Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore İnsan Ne İle Yaşar-TOLSTOY

İnsan Ne İle Yaşar-TOLSTOY

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-20 04:05:56

Description: İnsan Ne İle Yaşar-TOLSTOY

Search

Read the Text Version

harcayayım!”Rüzgârla açılan kürkünü bacaklarına çekti.Atı, ormanın ya da bir barakanın bulunduğunudüşündüğü yola doğrulttu.Uşak, kızağın arkasındaki örtüye güzelcesarınmıştı ve hiç kımıldamıyordu. Sürekli olarakdoğanın içinde bulunan, yoksulluğun neolduğunu bilen benzerleri gibi o da sabırlı vedirençliydi. Hiç kaygılanmadan saatlercebekleyebilirdi.Beyin seslenişini duymuş fakat hiç cevapvermemişti. Çünkü ne konuşmak, ne dekonumunu bozmak istiyordu. İçtiği çayların vekarda koşturmasının bedenine verdiği ısıyıkoruyordu ama bunun uzun sürmeyeceğinin defarkındaydı. Yediği kamçılara rağmen, üsteleyenama ayağa kalkamayan bir beygir gibiydi.Delik olan çizmesindeki ayağı üşümeyebaşlamıştı; başparmağını kımıldatamıyordu.Bütün bedenini saran bir soğuğa yakalanmıştı.Bu gece ölebileceğini, bunun gerektiğinidüşündü ama ölüm düşüncesini hiç de korkunçbulmadı; çünkü hayattan bir zevk almamış,

yaşamı bitmek bilmez bir esaret olmuş, o dabundan bıkmıştı.Korkunç da değildi ölüm; çünkü bu dünyadaişlerine koşarak ömrünü çürüttüğü beylerindışında, kendisini dünyaya yollayan rahmeti bolbir Tanrı olduğuna, sadece ona bağlı olduğunave ondan fenalık gelmesinindüşünülemeyeceğine emindi.“Buradaki hayatı bırakıp gitmek çok üzücüama ne gelir elden? Gittiğim dünyaya da alışırımne de olsa. Ama işlediğim günahlar? Onlar neolacak?..”Ayyaşlığını, içkiye harcadığı parayı, karısınakötü davranışlarını, sövmelerini, kiliseye nadirengidişini anımsadı. “Günahkârın biriyim ben amakabahati bende mi? Beni Tanrı böyle yaratmadımı? Eğer günahkârsam, suç benim mi?”Bu geceye dair böylesi düşünceleri vardı amahemen sonra karışık başka hayallere daldı.Kimi zaman karısının gelişini, içkilieğlenceleri, zaaflarını kimi zaman yolculuklarını,köydeki ihtiyarın evini, miras hakkındakitartışmaları, çocuğunu atı, beyi düşünüyor,

“Adamcağız köyde gecelemediği için ne çokpişmandır. Bunca zenginliğini bırakıp mezaragirmeyi istemez. O ayrı, biz ayrı!” düşüncelerikarıştı ve uykuya daldı.Bey, ata binmek için uğraşırken kızaksarsılınca uşağın sırtını verdiği arkalık kırılmış,kızağın tekeri arkasına vurmuştu; uyanıpkonumunu değiştirmişti. Bacaklarını kaplayankarı silkip kalktı. Soğuk ciğerlerine işliyordu.Bunun ne demek olduğunu anlamış, beyineseslenerek artık atın ihtiyacı kalmayan amakendisinin ihtiyaç duyduğu örtüyü bırakmasınıistemişti.Bey bunu duymamış ya da anlamamış, atısürüp gitmişti. Uşak, bir başına kalınca neyapacağını düşündü. Bir barınak aramaya gücüolmadığını hissediyordu. Az önceki yerine deyatamazdı; çünkü hemen karla kaplanmıştı.Kızakta da kalamazdı, örtünecek bir şeyi yoktu.Yırtık kürküne güvenmiyordu. Üzerinde sadecegömlek varmış gibi üşüyordu.“Tanrım!” dedi korkuyla. Yalnız olmadığını,onu esirgeyen biri olduğunu düşünüp ferahladı.

İç çekip üstündeki örtüyle kızağa girdi; beyinyerine yattı. Ne yapsa ısınamadı; zamanlakendinden geçti. Acaba eceli gelmiş miydi?Bilmiyordu ama hazırdı her ne olursa.Bey, atı bir baraka olduğunu sandığı bir yönesürüyordu. Kar yağışı hızlanmıştı, bu nedenlegözlerini açamıyordu. İleri eğilmiş, kürkünü atınbeliyle bacaklarına sıkıştırmaya çalışıyor, güçbela ilerleyebiliyordu.Bu şekilde biraz ilerlediler. Bey, süreklidosdoğru gittiğini sanıyordu. Sadece kar vardıönlerinde...Önünde ansızın bir gölge gören bey, sevinipatını oraya yöneltti. Köy evlerinden birininduvarı gibi görünmüştü burası gözlerine. Amagölge sürekli yer değiştiriyordu. Bu bir evolamazdı. Belki bir hendekte biten uzun otlardı;rüzgârın önünde sallanıp duruyorlardı. Gözaçtırmayan tipide azap çeker gibi görünen buotları gören beyi bir korkudur aldı. Atını dehledi.Gölgeye doğru giderken doğrultu değiştirdiğininfarkına varamadı. Artık başka bir yerlere doğrugidiyordu ama sürekli ormana, barakaya gittiğini

sanıyordu. At sağa gitmek istediği hâlde, osürekli atın başını sola çeviriyordu.Tekrar gölgeler gördü önünde. Heyecanlandı.Bu, kesinlikle bir köy olmalıydı. Oysa bunlardemincek geçtiği, rüzgârın salladığı otlardı.Burada niyedir bilinmez, tekrar korktu. Otlarınçevresinde yeni nal izleri vardı. Eğilip bakınca,bunun kendi izleri olduğunu gördü. Bir daireçizip etrafında dolanmış olmalıydı. “Artıkbittim!” diye inledi.Korkusunu atmak için aydınlık görünen beyazbir ses belası da vardı; burayı aşmak için atıtopukladı.Şimdi de kulağına köpek uluması, kurtuluması gibi sesler geliyordu ama o kadarbelirsiz seslerdi ki bunlar, hayal mi gerçek mi,ayırt edemiyordu. En zayıf sesleri bile duymakiçin kulak kesildi.Ansızın sağırlaştırıcı bir sesle bütün gövdesisarsılmıştı; atın boynuna yapıştı, hayvancağız datitriyordu ve sesi korkunçtu. Bir an nelerolduğunu anlayamadı; belki atı, artıkdayanamadığını göstermek için kişnemişti.

“Lanet olası hayvan!..” diye bağırdı.Korkusunun boşuna olduğunu anladı ama asılkorkusu geçmemişti.“Sakin olmalıyım...” diyordu ama ne yapsasakinleşemiyor, hayvanı koşturmaya çalışmaktaüsteliyordu.Donuyordu. Semer kısmına gelen yerleri sızımsızımdı. Kar denizinde boğulacağını anlamıştı.Atın ayağı sürçtü birden; kar kütlelerindenbirinin içine daldı. Uğraşıp dururken yana düştü.Bey, kendini attan attı ve küçük eyeri yerindenoynattı. Bağsız kalan hayvan, hemen sıçrayarakdoğruldu, kişnedi ve bir anda gözden kayboldu.Bey, karlara yarı gömülü hâlde kalakalmıştı.Atın ardı sıra gitmeyi düşündü ama kar öylederin, kürkü o kadar ağırdı ki, yirmi adımdansonra ilerleyemedi. Soluk soluğa durdu:“Ağaçlık, meyhaneler, çiftlik, dükkân, evim,depolarım, neredesiniz? Bu da ne demekoluyor?” O kadar korkmuştu ki başına gelenlereinanamıyordu.“Bu bir rüya mı?” diye sordu kendine.Uyanmak istiyordu ama her yerine dolan şu

karlar rüya olabilir miydi? Artık korunulmasımümkün olmayan, hızlı bir ölüm sunan şu kardenizi rüya mıydı?“Tanrım!..” diye inledi. Bir gün öncekilisedeki törende, yaldızlı bir çerçeve içindeeskimiş kutsal heykeli, inananların sattığımumları heykelin önünde yakışını, hemensöndürüp sandığında saklamak için kendisinegetirişlerini anımsadı. Aynı heykele şimdikendisi de dualar ediyordu. Yine de busonsuzluğun ortasında bunların hiç önemliolmadığını, onlarla kendisinin acıklı durumununbir olmadığını hissediyordu.“Atı gözden kaybetmemem gerek. İzlerebakıp onu yakalamalıyım. Sakin olmalıyım...”diye düşündü.Ağırdan yol almaya karar vermiş olduğuhâlde, ileri doğru hızlandı. Bata çıka koşuyordu;izler, karın derin olmadığı yerlerdekiler zorluklaseçiliyordu.“Bittiğimin resmi bu; izleri kaybedecek, atıbulamayacağım!..” Birden siyah bir leke gördü.At, kızak, bayrak, oklar hepsi orada duruyordu.

Daha önce uşakla birlikte düştükleri karlarınönündeydi; at, onu kızağın yanı başına getirmiş,kızağa elli adım kala silkinip koşmuştu. Ateskiden bulunduğu yerde değil, oklarınyakınındaydı.Bey, elini kızağa koyarak dinlenmeye vetoparlanmaya çalıştı. Uşak yerinden kalkmıştı.Kızağın içinde karla kaplı bir kütle vardı.Bunun, uşağı olduğunu hemen anladı. Bütünkorkularından kurtulmuştu.Şimdi bir tek şu kaygısı vardı: At üzerindegiderken korkup korkmayacağı. Bu korkudankurtulmanın bir yolunu bulmalıydı; arkasınırüzgâra çevirip kürkünü, çizmelerini kar dolmuşeldivenini -birini yitirmişti- çıkardı; kemeriniaçıp tekrar sıkıladı. Köylülerin satmak içingetirdiği buğdaylara bakmaya gittiğinde de hepbunu yapardı. Atın ayağını kurtarmak geldiaklına; yaptı. Atı getirip eski yerine bağladı. Onuörtmek de istiyordu. O anda uşağınkımıldadığını gördü. Yarı yarıya donmuş adamçabalayarak kalktı, oturdu. Elini bir şeyi kovmak

ister gibi salladı; bir yandan da bir şeylermırıldanıyordu. Bey, uşağın seslendiğini anladı.Elindeki örtüyü bırakıp kızağa yaklaşarak:“Ne diyorsun?”“Benim ecelim geldi. Bana olan borcunuoğluma ya da karıma öde.”“Hayrola, dondun mu?”Ağlamaklı ses, deminki işareti yineleyerek:“Öyle hissediyorum. Ecelim geldi. İnşallahgünahlarım affedilir...”Bey hareketsiz, sessiz durdu sonra; kazançlıbir iş yaptığı anlardı, müşterisiyle çekişirkenkigibi, kararlı bir tutumla, geriye bir adım attı.Kürkünün eteklerini kaldırıp kızaktaki karlarıdışarı atmaya başladı. Sonra, kürkünü açıp uşağıkızağın arkasına attı ve onu kapatacak biçimdeüstüne uzandı. Artık kulağındaki tek ses uşağınsolumalarıydı.Uşak bir süre öylece kaldı, göğüs geçiripsoludu ve usulca devindi.Bey:“Hepsi bu işte; hani ölüyordun? Artık ısın.İnsan dediğin böyledir.”

Ama bunu sürdüremedi, şaşkındı; gözleriyaşarıyor, çeneleri birbirine vuruyordu.Gırtlağına tıkanan bir şeyi yutmak ister gibisustu. “Korkudan ölüyorum, ne kadar dabitkinim!” diye düşündü. Ama bu bitkinliğigiderek sevmeye başladı.“İnsanlar böyledir işte...” dedi kendi kendine.İçinde sevecenlik duyguları bularak. Gözlerinikürküne silip rüzgârın almak için çabaladığıkürkünü eliyle bastırıp uyur uyanık kaldı birzaman. Ama içindeki sevinci paylaşma arzusunaöyle bir kapıldı ki, uşağa:“Üşüyor musun?” diye sordu.“Yoo, yavaş yavaş ısınıyorum.”“Buna sevindim; neredeyse ben deölüyordum!”Çeneleri takırdamaya başladı, gözlerine yaşlardoldu, sustu.“Bir şey olmayacak, bunu biliyorum,biliyorum...” diye düşünüyordu.Altındaki uşağın sıcaklığı, kürkü tatlı bir ılıklıkvermeye başlamıştı. Ama kürkünün eteklerindeolan elleri, ayakları buza kesiyordu; fakat bunu

umursadığı söylenemezdi. Aklı fikri uşağıısıtmaktaydı. Dönüp birkaç kez atına baktı.Rüzgâr örtüyü uçurmuştu. Kalkıp örtmesigerektiğini düşündü ama uşağı bir an olsunyalnız bırakmayı kaldırmadı içi.Uşağı ne çok ısıttığını düşünmek,alışverişlerdeki gibi bir hâkim duygusuyladolduruyordu içini. “Tehlike geçti artık...”diyordu. Üç saatleri de böyle geçti; zaman silinipgitmişti aklından. İlk anlarda, hayalinde, tipiyi,kızağı, titrek atı görüyor, altındaki adamıdüşünüyordu. Giderek bunlara anılar dakatılmaya başladı: Köydeki bayramları, karısını,polis komiserini, mum sandığını anımsadı; uşağıo sandığın altında yatıyor gördü. Alışverişegelen köylüler, beyaz dutlar, saç damlı evler...Uşağı bu kez o evlerin altında kalmış gördü.Sonunda her şey iç içe geçti, karıştı.Gökyüzünün bütün renklerinin bileşimindennasıl beyaz bir renk çıkarsa, anıları da öyleolmuş, uyuyakalmıştı.Rüyasız, uzunca bir uyku; sadece sabaha karşıgörülen bir düş: Kilisedeydi, mum sandığının

önünde... Bir kadın beş kapik verip mum alıyor.Mumu sandıktan çıkarıp verecek ama elleri onudinlemiyor; ayaklarına söz geçiremiyor. Buncasıkıntı arasında masa, masa olmaktan çıkıp yatakhâline geliyor. Kendisi o yatakta, evinde.Yataktan kalkması gerek, polis komiseriylerandevusu var; şu ağaçlık işini konuşacaklar;hayır, öyle olmayabilir... Ata yemlik takacaklar.Karısına, komiserden haber olup olmadığınısoruyor. “Hayır!” yanıtı alıyor ama o sıradabirinin evin taş merdivenlerine geldiğiniduyuyor. Gelen o olabilir. Hayır, durmadangeçip gidiyor. Karısına tekrar soruyor. Karısıaynı yanıtı veriyor. Kendisi hâlâ yatakta,kalkamaz hâlde bekliyor. Korkuyor, seviniyor;beklediği gelmiş... Hayır, bir başkası. Asılbeklediği... Evet, o, ışıklar içinde beliripkendisini çağırıyor. Bu birkaç saat önce uşağınüstüne yatmasını buyurandır. Onun kendisinianımsamasından hoşnut. “Geliyorum!” diyebağırıyor ve uyanıyor. Bu kez, birkaç saatöncekinden daha farklı bir varlık. Kalkmak ister,beceremez; elini oynatmak ister, oynatamaz;

bedeni kendisini dinlemez ama bunun içinüzülmüyor. Altındaki uşağın ısınıp canlandığınıdüşünür: Kendisinin bey değil, uşağın beyolduğunu, hayatın kendinde değil, uşaktaolduğunu...Solumasına kulak verir uşağın, horlamalarınıdinler. Hâkim bir sesle:“O soluk alıyor; ben de alıyorum...” der.Aklına paraları, dükkânı, alım satım işleri,Mironov’un milyonları düşer. Vasili denenadamın -kendisi- bunlarla neden ilgilendiğinianlaması zordur: “İşlerin sonuna aklı ermezmişonun!..” der, “Benim de anladığıma göre, onunaklı yetmemiş! Oysa şimdi hata payı yok,gerçekle yüz yüzeyim!..” Demin kendisineseslenmiş olanın çağrısını bir daha duyar.Sevinçle, “Geliyorum!..” diye bağırır vekendisini bağlayan bir şey olmadığını hisseder.Ölümlü dünyada son düşüncesi bu olur.Tipi dinmemişti. Kar dans ediyor, beyinüstüne bir katman daha atıyor, at titriyor, kızağınönünde, ölü beyinin altında yatan uşakuyuyordu.

Uşak sabaha karşı, müthiş şekilde üşümeyebaşladı ve bu üşümeyle uyandı. Bu soğukgecede bir rüya görmüştü: Değirmene buğdaygötürüyordu arabayla. Bir otlaktan geçerkennasıl olduysa batağa saplanmışlardı. Arabanınaltına girmiş, yerinden oynatmaya çalışıyordu.Ne garip, araba kımıldamıyordu; kendisi dearabaya yapışmıştı.Böğürleri eziliyordu. Hava ne çokdondurucuydu! Bir yolunu bulup arabanınaltından çıkmalıydı.“Şu çuvalları suya atmalı...” dedi. Tuhaf şeylerhissediyor, uyanıp gözlerini açıyor ve her şeyianımsıyordu. Buz tutan araba, üstündeki ölüefendisi. Sesler, kızağa vuran atın ayaklarındangeliyor.Beye iki kez sesleniyor; anladığı gibi, beyiölü. “Tanrı günahlarını affetsin!..” diyor.Başını çeviriyor, üstündeki karda parmağıylabir delik açıp bakıyor; sabah olmuş. Rüzgâr,arabanın oklarının arasında vızıldıyor, karyağıyordu. At hareketsiz. “O da mı öldü acaba?”diye geçiriyor içinden. At soğuktan katılaşırken,

son kez gayret edip kızağa çarpmış veuyanmasını sağlamıştı.“Tanrım, benim de ölümüm yakın. Her şeybuyurduğun gibi olsun ama o kadar kolay birşey değil bu; iki kere ölemem ki. Seve sevekatlanırım. Hiç değilse uzun sürmese, neolacaksa hemen olsa...”Elini çekip, gözlerini kapatır, uyuşur; artıköleceğine kesin gözüyle bakıyordur.Kızak karla kaplanmış, sadece üstündekimendil seçiliyordu. At, karnına kadar sert bir karkatmanı içinde ayakta, her yeri bembeyazduruyordu. Bir gecede öyle çökmüştü kikemikleri sayılıyordu.Beyin cesedi kaskatıydı. Kaldırıldığındabacakları birleştirilemiyor, uşağın bedeninisarmayı sürdürüyor gibiydi. Atmaca bakışlarıdonuktu. Bıyıkları buz tutmuştu.Bedeni kısmen donsa da hayattaydı uşak.Uyandırıldığında öldüğünü, öbür dünyadaolduğunu sanmıştı. Kızağın karlarını atan, beyincesedini yüklenen köylüleri gördüğünde, öbürdünyada bile köylülerin bulunmasına şaşmıştı.

Hâlâ sağ olduğunu, ayak parmaklarınıhissetmediğini anladığında, sevinmekten çoküzüldü.İki ay hastanede kaldı. Üç ayak parmağınıkestiler, diğerleri sağlamdı. Çiftlik uşaklığı ettibir süre. Kocadığında, gece bekçisi olarak yirmiyıl daha yaşadı. Sonra da kendi evinde,heykellerin altında, elinde yanan bir mumtutarak öldü. Son nefesini vermeden önce, ettiğikötülükler için karısından af diledi; oğluyla,torunlarıyla helalleşti. Oğlunu ve gelininigereksiz bir boğazın yükünden kurtardığı,usandığı bu dünyayı son kez bırakıp zamanlaiyice anladığı öbür dünyaya göçeceğini düşünüpmutlu öldü.Acaba şimdi gözünü açtığı öbür dünya dahaiyi miydi? Yoksa orada da horlandı mı? Yahutbeklediğinden daha iyi şeylerle mi karşılaştı?Bunun gerçeğini bir gün hepimiz mutlakaanlayacağız.

İNSAN NE İLE YAŞAR?Simon, oldukça fakir bir insandı. Bu nedenle,ailesiyle birlikte küçük bir barakada yaşıyor,ekmeğini ayakkabıcılık yaparak kazanıyordu.Malsız mülksüz bir adamdı; işi fazla parakazandırmıyordu ve geçim darlığı içindeydi.Kazandığı, ancak karınlarını doyurmayayetiyordu.Kendilerine kışlık elbise alacak imkânlarıyoktu. Bu nedenle, çetin geçen kış mevsimisüresince karısıyla, koyun derisi bir kürkü ortakkullanmışlardı; ama onun da yüzüne bakılır yanıkalmamış, eskiyip yıpranmıştı. Yeni bir kürkalmak için iki yıldır para biriktiriyordu. Kış gelipkapıya dayanmadan önce, az da olsa biraz parabiriktirmişti. Karısının kumbarasında üç rublekâğıt para vardı. Köy sakinleri de Simon’a beşruble yirmi kapik borçluydu.Bir sabah koyun derisi getirmek için köyegitmeye hazırlandı. Giydiği gömleğin üzerine

karısının yamalı pamuk ceketini, üstüne dekendi ceketini geçirdi. Kumbaradaki üç rubleyialdı, ağaçtan bir sopa kesip kahvaltıdan sonrayola düştü. “Bugün borçlulara uğrar, beşrublemi alırım...” diye geçiriyordu içinden.“Yanımdaki üç rubleyi de ekleyince kürk içinkoyun derisi almama bu kadarı yeter.”Köye vardığında alacaklısına uğradı; fakatadamı evde bulamadı. Adamın karısı borçlarınıgelecek hafta ödeyeceklerine söz verdi veyanında o kadar parası olmadığından bahsetti.Simon, başka bir köylünün evine uğradı.Köylü, meteliği olmadığına yemin ediyor,yalnızca Simon’un onardığı bir çift çizmeninkarşılığı olan yirmi kapiği verebileceğinibelirtiyordu. Simon da koyun derisini borcaalmak istedi fakat satıcı güvenemedi.“Getir parayı, al deriyi...” diyordu.Simon’un o gün bulup buluşturabildiği parayirmi kapikti; alabildiği tek şeyse, bir çift keçeçizme oldu.Bir sıkıntı basmıştı Simon’u. Yirmi kapiklegidip içti, deriyi de alamadan evinin yoluna

tuttu. Sabah gelirken de çok üşümüştü; fakatvotka içtikten sonra, sağlam bir kürküolmamasına rağmen pek üşümüyordu. Elindekiasayla buzlu toprağa vuruyor, diğer elindeçizmelerle güçlükle yürüyordu.“Hiç üşümüyorum.” diye söyleniyordu.“Koyun derisinden kürküm de yok ama biraziçtim, damarlarımda onun sıcaklığı var. Kürkpalto da neme gerek; yoluma gider hiç deüzülmem. Ben böyleyimdir, hiç umursamam.Kürksüz de yaşayabilirim. Karım çoköfkelenecek ama...Ne ayıp değil mi, siz bütün gün ter dökün,emeğinizin karşılığın vermesinler. Dur hele!Borcunu ödemezsen, ben bilirim sanayapacağımı. Yirmi kapikle borç ödüyor! O kadarpara neyime yeter? Ben de votkaya verdim oparayı... Elimden gelen bu! Durumu iyideğilmiş! Peki, tamam; benimki iyi mi sanki?Evin var, davarların var. Benimse başımısoktuğum bu barakadan başka bir şeyim var mı?Kendi ekinlerini yetiştiriyorsun, ben öyle miyimki her şeyi dışarıdan satın almaya mecburum. Ne

kadar tasarruf etsem de haftada üç rublemekmeğe gidiyor.Eve geldiğimde neyle karşılaşsam dersiniz;ekmek yine bitmiş, al sana bir buçuk rublelikgider daha! Bunun için hemen borcunuödeyeceksin, hiç anlamam!”Böyle yürüyüp giderken virajdaki bir türbeyevarmıştı. Gözlerini yukarı doğru kaldırıncamezarın ardında beyazımsı bir şey gördü. Ortalıkgiderek kararıyordu. Simon, ne kadar dikkatlebaktıysa da gördüğünü bir şeye benzetemedi.“Burada böyle bir şey yoktu. Acaba bir öküzmü? Yo, pek benzemiyor. Bir insan başınabenziyor daha çok; bembeyaz. Ama burada kimne arar ki?”Daha yakından görmek için yaklaştı, Simon.Baktığı şeyin bir insan olduğunu fark edinceşaşırdı: Mezarın duvarına dayanmış bir adam,hareketsizce duruyordu. Adam çıplaktı; ölü mü,diri mi olduğu da anlaşılmıyordu. Simon dehşetiçindeydi. “Onu soyup buraya atmışlar. En iyisiben bu işe karışmayayım, neme lazım...” diyegeçirdi içinden.

Böyle düşünerek yoluna gitti; adamıgörmemek için de türbenin önünden geçti.Birkaç adım attıktan sonra dönüp arkasınabaktığında adamın duvara dayanmadığını,kendisine bakar gibi davrandığını fark etti.Simon’un korkusu iyice çoğaldı. “Yanına mıgitsem, yoluma mı? Yanına gitsem, başımbelaya girebilir. Fakat kim bilir bu adam hinmidir, cin midir? Ya buraya geliş nedenleri kötüşeylerse! Hemen gırtlağıma sarılırsa! Beni kimkurtaracak? Gırtlağıma sarılmasa bile, başımabela açabilir. Çıplak bir adamla durumum neolur? Üzerimdekileri çıkarıp ona veremem ya!En iyisi buralardan kirişi kırmak!” diye geçirdiiçinden.Simon, böylesi düşünceler içinde türbeyiardında bırakıp yoluna gidiyordu ki vicdanazabıyla yolun ortasında kalakaldı.“Nedir bu yaptığın, Simon?” dedi kendikendine, “Adamın hâli içler acısı, sen neyapıyorsun; korkup kaçıyorsun! Senin paranpulun mu var ki çalınmasından korkuyorsun?Tüh sana Simon!”

Dönüp adamın yanına geldi.Simon, adama yaklaştı ve yüzüne dikkatlebaktı. Genç bir insana benziyordu. Vücuduyarasız beresiz ve sağlam görünüyordu; fakatbirazcık korktuğu ve donmak üzere olduğubelliydi. Duvara dayanmış duruyordu. Yere eğikbaşını kaldırıp Simon’un yüzüne bakmadı.Kendinde değil gibiydi ve gözleri kapalıydı.Simon azıcık daha sokuldu; adam ayılır gibigöründü; başını kaldırıp gözlerini açarakSimon’a baktı. Bir tek bakışı, Simon’un adamaısınmasına yetti. Elindeki çizmeleri yere bırakıpkemerini açıp çizmelerin üzerine bıraktı, ceketiniçıkardı.“Konuşarak vakit geçirmeyelim...” dedi.“Hemen şu ceketi giy!” Adamı kollarından tutupayağa kaldırdı. Delikanlı kalktığında, Simononun sağlıklı ve temiz yüzlü biri olduğunugördü. Ceketini adama sardı fakat delikanlıceketin kollarını bulup giyemiyordu. Simon kolututup delikanlının giymesine yardımcı oldu.Ceketi giydirip kemeriyle de sardı. Sonra, yırtık

şapkasını çıkarıp adamın başına koydu. Kendibaşı üşüdüğünde, “Ben neredeyse dazlağım amaonun uzun, kıvırcık saçları var...” diye geçirdiiçinden. Şapkayı alıp kendi başına giydi.“Ayağına da bir şeyler bulsam iyi olur” deyipdelikanlıyı yere oturttu. Elindeki çizmelerigiydirip, “Şimdi oldu, hemen ayaklarını hareketettirip ısın. Gerisini sonra hallederiz. Nasıl, adımatabilecek misin?” diye sordu.Delikanlı, ayağa kalkıp nazik bir tavırlaSimon’a baktı ama konuşmadı.“Niye konuşmuyorsun?” diye sordu Simon.“Hava çok soğuk; hemen eve gitmeliyiz. Benimasamı al, gücün kesildiğinde ona yaslan. Evet,hadi gidelim.”Delikanlı yürümeye koyuldu; rahat adımlarlayürüyor, arkada kalmıyordu.Böylece giderlerken: “Nerelerdensin,kimlerdensin?” diye sordu Simon.“Buralı değilim.”“Öyle olmalı; çünkü buralıları tanırım.Mezarın yanında ne yapıyordun?”“Bunu söylememi istemeyin.”

“Sana kötülük mü yaptılar?”“Hayır; Tanrı cezalandırdı beni.”“İyiliği de kötülüğü de veren O’dur elbetteama yiyecek ve kalacak yer bulmalısın. Nereyegitmek istersin?”“Hiç fark etmez.”Şaşkındı Simon. Adam dolandırıcıya falanbenzemiyordu. Nazikçe konuşuyor fakatkendisiyle ilgili şeyler konuşmaktankaçınıyordu. Simon, içinden, “Zavallı, başına negeldi acaba?” diyordu. Delikanlıya: “Öyleysebenim evime gidelim, hiç değilse ısınırsın...”dedi.Beraberce Simon’un evine doğru yürümeyebaşladılar. Güçlü bir esinti çıkmıştı, ipincegömlekle kalan Simon üşüyordu. Votkanın etkisiazalmıştı, iliklerine kadar üşüyordu. Burnunuçekiyor, karısının ceketine sarınıyordu. “Albakalım koyun derisini! Deri almaya gittim,üstüm başım açık hâlde eve geliyorum, yanımdada çıplak bir adam. Katriyona çok kızacak!..”Aklına karısı geldiğinde, üzüldü; fakatdelikanlıya bakıp da onun bakışını görünce

mutlu oldu.Simon’un karısının değişmeyen günlük işlerivardı: Odun yarmak, su taşımak, çocuklarıdoyurmak... O, bu işlerini saatler öncesindenyapmıştı. Şimdi ise, “Ekmeği bugün mü yapsam,yarın mı?” diye düşünüyordu. İrice bir dilimekmek artmıştı.“Simon yemeğini yediyse ve evde de fazlayemezse, ekmeğini yarın yaparım...” diyedüşündüEkmek dilimini eliyle tarttı. “Ekmek bugünlükyeter. Tek pişirimlik un kaldı evde. Cumayakadar da onunla yetiniriz.”Ekmeğini kaldırıp masa başına geçerekkocasının gömleğini elden geçirmeye başladı.Bir yandan da Simon’u kürk için deri alırkenhayal ediyordu.“Tüccar kandırmasa bari. Kocam sağ olsunfazla saftır. O kimseyi aldatmaz ama onuçocuklar bile aldatabilir. Sekiz ruble fena paradeğil. O paraya güzel bir kürk alabilir.Sepilenmiş deriden olmasa da, sağlam bir şeyolmalı. Bu kış iyi bir kürküm olmadığı için az mı

zorlandım! Irmağa, konuya komşuya bilegidemiyordum. Kocam evden çıktığında, nebulursa geçiriyordu üstüne. Benim giyeceğim birşey kalmıyordu. Bugün yola çıktığında vakitgeçti biraz, ancak bu saatlerde gelebilir. Tanrıvere de parayı meyhanede harcamaya!”Böylesi düşüncelere dalmıştı Matriyona; biranda ayak sesleri duymaya başladı, sonra içeriiki kişi girdi. Matriyona elindeki işi bırakıp holeçıktı. Simon ve yanında gençten, şapkasız biri...Matriyona kocasının nefesinin votkakoktuğunu hissetti. “Tanrım, içmiş!” diye geçirdiiçinden. Kocası paltosuzdu; sadece ceketiyleduruyordu ve elinde de koyun derisi falanolmadan, yüzü kızarmış hâlde durduğunugörünce öyle üzüldü ki içi parçalandı. “Parayıvotkaya vermiş!..” diye düşündü. “Kimin nesiolduğu belirsiz biriyle harcamış parayı.Yetmezmiş gibi, alıp adamı bir de eve getirmiş.”Matriyona ikisine yol açıp onları izledi.Simon’un yanındaki adamın kocasının ceketinigiymiş, narin yapılı, gençten biri olduğunu farketti. Başında şapka yoktu. Eve girdiklerinden

beri, adam ne hareket etmiş, ne de başınıkaldırıp kadına bakmıştı. Kadın, “Böylekorktuğuna göre tekin biri değildir!..” diyedüşündü.Kadın somurtup, ikisinin neler konuşacağınımerak eder gibi ocağın önünde beklemeyekoyuldu.Kocası şapkasını çıkarıp olağandışı bir şeyyokmuş gibi geçip peykeye oturdu.“Matriyona, yiyecek bir şeyler getir bize.”Kadın, kendi kendine homurdanıp bulunduğuyerde beklemeyi sürdürdü. Her ikisine de bakıpbaşını ‘hayır’ dercesine salladı. Kocası, kadınınöfkesine kayıtsız kaldı. Her şey yolundaymışgibi adamın kolunu tutup “Gel dostum...” dedi,“Bir şeyler yiyelim.”Delikanlı geçip sedire oturdu.“Yemek yapmadın mı bugün?” diye sorduSimon.Kadının sabrı taşmıştı.“Yaptım yapmasına ama size değil. Herhâldeaklın başında değil senin. Bir de içmişsin. Hanideri almaya gitmiştin? Deriyi bırak, eve ceketle

dönüyorsun. Üstelik yanında bir de elin adamınıgetiriyorsun. Benim sarhoşlar için hazırlayacakyemeğim yok.”“Sus, Matriyona. Boşuna kendini yorma! Helebir sor önce, nasıl bir adam diye?”“Sen parayı ne yaptığını anlat?”Simon, ceket cebinden üç rubleyi çıkardı.“Bütün para burada. Trifonof’tan hava aldık.Haftaya varmaz ödeyecekmiş.”Kadın biraz daha öfkelendi. Deri almak biryana, kendi ceketini de bu adama giydirmiş, alıpbir de eve getirmişti.Parayı masadan alıp gizli bir yere kaldırırken:“Sizin için tek lokmam yok. Herkesin açını bizmi doyuralım!” dedi.“Kadın, sus hele. Bak ne diyeceğim...”“Ahmak ve ayyaş bir adamın nesinidinleyeyim! Seninle evlenmek istememektehaklıymışım demek ki. Çeyizlerimi bile satıpparasını içkiye yatırdın. Bugün kürk almayagittin; onun parasını da meyhanede harcadın!”Simon, sadece yirmi kapik harcadığını, adamıne hâlde bulduğunu anlatmaya çalışsa da karısı

buna izin vermedi. Karısı almış başını gitmiş,yirmi yıl öncesinden söz ediyordu.Matriyona hiç durmadan konuştu durdu,sonunda kocasına atılıp delikanlıyı kolundanyakaladı.“Ver ceketimi...” dedi kocasına, “Başkaceketim yok. Bunu bir daha giymeyeceksin.Hemen çıkar şunu, seni alçak!”Simon ceketi çıkarmaya başladı. Ceketin birkolunun astarı dışarı çıkmıştı. Kadın, ceketikocasının elinden kaparken dikişler sökülmeyebaşladı. Ceketi ele geçiren kadın hemen üstünegiydi, kapıya doğru yürüdü. Dışarı çıkmakniyetindeydi. Kararsız kaldı bir an. Aslındaevden biraz ayrılıp sakinleşmek istiyordu; ancakyabancının da nasıl bir adam olduğunu da merakediyordu.Eşikte durmakta olan kadın:“Bu adam eğer gerçekten güvenilir biriolsaydı, böyle çıplak dolaşmazdı. Şu hâle bakın!Üzerinde bir gömlek bile yok. Eğer namuslu biradam olsaydın, onu nereden bulduğunusöylerdin...” dedi.

Kocası:“İşte benim de anlatmaya çalıştığım şey bu...”dedi. “Türbenin önüne geldiğimde onu çıplak,soğuktan ölecek hâldeyken buldum. Bu havadaçıplak oturulur mu! Tanrı gönderdi beni ona,yetişmeseydim donar giderdi. Sence neyapmalıydım? Ben yetişmeseydim hâli neolurdu! Onu yerden kaldırıp üzerimdekilerigiydirdim, alıp buraya getirdim. Neden bu kadarsinirleniyorsun? Yazık değil mi, hepimizinbaşına gelebilir bu!..”Matriyona, tam konuşmaya başlayacakkendelikanlıya bakıp sustu. Delikanlı, peykeninucuna ilişmiş, hareketsiz duruyordu. Elleridizlerinin üstündeydi, başı göğsüne düşmüştü.Gözlerini yummuştu. Alnında, acı çekmektenkaynaklanan kırışıklıklar oluşmuştu. Matriyona,sessizliğini bozmamıştı. Simon “Tanrı’dan hiçkorkun yok mu?” diye sordu.Matriyona bu sözler üzerine, delikanlıya baktı.Bu adama karşı birden kalbi yumuşadı. Eşiktendönüp ocağa giderek yemek getirdi; elindeki birfincanı masaya bırakıp içine biraz kvas

doldurdu. Kalan irice ekmek dilimini de masayakoyup kaşıkları sıraladı.“Buyurun...” dedi.Simon, delikanlıyı masaya buyur etti.Ekmeği küçük küçük parçalara ayıran Simon,kvası ufaladı. Beraberce kaşıklamaya başladılar.Matriyona, masanın bir ucuna ilişmiş, elleribaşında, delikanlıyı izliyordu.Kadın, bu delikanlıya merhametle bakıyordu.Giderek daha canayakın buluyordu onu.Adamın yüzünde bir ışıltı belirmişti.Somurtmuyor, kadına bakıp gülümsüyordu.Yemeklerini yiyince masayı toparlayanMatriyona, delikanlıyı sorgulamaya başladı:“Kimsin, kimlerdensin?”“Buralardan değilim.”“Ne arıyordun buralarda peki?”“Bunu anlatamam.”“Birileri malını mı çaldı?”“Beni Tanrı cezalandırdı.”“Bu soğukta, orada çıplak mı yatıyordun?”“Evet, soğuktan donmak üzereydim. Benigören Simon merhamet edip ceketini bana

giydirdi; alıp evine getirdi. Siz de karnımıdoyurdunuz ve bana iyi davrandınız. Tanrıbunun karşılığını verecektir.”Kadın ayağa kalktı. Pencere önüne gidiponardığı gömleği alıp delikanlıya verdi; giymesiiçin bir de pantolon buluşturdu.“Bunu da giy.” dedi, “Sonra da tavan arasınaveya ocağın üstüne uzan.”Delikanlı ceketi çıkarıp gömleği giyerek tavanarasına uzandı. Kadın mumu söndürdü, ceketialıp kocasının yatağına çıktı.Kadın ceketi dizlerine örttü ama aklıdelikanlıdaydı, uyuyamıyordu.Ona son ekmeklerini verdiğini, sabahaekmeklerinin kalmadığını, bir de verdiği ceketlegömleği düşününce derin bir kedere boğuldu.Fakat delikanlının gülümseyişini hatırlayınca içitekrar sevinçle doldu.Matriyona saatlerce uyuyamadı, birdenkocasının da uyuyamadığını fark etti; dizlerineörttüğü ceketi onun üstüne çekti.“Simon?”“Ne var?”

“Son ekmeği de siz yediniz, hamur dayoğurmadım. Sabahleyin ne yiyeceğiz,bilmiyorum. Komşumuz Martha’dan birazödünç alabilirim.”“Tanrı büyüktür...” dedi Simon.Kadın biraz sessiz kaldıktan sonra:“Eli yüzü temiz birine benziyor ama nedenkim olduğunu söylemiyor?”“Kendine göre bir sebebi vardır muhakkak.”“Simon?”“Yine ne var?”“Biz hep verdiğimiz hâlde, neden karşılıkalamıyoruz?”Simon söyleyecek bir şey bulamıyordu:“Sus da uyuyalım artık!..” deyip arkasınıdöndü.Sabahleyin Simon uyanmıştı. Fakat çocuklarıhâlâ uyuyordu. Evde ekmek yoktu. Karısıekmek istemek için komşuya gitmişti. Delikanlı,şöminenin üstünde kendi başınaydı. Gözleridüne göre daha ışıltılıydı.Simon:

“Evet, boğaz ekmek ister, beden de giyecektabii...” dedi. “Geçimlik parayı kazanmak içinçalışmak gerek. Ne tür işler gelir elinden?”“Hiçbir şey.”Afalladı Simon, “İstersen öğrenebilirsin...”dedi.“Ben de diğer insanlar gibi çalışırım.”“İsmin nedir?”“Mihael.”“Dinle Mihael, kendinden söz etmekistemiyorsan sen bilirsin; fakat geçiminisağlamak zorundasın. Eğer gösterdiğim gibiçalışırsan, yiyeceğini ve barınağını sağlarım.”“Tanrı seni kutsasın... Çalışırım tabi. Sensadece ne yapacağımı söyle.”Simon, başparmağına sicim dolayıp bükmeyebaşladı.“Ne kadar kolay, gördün mü!”Mihael de onun yaptığını izledi; o daparmağına sicim dolayıp bükmeye başladı.Simon daha sonra ona sicimin nasılmumlanacağını öğretti. Mihael çabucak öğrendi.Simon bu kez, ona kalın ipleri nasıl bükeceğini

ve dikeceğini öğretti. Mihael öğrenmektezorlanmıyordu. Aradan üç gün geçince hayatıboyunca bu işi yapmış gibi ustalaşmıştı. Aravermeden çalıştı ve çok az yiyecekle yetindi.İşlerini bitirdiğinde, sessizce tavanı izliyordu.Sokağa neredeyse hiç çıkmıyor, gerektiğindekonuşuyor, şaka yapmıyor, eğlenmiyordu.Matriyona’nın ona yemek verdiği gün dışında,gülümsediğine rastlamadılar.Aradan haftalar ve aylar geçti; Mihael gelelitam bir yıl olmuştu. Simon’un evinde yaşıyor,onunla çalışıyordu. O kadar nam salmıştı kiherkes Simon’un kalfası Mihael kadar sağlam vegüzel çizmeleri kimsenin dikemeyeceğinisöylüyordu; çevredeki herkes onlardan çizmealmaya geliyordu. Simon’un durumu da gittikçeiyileşiyordu.Bir kış günüydü. Simon ile Mihael, işleriniyapıyorlardı. Bu sırada barakalarının önünekızaklı üç atın çektiği bir araba geldi. Simon vekalfası, merakla baktılar pencereden. Arabakapılarında duruyordu, bir uşak atlayıp hemenkapıyı açtı. Bey, barakaya girmek için eğildi,

içeri girdiğinde başı az daha tavana değecekti.Odanın dörtte üçünü kaplayacak kadar yapılıydıadam.Simon kalkıp eğilerek selamladı adamı. Biryandan da şaşkınca bakıyordu. Böyle birini ilkgörüşüydü. Simon sıska, Mihael narin,Matriyona’nın kemikleri sayılıyordu; oysa buadam başka bir dünyadan gelmişti sanki. Alyüzlü, devasa gövdeliydi; boynu bir boğanınboynuna benziyor, bakışlarından bir soğuklukyayılıyordu.Bey, ahlaya inleye kürkünü çıkarıp bir kenaraattı, peykeye ilişirken, “Usta hanginiz?” diyesordu.“Bendeniz, efendim...” dedi Simon ileri çıkıp.Bey, uşağına seslendi: “Fedka, deriyi getir.”Uşak, elinde katlanmış bir deriyle içeri koştu.Bey, deriyi alıp masanın üstüne bıraktı. Uşaktanderiyi açmasını istedi.Uşak söyleneni yerine getirdi. Bey, deriyiişaretle, “Bana bak ayakkabıcı...” dedi. “Buderiyi görüyor musun?”“Evet...”

“Nasıl bir deri olduğunu söyleyebilir misinpeki?Eliyle deriyi yoklayan Simon: “Güzel birderi,” dedi.“Tabii ki öyle! Senin gibi bir ahmak ömründeböylesini görmemiştir. Alman malıdır ve suiçinde yirmi ruble eder.”Korkuya kapılan Simon, “Böyle deriyi nedengereyim?” dedi.“Pekâlâ! Bu deriden çizme yapabilir misinbana?”“Elbette efendim, yapabilirim.”Bey kükredi: “Demek öyle! Fakat çizmelerikime yaptığını, derinin ne kadar kaliteliolduğunu aklından çıkarma sakın. Öyle birçizme olsun ki bir yıl dayansın; ne biçimibozulsun ne de dikişleri atsın. Eğer yapabilirsen,al deriyi ve kes; yapamayacaksan şimdi söyle.Demedi deme, eğer bir yıl geçmeden buçizmenin biçimi bozulur veya dikişleri atarsa,seni içeri tıktırırım. Eğer hiçbir şey olmazsa,sana on ruble veririm.”Alabildiğine korkan Simon, diyecek söz

bulamıyordu. Mihael’e bakıp dirseğiyle dürterekfısıltıyla, “İşi alayım mı?” diye sordu.“Al...” dercesine başını salladı Mihael.Mihael’in önerisine uyup bir yıl boyuncabiçimi bozulmayacak, dikişleri atmayacakçizmeleri yapmayı kabul etti.Uşağına seslenen bey, öne uzattığı solayağındaki çizmeyi çıkarmasını buyurdu.“Ölçünü al...” dedi. Simon, ölçü kâğıdını alıpdiz çökerek beyin çorabını kirletmemek içinelini iyice önlüğüne sildi, ölçü almaya girişti. Enbaşta ayak tabanını ölçtü, kâğıt ölçütünü ayağınüst tarafına dolayıp baldır ölçüsünü çıkardı;ancak kâğıt endazesi kısa geliyordu, adamınbaldırı ağaç kökleri gibi kalındı.“Diz kısmını sakın dar yapma!..”Simon bir kâğıt şerit daha ekledi. Bey, çoraplıayak parmaklarını çıtlatırken barakadakilerigözlemeye başladı. Mihael’i o sırada fark etti.“O da kim?” dedi.“Kalfam... Çizmelerinizi o dikecek.”“Unutma, öyle sağlam yapacaksın ki bir yıldayanacak.”

Simon kalfasına baktığında, onun beyebakmadığını, sanki biri varmışçasına gözlerinibeyin arkasında bir yere çevirdiğini fark etti.Mihael bakarken birden gülümsedi, yüzüışıldadı.“Niye sırıtıyorsun, ahmak?!” diye kükredibey. “Öyle sırıtacağına çizmeleri vaktinde nasılbitireceğini düşünsene.”“Tam vaktinde hazırlanacaklarına eminolun...” dedi Mihael.“Bunu aklından çıkarma sakın!” dedi bey.Çizmelerini, kürkünü giyip kapıya doğruilerledi; ama başını eğmeyi unuttuğu için kafasıkapının üstüne çarptı. Homurtulu küfürlersavurup başını ovuşturdu. Sonra arabasınakurularak çekti gitti.Simon, bey çıktıktan sonra, Mihael’e, “Neadam ama!.. Dağ gibi. Başına kalasla bile vursanbir şey olmaz. Kapı az daha devriliyordu amaona bir şey olmadı.”Matriyona, “İnsanın öyle bir hayatı olursa,nasıl boğa gibi güçlü olmasın ki...” dedi.“Böylelerine Azrail bile dokunamaz.”

Simon, kalfasına, “İşi kabul ettik ama bu iştenpişman olmayız umarım. Deriye paha biçilmez,bey ise nemrut gibi bir insan... Küçücük birhatayı bile affetmez. Senin gözlerin daha keskin;ellerin benimkinden hızlı, ölçüye göre kesçizmeleri. Yüzünün son dikişlerini benyaparım...” dedi.Kalfa, verilen emre uydu; deriyi alıp masayaserdi, uygun biçimde katlayıp elindeki bıçaklakesmeye başladı.Matriyona gelip Mihael’in deri kesişiniizlemeye başladı fakat onun yaptığını görünceafalladı. Çizme yapım işini izlemeye alışkındı.Fakat kalfa deriyi farklı bir biçimde kesiyordu.Konuşmak, bir şeyler söylemek istedi; amaiçinden, “Beyin çizmelerinin nasıl yapılacağınıbelki de ben bilmiyorumdur...” diye geçirdi.“Mihael elbette nasıl yapacağını bilir, ben hiçsesimi çıkarmayayım.”Deriyi kesen Mihael bir iplik aldı, çizmelerinkigibi iki ucundan değil, bir ucundan, terlik gibidikmeye başladı.Matriyona iyice kaygılandı ama yine

karışmadı. Mihael vakit öğleyi buluncaya dekdikiş dikti. Simon, öğle yemeği için kalkıncaçevresine bakındı ve kalfasının beyin getirdiğideriden bir çift terlik diktiğini fark etti.“Tanrım!” diye bağırdı Simon. “Benimle biryıldır çalışıp da bugüne kadar hiç hatayapmayan sen, böyle bir şeyi nasıl yaparsın!”diye geçirdi içinden. “Bey, şeritli, ucu bol, uzunçizmeler sipariş etmişti; kalfamsa hafif terliklerdikmiş ve güzelim deriyi mahvetmiş. Beye nediyeceğim ben? Böyle bir deriyi aslabulamam!..”“Sen ne yaptın, dostum?” diye sordukalfasına. “Beni öldürdün. Beyin uzun çizmeleristediğini sen de biliyorsun, ama bu yaptığınne?”Kalfasını azarlamaya koyulmuştu ki kapınınçıngırağı çaldı birden. Eşikte biri vardı.Pencereden dışarıya göz attılar, beyin yanında azönce gördükleri uşak girdi.“Kolay gelsin...” dedi.“Sağ olun, hoş geldiniz...” dedi Simon. “Sizebir yardımım dokunabilir mi?”

“Hanımefendim, çizmeler için gönderdi beni.”“Onlara ihtiyacımız yok artık; bey sizlereömür.”“Olamaz!”“Buradan çıkıp eve gitmesi bile nasip olmadı;arabadayken eceli geldi. Eve geldiğimizdeuşaklar araba kapısını açınca yereyuvarlanıverdi. Öleli çok olmuştu. O kadar daağırdı ki zor taşıyabildik. Hanımefendi sizegitmemi isteyip, ‘Kendisi için çizme siparişiveren ve deri bırakan beyin artık çizmeyeihtiyacı yok; naaşı için en çabuk tarafından hafifterlikler diksin!..’ dememi buyurdu. Bunlarısöylemek için geldim.”Kalfa, derinin kalanını topladı, sarıp paketledi;hazırladığı terlikleri birbirine vurup önlüğünesildi: Kalan deriyle beraber uşağa verdi. Uşak,“Kolay gelsin” diyerek çıkıp gitti.Mihael’in, Simon’un yanına gelmesininüzerinden tam altı yıl geçmişti. Bu süre içindehayatında hiçbir değişiklik olmamıştı; bir yereçıkmıyor, gerekmediği zamanlarda

konuşmuyordu. Bunca yıldır da sadece iki kezgülümsemişti; ilki, Matriyona kendisine yemekverdiğinde, diğeri, bey barakalarına geldiğinde.Kalfasından alabildiğine hoşnuttu Simon. Onanereden geldiğini bir daha sormamıştı; tekkorkusu, Mihael’in onlardan ayrılma ihtimaliydi.Hepsinin evde olduğu bir gündü. Matriyonayemek pişiriyor, çocuklar birbirleriyleoynaşıyor, Simon bir pencere önünde dikişdikiyordu. Mihael de diğer pencere önünde birayakkabının topuğuyla uğraşıyordu.Çocuklardan biri Mihael’in yanına koşupomzuna yaslanarak dışarı baktı.“Mihael Amca, bak! Bir kadın geliyor,yanında küçük çocuklar var. Bize geliyorlarsanki. Kızlardan birinin ayağı aksıyor.”Mihael de işini bırakıp çocuğun bahsettiğiyere baktı. Simon şaşkındı; Mihael’in sokağabaktığı görülmemişti; fakat şimdi pencereyedayanmış, gözlerini bir noktaya sabitlemişti.Simon da aynı yere baktığında, iyi giyimli birkadının barakalarına doğru geldiğini gördü.Kadın kürklü, yün şallar örtünmüş iki küçük

kızın elinden tutmuştu. Kızlar birbirine iki sudamlası kadar benziyordu; ama birinin solbacağı diğerinden kısa olduğu için aksayarakyürüyordu.Kadın avludan geçip hole vardı. Bakınarakkapı kolunu bulup önce çocukları içeri soktu,sonra da kendisi girdi.“Kolay gelsin.”“Sağ olun, buyurun...” dedi Simon. “Size nasılyardımcı olabilirim?”Kadın, masanın kenarına sokuldu. İki küçükkız, içeridekileri meraklı bakışlarla süzüpannelerinin dizlerine yaslandılar.“Bu çocuklar için yazlık ayakkabı yaptırmakistiyorum.”“Yaparız. Gerçi bu kadar küçük ayakkabıyapmadık hiç, ancak şeritle veya şeritsiz, ketentabanlı ayakkabılar dikebiliriz. Kalfam işininerbabıdır.”Simon dönüp Mihael’e baktığında, onu işe aravermiş ve gözlerini hiç ayırmadan kızlarabakmakta olduğunu gördü. Kızlar kara gözlü,toraman, al yanaklı, sevimli çocuklardı ve kılık

kıyafetleri düzgündü; yine de Mihael’in nedenonları öyle izlediğini anlayamadı Simon. Bunubirazcık hayret verici bulduysa da -Mihael onlarıtanıyormuş gibi bakıyordu- kadınlaayakkabıların kaça mal olacağına dairkonuşmaya devam etmişti. Ödenecek para dakararlaştırılınca, ölçü almaya koyuldu. Kadın,ayağı aksayan kızı dizlerine oturtup: “Bu küçükkızdan iki ölçü alın; biri sağlam, diğeri aksayanayağı için. Diğer kızın da ayağı aynı büyüklükte.Onlar ikiz.”Simon, bir yandan ölçü alırken bir yandan daayağı aksayan kız hakkında merak ettiklerinisoruyordu. “Ne oldu ona? Öyle sevimli bir kızki. Doğuştan mı öyle?” diye sordu.“Hayır, sonradan oldu; dizini annesi ezmiş.”Kadının kim olduğunu, çocukların neyin nesiolduğunu merak eden Matriyona dakonuşmalara katıldı o sıra:“Anneleri siz değilsiniz, öyle mi?” diye sordu.“Değilim, hanımefendi; anneleri de değilim,bir yakınları da. Ben onları evlat edindimsadece.”

“Kendi çocuklarınız olmamasına karşın, onlarıbu kadar seviyorsunuz ha?”“Sevmem mi? İkisini de ben emzirdim. Benimde bir çocuğum var ama Tanrı onu yanına aldı.O çocuğuma bile bunca düşkün değilim.”“Bu çocuklar kimin peki?”Kadın, çocukların öyküsünü anlatmayabaşladı:“Onların hikâyesi oldukça uzun ve üzücüdür.Altı yıla yakın bir süre önce, anneleri ve babalarıçok kısa bir aralıkla öldü. Babaları salı, anneleriise cuma günü toprağa verildi. Bu yavrularbabalarının ölümünden üç gün sonra dünyayageldiler; anneleri doğumdan hemen sonra öldü.Kocam o zamanlar köyde çiftçiydi. Buçocukların aileleri kapı komşumuzdu vebahçelerimiz bitişikti. Babaları, ormanda ağaçkeserdi. Bir gün ağaç keserken ağaç üstünedevrilmiş. Tam göğsüne düşen ağaç,adamcağızın içini dışına çıkarmış. Son nefesinivermeden önce, evine güçlükle taşımışlar. Buolayın haftasında, karısı bu çocukları doğurdu.

Yoksuldu, kimsesizdi; yanında kalacaklarıbirileri yoktu. Çocuklarını kendi başına doğurduve ölüme kendi başına gitti.Ertesi sabah onu kontrol etmeye gittim. Fakatbarakasına girdiğimde, zavallı kadının bedenisoğuyup katılaşalı uzun zaman olmuştu. Cançekişmesi sırasında bu çocuğun üzerineyuvarlanıp dizini ezmiş.Barakaya köylüler doluşmuştu. Hemen birtabut hazırlayıp ölüyü yıkayıp toprağa verdiler.Bebekler bir başına kalıverdi. Onlar ne olacaktı?Köyde o günlerde emzikli bebeği olan tek kadınbendim, sekiz aylık bir yavrum vardı. Bununüzerine, bu yetimleri de bir süreliğine yanımaaldım. Köylüler toplaşıp onları ne yapacaklarınıtartıştılar, sonunda bana: ‘Mary, çocuklarşimdilik seninle kalsalar iyi olur, sonra bir çaredüşünürüz...’ dediler.İlk zamanlarda ayağı aksayan çocuğuemziriyordum, ne de olsa çok yaşamayacakdiyordum. Sonra, oturup düşündüm; bugünahsızlar ne diye sefil olsun? Merhamet ediponu da emzirmeye başladım. Oğlumu ve bu

ikizleri kendi sütümle besliyordum. Sağlıklı,güçlüydüm, bol yemek yiyordum. O günlerdesütüm öyle çoğaldı ki göğüslerimden taştığı bileoluyordu. Kimi zaman biri beklerken, ikisiniaynı anda besliyordum. Biri doyduğunda, sıraüçüncüye gelirdi. Tanrı, yaşı ikiyi bulmayanyavrumu yanına alıp bu çocukları büyütmemibuyurdu. Durumumuz iyiydi ama o çocuktanbaşka çocuğumuz olmadı. Kocam şimdideğirmende bir mısır tüccarının yanındaçalışıyor, para yönünden sıkıntımız yok. Amabenim kendi çocuğum olmadı; bu küçüklerolmasa, hayata zor dayanırdım. Onları öyle çokseviyorum ki benim her şeyim bu ikizler.”Kadın bir eliyle, ayağı aksayan küçüğüdizlerine bastırıyor, diğer eliyle de kendigözyaşlarını siliyordu.Göğüs geçiren Matriyona, “Atasözü ne güzelsöylemiş: ‘İnsan ailesiz yaşayabilir ama Tanrı’sızasla!’” dedi.Böylece konuşurlarken ansızın, içeriyiMihael’in durduğu köşede çakan bir şimşekaydınlatır gibi oldu. Ona baktıklarında, elleri

dizlerinde, gözleri tavana çevreli, gülümseyenyüzünü gördüler.Kadın, kızlarını da alıp birlikte dışarıya çıktı.Mihael ayağa kalkıp elindeki işi bir kenarabıraktı. Sonra önlüğünü çıkardı; başını eğerekustası ile karısını selamlayıp: “Hoşçakalın...”dedi. “Tanrı’nın merhametine uğradım. Eğer birhatam olduysa siz de beni affedin.”Mihael’in üzerinde bir ışığın parladığınıgördüler. Simon da kalkıp kalfasınıselamlayarak:“Mihael, senin herhangi bir suçun olmadığınıbiliyorum; burada kalmanı istemeye vesorgulamaya niyetim yok. Sadece şunu yanıtla:Seni bulup buraya getirdiğimde alabildiğineperişan ve kederliydin; fakat karım sana yemekverdiğinde ona gülümsedin, yüzün aydınlandı;bey, ayakkabı yaptırmaya geldiğinde, bir dahagülümsedin ve yüzünün aydınlığı çoğaldı. Sonolarak da deminki kadın çocuklarla geldiğindebir daha gülümsedin ve yine yüzünün aydınlığıarttı. Bilmek istediğim şu: Yüzün neden böyleışıklanıyorve neden sadece üç kez

gülümsedin?”Mihael,“Cezalandırılmıştım ama Tanrı beni bağışladı.Yüzüm bundan dolayı aydınlanıyor. Üç kezgülümseme nedenime gelince, Tanrı beni üçgerçeği öğren diye yollamıştı, öğrendim.İlki, karın bana acıdığında, bunun için ilk kezgülümsedim. İkincisi, bey çizme siparişivermeye geldiğinde, bir daha gülümsedim. Sonolarak da o hanımla çocukları gördüğümde,üçüncü ve son gerçeği de öğrendiğimde...”Ustası, “Tanrı’nın sana verdiği ceza neydi,Mihael. Bir de değindiğin üç gerçek nedir, söyleben de öğreneyim...” dedi.Mihael:“Tanrı, onun yolundan ayrıldığım içincezalandırdı beni. Cennetin meleklerinden biriolmama karşın, O’nun buyruklarına karşıgeldim. Tanrı, bir kadının canını almam içinyollamıştı beni. Dünyaya vardığımda, kendibaşına yatan bir kadıncağız gördüm: Kadın,deminki ikiz çocukları doğurmuştu. Bebeklerannelerinin yanında zor bela kımıldanıyorlar


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook