuvasında yaşanan olaylar sırasında; çevrenin ,görevlilerin ve öğrencilerin hata ve yanlışlarından söz edilebilir. Öğretmenlerin ve diğer görevlilerin değerlendirilmesi, daha sonraki zaman sürecinde anlaşılacaktır. Öğrencilerin yaptığı hata ve yanlışlıkları ise; çocukluk ve gençlik psikolojisinin doğal davranışları olarak görülecektir.. Tüm zorluklar aşılıp olumsuzluklar, göz ardı edilerek ; Adalet Meslek Lisesi çatısı altında oluşan dostluk ve arkadaşlıklar; “ANILAR” yazısında anlatılmaya çalışılmıştır. Umarım, uzun süre devam edecek bu arkadaşlıklar, güçlü bir dayanışmayı sağlayan değerli bağlar, oluşturmuştur. Bu manevi bağların adına ben “Ekol olmak” dedim. Kadirşinas Adalet Meslek Liseliler’in ,oluşturduğu “Ekol Olmak” hareketinin yarattığı güç; 1986 yılından, 2022 yıllarına kadar ,sürdürülmeye 76

çalışılmaktadır. Bu güzel sonuç; öğrenci ve öğretmenleri mutlu etmiş, onurlandırmıştır. *”Anılar” eserimde doğabilecek kusur ve hataların, hoşgörüyle karşılanacağını umar, selam ve saygılarımı sunarım.” *Okula Kayıt EGO otobüsü, Ankara Keçiören Çocuk Islahevi’nin önündeki durakta durdu. Otobüsten tek bir kişi inmişti. Belediye otobüsü gürültülü bir sesle duraktan uzaklaştı. İndiği otobüs durağında bekleyen Durmuş Ali, sağına- soluna bakıp karşıya geçti. Zafer takı gibi hazırlanmış, “Keçiören Çocuk Islahevi” yazılı levhanın karşısına geçip yazıyı tekrar okudu. Girişin sağındaki kulübenin önüne geldi. Başını kaldırınca karşında bariyeri gördü. Elinden düşürmediği ağzı büzülmüş uzun bez torbayı, yere değirmemek için ara sıra, yukarıya doğru kaldırmaya çalışıyordu. Kulübenin kapısını açan gardiyan, telaş halinde, karşısındaki delikanlıyı hızlıca yukarıdan aşağıya süzdü. Sorgulamaya geçti: “Hayrola evladım, kimsin sen? Nereden geldin?” “Urfa’dan.” “Kimin Kimsen yok mu senin?” “Yok.!” “Ben buradaki yatılı okulun sınavını kazandım, kayıt yaptırmaya geldim.” “Tamam, ben içeriye telefon edeyim.” Ne sınavı diye sormamıştı. Gardiyan konuşmayı kesip hafifçe, çocuğu, bariyerin önünden yanına doğru çekti. Kulübenin içine tekrar girerek, küçük bir masanın yanındaki kırmızı düğmeye hemen bastı. Bariyer havaya yükselince, giriş açıldı. Gardiyan, telaşla toparlanıp, bariyerin önünde duran siyah makam aracına selam verdi. Tekrar otomobilin önüne gelerek bir daha selam verdi. “Buyurun savcım!” dedi. Durmuş Ali, siyah makam aracının sağ arka koltuğunda, arkasına yaslanan kravatlı, beyaz saçlı bir beyefendinin başını da görmüştü. Gördükleri karşısında şaşkınlığını atmaya çalışırken, okuldan gelen elindeki zarfı, heyecanla açıp kapatarak, kontrol ediyordu. Bu okulu kazandığını ilk defa okuyunca elleri titremiş, sesi kısılmış, kulakları uğuldamıştı. Her yanını ter basmış, çok heyecanlanmıştı. Karmaşık düşünceler içinde ne yapacağını bilememişti. Şimdi yaşadığı bu duyguların gerçeği, karşısındaydı. Cebinden çıkardığı zarfı çıkarıp, tekrar tekrar okumaya başladı. Gardiyan, Durmuş Ali’yi sadece hayalleriyle değil, gerçekleriyle de yüzleştirmişti. Bir savcıyı yakından görmüş, yüreği genişlemişti. Gördüklerini, içi geçercesine izliyordu. Durmuş Ali, etrafını seyrediyordu. Yemyeşil bir bahçe, uzun kıvrımlı tertemiz asfalt bir yol ve ilerisinde bir sürü binalar…Kendisini ilk karşılayan kişinin yeni adıyla “İnfaz Koruma Memuru” dense de halk arasında, gardiyan olarak bilinmesi bir şey değiştirmiyordu. Yine de Durmuş Ali’nin garibine gitmişti. Nasıl oluyor da bu yatılı okul, yarı açık cezaevi ile aynı yerdeydi. Okulun bulunduğu cezaevinin adı; açık, kapalı veya ıslahevi olması önemli değildi. İlk günden, gördüğü bu ortam ona ters geliyordu. Durmuş Ali, bu düşüncelere dalıp gitmişti. Kendini içeriye giren siyah otomobilin içinde zannetti. Sanki çabucak savcı- hakim oluvermişti. Başgardiyan Sabri beyin yüzüne ‘Kel Sabri’ diye hitap edilmesinden rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Demek ki bu hitap, herkesçe kabul görmüştü. Bu yüzden yanına gelen diğer genç gardiyanlar, aralarında, başgardiyan Sabri ‘ye Kel Sabri dediklerini duymuştu. Gardiyan Kel Sabri, Durmuş Ali’nin elindeki zarfı ne zaman aldı, ne zaman kulübeye girip de telefon etti, içeriye nasıl bilgi verdi, bilmiyordu. Kel Sabri: 77

“Tamam koçum , haydi geç içeriye !” Durmuş Ali’nin yüzüne bile bakmadan, telaşlı şekilde eliyle ,sadece kıvrımlı asfalt yolu göstermişti, Baş Gardiyan Kel Sabri. Durmuş Ali, yolun sessizliğinden önce ürktü, sonra cesaretini topladı, yürümeye başladı. Durmuş Ali’nin sol tarafında, küçük dağ görünümünde yükselen kayalık, sağ tarafında yemyeşil çimenlik kaplı, tertemiz bahçenin bulunduğu çevreyi izliyordu. Asfalt yolda yürümeye devam etti. Yeşilliklerin ortasındaki kameriye dikkatini çekmişti. Kendine göre, bir kilometre kadar uzun sandığı yolda, yürüdükten sonra, çocuk mahkumların bulunduğu yemekhanenin önünde durdu. Okulu sordu mahkum çocuklara. Tek tip giysili çocuklar, Durmuş Ali’nin karşısında birdenbire çoğalmıştı. Onlar, önemli bir iş yapmanın övüncü içinde, gelene geçene , yol tarifini yapma fırsatını kaçırmıyorlardı. Mahkum çocuklar, okulun kayıt zamanında, dışarıdan gelecek olan değişik kişilerle karşılaşacakları için çok seviniyorlardı. Kendilerine yeni bir “Eğlence” çıkmıştı. Gardiyanların yanında duran küçük yaştaki bu mahkum çocuklar, boylarından uzun, kalın saplı süpürgeleri, birer birer yere atıp; adres tarif ediyorlardı. Hepsi “yardımseverlik” yarışına girmişti. Yere atılan süpürgelerin çıkardığı “Pat! pat! sesleriyle “uyanan” nöbetçi gardiyanlar, çocukların çevresini aniden sarmışlardı. Mahkum çocuklara karşı kızgınlığını gizlemeyen bir gardiyan, öne çıkıp birkaçını, eliyle arkasına itti. Durmuş Ali’ye ,kendisi cevap vermek istedi. “Biraz daha git, sola dön, küçük yokuşu çıkınca, karşına gelir.” Etraftaki mahkum çocuklar dağılmış, yerdeki süpürgelerini alıp kaldıkları yerden işlerine dönmüşlerdi. Durmuş Ali, yokuşu geçince; üç katlı, küçük, beyaz bir binanın önünde durdu. Cebinden çıkardığı buruşuk, sarı renkli çağrı zarfını açtı. Okulun girişindeki tabela ile karşılaştırarak, heyecanla tabelayı, sessizce, heceleye heceleye okudu: A-da-let Mes-lek li-se-si! Derin bir nefes aldı. “Tamam, burası !” dedi. Doğru yerdeydi. İlk işi, başındaki terlerini silmek oldu. İşte bu okulu kazanmıştı Durmuş Ali. Urfa’da dereceyle bitirdiği ortaokuldan sonra, bu okuldan mezun olup hukuk fakültesine girecek, hakim veya savcı olacaktı. Belki de avukat olacaktı. Bu hayalini tamamlamadan kapıdaki görevlilerden birisi, yanında bitmişti. Elindeki ağzı büzülmüş asker torbası gibi bez çantasını, taşımaya yardım etmek için elinden almaya eğilince, Durmuş Ali torbayı vermedi. Merdivenleri birlikte çıktılar. Kapıdan itibaren kendisini takip eden kıvırcık saçlı, uzun boylu orta yaşlı görevli, arkadaşları tarafından Mehmet diye çağrılıyordu. Durmuş Ali’yi takip ediyordu. Durmuş Ali’ye çok iyi davranıyordu. Bir kat çıkınca; öğretmenler, memurlar ve kendinden birkaç saat önce gelen “Kıdemli öğrenciler” etrafını sarmıştı. Odaların kapısı açıktı. Müdür yardımcısı, Durmuş Ali’nin elindeki sarı zarf aldı. İçindeki yazıyla kayıt masasının üstündeki listeye baktı. Listeden adını, soyadını; ana adı, baba adı , sınav numarası ve puanını karşılaştırıp kırmızı kalemle; aşağıdan yukarıya, küçük bir çizgi çekti. Müdür yardımcısı, başını kaldırıp “Tamam evladım” deyip zarfı geri verdi. Okul müdürü de izliyordu. Genç sayılabilecek yaştaydı ikisi de. Takım elbiseli, sade giyimli ve kravatlıydılar. Durmuş Ali, çocuk yaşında saçlarını dökmeye başladığından, akranlarına göre yaşlı görünüyordu. Ama kısa boylu durumuyla , öğrenci kimliği yönünde bir ip ucu veriyordu. Ara sıra burnundan inen gözlüklerini düzelten Durmuş Ali, bir eliyle terini siliyor, diğer eliyle de 78

omzundan kayan eşya torbasını, ikide bir yukarıya çekiyordu. Omzundaki torbasını kenara koyup, kapısı açık sınıftan içeriye girerek, bulabildiği bir okul sırasına oturdu. Yanında, kendisinden önce gelen arkadaşlarının konuşmalarına kulak kabartarak, kısa zamanda okul hakkında bilgilenmek istiyordu. Duyduğuna göre, İki bayan öğretmen varmış. Birisi daktiloğrafi ders öğretmeni Serpil hanım, diğeri Fen Bilgisi dersi öğretmeni Yıldız Gümüş öğretmen görev yapıyormuş . Durmuş Ali, okul sırasında dinlenmek için oturduğunda, kısa zamanda çok bilgi öğreniyordu. Adalet Meslek Lisesi öğretmen kadrosunda ,her branştan öğretmen olduğu gibi, üç öğretmen Ankara Hukuk fakültesine dışarıdan devam ediyormuş. Yatılı okul şartları gereği, bütün öğretmenler gece nöbetleri tutması gerekirmiş. Bu üç öğretmen, hukuk fakültelerini bitirip serbest avukatlık yapmaya başlamışlar. Kayıt süresince bütün öğretmenler, okul yönetimine yardım ediyorlarmış. O yüzden hemen okulun tüm öğretmenlerini tanıma imkanı varmış. Bu bilgiler, Durmuş Ali’ye yetmişti. *Adalet Lisesi’nde İlk Gün İlk işi yemekhaneye gitmek oldu Durmuş Ali’nin. Sıraya girip dört gözlü çelik yemek tepsisine konulan çorbasını, nohutlu pirinç pilavını, hoşafını ve yanında ekmeğini alıp masalardaki arkadaşlarının yanına oturdu. Kaşık-çatal almayı unuttuğundan ;kalkıp aldı, tekrar yerine geldi. Durmuş Ali, tepsidekilerin hepsini bitirmişti. Etrafına bakınca, yemekleri dağıtan aşçı Recep Usta, yeni gelenleri gözleyip pilavdan isteyene ekleme yapıyordu. Durmuş Ali tekrar yemek almadı. Urfa nere! Ankara nere!. Yemekten sonra iyice yorgunluk çökmüştü . Durmuş Ali, kendine gösterilen ilgi ve yakınlıktan memnun kalmıştı. Demek ki ‘Devletin sıcak yuvası’ dedikleri, yatılı okul burasıydı. Müdür yardımcısı, yeni gelen bir grup öğrencileri, yanına çağırdı. Önceden hazırladığı, dolapların bulunduğu üçüncü kattaki yatakhaneye çıkardı. Öğrencilere dolaplarını, küçücük kilitleriyle birlikte tek tek teslim ediyordu. Herkese ayrılmış olan demir dolapların kapakları, açılıp kapandıkça çıkardığı gıcırtılı ses, insanın içini bir tuhaf ediyordu. Bu gıcırtılar, anasından –babasından ilk defa gurbete çıkan çocukların yüreklerine, hüzün dalgası yayıyordu sanki. Durmuş Ali de bu acıklı seslerden nasibini almış, içi kıyılmıştı. Durmuş Ali, kendisi gibi yeni gelenlerle yavaş yavaş kaynaşıyordu. Hava kararmış, yatma saati geldiği için öğrenciler, yatakhanedeki ranzalarda yerlerini almışlardı. Yöneticiler ve öğretmenler, ilk defa gurbete çıkan bu küçük bedenlerin ruhsal yapılarını göz önüne alarak; eğitimci bir anlayışla yaklaşımda bulunuyorlardı. Ayrıca bu küçük öğrencilere şimdilik misafir gibi davranıyorlardı. Biliyorlardı ki; o yaştaki çocukların içinde esen fırtınaları ve heyecanları ne kadar azaltılırsa, öğrencilerin yatılı okula uyumları o derece kolaylaşacaktı. Gece nöbetçisi öğretmen, daha dersler başlamadığı halde, öğrencileri bir sınıfta toplayıp, etütlere başlamıştı. Öğretmen, sınıfta gezinerek öğrencileri, yakından tanımaya çalışıyordu. Bunun adı “gözetmenlik” demekti. Adalet Meslek Lisesi, Milli Eğitim ve Adalet Bakanlığı işbirliğince; kurumlar sınavıyla parasız yatılı öğrenci alan meslek lisesiydi. Ankara’da açılan bu okulda,25 kişilik iki sınıf oluşmuştu. Türkiye’nin her tarafından gelen bu öğrenciler; maddi imkanları yetersiz ailelerin, çalışkan ve zeki çocuklarıydı. Okulun Çocuk Islahevi ortamında olması, kayıda gelen öğrenci velilerini, önce tedirgin ediyordu. Ama bu okul ortamını, yöneticileri, öğretmenleri ve görevlileri cana yakın görünce; 79

çocuklarını teslim edebilecekleri bir lise olduğu kanaatine varıyorlardı. Çok sayfalı ve büyük boyutlu devlet senedi, velileri korkutsa da çocuklarına güvendiklerinden, fazla okumadan, ‘borçlanma’ imzalarını, çabuk çabuk atıyorlardı. Evlatlarını, bu okula huzur içinde teslim edip memleketlerine bir an önce dönmek istiyorlardı. Velilere imzalattırılan devletin alacaklı olduğu yatılılık senedi ise, belki formalite durumunda kalacaktı; ama Durmuş Ali’nin velisi, yanında gelmemişti. Okul yönetimiyle yaptığı telefon görüşmesine göre; bir hafta sonra gelip senedi imzalayacaktı. Geçici kaydı yapılmıştı Durmuş Ali’nin. Durmuş Ali, yatakhaneye gelmiş, ranzada yerini almıştı. Nevresimle kaplı battaniyeyi üstüne çekip sessizce, ağlamaya başlamıştı. Kısa süren sessiz hıçkırıklarını kesip ilk önce, anasına telefon etmek istedi. İlk günden anasını özlemişti. Üstteki ranzadan yavaşça aşağıya indi. Giriş kısımda merdivenin altındaki ankesörlü telefonun yanına geldi, sıra bekleyen bir arkadaşından telefon jetonu satın aldı. Herkes mi anasını özlemişti.?! Hakkârili Hemşerisi Ayhan da anasıyla telefonda konuşuyordu. Sıra buna gelince, Ayhan gibi anasıyla Kürtçe konuşmaya başladı. Yanlarından gelip geçen öğretmen ve arkadaşlarının dikkatlerini çekiyorlardı. Ama yapacakları bir şey yoktu. Anaları Türkçe bilmiyordu. Telefonda ana dilleriyle hasret gideriyorlardı. Bazıları göz yaşlarını gizleyemiyordu. Telefonun başında yaptıkları el- kol hareketlerinden anlaşıldığına göre; konuştukları kişiler karşındaydılar sanki. Ara sıra gülünç duruma düştüklerinin farkında değillerdi. Ellerini, kollarını açıp- kapayıp, sessiz film yarışmasındakiler gibi okullarını, tarif etmeye çabalıyorlardı. Jetonları ne zaman bitti, konuşmaları da o zaman kesiliyordu. *Gurbetçi Taner Kayıt odasında işi biten öğrenciler, hizmetlilerin yardımıyla yatakhaneden kendilerine ayrılan yere gönderiliyordu. Köşeli kasketini başından çıkartarak, göbeğini kapatan elli beş yaşlarında Taner’in babası, yanında getirdiği çocuğunu, bu okula kaydettirmek istediğini söyleyince, meraklı öğrenci kalabalığı çevresinden dağıldı. Yeni kadife ceketin içinde, dinç görünen orta yaşlı adam, pazılı kollarını, havaya bir indirip bir kaldırarak; okulu çok zor bulduğunu, hararetlice anlatmaya çalışıyordu. Okulun yerini bilen yoktu. Boş sandalyeye oturdu. İlkokulu Almanya’da okumuş, ortaokulu da dedesinin yanında Türkiye’de bitiren Taner, sportmen ve uzun boyluydu. Heyecanlı davranışları arasında, zeki bir öğrenci olduğu izlenimini veriyordu. Elinde tuttuğu, “Kazandı” yazılı kağıtla ayakta duran öğrencinin her halinden, ‘yabancılığı’ gözleniyordu. Refleksleri güçlü olan bu öğrencinin Türkçesi pek iyi görünmüyordu. Onun nedeni çok iyi Almanca bilmesiydi herhalde. Taner, kıvırcık saçlarını oynarken, parmaklarını kütletip sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Çok heyecanlı olduğu kadar, yorgun ve sinirliydi. Bir an önce, sıkıcı kayıt işlerinden kurtulmak ve yatakhanede dinlenmek istiyordu. Bir ara aşçı yardımcısı İlyas usta, sormadan odaya bir çay getirince; Taner’in velisi, önce bir durakladı, sonra, önüne getirilen çayı, hızlı hızlı karıştırdı. Çayı yudumlamaya başlayan öğrenci velisi, kayıt yapacak müdür yardımcısının gözlerine bakarak konuşuyordu. Aslında çiftçi olduğunu, sonra beş çocuğuyla birlikte sanayide bir dükkan açtığını söyledi. Elindeki çay bardağını, tabağıyla birlikte tutarak “Al şu boşu oğlum diyerek, ayaktaki çocuğuna, masaya koyması için verdi. Çayı çabuk bitirmişti. Odaya giren- çıkanın sayısı artmış, yemek zamanı gelmişti. Evrakları inceleyen müdür yardımcısı, “Tamam, Taner’in kaydını yaptık. Şu listedeki şahsi eşyaları çarşıdan alırsınız. Fazla pahalı değildir. Havlu, diş fırçası,terlik..vs. Önce yemeğini yesin, sonra birlikte çarşıya çıkarsınız.” dedi. 80

Yatakhanede dinlenmek isteyen öğrenci, bu gün de uykusuz kalacağının farkında olmadan ayakta bekliyordu. Taner, arkadaşlarının yanına giderek yemek sırasına girmişti. Etrafını çeviren öğrencilerden şakacı Hüseyin İnce, soyadına uygun söyleşiyle “ince ince” karşıladı arkadaşını: “Gel bakalım arkadaş. Hoş geldin aramıza. Burası yatılı okul. Bu okulda, önce, her şeyi kendin görüp anlamaya çalışacaksın. Sonra da nasıl davranacağına karar vereceksin. Her ne kadar yatılı okulun yardımlaşması varsa da burada, kendin çaba göstereceksin, hemen yardım istemek yok, zor durumda kaldığında, seni anlar ve yardım ederiz. Kurallar her zaman böyledir.” “Bizim buralarda saatler yavaş işler. Şimdi yavaş yaşamak, moda oldu, biliyor musun? Modernizm, insanları yormaya başlamış. Baş döndürücü hızla ilerleyen çağımızda; belki yavaş hayat biçimleri doğru, kim bilir? Almanya’daki gibi her şey su gibi akmaz buralarda. Boş ver!.. Stres etme. Bazıları Çevreci diyor. Aklıma gelmişken söylemek istedim. Haydi sıran geldi, yemeğini al.” Şakacı Hüseyin İnce nasihatını Taner’e de yapmıştı. Yeni gelenlere karşı kendisini böyle öne çıkarmaktan hoşlanırdı. Bu huyunu bilen arkadaşları, duruma fazla müdahale etmeden, dışarıdan dinleyip gülümsemeye geçerlerdi. Çünkü birkaç saat sonra ,kendileri de onlar da Şakacı Hüseyin gibi kıdemli öğrenci olduklarının farkına varacaklardı. *İlk Hafta ve Okulun Açılışı Okul müdürü Basri Kabasoy, bayrak töreni için bahçede toplanan öğrencilere ilk konuşmasını yapacaktı. İlk konuşma önemliydi. Tüm öğrenciler can kulağı ile dinliyorlardı. Öğrencilerin dikkatini çekmesi gereken konular, tek tek açıklanıyordu: Bu okulun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin açtığı ilk Adalet Meslek Lisesiydi. Türk Milletinin dişinden tırnağından artırdığı imkanlarla hazırlanan bir eğitim ocağı olduğu vurgulanmıştı. Okulda verilecek eğitimin, Milli 77Eğitim bakanlığının yönergeleri ve Adalet Bakanlığının hedeflediği amaçlar doğrultusunda, nitelikli eleman yetiştirilmesi için planladığı açıklanmıştı. Ayrıca Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk’ün ilke ve inkılapları doğrultusunda; vatanını, bayrağını seven kutsal değerlere önem veren Türk milletinin bireyi olmanın onur ve gururunu taşıyacak genç kuşaklar yetiştirilecekti. Okul müdürü, karşısında toplanan öğrencilerin, Anadolu’nun her bir köşesinden gelerek; bu eğitim çatısında tek yürek olduklarının bilincini vermekteydi. Eğitici bir üslupla anlatılan konu başlıklarını dinleyen öğrenciler, içinde bulundukları bu sıcak ortamdan memnun görünüyorlardı. Azim, başarı, dostluk, arkadaşlık, sevgi konularına da yer verilen uzunca bir konuşma öğrencileri mutlu etmişti. Törende, sadece öğrenciler değil; tüm öğretmenler, memurlar ve diğer görevliler de hazır bulunuyorlardı. İlk izlenimlerine göre, okul çok disiplinliydi. Durmuş Ali’nin istediği gibi bir okuldu burası. Fakat ilk girişteki kaygılı düşüncesinden en önemlisi, mahkum çocuklarla aynı bahçede olmalarıydı. Yine de pek önemli değil, diyerek geçiştirmişti. Ama aynı yemekhanede yemek yemelerine bir türlü akıl erdiremiyordu. Zoruna gidiyordu Durmuş Ali’nin. Meseleyi de bir türlü kafasında çözemiyordu. Sebebini anlayamamıştı. 81

*Doymuyoruz Okulun açılışından bir hafta sonra tayin olan müdür yardımcısı, havanın kararmaya başladığı bir akşam yemeği sırasında, okula gelmişti. O da öğrencileri gibi gurbet denebilecek ortamda bulmuştu kendini. Çünkü ailesini, daha Ankara’ya taşımamıştı. Öğrencilerin, masalarını tek tek dolaşmaya başlamıştı. Yemekhane boşalmaya başlayınca, bazılarıyla yakından tanışma ortamı doğmuştu. Yemek sonrası, dışarıda dolaşan öğrencilerin içinden zayıf , iri siyah gözlü bir genç, müdür yardımcısının yanına yaklaştı: “Merhaba hocam! Siz yeni tayin olan müdür yardımcısı mısınız?” Diye sordu. Hikmet Özdemir öğretmen de “Evet!” dedi. Soruyu soran öğrenci, ince belini sıkan kemerini biraz daha sıkarak, karnını, sırtına yapıştırınca, incelen belini gösterdi: “Hocam, biz doymuyoruz, yemekler az geliyor, buna bir çare bulun!” “Adın ne senin?” “Ali Eren öğretmenim.” Müdür yardımcısının öğrencilerle ilk sohbetiydi. Yatılı okulun duygusal bir ortamında, önemli bir istekle karşılaşmıştı. Bu karşılaşma, müdür yardımcısını çok etkilemişti. Gençlerin daha çok beslenme ihtiyacından dolayı, öğrencilerden bazıları doymuyor olabilirdi. Öğretmenliğinin on sekiz yıllık mesleki deneyiminde karşılaştığı bu sorun, kendisini çok etkilemişti. Bu yatılı okulda, medeni cesareti üstün, açık sözlü, dürüst öğrencilerle karşılaşması, müdür yardımcısını düşündürmüştü. Pansiyonlu okullarda çalışmıştı ,ama bu zor şartları uygun bir şekilde anlatacak öğrenicilerle karşılaşmasından da memnun olmuştu. Bu aksaklıklara rağmen, bu öğrencilerin kendilerine olan güvenleri üst düzeydeydi. Hoşuna gitmişti. Kendisi de yatılı okuduğu için anne ve babadan ayrı, gurbetlerde öğrenim görenlerin hayattaki cesaretleri, her zaman kişilerin güven duygusunu geliştirdiğinin bir örneğini daha yaşamıştı. Bu koşullarda yetişen öğrenciler, azimli, sabırlı olurlar. Sorunlarını anlatırken, uygar ve saygılı biçimde isteklerini dile getiriyorlar. Ümitlerini kırmadan sorunlarını çözmede ve kriz yönetmede başarılı olurlardı. Ayrıca, buna benzer davranışlara sahip olan bu çocukların, kişiliklerinin olumlu yönde gelişeceğinin işaretiydi. Müdür yardımcısı, “Doymuyoruz” diyen bu öğrenciyle yaptığı kısa sohbetten, kendine düşen görevi almıştı. Öğrencilerle sohbet edilen yer, Keçiören Çocuk Islahevi’nin iki katlı binasındaydı. Sınıflar, yatakhane önce aynı binaydı. Mahkum çocuklarla birlikte aynı salonda yemek yeniyordu. Yemekhane ortaktı. Yemekler aynı yerde hazırlanıyordu. Aşçılar farklıydı. Aşçılar da sınavla alınarak birer birer geliyorlardı. Aşçı Recep Usta, Malatya’dan Ankara’ ya yeni gelmişti. Makarnayı kuru soğan katmadan pişiremediği için öğrencilerin çoğu yemiyordu. Sık sık uyarıldığı halde zorlukla vazgeçirilmişti. Zaman geçtikçe, yatılı okulun durağanlığından sıkılıp da ayrılanlar oluyordu. Bu ayrılmalar, ilk iki haftada belirginleşiyordu. Bazıları da fırsat buldukça, Ankara’nın tadını çıkarmak için Kızılay caddesinde, ‘hoşça vakit geçirme’ peşindeydi. Kendilerince, “Okula alışma testlerini” uygulamalı biçimde yaşıyorlardı. İlk on beş günü uyum içinde atlatabilenler, yatılı okulda kalıyorlardı. Bu hayat sınavı, on dört –on beş yaşındaki çocuklar için hayli zordu. Başaran kazançlı çıkıyordu. Yemekhaneye alınan televizyondan, 007 filmini seyreden bir arkadaşları, “Ben de o gibi yüksek yerden atlarım” diye, üç katlı binanın, ikinci katın penceresinden atlamaya kalkmıştı. Acıyla kıvranan öğrenci, kolunu tutuyor bir taraftan bağırarak, başında 82

toplananlardan yardım istiyordu. Hastaneye götürmek istenmişti. O günün nöbetçi öğretmeni, matematik öğretmeni Eşref Gültekin’e haber verilmişti. Gecenin bir yarısında, evinden gelerek, taksiyle hastaneye götürdü. Heyecanlı, bir o kadar da olayların üzerine hemen giden, canla başla işe sarılan matematik öğretmeni ,öğrenciyi Hastanenin ‘Acil Servisi’nde muayene ettirmiş, kolunu sarıp ticari taksiyle göndermiş. Meğer o öğrencinin kolu kırılmış. *Önemli Ziyaretçi Durmuş Ali, günlük defterine yazmaya başladı : “Bir ay bitmişti. İkinci ayın ilk Pazartesi günü, bayrak töreni için bütün hizmetliler, binanın içini dışını temizliyorlar, her tarafta bir hazırlık yapıyorlardı. Bir başkalık vardı okulda. O gün bayrak töreni için otomatik olarak çalan zilin sesi de duyulmuştu. İçeriye kimse alınmıyordu. Küçük yokuşun arkasında, birkaç tane siyah özel otomobiller durdu. Şoförler, hızlıca ceketlerinin önünü elleriyle kapatarak, saygılı biçimde, otomobillerin kapılarını açmaya başladıkça; içinden birer ikişer kravatlı, kelli felli insanlar çıkıyordu. Diğer araçlar da gelmeye başlamıştı. İçlerinden birisi bayan, altısı erkek olmak üzere yedi- sekiz kişi göründü. Kısa boylu kalın cam gözlüklü birisinin etrafında herkes sıraya girdi. ‘Eğitim Daire Başkanı Turgut Bey geldi!’ diyorlardı. Bir avuç öğrenci, hemen sıra olup Beden Eğitimi öğretmeninin komutu ile ‘Hazır olda’ beklemeye başladık.” “Günaydın Çocuklar ! diye bize doğru bakınca; ne yalan söyleyeyim birden içim ısındı. Rahatlamıştım. Peltek diliyle öyle cana yakın konuşma yapmaya başladı ki; köydeki bubam karşıma geldi zannettim. Gözlerimden yaşlar dökülmeye başlamıştı. İçimden bir ferahlık geldi. Kısa boyu dışında, bubama hiç benzer yanı da yoktu; ama içimden öyle gelmişti. Bu sempatik kişiye karşı, yakınlık duymuştum.” “İhtiyaçlarımızın karşılanacağını söyleyip söze başladı. ‘İlk işimiz, sizin yemekhanenizi mahkûm çocuklardan ayırmak olacaktır. Elbiseleriniz diktirilecek; kitap, defter ve her türlü kırtasiye ihtiyaçlarınız giderilecektir. Adli Sicil Kurumu aracılığıyla her birinizin zimmetine birer bilgisayar verilecektir. Kullanmayı da öğreneceksiniz. Zaten dersini de göreceksiniz. İlk önce, mahkumların hamamı size tahsis edilmişti. Yatakhane içerisinde size ait bağımsız banyo teşkilatınız olacaktır.’ İhtiyaçlarımızın karşılanması için bütün yenilikleri sıraladı. Sonra aramıza girip birkaç arkadaşımıza memleketlerimizi sordu. Benim yanıma gelerek; Urfalı olduğumu öğrenince ‘Ben orada üç yıl savcılık yaptım, çok iyidir oralar. Çok sevmiştim.’ Dedi. Göz göze gelince, iki kısa boylu ve iki gözlüklü halimizle, tam bir dayılı-yeğenli olmuştuk. Bu yakınlık beni çok sevindiriyordu, ama benim bacaklarım titriyordu. Elini omzumdan çekince heyecanım gitti .Yanımdan ayrılınca bir oh! çektim.” “Eğitim Daire Başkanı Turgut Uysal’ın vaadleri, konuşmasından birkaç ay sonra, gerçekleşmeye başlamıştı. Çocuk Islahevi binasının yanına yapılan, üç katlı yeni bina hizmete geçmişti. Bu binayı Çocuk Islahevi savcısı Yaşar Hacıoğlu, yaptırmıştı. Okul idaresinin amacı, kendisine teslim edilen bu tertemiz gençleri, mahkumların bulunduğu ortamdan bir an önce ayırmaktı. Bakanlıktan istenen destek, sadece bir yazılı olur emriydi. Bunu gerçekleştirmek için istenen destek gelmeyince, iş başa düşmüştü. Okul yönetiminin gösterdiği hedefler doğrultusunda, yeni binaya taşınma işine girişildi. Bu taşınma işinde, başta öğrenciler, öğretmenler ve personel olmak üzere; herkes fedakarca çalışarak, ortak çaba gösterdi. 83

Yatılı okullardaki dayanışmanın, birlik olmanın en güzel bir zorlu örneğini başarılarak; okul, eski binadan yeni binaya taşınmıştı. Bu sıkıntıya hep birlikte göğüs gerilerek rahata kavuşulmuştu. Yeni binanın imkanları iyiydi.” *Dersler Başladı “İlk yazılı sınavlarım hiç iyi değildi. Okula daha uyum sağlayamamıştım. Coğrafya dersinden ilk yazılı sınav notum sıfırdı. Soruların yarısı matematik gibiydi. Bir sürü hesaplamalar vardı. Beyler Koçlu öğretmen’in, aynı zamanda, dershanelerde derslere girdiğini duyduk. Adını ilk duyan “Beyler beyi diye söylermiş. Şair Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirde geçen “Ak tolgalı beyler beyi haykırdı; İlerle!” mısrası geliveriyordu herkesin aklına. Öğretmenim de her defasında düzeltiyordu: “Beyler” diye. Önünde Oğuz kelimesini duyunca, işimiz kolaylaştırıyordu. Anlayacağınız “Oğuz Beyler Koçlu.” Bizim ortaokul bilgilerini tam öğrendiğimizi sanarak, durmadan anlatıyordu. Çok iyi anlatıyordu, ama hızlıydı. Biz yetişemiyorduk. O yüzden çok ‘kazık’ sorular sormuştu. Bir de hukuk fakültesine dışarıdan devam ettiğini duymuştuk. Koştura koştura geliyordu derslere. Her şeye yetişiyordu. Hukuk derslerimize giren hakim ve savcılar, o kadar gözümde büyüyordu ki yatağıma girdiğimde, bazen saatlerce uyuyamıyordum. ‘Demek, ben de bunlar gibi olacağım, onlar da biz gibi insan.!’ Diyordum, kendi kendime” “Aşağıdaki odalardan, birisi daktilo sınıfı olmak üzere, dört sınıf vardı. Yukarıdaki dört odalı yatakhane ve yan binadaki yemekhane salonlarının yeri küçüktü, ama bize yetiyordu.” Öğrencileri en çok eğlendiren büyükçe bir futbol sahasının olmasıydı. Öğretmenlerin ve öğrencilerin boş vakitlerinin değerlendirilmesine yarıyordu.” Yatılı okul öğrencileriyle mahkum çocukların en iyi anlaştıkları ortam futbol sahasıydı. Her hafta sonu, kendi aralarında maç yaparlardı. Bazı memurlar da takımlarda yerlerini alıyordu. Futbol karşılaşmalarında hakemliği, önceleri öğretmenler yapıyordu. Zamanla, Adalet Lisesi öğrencileri ve mahkum çocuklardan hakemlik yapanlar oluyordu. İki farklı dünyanın çocukları olmalarına rağmen, birbirlerine öyle alıştılar ki; mutlaka, içlerinden birileri, hakemlik yapıyordu. Futbolun doğasından gelen itişip kakışmanın dışında; öğrenciler arasında, önemli bir çatışma ve kavga olmamıştı. *Ankara Adalet Meslek Lisesi Binası Durmuş Ali, kendini, “Butik bir okulda” bulmuştu. Bu üç katlı okul binası, yeşillikler içerisinde güzel bir doğal çevrede yapılmıştı. Burası Çocuk Islahevi sınırları içinde bir okul binasında eğitim öğretim görülüyordu. Adalet Bakanlığı’na bağlı Çocuk Islahevi alanına Adalet Meslek Lisesi yerleştirilmiş. Okul için yeni bir alan buluncaya kadar, Keçiören sınırları içerisinde bulunan Çocuk Islahevi yerleşkesinin okul şartlarına çok uyduğu için bu alanda eğitim öğretimin yapılmasının uygun olduğu kanaatine varılmış. Daha sonra ayrı bir binanın yapılacağı kararlaştırılmış. Günlüğüne, kaldığı yerden yazmaya başladı: “Erken uyandığımda bahçeye çıkmıştım. Dışarıda, eşofmanlı, uzun boylu, ince bıyıklı ,atletik birisi, futbol sahasının etrafında koşuyordu. Spor yapan bu kişiyi nöbetçi gardiyan da uzaktan kolluyordu. ‘kim bu diye?’ sordum. Gardiyan: ‘Müebbet hükmünü almış iyi huylu bir mahkum. İyi huylu mahkum ne demekse? Zamanında emniyet müdürüymüş. Amirini öldürüp foseptik çukuruna atıp, üstüne beton dökmüş. Olay on yıl sonra meydana çıkınca, mahkeme müebbet vermiş. Her gün düzenli olarak 84

spor yapar. Pek efendi birisine benziyor. Burası cezaevi, benziyor demek lazım. Ama hepimiz korkarız ondan.’ Diye anlatmıştı.” “Serinliği bahane edip hemen yemekhaneye döndüm. Sabah kahvaltısı için aşçılar demledikleri büyük çaydanlıkları, masalara dağıtmaya başlamışlardı. Urfa’da, tarlada çalışanların kullandıkları koca koca çaydanlıklara benziyordu. Tarlada günlük ücretle çalışan amelelerin, ağaçlar altında mola verdikleri zamanlarda, ortada elden ele dolaşan kocaman isli çaydanlıklara benzeterek, o sıcaklığı hissetmiştim. Bu çaydanlıklar isli olmasa da; kocaman karınlı, şişko, güdük adamlara benzemesi, beni güldürüyordu.” “Dersler başlamış, herkes yarış içine girmişti. Müdürümüz, hafta başında ve sonunda bize öğütler veriyordu. Önceleri can kulağı ile dinliyorduk. Sonraları, çevreyi ve dersleri tanıyınca; tören sırasında, alçak sesle konuşanlar bile oluyordu. ‘Biz biliyoruz bunları’ sözleriyle dinler gibi yaparak, başlarını sallayanlar da oluyordu. Ama ben bu öğütleri, çok önemsiyordum. Bazı hafta sonları, küçük disiplin olaylarını duyuyorduk. Olaylar, küçük olduğu için verilen cezalar da küçüktü. Bu yüzden memurların iş garantisi gibi hiçbirimizin okuldan atılma kaygısı yoktu.” “Hastalandığımızda cezaevinin genç doktoruna muayene oluyorduk. Bir keresinde, bir arkadaşımız doktora gidince, doktor sormuş ?” “ ‘Neyin var yakışıklı?’ ‘Doktor bey, ben galiba gribal enfeksiyon oldum.’ deyince, doktor da ‘Madem hastalığını biliyorsun niye geldin bana, reçeteyi de sen kendine yazsaydın’ demiş.” Bu olay, yatakhane gündeminin komik olaylar listesinde yerini almıştı. Bir araya geldiğimizde, bu arkadaşımız, ben yatılı okulda okuyup sonra, tıp fakültesini kazanacağım derdi.” “Hafta sonları arka kapıdan dışarı çıkan üç yakışıklı arkadaşımız, kız arkadaşlarıyla buluşmaya gittiklerini; yatakhanede, ballandıra ballandıra anlattıklarını duyuyorduk.” “ Bu macera, o arkadaşlarımızın derslerine yansıması, kırık ders notları biçimde, dönüşüme uğruyordu. Bu kaçamak olayları, bazı öğretmenlerimize duyurmak istemezdik. Hele ikinci din kültürü öğretmenimiz Fatih Kesler Hoca’nın nöbetinde anlatılırsa, azarlardan azar beğenirdik. Hiç af yoktu onda. Üniversitede akademisyen olmak için gece gündüz ders çalışıyordu. Nöbetlerini hiç boş geçirmezdi. İngilizce ve Arapça yabancı dil sınavlarına girdiğini öğreniyorduk. Bizim de kendisi gibi harıl harıl çalışmamızı istiyordu. “ “Derslerdeki başarı ve başarısızlıklarımızın tek aynası, her an yanımızda taşıdığımız küçük cep defterlerdeki ders notları çizelgesiydi. Yatılı okullarda, tek güvendiğimiz kabarık ders notlarıydı. Ceplerimize gire –çıka, asıl rengi silinmiş, küçük cep defterlerimizi çıkartarak, kayıtlara geçirdiğimiz sınıf geçme notlarımızı, yarıştırır ve caka satardık. Etütlerde bile bu karşılaştırmalar yapılıyordu. Memlekette, anamıza –babamıza vereceğimiz hesabın kayıtları, bu cep defterlerimizdeydi..” “Kendini derse verenler çoğalmıştı. Okulun açıldığı günlerde ilk karşılaştığımız okul müdürü ve Din Kültür ve Ahlak Bilgisi ders öğretmenimiz Basri Kabasoy’un af cetveli dolar, silip yeniden temize çekerdi.” “Sınıflar arası futbol karşılaşmalarını yapmak için futbol sahasını, hafta sonlarında bize tahsis ediyorlardı. Diğer günlerde mahkum çocuklar oynuyordu. Mümkün olduğu kadar mahkum 85

çocuklarla birlikte oynamayı tavsiye etmiyorlardı. Bize sorarlarsa pek önemli değildi. Ama anladık ki ;o çocukların içinde, zararlı alışkanlıklara sahip olanlar olabileceğinden, bizi korumak için ayrı spor yapmamızı istiyorlardı. Cezaevi savcısı Yaşar Hacıoğlu, ‘Kendi çocukları’ diye sahiplendiği bu mahkum çocuklarını rahat ettirmek için çok uğraşıyordu. Bu yüzden bizlere karşı pek iyi davranmadığı izlenimini alıyorduk. Bizi, mahkum çocukların ‘kuması’ gibi görüyordu. Belki de amirlerine iyi görünmek için bize farklı davranmış olabilir, diye aramızda konuşurduk. O mahkum çocuklar, bizim rakiplerimiz değildi elbette. Onların düştükleri kötü durumlarına üzülmekten başka bir şey yapamazdık. Yatakhanede yapılan sohbetlerden anlaşıldığına göre ,bakanlık bizim için uygun okul yeri bulamayınca, geçici olarak ‘Çocuk Islahevi’ni’ bulup okulu burada açmış. Okuldaki yöneticilerimiz, öğretmenlerimiz ve bakanlıktan derslerimize giren yargı mensupları da aynı şekilde düşünüyorlardı. Böylece, bizim yüzümüze karşı , özgür ve başarılı öğrenciler olduğumuzu söyleyerek; kendimize olan güvenimizi, ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Mahkum çocukların suçlarının temelinde, cahilliğin yattığı herkesçe bilinen ortak doğruydu. Durumu irdelersek; sadece onların değil, toplumun da sorumlulukları vardı. Toplumun bu yöndeki yapısı, bize sık sık hatırlatarak, bilinçlendiriliyorduk. Ne de olsa, hepimiz çocuk denecek yaşımızı aşmış, ülke ve dünya şartlarını anlayacak yaşa gelmiştik. Biz, onlara göre, olayları analiz ve sentez yapabilecek bilgi düzeyine sahibiz. O yüzden, mahkum çocukları aşağılamadan, mümkün olduğunca; muhatap almamaya çaba göstererek, dengeyi iyi korumamız yönünden bizden fedakar davranışlar bekleniyordu. Bize kalırsa, herkes istediği kişiyle arkadaş olabilirdi. Bir yönden, çocuk sayılabilecek yaşta öğrenciler olsak da, bizim aklımıza fazla kötü düşünceler gelmiyordu.Ayrıca, ailemizin, bize verdiği öğütleri hatırladıkça, kötü niyetli insanlara karşı nasıl davranmamız gerektiği üzerindeki uyarılara göre davranıyorduk. Bu öğütler, bizim gurbette kullanabileceğimiz en büyük güçtü. Bu bile bize yeterdi. Üstelik okul yönetimi ve öğretmenlerimiz, bizi bu konularda, sık sık uyarıyordu. Çoğumuzun aklında, İnfaz Koruma Memuru, yani gardiyan olmak yoktu. Ama işe olumlu yönünden baktığımızda; içinde bulunduğumuz ortam bize bazı bilgiler verebilirdi. Bu yönden düşünürsek; mahkumların psikolojini, şimdiden anlamamıza yardımcı olacaktı. Bu düşünce, bizim meslekte daha başarılı olmamızı sağlayacağına inanmaya başlamıştık.” “Birinci amacımız, Adalet Bakanlığı personeli olmak ve bir an önce maaşa geçmekti. Doğal olarak, mesleki yönden de üst düzeyde olma hedefimiz vardı. Hakim, savcı, icra memuru ve yazı işleri müdürü olmak da ideallerimiz arasındaydı. Hukuk alanında eğitim görürsek, avukatlık mesleğini seçecek arkadaşlarımızın sayısı oldukça çoktu. Bazı arkadaşlarımız, üniversite öğretim görevlisi olmak arzusunu dillendiriyordu. Duyduğumuza göre ,ilk dönem öğrencilerinden Yusuf Aksar arkadaşımız, akademisyen olmuş, profesörlük yolundaymış.” “Okulda memurluk yapan ağabeylerimizin de ilk memuriyetleri olduğunu biliyorduk. Hemen herkesin ilkiydi yaşadığımız ortam. Her birisinin farklı kişilik yapıları, bizim tarafımızdan iyi gözleniyordu. Örneğin, diğer arkadaşlarından yaşça büyük olan Hayrettin ağabeyimizin , giyimine çok özen gösterip temizliği çok önemsemesi herkesçe biliniyordu. Maaş mutemedi bir genç memur Sedat ağabeyimiz, çok becerikliydi. Adalet Bakanlığındaki geniş çevresiyle övünmesi dikkatimizi çekiyordu. Nitekim bakanlık merkez teşkilatına atanmasından sonra, yerine gelen mutemet memuru Serdar beyin çalışkanlığı sakin davranışları bize ayrı bir güven veriyordu.” “Yatakhanede yapılan sohbetlerde, bu yönde farklı düşünceler konuşulup tartışılıyordu. Kitap 86

okuma alışkanlığımız artmıştı. İçimizde kitap kurdu denebilecek arkadaşlarımızın çoğalması rastlantı değildi. Aramızda, çok kitap okuma yarışı yapan arkadaşlarımız vardı. Meslek seçiminde, genel istekten anlaşıldığına göre; çoğumuzun avukat olma hedefine yöneldiklerini gözlemliyorduk. Çünkü yoksul aile çocukları olduğumuzdan, fazla para kazanmanın yolunun avukatlıktan geçtiğine inanıyorduk. Tabii ki ‘her avukat zengin olamazdı. Sert davranışlarıyla tanıdığımız Mehmet Ağar öğretmenimiz, daktiloğrafi dersinin ustası olduğu gibi para hesabının da ustaydı. Sık sık derslerde söylediği cümlelere dikkat kesilirdik: ‘Oğlum bu yazı yazma işi de bir meslek. Kasabalarda hiç arzuhalci görmediniz mi? Adamın öğrendiği iki satır hukuk, önünde tuşlarının yarısı kırık daktilo denen bir makine; arkasından birkaç hukuk terimleri, oldunuz siz de arzuhal memuru! Alın size Avukatlık! Tamam mı ?Şimdi kronometreyi çalıştırıyorum! Hem hatasız, hem de çok kelime yazacaksınız. Başlayın!’ diye sert uyarılarıyla kulaklarımızın tozunu ‘gıcır gıcır’ silerdi.” “Hizmetlilerden İbrahim bey amca , Keçiören’de ikamet ettiği için görevinde kusur yapamamaya çalışıyordu. Hizmetlilerden Mehmet Amca, Kırıkkale’den gelip gittiği için bazen geç geliyordu. Ama görevine ve amirlerine kayıtsız bir şekilde bağlı olduğu için farkı kapatabiliyordu. Memur Nevzat ağabeyimiz, tam bir ambar memuruydu. Yiyeceklerin ince hesabını çok iyi yapardı. Bakanlık teftişi sırasında, ambarında eksik değil; bir kilo toz şeker, yarım kilo havuç biraz da bulgurun fazla çıktığını duyunca; öğrenciler arasında ,dürüstlük muhabbeti üzerine, teori geliştirenlerimiz çoğalmıştı. Elinden tornavidası eksik olmayan diğer Nevzat isimli ağabeyimizin görevinin takipçisi olduğunu bilirdik. Okulumuzun her türlü tamiratına yetişen samimi, sakin halini, takdir ederdik. Okulun tamirat işleri ondan sorulurdu. Hiç hayır demezdi. Hatta, ‘Ben burada adresim belli olsun diye çalışıyorum.’ diyerek, kendisinin sadece maaşa mecbur olmadığından söz eden gözü tok bir kişiydi. Okula alınan memurlar, aşçılar ve temizlik görevlileri de sınavla alınmış. Gümüşhaneli bir aşçının çalışanın kebap yemeklerini çok iyi yaptığını anlatması ,okulda dillere destan olmuştu. Ama kimse bu işe giriş sınavında pişirdiği ‘Dalyan Kebap’ yemeğinin tadına bakamamıştı. Haydi yap bakalım dendiğinde, kırk dereden su getirmeye başlarmış. “Şöyle şöyle hazırlıklar yapacağım, etleri ben gidip kasaptan alıp hazırlayacağım…”diye konuşmaya başlayınca, anlaşılmış ki; Nasreddin Hoca gibi ipe un serermiş. ‘Yap!’ diyenler de vazgeçerlermiş, bu dalyan dan da kebaptan da.” “Tanınmış halterci Naim Süleymanoğlu, hükümet tarafından Türkiye’ye kaçırılıp getirilmişti. Yarışmada kazandığı şampiyonluk madalyasını, Türkiye’ye adadığını dünyaya duyurmuştu. Balkanlarda, bir Müslüman Türk ailesinin çocuğu olarak Bulgaristan’da yetişmiş. Devleti, ona çok olanak yaratmış. Ama rejimin Müslüman Türklere yaptığı baskısı, ağır geldiğinden, Avustralya’da yapılmakta olan bir yarışma sırasında, Türkiye’ye kaçırılmış. Nam, şan Türkiye’nin olmuş. Bu yarışmayı, heyecan ve coşkuyla yemekhanedeki televizyondan naklen yayın sırasında seyretmiştik. O coşku içerisinde Naim Süleymanoğlu, halterde birinci olunca, sevincimizden birbirimizi kucaklamaya başlamıştık. Yatılı okulun ortak coşkusu ve heyecanı, hepimizi , milliyetçi duygularda birleştirmeye yetiyordu.” 87

*Güreş Turnuvası “Keçiören İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen bir yazı ile müjde veren Beden Eğitimi öğretmenimiz Osman Duran, güreş müsabakalarına katılacağımızı söylemişti. Hepimiz heyecanlanmıştık. Hemen okulda bir güreş takımı oluşturmuştuk. Cezaevi doktorundan raporlarımızı alıp ilçeye, bir minibüsle giderek, yarışmaya katılım kaydımızı yaptırmıştık. Bir iki günlük antrenmandan sonra, böyle bir müsabakaya girecek olmamız, bizi hem korkutuyordu, hem sevindiriyordu.” “ İzmirli arkadaşımızla konuşan Beden Eğitimi öğretmenimiz: ‘Oğlum Sezgin , sen İzmir’de, bir takımda felan güreştin mi?’ Güreş oyunlarından hangisini biliyorsun? diye bazı sorular sormuştu. Sezgin şaşırdı: ‘Osman Hocam, ben hiç bir yerde güreş yapmadım. Yalnız mahallemizdeki arkadaşlarımla yaptığım güreşlerde, onları hep yenerdim. Şimdi ikinci turda bu çocuğu da yenerim. Okulumuza madalya getiririm.’ deyince, donakalmıştık.” “Öğretmen hayretle arkadaşımızı baştan ayağa süzdü. Başını, sağa sola sallayıp ‘Cık!cık!’ etti. Sonra bir daha baktı. ‘Ya sana bir şey olursa, ben sorumluluğu kabul edemem.’ İdareciler de şaşkınlık içinde kalarak ‘Oğlum sen bu güreşi yapma’ dediler. ‘Yok yapacağım öğretmenim!’ diye karşılık vermişti.” “Öğretmen, ‘Peki nasıl güreşeceksin?’ ‘Kolay. Öncekilerde yaptığım gibi, geri geri çekilip rakibimin üstüne, hızlıca abanıp bir yerinden tutunca, tuş edeceğim.’ Deyince, herkesi bir gülme almıştı.” “Sezgin arkadaşımız hiç bozuntuya vermeden; ‘Tamam! Ben şampiyon olurum öğretmenim.’ dedi. “İlk karşılaşmada başarılı olmuştuk. Dediği gibi yapmıştı. Uzun boyunun avantajını kullanarak mindere çıkar çıkmaz, karşısındaki rakibinin paçasına sarılınca, hemen yere yatırmış, tuş etmişti. Hiç beklemiyorduk,. Hepimiz sevinçten uçmuştuk. Okulumuzun dışarıda kazandığı ilk galibiyetti.” “Ön elemeyi geçip çeyrek finale kalan bu İzmirli arkadaşımız, çok heyecanlı biçimde mindere çıkmasıyla yere düşmesi bir olmuştu.” “ Sezgin, dediği gibi yaptı, ama yenildi tabii. Güreş bir dakikada yapılmış, bitmişti.” “Rakip öğrenciden ve maçı izleyen öğretmenlerden hayret dolu bakışlar yöneldi. Ne madalya alabildik, ne de derece. Adalet Bakanlığı’nın tahsis ettiği otobüsün içinde, başlarımız önümüzde, üzgün halde, okula dönüyorduk. Herkeste bir sessizlik vardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yenilmek, hepimize ağır gelmişti.” “Beden Eğitimi öğretmenimiz, otobüstekilerin dikkatin çekerek, ayağa kalkıp ‘Çocuklar! Sezgin şimdi, geri geri çekilip üstünüze abanırsa, siz görürsünüz’ deyince; otobüstekiler, bir kahkaha dalgasına kapılmıştı. İşi ciddiye alıp Sezgin’den korkan bazı arkadaşlarımız, kaçıyor, otobüs koltuklarının arkasına gizlenmeye çabalıyorlardı.” Güreş macerası sona ermişti. Ama bizler, güreş bahanesiyle bir hafta boyunca, her gün okuldan dışarıya çıkıp, şarkılarla- türkülerle , neşeli vakitler geçirmiştik. İlçe Milli Eğitim de adımız duyulmuştu. Bu bizim için bir kazanç sayılırdı. Okulun test kolikleri, bu olaylara uzak kaldıkları yetmezmiş gibi bize kızıyorlardı. Bizi derslerden geri kaldıklarının sebebi olarak gösteriyorlardı. 88

Ama eğlencelerden nasiplerini alamadıklarının farkında değillerdi.” “Beden Eğitimi öğretmenimizi, öğrenciler çok severdi. Osman hocanın diğer Beden Eğitimi hocalarından ayıran en beğenilen tarafı, okumaya ,yazmaya karşı ilgi ve yeteneği vardı .Okuldaki gece nöbeti sırasındaki bir sohbetimizde, Naim Süleymanoğlu ile ilk defa röportaj yapan spor muhabiri olduğunu, kendisinden öğrenmiştik.” *İnatçı Mazlum Kendi köşesinde durmadan test çözen Durmuş Ali’nin hemşerisi Mehmet Tekin, arada bir, esmer yanaklarından akan terlerini, silmeye uğraşıyordu. Matematik testi sorularının zorluğu karşısında; Adıyaman’ın bol acılı çiğ köftesini yerken bu kadar terlememişti. Teneffüs saatlerdeki gürültü bile, onu bu test sorularından kopartmıyordu. Henüz yatılı okulun “yabanlığını” üzerinden atamamıştı. Okula geç kaydolan bu sabırlı arkadaşımızın şikayeti, matematik dersinin zorluklarından değildi. Çalışmalarını sessizce yürüttüğü için “Mazlum” adını koymuştuk. Bu azminden dolayı, kendisine ‘İnatçı ‘Mazlum.’ Derdik. Arkadaşlarından yardım istemeyi bile kendinde eksiklik sayardı. Henüz iki ay olmuştu ki öğrenciler, öğretmenlerine inanıp güvenmeye başlamıştı. Durmuş Ali, Mehmet Akif Ersoy’dan en çok sevdiği şu iki dizesini Kürtçe aksanıyla ezberinden okur, kendi kendini uyarırdı: ‘Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını/Çok görme ilahi bana vatan toprağını. Bu dizesiyle mutlaka bir Adıyaman’a gider gelirdi. Hasret mi desek, yoksa Mehmet Akif’e olan sevgi mi desek, tam anlaşılamamıştı. Hafta sonları yatakhanedeki “Cümbüşlü hayatla” pek ilgilenmeyen Mazlum, ihtiyaçları için bile dışarı iznine çıkmak istemezdi. Ama Hacı Bayram-ı Veli’ye gitmeyi ihmal etmezdi. Türbenin etrafındaki daracık sokaklarda dolaşıp, hasır örgülü, oturaklardan birini altına çekerek, birkaç bardak simsiyah çayın yanında, simidini eksik etmezdi. Tarihi Ulus semtinde, Adıyaman’ın taş kemerli kahvehanelerin havasını yaşardı. Bu “Nostaljik takılmaktan” rahatlıyordu Mazlum. Yatılı okulda tek başına dışarıya gitmek pek adet değildir. Buna rağmen Mazlum, diğer samimi arkadaşı İdris’i de bazen atlatırdı. Sınıfa en son gelmesine rağmen, konulardaki eksikliğini kısa zamanda tamamlamıştı. Sık sık kimya öğretmeni Yıldız Gümüş’ün yardımsever yaklaşımını, fırsat bilerek sorular sorardı. ‘Biz ortaokulda fen- men görmedik.’ bahanesiyle öğretmene sessiz ve derinden yakınlaşırdı. Yıldız Gümüş öğretmenin konuları ayrıntılardan uzaklaştırarak ders anlatımından ,memnun kalırdı. Mazlum, sınavla bu okula gelen öğrencilerin yatılı okuldan ayrılıp memlekete geri dönmelerini, yenilgi olarak görüyordu. Kendinden önce gelen bir arkadaşının çabucak pes edip okulu terk etmesini engellemişti. Şimdi o adını gizlediği bu arkadaşını, ikna edip okulda kalmasına yardımcı olmuştu. Bu olay, okulda kalıp memleketine gitmeyen arkadaşıyla Mazlum’da sır olarak kalmıştı. Aralarında gizli bir “Kankalık” yaratılmıştı .İlerde belki sürecekti bu dostluk. *Kenan Evren’in Ziyareti Büyük hazırlıklar görülüyordu bahçede. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Çocuk Islahevi’ne gelecekmiş. Herkeste kaygı, heyecan, pür telaş. Okul da bu hazırlıklardan geri kalamazdı. Teneke teneke arap sabunu getirtilmişti Adalet Bakanlığı’ndan. Girişten başlamak suretiyle, tüm koğuşlar, atölyeler ve idari binalar, baştan -sona, yukarıdan-aşağıya, köpük köpük fırçalanıp bol suyla yıkanıp temizlendi. Tüm çalışanların giyimleri, pırıl pırıldı. Teftişe hazırdı herkes. Beyaz aşçı şapkasını başında çok az gördüğümüz Yusuf usta, bembeyaz giyimiyle 89

ortalarda görünerek, fiyakasından geçilmiyordu. Önce bir kalabalık, arkasından, kulakları çınlatan siren sesleri duyuldu. Koşuşturmalar giderek artıyor, öncü sivil ve resmi korumalar ile askerler her tarafı didik didik arıyorlardı. Üçüncü dersin başında gelmişlerdi. Nasıl bir raslantıdır, bilinmez. Cumhurbaşkanı Evren, kalabalık çevresiyle birlikte tarih dersine girmişti. Tarih dersi öğretmeni Ali Ceran, öğretmen masasında ince bir defteri, yanından eksik etmediği tarih kitabı ve tahta önünde İstiklal Savaşı haritasıyla her zamanki dersini işliyordu. Cumhurbaşkanı Evren, parlak kumaşlı paltosunun kürklü yakasını düzeltti, çevresine kuşbakışı edasıyla göz gezdirdi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Atatürk Anıtlarının yapılması gereğini vurgulayıp; “Atatürkçülüğün” birinci şartı olarak kabul eden uzunca konuşmasını, burada da tekrarlamıştı. Büyük sınıfta, herkes dikkatlice dinliyordu. Tarih öğretmeni ellerini nereye koyacağını bilemeden; önce sapsarı, sonra pembeleşen yüzünden, heyecanlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Başka konulara yönelen topluluk, sınıfta ders anlatacak olan tarih öğretmenini unutmuştu. Toplulukta başka konular konuşuluyor, başka bilgiler paylaşılıyordu. Böylece Ali Ceran öğretmen, Kenan Evren ve etrafındaki topluluğun oluşturduğu komisyon karşısında, “Tarih dersi sınavını ucuz atlatmıştı.” Gelen ekabir, doğru Islahevi atölyelerine yönlendirilmişti. Ayakkabı atölyesi şefi Hüseyin usta, her zamanki ‘tezgahtarlığını’ konuşturarak; Evren Paşa’ya yumuşak deriden, kırk bir numara, rok mokasen ayakkabı giydirerek, uğurlamıştı. Hüseyin usta, o anda cezaevi müdürünün gözüne girmişti. Derse gelen bazı hakimler, ordunun yönetime el koymasındaki anti demokratik durumu sınıflarda çok eleştirmişlerdi. Ama askeri yönetim olduğundan cesaretlice dillendiremiyorlardı. *Memleket Meselesi Aile Bütçesi Ankara Adalet Meslek Lisesi’nde en çok hukuk derslerine giren hakim Ali Turhan bey, öğrencilerin sorunlarına çözümler arıyor, onlara karşı yakınlık gösteriyordu. Yaşça hakimlerden daha genç olması, öğrencilerle olan iletişimini kolaylaştırıyordu.” Öğretmenliği çok sevdiğini söyleyip; her konuda, öğrencilere, yardımcı olmaya çalışıyordu. Derse gelen hakim, savcı ve yüksek düzeydeki yargı mensuplarından birkaçı, böyle bir meslek lisesinin açılmasını destekliyorlardı; bazıları, bizim gibi meslek liselerine üniversite kapısının açık olmasına karşıydılar. Çünkü bakanlığın böyle ara elemanlara çok ihtiyaç olduğunu savunuyorlardı. Öğrencilerin sınavla bu tür okullarda eğitim öğretim görülmesinin beyin israfı olarak görenler oluyordu. Ayrıca kendi çocuklarının böyle nitelikli bir eğitim okulunda okuyamadıklarından da söz etmekten geri kalmıyorlardı. Dersimize gelen hakim ve savcıların, okulun eğitim düzeyini görüp tanıdıktan sonra, bu önyargıdan sıyrılarak, Adalet Lise’sine daha toleranslı davranmaya başlamışlardı. Öğrencilerin gizli veya açık biçimde, üniversite sınavlarına hazırlanmak için test çözmelerine karşı da ses etmiyorlardı. Bütün Adalet Meslek Liselilerin gönlünde üniversite yatıyordu. Her zaman mesleki ve teknik okulların durumu gündeme gelerek, bu meslek liselerinin önemi daha da artıyor, hep konuşuluyordu. Ders gelen hakim ve savcıların çoğunluğun bilgisayar özürlü olmaları yanında, çok iyi bilgisayar uzmanı olan hakim ve savcıların ,bu yatılı okuldaki başarılı öğrencileri, desteklemeleri anlamlıydı. Adalet Bakanlığı personelinin ,bilgisayarla donatılacağını savunarak geleceğe yönelik bir meslek lisesi olduğunu savunuyorlardı.1986 Yılının Türkiyesi’nde, birkaç kurum dışında ,bilgisayar destekli eğitim, çok az kurumda vardı. Bu farklılık, Adalet Bakanlığı bünyesinde açılan ilk meslek lisesi aracılığıyla önemli kazanıma sahip olması demekti. Yatılı okul öğrencileri de kendi aralarında, geç saatlere kadar, tartışmalar yapacak düzeye gelmişlerdi. Bu sohbetlerin ana konusu, “Memleketi kurtarma” çözüm ve önerileri üzerineydi. 90

Bu konuşmalarının, her zaman gönüllü katılımcıları çıkıyordu. Ama bir lise öğrencisinin ufku ve kapasitesi ne kadardı ? Devlet yöneticilerinin ve görevlilerinin Kürt kökenli insanlara karşı olumsuz davranışları sonucunda; terör, özellikle, Doğu ve Güneydoğudaki yöre halkın arasında, kolayca taraf bulmuştu. Terör hortlamıştı. Terör azmış, günde iki-üç Mehmetçik şehit düşüyordu. Sonunda 1984 yılı Ağustos ayında, sözde Kürtlerin lideri olarak kabul edilen kişi, silaha sarılıp devlete karşı savaş açmıştı. Böylece çok tehlikeli bir süreç başlamıştı. Lise düzeyindeki okullardan başlamak üzere, üniversitelerde karşılık bulan bu hareket, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerine dinamit koymak istiyordu. Her yerde ülkenin bu durumuna çare bulunması yönünde tartışmalar bu okuldaki öğrencileri de ilgilendiriyordu. Anlaşılan bu terör olayları daha da uzun sürecekti. Bu konuların yatakhanelerde öğrenciler tarafından dillendirilmesi sonucunda, ülke sorunlarına karşı duyarlılık artmaya başlamıştı. Çözüm yolları aranmaya başlamıştı bu taze beyinlerde. Ama bu terör belası uzun yıllar Türkiye’nin gündeminden düşmeyeceğe benziyordu. Üst sınıftakilerin birikimlerini, alt sınıftakiler de dinliyor, arada bir söze karışıyorlardı. Sohbetler ilerledikçe, daha çok bilgilenmek için çok okuyup araştırmak gerektiği inancı sonucuna varılıyordu. Bu konuda ülkenin bütünlüğüne karşı, zamanın siyasileri, geçerli bir çözüm yolu bulup birlikte, uygulamaya koyamamaları kanaatine varılması çok üzücü oluyordu. Ayrıca düşündürücü oluyordu. Çünkü Türkiye’nin jeopolitik değerini üzerinden dış güçlerin içerdeki işbirlikçilerle sağladıkları yıkıcı çalışmaları, Türkiye Cumhuriyetine çok zarar veriyordu. Askeri çözümler, ekonomik çözümler ve sosyal çözümlerin yolu siyasetten geçiyordu. Yakın tarihte yaşanılan jön Türkler olayı, İttihat ve Terakki hareketi, Kuvay-i Milliye direnişleri sonucunda, Kurtuluş Savaşı’na kadar gelinmişti. Bundan sonra, Atatürk’ün başlattığı kongreler doğrultusunda yürütülen bağımsızlık mücadeleleri tartışılıyordu. Yatılı okul öğrencilerinin kendi ufukları ışığında, sorunlar dile getiriliyordu. İçerdeki düşmanlarla rahat ilişki kurabilen dış güçler, her zaman fırsat kolluyordu. Bu yönde kendini yetiştiren bilinçli ve memleket sever çok öğrenci bu konuda bilinçliydi. Bu yönde yapılan konuşmalar, birbirlerini daha iyi aydınlatıyordu. Herşeye rağmen ,ümit her zaman vardır. Aile bütçesine gelince; öğrencilerin “Ekmek elden, su gölden” deyimi uyarınca, öğrenciler, geçim sorunu çekmiyordu. Yani devletten beslenip, evlerinden gelen harçlıklarını düşünmekten öte bir kaygıları yok gibiydi. Bu kişisel bakışın, ayakta kalabilmesi önemliydi. Gündüzlü son sınıf öğrencisi Ahmet Nuri Ekici, pazartesi sabahları, evci izni dönüşünde, gördüğü ve yaşadıklarını, sınıfa aktarıyordu. Ayrıca, yemekhanede çok gazete okunuyordu. Bazı öğrenciler, nutuk çekercesine, arkadaşlarına seslenenler oluyordu. ‘Arkadaşlar, hepimiz bu milletin ekmeğini yiyoruz, bu devletin okulunda okuyoruz. küçücük okulda ;Türk, Kürt, Çerkez, Laz… gibi her yörenin çocukları var. Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene !’sözünde ırkçılık yoktur bence. Kendini bu milletin bireyi olarak hissetmek demektir. Kaderde, tasada, kıvançta bir olmak demektir. Bu hedefler içinde ,bir millet olmak, bir ulus olmak esastır. Kendi kimliğimizi koruyabiliriz. Anamızı , babamızı inkâr edecek değiliz ya. Orta Asya’dan bu topraklara gelerek, Anadolu’yu vatan yapmışız kendimize. Tarih derslerimizde okuyoruz. Gök(Kök) Türkler, Selçuklular, Osmanlılar derken… Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuşuz. İşin esası budur! Nereye gittiysek; bağımsız ve özgür bir millet olmuşuz. Hür bağımsız on altı devlet kurmuşuz, şu yer yüzünde .Bunun değerini bilelim diyorum. Ayrı fikir başka, fitne fikir başka. Değil mi?’ diye sözlerini herkese tasdik ettirmeye çalışıyordu. Bu içerikteki konuşmayı kim yaparsa yapsın, itiraz eden olmuyordu. Mesele ‘damardan giren bu konuşmalar her zaman yapılıyordu ama çözümde bir formül bulmak zor olduğundan, fikir ayrılıkları, burada ortaya çıkıyordu. Ahmet Nuri Ekici soluk alınca; araya giren birinci sınıf öğrencisi Çanakkaleli Bilal Aydın: ‘Arkadaşlar, Türkiye’miz şehitlerimizin kanıyla 91

sulanmıştır. Al bayrak altında, aynı vatanda yaşıyoruz. Arkadaşımızın sözlerine ben de katılıyorum.’ cümlesiyle, kısa bir ekleme yapmıştı. Ahmet Nuri Ekici, sohbeti şöyle kapatmak istedi: ‘Biz, sıradan öğrenciler değiliz, aklı başında bilinçli çocuklarız. Bu üstün değerler üzerine erdemli bir şekilde kendimiz iyi yetiştirmeliyiz arkadaşlar.’ diye sözlerine nokta koymuştu. Yemek zamanı geldiği için topluluk dağılmaya başlamıştı. Yemek sırasına hazırlanan lise birinci sınıflar, ezber kağıtlarını ellerinden bırakmıyorlardı. Edebiyat derslerinin ilk konusu; İstiklal Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi metinleriydi. Bu geleneksel ders ödevi, lise birinci sınıftan itibaren uygulanıyordu. Okul müdürü öğretmenler kurulunda, Milli Eğitimin genelgesini okuyup, gerekli açıklamaları yapıyordu. Ayrıca her branştan ders öğretmenlerinin, Atatürk İlke ve İnkılapları’na -ders konularının uygun içerikleri yönünde- yer verilmesinin müfredat programının gereği olduğunu vurguluyordu. *Acı Gaf Mustafa Özavcı, kendisi gibi Doğulu olan arkadaşlarına göre birkaç yaş büyüktü. Erken girmişti sosyal hayata. Hemşerilerinin yanına gelmiş, televizyondan haberleri dinlemeye başlamıştı. Birden ayağa kalktı ve televizyondaki bir habere birden tepki gösterdi. “Yazık oldu bu gençlere! Ben barışçıyım arkadaş!” diye çıkış yaparak, ayağa kalkmıştı. çevresine bakındı. Kimseden ses çıkmamıştı. Televizyon haberlerinde, ‘Dağdaki teröristlerle yapılan çatışmada üç terörist öldürüldü ve bir Mehmetçik daha şehit oldu.’ Diyordu. Haber sadece buydu. Dinleyenlerinden ‘ teröristi de savunma!’ diyen kısık sesler de duyulmuştu. Sıcak bir ortamda terörist ile Mehmetçiğin karşılaştırılması anlamındaki bir cümlenin olmaması gerekirdi. Mustafa’ya herkes bu yönden tepki göstermişti. Mustafa’nın yanlış anlaşılabilecek cümleleri iyi olmamıştı. “Arkadaşlar aslında ben savaşa karşıyım, onu demek istedim.” Dediyse de arkadaşları, o andaki zamansız çıkışından, memnun olmamıştı. Herkes birbirine baktı. “Mehmetçik nasıl şehit olduysa, kandırılarak dağa çıkartılan bu gençler de ölüyor. Bunlar hiç iyi değil. Ben barışçıyım arkadaş !”diye tekrar vurgulama ihtiyacını duymuştu, ama kimseyi inandıramamıştı Mustafa! Gözler nöbetçi öğretmeni arıyordu. Ama durumu çok ciddiye alanlar vardı. ‘Mustafa’nın alası dışa vurmuştu.’ Diyenler de oluyordu. ‘Barış havarisi olayım derken, neden Mehmetçik’ten yana olmadın!’ diyenler çoğalmıştı. ‘Benim anlatmak istediğim, savaş olmasın bu ülkede. Bizim oralardaki ağalık ne ise, okuduğum kitaplarda geçen feodal yapı da odur. Bütün bu işler bu ağalık sisteme destek verenlerin başlarının altından çıkıyor.” Gibisinden konuşuyordu, ama nafile. Okuldaki Doğululardan olan Durmuş Ali ve Mehmet Tekin(Mazlum),Mustafa hemşerisinin yersiz çıkışına çok kızmışlardı. Çünkü okulda, bu konularda kimse kimseyi rahatsız edercesine davranmıyordu. Kardeş gibiydiler. Mustafa, mahcup olmuş, çok korkmuştu. Gece nöbetçisi öğretmen, Mustafa’yı öğretmenler odasına çağırıp, öğrenciyle, eğitici yaklaşımla uzun uzun konuşuyordu. Mustafa, pazartesi günü, gereksiz ve yersiz çıkışında bir kötü niyet olmadığı anlaşılarak, öğretmenlerinden ve arkadaşlarından özür diler gibi açıklama yapınca, her şey normale dönmüştü. Bu durumdan en çok Durmuş Ali etkilenmişti. Neyse ki okuldaki huzur eskisi gibi devam ediyordu. Burası yatılı bir okuldu. Doğulu veya Batılı diye konuşulması Durmuş Ali’nin 92

çok zoruna gitmişti. Yatakhaneye çıkarak, akşam etüt zamanına kadar, aklına gelenlerden birkaç cümleyi günlüğüne, içinden geldiği gibi yazmak istedi. Unutmamak için günlük defterine yeniden döndü, yazmaya başladı : “Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Hepimiz biriz. Ortaokuldaki sosyal bilgiler öğretmenimizin Atatürk’ün şu sözünü, defterlerimize büyük harflerle yazdırmıştı. Kimisi renkli kalemle yazmıştı: ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkıdır. Bu sözde ırkçılık yoktur. Bu cümle çok hoşuma gitmişti. Kısa ve anlamlıydı .Ayrıca öğretmenim derdi ki ; ‘Çocuklar ,bizim, her şeyden önce, çok çalışmaya ihtiyacımız vardır. Geri kalmışlıktan kurtulmanın yolu budur.’ Durmuş Ali bu cümlesini de bitirdikten sonra, saatine baktı. ’Yemek saatine daha zaman var’ diyerek yazmaya devam etti: “Doğu-Batı,Kuzey -Güney diye bir şey yok. Biz millet olarak et- tırnak gibiyiz. Birbirimizden kız alıp vermişiz. Birbirimizden ayrılamayız. Ne yapsalar bizi bölemeyecekler. Başka ülkelerdeki halklar gibi değiliz. Biz sadece halk değil, bizde millet olma bilinci vardır. Kürt, Çerkez, Türk, Laz…gibi farklı sosyal ve etnik özelliklerimiz var. Bunlar bizim farklılıklarımız ve güzel özelliklerimizdir. Bizdeki terör, ayrıca bölücülüktür. Bölücülükte, bir bütünü bölmek istedikleri için “Bölücü” diyoruz. Doğu’da çok görülen ağalık sisteminin devamını isteyenler çok olduğu için bizi bölmek istiyorlar. İçerdeki ve dışarıdaki güçler, bizi bölüp parçalamak, yutmak istiyorlar. Sonuçta terörün her türlüsüne karşıyız.” ‘Bu kocaman cümleleri ben mi yazdım.’ diye kendi kendine söylenen Durmuş Ali aklındakileri, günlüğüne dökmüştü. Anladı ki; okudukça, kelime haznesi zenginleşiyordu. Anlaşılan çok kitap okumalıydı. ‘Kızılay’a gittiğimde bazı yeni kitaplar almalıyım. İşlerin aslını öğrenmeliyim. Bu durumların uzun süreceğe benziyor. Bu yaşlardan itibaren, aklımız, çok şeyleri anlamaya başladı .Bunların içinden doğruyu- yanlışı fark edecek yaş geldik. Hayırlısı bakalım.” Diyerek, günlük defterini hızlıca kapattı. Durmuş Ali. Etüde yetişmek için merdivenlerden hızlıca aşağıya inmişti. *Bir Tas Çorbaya Bir gece yarısı, okul yöneticileri habersizce okula gelip öğrencilerin okulda olup olmadıklarına yönelik yoklama yapmışlardı. Ne yazık ki yedi- sekiz öğrencinin okulda olmadıkları tespit edilmişti. Her nasılsa, yöneticiler okuldan ayrılmadan, yoklamada olmayan öğrenciler, kısa zamanda sınıflarındaki yerlerini almışlardı. Cep telefonların olmadığı zamanlarda, kısa zamanda yoklamada bulunmayanlar, nasıl çabuk sınıfa gelmişlerdi. Ertesi gün bu öğrenciler, disiplin kuruluna verilmişti. Disiplin kurulunca görüşülüp ifadeleri alınarak; yaptıkları bu hatayı, bir daha tekrarlamamaları şartıyla, yazılı uyarma cezası almışlardı. Bu öğrencilerin bazı dini cemaatlerin içerisinde olabilecekleri tahmin edilerek, yönetimce, öğrencilerin sıkı takibe alınması kararlaştırılmıştı. Bu, öğrencilerin yazılı ifadelerinde, bir gariplik gören müdür yardımcısı, öğrencilerle özel görüşme yoluna gitmişti. Soruşturma sırasında, öğrencilerin yazılı ifadelerinin tek kalemden çıkmış gibi dikkat çekiciydi. Yatılı okulun öğrenci “dayanışmasını” gösteren en dikkat çekici örneği yaşanıyordu. Müdür yardımcısı, bu öğrencilerle tek tek konuşarak öğüt veriyordu: “Evladım, bak bu yerlere gidiyorsunuz. Size bir tas çorba ikram ediliyor, onların sıcak davranışlarına aldanıyorsunuz. Kafalarının arkasındaki niyetlerini bilemezsiniz. Sizleri yanlış yönlendirebilirler. Bizler, sizin sadece öğretmenleriniz değil; hem ananız, hem babanız gibiyiz. Sizleri yalnız öğreten-eğiten kişiler değiliz. Sizler bize ailenizin emanetisiniz.” “Özgür yaşamak, özgürce düşünmek güzel. Fakat insan ilişkilerinde çok dikkatli olmalısınız. Bazı 93

kötü niyetli kişiler, sizi yanlış yönlendirebilirler. Çevrenizdeki kişileri çok iyi tanıyarak, ona göre davranmalısınız. Hayatı, çok iyi araştırıp tanımanız gerekir. Olayları, iyi muhakeme etmelisiniz. Siz hukuk ağırlıklı meslek lisesinde öğrenim gördüğünüz için ; ayrıca sizde, “muhakeme etme” bilinci gelişmesi gerekir. Bu konuda hukukçu meslek öğretmenlerinizden yardım isteyebilirsiniz. Zaman içerisinde belirli bir birikimle şekil alır, gelişirsiniz. Acele etmeden, farklı düşünceye sahip kişilerin eserlerini de okuyun. Sadece okumak yetmez. Kendi kişiliğinizi, dünya görüşünüzü geliştirmek için iyi araştırın. Kendi mantık süzgecinizden geçirin, öyle sonuca varın. Aldatıcı, yanıltıcı tuzaklara kapılmayın. Her an kendinizi geliştirin. Bizim görevimiz doğru bildiklerimizi söylemektir. Şunu bilmelisiniz ki öğretmen doğruyu söyler. Görevi, vicdanı, eğitimci anlayışı bunu emreder. Öğretmenlerinizin de bir siyasi düşüncesi vardır, bunları size kabul ettirmek gibi bir amaçları yoktur. Öğretmenlik bu derece tarafsızlıktan yanadır. Fakat Türk milletinin, Türkiye cumhuriyetinin tarafındadır. Bizlere güvenin. Sorunlarınızı bizimle paylaşın. Dertlerinize bir çare bulmak bizim görevimiz. Öğretmenlerinizin de yanılgıları olabilir, açıkça karşılıklı olarak sorunlarınızı bize iletin, konuşarak sorunlarınıza çözümlerini bulabiliriz. Yaratıcı ve üretici olmaya çalışın. Her şeyden önce ailenizin sizden beklentilerine karşı, sorumluluklarınızı yerine getirecek davranışlar içinde olmalısınız.” Öğrenciler bu konuşmaları başları önde, sessizce dinlediler, pek açık vermediler. Zeki öğrenciler, kendilerinin bulduğu yol ve yöntemler içinde, bilgilerine yenilerini eklediler. Kendilerini her konuda geliştirenler oldu. Çocuklara gözdağı verip sert bir konuşmalar yapılmadan, hep eğitici yöntemlerle çözümler aranıyordu. Müdür yardımcısı ,en güvenilen öğrencilerden Veli Böke’yi, görüş ve düşüncesine başvurmak için odasına çağırmıştı. Çok temiz ,saf ve sağlam inançlı bu öğrenciyle ilk karşılaşması ilginçti. Okulun açıldığı ilk günlerde Veli Böke müdür yardımcısına bir konuda danışmak için gelmişti. “Hocam memleketten babam para gönderecek, nasıl yapsın .”demişti. Bu samimi bir yardım sohbeti, müdür yardımcısının aklına gelmiş ilk sorusu, “Veli, babandan para geliyor mu artık?” diye sormuştu. Elleri önde bağlı, Veli Böke her zamanki tevazuyla, simsiyah yuvarlak gözlerini açıp, başını yana eğerek, “Tamam, param geldi öğretmenim .” diye cevap vermişti. Müdür yardımcısı, işin esas meselesine geldi. Arkadaşlarından bazılarının hafta sonlarında böyle evlere gidip gitmedikleri hakkında bilgi almak isteyen sorusuna geçmişti. Ama Ne çare, Veli Böke’den bir bilgi almak mümkün değildi. Belki hiç bilgisi yoktu. Yatılı okul dayanışmasının bir örneği daha yaşanmıştı. Ancak konunun anlaşılması sorunlara çözüm getirmenin tek yolun, öğrencilere eğitici yaklaşımdan geçtiği kesinlik kazanıyordu. Bu okul da Türkiye topraklarında yaşayan her birey gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın taşıdığı milli - manevi değerlere sahipti. Ankara Adalet Meslek Lisesi, Atatürk İlkeleri doğrultusunda, Türk Milli Eğitimin programını izlemek zorundaydı. Öğrencilerin kaydını yaptıran aileler, çocuklarının milliyetçi ve inançlı bireyler olarak yetiştirilmesi için okul yönetiminden istekte bulunuyorlardı. Fakat bazı sosyal demokrat aileye sahip olduğunu belirterek, çocuğunun ilerici bir anlayışa sahip olabileceğini isteyen ve çocuğunun istediği (siyasi)düşünceyi seçmesi için özgür olması gerektiğini isteyenler de vardı. Çocuklarını bu yönde yetiştiren velilerle de iletişim içerisinde olup öğretmenliğin gereği yönünde, bu öğrencilere de aynı eğitimci yaklaşımda bulunarak, bilinen doğrular tanıtılıyordu. Adil davranarak, dengeyi iyi bir şekilde kurma çabası, gösteriliyordu. Yatılı okulların ihtiyacı kadar ödeneğe sahip olmadığı bilinen gerçekti. Türkiye bütçesinin 94

yetersizliği, bu sorunlar konuşulunca ortaya çıkıyordu. Öğrencilere devletin verdiği iç çamaşırlar ve markalı kravatlı takım elbiseler, her yıl yenilendiği için ihalesi yapılacaktı. Bir yandan yiyecek ihalesi de yapılıyordu. Ambar memurunun takibiyle yiyecekler, günlük listelere göre hazırlanıp mutfağa veriliyordu. Bu durumdaki bütçe, bakanlıkça da kontrol ediliyordu. İlk aylarda bakanlık merkez teşkilatından ödünç alınan erzaklarla yemekler yapılmıştı. Daha sonra, okula bağımsız ödenekler gelince, bağımsız yemek listesi hazırlanıyordu. Öğrencilerin yemek konusunda, alınan geri bildirimlerine uyulmaya çalışılıyordu. Bu yöndeki, dilek ve istekleri önemsenerek; okul müdürünün görevlendirdiği müdür yardımcısı tarafından yürütülüyordu. Eğitim- Öğretim yılı başında, öğrencilerin gelişim çağları da göz önüne alınarak yemek listeleri düzenleniyordu. Ayrıca diğer yatılı okulların ve benzer kuruluşların örneklerinden yararlanarak, yemek listeleri hazırlanıyordu. Bu erzaklar, aşçılara ambar memuru tarafından veriliyordu. 1986-87-88 Yılları bütçe rakamlarına göre bir yıllık yatılı okuldaki bir lise öğrencisinin devlete maliyeti, yüz bin lira civarındaydı. Ama bir yıllık bir mahkumun devlete maliyeti yüz on bin lira civarındaydı. Bu bilgi, Adalet bakanlığından derse gelen İdari ve Mali İşler Dairesi muhasebe uzmanı tarafından açıklanmıştı. “Bir okul açmak, bin cezaevi kapatmak” sözünün boşuna olmadığının canlı örneği bu okulda yaşanarak ispatlanmıştı. Bu öğrencilerin yüzde otuzu, fen liselerinin sınavlarını kazandıkları halde; o okullara gitmeyerek böyle bir yatılı okulu tercih ettiklerini hep anlatıyorlardı. Öğrencilerin bu tekrarları, kendilerinin sıradan öğrenciler olmadıklarının bir başka “ hatırlatılmasıydı.” Bu şartlarda eğitim gören öğrenciler, devletin sağladığı bu olanakların değerini bilerek, daha samimi bir ortamın gücünü görüp yaşıyorlardı. Yatılı okulda kazanılan dostlukları, hayata atıldıkları zaman da sürdüreceklerine inançları tamdı. Kış mevsimin soğuk günleri, öğrencileri etkilemiyordu. Çünkü kaloriferler düzenli bir şekilde yanıyordu. Bu sıcak ortam, öğrencileri mutlu ediyordu. Hatta ilk defa kaloriferli ortamı gören öğrencilerin önce üşüdüklerini, sonra da alıştıklarını dile getirmeleri, uyum sağladıkları yönünden, iyi bir gelişmeydi. Okuldaki memur ve hizmetli sayısının yeterli sayıda olması; işlerin daha çabuk ve istenilen yönde gerçekleşmesini sağlıyordu. Bir keresinde, nöbetçi aşçılardan birisinin sabah kahvaltısını geciktirmesinden dolayı, o görevli, idarece sert biçimde sorgulanmıştı. Yapılması gereken bu tutum, öğrenciler arasında çok olumlu karşılanmıştı. *Teftiş Durmuş Ali’nin okul nöbetçisi olduğu günün sabahında, müfettiş bir hâkim gelmişti okula. Okul müdürünün odasına yerleşen müfettiş hakim. Önce memurları, sonra müdür yardımcısı, en son da okul müdürünü denetleyecekti. Yer darlığı nedeniyle, fazla eşyaların konduğu deponun bulunduğu binanın çatısına, birlikte çıkmışlardı. Ambar memurunu Durmuş Ali ile çağıran müfettiş bey, yanına iki memur, müdür yardımcısı ve nöbetçi öğrenci Durmuş Ali’yi almıştı. Tüm eşyalar, tek tek sayılıp işaretleniyordu. Depodaki Sümerbank’tan gelen hiç açılmamış Türk bayraklarının bulunduğu kolinin açılmasını ve içindekilerin sayılmasını istemişti müfettiş hakim. Nöbetçi öğrenci Durmuş Ali öne atıldı: “Karton kutunun dışında 48 adet bayrak yazıyor, hiç açılmadığı dışından belli efendim. İçinde de 48 tane Türk bayrağı vardır.” diye cevap verince, müfettiş hâkim kızdı: 95

“Sen git bakayım, nöbet görevindeki yerine!” diye azarlamıştı. Durmuş Ali çok korkmuştu. Hemen hızlıca merdivenlerden aşağıya doğru, ikişer üçer atlayıp çabucak inmişti. Okul teftişi, on beş günde tamamlanmıştı. Öğrenciler de her gün kendilerine göre bir sürü senaryo üretiyorlardı. Teftiş olumlu geçtiği bilindiği halde; ama okul müdürünün cezaevi öğretmenliğine tayini, herkesi üzmüştü. Teftişin amacı anlaşılmıştı. Bu olayda, bakanlık ve teşkilatındaki siyasi idarenin değişimi sonunda ,yeni gelen Adalet bakanın etkisini göz ardı edilmemesi gerektiği sonucuna varılmıştı. *Tuzak O gün, akşam etüdüne, müdür yardımcısı gelmişti. Kısa bir süre kalacaktı. Yemekhaneyi kontrol ediyordu. İzin isteyeceği her halinden belli olan aşçı İlyas, sessizce yanına yaklaştı. “Hocam teyzemin kocası, yani eniştem vefat etmiş, köye gideceği..” diye, cümlesini tamamlayamamıştı ki, müdür yardımcısı patladı: “Oğlum sülalende kimse kalmadı, herkesi öldürdün, ayıp ayıp , git artık, sana izin mizin yok!’ ” diye bağırarak sınıfa doğru yürüdü. Yıldırım, sınıfta herkesten daha fazla telaşlıydı. Öğrencilerden bazıları, olası olaydan bilgileri oldukları için onlar da bu heyecan ve telaşa katılmışlardı. Yıldırım,bir türlü yerinde duramıyordu. Kâh öğretmen masasının önüne, kâh sıraların arasına doğru gidip geliyordu. Beklemediği bir durumla karşılaştığı anlaşılıyordu. Bu yüzden bir şeyleri düzeltmenin stresini yaşadığı her halinden belliydi. Etütlerde öğrencilerin verimli çalışmaları önemli olduğu için, boşa zaman harcatmaya çalışarak dalga geçen öğrencilere karşı, sınıfın genel tepkisi hazırdı. Bu yüzden, etüde başlama zamanına kimse karşı koymazdı. Bir süredir müdürlüğe de vekalet eden müdür yardımcısı, cezaevindeki yöneticiler toplantısına katılacaktı. Yoklama yapıp sınıf defterini imzalamak için kürsüdeki masaya yaklaşır yaklaşmaz; Yıldırım, sıra arkadaşına doğru hafiften bağırarak, dikkat çekmek istemişti ki; o anda, müdür yardımcısı, kürsünün arkasındaki sandalyeye oturur oturmaz, bir patlama oldu! Herkes korkmuştu! Öğretmen masasına ait sandalyenin bir ayağına, önceden patlayıcı oyuncak mantarı yerleştirilmişti. Patlamanın yeri anlaşıldı da yapanı da herkesçe bilinen birisi miydi? Yıldırım’ın kılı kıpırdamadan, olduğu yerden seyrettiği gözlenince, tuzağı hazırlayanın Yıldırım olması tahmini kuvvetlenmişti. Sınıfta oturanları gözüyle süzen müdür yardımcısı, suçlunun kim olduğunu hemen anlamıştı. Mütalaanın bitmesine teneffüs zili yetişti. Yıldırım da müdür yardımcısının arkasından süklüm püklüm yürümeye başlamıştı. Adanalı olduğunu her fırsatta vurgulayan Yıldırım, müdür yardımcısı yanında yürümeye devam ediyordu. Bu davranışının, tarih öğretmenine bir şaka yapacağını anlatmaya çalışıyordu. Bu yöndeki çabalarının boşa gideceğini bilse de; el- kol hareketlerini, sürdürmekte ısrar ediyordu. Müdür yardımcısı, ani bir hareketle geriye dönüp Yıldırım’ın kulağından yakaladı. Özrü kabahatinden büyük cevaplarının yersizliği anlaşılmıştı. Çünkü diğer öğretmenlerine göre daha genç yaştaki tarih öğretmenlerinin öğrencilere karşı biraz samimi yaklaşımını zaaf olarak nitelendirilmesi de ayrı bir pot kırmaktı. Müdür yardımcısı, Yıldırım’ın önce kulaklarının, sonra da yüzünün kızarıklığını istediği düzeye getirinceye kadar tuttu, sonra bıraktı. Yıldırım serbest kalmıştı. Bu fiziki sert uyarı da yeterliydi. Elleriyle kızarmış kulağını ve yüzünü kapatan Yıldırım, sessiz- sedasız geriye dönüp lavaboya doğru yöneldi. Müdür yardımcısı, çoktan dış kapı merdivenlerine varmıştı. İkisi de “Memnun” ayrılmıştı. Kapalı Cezaevi öğretmenliğine tayin olan okul müdürünün, tekrar Adalet Meslek lisesi müdürü olarak dönmesi sonucunda, itibarı iade edilmişti. Başta müdür yardımcısı olmak 96

üzere, tüm personel ve öğrenciler çok sevinmişti. Çünkü haksızlık düzeltilmişti. Bu nedenle, Adaletin yerini bulmasından dolayı herkes, çok memnun olmuştu. Adaletin yerini bulmasından dolayı herkes, çok memnun olmuştu. *Yarışmalar ve Ödüller Kapalı ,açık ve Yarı Açık Cezaevlerinde, seri üretimlerde bulunan iş atölyeleri vardı. Bu iş atölyelerinde; mobilya ,demir işleri, oto tamir atölyesi vardı. Kundura imalathanesinin de geniş çalışma alanı vardı. Ayrıca hayvan çiftliğinde ,peynir, süt, yumurta üretiliyordu. Daha sonra adına “İş Yurtları “denen atölyelerde yönetici ve ustalar dışında, çalışanların tamamı, mahkumlardı. Tüm çalışanların yasal özlük hakları korunup destekleniyordu. Bu iş eğitimi, mahkumların topluma adaptasyonu yönünden çok olumlu sonuçlar veriyordu. Hatta mahkumiyeti biten kişilerin tekrar usta kimliği ile tekrar bu atölyeye dönerek, çalışmaya devam edenlerin olduğu söyleniyordu. Bu atölyeler aracılığıyla, mahkumların rehabilite edilerek, meslek sahibi olmaları sağlanıyordu. Hem de maddi kazanç sağlamaları, önemli bir üretimdi. Adalet Bakanlığı’nın merkez ve taşra teşkilatı çalışanlarından başta hakim ve savcılar, buranın imkanlarından yararlanılıyordu. Daha sonra, halka açık satış alanları açılmıştı. İmralı Gökçeada, Erdek, Antalya -Aksu plajlar “Dinlenme Tesisleri” vardı. Başta hakim ve savcılar olmak üzere, Adalet Bakanlığı çalışanlarının hizmetine sunuluyordu. Öğrencilerin yıl sonu staj süresinde, bu atölyeler arasında bir matbaanın varlığı gözlenmişti. Diğer atölyelerde olduğu gibi, bu matbaada çalışanların; müdür ve ustaların dışında, mahkumlar çalışıyordu. İş Atölyesi niteliğinde olan bu matbaada ,Adalet bakanlığının dosya ve benzeri ihtiyacı karşılanıyordu. Bu imkanlardan yararlanma fikri sonucunda, Adalet Meslek Lisesi’nin kültürel çalışmalarını yansıtan bir okul gazetesinin çıkarılması planlanmıştı. Çıkarılacak bu gazetede, hem okulun tanıtımı yapılacak, hem de öğrencilerin yazıları yayınlanacaktı. Bu okul gazetesi, kaliteli bir kağıt ve güzel baskı ile üç ayda bir cezaevi matbaasında basılıp yayınlanmaya başlamıştı. Önceleri ücretsiz basılıyordu. Sonra, okulun bütçesinden ödeme yapılarak, çıkarılmaya çalışılıyordu. Bu okul gazetesine “Adalet” adı konmuştu. Gazete, öğrencilere ve Adalet Bakanlığı merkez teşkilatına, ücretsiz dağıtılıyordu. Okul yönetimi, öğretmenler ve öğrenciler yazılarıyla, severek, katkıda bulunuyorlardı. Keçiören Milli Eğitim Müdürlüğü ile iletişim içerisinde olarak, kompozisyon yarışmalarına katılma çalışmaları yapılmıştı. Bir dönemde, Türkiye çapında açılan bir kompozisyon yarışmasına çok sayıda öğrenci katılmıştı. Derslerde yazılan kompozisyonlar, ilçe milli eğitiminde beğenilirse, o yönde takdir buluyordu. Bu nedenle il ve ilçede açılan kompozisyon yarışmalarına öğrencilerin katılımını sağlamak gereği duyulmuştu. Yatılı okulların geleneği haline gelmiş “Ortaklaşa bir hazırlık” içinde olması başarıyı getiriyordu. Nitekim ,kazanılacak ödülde küçük bir “İmece usulü alın teri” vardı. Bu yönde bir kompozisyon yarışmasına katılım olmuştu. Okul adına gönderilen Yavuz Bahadır’ın kompozisyonu dereceye girmiş, Türkiye birincisi olmuştu. Zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın “Papatyalarından” ödül töreni için davetiye gelmişti. Yavuz’a para yerine, fotoğraf makinesinin armağan edilecek 97

olması, yatakhanedeki “Kompozisyon yardımseverlerinin” beklentilerini boşa çıkarmış. Hevesleri kırılmıştı ;ama bir umutla çalışmalara devam ediliyordu. . Tüm okul, seferber olup, Yavuz Bahadır’ı ödül törenine hazırlıyordu. Beyaz gömleği, okulun verdiği markalı kravatı, lacivert ceketi ve gri pantolonu temizlenerek arkadaşları tarafından ortaklaşa giydirilmişti Bahadır’a. Ayakkabıları önceden boyanmış, temiz bir çift çorap hemen getirilmişti. Uğurlamak için büyük bir şamata ile herkes bahçeye inmişti. Merdivenlerden inerken, ‘Bahadır da yakışıklı çocuktur’ diyerek, Yavuz’un sırtına inen hafif yumruklar, başarı belgesinin mührü yerine geçiyordu. Okulun makam arabasını kullanan usta şoför Ramazan, her zamanki hızıyla yeni yıkadığı arabayı, kapı önüne jet hızıyla getirmişti. Arabanın arkasında önceden yerini alan müdür yardımcısının yanında yer alan Bahadır, başbakanlığa uğurlanmıştı. Müdür yardımcısı ve Bahadır, Ankara’nın Cumhuriyet dönemi mimarisini taşıyan kesme taşlardan yapılmış, sade, ağırbaşlı, bir o kadar da soğuk ortamını yansıtan binaya girmişlerdi. Bahadır, müdür yardımcısının cesaret vermesiyle şaşkınlığını yenmeye çalışıyordu. Başbakanlıktaki ödül töreni, farklıydı. Okuldaki uğurlama töreni gibi değildi. Bahadır, tanışmak ve sohbet etmek için törene katılan diğer yarışmacı arkadaşlarının arasına katılmıştı. Yavuz Bahadır, ilkokul ve ortaokul sıralarından bu yana; kompozisyon yarışmalarında, hep birincilik aldığından söz etmeye başlamıştı. Kendisini dinleyen arkadaşlarına karşı, kendine özgü el- kol hareketiyle tiyatro sahnesindeki oyuncular gibi öz güvenini ispatlamaya çabalıyordu. Bu yarışmada dereceye giren diğer okulların öğrencileri, Yahya’nın birincilik derecesine gıpta ediyorlardı. Beklenenden daha sade bir tören olmuştu. Bu sakin tören, Yavuz Bahadır’ın beklentisine yeterli cevabını alamadığını, davranışlarıyla yansıtıyordu. Yapacak bir şey yoktu. Yavuz Bahadır’a sorsalardı, törenin daha görkemli olmasını isterdi. Semra Hanım’ın etrafında dolaşan frapan giyimli ‘Papatyalar’ adıyla bilinen genç bayanlar, herkesin dikkatini çekiyordu. Bahadır, fotoğraf makinesi ödülü elindeyken Semra Hanım ile fotoğraf çektirdi. Bir de toplu halde fotoğraf çektirildi. Avuçlarına kadar terlemişti Bahadır. Kırmızı kordele ile rulo yapılmış, başarı belgesi ve bir fotoğraf makinesi, başbakanlık armalı karton torbaya konularak hediye edilmişti. Adalet Meslek Lisesi öğrencileri, akşam yemeğine inmişlerdi. Hacı yolu gözler gibi Bahadır’ı bekleyen arkadaşları, yemekhanede alkış tufanıyla karşıladılar. Yatakhanedeki tek konu, sadece Bahadır’ın cumhurbaşkanlıkta aldığı ödül değildi. Törende kimler vardı? Neler yendi, içildi? İçerisi nasıldı ? Güzel kızlar var mıydı? gibi sorularla Bahadır’ı sıkıştırıyorlardı. Asıl merak edilenler, ortaya çıkmıştı. Her şeye rağmen “küçümsenen ödül” kazanılmıştı. Bu olay, bir süre etütlerin gündeminde, şakalarla yerini almıştı. Bahadır’ın kompozisyon ödülü, herkesi ‘motive etmişti. Yakın tarihlerde yapılacak olan İstiklal Marşı’nın ezberden okuma yarışmasına kendiliğinden ilgi artmıştı. Bütün öğrencilerin içinde, birden bire, “okulu temsil etme” duygusu, kabarmıştı. Törenlerde görev alacak öğrencilerin şiirleri ve konuşmaları çok önceden hazırlandığından; milli bayramlar, okulda, en iyi şekilde kutlanırdı. Bu törenlere, müsteşar, genel müdürler, daire başkanları, hâkimler ve savcılar davet edilirdi. Yarı açık cezaevinin yerleşkesi, bu yönüyle iyi şartlara sahipti. Açık alanda yapılan her tür törenler, görkemli oluyordu. Okulun Çocuk Islahevi ortamında olması, yatılı öğrencilerin bu şartlardan yararlanması bakımından, olumlu 98

karşılanmaya başlamıştı. Bu ortamda kalanların yirmi dört saatini geçirebilecek olanaklar vardı. Bu durum, ister mahkum çocuklar, isterse de lise öğrencileri için olsun, fark etmezdi. Eleştirilen nokta ise, iki farklı grup gençlerin psikolojik yapılarının birbirlerini olumsuz yönde etkilemesiydi. Lise öğrencilerinin Yarı- Açık Cezaevi ortamında bayramları kutlaması, mahkum çocukları bile olumlu yönde etkiliyordu. Aslında iki ayrı genç grubu, bir arada olmaktan memnundu. Onlar önyargısızca çözmüştü işi. Temiz yürekleriyle kardeşçe, bir arada yaşamak istemelerini yeterli buluyorlardı. Ama ne yazık ki hayat, onları ayrı kulvarlarda yarıştırıyordu. Kimine göre adına yazgı, kimine göre de hayat çizgisiydi. *Törenler Çocuk Islahevi bahçesine düşen Nisan yağmurları, mis gibi toprak kokusunu genizlerimizde dolaştırıyordu. Çocukların ciğerlerine kadar işleyen bu toprak kokusu, köylerindeki çimenlerinin kokusunu duyuyorlardı sanki. Adalet Lisesi öğrencileriyle mahkum çocuklar; içinde yaşadıkları bu güzel havayı solumasının verdiği huzurdan, mutlu görünüyorlardı. Bu temiz havanın verdiği sevinç, her törende canlı biçimde yaşanıyordu. Mayıs ayına adım atmıştı takvimler. O yıl, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Töreni,” Çocuk Islahevi futbol sahasında yapılacaktı. Okulun önündeki sahada sunulacak spor gösterisi, Beden Eğitimi öğretmeni Osman Duran tarafından, günlerce yürütülen provalar sonunda hazırlanmıştı. Spor gösterilerinin sergileneceği saha, etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrilmiş ve ortasına helikopter konacak genişlikte, toprak alandan oluşuyordu. Meslek Lisesi öğrencileri ile hükümlü çocukların toplandığı bu coşkulu topluluk, beton basamaklı tribünde, tek sıra halinde yerlerini almıştı. Sıraların arasında, mahkum çocuklarını görüşe gelen tek tük aileleri de görmek mümkündü. Tören konuşmasını önce okul müdürü Basri Kabasoy, sonra da Müdür yardımcısı Edebiyat öğretmeni Hikmet Özdemir yaptı. O yıl Müsteşar yardımcısı hakim Hasan Bey, Eğitim Daire başkanı ve Ankara Başsavcısı Altan beyin törene katılımları, öğrencileri çok onurlandırmıştı. Alkış en çok mahkum çocuklardan geliyordu. Tek tip giysili mahkum çocuklar, akranları Adalet liseli arkadaşlarına, nasırlı elleriyle, güçlüce, alkış tutuyorlardı. Gösteri yapan öğrenciler, çocuk mahkumların ıslıklarından destek alıyorlardı. Çok beğenilen tören bitmiş, misafirler uğurlanmıştı. Öğrenciler, bir an önce dışarı iznine çıkmaya çalışıyorlardı. Bu yoğun çıkış anında; okul formasından sıyrılmış, sivil giyimli ,renkli ve kısa kollu gömlekli öğrencileri tanımak mümkün değildi. Jöleli saçlarıyla artist görünüşlü Adalet liselilerden “Acelesi olanlar,” okulun arka bahçesinden çıkış yapmışlardı bile. Mayıs ayının sıcağında, Hataylı Abdullah’ın; ellerinde yün eldivenler, ayaklarında sürüdüğü banyo terliklerle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Ama bu görünüşü, arkadaşlarını şaşırtmamıştı. Vücudunun ağırlık merkezini öne taşımış, sıvanmış kollarını yana açmış durumda, kabadayı yürüyüş taklidi yaparak, arkadaşlarına şakalar yapıyordu. “Ne oldu buna.” diye, yanından geçen öğretmenlerinden habersizdi. Durmuş Ali, öne atılıp “Hocam bu arkadaş bazen böyle değişik hareketler yapar.” diye yanıtladı. Diğer arkadaşı da destekler bir açıklama yaptı: “Bu arkadaşımız Hatay’ın boğucu ve nemli sıcağına alışık olduğundan; sıcak özlemini gidermek için bu tür davranışlarda bulunur. Ankara’nın bu kuru sıcağı bile, vız gelir Abdullah arkadaşımıza.” Konya Seydişehirli Ramazan Kanmaz da garipsediğini yansıtarak yanından 99

geçiyordu. Bu tür davranışlar, öğrencilerin kendi yörelerinin geleneklerini yaşatmaktan kaynaklandığı fikrini yansıtıyordu. Bu durumlar bazen mizahi ortam yaratabiliyordu. *Futbolcu Murat Hollanda’nın, Belçika’nın nerede olduğunu arkadaşlarına öğretmek amacıyla gelen bu sportmen vücutlu, asortik görünüşlü Mahmut, ailesi yurt dışında olduğu için okula geç kayıt yaptıranlardandı. Dersler başladıktan sonra gelmişti. Babası küçük yaşta vefat etmiş, binbir güçlükle okulun merdivenlerini tırmanan vefakar annesi, “devletin ekmeğine talipti.” Yaşlıca sayılan annesinin en ivedi işi, çocuğunu bu yatılı okulda okutmak istemesiydi. Kaydını yapan müdür yardımcısı ile annesinin, memleketteki aynı kişileri tanımış olmasıyla, bir tür hemşericilik ortamını değerlendirmeyi düşünmüştü. Çocuğunu, güvendiği bir okula teslim edeceği için kendini şanslı saydı. Murat’ın ilk günlerdeki ünlü futbolcuya benzer, havalı haliyle hemen arkadaşlarının dikkatini çekmek istemişti. Ders saatleri dışında, morlu -sarılı frapan giysileriyle de kendini arkadaşlarından ayırmaya çalışıyordu. Ama her nedense, futboldan başka alanlardaki yeteneğini(!) gösteremediğinden “havası çabuk inmişti.” Yatılı okullarda öğrencilerin kapışma alanı, “Dersler arenasıydı.” Her öğrencinin cebinde taşıdığı, cep defterlerindeki sınav notlarının sayıları yarıştırılırdı. Etütlerde karşılaştırılan bu notların şişmanlıkları ve zayıflıkları, karnelerinde görülecek temel ölçüydü. Kendini derslerde gösteremeyenlerin balonu, yatılı okullarda çabuk sönerdi. Notları kabarık olanın göğsü de kabarık olurdu. Arkadaşları, her fırsatta, burasının bir spor lisesi değil, hukuk lisesi olduğunu hatırlatsalar da Murat, kendisinin en iyi gösterebileceği tek alanın futbol olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Ama kimseyi inandıramıyordu. Murat’ın teknik oyunları, Kerim Duran’nın karşısında etkisiz kalacaktı. Bu yüzden Murat, futbol maçlarının en iyi savunmacısı, “Kasap Kâni”takma adını alan Kerim Duran’ın karşısına çıkamıyordu. Gümüşhaneli ‘Kasap Kâni, her zaman Murat’ı kesiyordu.’ Zor oyunu bozuyordu. ‘Kasap Kâni’yi’ anlatan en uygun benzetmeydi bu cümle. Yatılı okulun doğasından çıkan hemşericilik ortamından en iyi şekilde yararlanmaya çaba gösteriyordu. Ortaokuldan sonra spor okulunu isteyen Kani, hem meslek sahibi olacak, hem de futbol merakını giderecekti. Bundan dolayı hukuk ağırlıklı bir liseye kaydını yaptırmıştı. Okul takımında, savunmadaki değişmeyen yerini almıştı. Bu rekabet uzun süre devam edeceğe benziyordu. Durmuş Ali, arkadaşları arasında oluşan bu yarışmaya katılmış, o da futbol sahasında kendini gösterme çabasına girmişti. Derslerin bitiminden sonra en çabuk ve kolay takım kuran Durmuş Ali’ydi. Kucağına bastığı meşin topu, başına giydiği Beşiktaş beresi ve eline aldığı düdüğü ile Durmuş Ali, sporun sevimli maskotu olmuştu. Futbol meraklılarının tamam olduğunu gören Ahmet Nuri Ekici, Durmuş Ali’den kaptığı düdüğü çalarak, maçı başlatıyordu. *Mahkum Harun’un Mektubu - 17 Eylül 1990 Keçiören Çocuk Islahevi mutfak binasının önündeki merdivenlerin başındaydım. Önce bana yan yan baktı, sonra “Semünaleyküm Hocam nereye gidiyorsun.” diye laf attı. “Aleykümselam delikanlı. Harun sen misin? Ne yapıyorsun burada sen? “Hocam mıntıka temizliği yapıyorum.” Dedi. “Sizi hemen tanıdım hocam. Adalet Meslek Lisesi müdür yardımcısı olduğunuzu biliyorum 100


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook