Hükümdar bu tekliften de memnun kalmadı ve kızarak: - Bre adam. Ben atını alıyorum. Bundan sonra atın sahibi benim, dedi ve Halil Amca’yı huzurundan çıkarttı. Halil Amca boynu bükük kendisine verilen odaya gitti. Bu duruma çok üzüldü ama buna bir çözüm de bulamadı. Hükümdar ata sahip olmanın verdiği sevinçle hemen atın hazırlanmasını istedi. At hazırlanıp bahçeye çıkartıldı. Halil Amca da olanları odasının camından izlemekteydi. Hükümdarın ata binmeye çalışacağını anladı ve atın hükümdara zarar vermesinden korkarak hemen sarayın bahçesine indi. O anda hükümdar ata binmek için hazırlık yapmaktaydı. Halil Amca hükümdarın yanına giderek atın hükümdara zarar verebileceğini, kendisinin dışında kimseyi yanına yaklaştırmadığını söyledi. Hükümdar ona kızgın olduğu için dinlemedi ve daha çok kızarak oradan uzaklaştırdı. Halil Amca çaresiz bir şekilde odasına çıktı ve camdan olan biteni izlemeye başladı. Hükümdar ata binmeye çalıştı ancak her defasında başarısız oldu. En sonunda tam ata binecekken iyice hırçınlaşan atın tekmesiyle hükümdar yere yığıldı. Hükümdar sert tekmelerin etkisiyle kendinden geçmişti. Yanındaki herkesi bir telaş aldı. Hükümdara yardım etmek istediler ancak nafile. Hırçın at yanına gelen herkesi tekmelemekteydi. 93
Tüm yaşananları odasının camından izleyen Halil Amca hiç vakit kaybetmeden bahçeye indi ve atını sakinleştirdi. Atın sakinleşmesiyle saray görevlileri hükümdara yardım edip hekime götürdüler. Hekimin tedavisi ile kendine gelen hükümdar sağlık durumunu sordu. Hekim, hükümdarın vücudunun çeşitli yerlerinde morarmalar olduğunu ve sağ kolunun kırık olduğunu söyledi. Hükümdar kendi kendine düşündü. Bu zamana kadar cömertlikten ve adaletten hiç ayrılmayan hükümdar, sahibinin rızası olmadan ata sahip olmaya çalıştığı için pişman oldu. Halil Amca’yı yanına çağırttı. Davranışının yanlış olduğunu ve yaptıklarından pişman olduğunu söyledi, Halil Amca’dan özür diledi. Hükümdar, Halil Amca’ya hayatının sonuna kadar sarayda kalabileceğini, bolluk ve zenginlik içinde yaşayabileceğini söyledi. Halil Amca kendisine sunulan teklifin çok güzel olduğunu ancak köyüne dönüp orada yaşamak istediğini ifade etti. Hükümdarın yardımıyla Halil Amca köyüne döndü ve hayatının sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşadı. Betül Karabacak 6/A Sınıfı 94
ARABA TUTKUNLUĞU 1. BÖLÜM Bulutlu bir günde, araba tutkunu olan Leo ve arkadaşları sahilde yürüyorlardı. Geçen gece gördükleri lüks arabanın nasıl güzel olduğunu konuşuyorlardı ki hayallerindeki arabanın egzoz sesini işittiler. ‘Bu gerçekten o arabanın egzoz sesi olabilir miydi, bu kadar yakın olabilirler miydi acaba ona?’ Egzoz sesinin geldiği yere doğru ilerlemeye başladılar. Bir de ne görsünler, araba çöplüğünde eski ve küflü bir araba karşılarında duruyor! Leo’nun arkadaşları hayal kırıklığına uğramıştı ama Leo asla. Gelen sesler Leo için hala bir umut olduğunu gösteriyordu. Leo arabaya daha da yaklaştı. ‘Bu terk edilmiş bir araba ama üzerinde çalışırsam güzel işler çıkacağını söylüyor bu sesler.’’ diye düşündü. Arkadaşlarından ayrılarak arabaya bindi. Kısa devre yaptırarak arabayı çalıştırmaya çalıştı. O da ne! Arabanın motoru çalışıyordu. Hatta farları bile yanıyordu. Birden bu hurdadan bir yarış arabası çıkarabileceğini düşündü. Hemen işe koyulması gerekiyordu. Yarışlara 28 gün kalmıştı, kazanacağından emin değildi ama yine de denemeye değerdi. Jack geldi birden aklına. Son model arabasının ön kaportasına oturarak çektirdiği fiyakalı fotoğraflarını sosyal medya hesabına koymuştu geçen gün. Acaba onun arabasıyla yarışabilecek miydi? Beş dakika sonra daldığı 95
hayallerden korna sesiyle uyanmıştı. Arkadaşları kendi arabalarına binmiş, onu çağırıyorlardı. Onlara gitmelerini söyledi. Arabayı tamirhanesine taşıdı. Gece gündüz demeden çalıştı. Çalışmaları sonucu 3 haftada arabanın iç tamirini bitirdi. Sıra geldi arabanın dışına. Sadece boya ve dış dizayn kalmıştı. Araba yarışlarına çok az kalmıştı. Buna rağmen Leo morelini bozmuyordu. Leo hayal gücünü gösterdi. Ortaya mükemmel bir yarış arabası çıkmıştı. Araba siyah ve mavi renklerindeydi, arabanın ön kısmında ise bir tane kuru kafa figürü vardı ve de Leo arabasının ismini ‘Hız Tosbağası’ koymuştu. Tam bir tasarım harikasıydı. Ama Jack’in arabasını geçebilecek kadar iyi olmuş muydu? Kafasında bu soru dönüp duruyordu, bekleyip görecekti. İki gün sonra yarış vakti geldi çattı. Herkes stresliyken Jack kendine çok güvenen ve böbürlenen tavırlar sergiliyordu. Diğer oyuncular Jack’ı hiç takmıyor aksine Jack’ın bu pişkin halleri onları daha da motive ediyordu. Hiç kimsenin kaybetmeye niyeti yoktu. Yarışçılar piste alındı. Start düdüğü çaldı. Herkesin nefesi kesilmişti. En önde Leo vardı. Sonra Jack öne geçti, Leo onu solladı. Jack kazanamayacağını anlayınca hile yapmaya karar verdi. Sonra Leo’ya çarptı ama çok büyük bir çarpış olmadığı için hakem Jack’i oyundan çıkartmadı. Çarpmanın etkisiyle Leo’nun arabası sarsılmış ve yörüngesinden çıkmıştı. Bunu fırsat bilen rakibi öne geçti, toparlanana kadar da açık ara fark atmıştı. Son 96
saniyelerde yaptığı bu hile ile İlk gün Jack oyunu kazanmış oldu. 2. BÖLÜM 2.Gün. Oyunun kaderi değişecek mi? Bugün, düne göre tribünlerden daha heyecanlı ve coşkulu sesler yükseliyordu. Herkes Leo’yu destekliyordu. Jack hariç, ama bu sefer sadece ilk üç kişi yarışacaktı yani Jack, Leo ve Keven. Hakem start düdüğünü çaldı. Keven görünmüyordu bile. Leo ve Jack baş başa ilerliyorlardı. Bugün Leo Jack’le mesafesini özellikle korudu hatta yaklaşmadı bile. Ve 2. gün Leo yarışı alnının akıyla kazandı. 3. BÖLÜM 3.Gün TV’de canlı yayın olacaktı, kıyasıya bir mücadele seyircileri bekliyordu. Bugün sadece finale kalanlar yani Jack ile Leo yarışacaktı. Leo’nun Hız Tosbağası kazanacak mıydı? Yine start düdüğü çaldı. Kulak tırmalayıcı bir motor sesiyle iki araba da yerinden adeta fırladı. Leo’nun elleri tir tir titriyordu. Leo önde Jack arkadaydı. Atak yaparken Leo’nun arabasına arkadan çarparak Leo’yu pistin dışına fırlattı fakat kameralar Jack’in bu yaptığını yakaladı. Tüm izleyenler tarafından görülmüştü. Jack yarıştan diskalifiye oldu, Leo ise yarışmayı kazanarak büyük ödülün sahibi oldu. Leo için bu ödülün sahibi olabilmek önemliydi ama asıl önemli olan bunu hak 97
ederek yapmaktı. Artık fikirleri bütünüyle değişmişti. Kazandığı ödülle kendisini ve annesinin yaşayacağı güzel bir ev aldı ve kalan parayla da ihtiyaç sahiplerine yardım etti. Çünkü onun arabaya ihtiyacı yoktu, onun “Hız Tosbağası” vardı. Ceylin Oyan 6/A Sınıfı 98
MÜZEDE KORKU DOLU ANLAR Ben Ecrin. Mira, Deniz, İclal ben ve Ece bir müzeye gitmiştik. Tarih hocamız da başımızdaydı ve müzedeki tarihi eserleri anlatıyordu. Yavaş yavaş yürüyorduk, çok sıkılmıştım. Sonra bir kapı gördüm, kapı azıcık aralanmıştı. İçeri girmek istedim. Arkadaşım Mira’yı çektim ve kapıya doğru yürüdüm. Mira Ece’yi, Ece İclal’i, İclal de Deniz’i çekti. Beş arkadaş gruptan ayrılıp sessiz adımlarla kapıya yanaştık. Kapı çok tozluydu ve kapıyı biraz ittiğim zaman gıcırdayarak açıldı. Meraklı adımlarla içeriye girdik. İçerisi çok sessizdi. Az bir yol yürüdük. Karşımıza eski bir mezar çıktı. Mira ve ben çok korkmuştuk. Diğerleri daha çok korkmuştu. Benim gözüme bir mezar taşı ilişti. Üzerini okudum. Korkmuştum, çünkü şöyle yazıyordu: doğum tarihi: 1337, ölüm tarihi: 1437. Tarihlerin altında şöyle bir not vardı: ‘Ölüm ansızın gelebilir, hazırlıklı ol.’ Arkadaşlarımın daha fazla korkmaması için bunu söylemedim. Yukarıda tek bir lamba vardı. Odanın içinde başka da mezar yoktu. Karşıda bir karartı gördüm. Bize yaklaşıyor gibiydi. Bunu Deniz de görmüştü. Ben İclal’i, İclal Ece’yi, Deniz de Mira’yı dürttü. Benim gördüğüm karartıyı artık herkes görmüştü artık. Arkamıza bakmadan kapıya doğru koşmaya başladık. O anda yanımızdan içinde hayaletlerin olduğu gerçek dışı bir tren hızla geçip gitmişti. Hepimiz korkudan büyük bir çığlık attık fakat hayaletlerin 99
korkunç kahkahaları bizim sesimizden daha yüksek çıkmıştı. Kaçarken Ece, ayakkabısının bağcığını iyice bağlamadığı için üstüne basıp yere düştü. Karartı iyice yaklaşmıştı ama arkadaşımızı öylece bırakıp gidemezdik. Geri dönüp onu kaldırmaya çalıştık. Ece yerde öylece kalakalmıştı, korkudan ayağa kalkamıyordu. Karartı yaklaştıkça yaklaştı… Aman Allah’ım bu kocaman bir mumyaydı! Arkasından tuvalet kâğıtlarına benzer şeritler halinde bez parçaları uçuşuyordu. O sırada Ece ayağa kalktı, koştuk, koştuk ve kapıyı pat diye açtık. Kapı açılır açılmaz birilerinin bana seslendiğini duydum. O sesler şunları söylüyordu: ‘ECRİİN! ECRİİN! UYAN ECRİİN!’ Gözlerimi açtığımda karşımda sınıf arkadaşlarımı gördüm. Ne olduğunu anlayamadım. Etrafıma şaşkın gözlerle ve korku içinde bakmaya başladım. Burası az önce gezdiğimiz müzenin konferans salonuydu. Birden kafama dank etti! Müzenin rehberi Mısır’daki mumyaları anlatırken uyuyakalmıştım. Hemen toparlandım. Arkadaşlarım şu an karşıma geçmiş halime gülüyorlardı. Az önce gördüklerimin sadece basit bir rüya olduğunu anladım. Ben de arkadaşlarım gibi gülmeye başladım. Rehber sunumunu bitirmiş ve başka bir departmana geçilmek üzereydi ve arkadaşlarım beni çağırıyorlardı. Hep birlikte konferans salonundan dışarıya çıktık. Gördüğüm maceralı rüyayı arkadaşlarıma da anlattım ve hep beraber gülüp eğlenerek güzel bir gün geçirmeye devam ettik. Ecrin Dağ 6/A Sınıfı 100
TARİHİNDE GÖMÜLÜ HAZİNE Aylardan haziran. Bugün karne günü, sınıfta öğretmenimizi bekliyoruz. Heyecanla geçen birkaç dakika sonrası kapı açıldı ve öğretmenimiz içeriye girdi: - Üzgünüm çocuklar sizi biraz beklettim ama size çok güzel haberlerim var. Yaz tatilinde en çok çalışan sınıf üç gün geziye gidecek. Vee en çalışkan sınıf siz seçildiniz, tebrikler! Sınıf neşe çığlıkları atmaya başladı. Sanırım en çok ben mutluyum. Gezmek ve yeni yerler görmek en sevdiğim şey. - Müdür Bey gidilecek yere sizin karar vermenizi istedi. Hadi oylama yapalım. Öğretmen karnelerimizi dağıtırken sınıf başkanı bize oylama kağıtlarını veriyordu. Ben nereyi mi yazacaktım? Tabi ki İstanbul. Hayallerimi süsleyen şehir orası. - Hadi çocuklar istediğiniz şehri yazın ve kutuya atın. Kâğıdıma “İSTANBUL” yazdım ve katlayıp kutuya attım. Oylama sonucu 5 Antalya, 3 Edirne ve 2 Konya ve 10 İstanbul oyu çıktı. ‘Yaşasın İstanbul’ a gidiyoruz!’ diye bağırdım. Öğretmenimiz ‘Çocuklar üç gün sonra eşyalarınızla birlikte okulda olun.’ dedi. O sırada zil çaldı. Arkadaşlarımla vedalaşıp okuldan ayrıldım. Koşa koşa eve gittim. Anneme : - Anne biz İstanbul’ a gideceğiz. 101
Annem biraz şaşırdı ama durumu anlayınca gülümsemeye başladı. - Bol bol fotoğraf çek olur mu? - Bu izin verdin mi demek? - Takdir getirdiysen, evet? - Takdir getirdim bak. - Tamam, izin verdim. Heyecandan yerimde duramıyorum. Gitmek için sabırsızlanıyorum. İşte iki günüm böle heyecan ve merak içinde geçti. Üçüncü gün çantamı hazırlarken annem geldi: - Saat geç oldu Elif hadi yat. Yarın büyük gün. - Peki. İyi geceler. Sabahın köründe alarmımla uyandım. Kahvaltımı ettim. Annem ve babam beni uğurladılar. Okulun yolunu tuttum. Vardığımda beş arkadaşım ve öğretmenim bahçedelerdi. - Günaydın herkese. - Sana da günaydın Elif. Benden sonra dört kişi daha geldi. - Çocuklar geziye on kişi katılacakmış. Herkes tamamsa otobüse geçelim. Otobüse bindik. Ecrinle yan yana oturdum. 15- 20 dakika sonra otobüs bizi havaalanına getirdi. - İniyoruz. Hadi bakalım herkes adı yazan bileti alsın! Uçağa ilk binişim. Biraz korktum. - Ecrin ben korkuyorum. 102
- Merak etme. Ben daha önce uçağa bindim. Çok keyifli. - Oh! İçim rahatladı. Uçak yavaş yavaş havalandı. Ben tüm yolculukta uyumuşum. Pilotun anonsuyla uyandım: - Sayın yolcular, Hedefimize varmış bulunmaktayız. Lütfen kemerlerinizi kontrol ediniz ve inişe hazır olunuz! - Çocuklar, önce otelimize yerleşip sonra kahvaltı yapacağız. 5 dk. Sonra iniş yaptık. Oradan otobüsle otele gittik. - Bir odada 3 kişi kalacaksınız. 1 saat sonra lobide buluşalım. - Tamam öğretmenim. Ben, kuzenim Hafsa ve en yakın arkadaşım Ecrin’le aynı odada kaldık. Ben: - Kızlar yavaştan yerleşelim. Ecrin: - Bu yatak benim… Hafsa: - Peki peki. Yatağıma yattım, yumuşacıktı. Çantamı yatağın altına yerleştireyim derken bir ses geldi. - Kızlar çantam bir şeye çarptı, dedim. Hafsa: - Neye? Ben: - Bilmem bir ses geldi. 103
Yatağı biraz ittim ve: - Burada bir sandık var. Ecrin: - Hadi içinde ne var bakalım. Sandığı açtım ve: - Bu bir mücevher! dedim. Hafsa: - Yok artık! Bunların burada ne işi var? Bu pırıl pırıl parlayan taş, gerçekten sahici biri mücevher olabilir miydi? Yoksa bizden önceki müşterilerin yanlarına almaya bile gerek duymayıp otel odasına terk ettikleri basit bir imitasyon muydu? Şu an hepimizin kafasında bu sorular dolaşıyordu lakin hiçbirimizin ilkine ihtimal vermediği kayıtsız hallerimizden belliydi. Sandığın kapağını pek de umursamadan kapattık. Hafsa: - Neyse bunları kaldırıp aşağı inelim. Kahvaltı saati gelmiş. Ecrin: - Kızlar bunlardan kimseye bahsetmeyin olur mu? Ben: - Tamam. Aşağı indik. Restorana vardık. Ben: - Burada da yok yok. Hafsa: - Oh, mis! Ecrin: - Herkes istediğini alabilir, afiyet olsun… 104
Yemek yedikten sonra öğretmenimiz: - Herkes yemeğini bitirdiyse Ayasofya Cami’ ye gideceğiz, dedi. Hep bir ağızdan ‘Harika!’ diye cevap verdik. Yola çıktık. Biraz sıkışık bir trafikten sonra geldik. - Çocuklar size kısaca bilgi vereyim: 23 Şubat 532’de yapımına başlandı. 27 Aralık 537’de kilise olarak ibadete açıldı. 916 yıl kilise olarak kalmış ama 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiştir. 482 yıl cami olarak kullanılmıştır. Gerçekten çok harika bir yer. Taşını sıksan tarih akar. Ayasofya’yı iyice gezip Üsküdar’a doğru yola çıktık. Orda boğaz turuna çıkacağız. Geldik ağzım açık kaldı. - İstanbul deniziyle güzel! Bu manzara başka yerde var mı? Kıymetini bilelim. Vapura bindik. Martı sesleri, yüzünüze çarpan yumuşacık meltem, masmavi engin deniz. Öyle güzel bir duyguyu hayatımda bir daha yaşamadım. Rüya gibi. O sıra da öğretmenimiz: - Çocuklar gelin, size simit aldım. Hadi gelin, hem çayla beraber yiyelim hem de martılara atalım. Simitleri martılara atmaya başladık. Çok keyifliydi. O anda ne gördüm biliyor musunuz? - Kız kulesine bakın, orda! Çok güzelmiş! Hiç bu kadar yakından görmemiştim. Yanından geçip gittik. 3 saat kadar olmuştu, acıktım. Vapur bizi Eminönü’nde indirdi. Orda güneş batarken balık ekmek yedik. 105
- Gelin çocuklar! Otobüsümüze binip otelimize geçeceğiz. Otobüse binip otele gittik. Gittiğimiz gibi uyudum. Sabah olup uyandığımda herkes beni bekliyordu. Öğretmenimiz planımızı anlattı: - Bugün sırf Topkapı Sarayı’nı gezeceğiz. Çok mutlu oldum. Topkapı Sarayı’nı gezmeyi hep çok istemiştim. Kısa bir yolculuktan sonra varmıştık. - Vay be! Ne kadar da büyük! Kim inşa etmiş bunu? - İnşasına 1475 yılında Fatih Sultan Mehmed başladı. 1478 yılında tamamlandı. Uzun süre devleti idare etmek amaçlı kullanıldı. Günümüzde müze olarak kullanılıyor. - Haydi, içeri giriyoruz. Topkapı sarayında kutsal emanetleri, arife tahtını, saltanat kapısını, altın yolu gezdik.Tam kaşıkçı elmasını görmeye giderken polisleri gördük. Öğretmenimiz onlarla konuşmaya başladı. Ben kendimi tutamayıp sordum: - Polis amca ne oluyor burada? Polis Amca: - Kaşıkçı elması çalındı. Hırsızları arıyoruz. Ağzım açık kaldı. Sandıktaki o olabilir miydi? Hemen kızların yanına gittim. - Kaşıkçı elması çalınmış! dedim. Ecrin: - Olamaz! Yoksa sandıktaki… Hafsa: - Bende öyle düşündüm. 106
Ben: - Artık öğretmene söylesek mi? Hafsa ve Ecrin ikisi birden korkuyla: - Evet! dediler. Öğretmenimizin yanına gittik. - Ne oldu çocuklar? Biz durumu anlatınca herkes çok şaşırdı. Hemen otele gittik. Meğer hırsızlar otelde kalıyormuş. Suçu üstlenmemek için sandığı başka odaya saklamışlar. Biraz daha geç kalsaymışız hırsızlar elması da alıp otelin çatısından özel bir helikopterle kaçacaklarmış. Polisler bize teşekkür etti. Sonra odamıza geçtik. Günün macerasının omuzlarımızda bıraktığı ağır yükle hemen uyuduk. Ertesi gün Galata Kulesi’ni, Gülhane Parkı’nı ve Süleymaniye Camii’ni gezdik. Sonra uçağa bindik. Allah’tan artık dönme vaktiydi. Yaşadığım olağanüstü şeyleri düşünürken derin bir uykuya daldım. Rüyamda, İstanbul tüm büyüleyici güzelliğiyle düş dünyamı süslüyordu, çağdan çağa atlayarak kâh Romalıları kâh Osmanlıları misafir ettim hayal perdeme. Bundan sonra asla İstanbul’u unutamayacağım bir gezi olmuştu. İçimden bir ses, ama engel olamadığım bir ses şöyle diyordu sürekli: - İSTANBUL, BENİM ŞEHRİM! Elif Nimet Yaşar 6/A Sınıfı 107
PLÜTONDA YAŞAM Uzayda bir sürü gezegen var: Dünya, Mars, Jüpiter ve diğerleri... Bütün bir evreni düşündüğümüzde insan çok küçük bir varlık. Hele karınca o daha da küçük. Gel gelelim karıncaya sorsak da kendi dünyası ona göre koca bir âlem kadar büyüktür. Biz insanlar da böyleyiz. Küçük dertlerimizi büyütebiliyoruz. Birbirimizin dünyasına saygı duymayabiliyoruz. İşte zaman geniş olan bu evreni kendimize dar ediyoruz. Aslında içinde bir yaşam alanı barındıran her ortam bazen bizim için bir gezegen kadar büyük ve ayrıntılı. Mesela evimiz bir gezegen, okulumuz bir gezegen, sokak bir gezegen, oyun parkı bir gezegen… Tüm bu gezegenler birleşip bizim kendi evrenimiz oluyor yani yaşadığımız hayat. Şimdi size bir gezegenden bahsedeceğim. Adı Plüton olsun. Plüton’daki canlılar sıcakkanlı değildir, hep somurtkandırlar. Hep başkalarına kötü davranırlar. Sadece aralarından biri farklıdır. O da Harry. Harry her zaman herkese iyi davranır ve Plütonluların olumsuz davranışlarını umursamaz. Kendi hayatına devam eder. Sonra yıllar geçer ve somurtkan mutsuzlar, Harry’yi yok etmek için plan yapar ve Harry’yi başka bir gezegene ışınlarlar. Tam o ‘iyi kalpli şeytandan’ kurtulduk derken başka bir gezegenden tıpkı Harry gibi iyi kalpli, yardımsever birisi gelir ve gezegene yerleşir. Artık 108
Plütonlular buna dayanamaz ve onu göndermek için her şeyi denerler. Ama onu kimse gönderemez. Bazıları pes etmeye karar verir. Bazıları hiç pes etmemeye kararlıdır çünkü onlar onun bir gün yenileceğini düşünürler. Ama bu mücadelede kazanan taraf Harry olmuştur. Yılmadan, yorulmadan iyiliğin güzelliğini herkese aşılamış, kendisine kötülük yapanlara bile inatla ve ısrarla iyilik yapmaya devam etmiş ve hayatında hep mutlu olmuştur. Tabi ki işin sonunda iyiliğin gücü kazanmıştır. Onu gören diğerleri mutluluğun altın anahtarlarından birinin ‘iyi bir insan olmak’ olduğunun farkına varırlar. Gezegendeki birkaç laftan anlamaz hariç herkes pes eder ve her zaman iyi kalpli, sevecen olmaya söz verirler. Artık bu insanların kalplerinde dağılan kara bulutlar, yerini aydınlığa ve esenliğe bırakır ve Plüton’da yaşam eskisinden çok daha iyi olur. Siz de kendi gezegenlerinizi düzeltebilirsiniz ama önce kendinizden başlayın. Çünkü en büyük âlem insanın kendisidir ve o düzelirse kâinat düzelir. Fatma Bahar Çavuşoğlu 6/A Sınıfı 109
KOKUŞMUŞ BİR OLAY 1. BÖLÜM Merhaba ben Dedektif Hasan, çok dikkatli ve zeki olduğumu söylerler. Elimden ne uçan kurtulur ne de kaçan. Bir de benim gibi dedektif arkadaşlarımdan oluşturduğum bir ekibim var: Ege ve Bedo (Bedirhan). Kendi aramızda lakaplarımızla sesleniriz birbirimize. Bana ‘keskin nişancı’ (Çok dikkatliyimdir.), Ege’ye ‘pusucu’ (Ondan iyi saklanan yoktur.), Bedo’ya da (Bedirhan) ‘araştırmacı’ (Araştırmada efsane!) derler. Grubumuzun adı ‘Efsane Dedektifler’. Evet, bizi tanıdınız, şimdi sizinle bir dedektiflik anımı paylaşmak istiyorum. Günlerden bir gün, yoğun bir mesainin ardından hepimiz masamızdaki dosyalara gömülmüş, dünya ile ilişiğimizi kesmiş bir vaziyette çalışırken, ofisteki telefon gizemli bir şekilde çalmaya başladı. Anlaşılan yeni bir iş bizi arıyordu, telefonu açtık. Arayan Bayan Ece’ydi. Evinde bir sorun olduğunu söylüyor ve çözmemiz için bizi evine çağırıyordu. Biz de gittik ve onu dinlemeye başladık. Geceleri sürekli burnuna çok kötü kokular geldiğini ve bu yüzden uyuyamadığını söyledi. Bir gün kokunun kaynağını bulmak için camdan dışarı baktığında uzun boylu bir adam gördüğünü de ekledi. Kokunun neye benzediğini sorduğumuzda nükleer atıklardan çıkan gaz sızıntılarına benzediğini söyledi. 110
Sizce nükleer koku salan grup hangi grup? A) Kokuşmuşlar B) Nükleerciler C) Patlamışlar D) Ölüm Bayan Ece’yi dinledikten sonra onu sakinleştirip konuyla ilgileneceğimizi söyledik ve evden ayrıldık. Kokularla ilgili grupları araştırmaya başladık. Anarşistleri, terör gruplarını ve organize suçlar çetelerini gözden geçirdik. Nükleer santraller ve sızıntılar ile ilgili bilgileri araştırdık. Bedo hapisten yeni çıkmış üç şüpheli grup buldu ama birini gözünden kaçırmıştı, onu da ben söyledim. Toplamda araştırılacak dört grup oldu. Bu grupların adları Kokuşmuşlar, Nükleerciler, Patlamışlar ve Ölüm’dü. Bir gece hep beraber olay yerine gittik, saklandık beklemeye başladık. Derken hırsızlar geldi. Pusucu Ege pusuya yattı, onları dinliyordu; planını anlamaya çalışıyordu. Keskin Nişancı ben, uygun bir yerde mevzi almış her ihtimale karşı tetikte bekliyordum. Araştırmacı Bedo ise sokağın çeşitli yerlerine yerleştirdiği gizli kameraları ve dinleme cihazlarını bir dolmuşun içinde dinlemekle meşguldü. Derken kapının önüne üç değişik adam geldi. Bunlar evin etrafını gezdiler. Plan yapar gibi 111
birbirleriyle konuştular. Çeşitli hesaplar peşinde oldukları her hallerinden belliydi. Sonra arabalarından çıkardıkları bir tüpün içinden evin penceresine doğru bir koku salıp 10 dakika kadar beklediler. Evin ışıkları yanınca hemen arabalarına binip hızla oradan uzaklaştılar. Evin penceresine Ece Hanım çıkmıştı. Ben hemen fener yakıp her şey yolunda işareti yaptım. Biz de arkadaşlarla toparlandık ve sabah konuşmak üzere oradan ayrıldık. 2. BÖLÜM (Sabah olur.) Bedo, olay yerindeki bulgularıyla daha önce topladığı bir sürü bilgiyi birleştirmiş ve bir sonuca varmıştı. Bu grup Ölüm gurubuymuş.(D şıkkını seçenler bildi.) Zayıf, uzun olan en sakinleriymiş, şişman olan en açları ve oburları, kaslı olan da patronlarıymış. Bedo bunları söyledikten sonra daha önceki vukuatlarından da bahsetti. Şimdiye kadar üç eve nükleer gaz salıp toplamda dört kişinin ölümüne sebep olmuşlar ve bir ev soymuşlar. Bu yüzden 20 yıl hapis yatmışlar. Bunları duyan Ege çok sinirlendi ve: - Ama yine de akıllanmamışlar ki aynı şeyi tekrar yapmak üzereler, diye sinirle söylendi. - Bu işlere küçükken babaları zorlamış onları. Başka bir şekilde yaşamayı bilmiyorlar. Hayatta kalmak için tek bildikleri yöntem bu. Eğer daha farklı bir çocukluk geçirmiş olsalardı şimdi çok farklı yerlerde olabilirlerdi. 112
İnsan hayatında anne- baba faktörü çok önemli, diye cevap verdi Bedo ve ölüm grubunu tanıtmaya devan ederek konuşmasını sürdürdü: Uzun olan=32, şişman olan=34, kaslı olan=29… buna benzer bir sürü ayrıntıdan bahsetti artık karşımızdakini tanıyorduk ve bu işimizi daha kolaylaştıracaktı. Şimdi iş onları yakalamak için plan kurmaya gelmişti. palanımız şöyleydi: Ege ve ben, Bayan Ece’nin bahçe kapısının arkasına saklanıp tuzak kuracağız, Bedo hırsızların kendisini kovalaması için hırsızlara bulaşacak ve onları peşinden sürükleyip bizim tuzağımıza düşürecek. Hırsızlar Bedo’yu kovalarken ipe takılıp düşecekler ve biz de Ege ile hemen onları gafil avlayıp halatla bağlayıp polise teslim edeceğiz. Gece oldu, plana çok iyi hazırlanmıştık. Herkes kendine verilen görevi yerine getirmek için plandaki yerini almıştı. Derken kötü adamlar geldi Bedo ortaya çıkıp onlara sataştı. Hırsızlar yemi yutmuştu. Bedo’yu kovalamaya başladılar. Plan tıkır tıkır işliyordu. Hiç beklemedikleri bir anda tuzağa düştüler. Evet plan işe yaradı. Hemen hırsızları sıkıca bağlayıp polise teslim ettik. Bayan Ece bize çok teşekkür etti. Arkadaşlarımla vazifemizi başarıyla tamamlamanın ve insanlara yardım etmenin verdiği mutluluk hissini yaşıyorduk. Bu görev de burada bitti, inşallah bir dahaki görevde beraberiz. Hasan Yavuz 6/A Sınıfı 113
KAYBOLAN ROBOT Güneşli güzel bir günde her çocuk gibi Cansu da çok mutlu bir şekilde oyuncak almak üzere ailesi ile birlikte bir oyuncak mağazasına girdi. Orada diğer bebeklerden farklı tasarlanmış aslında bir robota benzeyen bir bebek çok ilgisini çekti ve onu almaya karar verdi. Bir anda onunla arasında duygusal bir bağ oluşmuştu nedense. Yeni aldığı bebeğini eve getirip onunla bahçede biraz oynadıktan sonra odasına çıkardı ve diğer oyuncaklarının yanına özenle yerleştirdi. O günden sonra ailedeki herkeste bir değişiklik görülmeye başladı. Dedesinin okuduğu gazetelerin resimleri kesiliyor, babasının kitaplığı karıştırılıyor, annesinin elbiselerinden bazıları yırtılmış oluyor ama bütün bunları kimin yaptığı bir türlü ortaya çıkarılamıyordu. Cansu’ nun eşyalarında herhangi bir değişiklik olmamıştı şimdiye kadar. Bir akşam Cansu su içmek için mutfağa giderken bir ses duydu. Sesin geldiği tarafa sessizce yürüdü ve yeni aldığı bebeğin diğer oyuncaklarla konuşmaya çalıştığını görünce birden çok şaşırdı ve hemen korkudan dolabının arkasına saklandı. Bir süre dolabın arkasında durduktan sonra dolabın arkasından çıktı ve yavaşça bebeğin yanına gidip onu incelemeye başladı. Cansu’ nun bu şaşkınlığına karşılık oyuncağı ondan hiç korkmadı hatta onu görünce kocaman gülümsedi. Bu değişik oyuncak acaba pille çalışan konuşan bir bebek mi diye düşündü. Eline alıp pil nereye 114
takılı diye bakacaktı ki küçük oyuncaktan şöyle bir ses geldi: - Hey, n’apıyorsun? Sen de kimsin? Cansu : - Ben seni oyuncakçıdan satın alan çocuğum senin sahibinim. Asıl sen kimsin, nesin böyle? Nasıl bu hale geldin? dedi. Minik oyuncak: - Aslında ben bir robotum. Beni Doktor Havva yaptı. Nasıl buraya geldiğimi soruyorsan anlatayım. Beni yapan Doktor Havva’nın şirketi battığı için beni oyuncak mağazasına tıpkı bir oyuncak gibi satmak zorunda kaldı sen de beni oradan satın aldın. Bu eve geldiğim günden beri çok sıkılıyorum. Annenin gardırobuna bir göz attım, çok zevksiz! Baban seyehat kitapları okuyup durmak yerine seyahat etmeli, dedi. Cansu: - Demek o yaramazlıkları yapan sendin, diyerek gülümsedi. Bu arada benim adım Cansu. Minik oyuncak: - Benimki de Tasarlayıcı Y 16. Ama Doktor Havva ‘Fırça’ diye çağırmayı severdi. Web sitelere yerleştirilecek olan görselleri tasarlamak ve düzenlemek üzere dizayn edildim. Gördüğüm herhangi bir olayı hızlı bir şekilde resme dönüştürebilirim. Bu yüzden algı bilişsel gücüm diğer robotlardan daha farklı. Ama henüz tam olarak işlevsel değilim, şu an yarım kalmış bir tasarımım. Beni 115
bitirmesine çok az kalmıştı. Sadece sağ kolum ile beynim arasında veri akışını sağlayan sensörlerin takılması kalmıştı. Doktor Havva beni bir yarışma için tasarlıyordu. Fakat laboratuvarda bir patlama oldu ve çoğu şey mahvoldu. Bir süre sonra doktor, parası olmadığı için beni bir oyuncak olarak satmak zorunda kaldı. Onun nerede olduğunu biliyor musun? Cansu: - Bilmiyorum ama merak etme! Doktor Havva'yı bulacağız, ona yardım edeceğim ve o yarışmayı birlikte kazanacağız. Ertesi sabah, erkenden okula gitme bahanesiyle Fırça’ yı da çantama koyarak evden çıktım. Acaba nereden aramaya başlayacaktık? İlk olarak Doktor Havva'nın eski şirketinin olduğu yere gittik. Geride sadece bir hurda çöplüğü kalmıştı. Hemen doktor hanımdan bir iz aramaya başladık. Bir müddet aradıktan sonra umut kalmamış gibiydi. Birde ne görelim Doktor Havva da oradaydı. Bir sürü metal yığınının arkasında işe yarar şeyleri toplamaya ve bir kutuya koymaya çalışıyordu. Fırça onu tanıyarak Doktor Havva’ya sarıldı. Sonunda birbirlerini bulmuşlardı. Cansu da Doktor Havva ile tanıştı. Doktor Havva: - Cansu sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Fırça benim en özel tasarımımdı. Artık çocuğum gibi olmuştu lakin işler kötü gitti ve onu satmak zorunda kalmıştım. 116
Cansu: - Rica ederim doktor hanım. Her şeyi biliyorum. Buraya yarışmaya katılmanıza yardım etmek için getirdim onu. Doktor Havva çok mutlu oldu ve Cansu'ya tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra yeni atölyesinin adresini verdi. Yarın atölyede buluşmayı kararlaştırdılar. Cansu eve gittiğinde karşısında annesini üzgün bir şekilde gördü. Okuldan eve devamsızlık haberi gelmişti çoktan. Akşam yemeğinde neler olduğunu bir bir ailesine anlattı ve onlardan yarışmaya katılmak için yardım istedi. Ailesi biraz düşündükten sonra yardım etmeye karar verdi. Babası Mısır’a gitmek için ayırdığı parayı Cansu’ya verdi. Ertesi gün, Doktor Havva’nın atölyesine gitti. Cansu’yu Fırça karşılamıştı ve sağ kolundaki tasarım eksikliğinin giderilmesi için gereken çipin takıldığını haber verdi. Şimdi sırada başvuru yapmak vardı. Başvuruyu yaptıktan sonra yarışmaya katılmak için engel kalmayacaktı. Bir hafta sonra yarışma için Almanya'ya gitmeleri gerekiyordu. Fakat bunun için yeteri kadar paraları yoktu. Fırça bunları anlatınca Cansu sevinçle: - Babam bize yardım edecek, onlarla konuştum, dedi. İkisi de sevinç çığlıkları atarak havaya zıpladılar. Onları duyan doktor, yanlarına geldi ve güzel haberi alınca o da çılgınca onlara katıldı. 117
Günler çabucak gelip geçti ve yarışma günü gelip çattı. Doktor Havva, Cansu'yu evinden aldı ve beraber havaalanına gittiler. Uçağa binip Almanya’ya, yarışmanın olduğu yere geldiler. Yarışma esnasında heyecan doruktaydı. Bütün katılımcılar çok iddialıydı ve çok iyi hazırlanmışlardı. Sonuçlar açıklanacağı sırada nefesler tutuldu. Jüri Doktor Havva’nın tasarımını çok beğenmişti. Sunucu ‘Kazanan, özel olarak geliştirdiği Tasarlayıcı Y 16 ile Doktor Havva’ diye 1. Gelen tasarımı ilan ettiğinde salonda bir alkış koptu. Herkes doktor hanımı ve sponsor olarak orada bulunan Cansu’yu tebrik etti. Artık Doktor Havva ünlü bilim adamlarından biri olmuştu. Cansu ile orada vedalaşarak ayrıldılar fakat hiç bitmeyecek dostlukları yeni başlıyordu. Havva Büşra Akdoğan 6/A Sınıfı 118
FARKLILIKLAR ve ARKADAŞLIK On iki yaşında Mehmet adında bir çocuk vardı. Biraz zayıf olduğu için herkes onunla ‘sıska’ dalga geçiyordu. Hayatında en nefret ettiği kelimeydi bu. Artık insanlara görünmemek için okul haricinde evden çıkmıyordu neredeyse. Okuldaki arkadaşları onun zayıflığıyla sürekli dalga geçiyorlardı. ‘Sıskaa sıskaa, az ye de rüzgarda uçmaa’ diye tekerleme söylemişlerdi bir keresinde okul bahçesinde ve çok utanmıştı. O günden beri onlarla sadece gerektiği zaman konuşuyordu, hiç birisiyle samimiyeti yoktu. Dönem sonu yaklaşmıştı, okulun bitmesine bir hafta kala geceleri hiç uyuyamadı çünkü karne günü tüm veliler gelecek ve bir tören yapılacaktı. Sanki herkes onu sıskalığından dolayı orada eleştirecek ve alay edecek diye düşünüyordu. Sürekli kâbuslar görüyordu. Takvimler 20 Haziranı göstermişti. Artık okulun son günüydü. Okula giderken ‘Herkes bana bakıyor.’ hissinden kurtulamamıştı. Okul bahçesinde gördüğü kalabalık onu temelli ürkütmüştü. Herkes gibi o da sıraya geçti. Adı okununca sınıf öğretmeninin yanına gitti ve karnesini alıp, teşekkür etti. Tam sınıfının yanına doğru gelirken en ön sıradaki şımarık bir çocuğun ağız hareketleriyle ona sessizce sıska dediğini gördü. Belki kimse duymamıştı ama bu şımarıkça hareket yine de canını yakmıştı Mehmet’in. 119
Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. ‘Yazın çok yemek yiyip kilo alacağım görürsün sen.’ diye aklından geçirdi. Üzgün bir şekilde evine doğru giderken yolda bir çocuk gördü. Çocuk resmen Mehmet’in altı kadar kiloluydu. Çocuğun yanına gitti, çocuk ağlıyordu. Çocuğa: - Niye ağlıyorsun? dedi. Çocuk bir şey söylemedi. Mehmet: - Sen kaç yaşındasın? dedi. Çocuk: - 12 dedi. Mehmet: - Ben de 12 yaşındayım, dedi. Çocuk: - Sen niye bu kadar zayıfsın? dedi. Mehmet: - Sen de diğer çocuklar gibisin, dedi ve oradan hızla uzaklaştı. Eve gider gitmez hemen mutfağa girdi, niyeti evde ne varsa silip süpürmekti. Tam kocaman bir lokma alırken annesi geldi ve: - Ne yapıyorsun oğlum? dedi. 120
Mehmet: - Kilo almam lazım anne! Arık insanların benimle sıska diye dalga geçmelerinden bıktım! dedi. Annesi : - Büyüyünce alırsın yavrum, kilo meselesini çok kafana takmamalısın. Şu an gelişim çağındasın, insan bu çağlarda sağlıklı olmak için yemek yemeli. Kilo almak için yemek yenmez oğlum. Ayrıca çok zayıf veya şişman olman bir şeyi değiştirmez. Biz seni her halinle çok seviyoruz. - Ama anne arkadaşlarım sürekli benimle dalga geçiyor. Çok üzülüyorum! - Arkadaşların da senin gibi bir çocuk ve hata yapabilirler. İnsanların senin dış görünüşün hakkındaki düşünceleri seni çok etkilemesin. Birbirine gerçekten değer veren insanlar dış görünüşe çok da önem vermez. Gerçek arkadaşlar birbirini olduğu gibi kabul eder. Bir kişi yüzünden insanlarla arana duvar örme. Muhakkak etrafında seninle arkadaşlık yapacak çok iyi çocuklar da vardır. - Tamam anne. - Gel şimdi kilonu ölçelim, bakalım kaç kilo olmuşsun? Annesi ile beraber tartının yanına gittiler, kilosunu ölçtüler ve tartı 26’yı gösterdi. Annesi : 121
- Bak gördün mü 6. sınıfta okuyan bir çocuğa göre hiç de zayıf sayılmazsın. Başını okşayarak kafana taktığın şeye bak. Gel seninle markete gidelim. Mehmet: - Olmaz. Orada çocuklar vardır. Benimle dalga geçebilirler. Annesi: - Böyle düşünme güzel oğlum, dışardaki çocuklar senin gibi sevimli bir çocuğu görünce sevinir ve seninle arkadaş olmak isterler. Hem bir sürü paketi taşımak için bana yardım etmeyecek misin? Annesiyle markete gitti. Alışveriş yaparken yine o çocukla karşılaştı. Çocuk yanına geldi: - Yine karşılaştık, sana az önce ‘Niye bu kadar zayıfsın?’ diye sorduğumda yanlış anladın. Seni üzmek istememiştim. Mehmet: - Biliyorum, aşırı tepki verdiğimin farkındayım. Kilomu çok kafama takıyordum ama artık zayıf olmak beni o kadar da üzen bir şey değil. İnsanların dış görünüşünden çok karakterleriyle ilgileniyorum. Senin adın ne? - Benim adım da Mustafa. Memnun oldum. İnsanlar benim de kilolarımın çokluğuyla dalga geçiyorlar. Ama hiç takılmıyorum ve beni çok seven bir sürü de arkadaşım var. Kötü kalpli insanların söylediklerine kulak asmıyorum. Bence sen de öyle yapmalısın. 122
- Nerede oturuyorsun? - Tunalar’da. Annesi: - Mehmet burada mısın oğlum? Ben de seni arıyordum. Yanındaki arkadaşın kim? - Mustafa anne. Yeni tanıştık. O da biz gibi Tunalar’ da oturuyormuş. Annesi: - Biz de tam eve dönecektik, gel seni de eve bırakalım istersen, dedi. Çocuk: - Olmaz, bilmediğim kişilerin arabasına binemem. Yine de teşekkür ederim. Mehmet’in Annesi: - Ben senin anneni tanıyorum. Belma öğretmenin oğlu değil misin sen? - Evet. O sırada Mustafa’nın annesi arkadan çıkageldi. Mehmet’in annesi ile konuşmaya başladılar ve beraber koyu bir sohbete daldılar. Eve birlikte dönmeye karar verdiler. Çocuklar arabanın arkasına, anneler de öne oturdular ve yola koyuldular. Mehmet: - Mustafa, sen kaç kilosun? Mustafa: - 82 dedi. Mehmet şaşırdı ama çaktırmadı. - Mustafa biz senle iyi arkadaş oluruz, dedi. 123
Mustafa: - Neden?’ diye sordu. Mehmet: - Elle tutulur bir nedeni yok zaten insanların arkadaş olabilmeleri için bir nedene de ihtiyaçları yok, dedi. Arabadan inerlerken ‘Görüşürüz!’ dediler ve bu kelime ile yeni başlayan bir arkadaşlığın temelleri atılmış oldu. (2 ay sonra) Mehmet: - Anne ben Mustafalara gidiyorum! Annesi: - Tamam, geç kalma! Artık Mehmet ve Mustafa çok iyi iki arkadaş olmuşlar ve beraber çok güzel oyunlar oynuyorlardı. İkisinin de dış görünüşü birbirinden oldukça farklıydı ama bu arkadaşlıklarına engel değildi. Aksine bu farklılık onların dostluğunu zenginleştiriyordu. Size küçük bir sır da verelim. Şu an Mustafa, 59; Mehmet ise 38 kilo. Nasıl mı? Bu iki iyi kalpli küçük insan, el ele verip birbirine destek oldu ve yaptıkları diyetlerde başarılı oldular. Tabi ki en büyük başarıları dostluklarıydı. İsmail Hakkı Erkan 6/A Sınıfı 124
DÜNYALAR ARASI YARIŞ ZAMANI! Gün, her zamanki gibi sıradanlığıyla başlamıştı. Hasan etrafta uçar, etrafı gezer ve elmasa benzettiği taşları toplamayı seven bir çocuktu. En yakın arkadaşı Görkem aynı zamanda en güçlü rakibiydi. İkisi beraber koşu yarışı yapmayı çok severlerdi. O gün birlikte kır gezisine çıktılar. Hasan yine ilginç bulduğu taşların peşinden gidiyordu. Gözüne güneş gibi pırıl pırıl parlayan bir taş erişti. Görkem’e gösterdi. Görkem ‘Sadece parlıyor, bu da diğerleri gibi önemsiz bir taş işte.’ dedi ve taşı gökyüzüne doğru fırlattı. Görkem’in fırlatmasıyla havaya yükselen taş, birden kıvılcımlar çıkardı ve havada portala benzer bir delik açtı. Hasan deliğe doğru ilerlemeye başladı. Görkem de yanına gitti. ‘Bu solucan deliğine benzer bir delik, acaba nereye açılıyor? İster misin içinde bir yarış yapalım seninle?’ dedi Görkem Hasan’a. Hasan gülümseyerek kabul etti. Buldukları elmas taşı da aldılar ve deliğin içine açılan yolda hızla koşmaya başladılar. Aynı Dünya’ ya benzer bir yere gittiler. Ama her şey farklıydı. Her yer siyah beyazdı. Hasan hızlı koşan birini gördü ama çok hızlı koşuyordu. Yanına gitmeye çalıştı ama yetişemedi. Sonra durdu ve ‘Yavaşlar mısın?’ diye bağırdı arkasından. Adam yavaşlayınca yanına gitti. Arkalarında Görkem’in de bir kaplanla tanıştığını gördü. Savaştılar, hızlı koşan ile Görkem, Hasan ile kaplan savaştı. Bu kıyasıya bir mücadeleydi. Hasan kaplanı yendi. Görkem hızlı koşanın elinde elması gördü. (Hasan dövüş sırasında ona vermişti.) Elinden çekip aldı. Hasan taşı Görkem’den 125
almak istedi ancak Görkem yarışı kaybetmek istemediği için taş ile havaya bir portal daha açıp kaçtı. Hasan yarışta birinciliği alabilmek için peşinden portalın içine girdi. İkisi de yeni bir dünyaya gelmişlerdi. Burası tropik bir ormana benziyordu. Her yer yemyeşil bitkilerle kaplıydı. Orada birini gördü. Bu kişi çok yükseğe zıplayan biriydi. Ona gitti ve ismini sordu. O da benim ismim Zıpzıp Kanguru dedi. Kanguru ile konuşup arkadaş olmaya çalışırken karşılarına, yanında bir timsah ile Görkem çıkıverdi. Görkem’in heybesindeki elmas taşı gören timsah, ağzıyla taşı kapıp kaçtı. Hasan hızla atılarak timsahın ağzından taşı aldı ve havaya bir portal açıp kanguruya veda ederek koştu. Bu sefer daha mücadele başlamadan Hasan öne geçmişti. Görkem, yukarıya doğru tüm gücüyle sıçradı ve Hasan’ın arkasından havadaki portala girip gitti. Yeni geldikleri bu dünya suyun altında kurulmuş bir gezegendi. Hasan bir tüp gördü. Burada dalış malzemeleri ve oksijen tüpü vardı. O malzemeleri giydi ve suyun altına girdi. Bir kişi hariç bütün herkesin solungacı vardı. O solungacı olmayan kişinin yanına gitti. Ona ismini sordu. O isminin Ahmet olduğunu söyledi. Solungaçları olmadan nasıl su altında yaşayabildiğini sorduğunda Ahmet, sağ bileğindeki kırmızı bir yakutu gösterdi ve bu taş bana güç veriyor dedi. Derken Görkem ve yanında bir köpekbalığının onlara doğru geldiğini gördüler. Her iki taraf da mücadeleye hazırdı. Çünkü Ahmet de köpekbalığıyla sürekli yüzme yarışı yapardı. Önceden antrenmanlıydı. Köpekbalığı çok iyi yüzüyordu, üzerindeki 126
Görkem’i adeta suyun altında uçuruyordu. Dolayısıyla bu yarışı Görkem kazandı. Taş ona geçmişti. Görkem uçup havaya portal açtı ve başka bir dünyaya doğru yol aldı. Hasan da arkasından uçup portala girdi ve onu takip etti. Geldikleri yeni dünyada teknoloji çok gelişmişti. Her yerde bina, iş yeri, dolambaçlar ( lâbirentler ) vardı. Orada bir binayı yıkmaya çalışan birini gördü Görkem. Yanına gitti ve adını sordu. İsminin Mehmet olduğunu söyledi. Mehmet sonunda binayı yıkmıştı. Karşılarında Hasan’ı gördüler, yanında elleriyle ateş çıkaran bir kişi de vardı. Kıyafetinin üzerinde ismi yazıyordu. İsmi Alev’di. Alev ateşler çıkarak Mehmet’e doğru saldırdı. Meğer Mehmet de ellerinden hızla betona dönüşebilen bir karışım fışkırtabiliyordu. Onun ateşini daha havada iken söndürdü ve Alev’i olduğu yerde betonla kapladı. Taş bir heykel gibi kalmıştı. Böylece yarışı yine Görkem kazanmış oldu, taş yine onda kalmıştı. Görkem havaya sıçrayarak bir portal açtı ve içinde ilerledi. Hasan da onu takip etti. Bu sefer kendi dünyalarına dönmüşlerdi. Yarışı Görkem kazanmıştı. Hasan Görkem’in yanına gitti. Görkem’i yarışı kazandığı için centilmence tebrik etti. Elindeki elmas taşı aldı. ‘Bu taş bize çok güzel bir macera yaşattı ama kötü niyetli insanların eline geçerse dünyada çok kötü şeyler olabilir.’ Dedi ve taşı denize doğru fırlattı. Taş zayıf bir kıvılcım çıkartarak denizin dibine doğru ilerledi. İki arkadaş da sıradan hayatlarına kaldığı yerden devam etti. Mehmet Çakır 6/A Sınıfı 127
DEDEKTİF SELMA ‘KİTAP HIRSIZI’ Selma on yaşında, siyah ve kıvırcık saçlı bir kızdı. Selma büyüyünce ünlü bir dedektif olmak istiyordu. Bir gün okula geldi, eşyalarını sırasına koydu. Bir de ne görsün! Kütüphanenin önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. ‘Ne oldu acaba?’ derken arkadaşı Ahmet’i gördü. Ve hemen sordu: - Ahmet ne oldu? Niye herkes oraya toplandı? dedi. Ahmet: - Kütüphaneden birkaç kitap çalınmış galiba, dedi. Bu olay Selma’da büyük bir merak duygusu oluşturdu. Kalabalığın önündeki Türkçe öğretmeninin yanına gitti. - Neler oldu öğretmenim? dedi. Ayşe öğretmen: - Dün gece bir hırsız okul kütüphanesinden kitap çalmış. Selma: - Peki, kaç kitap çalınmış öğretmenim? Ayşe öğretmen: - Yedi tane kitap çalınmış. Selma’nın aklına bir fikir geldi. Hemen öğretmenine söyledi: - Öğretmenim kamera kayıtların baksak, belki 128
hırsız hakkında bir fikir sahibi olabiliriz, dedi. Ayşe öğretmen: - İyi fikir Selma! Hadi gidip bakalım, dedi. Kamera kayıtlarında kısa boylu siyah giyimli bir çocuk vardı. Ama kim olduğu belli olmuyordu. Kendini çok iyi gizlemişti. Kameraların yerini ve kör noktaları çok iyi biliyor olmalıydı. Selma hemen öğretmenine: - Öğretmenim hırsız buraya önceden gelmiş ve binanın içini iyice öğrenmiş olmalı yoksa yüzünü bu kadar iyi gizlemezdi, dedi. - İyi tespit! dedi Ayşe öğretmen. Ders zili çalmıştı. Artık herkes dersliklere dağılmıştı. Bu konu bütün gün Selma’nın aklını kurcaladı. Ertesi gün yine beş kitap daha çalınmıştı. Selma bu işin peşini bırakmamaya karar verdi. İlk olarak dün kütüphaneye gidenleri tespit etti. Önce 6/B gitmişti. 6/B’nin sınıf başkanı olan Merve’ye ‘Orada dikkatini çeken bir kişi var mıydı?’ sordu: Merve: - Hayır, herkes her zamanki haliyle takılıyordu. Selma: - Teşekkürler, dedi ve gitti. Aklına çok önemli bir şey gelmişti. Onlar da kütüphaneye inmişlerdi o gün, kimseden şüphelenmemişti. Okulun bir kuralı vardı. Kütüphaneden en son çıkan sınıfın kütüphaneyi kilitlemesi gerekiyordu. En son onların sınıfı kütüphaneden çıktığına göre kapıyı 129
onlardan biri kilitlemiş olmalıydı dün. Kütüphane görevlisi Leyla’nın yanına gitti ve sordu: - Dün kütüphaneyi en sen mi kilitledin? Leyla: - Evet. Selma: - Kütüphane anahtarını ne yaptın? Leyla: - Ahmet’e verdim. Hırkasını unutmuş da. Selma hemen Ahmet’in yanına gitti ve şöyle bir soru sordu: - Kütüphanenin anahtarını ne yaptın Ahmet? Ahmet: - Hırkamı aldıktan sonra Ayşe öğretmenimize teslim ettim, dedi. Bunun üzerine Selma - küçük ama akıllı dedektifimiz- iz sürmeye devam etti ve Ayşe öğretmenin yanına gitti: - Öğretmenim, Ahmet size dün kütüphanenin anahtarını verdi mi? Ayşe öğretmen: - Hayır. Neden sordun? Selma: - O zaman neden size verdiğini söyledi bana? Ayşe öğretmen: - Bilmiyorum ama burnuma kötü kokular geliyor. 130
Selma: - Merak etmeyin ben bu işin peşindeyim, dedi ve derse gitti. Selma’nın, okul çıkışı Ahmet’i takip etti. Ahmet herkes gibi okuldan çıkar çıkmaz evinin yolunu tuttu. Selma sokakta bir yere gizlenip biraz bekledi. Ama ses seda yoktu Ahmet’ten. Tam sıkılıp kendi evine doğru gidiyordu ki Ahmet’in evden çıktığını gördü. Gizlice peşinden gitti. Okula doğru gidiyordu. Kütüphane binasının önüne geldi. Önce etrafı kolaçan etti. Tam kapısını açarken Selma saklandığı yerden çıktı ve bağırdı: - Ahmet, dur! Yapma! Ahmet sesi duyar duymaz panikleyip koşmaya başladı. Selma bu kadar ilerlemişken olayın peşini bırakmaya hiç niyeti yoktu. Bu yüzden o da koşmaya başladı. Ahmet, o kadar hızlı koşuyordu ki yakalayamadı. Ertesi gün tahmin ettiği gibi Ahmet okula gelmemişti. Selma, Ayşe öğretmene olup biteni anlattı. Çıkışta beraber Ahmet’in evine gittiler. Ahmet ikisini de karşısında görünce ağlamaya başladı ve bütün her şeyi anlattı. Ahmet: - Biliyorsun öğretmenim, durumumuz pek de iyi değil. Borçlarımız da çok. Yakında evimize haciz gelecekti. Kütüphaneden birkaç kitap alıp satmayı düşünmüştüm. Birkaç kitabın bir önemi olmayacağını, çalındığını da 131
kimsenin anlayacağını düşünmüştüm. Özür dilerim. Cezam neyse çekmeye hazırım. Ayşe öğretmen: - Merak etme oğlum, bu seferlik ceza almayacaksın ancak bir daha böyle bir şey yapma. Çünkü hepimizin hayatında sıkıntılı zamanlar olabilir ama çözümü bu şekilde suç işlemekte aramak sorunu çözmez aksine bizi daha kötü bir duruma sokar. Bunun yerine daha düzgün yollar seçebiliriz. Mesela en yakınlarımızdan yardım istemek gibi, dedi. Bu konuşmadan sonra evden ayrıldılar. Ayşe öğretmen ve Selma okul aile birliğinden de destek alarak Ahmet ve ailesine yardım etti. Onun için sponsor buldular, sosyal yardımlaşmadan destek aldılar. Okulda Ahmet için para toplandı. El birliğiyle bu maddi sıkıntıları bir çözüme kavuşmuş, Ahmet de yeniden mutlu hayatına geri dönmüştü. Ayşe bu olaydan şöyle bir ders çıkardı: ‘Yardımlaşmak, dertlinin sesini duymak güzel bir şeydi. Toplum bu şekilde huzuru yakalayabiliyor, suç potansiyeli olan insanlar bu şekilde kazanılabiliyordu.’ Merve Çakır 6/A Sınıfı 132
KIRMIZI TENCERE (Biraz Şiddet İçerir) BÖLÜM 1 (Başlangıç) Güzel bir Haziran günü Kırmızı Tencere, mutfakta her zamanki yerinde kös kös oturuyorken ev halkında bir telaş vardır. Eve, akşam saat 20.00’de misafir gelecektir. Bunun için evde yoğun bir temizlik ve mutfakta hummalı bir yemek telaşı vardır. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra saat tam 20.00’de kapının zili çalar ve beklenen misafir gelir. Ev sahipleri onlara ikramlarda bulunur. Sonra misafirin yaramaz çocuğu vazoyu kırar. Annesi kızar ama ev sahibi küçük bir kaza olduğunu söyleyip geçiştirir. Doymak bilmeyen misafir çocukları için ev sahipleri yine mısır patlatmak ister. Fakat o sırada tencerenin canı çok yanar. Zaten bütün gün ocağın üstünde karnında türlü yemeklerle fokurdayıp durmuştur. Sonra tencere sinirlenip kulaklarından ‘düüüt!’ diye kuvvetli bir ses çıkarır ve eline bir sopa alıp tüm ev halkını bayıltır ve camı kırıp kaçar. Olay medyada çok yankı uyandırmıştır. Tüm gazetelerde ev halkına zarar verip kayıplara karışan kırmızı tencerenin tehlikesinden söz edilir. BÖLÜM 2 (Hayal Kırıklığı) 133
Kayıp tencere, evden ayrıldıktan sonra bir ormana gider ve ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başlar. Yolda giderken önüne bir kulübe çıkar ve kulübeye yaklaşıp penceresinden baktığında onun gibi bir tencere daha olduğunu görür. Bizimki kendi gibi biri bulduğuna çok sevinir önce. Hemen kapıyı çalar fakat o da ne? Kapı kendiliğinden açılıverir. İçeri girip tencerenin yanına doğru ilerler. Ocak başında öylece kendi halinde asılı duruyordur. ‘Merhaba!’ der. Ses yoktur. ‘Hey orda mısın?’ diyerek tutup sarsar yine bir tepki gelmez karşı taraftan. Gıdıklayarak onu güldürmeye çalışır. Yine bir cevap alamayınca onun kendisi gibi olmadığının farkına varır. İçini kaplayan hüzünle beraber yalnızlık hissi yüreğini burkar. Bir süre sonra içinde bulunduğu kulübenin ıssızlığından sıkılır ve dışarı çıkıp yoluna devam eder. Yolda giderken bizim tencere bir çalıya basınca ayağı bir çukura doğru kayar ve kendini derin bir çukura pat diye aşağı düşer. Etrafına baktığında oranın bir tuzak olduğunu anlar ve kafasını çarpmasının etkisiyle bayılır. BÖLÜM 3 (Tapınaktan Kaçış) Kayıp tencere uyandığında, hala zonklayan kafasını tutup çukurun içinde görünen kapıya doğru yürümeye başlar. Kapıyı açtığında içerde bambaşka bir dünya ile karşılaşır. Etrafına bakınır, buranın bir tapınak olduğunu anlar. Sonra bir kapıdan daha geçer, önünde bomboş bir koridor vardır. Tencere ilerde ne ile karşılaşacağını bilmediği için yürümeye başlar. Yolda 134
giderken bir meşale kırılıp yere düşer. Düştüğü yerden diken çıkar ve buranın tuzaklı olduğunu anlar. Tencere koşarak tüm tuzakları atlatır. Sonra baltaların olduğu bir yere gelir. Oradan hızlıca geçer ve sonra karşısına elektrikli testere çıkar. Tencere oradan geçerken altını çizer ve canı çok yanar. En son bir sandık bulur ve açınca içinden bir el çıkıp tencereyi camdan atar. BÖLÜM 4 (İstilanın Ortasında) Tencere uyandığında bu sefer kendini eski bir şehirde bulur ve şehirde büyük bir istila vardır. İşgalciler hiç de normal yaratıklar değildir. Şehri robotlar işgal etmiştir ve çok büyük olaylar yaşanmaktadır. Tencere bir binanın çatısında yoluna ilerlemeye devam eder. Yolda robotun biri roketle camı parçalar ve cam etrafa saçılır. Robot atışı kesince tencere yoluna devam eder. Bu sefer başka bir robotla karşılaşır ve robot roket atmaya başlar. Sonra robot roketini doldurmaya çalışırken bizim tencere tüm gücüyle zıplar ve robotun gaz tankerini patlatır. Aniden tencerenin çatısında yürüdüğü binayı dev bir robot kaldırıp atar o sırada tencere ani bir hamle yapar ve zıplayarak karşı binanın camını kırar ve sert bir şekilde içine düşer. Tencerenin girdiği yer güvenli bir binadır. Asansörü çağırır. Asansör açıldığında asansörden savaşçı bir robot çıkar ve roket atmaya başlar ve tencere hemen kaçar. Arkasından gelen diğer 9 robotu da atlatıp asansöre binip alt kata iner. İnerken asansör takılır ve durur. Tencere havalandırma borusunu açıp oradan kaçar. Tencere kendini 28. Katta, binanın çatısında bulur. 135
Dev robot oraya başka bir bina atar. Tencere savrulur ve yine metali çizilir. Düştüğü yerden kalkarak yoluna devam eder. En son ilerde dev bir kargo uçağı bulur ve ona doğru ilerler. Tam varacakken dev robot önündeki alanı parçalayarak yolu engeller. Tencere başka yol arar. Robot bizim tencerenin binasını tutup havaya atar ve yine tencere camı kırıp kaçar ve o anda helikopterle yaklaşan bir yardım ekibi tencereyi dev bir helikoptere alır ve uzaklaşırlar. Şehre bir atom bombası düşer ve şehir yerle bir olur. İçinde bulunduğu helikopterin camından şehre son defa bakıp yüzünü içerdekilere çevirdiğinde karşısında insan değil de üç gözlü beş kollu bir çeşit yaratık olduğunu görünce korkar. Bu sefer de bir uzaylıya rast gelmiştir. BÖLÜM 5 (Son Makara) Tencere bu sefer de kendini lazer ışıklarla çevrili bir hapiste bulur. Onun helikopter zannettiği şey meğer bir uzay mekiğinden salınmış savaş aracıdır. Buradan kaçabilmesi için önce bu lazer ışıklı hapishaneden kurtulması gerekir. Onun için çok uslu ve uyumlu davranır. Uzun zaman sonra onu iyi halden mutfakta görevlendirirler. Mutfakta çalışmaya başlar ama bir yandan da gizlice etrafı keşfetmeye çalışır. Geminin içinde bir güç kaynağı vardır, aracın ihtiyacı olan tüm enerji buradan sağlanmaktadır. Aynı zamanda mahkûmları kontrol altında tutmak için onlara takılan çipler de buradan yönetilmektedir. Gemide bir de zaman makinası vardır. Tencere bir plan yapar. Önce gizlice güç kaynağına gider. Mutfaktan aldığı bıçağını ana anahtara saplar ve 136
uzay gemisinin elektriği kesilir. Bir anlığına tüm enerji durur. O anda hemen kolundaki çipi çıkarır. Jeneratör devreye girdiğinde tencere çoktan oradan uzaklaşmıştır. Artık takipten kurtulmuştur. Herkes güç panelindeki sorunu çözmek için koşuşturmaya başlar kimse onun farkına bile varmaz. O da bu hengâmeden yararlanıp hızla zaman makinasının olduğu yere gider. Tencere camdan bakar. Tencere uzaydadır ve bundan çok korkar. Tencere yoluna devam edip her şeyi eski haline geri getirmesi gerekiyordur. Zaman makinası özel bir güvenlik ekibi ile korunmaktadır. Tencere onları atlatıp içeri girer. Işınlanma noktasına gelerek zaman makinasını çalıştırır. Ekip telaşla zamanlar arası geçiş odasına gelir ama tencereyi bulamaz. Tencere çoktan zaman içindeki yolculuğuna başlamıştır. BÖLÜM 6 (Biraz mısır patlatmaya ne dersiniz çocuklar?) Tencere zamanı geri almıştır. Bütün bu maceraların öncesine yani 5 Haziran gününe. Tekrar evde olduğu için çok mutludur. Islığını çala çala sıcacık ocağın üstünde yemeğini pişirir. Keyfi pek yerindedir doğrusu. Bir de evin hanımı gelip şöyle sırtını sıvazlayıp ‘Benim emektar tencerem, senelerdir ailemize ne güzel yemekler pişirdin.’ demez mi? Daha da mest olur. O gün den sonra da ıslığını çala çala en lezizinden aşları kaynatmaya devam eder. Onur Uluer 6/A Sınıfı 137
7. Sınıf
DOKTOR ALİ’ NİN VİRÜS MÜCADELESİ Bir zamanlar Ali adında bir doktor vardı. Ali mesleğini çok seviyordu. Her gün olduğu gibi çalıştığı hastaneye gitti. Her zaman olduğu gibi bir hasta geldi. Hastanın şikâyeti, burun akıntısı ve hapşırmaydı. Ali hastayı muayene edip: - Siz grip olmuşsunuz. Ali hastaya ilaç yazıp her gün kullanmasını söyledi. Hasta çıkınca ‘Sıradaki!’ dedi ve topallayan bir adam içeriye girdi. Hasta Doktor Ali’ ye: - Ayağım çok acıyor ve zor yürüyorum dedi. Doktor Ali: - Sizden röntgen istiyorum, bakalım kemiğiniz ne durumda? Hasta röntgen çekildikten sonra Doktor Ali’nin yanına geldi. Doktor Ali röntgen sonuçlarına bakarak: - Maalesef ayağınız kırılmış! Genç doktor malzemeleri hemşire hanım ile birlikte hazırlayarak hastanın ayağını alçıya aldı. Bu sırada saat 12.00’yi vurmuştu yani doktorların yemek zamanının geldiğini gösteriyordu. Doktor Ali ‘Ne yesem?’ diye düşündü ve köfte yemeye gitti. Yemek yedikten sonra hastaneye geri döndü ve sıradaki 138
hastalardan birini çağırdı. İçeriye anne ve çocuk girmişti. Doktor Ali: - Neyiniz var? Çocuk: - Karnım ağrıyor. Karnını tutmuş sızlanıp duran çocuğun annesi Doktor Ali’nin kulağına eğilip ‘Okula gitmemek için yapıyor’ dedi. Doktor Ali problemi anlayıp çekmeceden büyük bir iğne çıkardı ve çocuğa: - Kolunu aç bakalım, dedi. Çocuk ağlamaya başladı ve şaka yaptığını itiraf etti. Anne ve çocuk çıkınca Doktor Ali gülümseyerek sıradaki hastayı çağırdı ve içeriye bir adam girdi Doktor Ali: - Neyiniz var? Adam: - Doktor Bey, başım çok ağrıyor! dedi. Doktor Ali hastanın ateşine baktı gayet normaldi. Hasta bir anda Doktor Ali’ ye: - Bana şu haplardan yazar mısınız? Dedi ve elindeki kâğıdı doktora verdi. Doktor Ali hastanın niyetini anladı ve gereksiz yere ilaç kullanmanın sağlığa zararlı olduğunu söyleyip hastayı odadan çıkardı. Doktor Ali sıradakini çağırdı. Sıradaki Çinli bir kadındı. Kadının yürüyecek hali yok gibi görünüyordu. Doktor Ali: - Neyiniz var? diye sordu. Çinli kadın kafasını gösterdi. Doktor Ali kadının ateşini ölçtü. Kadının ateşi çok 139
yüksekti. Doktor Ali kadına burada bekleyin dedi ve odasının olduğu katı boşalttırdı. Hastanede genel bir tedbir alındı. Çünkü kadının söyledikleri bu korana virüsünün semptomlarına çok benziyordu. Doktor Ali ve birkaç doktor daha özel kıyafetlerle hastanın yanına gittiler. Kadından kan alıp incelediler. Sonuçlara göre bir tedavi uygulayacaklardı. Doktor Ali ‘Eğer uygun tedavi ve ilaç bulunamazsa kadının ciğerleri 7 günden fazla dayanamaz!’ dedi. Kadını yoğun bakım ünitesine alıp entübe ettiler. Doktor Ali, ilaç bulmak için elinden geleni yaptı, günlerce laboratuvarda sabahladı ve sonunda bir ilaç bulup patentini aldı. Hemen ilacı hastanın kanına enjekte ederek tedaviye başladı. Doktor Ali’nin ilacı işe yaramıştı, hasta tedaviye olumlu cevap vermeye başladı. Doktor Ali’nin bu ilacı tüm dünyaya yayıldı ve 2020 Nobel ödülü kendisine verildi. Abdullah Sazaklıoğlu 7/A Sınıfı 140
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208