Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Boğaziçi Yalıları-Abdülhak Şinasi HİSAR

Boğaziçi Yalıları-Abdülhak Şinasi HİSAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 12:59:11

Description: Boğaziçi Yalıları-Abdülhak Şinasi HİSAR

Search

Read the Text Version

bu umumi güzellik ve his manzarası onlarınyüzünden ve gönlünden teşekkül ediyordu. Busükûn bana yavaş yavaş bütün güzelliklerikucaklamak için kucağını, ruhunu açmak,genişletmek sırrını öğre . Zihin yavaş yavaş hertabia n, her hale n hayat hakkını teslim e kçegenişliyor, Boğaziçi'nin güzellikleri âsude ve yüksekbir ruh ile kendilerini sevdirmeyi, takdir e rmeyibiliyordu.Hanımlar aralarında konuşurlar, tavla oynarlar,yerlere serdirdikleri beyaz örtüler üstüne çömelerekkumaş biçerler, dik rdikleri şeyleri prova ederler,birtakım bohçacı kadınlar, terzilerle görüşürler,gülüşürler, yorulurlar, ağırlaşırlar, minderlereuzanarak uyurlar, uyanarak şerbetler velimonatalar içerler, ayrı ayrı odalara çekilerekmüşavere ederler, anneannem kalfaların dertlerinidinler ve bu şeyler saatlerce sürerdi. Bu zamandabeni unuturlar veya unutmuş gibi yalnız ve rahatbırakırlardı. Ben buraya kapandım mı, dikkatetmiş m ve bunu bu odanın talihine ve sihrinea ederdim, hiç bitmeyen rahatsızlıklarımın

muhtelif tecellilerine acıyarak beni hep göz önündebulundurmak isteyen akrabalarım burada beni ikiüç saat bile aramazlardı. Ve böylece ben buradasaatlerce hülya zevkine dalardım. Odanın derslerinive zevklerini gönlüme uzun uzun sindirdikten sonraakşam renkler eriyip birleşmeye yüz tutarakgözlerimi yaşartan bir lezzetle beni de sarınca, azsürmüş bir oyunu bırakmış gibi kalkar, meydanaçıkardım. Akrabalarım bu oyunlarımı herzamankiler kadar tabii zannediyorlar ve bundandolayı beni aramıyorlar sanırdım.Meğer aldanıyormuşum! Meğer ortadan böyleilk kaybolmuş olduğum defaların birinde onlar neolduğumu merak ederek tecessüsle oda kapısınınanahtar deliğinden mi, yoksa tesadüfen odanınbahçeye açılan pencerelerinden mi, bilmiyorum,beni gözetmişler. Ve benim boş odada yalnızbaşıma sedirde bir misafirlikte gibi teşrifat ileoturduğumu görünce, kendi kendime bir nevimisafirlik oynadığımı sanmışlar, (zaten tamamenaldanmış da değillerdi) ve, \"Madem ki eğleniyor,oyununu bozmayalım!\" diye beni rahat bırakarak

çekilmişler. Bundan sonra ben, kendiminunutulduğumu sanarak bu odada hülyalarımınkeyfine daldığım zamanlar onlar benim bu odayaçekilerek nasıl yalnız ve oyuncaksız, hülyalarımlaoyalandığımı bilirler ve benim için aralarında,\"Misafirlik oynuyor!\" derlermiş. Bunu nicezamandan sonra bir gün anneannemin bir sözsırasında, \"Senin havuzlu odada yalnız başınamisafirlik oynaman gibi!\" demesinden anladım. Vedoğrusu bunu öğrendiğim anda epeyi mahcupolmuştum.Eski zamanın çoğu birer sofa kadar geniş birçokodalarında koştum, oynadım ve yaşadım. Yanimuhi min, şehrin, haya mın tatlarını ta m. Fakatonlar arasında ha zamda en derin bir ha rabırakan, Kanlıca yalısındaki bu havuzlu odaolmuştur. Onunki cidden asabımın en geç, en güçunutabileceği bir ha radır. O benim yalnız çocuklukzamanlarıma karışmış değildi. Çocukluğumdansonra da bu oda ile münasebe mi kesmemiş m.Galatasaray Lisesi'ne gidip gelirken senede bir ikikere, bayramlarda, Kanlıca'daki yengemizi ziyarete

gi kçe bir müddet \"Sevgili odan!\" dedikleri buhavuzlu odaya girer, kapanır, bir nevi mürakabeyedalardım. Bu, daha tecrübelenmiş gözlerimle ar kyengemizi de, bütün kalfaları da daha yaşlanmış veyalının haya nı daha ağırlaşmış bulduğumzamanlardı.Eski Zaman EşyalarıEşyalarGeçmiş olduklarına acıdığımız zamanlarımızdankalma eşyaları birer ha ra mahfazası gibi severiz vebunlar bize bir dos an, ekseriyetle nafile yere,beklediğimiz hizmetleri görürler. Bunların da canlanvardır; sessiz bir hayatla yaşarlar. Fakat munis,insanlara nispet edilse daha beşeri görünenhayvanlardan bile daha munis, bizi hiçbir zamanaldatmazlar. Umduğumuz, rüya gördüğümüz,hülya beslediğimiz, düşündüğümüz, ağladığımız vehasta iken sayıkladığımız odalarımızda bizi sessizceşe atli bir dostlukla sararlar. Onlan görmekle

çocukluk zamanlarımızın sularına dalmış oluruz.Onların yanında, büyükannelerimiz sandıklarımaç kça duyulan o ödağacı kokusu gibi mübarek birkoku sanki gönlümüze işler, bir geçmiş zamanâleminde, lsımlı bir ev haya na göçer, saatlerin,tespihlerin, aynaların, lambaların, avizelerin, ayrıbirer mahluk gibi, aralarında söyleşmeleriniduydukça en eski zamanlanmızın nimetlerineereriz.Bu eski zaman eşyaları, şimdikilerine nispetle,belki kullanışlı değil, fakat halavetlidir. Bazı yenieşyalar o kadar \"türedi\" dir ki biz, nefsimizimüdafaa duygusuyla, adeta irsen muhtaçbulunduğumuz, eski inançların birer msali gibigördüğümüz bu eşyaların eskiliklerine bakarakbazen onlara birer cankurtaran gibi sarıldığımızolur.Her milletin müzelerini dolduran tezyini sanatlaraait çeşit çeşit eşyaların çokluğu ve bu eski şeylerinher zaman değişip yenileşmesi gönüllerin veömürlerin bunlara nasıl sevgilerle bağlandıklarını

göstermez mi?Eski şehirlerin müzelerini dolduran bu eşyalarınüstünde kim bilir ne kadar şe at ve aşk ve ha rabirikmiş olacağını tasavvur e kçe bu beşeri şeyleriseyrederken onlara bağlanmış kalpleri düşünerekbüyük bir heyecana kapılıyorum. Bütün his ve zekâsinmiş bu eşyalar mumyalaşmış birçok hayattır.Yunan Milli Müzesi'nde, üstlerinde açık saçık bazıresimler bulunan küçücük el kandilleri görmüştüm.Vakitlerinde bunlar arzuları resimlerle ve remizlesöylemek için mektup yerine gönderilirmiş.Uykularda rüyalarımızın bize mahrem emellerimizigösterdiği geceler kadar sisli ve trek bir muhi nkaranlığında sallanan müphem ışıklarıyla yarıuykuda ve yarı uyanık bu kandilleri geçmiş nesillerinkafile kafile ölüleri hâlâ ellerinde tutuyorlar sandım.Eski zaman eşyalarında, güya onların gözleri vekalpleriyle yoğrulmuş gibi, sevdiğimiz insanlarınyüzleri, inanışları, mânâları ve hüviyetleri yaşar.Gitmiş sevgililerimizden kalma eşyalar bizim içinruhlarının sinmiş olduğu canlı parçalardır.

Kaybe ğimize ağladığımız ölülerin ha ra, his,mânâ ve kokularını bu eşyalarda bulabiliriz. Veböylece onlar bize ar k solmuş sandığımız bir iklimaçarlar.Biz de, yol kenarındaki çalılıklara yünlerinikap rarak geçen koyunlar gibi, hayat yollarındagönlümüzün birer parçasını bu eşyalarımızakaptırmadan geçemeyiz.SaatlerBütün bu eski zaman insanlarının hepsi de günlerve gecelerin saatleriyle pek ziyade meşguldüler.Bunun için, hep birbirlerini kovalayan gayret,ibadet ve lezzet zamanlarının göstericisi, saatdediğimiz o aletlere, ömürlerince süren bir alakaduyarlardı. Her akşam anahtarlarla kurulan bu eskiezani saatler, güneş sulardan çekilirken, on ikiyealınırdı. Bütün bu eski zaman insanlarının şahsisaatleri kadar, evlerindeki müşterek saatleri de ayrıbir ehemmiyet taşırdı.

O zamanlarda, evlerin birçoklarının sofalarında,birlikte yaşayanlara zamanlarını bildiren saatlerbulunurdu. Bunların hepsi de Avrupa'nın vebilhassa Londra'nın herhangi bir saat fabrikasınınismini taşıyan, fakat hepsi de, memleke miz içinalaturka rakamlı olarak yapılmış saatlerdi.Bazıları duvarlarda asılı durur, her çeyrek saa e,yahut her saat başında çalarlardı. Bazıları bir kuşsesi çıkarır, bazılarından ise, zamanı gelince, en çoksevdiğimiz bir şarkı bestesi duyulurdu: \"Üsküdar'agider iken aldı da bir yağmur!\"Bu saatler, muvakkithaneninkilerine benzeyencamlı dolapları içinde, bir sağa, bir sola gidip gelenpirinç rakkaslarıyla, yalının günlerini ve gecelerini birkahve değirmeni gibi öğütürken, sadece geçenzamanın ölçüsünü vermekle kalmazlar, koca ahşapyapının vücudundan ve gönlünden gelen sesleri deduyururlardı. Ve biz, geçen bütün zamanları, asılyalının vücudundan ve gönlünden gelen sesler gibi,kendimize göre memnun ve neşeli, yahut mahzunve neşesiz bulurduk. Nice yıllardan sonra, başka

iklimlerden yalıya tekrar dönüp bu eski zamanseslerini duyunca tekrar, geçmiş şâd veya nâşâdzamanlarımızın içine dalar, bu saatleri, ömrümüzünnice duygu ve düşüncelerini canlandıran birvücudun nefes alışları gibi dinler, yanı başımızdaatan birer kalp gibi duyardık.TespihlerBeyaz, sarı, kırmızı, çocukluk zamanımdaoynadığım, beğendiğim ve sevdiğim üç tespihhatırlıyorum.Bunların biri, içi oyulmuş su damlaları gibibembeyaz, parlak ve güleryüzlü, necef bir tespih .Onun billûr serinliğini sever, sessiz duruşunda birsu şarıl sı ve musikîsi duyardım. Bu, benimannemin tespihiydi. Onun yanında annemleberaber olduğum zamanlardaki müsterih neşeminsaffe ni, ta l günlerimin çağlayan hazzınıduyardım. Bu, hodkâm, mahrem samimiyetimin birremzi saydığım bir tespih; bu, zevkimin tespihiydi.

Öteki, bal, mehtap, hazan yapraklan ve Haliçsuları gibi sapsarı, iri taneli, güzel kokulu, içli,kehrüba bir tespihti. Onunkadife gibi yumuşaklığını sever, için için eskizaman kokan vücudunda bir nevi uzaklık, yalnızlıkve kibarlık hisleri duyardım. Bu, büyükbabamıntespihiydi. Onun yanında büyükbabamınodasındaki eski kaplı, sarı kâğıtlı kitaplar içindengelen ilmin dave ni ve divanlar içinde öten şiirinbülbüllerini duyardım. Bu, en hususi görüşlerimin,en ciddi temayüllerimin bir remzi saydığım birtespih; bu, fikrimin tespihiydi.Uçüncüsü, kan gibi kırmızı mercan bir tespih .Onun sıcak ve uzak denizlerden, masallarınbahse ği Arabistan'dan çıkıp gelen küçük kırmızıgözlerle böcek boynuzlarını sever, taşlaşmışvücudunda ılık kar n ve bütün coşkun hislerinolgunluğunu ve taşkınlığını duyardım. Bu,büyükannemin tespihiydi. Onun yaranda annemlebabam ve büyükbabama i raf edemediğim çılgınoyunlarımın ve hülyalarımın; uyumadan evvel,

yatağımda dinlediğim ve uykularımda daldığımmasallar diyarının sırlarını duyardım. Bu, hep boşkalacağını daha bilmediğim hülyalarımın bir remzisaydığım bir tespih; bu, kalbimin tespihiydi.Aradan kırk, elli yü geçmiş r. Şimdi onları tutaneller toprağa karış . Ha a o necefler dağılmış,kehrübalar yanmış ve mercanlar parçalanmış r.Fakat hâlâ daha onları birer birer şekilleriyle,renkleriyle, kokularıyla, ellerime yayılmışvücutlarıyla o kadar canlı duyuyorum ki, kalbimebaksanız, onların gölgesini orada görürsünüzsanıyorum. Ve hâlâ daha her birinin doksan dokuztanesine karışmış o neşeler, ümitler ve duaları okadar canlı ha rlıyorum ki, haya n hakika karşısında duyduğum ö e ile, kırılmış kalbiminüstüne boynumu bükerek: Ya?., diyorum, demek,duaların kerame güllerin kokusundan daha fazladevam etmiyormuş, bu tespihlerden bir tanesinebir dua sinmiş ve faniliği bir müddet için tedaviedecek olanı yok muydu? Bunların hiçbiri ciddideğil, bunların hepsi de birer hayal miydi?..

AynalarBütün bir yalı eşyası içinde, vak yle en çokrikka me dokunduğu için şimdi de en ziyadeteessürle hatırladığım, bir çift gümüş aynadır.Bu yuvarlak, kulpsuz eski zaman aynaları,Boğaz'a bakan bir odadaki karşılıklı ve eş ikikereve n kadife minderleri üstünde, yas klarınarkasına yahut aralarına saklanmış yatarlar, tembelkediler gibi uyuklarlardı. Bir misafir geldiğini duyanyahut odada yalnız kalan hanımlar, arada bir,onlara, daha doğrusu, onlarda kendilerinebakarlardı.Arka taraflarında, kabartma, küçücük birçok gülşekilleri bulunan bu aynaları, çerçevelerinin altlarınadoğru biraz uçuksamış olarak ha rlıyorum. Buaynaları her görüşümde, sanki ta derinliklerindentaşıp gelen birtakım hisler duyardım. Ve benimruhuma onların sükûtundan, gizli ve son derece içliduygular karışırdı.Hanımlar, is kbali keşfetmek ister gibi, uzun

müddet bu aynaları dikkatle seyrederler, aynalarıniçlerinde gelecek zamanları görürlerken, geçenzamanları duymuş gibi olurlardı. Geçmiş nice günlerve akşamlar, nice mevsimler ve seneler, nicegönüller ve nesiller hüzünlerini bu eski aynalaraakse rmiş, kim bilir nice zamanlar onlara kâhyanan kâh ıslanan gözlerle bakmış ve belkikendilerinden bile gizlemek istedikleri sırları onlaraaksetmiş olacak . Bunun için o zamanlar bana buaynaların parıl ları lsımlı, adeta esrarlı gelirdi. Vebunun için şimdi onları bütün bir yalı eşyası içindeen esrarlı şeyler olarak anıyorum.Aynalar Karşısında HanımlarHer gün, ikindi sularında, kayık gezin sinehazırlanan hanımlar, endam aynaları karşısında,ümitlerle, neşelerle süslenmiş ve güzelleşmişolurlardı. Fakat bu sevinçle hazırlanılan gezin lerin,her akşam dönüş saatlerinde havada, sularda vegönüllerde yara ğı melali ve hüznü bilirdim.Ruhları Boğaziçi'nin şiiriyle dolmuş hanımlar, hergünkü hayatlarına dönmeye karar verdikleri bu

anlarda kendilerini biraz yorgun, biraz mahzunduyarlar, zira, kâmlarını tamamıyla almamışbulunurlardı. Yalı onlara biraz loş ve odaları da birazyeisli gelirdi. Bu gezin lerden, hemen herdefasında, biraz geç dönülmüş ve yemeye de geçkalınmış olurdu. Yemek masasında, lambalarınısı kları aile halkası daha kurulmadan evvel,hanımların, yukarı ka aki, renk renk fanuslu petrollambalarının aydınla ğı odalarında, gi kçe solanendam aynalarının karşısında kısa bir buhrangeçirdiklerini duyardım.O günkü gezin için, sanki vaat olunmuş birebediyete hazırlanır gibi, öyle dikkat ve lezzetlesüslenmiş olan hanımlar, bu akşamlarda, her süsünve her güzelliğin, ömürlerini tamamlayıp solançiçekler gibi, ne çabuk bozulduğunu ve her şeyinfaniliğini düşünür gibiydiler. Akşamın dakikaları neçabuk geçmiş, o deminki süsler, vazifelerini neçabuk tamamlamış, ar k nafile, lüzumsuz, mânâsızolmuşlardı! Onlar da, geçen günün ve kendigüzelliklerinin ar k nafile kalan bu süslerini bozupkaldırmaya karar vermişler, bu aynalar karşısında

peçelerini, çarşaflarını, hotozlarını, kurdelelerini,kendi elleriyle, birer birer çıkarmaya, saçlarınıçözmeye koyulmuşlardı. Onların bu halleri herzaman rikka me dokunurdu. Onları seyrederken,ben, gönüllere kaldıramayacakları kadar şiirdolduran Boğaziçi'nin o güzel fakat hüzünlü ve içlibu akşam saatlerinde, hanımların gözlerindeokuduğum teessürün solan aynalara da sindiğinisanırdım.Eserlerini güya bir ebediyet için yara klarınıhayal eden sanatkârlar gibi, bu hanımlar da kendigüzelliklerinin bir ebediyetle alakalı olacağınıumarlar, belki bundan, ebedileşememiş birgüzelliğin daha bu dağılışı karşısında yine nevmitolurlardı. Belki bundan, hanımların, bu akşamkaranlıkları arasında, aynaları karşısında aldıklarıtavırlar bir nevi bozgun edası taşırdı.Bir böyle akşam kayıkla dönüşümüzde, banavereceği bir kitabı almak için Nigâr Hanım’ın yalısınagitmiş ve kendisiyle odasına çıkmış m. Bu, üstka a, pencereleri denize bakan, alçak tavanlı bir

odaydı. Nigâr Hanım, vereceği kitabı aramadanevvel aynasının önüne geç ve ağır ağır başındanyaşmağını çıkarmaya başladı. Lambasız odanıniçinde renkler büsbütün solmuş, demin görülenşeyler artık seçilmez olmuştu.Ben, oturmuş, sessizliği bozmadan bekliyordum.Ve Nigâr Hanım da susuyor; aynanın karşısında,yavaş yavaş başından yaşmağını, hotozunu,iğnelerini çıkarıyor; süslerini, saçlarını bozuyordu.Sessizlik gitgide derinleşiyor, akşamın renklerigi kçe koyulaşıyor ve açık pencerelerin önündengeçen Boğaziçi sularının koyu bir gölge halindeak ğı görülüyordu. Bu gölgeler, bu karanlık, busessizlik, demin seyre ğim guruptan ruhumasinmiş renkler ve mânâlar beni artmış bir düşünmeve duyma kabiliye yle hazırlamış ve ben yavaşçaaçılan, doğrusu yarım açılan manevi gözlerle bitenbu akşama ve solan bu ayna karşısında bozulan busüslere bak kça her şeyin nasıl zeval bulmayamahkûm olduğunu, bu nazlı ve ih şamlıgüzelliklerin faniliğini ve bundan gelen melallerinigizliden gizliye, derinden derine duymaya

koyulmuştum.Daha hemen çocuktum. Fakat çocuklar dahateferrua yla düşünemedikleri şeyleri bile bir hisbütünlüğüyle bulur, kavrarlar. Ve ben haya tecrübelerimle değil, daha ancak hayal ile hissedenben, bu anlarda, hiç aldanmadan, hem tekmilhülyalarımı, hem gelecek bütün saadetler vemahrumiyetlerimi şimdiden beraber kucaklıyor gibiolmuştum. Sanki bu ayna karşısında birdengözlerim gelecek ve geçecek zamanları görmüştü.Ta ileride, uzak ve çorak bir mevsime vâsıl olarakgelecek akşamların da birer çiçek gibi solduklarını,gelecek baharların da birer akşam gibi geç klerini,açılacak güzelliklerin de sonbahar içinde dökülenyapraklar gibi çürüdüklerini ve bütün bu şeylerinhep sönerek yokluğa inkılap etmekte olduklarını,bir anda is kbali de kavrayan bir bakışlagörmüştüm. Ve, baş döndürücü bir hızla akanBoğaz'ın suları gibi, içimde birçok hislerlemevsimlerin ve güya hayatların kafileleri, küçükdalgaları birbirlerine karışarak ve hafif köpükleribirer birer sönerek geçip gittiler.

Boğaz'ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor,akıyor, ademe doğru kayıyor ve ben onlarıtutamıyordum.Gönlümde, gözlerimde ar k tesellisini bir dahabüsbütün bulamayacak bir fanilik melali başladı.Eyvah! En sabit sandığım güzellikler, gönlümün,lisanlarını iyice şerh ve tefsir edemediğini bildiğimiçin daha okşamaya, sevmeye kıyamadığım ve asılvuslatlarım kemale erecek bir â âleminesakladığım bu güzellikler, bu akşamlar, guruplar,geceler ki size daha hep yan gözle bakar vekendimden büyük kadınlar gibi, yüzünüzdenöpmeye cesaret etmezdim, meğer ne fani imişsiniz!Hürme mden koparıp koklamaya cesaretetmediğim yıldızlar, meğer birer kandil gibisönecekmişsiniz! Hayat ancak akan, mahvolan,muhteşem bir şelale, hayat, bu geçen şey, demintekmil ve şimdi bozulan bu şekil ve şimdi mevcutfakat uçan bu koku, solan bu renk, dağılan busaatmiş!Ben hâlâ bekliyordum. Yaşamayı bekliyordum.

Nigâr Hanım’ın vereceği kitabı bekliyordum.O, aynanın karşısında, süslerini bozuyor,çıkarıyordu. Gurubun deminki sessiz musikîsindenkahramanlaşmış ruhumla ben, karanlıkta, sonsüslerini dağıtan beyaz ellerini hâlâ seçiyor,seyrediyordum. Fakat bildiğim Nigâr Hanımgölgeye karışmış, onun yerinde beyaz ellerinigördüğüm hülya gibi bir kadın, gi kçe gölgedekalan ve dağılan bir âlemin güya perisi gibi,karanlıklar içinde, sanki kendi kendisini dağıtıyordu.Ve ben sanıyordum ki kararan gözlerimin ve solanaynanın karşısında o, ar k yorgun argın, dağılanbütün bu saa n, bu muhi n, bütün haya n vetabia n süslerini ve varlıklarını dağı yordu. Gi kçekoyulaşan akşam içinde böyle umumi bir dağılışseziyordum. Bu beyaz elleriyle bir kadının bütünabes süsleri, geçen modaları, solan çiçekleri, uçanhararetleri, ölen hisleri, zeval bulan güzelliklerikaranlığa karış rdığını, ademe yolladığını ve bukâina n sanki ta içinden bozulup dağıldığını, ensağlam sandığım temeller ve köklerin, hafifdumanlar gibi, incelip havaya karış ğını görür gibi

oluyordum. Ha a, elbe e Boğaz ve akşam bile,böyle ih şam ile yaşadıkları bir gün, bütüngüzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can veripgeçeceklerdi.Elimde nafile kitap, iki adım ötedeki yalımızakadar yorgun ve bitkin döndüm ki bu geçmişzamanların, mevsimlerin ölüsünü taşıyor yahuttaşımış gibi idim. Dizkapaklarım erimiş, kollarımkırılmış, gözlerim sönmüş ve ruhum donmuştu.Annem beni görünce benzi atarak, \"Nen var, neoldun?\" diye sordu. Utandım. Cevap veremedim.Ne söyleyebilirdim ki, makul olmak için, \"Ademigördüm ve anladım!\" gibi bir şey demek lazımgelecekti!Ruhuma bu ânın verdiği buhranı belki hâlâtanzim ve hazmedememişimdir. Bu acıyı o kadarşiddetle duymuşum ve bu his ruhuma öyle derinişlemiş ki, şimdi kalbimin üstüne eğilmiş, belki ellisene evvel anneme veremediğim cevabı burayatelaşsız bir i na ile yazmaya çalış ğım halde banabu sahifelerde bile istediğim gibi açılamamış ve bu

hissimi olanca çıplaklığı ile ifadeye hâlâ cesaretedememiş ve bütün bu söylediklerimle onu olduğugibi anlatamamış, bitirememişim gibi geliyor!Boğaziçi'nde GuruplarBoğaziçi'nde tabiat, saade umar ve onahazırlanmış gibidir. Halinde için için bu bekleyişsezilir. Bu güzellik sanki dolmuştur, kendisinitaşıracak bir damla ister. Fakat işte hep beklenen vehiç gelmeyen budur. Guruplarda bu beklemeninar k abes olduğunu gösteren bir hüzün var gibidir.Bu, ruhun genişlediği, daha hisli, daha içli vedaüssılalı bir zaman; bu, hususi elemlerin umumi vetabii bir yeis içinde ağırlaşıp, birleşip koyulaş ğı birandır.Benim ha zamı tutuşturan guruplar, şüphe yokki, ilk gençliğimde Boğaziçi suları üstündeseyre klerim oldu. Boğaziçi'nde guruplarda,güneşin henüz solan, son kalan aydınlığında gözlerdaha rahat bakarak, etra nı daha güzel görürdü.Gurubun başladığı vakit Boğaziçi sularının akışında

için için zamanın geçişi duyulurdu. Baş döndürücübu akışla, bu geçişle insan, duyardı ki, kendiderinliğinde de hisler böyle ve sessizce derindenderine kayıp gidiyor. Havanın, suların ve bütündünyanın renklerini ve mânâlarını değiş renakşam, zihinlerin ve kalplerin içlerine daha fazlatesir ederdi.Akşamı, Boğaziçi’ni ve gurubu bir kayık içindeseyreder ve suların renkleri, kokuları, sesleriarasından yüzer gibi geçerdik. Bu füsun ve ih şamiçinden geçerken, her defa, nihayet bir radde gelirdiki gözlerimin gördüğü güzellikler kalbimi üzer vebeni rahat bırakmazdı. Bazı bulutsuz günler, güneştevazuyla ve teşrifatsız, ufuktan çekilip gidiverirdi.Ondan, sularda, pek solgun bir mehtap gibi, ancakuçuk ve sarışın bir renk kalırdı.Böyle akşamlar gurubun içimde coşturacağıduyguları bulamazdım. Fakat ryakisi olduğum buzevk kanıma o kadar işlemiş ki bazen içimdenmızıkçılık eder, bir tara an gurubu ister vebeklerken bir tara an da \"Güneş bu akşam

birdenbire çekilse, büyük bir zevkten mahrumkalırdım ama bu ezadan da kurtulurdum!\" diyedüşündüğüm olurdu. Bazı akşamlarsa, kayık biziAnadolu kıyısından Rumeli kıyısına geçirirken, tamgurubun ih şamıyla karşı karşıya ge rirdi.Başlarının üstünde olan bitenden habersiz gibiduran, çoğu harap yalılar, karanlığa gömülensahilde bir cinsten ve mütevekkil mahluklar gibipineklerler ve önlerine daha koyu bir renk yığangölgeleri sanki içlerinden dökülmüş dertleringi kçe kararan birikin lerine benzerdi. Bu yalılar,üstlerindeki manzaranın tabii ve muazzam birdekoru halinde görünürler, karanlık içinde birtakımesatiri şekiller, romantik mânâlar alırlardı.Güneşin ba ğı yerin civarında bazı bulutlartutuşur, göklerde bir hayal âlemi kurulur vegurubun saltana başlardı. Ufukta güneşin yerinibir kızıllık alırdı. Bu kızıllık gizli bir ateş gibi yanar,alevlenir, kıvrılır, ha r ve hayale gelmez renkleryayar, kanar, parlar ve gitgide, nihayet kül olacakbir siyahlığa bürünürdü. Bazı klasik, büyüktablolarda olduğu gibi, göklerde heybetli bulutlar

tarihi edalar alırlardı. Mercan bir buhurdan, renkleritütsülerdi. Gök kızararak ve gözlere daha kuvvetlibir görüş hassası vererek renklerini elvan elvangöstermiş olur ve bu inanılmaz manzaradakikalarca sürerdi. Ufukta kızıl karanfiller açar,kanar, her yeri bir yangın rengi kaplardı. Her zamancanlı ve şimdi solan, kararan sular da roman kinil lerini duyurmaya koyulurdu. O zamanlardaesen hafif rüzgârlar gurubun hitapları gibi işi lir,uhrevi, gizli bir musikî makamı dinlenilirdi. Buvakitler, Boğaziçi'nde, dünyanın şüphesiz enyüksek bir zirvesinden akseden sözler ve dökülensesler duyulmaya başlardı. Gurup gözlerdengönüllere ve beyinlere geçerek bu kıyılardakiinsanların en ümmilerine bile Wagner’in kızıl birmusikî tufanına benzeyen operalarını seyre rmiş,ruhlarını Victor Hugo'nun bazı yarı aydınlık yarıkaranlık, yarı felsefi yarı uhrevi şiirleriyle büyülemişolurdu.Guruplar daima geçen ve geçmiş zamanlarısöyler. Hüzünleri maziyi ha rla r, ölmüşsenelerden ve ruhu aşındırarak geçmiş

zamanlardan bahseder. Gurubun şaşaası gününsaltana ndan is fa ediyor gibidir. Gurup daimaiçimizi bir hazin gurur ve yeisli bir düşünce ilekaplayarak bizde ayrılışlarımızın hissini tekrar eder.İçimizde güya gündüz gibi bir kuvvet, bir emel, birümit vardır ki, akşam olunca, o da gün gibi solar.Bu gurubun serabına doğru dönüşler, varılan hernoktanın, her gayenin boşluğunu, faniliğinigöstermez miydi? Zira bilmez miyiz ki, karşımızdabizim için hiçbir ebediyet yoktur? Her günümüz,tedavi etmek istediğimiz haya mızın bir yükselenbasamağıdır sanırız. Hâlâ umduğumuz vebeklediğimiz saadet ve selame miz için birhazırlanış r diye umarız. Bilakis! Her gün biraz dahainiyor, uzaklaşıyor, geçiyoruz!Bunca mevsimlerin oyup, yontup genişle ğiruhumuz; haya n birçok ganimetlerini okşamışellerimiz, eyvah, sonunda bomboş kalacak!Etra mızdaki güzellikler bu rüzgârlarla dağılarak vebu guruplarla sönerek onlar da bizim gibi geçipgidiyor! Onların da nazlı vücutları ve ruhları rüzgârlı

ve fani malzemelerden örülmüştür! Eyvah! Ümit,aşk, emel ve şe at gibi bütün aydınlıklarınkarardığı bir u a doğru yüzüyoruz. Ufuktadökülerek zeval bulan ışıklar! Böyle kaç yüz keresize doğru yüzer gibi dönerek karanlıklar içindekendime benzeyen evime geldim. Ruhuma sizdenve güzelliklerinizden, nafile solan bütün fanigüzelliklerin harikulade kıymetlerinden başka birdersin sızmış olduğunu ümit edemiyorum.Duyuyordum ki bütün serap yolları bir guruba, birölüme ve bir ademe çıkıyordu.Bu akşam saatlerinde ne kadar olgun bir hisleduyar ve anlardık ki biz faniyiz ve bu lsımlı sular,bu füsunlu havalar bizim faniliğimizi aşan bir nizamve intizamın ahenkleridir. Fakat bizim hesaplarımızasığmayan büyük varlıkların giri ve muvakkatyekûnları, onlar da geçici, değişici, zamanın başkaölçülerine ve mikyaslarına göre, onlar da fanidir.Bu durgun gökle bu çırpın lı sular arasındaki başdöndürücü boşlukta sallanırken bütün bu güzellikâleminin de zevale mahkûm olduğunu ve inkıraz

bulacağını düşünmek, gurup karşısında hassasiye artmış gözler ve hislerimizle, şimdiden, ileridegelecek bir zamanda, bütün bu musikînin sükûtunuduymak, bu ışıkların sönüşlerini görmek, bugünlerin koparılmış çiçekler gibi solup ademegeç ğini anlamak kendi faniliğimiz hakkında bizebüsbütün merhametsiz ve acı bir his verirdi.Anlardık ki bunca hülyalar, emeller ve emeklerlekendimize aç ğımız yahut umduğumuz yarınınyolu pek çabuk böyle bir ademe varacak bir çıkmazsokak r. İlerimiz de ancak bir mevsim, bir gün, birakşamdır.Her şey kayar, akardı. Sular, rüzgârlar, bulutlarve bilhassa zamanlar. Zaman ki baş döndürücüakışını bu saf, bu berrak havada ruh daha çokduyar.Benliğimizdeki harikulade bir sessizlik içinde, ruh,her zaman gizlice duyduğu ezeli bir destanınbozulduğunu, ar k sustuğunu anlardı. Onun içinbütün guruplar bir dağılma, bir çöküş ve bir ölümhissi verirdi.

Guruplar yalnız ufukta değil biraz da içimizdeölür. Bu, ümitlerimizin muvakkat bir ölümüdür. Veinsan sanır, duyar ki, kendi içinde de böyle birgurup vardır. Gönlünde açılmış, beslenmiş niceemeller, içinde devrilip sönüyor. Gurup, gününolduğu gibi, talihlerin ve ömürlerin de bir iflası vesonu değil midir?Gurup, orkestrasının ışıklarını gözlerimize,üstümüze ve ruhumuza döktükten sonra bizi kenditalihimize bırakıp yavaşça çekilir, silinir giderdi.Güya başka bir âleme geçerdi. Ve gönlümüz içindegüya ümitler, emeller de birer birer söner; hülyalarve rüyalar da birer birer silinirdi. Şikâyetli seslerlemırıldanan sular üstünde, dünyadaki insanbîkesliğini ve ruh melalini acı acı anlardık!Dünyanın bu sallanan noktasında olduğu kadarhiçbir köşesinde gurubu bu kadar doya doya, derinderin seyredemedim ve tatmadım. Gurup, böylece,gözlerimiz karşısında ve ruhlarımız içinde bütünih şamını dağı ktan sonra yavaş yavaş bütün bumanzara haşyetle açılıp bakan bir çi göz ve

dudaklar üstüne konan bir parmak gibi, bir sükûtişare halini alır ve demin başımızda hülyalarımızınmecnun âlemini uyandırdıktan, bütün mucizelerinigösterdikten sonra, şimdi yavaşça siner vekaranlığa dönerken, bize bu işare yle güya, \"Bütünbu duygulan unutun, bütün bu sırları gizli tutun!\"demek isterdi.Senelerce Boğaziçi sularında gurubu seyretmiş veduymuş bir ruh, bu şiirden ve bu ha ralardanbüsbütün kurtulamıyor. Işıktan güller gibi açılıpsonra dökülerek, gözlerimin önünde kanlarınıakıtmış nice gurupların hüznünü hâlâ asabımınköklerinde derinden derine buluyorum. Veha ralarımı ne zaman karış racak olsam ellerimonların kanlarına bulanıyor.Yıkılan YalıHava ve suyun aşk ve güzellik gibi duyulduğu,korktuğu; ilkbaharla Boğaziçi'nin bir mucize halinege rdikleri ince, nazlı bir gündü. Bu sessizlik, buhava ve Boğaziçi derin bir musikî gibi duyuluyordu.

Böyle günlerde ar k ha ralara inkılap etmişhülyalarımızı tekrar bulur, eski zamanımızınkendinden habersiz geçmiş saade ni ha rlar ve birdaha kavuşamayacağımız anların daüssılasınadalarız.Bütün bu hislerle uyuşmuş, bu güzelliği içip mestolmuş gibiydim. Geçmiş ve geçen zaman ileyaralıydım. Zira benim de gönlümden geçen buzaman ile birlikte sürüklendiğimi, geç ğimiduyuyor, biliyordum.Arzular ve hülyalarla dolu bir hayat, ne olmuşsa,şimdi, teneffüs e ğim hava gibi, ruhumu sarıyor.Faniliğimi içimde duyarak, yarasını bilen bir mahlukgibi gidiyorum. Kendime, sıhha me, menfaa mebir yabancı kadar kayıtsız, mazime abanmış,gidiyorum. Gönlümü, baştan başa dolduran, kutsibir ha radır. İçimde nice zamandan kalma bir arzuvar. Bugün bu eski emelimi yerine ge rmekis yorum. Unu uğum, unutmadığım; bildiğim,bilmediğim bir yeri, bir mezarlığı ziyaretegidiyorum. Kanlıca'daki yalıdan ayrılalı yıllar

geç kten sonra ha zamla kalanı karşılaş rmak içinyerini ziyarete gidiyorum.Geçmiş zamanla ar k ne memurlarından, neyolcularından kimsenin ne ailemi, ne de benitanımadığı bir Şirke Hayriye vapurunayabancılığımı duya duya bindim.İlk önce bana Boğaziçi'ndeki bütün yalılarih yarlamış gibi geldi. Fakat bu Anadolu sahili,şiirini nispeten daha fazla kuvvet ve tesirlemuhafaza ediyor! Bu, kilometrelerce süren bir şiir!Burada hâlâ yaşayan eski saatler vardır. Onlarınmucizesi yavaş yavaş beni sararak, beni kendilerinebağlayarak bir haşhaş gibi tesir ediyor. VeBoğaziçi'yle bu hava içinde yaşayan mazimi devame riyor. Birden, görünmez, ha rlanır gibiçiçeklerden gelme ince, nazlı bir koku duyuyorum.Eski bir aşk günümün bir ânını koklamış gibioluyorum. Bir mar haykırıyor ve sanki gönlümdebir zar yır larak içindeki geçmiş zaman bana geriveriliyor. Uzaktaki bir Şirke Hayriye vapuruötüyor. O kadar eskisi gibi ki bu sesi duymuyor,

ha rlıyor gibiyim. Yalnız Boğaziçi'nde değil, eskizamanım içinde de yüzdüğümü duyuyorum...Kanlıca burnundan geçerken Asaf Paşa yalısınıar k göremeyeceksiniz. Zira onu katle ler,\"bîvefa\" ve \"bîkayd\" eller onu parça parça, dilimdilim kes ler, biç ler, vücudunu ayıkladılar, birçokkısımlara böldüler. Yalının en evvel damı vekararmış kırmızı kiremitleri uçuruldu. Sonra,cumbaların al ndaki, büyükannelerimizin sarkıkgerdanlarına benzeyen, kıvrık destekler baltalandı,parçalandı. Sonra yalının kaplamalarını, yaldızlıtavanlarını, mermerlerini, camlarını, pencerelerini,kafeslerini, musluklarını, merdivenlerini, rabzanlarını, parmaklıklarını, kapılarını,tokmaklarını, hücrelerini, raflarını, oymalarınıoydular, soydular, söktüler, kopardılar, çıkardılar,üst üste, yan yana dizdiler, birik rdiler, topladılar,kaldırdılar, taşıdılar, sa lar, dağı lar. Yalınınbölünmesi, kesilmesi, biçilmesi, sökülmesi,yıkılması, taşınması, dağılması, yok olması aylarcasürdü. Ha rlıyorum. O mevsim ben buradan kâhvapur kâh sandalla geç kçe bu manzarayı

görmemek için başımı çevirirdim. Fakat yine herdefasında, başımı döndürmeden evvel, kâh kastlakâh gafletle ha zama saplanarak, sonra ruhumdabir elem tohumu halinde büyüyen elim birmanzarayı görmüş olurdum. Yalının tahrip edilenkısımları gözlerime tesadüf e kçe benden imdatis yorlar, medet umuyorlarmış gibi vekayıtsızlığımın karşısında şikâyet etmeden vebundan dolayı daha tesirli bir gösteriş edasıyla birerbirer yıkılırdı. Yalının böyle iki üç katlı bir tatlı gibikesildiğini, katların yanlarından bölündüğünü,odaların ortalarından ikiye ayrıldığını, yan yana ikiodayı ayıran duvarların her iki taraflarında değişenrenklerini görmek, bana, terakkisinden bahsolunancerrahlığın, vücutları kesişini, açışınıdüşündürüyordu.Alt kat odalarının birinin duvarları meğer s kirenkteymiş. Ve bu bana vak yle Kanlıca'dakiyengemizle eğlenerek onun aleyhinde dedikodularyapan bir hanımın bir gün onun renk renkhotozlarından bahsolunurken söylemiş olduğu eskive hoş bir sözü ha rla . Bu hanım gülerek, \"Her

renge boyandı, bir fıstıkisi kaldı!\" demişti. Bu renginde yalının alt ka aki odalarının birinde gizlendiğinio zaman hatırlamadığıma, bilmediğime şaştım.Yabancı gözlere açılmış bu mahremiyet, buvak yle taze ve şimdi uçmuş renkler, bu her biri birarzu ha rlayan, sayıklayan, vak yle genç ve yeni,vak yle süslü ve nazlı iken şimdi ih yar, şimdi eski,şimdi geçmiş, şimdi harap odalar, duvarlar,tavanlar, şimdi solmuş nakışlar, şimdi yıkılan taşlarhep bir gönlün, bir insanın inkıraz bulan talihinisöylemiyor muydu? Onun eşleri değil miydi?Yalı ki o zaman ih yar, gönlünü dolduranha ralarla taşkın, geniş, hasırlı, yaldızlı, ziyalı,sükûtlu, mutlu, hep birer sofa kadar büyük odalı veferah kalpliydi; bugün toprakla bir oldu. Bu odalarki her birinde koşmuş, oynamış, hülyalara dalmış,yaşamıştım; bunların hepsi de yokluğa karıştı.Yalının vücudundan çıkarılan bu takım takımenkazı gördükçe mahvolan bütün bu şeylereacırdım. Eyvah, demek bu duvarlar arasında, butavanlar al nda ar k hiç kimse birbirini

sevmeyecek, düşünmeyecek, okşamayacak,kıskanmayacak! Eyvah, demek bu kapılar ar k neyavaşça ne de hızla, ne sevinçle, ne aşkla, helecanlaaçılmayacak, ne de bunları kimse hırs ve şiddetlekapamayacak! Ar k kimse bu kapılardan çıkıpbahçede, denizde, arka yollarda gezinmeyecek!Ar k kimse bu kafesleri açıp mehtabıseyretmeyecek! Kimse bu pencerelerden sarkıpyahut onların içlerine doğru saklanıp nehakikatlere, ne hülyalara bakmayacak; insangözlerinin mu asıl aradığı sırrı, insan güzelliğini,geçenlerin yüzlerinde gözetlemeyecek,ha rladıklarmın yüzlerinde seyretmeyecek!Kucağında dalgın suları uyutan havuz dağılacak, bumermerler bir daha koyunlarında uyu ukları sularıduymayacak! Demek şimdi bu rüyalar, hülyalarbitmiş, bu ışıklar sönmüş ve bu çalgılar susmuştu!Duvarların da kulakları vardır derler. Ah! Eğerdilleri de olsaydı! Yıkılan bu duvarları söyletmeyi nekadar isterdim! Onlar elbe e aralarında yıllarcayaşamış olanların ruhlarından bir zerre, bir nefesgizler. Onların lisanından haya a belki en

ehemmiyet vereceğim sözleri duyabilecek m. Yokolan bütün şeylere acıyordum. Geçen zamanınetlerini kemirerek, kanını emerek kırdığı bütünşeylere; bu güzel hava içinde yıkılan yalıya, topraktaçürüyerek ona döndüğünü bildiğim güzel, sevgili veha rası bile ruhumu coşturan bir yüze, bir vücuda!Sessiz şeylerin bir bozgununu seyrediyordum. Kimbilir yıkılan ağaçlar, can veren hayvanlar ve onlargibi şikâyet etmeyi, yazmayı, söylemeyi bilmeyeninsanlar son olgun sükûtlarında ne derin acılarsaklarlar! Sessiz şeylerin bir bozgununugörmüştüm. Ve bugün ha ralarının doldurduğu,çürüdüğü mezarlığı, bırak kları harabeyi ziyaretegeldim.Kanlıca'da, yolcusu ve bekçisi şiirden ibaret biryoldan eski yalının yerine vardım. Bu yol açılmış,genişletilmiş, onun için büsbütün değişmişti. Yalınınüst yanındaki vak yle kiraya verildiği için bir defabile içine girmemiş olduğum selamlık dairesi ayaktakalmış, beyaza boyanmış . Bahçesinin içinden,burada dolaş ğımı gören bir köpek, bana biryabancı diye, duvarın son hududuna kadar gelip

bağırdı. Ve ben beyaz yalıyı büsbütün bırakarakharabeye döndüm.Burada bana maziyi gösteren ve geri veren, eskiduvarlar, basamaklar, yalmmki olduğunu kalbiminhaber verdiği yosunlu bir yer ve karşı tara a setlibahçedeki merdivenler ve demir parmaklıklar oldu.Eski duvarlar, dikkat e niz mi, hep birbirinebenzer. Arka bahçe se nin sonunu hudutlayanparmaklıkları eski bir ahbap yüzü gibi tanıdım.Evvelden, deniz kenarında, bahçe ile rıh mı ayıranbu aynı parmaklıklardan vardı. Deniz bahçesinineski duvarından arka yola açılan bahçe kapısınınip dailiğine şaşılır. Bu, bir mandıra kapısı gibi,insana bir kırlık hissini veren, yan yana konmuş,siyahlaşmış birkaç tahta parçası.Bahçenin bir kısmı denize uçarak şimdi içindeküçücük bir körfez hâsıl olmuş. Bir kenarı böyleuçmuş rıh mıyla yarısı yır lmış ve eksik kalmış birmısraya benziyor. Toprağının kınalı gibikırmızım rak, görünce tanıdığım hususi bir rengivar. Bahçenin yanında yalının vak yle işgal e ği

yerin küçüklüğüne şaşıyorum. Fakat onun genişodaları, üst ka a, yolun üstünden karşı tarafageçerlerdi. Arka tara aki setli bahçe eski aşinaparmaklıklarıyla o eski zamanı daha çok ha rlıyorgibi görünüyor. Meğer o setler de ne ufakmış!Uzaktan bana oradaki yüksek merdivenlerin küçüktaş basamakları şimdi ne kadar lüzumsuzgörünüyor!Bahçe yerinde eski, güzel birkaç ağaç kalmış: s k, çam ve Avrupa çamı ve bir iki akasya. Demekbu ağaçlar küçükken tanışmış olduklarımdı. Onlarışimdi teşhis edemediğime şaş m. Burası gönlümüniçinde varlığı olan bir yerdir, biliyorum. Terk edilmişhali izze nefsime dokunuyor veya gücüme gidiyor,fakat onu hiç yadırgamıyorum. Bu yer şimdi fakirbir akrabamız haline düşmüş, fakat onun hiçyabancısı değilim. Burası ihmal edilen Boğaziçi'ninküçük, unutulmuş, bakımsız bir noktası! Bütün buşiir kovanı, şiir mahfazası kırılmış ve ezilmiş hissiniveriyor. Bütün bu şeylerin derinliklerindençürüyerek, suya kayan topraklar gibi, mahvedici birzamana döküldüklerini duyuyorum.

Bu yerde en evvel çimenler ve çiçekler bozulmuşve kurumuşlar. Sonra mermerler ve havuzlar kırılıpçökmüşler. Sonra yalı harap olmuş ve yık rılmış.Daha sonra demir parmaklıklar ve taş rıh mlaryerlerinden oynamışlar, dökülmüşler. Ve nasıl kitoprakta çürüyen bir vücu an, kemikleri dahakuvvetli olduğu için en sona bir kafatası kalırsa,bütün bu fani şeylerden, dağılmış bu küçükcemaa en bu yerde en sona, cinsleri dolayısıylaömürleri daha uzun olan ve buralara derin köklerlebağlanan şu birkaç ağaç kalmış. Suların, rüzgârlarınhür, ebedi gençliği yanında, mazisini bildiğimiz,kendi iklimimizden bir harabe! Ruhumuzunuyuklayan bütün kuvvetlerini coşturmak içinbundan dokunaklı bir manzara bulunmuyor. Şimdiakşam her şeyin üstüne sonsuz şiirinin acılığınıdöküyordu. Onun solgun nefesleri sularıburuşturduğu gibi bu ağaçların da yapraklarınıyavaşça sarsıyor, sallıyor ve ben duyduğum birteessüre kapılmış gibi treyen bu ağaçlara acıyor veonları seviyordum. Zira bütün bu hüzünlerin benisürükleyerek derin sular haline geldikleri birnoktaya götürdüklerini ve benim burada bu kayan

şeylere, bu akan zamanlara bir vicdan ve izanhizme ni gördüğümü duydum. Ve gördüm ki, buyerlerde geçmiş bütün o fani âlemden, uçmuş omanevi iklimden artakalabilmiş bu ağaçlar da,benim gibi, başlarının yüksekliğinden, geçmişzamanına sonuncu şahitleri olduğumuz buharabeye merhametle bakıyorlardı.EKBu bölümdeki \"Köprülüler Yalısı\", \"YalılarınSonuncuları\" ve \"Bir Boğaziçi Yalısı Müzesi\" başlıklıyazılar ilk kez bu baskıda yer almaktadır. [Ed. N.]Köprülüler YalısıEski zamanların bir Boğaziçi yalısı, mimarisi,tezyina , bahçesi bakımlarından, milli, kıymetli,gösterişli bir eser olurdu. Yazık ki, bugününBoğaziçi'nde bu yalılardan hemen hiç kalmamışgibidir. Ar k, Boğaziçi'nin tam bir eski zamanmahallesi, tam bir eski zaman sokağı, ha a tamtakımıyla bir eski zaman yalısı mevcut değildir.

Rumeli sahilinden ziyade Anadolu sahilinde, bir ikiyol parçasını, münferit birkaç yalıyı, henüzbüsbütün yok olmamış tarihi hüviyetleriyle, belkigörebiliyoruz. Hele, böyle bir eski zaman yalısınındaha, zevale mahkûm olduğunu görünce, haklı birteessüre kapılmamak mümkün olmuyor. Mazisi,mânâsı, hüviye ile sanki canlı bir mahluk bir dahadoğmamak üzere aramızdan ayrılıyor; bir tarih, birkıymet, bir hatıra eksiliyor.Bir eski zaman yalısıyla karşılaşınca, buzamanların o kadar kuvvetli hislerinin tesiri al ndakalırız ki, bu pencerelerde, mürüvvetliakrabalarımızın yüzlerini, gözlerini, bakışlarını,gönüllerini görmüş gibi müteessir oluruz. Ve bueski yalıların yıkılacağını öğrenince, onların, eskizaman esvaplarıyla, çok bilmiş halleriyle, geleceğerıza göstermiş tavırları, bütün edalarıyla,önümüzde yavaş yavaş ademe doğru yollanışlarnıseyreder gibi oluruz.Bu eski yalılar arasında en ziyade gönülverdiklerimizden biri, Anadoluhisarı'ndaki, tarihi

kıyme ni bildiğimiz, eski, aşıboyalı, şatafatsız ha abiraz babayani halli Köprülüler Yalısı yaniBoğaziçililerin Meşruta Yalı dedikleri AmcazadeHüseyinPaşa yalısıdır. Bu yalı, Boğaziçi'nin en meşhur, eneski, en tarihi, en harap ve en mucizeli görüneniolup, klasik bir eski zaman mimarisine uyan tam biryalı olmaktan ziyade, suları daha yakındangörebilmesi için sahilin son toprakları üstüne değilde doğrudan doğruya sular içine çakılan direklerüstüne oturtulmuş yekpare bir salondur. Bununiçin denize eğilmiş, abanmış, sulara dökülüpdağılacak haline rağmen payidar olması rikka mizedokunmaktadır.Bu yalı 1697'de inşa edilmiş r. Ve asıl bu sularabakan bütün pencereleri, divanhanesinin tezyina ,al n yaldızlı duvarları ve tavanları ile bir sanat eseriolarak gözükür. Deniz tara ndaki pencereleriönünden geçerken onu bilhassa bu i nalı tezyina ,renkleri, bu yaldızlı, ince nakışları, resimleri,ortasındaki havuzu ile meraklı, keyifli bir halde

görürüz.İlk ih şam zamanlarında bu salonda, resmendavet edilmiş Avrupa devletleri sefirleri merasimlekabul edilmişler, ağırlanmışlar ve buradakendileriyle müzakerelerde bulunulmuştur.Bundan dolayı, Boğaziçi'nin tarihi sayılmışbinalarından biridir. Bir de şu büyük meziye vardırki, ötekilerin hepsi maa eessüf yok olmuşlarkenbugün onun 1900 tarihlerinde, büsbütün harapbulunan harem kısmı yık rılmış olmasına rağmenortada, meydanda bulunmasıdır.Her güzelliğin, her zaman ve muhi e, ha ayabancılar arasında bile, birtakım hayranları,müritleri, gönüllüleri vardır. 1908 Meşru ye 'ndenbirkaç sene sonra Societe des amis de Stamboul(İstanbul Muhipleri Cemiye ) adıyla bir cemiyetkurulmuştu. Bu cemiye n, Türk, Fransız ve diğermilletlerden azalarının müşterek yardımlarıyla,Köprülüler Yalısı kısmen tamir e rilmiş . Diyebilirizki, bunlar, zevkini ta kları ve korumak ih yacınıduydukları bir güzelliğin fisebillullah dostlarıydı.

Hemen hemen kırk sene oluyor, yani BirinciDünya Harbi'nden evvel, yine bu cemiye nyardımlarıyla, Paris'te, Fransızca, Le yali desKeupruli adlı, lüks tabı olarak 150 tane basılangüzel bir kitap neşredilmiş . Bu kitapta bulunan\"planche\"lar, divanhanesinin duvar ve tavantezyina nı o kadar mükemmel gösteriyor ki,maazallah, yalı mahvolsa da herhalde buresimlerdeki ha raları tarihe kalacak r. Kitabınüstündeki 1915 tarihinden de, harpten evvelyazılmış, hazırlanmış ve bizim harbe iş rakimizerağmen tabedilmiş olduğu anlaşılmaktadır.İşte bu kitap için bilhassa kaleme aldığımukaddimede Pierre Lo , Boğaziçi'nin Rumelisahilinde hemen hiçbir eski zaman yalısınınkalmadığını, nispeten masun bulunan Anadolusahilinde kalabilmiş birkaçının arasından hiçolmazsa bir tanesinin, herhalde muhafaza edilmesilazım geldiğini ve bunun da Köprülüler Yalısıolduğunu yazıyor. Lo , insanın, bu yalı önündengeçerken her defasında kayığını yavaşlatarak,duvarlarının ve tavanlarının eski nakışlarını,

resimlerini, renklerini ve güzelliklerini tekrar tekrargörmek ih yacını duyduğunu ilave ediyor. Yalınınbahçesinin büsbütün bozulmuş rıh mlarınınyıkılmış, bir harabe halini almış olmasına acıyor.Lo 'nin bu yazısından beri kırk yıl geç . Onunhayran olduğu, acıdığı, mutlaka tamir ve muhafazaedilmelidir dediği yalı kırk yıl daha yaşlandı, yıprandıve büsbütün haraplaştı.Bundan kırk sene evvel, akşam saatlerinde,Rumelihisarı'na dönmek üzere bindiğimiz kayık,karşı sahile, akın lara uyarak geçmek için,Anadoluhisarı’nın bi ği ve ar k Körfez'in başladığınoktalara kadar ilerlerdi. Ve böylece hemen herakşam bu harap yalının önünden geçer, karanlığadalan yaldızlı, nakışlı, havuzlu divanhaneninhüznünü duyardık. Boğaziçi'nin tekin olmayan bugurup zamanlarında aşıboyalı Meşruta Yalı birinhitat gecesine daha başlarken, sular içindekidestekleri oynamış, kaymış gibi görünür; yaldızları,al nları sulara dökülür, kanar; direklerinin al ndanakan sular elemli seslerle inler, ağlardı. Yalı, birinkiraz manzarası alır, burası, Boğaz'ın en harap ve

hasta noktası sanılırdı. İşte bunun içindir ki insan,Boğaz'ın oynak sularının her an aşındırdığıdestekleriyle bu haline hâlâ dayanabilmesine herdefasında şaşar ve bu is nat noktalarını mucizelibulurdu.Boğaziçi'nin eski yalıları pek ziyade azalmışbulunur, İstanbul'un, beşyüzüncü fe h senesimünasebe yle, Boğaziçi medeniye mizde mühimbir rolü olan Boğaziçi yalısından bahsedilir ve birtane güzel numunesi gösterilmek, hatta bir Boğaziçiyalısı müzesi kurulmak istenirken, Boğaziçi'ninmaruf yalılarından biri olan Meşruta Yalı'nın, velevki tam bir yalı olmasa da, bir tek salon, bir açık sofaolsun, eski haliyle korunmasına kimse lakaytkalamaz. Böyle bir vazifeyi vak yle yabancılar bilebenimsemişlerken şimdi biz büsbütün ihmaledemeyiz. Boğaziçi'nin kurunu vustâi mahalleleri,sokakları, yalıları, bahçeleri kalmamış r. Boğaziçihayranlarına ve turistlere, böylelikle, bir eski zamanBoğaziçi yalısının tamamı değilse bile hiç olmazsabir dehlizi, bir divanhanesi, zamanındaki haliylegösterilmiş olur.

Bu kadar müstesna bir kıyme , bir tarihi olan buyalının büsbütün alakasız kalmasına ih malverilemez. Bu zamanlarda ve İstanbul'da yalınınbirçok hamileri muhakkak mevcut olmalıdır. İş,bunları bulmakta ve harekete ge rmektedir.Meşruta Yalı'nın mütevellileri vardır. Onların,başkalarına önayak olmaları lazım gelir. On senekadar evvel bir tamir yap rılmak lüzumlu görülmüşve al yıl önce Türkiye Anıtlarının Korunmasına veOnarılmasına Yardım Derneği'nin bu işe ayırdığıbirkaç bin lira ile, Topkapı Sarayı mimarlarındanbayan Cahide Tamer nezare al nda bu müstaceltamirat yap rılmış, deniz içinde çürümüş bulunandestekler kaldırılarak, sağlam is natgâhlarsayesinde salonun denize uçmaması teminedilmiş . Şimdi de, en lüzumlu tamirat için,alakaları çekilmek istenilen makamlara ve bazı hayırsahiplerine bir an evvel müracaat edilmelidir.Müracaat edilecek makamlar çoktur. En baştaİstanbul Belediyesi vardır. Sonra, Maarif Vekâle vardır. Bir tara an, Türkiye AnıtlarınınKorunmasına ve Onarılmasına Yardım Derneği,

diğer tara an Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğüvardır. Türkiye Turing ve Otomobil Kulübü vebunun da bir İstanbul'u Sevenler Grubu vardır.Türk mimarlarının bir cemiyeti vardır.Bütün bu saydıklarımız, kıymetli milli eserlerikorumayı bir şeref bilirler. Böyle işlerde alakadargörünen Gazeteciler Cemiye , birçok gazeteler,mecmualar, nihayet hususi cemiyetler ve şahsiyardımlarını esirgemeyecekler vardır. Bütünİstanbulluların, bütün Boğaziçililerin, Boğaz'ınAnadolu yakası ve bilhassa Anadoluhisarısakinlerinin Meşruta Yalı'nın işleriyle alakadarolmaları tabiidir. Bu nadir yalının mevcudiye nihepimiz müdafaaya çalışmalıyız. Yalı sahipsiz,himayesiz, muhabbetsiz değildir. Belki biz, sadeceteşkilatsızız. Bu yalının tamiri ve muhafazası ilemeşgul olabilecekler kimler olmalıdır ve bunlarhangi makamlara ve kimlere müracaat etmelidirler?Derhal yapılması gereken tamirat için lüzumluasgari para ne suretle bulunabilir? Salonunmevcudiye en evvel hangi tamirle ve masraflarlakorunabilir? Sonra da, umumun alakasını ar racak

olan, yalının ziyaretçilere gezdirilmesi nasıl teminedilebilir? Hulasa olarak, bütün bu, eyvah ki geçkalmakta olan, kararları vermek, bu müstacel işlerlemeşgul olacakları tayin etmek bir teşkilatmeselesidir. Bu teşkilat sayesinde, umulabilir ki,yalının tamiri mümkün olabilecek, ona bir bekçitayin edilebilecek, yangına karşı korunma ter ba yapılabilecek, metruk salonu bütün hayranlarınagezdirilebilecek, bu eski ve kıymetli milli eserinömrü, Boğaziçi'nin bir nevi müzesi halindeuzatılabilecektir.Resimli Hayat, Temmuz 1954 Sayı: 27, s. 89Yalıların SonuncularıBu eski Boğaziçi yalıları, bütün maddi ve manevihususiyetleriyle, birer musikî faslı gibiydiler. Şimdi,bunların hepsi de fasıllarını tamamlamışlardır.Hepsi de maddi ve manevi birer varlıkken, şimdi,ancak birer hatıra olmuşlardır.Yazık ki, bugün bu eski yalılardan ayakta

durabilenler pek azdır. Boğaziçi'nin Rumelikıyısında, ar k, tam bir eski zaman mahallesi, tambir eski zaman sokağı kalmadığı gibi, tam teferrua ve müştemila yla bir eski zaman yalısı dakalmamış r denilebilir. Anadolu kıyısında bir iki yolparçasını, münferit birkaç yalıyı, henüz büsbütünbozulmamış tarihi hüviyetleriyle, belki hâlâgörebiliyoruz. Hele, böyle bir eski zaman yalısınındaha zevale mahkûm olduğunu görünce, haklı birteessüre kapılmamak mümkün olmuyor. Mazisi,mânâsı, hüviye yle sanki canlı bir mahluk dahaaramızdan ayrılıyor; bir tarih, bir kıymet, bir ha raeksiliyor. Böyle bir yalıyla karşılaşınca, geçmişzamanların o kadar kuvvetli hislerinin tesiri al ndakalıyoruz ki, bu pencerelerde, mürüvvetliakrabalarımızın yüzlerini, gözlerini, bakışlarını,kırılmış gönüllerini görmüş gibi müteessir oluyoruz.Yalıların yıkılacağını öğrenince, bütün bu yalılarıneski zaman odalarıyla, çok bilmiş halleriyle,geleceğe rıza göstermiş tavırlarıyla, belki de asilyüzleri, gözleriyle sanki bizi ayıplayarak önümüzdeyavaş yavaş bir ademe doğru yollanışlarını seyredergibi oluyoruz.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook