ince ve asil şeyler gibi, mahzun bir güzellikle güzelbir parçasıdır. Bizi en ye şmiş ve olgun bir güzelliğevardırarak görmüş ve geçirmiş bir varlığınis ğnalarıyla adi güzellikler karşısında müstağnibırakır. Bu sabahlar, bu guruplar, bu mırıldanarakakan mavi ve günlerin sonlarına doğru koyulaşan,lacivertleşen sular, bu ince güzellikler kendilerinitemaşa eden ruhlara ih mal ki en yüksek şairlerinnüktelerini söyler ve bu uzle n günleriniyaşayanların belki ar k filozofların tereddütlerinidinlemeye, şairlerin feryatlarını duymaya ih yaçlarıkalmaz. Ruhu inceltmek içinse bir Boğaziçi günününgüzel hüzünleri ve bir Boğaziçi gurubunun kanlıtrajedileri kâfidir. Ümmi fakat öyle büyük çaptaruhlar gördüm ki sırf bu iklimin, bu güzelliğinmektebinde ye şmişlerdi. Ve Mösyö Jourdain'inbilmeden nesir yapması gibi, onlar da sözleri,sükûtları, duruşları, düşünüşleriyle bilmeden vedurmadan şiir yapıyorlardı.Nasıl içki içilirse burada öyle mehtap içenlergördüm. Ailemin azası, diyebilirim ki, sigara vemehtap içerlerdi.
Ve o zamanlar bana öyle gelirdi ki hayat onlarındaha bize söylemedikleri esrar ile doludur!Şüphe yok, bu nazlı günleri bu kadar derin bir ryaki keyfiyle tatmak için ırki ve irsi bir hazırlanışisterdi.Eğer mezara girince, ruh en son hamlesi, en sonkuvvetleriyle ömrümüzden dağınık ve müphemolsun bir tutam ha ra götürebilse, ben şüphesizmavi güllere benzeyen ve kalp üstünde o kadarçabuk solan bu Boğaziçi günleri ve lsımlı Boğaziçigecelerinden mavi, mırıl lı, hülyalı ve mehtaplıbirtakım hatıralar götürürdüm!Boğaziçi'nde Akşam GezintileriYazın, her gün ikindi sularında, kadınlar ayrı,erkekler ayrı kayıklarla gezin ye çıkarlardı. Bizçocuklar da kâh onlar, kâh bunlarla beraberolurduk. Gezin ye iki kayıkla çıkılacaksa, bir kayığıolanlar, bir tane de kira ile tutarlar, hiç kayığıolmayanlarsa kira kayık veya sandallarıyla ik fa
ederlerdi.Tiryakileri için ancak Beşiktaş'la Üsküdar'dansonra başlayıp Rumeli kıyısında Kalender7e veAnadolu kıyısında Paşabahçe'ye kadar devameden, daha öteleri adeta taşra sayılan bu asılmutena Boğaz’ın sandal gezin lerine mahsusyerleri de malumdu: Her gün, İs nye körfezininönünden, içine girilmeden geçilerek Kalender’ekadar gidilir, oradan karşı sahile dönülerek Körfez'evarılır, Meşruta Yalı'nın önünden geçilip Dere'yegirilir, bir iki kere ta sonuna kadar gidilip tekrardönülür, nihayet, Göksu Kasrı önünde, bir müddetmurakabeye dalar gibi durulurdu.O zamanlarda, vehham Sultan Hamid'in, buvehminin yara ğı korkudan, şehzadeler, sultanlar,ha a büyük memurlar, halkla temas imkânları çoksayılan bütün bu Boğaziçi mahallelerinde pekgörünemezlerdi. Bunlar, kısmen kapandıklarısaraylarının ve konaklarının dışında, ancak birmesire kalabalığını toplayamayan Çamlıca gibitenha yerlerde dolaşabilirlerdi. Mısırlı ailelerse,
nispeten daha geniş hürriyetlerinden is fadeederek her gezin akşamına ve her saz gecesinekatılırlardı.Kayıklardaki hanımların çoğu, bu akşamgezin lerinde, bilhassa cuma günleri hâlâ feracegiyerler ve yaşmak takarlardı. Kaçgöç âdetlerişiddetle devam ededursun, erkekler, Boğaziçi'nde,bu kadınları incecik yaşmaklarıyla, bir nevi düğünesvapları içinde görmüş olurlardı. Fakat böylegiyinenler gi kçe azalıyor; birçok hanım da, bua çıkıp, peçelerini açmaklaflgezin lere çarşakalıyorlardı.Büyükannelerimiz, bu eski akşam gezin lerinindaha da halavetli olduğu Sultan Azizdevrindekilerinden bahsederlerdi. Ve ben desonraları, benden çok evvel, henüz küçük bir kızkenannesiyle birlikte İstanbul'a gelerek, büyükbabasıMusurus Paşa’nın Arnavutköyü'ndeki yalısındakaldığı zamanlarda, bu saatlerin mavi sularında birportakal renkli kayıkla dolaşmış olan Comtesse deNoailles'm, bütün Fransızca mısralar içinde en çok
ha rladıklarımdan \"Et les soirs turcs avec un caiqueorange...” mısrasını dilimden düşürmez oldum.Eler akşam, gezin ye çıkar çıkmaz, bu âleminbizce de keşfedilmiş duygularına dalar, her akşamaynı şeyleri tekrar yerli yerinde bulmakla bir hazduyardık. Yalılar, kayıklar, kikler, sandallar,hanımlar, her şey, hepsi de yerli yerindegörünürlerdi. Flerkes kendi akrabasının, dostlarınıngelmiş olduklarını görür, bazılarıyla görüşürdü.Gezin yerleri, bu buluşmalar için birer has bahçegibiydi.Rumelihisarı'nda oturan şair Nigâr Hanım’ın,anneannemle birlikte çıkmadığı akşamlar,kayığında, feracesi, yaşmağı, renkli şemsiyesiyleyanımızdan geçişinde, bizden almak isteyeceği birhaberi, yahut bize söylenecek bir sözü, verilecek bircevabı olur ve Dere'de karşılaşılınca, mutlaka,kayıkçıların elleriyle yan yana bi şik tu uklarıkayıklardaki hanımlar arasında, her akşamındeğişen tesadüflerine, rastlaşılan mevkilere göre,bazen kısa, bazen de uzun süren bir muhavere
başlardı. Kanlıca'daki yengemiz, sandala herbinişinde birçok korkular geçirir, fakat ne kadargarip olsa da ancak bu, gözleri ar k iyi göremeyenve elleri treyen ih yar kayıkçısı Osman Ağa’nınih yat ve tecrübesine emniyet ve kendini deemanet edebilirdi. Kandilli'deki muhabbetlidostlarımız Server Paşa’nınkiler bizi görür görmezmuhabbe en gülüşürlerdi. Arnavutköyü'ndeki birakrabamızın hantal sandalı, bir göçebe alayıhalinde, kız erkek birçok çocuk taşırdı.Bu gezin lere ka lanların bazılarıyla da ancakselâmlaşır ve temennalaşırdık. Yeniköy'de oturan,renkli redingotunun yakasına bir orkide takılı, kısaboylu Sait Halim Paşa, kenarlarına som yaldızlıkakma dallar işlenmiş maun üç çi e kikinindümenlerini öyle bir tarzda tutardı ki, çirkinliği gözeçarpmaz, yalnız bu zarafe görünürdü. Kanlıca'daoturan, ince kayıklarıyla, yarışlarda birinci gelenhamlacılarıyla, serlerindeki çiçekleriyle meşhur olanSuphi Paşazade Sami Bey, üç çi e kayığında,püskül bulunan tara kırılmış fesiyle, memnungörünürdü.
Bazı insanlardaki o başka türlü görünmekarzusuyla olacak, tanıdığımız bir Ermeni kadın,yanında ecnebi bir madam, bazı akşamlar, her ikiside, Müslüman hanımlar gibi çarşafla çıkarlardı.Nasıl ki, bazı ecnebileri de fesli görürdük. Bir akşam,Pierre Lo , iki çi e bir kayıkta (Bilmem bu,Kıbrıslıların kayığı mıydı?) başında feslegörülmüştü.Fakat, bu akşamların tamamlanması için daha,gizlice ve için için beklenen bir şey olacak kihanımlar bazen aralarında görüşürlerken, \"ValdePaşa bu akşam daha sökün etmedi!\" derlerdi.Filhakika, o zamanlarda, kitapta yeri olmamasınarağmen her icapta bir kaide ihdas etmeyi veherkese hususi bir paye vermeyi iyi bilen genişteşrifa mız, bir kadın için böyle ha ra gelmez birtâbir icat etmiş, kadınlara paşa denilmediği halde,önce bir hıdiv kızı, sonra bir hıdiv zevcesi ve şimdide bir hıdiv valdesi olan ve prenseslerin yaşlısı, eni barlısı, en şöhretlisi bulunan bu hanıma, kadınlararasındaki yegâne \"paşa\"lığı vermiş ve böylecekendisine \"Valde Paşa\" denilmiş . Valde Paşa'nın
her akşam, gezin ye çıkmak için, Bebek'tekiyalısından bindiği üç çi e kayığı da, kayıkların enuzunu, en zarifi ve en çok göz kamaş ranı idi.Kenarlarına, iki sıra yaldız arasında deniz mavisi birzırh çekilmiş . Uzun, mavi kadife ihramınınkenarlarından, saçak yerine sarkan, gümüş ve al nyaldızlı küçük balık şekilleri sular üzerinde pırıl pırılparıldar ve bazen de bir dalgayla sulara girer çıkardı.Her akşam, bütün Boğaziçililer ve ha a Boğaziçibalıkçıları, Valde Paşa’nın kayığını bu pırıl lıihramıyla görmekten haz duyarlardı.Bu saatlerde, Boğaziçi'nin, güzellikleriyle şöhretkazanmış kadınları da gezin yerlerine yavaş yavaşgelmiş olurlardı. Buraları, tabii güzellikleri ve bualışılmış, bellenmiş âdetler yüzünden, birerbuluşma, görüşme, tahayyül, is ğrak, muaşakayerleri oluyordu. Bütün bu maddi ve manevi muhitiçinde,Boğaz’ın ince rüzgârları, kayığın sulardaki hafifsallanışları, etra n sessizliği ve halave , akşamgezin saatlerinin hazlarını, bu suları, bu havayı
aşkla duyanların gönüllerine, bir dahaunutulmamak üzere sindirmiş olurdu.Böyle bir akşamdan ayrılınacağı sırada, karanlığayakın, ezani saat on ikiye doğru, gün bir gamlıçöküntünün işare ni verince, sular üstündeki bu ikiüç saat sürmüş gezin lerden, biraz yorgun birruhla, ar k yalılarına dönmeye niyetlenenlerinsonuncu kalmış kayık ve sandalları, bir Boğaziçiananesini yerine ge rmek üzere, Göksu Kasrı’nınönünde son bir defa daha toplanırlar ve tam bunoktada, ar k kendi yerlerine revan olmakkararıyla, birden kopan bir tespih gibi dağılır,birbirlerinden taneler halinde ayrılarak, her biri birsemte doğru kayar, uzaklaşırlardı.Gezintiden DönüşlerGöksu Kasrı’nın önünden ayrılarak yalımızavarıncaya kadar geçen zaman, kayık içinde, tam birsükût devresi olurdu. Zira, bu zamanın şiirini hiçbirsözle bozmaya kıyamazdık. Ha a, başkalarının dakonuşmalarından çekinmemize mahal kalmazdı. Biz
susardık, akrabalarımız mutlaka susarlar, deminkürek çekerken bize, kendi hesabına göre birtakımkahve ocağı dedikoduları dinletmiş olan sert yüzlükayıkçımız bile, bir şarklı sezişiyle, söz sırasınıngeçmiş ve susmak sırasının gelmiş olduğunu, bizimdeğişmiş, uzak bir hayal iklimine göçmüşbulunduğumuzu duyarak şimdi sadece kürekleriniçeker ve susardı. Yalnız, inip kalkan küreklerdensuların tekrar denize damla damla dökülüşleriduyulurdu.Bütün bu dönüş zamanlarının hususi şivesinikanımda ve asabımda hâlâ duyarım. Akşamınsolgunluğu ve loşluğu çöküp Boğaz’ın suları dahaacele ile, daha çabuk akmaya başlardı. Yanımızdankayan bu suların ar k için için sualli ve şikâyetlimırıldanışları, üstümüzdeki saf ve yüksek semanınsükûtu ve bu nazlı yerlerden geçen zamanın sessizçağlayışları, ruhumuza geçerek en mahrem şiirimizitaşırır, en galeyanlı hislerimizi coştururdu.Bu kadar açık ve güzel bir manzara ruhu daimaacı r. Vücudun en hisli noktası olan ruh bir
ebediyet için hazırlanmış kadar güzel ve deringörünen bu ih şamlı varlık karşısında faniliğini okadar iyi bildiği kendi kendisi için acımaktankurtulamaz. \"Ya? Bana ve bendeki büyük aşkayazık değil miydi?\" düşüncesi içimizde en mahremderinliklerimize kadar sızlayan bütün hislerimizin birköküdür.Güzellikler, ruhun ih yaçlarını çoğaltarak veincelterek geçen zamanlar, ruhları genişleterek ölensaatler dünyanın en güzel fakat hüzünlü bir köşesiolan Boğaziçi'ne pek yaraşır ve, burada, tamyerindedirler.Bu dönüşlerde güya fazla miktarda şiir yutarakbir şiir sarhoşluğuna tutulurdum. Nasıl ki bindiğimizsandalı büyük bir dalga kaldırıp indirdiği zamaniçimizin oyulduğunu, içimizde güya varlığımızınkazıldığını duyar gibi olursak bu akşam, bu dönüşbaşladı mı, gönlümde, pek hususi bir lezzetle, birbüyük ezin ve çöküntü duyar gibi olur, kendimihep bu hale kap rırdım. Güya o zamana kadarmanen bir mumya imişim de bütün bağlarım şimdi
birer birer çözülüyormuş gibi, bir ferahlık ve birgenişlik içinde dağıldığımı duyardım. Daha ziyadeserinlemiş hava ile Boğaziçi bin lisan, bin mânâ alırve canlı, küçük, genç, çocuk rüzgârlar yüzüme,başıma, üstümüze üşüşerek sanki mesama mı,kalbimi, beynimi açar, maneviya ma dolar,muammalar ve sırlar söylerdi. Güya bize gelen vebizden geçen bu sular, üstümüzden kayan bu kesikve canlı rüzgârlar, bu akşam ve bu kâinat ile herdefa aynı ve her defa yeni olan bu mucizelibirleşme, bu lsımlı bütünleşme sanki benitamamlardı. Akşamla, tabiatle bu musikîli, rüzgârlıtemas ve birleşme son derece tesirliydi. Güyavücudumuzun ve maneviya mızın bütün boysuzhudutları eriyerek muhi mizin vusla içineyayılmamıza mâni kalmıyordu. Her şey bir açılış, biriç içe akış, bir dağılış hissiyle duyulurdu. Bu maddikâinat o kadar güzeldi ki ruhu metafizik birgüzellikle doldururdu.Akşamın esmer ve gi kçe koyulaşan renklerinedalan bu suların gizli ve demin hafi en gi kçederinleşen mırıl ları, güya tabia n, belki de ademin
i raz ve şikâyet eden bu müphem, hafif şuurlu,belki de şuursuz sesleri ruhumu, öyle doldurmuş veiçimde öyle aksisedalar uyandırmış ki bu sesleri hâlâduyarım.Boğaziçi'nin Anadolu ve Rumeli kıyılarıarasındaki, bu, dünyanın pek sağlam olmadığıhissini veren, çalkan lı, salın lı noktası bu saatlerdebana kâina n en cazibeli ve benim tatmaya enziyade hazırlanmış bulunduğum noktası tesiriniyapmış ve bende böyle bir hatıra bırakmıştır.Dünyanın ötesinde berisinde nice günler vegecelerle hisse m, düşündüm, gezdim, sevdim veha rladım. Fakat hiçbir şey, güzellikleri âlemi teshiretmiş en meşhur beldelerde görülmüş hiçbirmanzara, duyulmuş hiçbir şiir ve kucaklanmış hiçbirlezzet bana bu havai sular üstünden yeisli akşamsaatlerinin ih şamını ve tamamlığını duyarkentattığım bu dolgun hissi vermedi. En tesirli musikîlerbile hiçbir zaman ruhumda daha derin bir noktayatemas etmedi ve beni hülyalarımın ve ha ralarımındaha ileri ve mahrem bir noktasına götürmedi.
Sandalda, akşamın şiirini geniş ve vahim bir dramhalinde duyardım. Ruhum bu azametli gıda iledolmuş, vücudum uyuşmuş ve şiirden adetaezilmiş olurdu. Ve duyardım ki böyle akşamlarsandallardan çıkanların hepsi de, bir musikîtufanından çıkıyorlar gibi, evlerine kahramanlaşmışbir ruhla dönerlerdi. Bu hal, o hafif evlerin içindebarınan o zayıf insan saadetleri için acaba birtehlike değil miydi?Akşamın bu karanlık saatlerinde ve sularındakibu yorgun argın dönüşlerde son birkaç kürek dahasulara dalınca, sanki daha hiç görülmemiş yerleregelmiş, daha hiç varılmamış hudutlara varmış gibi,şiirin tahammül edilmez mübalağalarına ermişolurduk. Bu son dakikalarda, yalının önündegelince, şe a hemen duymak, sükûtunuaydınlatan lambalı odalarını ve odasından ar k hiççıkmayan annemin ih yar büyükannesini, onuntemiz, gafil, safdil ve mütevekkil yüzünü bir anevvel görmek, iyiliğine bir an evvel kavuşmak vear k bir an önce bu akşam saa nin sihir vefüsunundan kurtulmak için acele ederdim. Kayık,
yalının önündeki ahşap rıh ma yanaşıp kayıkçıayağa kalkarak kancasıyla onu rıh ma yanaşıktu uğu zaman, ben de büyük bir emekle, birmanevi roma zmanın bütün sızılarıyla, adetadağılmış gibi duyduğum benliğimi bulur ve neyorgunlukla toplar, birleş rirdim. Nihayet, yalınınalt ka ndaki alçak tavanlı avluya açılan denizkapısının çıngırağını bir tehlike işare gibi çeker,imdada çağıran bir adam gibi çalardım.Boğaziçi HatıralarıBoğaziçi'nde, bağdaş kurmuş gibi rahat ve alçakdağlar, çömelmiş gibi tepeler, aralarında halleşenkadınlar kadar sakin görünür. Su kenarındakibayırlar, ağaçlar ve renkler kalbimizin muhabbetlihisleri kadar yumuşak ve tatlı duyulur. Bu mavi,rüzgârlı sular, beyaz ve geçici bulutlar, bu birleşikgüzellikler bize mutlaka annelerimizin şe atlerini,çocukluk günlerimizin his ve hayal dolu saatlerini,dünyanın bize iyi olduğu zamanlan hatırlatır.Fakat bu çocuksu günlerin yanında mutlaka için
için hırslı ve aşk için hazır bir vücuda benzeyengünler de gelir. Bu günler, tabiat, yanınızda birsevgili gibi mutlaka sizinle meşgul olur, yani sizikendisiyle meşgul olmaya mecbur eder. Gözlerinizona hayran kalır, kollarınız onu kucaklamış, ağzınızona söylüyor gibi, her an onun mevcut olduğunu,değiş ğini, size tesir e ğini, her zaman başkalığınıve güzelliğini görür, duyarsınız.Bir sandalla, sabah, akşam ve ha a gece busularda dolaşmaya doyamazsınız. Bu yaz günüdenize bir konup bir kalkan mar lar yüksektenavlarına bakarak haykırışırlar. Seslerinin çiğ çiğdökülüşü, güneş ışığıyla adeta madeni gibi parlayışı,size güya eski bir mevsimin sesi ve seslenişi gibigelir. Bu ses sanki geçen zamanın bir kılı nı yırtmışgibi, onun içindeki lezzetli, nazlı sırlar ve dahagelecek günlerin tatlan, bir sepe en boşalançiçekler ve meyveler tarzında dökülüyorzannedersiniz. Kendinizi ta eskiden yaşamışolduğunuz bir günün içinde sanırsınız. O kadar herşeyde değişmemiş ve tadılmış bir hal vardır. İşteben de, sihirli bir kapıdan eski bir âleme geçmiş gibi,
kendimi birdenbire eski zamanımın içinde vehatıraları arasında buldum.Şimdi geçmiş Boğaziçi zamanlarımın huzur, hazve hayal âleminden en çok lezzetle ha rladığımanlar, eve dönmek için bindiğim akşam vapurlarınınköprüden kalkmaya hazırlandıkları, kalk klarısaniyelerdir. Galatasaray'ın ha alık, bayramlık veyasenelik ta llerinde bu akşamlar ters, tozlu,üzüntülü bir âlemi geride bırakmış ve bu anda, birmavilik, serinlik, temizlik, şe at ve güzellik âleminegirmiş olurdum. Hava, ziya ve sular öyle munis veöyle güzeldi ki bu şirket vapurunun, daimi hizme için gündelik kalkışı en hisli, lezzetli bir seyahatea lışa, en şerefli bir zafere doğru gidişe benzerdi.Boğaz’ın hazzına doğru yüzmeye kalk ğı sıradavapurun vücudunda adeta bir lezze n ürperişleriduyulur, o, yarışa iş rak edecek bir at gibi, hisli,sanki kişner; sesler telaş, memurlar acele eder vebütün vapur ahalisinde bir neşe sezilirdi. Bir düdükhazla ve hızla öter, son gelenler koşuşur, kalacakolanlarla bir müddet ayakta konuşanlar vapuraatlar, içerideki sa cılar dışarıya sıçrar, vapur
kalkmadan tahta parmaklıklı bir kapı kapanır ve herdefa koşarak gelip vapurun daha kalkmamış fakatbu kapının kapanmış olduğunu gören bir adamhiddetlenerek gidenlerin rahatlarına baka bakamemurlara karşı bağırır, çağırırdı. Nihayet vapurmavi sularda bembeyaz köpükler bırakarak ve (onuuzaktan, Galatasaray'ın mütalaahanesi yahutbahçesinden duyduğum zamanlar, bana bir feryatkadar tesirli ve aşklı bir davet kadar daüssılalı gelen)neşeli, adeta gururlu bir haykırışla kalkar,Boğaziçi'ne yollanırdı.Ey Boğaziçi vapurlarının o kalkışları, eminim ki busaniyelerimiz kalbimin mahfazasına girmiş enkıymetli zamanlardan olmuştur. Elli sene evvelyorulmuş ve adiliklerden bıkmış çocuğunhülyalarına müsait bir muhite dönerken ruhunasizin bırak ğınız beyaz izleri bugün de o geçmişgünlerde olduğu kadar tamam olarak ve ar k yenihiçbir şeye duyamayacağım bir heyecan ileduyuyorum. Ve bu eski zevkimi iyi bilmekle beraberşimdi içimden o zamanki kendime seslenerekdiyorum ki:
Ey gafil, ey halin neşelerini kendine az bulan vegönlünün hülyaları içinde yüzen çocuk! Bilmiyorsunki bütün dünya ve her şeyden kıymetli bildiğinhaya n sana ar k hiçbir zaman senin için bu şimdimümkün olan ve bu kadar muhtelif unsurlarınbirleşmesinden çıkan mucizenin sunduğu lezze veremeyecek r ve ar k hiçbir şey bu saniyelerintadına ve ha a günlerin gölgesine değmeyecek r.Sen ta ğın bu ânın ne büyük bir ahenk mahsulüolduğunu bilmiyor ve bu saade n bir rüzgâr gibigeçici olduğunu duymuyorsun! Halbuki sonrakiömründe bir daha saade böyle vaat olunmuşsanacak değil ve bir daha bu havayı, rüzgârları, busesleri böyle emin dostlar gibi duyacak değilsin! Zirabu zamanlarına dönmen için şimdi gönlündeyaşayan ölülerin hiç bu mümkün müdür? Dirilmesive geçmiş hayatı kurması lazım gelirdi!O devirde o kadar şarklı bir terbiye ve nezaketsarf edilirdi, Türk teşrifa o kadar hâkim olurdu kibu terbiye, bu nezaket ve bu teşrifat ile Şirke Hayriye vapurları her akşam bir merasim dairesinedönerdi.
Şüphe yok, biz, Boğaziçi'nin en mamur ve enrefahlı ve en neşeli zamanlarına ermiş değildik. Bizharman sonu gelmiş k. Sofranın son kırın larınaye ş k. Güzellikleriyle, süsleriyle Boğaziçi'nin sonmeşhur simalarını, kayıklarında dolaşan yaşmaklıson hanımefendileri ve son Mısırlı prenseslerigördük.Yalıların çoğu ve rıh mlar, duvarlar ve bahçelerinde çoğu daha sağlam, muntazam bakımlı birhaldeydi. Bunun için tekmil Boğaziçi bahçelisahilleriyle uzun bir lak, kilometrelerce süren birsükûn, refah ve süs diyarı tesirini verir ve ruhaharikulade kuvvetli bir şiir duyururdu.Bu şiir bütün gözlere, yüzlere, sözlere tesir eder,onları ve ruhları birleş rirdi. Boğaziçi haya na veonun tatlarına verilen bu ehemmiye ve duyulanbu sevgiyi anlamak için ha rlamalıyız ki o zamanlarşimdiki gibi ikide bir ta ğımız Avrupaseyahatlerimiz yoktu. Avrupa, Hariciyememurlarından ötesi için kapanmış meçhul birdiyardı. Onun ha a edebiyat ve matbua yla de
alakamız pek yoktu. Gözlerimize çıplak vücutlarseren plajlar yoktu. Radyolar, açılır açılmaz ses vemusikî akıtan bu çeşmeler yoktu. Çaylar, danslar,halkaları kolayca toplanıveren poker partileri yoktu.O zamanlar bütün eğlence zevk bu sular, busandallar, bu seyranlar, bu sazlar ve yalıların buhülyalı, kapalı, ahenkli ve bazen içkili âlemlerinemünhasırdı. Bunun içindir ki burada yaşayanlaraBoğaziçi harikulade bir ehemmiyet alıyordu. Hisleribesteleyen, besleyen, coşturan bir yerdi.Şimdi Boğaziçi'nin o his bakımından dolugünlerini ha rladıkça, bunlarla mukayese ile, şehirhaya nın işleri ve zahmetleriyle çabucak solupgiden günlerimizin, birer göç arabası gibi her çeşityüklerle klım klım dolu geçen günlerimizinduygudan yana fakirliğine acıyorum. Hislerimizinhiçbirini doya doya duymaya, işlemeye vak mizkalmıyor. Eski zamanın o işsiz ve tembel günleriruhun büyük bir küşayişi içinde geçerdi. Her hissinruh içinde doğup gelişmesi için bol bol zaman vardı.Yalıların haya nda çarşıya hiçbir vakit ayrılmaz,alışverişle ne bey ne hanım meşgul olur, alınacak
şeyleri hep uşaklar alıp getirirlerdi.Şehre ancak beyler gidip gelirler ve onlar da hergün inmezlerdi. Evin dolu olmadığı zamanlarnadirdi. Hanımlar, mütekait, mazûl veya müstafiolanlar ve tatil zamanlarında bizler için ancak bu yalıhayatını yaşamak zevki vardı.Evlere her gün bir Sabah gazetesi gelirdi ama buda onu biraz okuyan evin beyinin odasında kalır veokumak bildikleri halde, çok kere hanımlarkendilerini onun verebileceği havadislerdenmüstağni duyarlardı. Her ha a belki bir HanımlaraMahsus Gazete gelirdi ama bunun içinde HalideHanım’ın daha çocukluk yazıları hiç dikkat nazarınıçekmez, ancak Nigâr Hanım'ın manzumeleri okunurve bunlar da Recaizade Ekrem Bey'inkiler kadarduygulu ve tesirli görülmezdi. Her ha a bir deServe fünun gelirdi ama bununla da, pek çocukçatelakki edilen heyecanlı bir merak ile yalnız evinküçük beyi meşgul olurdu. Yaşlı efendilerse bizdedevirler o kadar çabuk geçiyor kidaha eski birâlemde kalmış lar. Onlar odalarında kimsenin
okuyamadığı sarı kâğıtlı eski basımlı kitaplarokurlardı.Bütün gün, sabah bahçeyi ziyaretle odalarınmuhtelif saksılarına konacak çiçekleri ayırmak,gelen geçen kayıklara bakmak, yemekten sonradinlenmek ve ikindi saatlerinde çıkarak sulardagezinmek ve sonra gurubu seyretmek ve dahasonra, eğer varsa mehtabı temaşa etmek, bufüsunlu Boğaziçi'ni bile büsbütün bir sihir âlemineçeviren mehtapta tekrar sandalla dolaşmak, bütünbunlar gözleri yontar, fikri biler, ruhu incel r, birzevk ryakiliği verir ve insana, kitapların gıyabındainanılmayacak kadar ince bir irfan temin ederdi.Bu günlerin ve gecelerin şiirini yaşayan, bu şiiritatmayı ekmek yemek ve su içmek gibi tabii vegündelik bir âdet haline koyan insanlara, haya nkeyfini çıkarmayı iyi bilmiş akrabalarımıza biz nasıl\"Cahiller!\" diyebiliriz, yahut diyebilirdik! Onlarınsanata geçmeyen, haya a kalan ne inceliklerinibiliyor, görüyorduk!Ruhlarda güya bir psikoloji üstadı, mesela bir
Marcel Proust kendimizin ve etra mızdakilerinhislerini teşrih etmeye koyulur, uzun uzun tahlilederdi. Ve bunun içindir ki hissi dedikoduların ozamanlar pek çok ehemmiyeti olurdu.İnsan bir çiçek kokusunu bir şe at gibiduymaya, ışığın bir rengini, bir halini bir dostluk gibisevmeye ve bir yalının sularda treyen gölgesinihisli bir kalbin çarpıntıları gibi duymaya başlardı.Ve bütün kadınlar ve erkekler: hanımlar, dadılar,bacılar ve hizmetçiler; beyler, efendiler, ağalar veuşaklar güya ruhlarını kuran ve kendilerini dolduranbir lezze bozmamak, bu tatlı şiiri kaçırmamak için,yahut bundan korkarak, hep kıymetli ve kırılacakşeyler taşıyan bir eda ile yaşarlar, usulla yürürler,yavaş konuşurlar, yavaş gülerlerdi.Gözlerimizin karşısında mavim rak ve akıcı sular,başımızın üstünde beyaz bulutları kayan mavi birgök ve günümüzde bunları seyretmek için vakit,fikrimizde bunlarla meşgul olmak için takat veimkân ve ruhumuzda bunları tatmaya, sevmeyelazım gelen sükûnet ve ferahlık vardı.
Her muhit ancak ona uyulunca ve nüfuz edilincehem vazıhlaşır, hem derinleşir, bize seslenir vemahrem musikîsini dinle r. Boğaziçi kendini duyanruhlara bu şiirini gece gündüz emsalsiz birbereketle, bol bol döküyordu.Kanlıca’daki YalıŞehrin izdihamlı yollarından yürüyerek yahuttramvay, otobüs veya otomobille geçerekvardığımız bir apartman, bir ev, bize nasıl manevibir tesir yapabilir? Buraya girerken üstümüzde hâlâmaddi endişeler, günlük telaşlar vardır.Ayakkabılarımız ve esvaplarımız gibi, ruhumuz datozlanmış r. Ayrı bir maneviyat âlemine varmakiçin bize ya büyük ağaçların vakarını yayan birkorunun sükûtu, yahut bir denizin, ruhunuduyuran derin mırıl ları ister. Her tasavvuf, heriman ve bunun gibi her şiir ve her ahenk birhazırlanış devresi ister. Her üstadın verdiği dersintesirli oluşuna onun o zamana kadar birikmişşöhre yardım eder. Seyre ğim aktörlerin enbüyüğü değilse belki en müessiri olan De Max, bir
sana tatmak için bu hazırlanışın ehemmiye nibilerek, sahneye birdenbire çıkmaz; rol almışolduğu piyeslerde, müellif ile mutabık kalarak,kendisinin oynadığı kral, kardinal, general, sihirbazveya ih lalci sahneye çıkmadan evvel diğerşahıslara onun gelmek üzere olduğundanbahse rirdi. Nihayet, yine kendisi görünmedenevvel, sahnenin dışından perde perde gelen sıcakve derin sesi duyulmaya başlardı. O zaman sahneyeçıkışı şaşaalı bir şey olur ve biz hayranları onuşiddetle alkışlardık.Ha rlıyorum: Büyük yengemin Kanlıcaburnundaki yalısına da her defa böyle bir hazırlanışdevresinden sonra varmış olurduk. Şüphe yok,daha eski zamanlarda bu yalının sahipleri vemisafirleri ona karayolundan atlarla da gidipgelmişlerdir. Lâkin benim yâd e ğim bu zamandamahallenin erkekleri a an inmişler, yayakalmışlardı. Otomobiller daha koşmayabaşlamamış, arabalar da, o sem e yok denecekkadar azdı. Yalıya zikzak vapuruyla Anadoluhisarıveya Kanlıca iskelelerinden birine çıkıp karadan
vardığımız günler, eski bir mezarlık önünden,uhrevi, son derece hüzünlü ve dokunaklı bir yoldangeçerdik. Çok kereyse ona Rumelihisarı'ndankayıkla gelirdik. Boğaziçi'ne ne kadar alışmış,güzelliğine ne kadar kanıksamış olursak olalım, üççeyrek saat, yarım saat, bu mavi, ahenkli, roman ksuların üstünde gezen ve böylece bir güzellik, şiir veroman zm banyosu alan, ar k ruh kuvvetleriartmış, hususi bir maneviyat âleminin varlığını vedersini duymaya hazırlanmış olur. Zira bugüzellikten kalplere, ruhlara daima bir sezişkabiliye sirayet eder ve ha a onlarda az çokhüzünlü bir asalet hissi hâkim olur.Bu yalının, boynunu uzatmış denize bakan veiçin için bekleyen bir hali vardı. Vakarlı bir yüzebenzeyen cephesinin suya akseden gölgesini vedenize doğru uzayan çıkın larının al ndakibüyükannelerimizin sarkan katmerli gerdanlarınıandırır desteklerini görünce, sükût içinde bir şeyduymaya, bu simanın mânâsını sezmeye, buvarlığın tadına ermeye koyulurdum.
Zaten o zamanki yalılar bulundukları noktalara okadar uyarlardı ki ruhlarıyla bulundukları yerlerarasındaki rabıtalar adeta gözle sezilirdi. Öyle ki buyalılar buralara hariçten ge rilmiş malzemelerlerastgele yapılmışa değil fakat kendi hususiyetlerinegöre bulundukları noktada hâsıl olmuşa benzerler;yahut da zevklerine göre yerlerini seçip buralaragelmiş ve konmuş büyük, içli ve ruhlu mahluklarabenzerlerdi. Ben, sandalda, yalının denizde hafifçesallanan gölgesine girince, kendimi onun kucağınagirmiş gibi duyardım.Asıl bildiğimiz harem kısmının yanı başında,büyükçe, bakımlı bir bahçe ve içinde mutenaağaçlar vardı. Boğaziçi'nin bütün evleri bahçeliolmalıyken böyleleri o kadar azdır ki su kenarlarınayakışan çiçekleri burada görmek gözlere adeta yenibir haz verirdi. Bahçenin parmaklıkları henüzyerlerinde dururken önündeki rıh m denizedökülmeye başlamış . Bu harap rıh mlı, nadirçiçekli, güzel ağaçlı bahçe de pkı arka tara akidaracık Kanlıca yolu gibi o vakitlerde bile bir eskizaman mahsulü görünen bu yalıya tarif edilmez bir
uzaklık ve hayal hali, melali ve tesiri verirdi. Böylecegözler bütün yalıyı, kenarındaki bahçeyi, arkatara aki bahçe setlerini, bu harem kısmının öteyanındaki nispeten küçük selamlığı ve onunyanında, yine deniz kenarında, bir tek odadanibaret, bir kameriyeyi andıran, bir yavru, bir çocukgibi masum ve sevimli görünen selamlık köşkünühep birden kavradığı zaman, daha içeri girmedenevvel, insan bu münzevi sükûtun ve şiirin hazzımanlardı.Rıh mdan yalıya mermer iki üç basamakla çıkılır;basıkça tavanlı, loşça, mermer döşeli büyük biravluya girilirdi. Burada birçok oda kapılarıgörünürdü. Bunlar hep bilmediğim yani eşiklerinibir defa bile aşmamış olduğum kapılardı. Bir boyda,bir edadaki bu kapılar hep birbirlerine bakarlar vesanki yan bakarlardı. Bu meçhul odalarda neler,kimler vardı? Bu kapılar nelere açılır, neleri örterdi?Ne diye bu kadar çoktular ve niçin böyle sımsıkıkapalıydılar? Bilmezdim. Yukarıki harem ka öylegeniş ve büyüktü ki bu alt kat lüzumsuz kalmış,bakımsız bir nevi selamlığa dönmüştü. Avlunun
duvarlarında, İncil menkıbelerini gösteren, altlarıFransızca izahlı birçok gravürler asılıydı. Yakub vekuyu başında Yusuf aleyhisselamlar. Gökten yağanateşle tutuşmuş yanan Soddom ve Gomora, hepinsana hüzün verici resimler. Bu gravürlerin eşinineden sonra başka bir yerde gördüğüm zaman bukadar ip dai resimlerin, bir çocuğunmuhayyilesinde aç ğı ufukların genişliğineşaşmış m. Fakat o zamanlar yukarı katakavuşmakta acele eder ve bu avlunun hüzünlübulduğumuz mın kasını koşarak geçer, hasır döşelimerdivenleri atlaya atlaya çıkardık.Üst kat, yalının asıl güzel, aydınlık, ferah, gönülalıcı ve hülya verici kısmıydı. Hasır döşeli geniş birsofadan, kapıları ekseriyetle açık duran, büyük vedenize doğru çıkık iki odanın pencereleri ötesindenBoğaz’ın göz kamaş ran mavi suları görünürdü. Busofada sola dönüp bir iki basamak çıkınca karatara ndaki sokağın üstünden, yanları pencereli birgeçitle, karşı tara aki bahçe hizasındaki aynınispe e geniş diğer bir sofaya çıkılır ve oradan birerikişer basamak inmekle bahçeye bakan arka
odalara geçilirdi.O zamanlar sofalardan odalara geçmek için inipçıkmak lazım gelen bu birer ikişer basamağa hiçdikkat etmezdim. Bunları tabii bulurdum.Senelerden sonra, Maurice Barres'in Ermeni dostuTigrane'ın bir Boğaziçi hikâyesinden alınma parçayıBarres'in bir kitabında okurken onun aynen böyleodaları gayri müsavi seviyeli kocaman bir yalıdanbahse ğini görünce kalbim yerinden oynuyorsandım. Zira Kanlıca yalısının gönlüme sinmiş bütünhususiyetleriyle içimde canlandığını ve sallandığınıduyar gibi oldum. Bizim Rumelihisarı yalımız da azçok böyleydi. O zamanlar yalılar, aynı cinstenmahluklar gibi, birbirinden haberleri olmadanaralarında benzeşirler, vücutlarında birbirinin aynıolan birtakım sırlar taşırlardı.Şüphe yok, bu yalının içi de, kendine mahsus,fakat nice yalıların seviyesinden ancak bir ikibasamak farklı, bütün bir âlemdi.Biz böyle koşarak üst ka aki sofaya çıkınca birhaber bekliyorlarmış da bunu duymuşlar gibi
derhal odalardan ve yollardan hep yaşlı veyabüsbütün ih yar birtakım kadınlar gelip bizi büyükbir sevinçle karşılarlar, sararlar, etra mızı alırlardı.Bunlar burada yengemizle beraber yaşayan hepeski zamandan kalma kalfalardı. Kalplerinin iyiliğiyüzlerine vurmuş gibi, belki güzel değil, fakat hepside hep iyi yüzlüydüler. Kimi ufak tefek , kimibüyük, hantal vücutlar taşırdı. Kimisinin küçükhalayık isimleri vardı: İnşirah, Mestan, Gülter gibi.Kimisinin isimleri Sultan Mahmud zamanındankalma Firkateyni Hümayun isimlerini andırırdı:Peyki Felek, Arzünek, Teranedil gibi. Çoğu,yengemiz kadar ih yar, bazıları da yalıya merhumPaşanın son zamanlarında birer genç kız olarakgirmişler fakat şimdi onlar da ne kadaryaşlanmışlardı. Ve onların böyle hep yaşlı oluşlarıyalıdan duyulan o terk edilmişlik hissini çoğal rdı.İçlerinden evlatlık olarak alınmış bir tanesindenbaşka hiçbiri evlenmemişti.Bu kadınlar, şüphesiz, yalnızlıklarından bıkmışlar,günlerini biraz neşelendirecek vesileler ararlardı.Yolsuz, yolları bozuk ve münâkâlâ az memleketler
ahalisinin gönüllerinde ye şen bir fazilet olanmisafirperverlik başka zevkten mahrumömürleriyle onlarda son kemaline ermiş .Kendilerini, velev muvakkaten olsun, yalnızlıktankurtaranlara candan bağlanırlardı. Evlenmemişih yar kadınlar oldukları için gönüllerinde birikmişsevgiyi sarf edecek bir yer ararlar, iyi kalpli olduklarıiçin bizi severler, efendilerinin akrabalarıolduğumuz için de hürmet ederler ve günlerininyeknesaklığını tadil e ğimiz için minnet veteşekkür hisleri beslerlerdi. Öyle ki, bizi görünce,yaşlanmış çocuklar gibi sevinerek adeta neyapacaklarını şaşırırlar ve haykırışırlar, bizim aydabir iki kere yap ğımız bu ziyaretleri bayram gibi birşey sayarlardı. Bizi memnun etmek için de,zavallılar, ellerinden geleni yaparlardı. Fakat gümüşzarflı billûr kadehlerde şerbetler ve gümüş zarflıreçel takımlarında lohuklar ikram etmekten başkane yapabilirlerdi? Zaten sonraları düşündüm ki bugeniş evde para o nispette bol olmayacaktı.Bütün bu yaşlı kadınları, ki sayılarını unu um,bilmem al mı, yedi miydiler? Hayata bağlayan bir
din disiplini, bir ahret i kadı, medeni bir nizam, birüslup diyeceğim geliyor, bir şive alışkanlığıydı.İçinde hiçbir çocuğun doğmamış olduğu bu yalıdanşimdi çoktan davetler, ziyafetler, düğünler, alaylar,sazlar ve şarkılar hep çekilmiş . Evin eski âde nitatbik ederek hanımefendi, selamlıkta bir i arsofrasını bütün ramazan geceleri gelen mahallehalkına açık bulundururdu. Fakat yalıya gelen kadınmisafirler pek azdı. Bu Çerkeş kadınlar ancakPaşanın akrabasından bazılarıylamünasebe eydiler. Mahallelerinde ülfet e klerikimse yoktu. Hanımefendi hemen ancakbayramlarda misafir kabul eder ve misafirliğe gider,ve bunun dışında belki ancak bize gelir gider veyazın ih yar kayıkçısının eski sandalıyla Dere'yegidip gelirdi, o kadar.Kalfalar galiba beni oyalayamayacaklarınıdüşünürler ve benim gibi bir çocuğu neşelendirecekoyuncaklardan mahrum olduklarına üzülürlerdi.Zavallılar, meğer aralarında birkaç ay görüşmüşlerve bahçenin üst se nde bana bir salıncak kurmayıdüşünmüşler. Hanımefendiden müsaade almak için
anneannemden fikir danışmışlar, o lazım değildemiş, işi ben de duydum ve ne böyle bir salıncakne başka bir oyuncak istemediğimi temine çalış m.Buna ih yacım olmadığını onlara izah etmek,bilakis, buraya geldiğim günler nasıl memnunolduğumu anlatarak onları ya ş rmak is yordum.Lâkin hissim onlarca anlaşılmamış kaldığından,bunu onlara kabul e remediğim de içimde bir dertoluyor ve ben onların üzüntülerine üzülüyordum.Halbuki ince birçok sebeplerle ben bu hüzünlü vehülyalı muhi , oyuncaksız olsun, bilakis pek severve arada bir oraya gitmek, götürülmek isterdim. Vegittiğimiz zamanlar da büyük bir lezzet duyardım.Bu kalfaların sevgisinden ve alakasından ziyadeyalının bütün susan sofaları ve odaları güzel vetesirliydi. Hep hasır döşeli bu geniş odalar vesofalarda birçok yerlere halılar serilmiş, bütünduvarların kenarlarına yan yana birçok kanepe,koltuk, ayna, sedir, şilte gibi eşyalar sıralanmış,duvarlarına resimler, saatler asılmış olduğu veçoğunun ortasında üstü mermer bir masa vebunların üstlerinde de saatler, resimler, saksılar,
çiçekler, tavanlarından da sarkan büyük avizelerbulunduğu halde göze batmayan bu eşyaların güyahiçbiri yokmuş ve bütün buraları sanki bu eşya iledolu değil ancak bir sessizlik, bir eski zaman ve birbekleyişle doluymuş gibi görünürdü. Yalı, bu eskisihirbaz, size de dokunmuş, sizin de ruhunuzuçelmiş ve çalmış, sizi de kendi usulüne, sükûtuna,haya na katmış olurdu. Size de bu hisleri aşılar,sizin ruhunuz da bu hislerle dolardı.İçindeki şahısların, zavallı ih yar yengemin vekalfaların, hepsi cahil ve ip dai bu mahluklarıngıyabında bu yalı bana acaba neden ve nasıl böyletesir ediyordu? Onun karşısındaki hissimi aşağıyukarı tahlil ediyorum: Bir kere bu yalıda gözlereçarpan büyük bir üslup vardı. Geçmiş bir zamanınasil kalın sı, gün görmüş ve geçirmiş yah, geçenzamana yüksekten bakan mağrur, olgun, üstat birkişizade gibi idi. Yengem ve kalfalar ondan bu hissialmayabilirlerdi ama ben yalıyı görünce bunuduyuyor ve yalıda iken bu hissin içine girmişoluyordum. Boğaziçi'nin bu terk edilmiş köşesindesanki bu toprağa köklenmiş, güya bu sularda
lizlenmiş olan yalı, bu kenarda bütün bir varlığınfiesrarıyla, bir nilüfer gibi açılmışü. Bu toprağa, bumuhite, bu tarihe, bu imana, bu sulara, bu zevke vebu inhitata bağlı ve dahildi. Bu zaman içinde açılmışbir şey, bir çiçek, evet solan bir çiçekti.Ben onu akan suların önünde daha yavaş geçenbir çiçek gibi duyuyordum. Bunun içindir kigönlüme dolan kokusu bana bu kadar bayıl cıgeliyordu. Ve yine bunun içindir ki ben ona girergirmez muhi mde zaten mevcut olan hisler vefikirlerin daha derin bir tabakasına inmiş, büyüsünüdaha derinden duymuş oluyordum. İçimde hazırbulunan hayal âlemine açılan bir kapı bulmuşoluyor ve ondan geçerek mahrem dünyamadalıyordum. Bu hüviyet, bu ruh elbe e bin birkanaat ve cehalet, alışkanlık ve ilim, şiir ve usulünbirleşmesinden hâsıl olma bir tezahürdü ki bu sularönünde, bu rıh m üstünde, bu bahçe içindetahtadan bir mahfaza halinde burada yapılmışolmaktan ziyade hâsıl olmuş gibi görünen bu yalıyabir mânâ kazandırıyor, onu bir mabet gibisöyle yordu. Bundan dolayıdır ki bu yalı, içindeki
insanların fevkinde, haliyle, sükûtuyla, vakarıyla,bana bir şiir söyleyen, bir ders veren bir üstatoluyordu.Ben böyle kalfalardan ve hanımlardan kaçarakbu yalının geniş odalar ve sofalarında yalnız başımagezer, bunları dinler, bir mevsimden bir mevsimegöç eder, bir tecrübeden bir tecrübeye geçerekgüya bir yaşıma daha girerken yalıda daima eksikolmayan gizli geçimsizlikler, dedikodular el ele verir,kulak kulağa gelir, kapıları kapanan uzak odalarıntenha köşelerinde meşveret kurardı. Anneannemki, kalfaların akıl danış kları, dert anla kları vemedet umdukları bir sığınaklarıydı, anneannemonları hep birlikte veya ayrı ayrı dinlerdi ve bazıakşamlar dertlerini dinlemekten başı tutar vedöndüğümüz zamanlar, başına, çarşa n al ndagizlediği, beyaz bir sargı bağlardı. Ve bilmediğimsebeplerle kalfalar da bazen o kadar müteessirolurlardı ki ağlarlardı. Lâkin yalı öyle büyüktü ki üstka n kalabalığına, bu sözlere, ha a bu ağlayışlararağmen insana hiçbir zaman tenhalık ve yalnızlıkhissini vermekten geri kalmaz, giderayak, sessizliği
hiç bozulmamış gibi bir ha ra bırakır ve bizkapısından çıkıp ona dışından bak ğımız zamanlar,esrar perdesi hiç aralık edilmemiş gibi, yine yüksek,vakur ve şiirli hüviye yle kalarak bana hâlâ içinegirilmemiş uzak bir mabet tesiri verirdi.Havuzlu OdaBana, Kanlıca'daki yalının ruhunu duyuran biroda vardı. Bu oda, bende öyle kutsi bir ha rabırakmış ki onu tarif ederken güya manevi birşahsiye n hukukuna tecavüz etmekten çekinir gibi,en küçük bir yanlışlığa düşmekten korkuyorum.Fakat, ha rlıyorum, yalının üst kat sofasındasola dönünce bir iki basamakla çıkılır, üstü ça lı,yanları pencereli, yeri hasır döşeli ve bir sedirebenzeyen bir koridorla sokağın üstünden, yalınınöbür tara nda setli bahçenin hizasındaki kısmınavarılırdı. Bu koridorun al ndan geçenler ellerinikaldırsalar onu tutabilirler ve uzun boyluysalar belkide mütevekkil başlarını eğerlerdi. Bir binavücudundan bir kısmının böyle sokağa çıkmış ve
uzanmış olması size bilmem ki dokunaklı gelmezmi? Ben bunda bir çocuk saffe ve bir nebat haligördüğüm için, şimdi ha rlaması bile rikka medokunuyor.Bu yoldan ikinci bir sofaya gelinir ve bunun sağtara ndaki ilk kapıdan bu odaya girilirdi. Bu, ötekiodaların hiçbirine benzemiyordu. Kapının karşısınagelen tara , bahçenin solundaki limonluğa bi şikbir camekândan ibare . Sağ tara da bahçeye veyandan Boğaziçi'ne bakan bir sıra yan yanapencerelerle kaplıydı. Ortasında, odanın yarısındanfazlasını alan, mermerden, büyük, sularla kenarınakadar dolu, ancak skiyesi ar k işlemeyen veyaişle lmeyen bir bahçe havuzu vardı. Onunetra nda hasır döşeli, ensiz bir yol, odanın içinidolaşırdı. Odanın, pencerelerle camekânın işgaletmediği diğer iki tara nda birer basamakla çıkılanve üstlerinde nazlı renkli şilteler, minderler veyas klar bulunan yerli birer sedir vardı.Pencerelerin ve camekânın sayesinde insan buradakendini ya bahçede yahut bi şik limonluktasanabilirdi. Bunların üst kısımları o zamanlar yalılar
ve köşklerde çok rast gelinen yeşil, mavi, sarıcamlarla süslüydü. Bunların yüzünden odanın bazıyerleri limonlukta görünen ağaçlar ve yapraklardandaha koyu yeşil, bazı yerleri Boğaziçi'nin akansularından daha koyu mavi ve bazı yerleri dışarıdaparlayan güneşten ve odanın hasırları, duvarları,storları ve perdelerinden daha koyu sarıgörünürdü.Yalının hemen her odasında olduğu gibi buradada mermer masaların üstünde, çerçeveleri yaldızlıbüyük aynalar ve bunların önlerinde uzun boylu,hafif ve başlarında hotozlar gibi pembe, rşe, s kirenkli fanuslar taşıyan lambalarla onların birerhemşiresine benzeyen narin yapılı, uzun saplı, uçukrenkli vazolar vardı. Bunlar bir fabrikadan yeni veseri halinde çıkmış cahil, ham, ha zasız vemalumatsız eşyalara benzemezlerdi. Bu su, buhava, bu sessizlik içinde açılmış çiçeklerebenziyorlar, yalının haya na, mânâsına ve edasınauyuyorlar, gün görmüş, çile çekmiş, dul kalmışhanımları andırıyorlardı.
Ben Kanlıca'daki yalıya ayda bir iki kere olsunmutlaka gelmek ister ve bu oda için gelmekistediğimi gizler, annelerimin buraya geleceklerigünleri kollayarak onlarla birlikte gelince usullekaçar ve bu odaya kapanırdım. Bu havuzlu odanınBüyükada'daki evimiz ve Rumelihisarı'ndakiyalımızın bütün odalarından daha ziyade ve yalnızgüzellik ve hayal için yapılmış olduğunu duyardım.Ha rlıyorum, bu oda, kapısı kapanınca, insanabir halvet tesiri verirdi. Dünyadan ve ha a yalıdanayrılmış, uzaklaşmış bir hali vardı. Kalfaları,yengemiz Neşever Hammefendi'yi unutmuşabenziyor, sırf bir iç âlemi hissini veriyordu.Büyüklerin bu odada oturduklarını bir gün bilegörmedim. Sebebini ise aşağı yukarı bilirdim. Onlarya fazla maddi idiler veya yalnız hakikatetapıyorlardı. Bu oda ise onlara fazla hayale dalmışgörünüyordu. Naciye Hanım, burasının \"şeref'ininPaşa ile birlikte göçmüş olduğunu sanır, söylerdi.Bazı hanımlar (mesela annem) bu odayı mânâsız,sıkıntılı bulurlar ve sevmezlerdi.
Burasını yap ran Paşa ve yapan kalfa nedüşünmüş, ne istemişlerdi, bilmiyorum. Nasılseveceğimiz bir yüzü evvelce hayalimizde kendimizicat ile canlandırarak onu ruhumuzda yaşatamaz,fakat onun varlığına rast gelince en içimizdensarsıldığımızı duyar ve bayılırsak, bu odanınyüzünü, halini, mânâsını böyle, aşkı dahatanımadığım bir çağımda tabia mın beni evvelcehazırlamış olduğuna göre bir nevi aşk ileseviyordum.Ha rlıyorum, her şey burasım hayale bağlı birhale, bir hülya yuvası haline koymaya yarardı.Bütün bu yalı, bu bahçe, bu limonluk, bu manzara,ilerde, birkaç karış aşağıdan geçen Kanlıca\" nındaracık yolu, buranm bir komşusu olduğunubildiğim ve akşamın daha ilk baygın alacakaranlığıbasar basmaz mezarlığında yandığını görmekinsanın o kadar rikka ne dokunan evliya kandili,bütün bunlar bu odanm etra nda beni onutatmaya hazırlayan geniş hisli, trek bir çerçeveteşkil ediyordu.
Ha rlıyorum, kocaman odada yapayalnız çocuk,oturduğum sedirden, bir hayal mahlukunabenzeyen havuza bakar, bir yandan, bütünyaprakları, ağaçları, bekleyen edasıyla limonluğu,parlak çiçekleriyle bazen gülümseyen, bir yüzebenzeyen bahçeyi görür ve bahçenin ötesinden,mavi suları üstünden, arada, uzak ve bütün ümit veemel yüklerinden boşalmış gibi yüksek ve rahatposta vapurlarının geç ği bir Boğaziçi parçasınıseyrederdim. Çoktan sönmüş skiyeden sularyükselmezdi. Fakat bu odanın gördüğü bütün buâlem, oda içinde bekler gibi duran bu sedirler,camlardan görünen limonluğun hareketsiznebatları, bahçenin rahat ve dalgın ağaçları,Boğaziçi'nin uzaktan görünen su yığını, bu mavi,hisli ve sinirli su tarlası bana etra nda güneşinparladığı bir su sütununun içinde olmak, içindenbakmak tesirini verirdi.Güneşin ışıkları dışarıda hep parıldıyordu amaburada sanki kalmaktan hazzediyorlarmış gibi,gözlerini yumarak dinlenirlerdi. Güya dışarıdaçağlayan zamanın bir parçası, bir çanak içinde
toplanır gibi bu odaya ayrılmış . Bir eski zamansanki geçerken buradan geçmemiş de Boğaz'ınakan suları yerine havuzda duran su gibi burayasinmiş ve bu odanın teşkil e ği havuz içindekalmıştı.Bu odanm minderleri üstünde otururkendinlediğim sessizlik, bu ancak bir kaldırım kadar enliyolun eskiden gelme bir ses veren taşları üstündennadir geçenlerin duyulan ayak seslerinin hiçbozmadığı, sanki üst üste, tabaka tabaka yığılan,katmerleşen sessizlik, güya senelerdir içine hiçbirgürültü düşmemiş ve rahminde hiçbir ses teşekkületmemiş ve sanki hep derinleşmiş, koyulaşmış gibigeliyor ve bir musikî gibi tesir ediyordu.Yalının alt kat avlusunda ve bu odaya bi şiklimonluktaki saksılar içinde bir turunç, mesela,rengi, kokusu, tadıyla nasıl hususi bir varlığı temsileder, başka bir iklimin ayrı mahsulüyse, bu oda dabekleyen hali, manzarası ve mânâsıyla böylemuayyen bir mahsuldü. Onun, okşanan bir el gibiyumuşak, kadifeli, tatlı, gönül bayıl cı ser
kokularını duyuyor, dinliyordum. Ve mesela birharpın nasıl daha susarken bile vak yle tellerindeinlemiş havaları hâlâ duyururcasına hatırlatır bir halivarsa, bu oda da böylece güya eskiden çalınmış birmusikînin bekleyen büyük bir ale gibi susmuşseslerle dolu duyulurdu.Burada, çekilen çubukların verdiklerine benzerbir rüya ve hülya hali vardı. Ben burada güya esrarlıbir çubuk içmiş gibi oluyor, sükût, şiir ve is ğnaafyonlarını yutmuş oluyordum. \"Mistik\" bir usul ile,yalnızlığın ve hülyanın şarabıyla \"mest\" oluyordum.Hülyalarımın tadına dadanmış bir hayalçocuğuydum. Yalnız kalarak buranın kokusunuinsiyaki bir lezzetle duymaya başlar başlamaz, buyerden çıkan mânâyı kendime göre tefsir etmeyibilirdim. Burada ilk hülyalarınım şiirini tadardım.Beynim uyuşmuş gibi kendimden geçer ve rüyagörür gibi, hülyalarımı kendim kurmaz fakat onlarıniçimde kendi kendilerine açılıp geç klerinigörürdüm. Gün rüya görürdü. Bütün fikirlerimdurur, bağdaş kurar, yaslanır; bütün gönlümü birnevi vuslat lezze sarardı. Ruhlar içinde bir çiçek
gibi açılan mahrem hülyalar, bende, bu odanınhavasında, gergin ve geniş hep birden açılırdı.Ruhumda çiçekler gibi bin bir hayal açıldığımduyardım. İçimi bir haz ve dudaklarımı birtebessüm kaplardı.Burası benim bazı huylarımı derinleş rmek için,bana mahsus olarak ezelden kurulmuş gibi biryerdi. Bu oda, içimde daha mevcudiyetlerini iyibilmediğim, çocuk ruhuma eğilip baktığım zamanlaryumuşak yüzlerini yeni seç ğim hislerime bir beşikoluyor, daha kendimi tanımadan içimde duyduğumhisleri, istekleri, sevgileri sallıyor, besteliyor,besliyor, büyütüyordu.Ha rlıyorum, kendimi hülyalarımın âlemindekaybederdim veya bulurdum. Derhal mutadım olanbir hülyaya dalar, yaşadığım haya n içinde ikinci birşahsiyetle mahrem kalan ve asıl benim olan birhayat daha yaşamakta olduğumu duyardım. Güyayetmeyen bir hakika n perdesi yır larak asılhakikat ayan olurdu. Ben akrabalarının yanındaoynayan veya oynamayan bir çocuk değil, bütün
müfrit bir his hayatı yaşayan, bin bir iktidar ve zevk,salahiyet ve kabiliye yle dolu bir şah, yahut, ondandaha büyük bir şey, bir ilah m. Böyle bir kahramanşahsiye ve haya nı yaşıyordum. Bu ömrünahengine uyardım. Saatlerle burada böylecebenliğimin içinde gizlenen bu öteki haya mdayaşadığımı duyar, onun tekmil emirlerine uyar, iyive fena mevsimlerini geçirir, içten hazzmakonardım. Çi likli Zehra Hanım'ın masallarındakiperiler âlemi hakikat olurdu. Birtakım hülyalar,sanki alışkın kumrular gibi gelir, uza ğım ellerimdeyemlenirlerdi. Ben onları okşardım.Burası içimdeki bu ikinci ve daha kıymetlihaya mın inkişaf etmesine ne kadar müsait birmuhit oluyor, ruhumu ve hayalimi ne kadaraçıyordu! Hayalimde hep gönlüme göre geçeceğiniumduğum bir is kbalin önümde açılır, serilir gibiolduğunu duyuyordum. Çocukların karşısındagelecek günlerin vaitleri gökleri dolduran yıldızlarkadar çoktur ve onlar kadar parıldar! Nasıl güneşinvurduğu bir deniz üstünde suya düşmüş ışıkparçalarının milyonlarca elmaslarıyla parıldayan
sütununu görürsek, onu nasıl bu odanınpencerelerinden Boğaziçi üstünde seyrediyorsam,istikbalin önümde böyle serildiğini hayal ederdim.Kendimi bir şiire daldırırdım. Duyduğum neydi?Anlamadan hisse ğim gizli ve yüksek bir üslûbun,bu kalfaların, ha a onların inkişaf etmişi olanNeşever Hanım'ın bir türlü duymayacakları bir şiirinlezze ni duyardım. Çok sonraları en sevdiğimFransız naşirlerini, ki en büyük Fransız şairleridir,Chateaubriand, Barres, Proust gibi üstatların envecit verici sahifelerinde hep bu kapılan haricekapanmış, kendi hülyasının zevkine varan âlemi,hep bu kendi ahengiyle dolan gönlü, kendi şiiriniyaşamakla haz bulan tabia , tra bulacak m.Demek bu oda bana ilk bir üstat gibi tesir etmişti.Ha rlıyorum, ben burada maddiye mde güyaönümdeki havuzun suları içine girmişim kadar birdeğişiklik ve bir başkalığın iradelerini duyardım.Susarak, ha rlayarak yaşayan bu âlemin içindedaha derin bir şiir tabakasına inmiş olduğumunfarkına varır, pkı derin deniz sularının ışıkları ve
gölgeleri içinde yaşayan al mercanlar ve süt incilergibi deniz mahluklarının yüksek su tabakalarıal nda geçen ömürlerinin iklimine geç ğimi, oömürlerin şiirine daldığımı duyardım. Buradasaatler durgun suların üstünde hafif hafif ürperennilüferlerin rikka kadar ince soluşlar, treyişlerlegeçerdi. Burada güya kokularını kimseninduymadığı ve benim toplayarak ruhumadoldurduğum büyük bir su çiçeğini koklamışoluyordum. Burası bana dünyanın en munisgözükmüş bir noktası oldu. Bütün bir âlem olan birşiir kovanı, bir şiir mahfazası! Su üstünde dinlenenve bekleyen bir nilüferin içi gibi nahif bir yer! Buoda bir gönlün, gönlümün içi gibi bir yerdi!Burada Boğaziçi, gök, bahçe, yalı, turunç, havuz,pencere, ayna, hasır, lamba, her şey ve mavi, yeşil,sarı her renk hakkından emin gibi rahat vemüsterih . Hepsi nazlı birer çiçek gibi güzelliğininson rikka ne kadar açılmış yaşıyor, her güzellikumumi bir ahenk içinde damlasını, manzarasını,kâina nı lezzetle veriyordu. Ve nasıl ki bir fasıliçinde her not umumi ahengin teşekkülüne yararsa
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164