EN İYİ ARKADAŞIM İLE EN GÜZEL ANILARIM Cevdet, benim ortaokul ve ilkokuldan beri arkadaşlığımı sürdürdüğüm çok iyi bir insan. O benim en iyi arkadaşım. Cevdet esprili, komik ve tabi ki çok akıllı bir çocuk. Ortaokuldayken dersler kolaydı, ödevler azdı ve oyunlar çok eğlenceliydi. İkimiz de sporu çok severdik. Beraber yurtta az maç yapmadık ve hala aynı yurtta okuyoruz. Onunla hiç unutamadığım güzel zamanlardan biri şampiyonluk maçının olduğu gündür: Cevdet’ in basketbol final maçı vardı ve ben maç günü onun evine gittim. Okul takımımızın ilk beş üyesi de geldi. Ben ilk beşte değildim. Çünkü basketbolu çok sevmem. Ama Cevdet iyi oynuyordu. Onların arkasından Âdem ve Cengiz de belirdi. Annem bana takıma destek olmam için takımın üniformasına benzer renkte bir kıyafet giydirdi. Hatta kıyafeti giymek istemediğim halde zorla giydirmişti. Herkes hazır olduğunda final maçı için yola çıktık. Maçın oynanacağı spor salonuna vardığımızda beden eğitimi hocamızın Cevdet’ i bu maçta oynatmama kararı aldığını öğrendik ama bizim itirazımız ve tezahüratımız sayesinde maça oyun kurucu olarak başladı. Maç başlamıştı. Cevdet ve takımı çok iyi oynasa da rakibi çok güçlü olduğu için henüz bir üstünlük sağlanamamıştı. Maçın 2. çeyreğinde Mete ve Cevdet ikili oyun oynadı ve aniden Cevdet adeta uçarak bir smaç bastı. Maçın hakemi olan beden eğitimi öğretmeni bunu hiç ama hiç beklemiyordu. Bu smaç hocaya sürpriz olmuştu. Bizim takım şampiyon oldu. 141
Hepimiz çok sevindik. O gün hafızalarımıza bir zafer takı gibi yerleşti. Şampiyonluğun bize yaşattığı heyecanı hala unutamıyorum. Lisenin son yarıyıl tatiline bir haftadan az kalmıştı ve dört gözle tatili bekliyorduk. Okulumuzun öğrenci temsilcisi Mehmet, çok iyi bir kamp planı hazırladığını duyurdu. Cevdet ve ben kesin katılacağız. Son hafta olduğu için okulda ders işlenmiyordu. Yoğun bir çalışma döneminin ardından zor olsa da tatil zamanı gelmişti. Pazar günü yola çıktık. 3 günlük bir kamp planımız vardı. Kamp alanına geldiğimizde ilk işimiz çadır kurmak ve ateş yakmak oldu. Bunlar zahmetli işlerdi ve herkes çalışmalıydı. Bayan hocalarımız, akşam yemeği sofrasını hazırlıyordu. Erkek hocalar ise çadırları kuruyorlardı. Bizim çadır 4 kişilikti ama göze çok küçük geliyordu. İlk gün yerleşmekle geçtiğinden bir şey yapamadık, gece çadırlara geçtik bizim çadırdaki herkes uyumuştu, ben hariç. Şehirde hiç bu kadar net göremediğim yıldızları izledim. ‘Acaba orada da bizim gibi çocuklar var mı? ‘Onlar da okula gidiyor mu?’ ‘Onlar da bizi merak ediyor mu?’ gibi pek çok soru zihnimde dolanırken uykuya dalmışım. Ertesi gün kuş sesleri eşliğindeki kahvaltımızdan sonra, sınıf arkadaşlarımız ve öğretmenlerimizle beraber, bol sohbetli bir doğa yürüyüşü yaptık. Kamp konusunda tecrübeli olan beden hocamız bize rehberlik etti ve izcilikten bahsetti. Fen bilgisi öğretmenimiz zehirli ve zehirsiz mantarlar hakkında bilgi verdi, bolca mantar topladık. Kamp yerine döndüğümüz zaman mantarları çubuklara taktık ve yedik. Herkes çok eğlenmişti ama bir 142
o kadar da yorulmuştu, o yüzden çadırlarımıza dinlenmeye çekildik. Öğleden sonra öğretmenlerimizin bizimle futbol oynayacağını duyunca çok sevindik. Dört öğretmenimiz ikili takımlara ayrıldı ve oyuna katılacak öğrencileri seçerek takım kurdular. Cevdet ve ben rakip takımlardaydık. Her ne kadar çok gayret etsek de maçı, 11- 7 bizim takım kaybetti ama hepimiz çok eğlendik. Nedret Hoca sesleninceye dek zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım, akşama nerdeyse ziyafet denilecek kadar güzel yemekler hazırlamışlardı. Yemeğimizi yiyip bulunduğumuz kamp alanın merkezine gittik. Orada kütüphane ve sinema vardı. Çoğumuz kütüphaneye gitti, kitapları inceledi. Özellikle büyük boy atlaslar ve kabartmalı haritalar dikkatimizi çekmişti. Tarihi olayların anlatıldığı sinevizyonları izlemek için de salonlar vardı. Dünyaca ünlü yazarların eserleri camekânlarda sergileniyordu. Yanındaki kulaklık sayesinde sesli olarak eserleri dinleyebiliyordunuz. Kütüphaneyi çok beğendik. Daha sonra sinema salonunda çocuklar için hazırlanan üç boyutlu belgeseli izledik. Aramızda kalsın bir an aslanın gerçekliğinden ürküp gözlüğümü çıkardım. Çadırlarımıza döndüğümüzde saat zaten 21.00 olmuştu. Yemek yendikten sonra hocalar hemen yatırdı. Son günün sabahında kahvaltımızı hazırlayıp yedikten sonra, öğretmenlerimiz küçük yarışmalar düzenledi. Ben çuval yarışında ikinci ve yumurta taşıma da 3. oldum. Kamp bittiğinde çantalarımızı hazırladık ve çadırlarımızı toplayıp eve döndük. Tatil çok iyi geçmişti, bir sürü yeni bilgi öğrenmiştim. Cevdet ile dostluğumuza unutamayacağımız yeni anılar eklemiştik. 143
Üniversite için diğer sınıf arkadaşlarımız gibi Cevdet ve ben de farklı illere yerleştik. Daha sonra Cevdet’in robotik deney atölyesi açtığını öğrendim. Tebrik için yazdığım mektuplara karşılık beklerken Cevdet’in vefat ettiği haberini aldım. Arkadaşım Cevdet, maalesef hiç düzgün beslenmiyordu. Aldığı katkılı gıdalar damarlarını tıkamış ve beyne giden damarda bir pıhtı atması olmuştu. Bu da onunla ilgili tek hüzünlü hatıramdır. O gün bugündür çocuklara ve gençlere sağlıklı ve doğal beslenme ile ilgili seminerler veriyorum. Değerli Gençler, unutmayalım sağlığımız yediğimiz gıdaların doğal sonucudur. Dostlarımız ve sevdiklerimiz için hayatımıza değer verelim. Ahmet Melih Yıldırım 7/A Sınıfı 144
KÜÇÜK BİR TESADÜFLE GELEN MUTLULUK Dondurucu bir kış sabahıydı. Gamze Hanım biricik oğlu Yusuf’u yine evde yalnız bırakıp işe gitmek zorunda kalmıştı. Oğlu daha altı yaşındaydı fakat Yusuf’u bırakacak kimseleri yoktu. Akşam iş dönüşü Gamze Hanım yorgun bir şekilde kapıyı açtı. Montunu çıkardıktan sonra Yusuf’un olduğu odaya doğru yaklaştı. Yerde gördüğü kan izleriyle bir an duraksadı. Sadece birkaç saatlik bir zaman diliminde aklından olabilecek en kötü olasılıklar bir film şeridi gibi geçmişti. Kan izlerini yavaş yavaş takip ederken bir yandan da tutamadığı gözyaşlarını siliyordu. Gamze Hanım odaya girdiğinde gözleri oğlunu aradı. Fakat sadece yerdeki kanları gördü. Ne yapacağını bilmiyordu. Bir yandan ağlayıp etrafına bakınırken masanın üzerinde sarılı bir kumaş parçası gördü. Onu açmasıyla birlikte gözyaşları daha çok arttı. Çünkü kumaş parçasını açtığında içinde oğlunun iki tutam saçını görmüştü. O, oğlunun saçının teline bile kıyamazken kim gelip de Yusuf’un saçını kesmiş, oğlunun kanını yerlere akıtmıştı? Ansızın gelen bu felaketi kim yaşatmıştı onlara? Bu olaya bir çare bulmalıydı, aklına ilk olarak polisi aramak geldi. Yarım saat sonra polisler geldi. Odadaki kanıtları toplayıp mutfağa geçtiler. Asıl facia oradaydı. Ama en çok dikkatlerini çeken şey de çocuğun kâğıttaki kanlı parmak izleriydi. Mutfağı da araştırdıktan sonra Gamze Hanım ile birlikte karakola gittiler. Gamze Hanım ne kadar çok 145
yorgun ve üzgün olmasına rağmen ifade vermeye başladı. Komisere olayı şöyle anlattı: - Benim eşim bir kaza sonucu vefat etti. Bu yüzden ben işe gidiyorum. Yine bugün Yusuf’u evde bırakıp işe gitmiştim. Çok yorgun bir şekilde işten eve döndüm. Montumu astıktan sonra yerdeki kan izlerini gördüm. Ne yapacağımı bilemedim. Odaya girdim ve masanın üzerindeki kumaş parçasını gördüm. İçinde oğlumun saçları vardı. O üzüntüyle polisi aradım. Sonrasını zaten siz biliyorsunuz. İfadesini bitirip imzaladı. Olay aydınlanana kadar Gamze Hanım, Sibel komiserin evinde kalacaktı. Kendisi de boş durmayıp bir şeyler yapmak istiyordu. Düşünmeye başladı. Acaba bunu onlara kim yaşatmıştı? İlk önce eski arkadaşlarını düşündü. Ölen eşinin akrabalarını, arkadaşlarını… Derken uykuya daldı. Rüyasında oğlunu gördü. Yusuf’u kaybettiği evdeydi. Yerlerde yine aynı kan izleri ve yine aynı kumaş parçası vardı. Biraz etrafa baktıktan sonra Yusuf’un sesini duydu: ‘Anne beni kurtar!’ diyordu. Sonra dışarı çıktı ve oğlunu gördü. Arkası dönük bir şekilde ilerliyordu. Gamze Hanım tam koşup oğluna sarılacakken uyandı. Polisler günler boyunca Yusuf’u aradı. Bir iz, bir işaret, bir delil… Böylece günler geçti. Gamze Hanım her gün büyük bir umutla uyanıyor ve karakola gidip güzel bir haber almak için orada bekliyordu. Bu bekleyişlerin birinde komiser Gamze Hanım’ı odasına çağırdı. Gamze 146
Hanım çok heyecanlandı. Fakat durumu öğrenince bütün umutları yerle bir oldu. Komiser konuşmaya başladı: - Bakın Gamze Hanım. Biliyorum, siz de her anne gibi çocuğunuza çok düşkünsünüz. Ama bizim elimizden de bu kadarı geliyor. Siz de biliyorsunuz biz bu olay üzerinde tam 9 aydır çalışıyoruz. Fakat bunu her kim yaptıysa arkasında hiçbir iz bırakmıyor. Bu vaka da diğer vakalardan farksız sonuçlanmayacak gibi görünüyor. Tabii ki biz bu olayın peşini bırakmayacağız. Ama size demem o ki her şeye hazırlıklı olun. Memur beyi dinleyen acılı anne evine geri döndü ve oğlundan gelecek bir haber beklemeye başladı. 14 yıl sonra… Gamze Hanım biraz yaşlanmıştı fakat hala çalışıyordu. Bir seminer için Isparta’ya gitmişti. Seminerden sonra bankaya gitmesi gerekti. Sandalyesinde oturup sırasını beklerken bir genç yandaki danışmaya geçti. Oradaki genç adının Yusuf Akınay olduğunu söyleyince Gamze Hanım şok oldu. Gencin işi bitince hemen yanına gitti ve ona birkaç soru sordu. Aldığı cevaplar karşısında çok mutlu oldu. Artık o altı yaşındaki çocuk büyüyüp annesine kavuşmuş, Gamze Hanım da uzun yıllar sonra oğlunu küçük bir tesadüfle bulmuştu. Yusuf şimdi yirmi üç yaşındaydı. Evlenmiş ve bir çocuğu olmuştu. Yusuf yıllar geçse de annesini unutmamış ve kızına annesinin ismini vermişti. Gamze Hanım bunu duyunca çok duygulandı. Ama onun asıl merak ettiği şey Yusuf´u kimin kaçırdığı, onlara bu 147
kötülüğü kimin yaptığıydı. Oğlundan öğrendikleri karşısında şaşkına döndü. Yusuf`u, Gamze Hanım´ın üvey kardeşi olarak bildiği Cemal kaçırmıştı. Ama aslında üvey kardeşi bile değildi. Cemal´in bir de üvey kızı vardı. İsmi Berfin. Yusuf´la ikisine her gün eziyet etmişti. Yıllar sonra ikisi de büyümüş ve bu zulümden kaçıp Isparta’da bir yuva kurmuşlardı. Artık Yusuf annesine kavuşmuştu. Gamze Hanım Isparta’ya taşınarak oğlunun yanına yerleşti. Dava dosyasını yeniden açtırıp Cemal’i tanıkların da ifadesiyle yargıya teslim ettiler. Kötülük cezasını bulmuştu. Birbirine yeni kavuşan anne- oğul da mutlu bir şekilde yeni hayatlarına başladılar. Gamze Hanım oğlu ve gelini le birlikte küçük bir aile kurmuştu ve bu aile bütün zorlukların üstesinden gelip hayatlarına temiz bir sayfa açmışlardı. ‘‘EN KARANLIK GECE BİLE SONA ERER VE GÜNEŞ TEKRAR DOĞAR’’ Bedia Neval Uyar 7/A Sınıfı 148
POLİS MİKE Her şey o gece başlamıştı. Mike karakolundaki en iyi polislerden biriydi. Mike telsizden gelen ses ile irkildi: - Tüm birimlerin dikkatine! 9. Cadde, 26. Sokakta banka soygunu ve silahlı çatışma, tüm birimlerin dikkatine! Olay yerine geç olmadan intikal etmeliydi. Ceketini giyip, tabancasını beline koyduktan sonra yola koyuldu. Arabasına binip verilen adrese sürdü. Bir yandan da telsizden gelen cızırtılı seslere kulak veriyordu. Mike sokağın başında durdu. Diğer polis arkadaşlarının hepsi gelmişti. Polisler çatışmadaydılar. Bankanın etrafı sarılmıştı. Mike hemen polis arabalarından birini siper aldı. Silahını çıkardı. Bankanın girişinde birkaç hırsız ateş ediyordu. Polisler binaya bir türlü giremiyorlardı. Mike'ın siper aldığı polis arabasının yanında başka bir binanın duvarına siper almış bir polis gördü ve yanına gidip burada ne olduğunu sordu. Polis: - Girişteki engeli bir türlü aşamadık. Adamların etrafını sarmamıza rağmen bir türlü yakalayamadık! Ekibimden kimseye bir şey olsun istemiyorum. Mike: - Swat ekibi hala gelmedi mi? 149
Polis: - Yoldalar...( birkaç saniyelik sessizlik ) Hey! Saat 12.00 yönüne bak, onlar Swat ekibi olmalı. Bir anda Swat arabaları ve askerleri bankanın önüne fiyakalı bir şekilde girdiler. Bankanın tepesinde ise Swat helikopteri belirdi. Swat ekiplerinde çelik yelek ve kurşun geçirmez kalkan olduğu için işleri çok daha kolay olacaktı. Kapıdaki hırsızları etkisiz hale getirdiler. Tam içeri gireceklerdi ki banka bir anda havaya uçtu. Swat ekipleri de o fiyakalı girişe rağmen havaya uçtu. Birçok polis de hayatını kaybetti. Çok yaralı vardı, her yer kan revan olmuştu. Mike o sırada bankanın arkasındaki bir binaya siper almıştı ama yine de patlamanın etkisiyle başı dönmeye başladı. Ne yapacağını bilmiyordu. Sanki koca bir boşluğun içerisindeydi. Mike arka sokağa doğru başını tutarak, sallana sallana yol alıyordu. O sırada ellerinde para çantalarıyla koşan bir grup maskeli adam gördü. Telaşla siyah bir araca bindiler. Mike hiçbir şey düşünemiyordu. Sonra bir ara kendine geldi. Tabancasını çıkarıp araca doğru koşmaya başladı. Araç, zorunlu olarak Mike'ın koştuğu tarafa yöneldi. Çünkü arka tarafları çıkmaz sokaktı. Araç bir anda hızlandı. Mike aracın onu ezeceğini anlayıp kaldırıma atladı. Hemen kalkıp araca ateş etmeye başladı. Sonra gecenin karanlığında, sisin içinde hızlıca giden aracın plakasını almaya çalıştı ama o karanlıkta ve yoğun siste hayalet gibi ilerleyen siyah aracın plakasını almak söz konusu bile değildi. Hem de Mike'ın başı dönerken. 150
Mike tam umutsuzluğa kapılmışken plakadan birkaç harfin yere düştüğünü gördü. Mike'ın harcadığı 2 şarjör işe yaramıştı. Hemen koşup düşen harfleri aldı. Mike düşen harflerin plakadaki yerlerini görmüştü. Bu plaka harfleri onun çok işine yarayacaktı. Hemen arka sokağa döndü. Ani bir siren sesiyle irkildi. Kafasını kaldırdığında etraftaki yaralılara yardım eden ambulansları, bankanın patlamasıyla oluşan yangını söndürmeye çalışan itfaiyeleri ve uzaktan gelen polis arabalarını gördü. O kargaşada gidip arabasını buldu. Başı hala ağrıyordu. Uykuya ihtiyacı vardı. Hemen evine sürdü. Arabadan indi. Anahtarlarıyla tam kapıyı açacaktı ki kapının zaten açık olduğunu fark etti. Hemen silahına davrandı. İçeriye girdi. Eve girer girmez şok oldu. Çünkü evi darmadağındı. Hemen diğer odaları kontrol etti. Evde kimse yoktu. Ama her yeri dağıtmışlardı. Hemen odasına girdi. Paralarını kontrol etti. Paraları tamdı. Evde hiçbir şey çalınmamıştı. Bunun bir uyarı olduğunu anlamıştı. Karşısındaki adamlar çok sert oynuyorlardı ama o daha tüm kartlarını açmamıştı. Yarın ilk işi karakolundaki bilgisayarında elindeki plaka harflerini incelemek olacaktı. Ortalığı biraz toparlayıp yattı. Ertesi gün alarmı ile uyandı. Üstünü giydi. Silahını ve ceketini alıp çıktı. Karakoluna vardığında birkaç masanın boş olduğunu gördü. Aklına bankanın patlaması geldi. Sonra hemen müdüre gitmesi gerektiğini hatırladı ama önce bilgisayarında bu plaka harflerini soruşturması 151
gerekiyordu. O gece Mike plakadan düşen harfleri ve yerlerini not defterine yazmıştı. Not defterinde yazanları bilgisayarındaki programa yazdı. Aracın markasını ve rengini de yazdı. Bu kurallarla uyuşan 2 araç buldu. Biri şehrin bir ucunda, diğeri şehrin öbür ucunda idi. Mike bir ters köşe daha yaşamak istemiyordu. Hemen gidip müdürüyle konuşmaya başladı. Müdürü ilk önce ona izin vermemişti ama Mike'a güvendiği için sonradan fikrini değiştirdi. Müdür: - Bak Mike, seni severim bilirsin ama eğer bu işte bir terslik çıkarsa... Mike tüm cesaret ve özgüveni ile atılarak şunları söyledi: - Merak etmeyin müdürüm! Bu sefer o herifleri yakalayacağız. Yalnız benim bir planım var. Ben ve ekibim bir tarafa, siz ve ekibiniz diğer tarafa baskın yapacaksınız. Müdür bu plana olumlu baktı. Bütün ekiplere 1 saat sonra hazır olmalarını söyledi. Bir saat sonra herkes hazırdı. Mike ve ekibi şehrin batısında bulunan bir depoya, müdür ve ekibi ise şehrin doğusunda bulunan kapatılmış bir fabrikaya gittiler. Mike ve müdürü irtibat halinde idi. Mike depoya müdür ise fabrikaya aynı anda girdiler. O sırada hava kararmıştı. Mike ve ekibi depoyu kolaçan ettiler. Aynı şekilde müdürü de ekibiyle beraber kapatılmış fabrikayı aradı. İkisi de kimseye rastlamamıştı. Bu bilgileri telsiz yoluyla birbirlerine söylüyorlardı. Mike deponun 152
ortasında malum aracı gördü. Ekibinden birkaç kişiyi görevlendirdi. Görevlendirdiği kişiler deponun dışında bekleyeceklerdi. Tarife uygun diğer aracı da müdür fabrikanın ortasında görmüştü. Mike gidip aracın içine bakmaya karar verdi. Dikkatlice gidip, camları filmli olan aracın camına silahının arkası ile vurup kırdı. İçeride kimse yoktu. Elini kırık camdan içeriye sokup kapının kilidini açtı. Sonra kapıyı açıp aracın içine baktı. Yanıp sönen kırmızı bir lambası olan bir düzenek gördü. Bu bir saatli bombaydı. Mike dehşete düştü. Son 5 saniye kalmıştı. Mike \"hemen dışarıya çıkın, koşun!\" diye ekibine komut verdi. Bu bomba fabrikada bulunan araçta da olmalıydı ve bu bombayla eş zamanlı olmalıydı. Mike bunların hepsini anlamıştı zaten ama telsizden müdürüne komut vermekle uğraşırsa, o da patlayabilirdi. Ekibiyle beraber dışarıya çıkar çıkmaz saatli bomba patladı. Mike ve ekibine bir şey olmamıştı ama müdürü? Acaba o sağ mıydı? Yoksa... Mike bunları düşünüp vakit kaybetmek istemiyordu. Telsizden müdürüne seslendi. Ses yoktu. Bir daha denedi, yine ses yoktu. Mike umutsuzlukla son bir kez daha denedi. Bu sefer boğuk bir ses geldi. Mike hemen \"Müdürüm iyi misiniz?\" dedi son bir umutla. Ama gelen ses müdürünün sesi değildi. Sadece \"Yardım çağırın!\" diye bir ses geldi. Mike ve ekibi biraz umutlu, biraz da korkarak hemen yola koyuldular. Olay yerine geldiklerinde iki tane ambulans vardı. Mike hemen müdürünü sordu. Sonra yetkililerin müdürünü sedye ile ambulansa taşıdıklarını gördü. 153
Hemen gidip durumunu öğrenmeye çalıştı ama ambulans hemen yola koyuldu. İçeri girdiğinde ise tam bir kaos ortamı ile karşılaştı. Her yerde cesetler, yaralılar ve patlayan arabaların etrafa saçılmış parçaları vardı. Bir an aklına banka faciası geldi. O zamanki gibi boş durmak istemiyordu. Telsizde konuştuğu adamı bulmaya çalıştı ve buldu. Adam yaralıydı ve konuşacak hali yoktu. Ama Mike vazgeçmedi ve adamdan bir şeyler öğrenmeyi başardı. Adamın anlattıkları şunlardı: - Müdür Bey ve ekipten birkaç kişi içerdeydiler. Ben ve birkaç kişi dışarıda bekliyorduk, nöbetteydik. Sonra ilerdeki çalıdan bir ses geldi. Orada biri vardı ve silahlıydı. Bizim onu fark ettiğimizi anlayınca bize ateş açtı ama ben onu vurdum. Yalnız adam ölmemişti, yaralanmıştı. Tam ben onun yanına giderken içerdeki araç patladı. Patlamanın etkisiyle yere düşüp kafamı yere çarptım. Sonra hemen içeri girdim. Herkes ya baygın ya ölüydü. Aralarından müdürümüzü buldum. Durumu ağırdı. Yakasındaki telsizden senin sesini duydum. Hemen telsizi alıp sana yardım çağırmanı söyledim. Gerisini hatırlamıyorum galiba bayılmışım. O, bu işi yalnızca sen halledebilirsin. Yaraladığım adamı bul. Çok uzaklaşmış olamaz. Git ve daha fazla insana zarar vermeden yakala onu kardeşim! Adamın anlattıkları ile bir an duygulanmıştı. Gözünden iki damla yaş süzüldü. Bir yandan da çok sinirliydi. Gözyaşlarını silip hemen o çalılığa doğru yola koyuldu. Daha taze bir kan birikintisi gördü. Kan damla 154
damla ormana doğru yol alıyordu. Mike yolu izlerken bir inleme sesi duydu. Silahını çıkarıp sese doğru ilerdi. Yaralı haldeki suçlu oradaydı. Ağaca yaslanmıştı. Tam silahına davranıyordu ki Mike onu engelledi. Sonra adamı konuşturmaya, diğerlerinin yerini öğrenmeye çalıştı. Başta konuşmasa da daha fazla direnemedi ve arkadaşlarının saklandıkları yeri söyledi. Mike da ona ambulans çağırıp polis arkadaşlarına teslim etti ve ekibiyle beraber verilen adrese gitti. Mike ormanda bulduğu adamdan bir bilgi daha almıştı. Adamlar aynı zamanda uyuşturucu ticareti yapıyorlardı. Planları onlara suçüstü yapıp yakalamaktı. Adamın Mike'a verdiği adres bir depoydu. Hemen ekibiyle beraber arabasını bir yere park etti. Kapıda iki tane koruma vardı. Mike onları vurmak istemiyordu. Ekibine adamların etkisiz hale getirilmeleri için komut verdi. Ekipten iki polis, arkadan dolanarak korumaları sessizce bayılttılar ve bir kenara taşıdılar. Mike ve ekibi sessizce içeriye girdiğinde uyuşturucuları kamyonlara yükleyen beş kişiyi ve patronlarını gördü. Ekip bir anda silahlarıyla ortama girdiler. Adamlara ellerini kaldırmalarını onlara bir şey yapmayacaklarını söylediler. Adamlar silahlarını atıp teslim oldular ama patronları masasının altına saklanmıştı. Adamlarının teslim olduğunu görünce \"Hainler!\" diye bağırıp polislere ateş ederek hemen arka kapıdan kaçmaya çalıştı ama başaramadı. Arka kapıda bekleyen polislere yakalandı. Sonra ekipler hemen yaralılara ambulans çağırıp önce onları hastaneye sonra 155
hapishaneye götürdüler. Mike bir kötüye daha engel olmanın verdiği huzurla evinin yolunu tuttu. Her zamanki gibi kimsesiz çocuklara götüreceği hediyeleri almayı unutmadı. Berat Emir Güven 7/A Sınıfı 156
OZAN KAPTAN Ozan isminde 22 yaşında bir adam vardı. Burak adındaki çok yakın bir arkadaşı ile birlikte üniversite okuyup gemi kaptanı olmak istiyordu. Bir gün arkadaşı Burak, Ozan’ın yanına öfkeyle geldi ve tartışmaya başladılar. Tartışma büyümüş ve Burak arkadaşı Ozan’ın üzerine yürümüştü. Ozan’ ı bayağı hırpaladı. Bu olay Ozan’ı çok üzdü. Arkadaşıyla arasını bozmak istemiyordu. Onun art niyetli arkadaşlarının dolduruşuna geldiğini biliyordu. Burak sonunda gerçekleri öğrendi ve Ozan’dan özür diledi. Yeniden çok iyi iki dost oldular. Yıllar sonra Ozan, okulunu bitirdi ve bir geminin güverte kısmında çalışmaya başladı. Kendine bir ev kiraladı, telefon aldı. Kedileri çok sevdiği için bir de kedi sahibi oldu. Bazı günler arkadaşlarıyla dışarı çıkıp güzel zaman geçiriyorlardı. Denize açıldıkları bir gün, arkadaşı Burak onu arayıp kendisinin de bir gemide işe başladığını söyledi. Hafta sonu buluşup sohbet etmek için plan yaptılar. İkisi de hayallerini gerçekleştirdiği için çok sevinçliydiler. Neşeyle sohbet ettiler ve günün sonunda kendi gemilerine döndüler. Günler böyle su gibi akıp geçti. Ozan, sonunda çok çalışarak geminin kaptanı oldu. Gemiyle ilk defa yolculuğa çıkacağı gün, arkadaşları ona sürpriz bir parti hazırladılar. Hep birlikte limana gittiler. Ozan’ı ilk defa kaptan olarak görecekleri için çok heyecanlıydılar. İlerleyen saatlerde parti başladı ve çok 157
eğlendiler. Geminin hareket saati geldi. Ozan gemiye bindi ve dümene geçti. Arkadaşlarına el sallayıp limandan ayrıldı. Gemi Karadeniz’e doğru yol almaya başladı. Yolcular ve mürettebat biraz tedirgindiler. Çünkü hepsi Ozan’ın ilk yolculuğu olduğunu biliyorlardı. Sakin bir şekilde suda ilerlerlerken ansızın bir telefon geldi. Ozan kuşkulandı. Arayan Karadeniz Liman Müdürü Asım Bey’di. Geminin kaptanı Ozan, telefonu eline aldı. Asım Bey, Karadeniz açıklarında büyük bir fırtına olduğunu ve rotasının oraya çok yakın olduğunu söyledi. Kendisine ve gemisine dikkat etmesini söyledi. Ozan, Asım Bey’e endişe etmemesi gerektiğini; kendisinin ve yolcuların sağ salim Karadeniz’e ulaşacağını söyledi ve sinyal gitti. Ozan dürbün ile baktığında gökyüzündeki kara bulutları gördü. ‘Bismillah!’ deyip ilerlemeye devam etti. Yağmurla birlikte fırtına başladı. Ozan’ın gemisi hırçın dalgaların arasında kaldı. Az ileride arkadaşı Burak’ın gemisi Med Cezir- 45 gemisinin de orada olduğunu ve batmak üzere olduğunu fark etti. Bu duruma çok üzüldü. Onlar için bir şeyler yapmak istiyordu. Dümeni çevirdi ve ‘Yelkenler fora!’ diye bağırdı. Ozan bir an korktu ama pes etmedi. Ya öleceklerdi ya da iki gemi de limana sağ salim ulaşacaktı. İki geminin mürettebatı korku içinde öleceklerini düşünmeye başladı. Ozan gemi içindeki endişeli sözlere ve çığlıklara kulak asmadı. Panik yapmadan öğrendiği bütün bilgileri kullanarak iki gemiyi de alabora olmaktan kurtardı. Bu sefer herkes ‘Kurtulduk!’ diye sevinç çığlıkları atmaya başladı. 158
Ozan etrafına bakındı. Arkadaşı Burak, gemide yoktu. Hemen liman müdürü Asım Bey’i aradı. Burak’ın gemide olmadığını onun için çok endişelendiğini söyledi. Asım Bey, Burak’ın yanında olduğunu limana yardım botuyla geldiğini söyledi. Ozan duyduklarına çok sevindi. Kıyıya ulaşan Ozan, Burak ve iki geminin mürettebatı, fırtınadan başarıyla kurtuldukları için, Asım Bey tarafından altın madalya ile ödüllendirildiler. Asım Bey, baş kaptan olan Ozan’a başka bir isteği olup olmadığını sordu. Ozan uygun bir dille Burak ile aynı gemide çalışmak istediğini söyledi. Asım Bey bu isteğini kabul etti. Mürettebat da Ozan ile aynı gemide çalışacaklarını duyunca çok sevindiler. Ozan, Burak ve mürettebatı yıllarca mutlu bir şekilde uzun ve zorlu yolculuklar yaptılar. Karşılaştıkları her fırtına, dostluklarını daha da kuvvetlendirdi. Ensar Başkurt 7/A Sınıfı 159
BİR ÇOCUKLUK HEVESİ: ‘AYA YOLCULUK ’ Gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi duran aya merak salmış bir çocuk vardı. Bu çocuğun adı Erdem idi. Erdem, uzay araştırmalarını ve uzayla ilgili şeyleri çok severdi. Bir gün Erdem kütüphaneye gitti. Kütüphanedeki kitaplara bakarken gözüne ‘Ay’a Çıkalım mı?’ isimli bir kitap takıldı. Bu kitap Erdemin çok dikkatini çekti ve bu kitabı alıp bir koltuğa oturdu. Okumaya başladı. Sonra Erdem’e aya çıkma hevesi geldi. Ve Erdem kütüphanede ne kadar Ay ile ilgili ve uzaya çıkmak ile ilgili kitap varsa hepsini masanın üzerine koydu. Bu kitaplara bakmaya başladı. Kitaplara bakarken saatin geç olduğunu fark etti ve kitapları toplamaya başladı. Toparladıktan sonra evin yolunu tuttu. Eve vardığında canı çok sıkılıyordu. Çünkü daha hiçbir şey bulamamıştı. Ama vazgeçmeyecekti. Ertesi sabah okuldan sonra direk kütüphaneye giderek yarıda kalan işine devam etmeye başladı. Önemli şeyleri ve dikkatini çeken her şeyi defterine yazıyordu. Sonra biraz ara verdi. Biraz dinlenmek için başını koluna yasladı çok yorulmuş olacak ki uykuya dalıvermişti hemen. Rüyadaydı. Rüyasında Satürn’ün halkasına oturmuş güneşin batışını izliyordu. Sonra ‘Pattt’ diye bir sesle uyandı. Meğerse kitap yere düşmüş onun sesiyle uyanmıştı. Ama saat çok geç olmuştu. Hemen toparlanıp 160
eve gitti. Evde birazcık da olsa çalışmış ve dünkünden daha çok bilgi öğrenmişti. Tabi ne yapacağını kâğıda yazıyordu. İnşallah kâğıdın başına bir şey gelmezdi. Ama gelirse bütün emekleri boşa giderdi. Yarın gene okuldan sonra kütüphaneye gidecekti. Erdem sürekli kendine şu soruyu soruyordu: ‘Acaba ben Ay’a çıkıp, onun üzerinde yürüyebilecek miyim?’ Bu hayalini gerçekleştirebilmek için çok çalışıyordu ve kendine çok güveniyordu. Ama gerçekten çok çalıştığı için yapabilirdi. Ertesi gün Erdem okulda öğretmeninden ceza almıştı. Çünkü ödevini yapmamıştı. Okuldan sonra cezaya kaldığı için o gün kütüphaneye gidemeyecekti. 4 saat sonra… Artık Erdem’in cezası bitmişti. Ama akşam olmuştu ve öğretmeni Erdem bunu bilmediği için acele ediyor, hemen eşyalarını toplayıp bir an önce kütüphaneye gitmek istiyordu. Bu sırada öğretmeni geldi ve neden acele ettiğini sordu. Erdem: - Çok geç kaldım. Annem beni merak etmiştir. Dedi. Öğretmeni: - Annene haber verdim. Senin okulda olduğunu biliyor. Eşyalarını topla ben seni arabayla eve bırakacağım, dedi. Erdem de eşyalarını toplayıp öğretmeni ile arabaya bindiler ve Erdem’in öğretmeni Erdem’i evine 161
bıraktı ve gitti. Annesi Erdem’e neden ödevini yapmadığını sordu. Erdem de annesinin sorusuna şöyle cevap verdi: - Dün kütüphaneye gittim. Orada Ay ile ilgili kitaplara biraz fazla daldığım için ödevimi yapmaya vakit bulamamıştım. Anneciğim ama bir daha olmayacak. Söz veriyorum, dedi. Annesi de: - Bak söz verdin. Bir daha olmayacak. Haydi, git yat şimdi, dedi. Erdem, geceliklerini giyip yattı. Ertesi gün gene okuldan sonra kütüphaneye gitti. Kütüphanede uzay ile ilgili kitapları çıkarıp not almaya devam etti. 10 yıl sonra… Erdem artık büyümüştü. 8 yaşındaki çocuk 18 yaşına gelmişti. Geçen yıllarda uzaya çıkabilecek performansa ulaşmıştı. Üstelik yabancı dil, bilgisayar programı, makineler hakkında birçok bilgi de öğrenmişti Ama hala araştırmalarına devam ediyordu. Uzayla ilgili her şeyi öğrenmişti. Annesine: - Anne artık ben astronot olup uzaya çıkabilirim’ dedi. Annesi: - Üniversiteyi okuyup astronot olabilirsen öyle çıkabilirsin oğlum. dedi. Erdem: - Ama daha çok var! dedi oflayarak. Canı çok sıkılmıştı ama gene de pes etmeyeceğini söyledi. Çalışıp kendini zorlayıp bu hayalini gerçekleştirecekti. 162
Ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte uzay maceraları konulu bir sinemaya gideceklerdi. Akşam olunca sinemaya gittiler. Sinemadan döndüklerinde çok yorgundular ve hemen yattılar. Tabi Erdem ertesi sabah erken kalkıp çalışmaya devam etti. Sonra annesi Ekmek almasını söyledi. Yolda giderken duvara asılı bir yarışma afişi gördü. Ödül olarak ‘Ay’a gönderilecek bir uzay mekiğinde seyahat edebilme fırsatı’ yazıyordu. Eve varınca hemen heyecanla annesinden yarışmaya katılmak için izin istedi. Annesi de: ‘Tamam oğlum, katıl.’ dedi. Erdem, yarışma için çok hazırdı. Yarışmada uzay ile ilgili şeyler sorulacaktı. Erdem zamanında çok çalıştığı için hepsini biliyordu. Tabi bilmedikleri de vardı. Onun için yarışmaya yoğun bir şekilde hazırlanmaya başladı. Mutlu son… Erdem yarışmaya girdi ve yarışmayı birincilikle kazandı. Rokete binip diğer astronotlarla birlikte uzaya çıktı. Ay yüzeyinde yürüdü. Hayalleri gerçek olmuştu. Çok çalışırsa ve vazgeçmezse küçük yaşlarda bile hayallerin ulaşılabilir olduğunu gördü. Hayal gemisiyle yeni ideallere doğru yelken açtı. Gülderen Cangür 7/A Sınıfı 163
DEDEKTİF TAYFA Ormana arkadaşlarımla pikniğe gitmiştik. O gün yağmur yağıyordu. Biz ormana vardığımızda yağmur dinmişti. Pikniğimizi yapmıştık. Arkadaşım Murat, su doldurmak için ilerideki yıkık dökük eve gitmişti. Gidişiyle gelişi bir oldu. Herkes Murat’ın başına toplandı ve ‘’Murat neden korktun? Bize de anlatsana. ‘’ demeye başladı. Ben de bu kişilerin içerisindeydim. Ama Murat’ın nutku tutulmuş konuşamıyordu. Hava kararmıştı. Ardından sağanak yağmur başlamıştı. Eşyaları topladık ve arabaya bindik. Dikiz aynasına baktığımda siyah takım elbiseli garip bir varlık gördüm, insandan çok bir gorili andırıyordu. Arabayı durdurup yanına gittik. Adamın adı Simon imiş. Az biraz Türkçesi vardı. Biraz konuştuk, bize kendinden bahsetti. Adam daha bir ay önce ailesini kaybetmiş, oradan da Türkiye’ye gelmişti. Simon ile tanıştıktan sonra onu evine bıraktık. Evine götürürken bir şeyler mırıldanıyordu. ‘’Elbet bir gün sizi de …’’ dediğini duyabildim sadece. Simon’ u evine bıraktıktan sonra bizi takip eden siyah bir araba gördük. Siyah araba bir yerden sonra bizi takibi bıraktı. Şehre döndüğümüzde herkes evine dağıldı. Eve geldiğimde Murat beni aradı: - Abi ben eve girdim, çay yaptım, çayımı içerken mutfağımın penceresinden garajın önündeki arabama 164
bakıyordum. O anda garajdan çok şiddetli bir ses geldi. Başta çok korktum, sesin geldiği yere gittim. ‘Aman Allah’ım!’ dedim. Yüzü maskeli adamlar, garajın arka kapısını patlatmıştı. Bir de baktım ki garajdan kaçanların yanında Simon da vardı. Beni görür görmez arabaya binip kaçtılar, dedi. Ben de Murat’a: - Sen yanlış görmüşsündür, Simon öyle bir şey yapmaz dedim. Sabah oldu. Simon’u aradım. Simon’u kahvaltıya davet ettim. Az sonra bağ evimin kapısı çalındı. Kapıda Simon belirdi. Yüzünün biraz değişik bir görüntüsü vardı. İnsanı ürkütüyordu. (Bu Simon bana göre lanetli!) Kahvaltımızı yaptık ve dünkü olaydan biraz bahsettim. Keşke öyle bir şey demeseydim. Kızıp bağırmaya başladı. Bana bir kafa attı, o an gözlerim karardı ve yere düştüm. Yaklaşık 30 dk falan baygın yatmışım. Ayıldığımda, alnımda küçük bir kan sızıntısı fark ettim. Karşımda da Murat’ı görünce şaşırdım. Murat beni aramış ve ben telefonu açmayınca eve gelmiş. Benim yerde baygın halimi görünce aceleyle ambulansı aramış ve dört gözle ambulansı bekliyordu. Ambulans ile hastaneye gittim. Doktor beni muayene ederken kolum kırık olduğunu fark etmiş ve kolumu alçıya almıştı. Kafama küçük bir dikiş attı. Hastaneden çıkınca polise gittik. Simon’un eşgalini tarif ettik ve şikâyetçi olduk. Meğer Simon uzun süredir aranan bir seri katilmiş. Polis amcalar gereğini yapacaklarını söylediler. Eve döndük. 165
Alçı on gün kolumda kaldı. Artık kolum iyileşmişti. Tedbir amaçlı evimin önünde sivil polisler bekliyordu. Çünkü Simon genellikle kurbanlarını genellikle çocuklardan seçiyordu. Beni tekrar takip etme ve evime gelme ihtimali vardı. O sıralarda dağa kampa giden arkadaşım Hakan, tesadüfen Simon’un dağdaki kulübesini görmüş. ‘Allah Allah, bu Murat’ın anlattığı Simon’a çok benziyor, o olabilir mi acaba?’ demiş. Hakan beni aradı. Olanları anlattı. Hakan ve kamp arkadaşlarına çok iyi davranmış. Onlara çay ikram etmiş. (Ama bu Simon’un kurban avlama taktiğiydi zaten. Çocukların önce güvenini kazanıyordu.) Ben de bizim tayfayı topladım. Hakan’ı da yanımıza aldık. Tabi polis amcalara da haber verdik. Kendi başımıza oraya gidersek başımıza çok kötü şeyler gelebilirdi. Simon’un ormandaki yerine gittik. Simon’u evde kıskıvrak yakaladık. Simon artık polislerin elindeydi. Bu işi artık hallolmuştu. Bizi karakoldan Kemal Amir çağırdı, bu yaptığımız işi çok beğenmişti. Kemal Amir bize ‘Siz büyüyünce dedektif olmalısınız.’ dedi. Biz de ‘İnşallah amirim.’ dedik. Artık bizim tayfanın adı ‘Dedektif Tayfa’ olmuştu. Arkadaşlarımıza bu lakabın anlamını her anlattığımızda koltuklarımız kabarıyordu. Hamza Koyun 7/A Sınıfı 166
MUTLULUĞUN GETİRDİĞİ HÜZÜN Christopher eski arabası yerine yeni bir araba bakıyordu. Gittiği galeriler çok para istiyorlardı. Christopher’ın o kadar parası yoktu. Onun için ikinci el araba araştırıyordu. Kabadayı kılıklı bir adam ile görüşmeye başlamıştı. Ama belki de hayatının hatasını yapıyordu. Bu kaba görünüşlü, suratsız, yüzünden acımasızlık akan adamın adı David idi ve elinde lüks ve rahat bir araba vardı. Christopher bu arabayı alacak kadar paraya sahip değildi. Ama karşısındaki, bunun hiç endişelenmemesini, ona uygun bir fiyat biçeceğini söylemişti. Ona perşembe gecesi saat 01.00’ de, sokağın sonundaki boş depoya gelmesini söyledi. Christopher, neden gündüz görüşmediklerini sorunca David: - Ya istediğim saatte gelirsin ya da arabayı unut! dedi. Christopher da arabayı alabilmek için teklifini kabul etti. Christopher mutlu bir şekilde evine döndü. Perşembe gecesi tam saat 01.00’ de deponun önüne gelmişti. Depoya baktığında içerde hiç kimsenin olmadığını gördü. Yoksa kabadayı kılıklı herif anlaşmadan caymış mıydı? Tam karamsar düşüncelere dalmışken kabadayı arkasında belirivermişti. Christopher elindeki tüm parayı 167
vermiş ve başına geleceklerden habersiz sevinçle arabayı sürüp gitmişti. Christopher ertesi gün arabanın tapusunu kendi üstüne yaptırmaya gittiğinde arabasını aldığı kabadayının bir hırsız olduğunu öğrendi. Çünkü araba çalıntı çıkmıştı. Dünyası başına yıkıldı. O da artık suç ortağı sayılıyordu. Oradaki görevli, polisi aramış ve Christopher’ı polisler götürmüştü. Christopher mahkemeye çıktı. Deliller aleyhine düzenlendiği ve şahit olmadığı için suçlu olduğuna karar verilmişti. Üstelik hırsızlık sırasında bir adam da ölmüştü. Şu an hem hırsız hem katil damgası yemişti. Avukat tutacak parası da olmadığı için direk hapse atılmıştı. Christopher ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılmıştı. Bu olay gazetelerde çarşaf çarşaf haber olmuş ve medyada büyük yankı uyandırmıştı. Çünkü olay sırasında ölen kişi bir çocuktu. Artık herkes Christopher’dan para hırsı için çocuklara kıyabilen bir canavar olarak bahsediyordu. Christopher’ın hapiste geçen günleri esnasında ünlü dedektif Mark, davayı gönüllü olarak üstlenmiş ve olayla ilgilenmeye başlamıştı. Mark uzun ve zorlu uğraşlar sonucu olayın asıl suçlusunu bulmuştu. David yaşlanmış ve işlediği suçlardan kazandığı tüm parayı bitirmişti. Sefil bir halde hayatını sürdürüyordu. Ama David olayı itiraf etmiyordu. Ne var ki unuttuğu bir şey vardı. David astım hastasıydı ve kullandığı astım ilacının boş kabını o gün olay yerine atmıştı. Mark kabı bulunca hemen DNA örneğini istemiş ve David’i tutuklatmıştı. Uzun sorgular sonucu suçunu itiraf etmişti. 168
Christopher, hapisten çıkınca Mark’ a teşekkür etti, onunla çok sıkı dost olmuşlardı. Ama hapishanedeki günler onu çok yormuştu. Sağlık durumu çok kötüydü. Mark, onu ziyaret etmek ve sohbet etmek için mutlu bir şekilde Christopher’ın evine gittiğinde Christopher’ın kalp krizinden dolayı öldüğünü gördü. Çok üzülmüştü. Tam hapisten çıkmışken aniden ölmesi ona çok dokunmuştu. ‘Demek ki ömrü o kadardı.’ diye teselli verdi kendine. Keşke son zamanları bir araba sevdasıyla başına gelen bir dizi bela yerine mutlu olaylarla geçseydi diye diledi içinden. Taze mezarın başında bunları düşünürken elindeki güle baktı ve mezarın başına bırakıp kendi yoluna doğru ilerledi. İbrahim Efe Kaçmaz 7/A Sınıfı 169
TATİL YOLUNDAKİ MACERA Furkan isminde 12 yaşlarında bir çocuk varmış. Furkan ve ailesi yaz tatilinde karavan tatili yapmaya karar vermişler ve yaz gelmiş, tatil olmuş. Hep birlikte yola çıkmışlar. Yolda giderken terk edilmiş bir köy görmüşler. Burada konaklayıp köyde gezmeye başlamışlar. Etrafı keşfederken evlerinin bahçelerinde toplanmamış meyveler ve sebzeler olduğunu fark etmişler ama bahçeler gayet bakımlıymış. Buradan yola çıkarak köyün daha yeni boşaltıldığını anlamışlar. Nedenini merak edip kendi aralarında fikir yürütürken aniden bir ses gelmiş. Furkan’ın küçük kardeşi Ahmet, bu sesten çok korkmuş ve ağlamaya başlamış. Bu çok gürültülü bir uğultunun sesiymiş. Furkan’ın babası Ali Bey, bu ıssız köyden ailesine bir zarar gelmesinden tedirgin olmuş ve hanımı Sevgi Hanım’a ‘Bir an önce buradan gitmemiz lazım. Çünkü insanların burayı boşaltmasının bir sebebi olmalı, şu an her türlü tehlikeye açığız.’ demiş. Sevgi hanım ‘Bence de.’ diye cevap vermiş. Bu arada az önceki ses daha da yakından ve kesintisiz gelmeye başlamış. Bu büyük bir su akıntısının sesiymiş. Sesin geldiği tarafa baktıklarında uzaktan gelmekte olan dev bir su dalgası görmüşler. Furkan’ın ‘Bu da ne böyle?’ diye sormasıyla babasının elinden tutup koşması bir olmuş annesi de kardeşini kucağına alıp koşmaya başlamış. Koşarlarken babası: 170
- Burası baraj gölünün yapılacağı bir yer olmalı. - Anlaşılan o ki biz çok yanlış zamanda buraya geldik. Hemen arabaya yetişmeliyiz. Yoksa sular altında kalacağız. Koşun! demiş. Arabanın yanına geldiklerinde eşyaları yere atmışlar. Arabanın yükünü boşalttıktan sonra arabaya binip hızla arabayı sürmüşler. Araç önde sular arkada yoğun bir rekabet başlamış. Eğer zamanında yüksek bir yere çıkamazlarsa bütün aile sular altında kalacakmış. Ali bey ailesini korumak için ecel terleri dökerek tüm gücüyle gaza basmış. Hızla giden araba bir ağacın dalına takılmış ve ilerleyemiyormuş. O anda su dalgasını kafalarının üstünde gördüklerinde ‘Artık her şey bitti.’ deyip son dualarını ederlerken birden iyice gerinen dal kopmuş ve kendini tutan engelden kurtulan son vitesteki araç çok uzağa fırlamış. Araba bir tepedeki ekin tarlasına düşmüş. Babası arabadan zorla inmiş ve ailesini de kurtardıktan sonra arabadan uzaklaşmışlar. Arabaları gözlerinin önünde büyük bir patlamayla dağılmış. Allah’tan kimse yaralanmamış. Herkes hayatta olduğuna çok şükretmiş ve bu maceralı tatil yolculuğu yaşamın kendisinin her şeyden kıymetli olduğunu öğretmiş onlara. Birbirlerinin elinden tutup, bundan sonraki hayatlarına doğru yürümüşler. Mehmet Cengiz 7/A Sınıfı 171
KORKU ORMANI Bir gün beş arkadaş ormanda kamp yapmaya karar verdiler. Hepsi eşyalarını toplayıp buluştular. Son kez eksik bir şey var mı diye kontrol ettiler ve arabaya binip yola koyuldular. Tam altı gün ormanda kalmayı planlamışlardı. Ormana girdiklerinde her yer yemyeşildi. Hepsi doğanın güzelliğine hayran kalarak arabadan indiler ve tertemiz havayı ciğerlerine doldurdular. Kamp yapacakları yeri seçtiler ve çadırlarını kurdular. Bir süre sonra ateş yakmak istediler ve Ahmet ile Ayşe odun toplamaya gitti. Can, mert ve Esra’ ya da yanlarında getirdikleri yiyecekleri hazırlamak düştü. Ahmet ve Ayşe odun toplarken bir ses duydular. Ayşe Ahmet’e: - Bir ses duydum! dedi. Ahmet: - Boş ver yabani bir hayvandır. Diyerek geçiştirdi. Ayşe cevap vermedi ama içine korkuyu davet eden bir şüphe düşmüştü. Kamp yerine döndüklerinde diğerleri: - Nerde kaldınız? dediler. Ayşe: - Odun toplarken bir ses duyduk, dedi. Ahmet yabani bir hayvan olabileceğini söyledi umursamadan. Ateş yakıp yemeklerini yediler. Ateş başında sohbet etmeye başladılar. Bol eğlenceli bir muhabbetten sonra saat on civarında yatıp kendilerini 172
uykunun rahatlatıcı kollarına bıraktılar. Birdenbire gecenin sessizliğini bölen korkunç bir sesle hepsi birden uyandılar. Ellerinde el fenerleriyle dışarı çıktılar ve etrafı kolaçan ettiler. Tek buldukları şey kırık bir dal parçası ve yanındaki ağacın üzerindeki değişik izlerdi. Bunu bir hayvan yapmış olamazdı. Hepsi korku içinde çadırlarına döndüler. Sabah olduğunda ateş yakıp bir şeyler yediler karınlarını doyurduktan sonra ormana yürüyüşe çıktılar. Ormanda ilerlerken birisinin onları izlediğini fark ettiler. Kamp yerine geri dönüp arabalarını aldılar ve ormanın derinliklerine doğru keşfe çıktılar. Bir kulübe görünce yanında durdular. İçerde kimin olduğunu merak edip kapıyı vurdular. Kapıyı yaşlı somurtkan bir adam açtı. Adam ‘’ Ne var? ‘’ dedi dertçe. Bizimkiler ormanda değişik sesler duyduklarını ve ağaçlarda değişik şekiller bulduklarını söyledi. Adam hemen onları içeri aldı ve heyecanla anlatmaya başladı yaşlı adam: - Bu ormanda eskiden bir katil vardı. Ormana kamp yapmaya gelen insanlar ya korkudan kaçar ya da ölü bulunurdu, epeydir gözükmüyordu. Demek ki yeniden ortaya çıktı. Adamın söylediklerini korkuyla dinleyen beş arkadaş endişeyle kamp alanına geri döndüler. Sabah can erkenden kalkıp kamp alanını araştırmaya gitti. Can’ın gözüne farklı bir şey takıldı, bir ayak izi. Fakat ne kendi arkadaşlarının ne de yaşlı adamın ayak izi olamazdı. Çünkü daha büyüktü. Tam arkadaşlarına haber vermek için onların yanına koşarken kafasında hissettiği şiddetli darbeyle acı bir çığlıkla yere düştü. 173
Kamp alanındakiler çığlık sesini duymuşlar ve hızla çadırlarından çıkarak ortada toplandılar ama bir eksik vardı. Can yoktu. Hemen çığlığın geldiği yere doğru koştular. Ama bir şey bulamadılar. Tam kampa geri döneceklerdi ki Ayşe bir şey buldum diye bağırdı. Can’ın gördüğü kocaman ayak izini o da fark etmişti. Hepsi birden izin başına toplandılar. Bir insana göre fazla büyük bir ayak iziydi. Kamp yerine geri döndüler. El fenerlerini ve diğer eşyalarını alıp ayak izlerini takip etmeye başladılar. İzler onları eski bir kulübeye sürüklemişti. Ahmet önde diğerleri arkada kulübeye yaklaştılar. Kapıyı biraz aralayıp içeri baktılar, kimse yoktu. İçeri girdiler, yan yana dizilmiş sandıkları gördüler. Sandığın biri hareket etti birden, mert sandığa yaklaşarak kapağını açtı ve içinde kollar ve bacaklarla karşılaştı. Mert bunları görür görmez dehşete kapılıp hemen kapağı kapattı ve sandıktan uzaklaştı. Ahmet sandığı kenara çekti ve gizli bir kapı gördü. Tam kapıyı açacakken ormandan bir ses duyuldu. Ahmet ve arkadaşları hemen pencereden atlayıp ağaçların arkasına saklandılar. Kocaman bir adam kapıyı açıp içeri girdi. Sandığı yerinde göremeyince öfkeyle gizli kapıyı açtı ve gördükleriyle rahatlayıp kapıyı tekrar kapattı. Kamp sakinleri çaresizce kamp alanına döndüler. Bir ateş yaktılar ve yemek yediler, ne yapacaklarını konuştular. Ardından derin bir sessizlik oluştu. Herkes iç âleminde korkularıyla yüzleşiyordu anlaşılan. Fazla geçe kalmadan yatıp uyudular. Gece Ayşe’nin çığlığıyla uyandılar ama Ayşe yoktu. Yerde Ayşe’nin el fenerini 174
buldular. Artık gitmemeleri için iki neden vardı: iki kayıp. Hemen hazırlanıp gündüz gördükleri kulübeye doğru yola çıktılar. Kulübenin yanına vardıklarında içeride katilin olduğunu fark ettiler. Hemen bulabildikleri çalıların arkasına saklandılar. Katil bir süre sonra kulübeden çıkıp ormana doğru yol aldı. Üç genç hemen kulübeye girdi. O gizli kapıyı açtılar. Can ve Ayşe’yi bağlı bir şekilde buldular. Hemen onları oradan çıkardılar. Ayşe sevinçle arkadaşlarına sarılırken hepsinin bilmediği bir şey vardı. Katil dev fazla uzaklaşmamıştı. Beş arkadaş arkadaşlarını kurtarmanın verdiği mutlulukla hemen kamp alanına doğru koşarak yola koyuldular. Katil dev kulübeye geri döndüğünde kapının açık olduğunu fark etti. Hızla içeri girdi. Sandık yerinde değildi yine, üstelik mahzene giden kapı da açıktı. Koca adam kamp alanına koştu hemen fakat çok geçti. Arkadaşlarını kurtaran gençler eşyalarını toplayıp çoktan arabaya binmişti bile. Koca dev diz çöktü ve arabanın arkasından öylece bakakaldı. Birden küçük kardeşinin ağırlığıyla uyandı Ahmet. 3 yaşındaki kardeşi her sabah yaptığı gibi onu uyandırmak için kafasına oturmuştu. Ve kafasındaki ağırlıkla da kâbus görmüştü. Kardeşi kıkır kıkır gülüyordu. Ona bakıp gülümsedi ve yarın için hazırladığı çantaya yöneldi. Bir eksik var mı diye kontrol etti. Dört arkadaşıyla birlikte ormana kampa gideceklerdi… Ruçhan İsa Atasoy 7/A Sınıfı 175
UZAY MACERASI Beklediğim gün gelmişti en sonunda, uzaya gidecektim. O gün saat 12.30’ da fırlatılacaktı ki uzay platformunda bir problem çıktığı ve bugün fırlatılamayacak olduğu bildirildi. Beklediğimiz günlerde bir bilim insanı da yeni bir uzay mekiği tasarladığını söyledi. Projesi kabul oldu. Bu proje sayesinde sıkıntı çözülecekti, çok mutlu olmuştum. Mekiğin motorunda proje dışından bir şey eklenmiş ama kimsenin haberi olmamıştı. Sabah 10.30’ da mekik tamamlanıp fırlatıldı. Motor aniden çok hızlandı ve solucan deliğine girdim. Başka bir galaksiye girmiştim. Motor aniden durdu ve bir gezegene düştüm. Bu gezegende benden başka canlılar da vardı. O canlılar benim yanıma geldiler ve konuşmak istediler. Onları ilk başta düşmanım sanıp korktum ama bana yardım etiklerinde onların düşman olmadıklarını anladım ama bizim dilimizi nasıl konuşuyorlardı sonradan bana bir cihaz verdiler. Cihazın ismi evrensel çeviri aletiydi. Bana o cihazı vererek liderlerinin yanına götürdüler. Liderleri bana şunları dedi: - Senin gibi iki kişi daha var. - Ama nasıl buraya gelebildiler? - Senin gibi onlar da düştüler. Sen dinlen, yarın ben seni onların yanına götürürüm. - Tamam, deyip dinlenmek için mekiğimdeki yatağa gittim. 176
O yorgunlukla öğlene kadar uyudum. Uyandığımda oranın yemeklerinden getirdiler. Yedikten sonra beni o iki kişiye götürdüler: - Hoş geldin! - Hoş bulduk. Buraya nasıl geldiğinizi anlatır mısınız? - Biz buraya bir mekik ile geldik. O mekik, motor yüzünden durdu ve buraya düştük. - Sözünüzü keseceğim ama sizi Dr. Naci mi yolladı? - Evet - Ben de onun tasarladığı mekikle gönderildim ama sizin mekiğiniz nerede? - Kapkaççılar adını verdiğimiz bir tür uzay canlıları kaçırdı. Lider araya girdi: - O canlılar insan yengeçlerdir, sadece suda yaşayabiliyorlar. Karada nefes alamadıkları için yeni yollar arıyorlar. Sizin astronot kaskınız gibi fanuslar geliştirdiler. Bizde yeni sonik toplar hazırlayıp onların kasklarını vurarak sudan çıkmalarını önlüyoruz. - O zaman nasıl mekiği alabildiler? - Onlar deniz ile göl arasında bir yol açtılar ve oradan geldiler. Biz de bunu geç fark edince olanlar oldu. Astronotlardan biri şöyle devam etti: 177
- Biz mekikte gizli bir bölme bulduk. Orada bir sürü silah vardı. Mesela plazma topu ışın silahı gibi silahlar. Belki senin mekiğinde de vardır. Gidip arayalım. - Tamam, dedim ve mekiğe bakmaya gittik. Her yere baktık, en sonunda o bölmeyi bulduk. Bölmede bir sürü silah ve bir not vardı. Not da yazan şunlardı: ‘Seni bu duruma soktuğum için özür dilerim Dostum Saltuk. Ama şu an bulunduğun galaksideki insana benzeyen yengeçler, benim oğlumu kaçırdılar. Sen sormadan ben söyleyeyim. Oğlum, keşif yapması için gönderdiğim insansız mekiklerinden birine izinsiz bir şekilde binmiş. İçinde oğlumun olduğunu bilmediğimden içim rahat bir şekilde motoru ateşleyen düğmeye bastım. Sonra telsizden bana ulaştı ve yardım istedi. Ben de seni ve o iki astronotu yolladım. Lütfen oğluma yardım edin!’ Bu notu görünce gerçeği anladık ve oğluna yardım etmeye karar verdik. Ama nasıl oğlunu kurtaracaktık? Bunun için bir plana ve bir haritaya ihtiyaç vardı. Lider astronot bu kez bir harita verdi. Bu harita galaksinin zeminini tarayarak insan hareketlerini vücut ısılarından fark edebiliyor ve nöbetçileri gösteriyordu. Bu haritayı aldım ve mekiğime giderek motordaki sonradan eklenen parçayı aldım. Projede gözükmemesinin nedenini anladım. Parça mikroskopla görünecek kadar küçüktü. Özel kutusuna koydum. İki astronotun yanına giderek plan yapmaya başladık: - Ben çocuğu kurtarmaya gidiyorum ve sizin de bu sırada güvenli yol bulup hazır olmanızı istiyorum. 178
Denize girince biraz ileride iki nöbetçi olduğunu gördüm. Onları silahlarla bayıltıp haritaya baktık, hapishanede küçük bir insan hareketi gösteriyordu. Ama etrafta nöbetçiler vardı. Onları ışın tabancasıyla bayıltıp hapishaneden çocuğu kurtardım. Astronotlar da bize yolu açmıştı. Hatta küçük bir jetle bizi kurmaya gelmişlerdi. Küçük jet bizi mekiğe götürdü. Pilot koltuğuna geçtim ve motora o küçük parçacığın gücünü aktararak hemen fırlatma sistemini çalıştırdım ve çatıyı delerek uzaya çıktık. Yeniden kendi gezegenime döneceğim için çok heyecanlıydım. Küçük Fahri yine merakına yenik düşmüş gösterge panellerini karıştırıyordu. Bu çocuk akıllanmayacaktı. Tebessüm edip gözümü yıldızlara çevirdim. Saltuk Buğrahan Yıldırım 7/A Sınıfı 179
LANETLİ KÖŞK BÖLÜM 1 Faruk Bey, son zamanlarda olduğu evden çok bunalmıştı. Evin her tarafı eski püsküydü. Faruk Bey siyah saçlı, mavi gözlü ve kısa boylu bir adamdı. Faruk Bey, satın almak için ev arıyordu. Ev ararken bir köşk buldu. Faruk Bey, bu evi görür görmez çok hoşuna gitmişti. Faruk Bey, Yasemin Hanım’la evi gezmeye başladı. Evin koridorları ve ardı ardınca odaları vardı. Yasemin Hanım bu evi pek sevmemişti. Faruk Bey bir şekilde Yasemin Hanım’ı ikna etmeyi başardı. Taşınmaya başlarlarken Yasemin Hanım’ın içinde hala bir kuşku vardı. Taşınma süreci bitti ve eve girdiler evin çoğu yeri boş kaldı çünkü ev kocamandı. Bu ev, çok değişik; fazlaca koridorları olan bir evdi. Bir de bu evin bir hizmetçisi vardı. Asık suratlı, uzun boylu bir adamdı. Adama ne sorsalar ‘Evet!’ ya da Hayır!’ diyordu. Günler geçip gidiyordu. Çocuklar okulla, Faruk Bey işiyle, Yasemin Hanım da ev işleriyle meşguldü. Bir gün, Faruk Bey eve gelirken karşısına biri çıktı. Aralarında şu konuşma geçti - Bu eve girmekle hata ettiniz. - Neden? 180
- Bu evde önceden bir vaka oldu. Bundan 6 yıl önceydi. Yine sizin gibi bir aile vardı. Bir gün evden bir çığlık sesi duyuldu ve gerisini bilen yok. İki gün sonra da ölüm haberleri verildi. - Bu söylediklerin gerçek mi? - İnanıp inanmamak sana kalmış. Bu konuşmadan sonra 2 si de arkasını döndü ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Ama o gün Faruk Bey o kadının dediğini aklından hiç çıkarmadı. Bir gün gece yatarlarken Yasemin Hanım bir çığlık sesi duydu. Sessizce yataktan çıktı ve dışarı çıkacakken karşısına o asık suratlı adam çıktı. Aralarında şu diyalog geçti: - O ses neydi? - Bir şey değil, sen git yat. Ben bakar gelirim şimdi. Adamın çok ciddi bir bakışı vardı ve çok ürkütücüydü. Yasemin Hanım adama baktı ve hiçbir şey demeden geri yattı. O günden sonra Yasemin Hanım, Faruk Bey’e isyan etmeye başladı. Fakat ne dese de Faruk Bey inanmıyordu. Bir gün yine Yasemin Hanım evde otururken geçen gece duyduğu sesin aynısını duydu hem de birkaç kez. Hemen Faruk Bey’i aradı ve tam arkasını dönerken karşısına o asık suratlı adam çıktı. Kafasına şamdanla vurdu ve onu bayılttı. Faruk Bey işten çıktı ve hemen koşarak eve geldi. Ama her şey için çok geçti. Faruk Bey eve gelip kapıyı açtı ve yukarı baktı kafasının üzerinde ona doğru gelen bir tava vardı. 181
BÖLÜM 2 LANET Faruk Bey yavaşça gözünü açtı ve gözünü ovaladı. Kafasında büyük bir acı vardı. Hemen etrafına baktı ve karşısında baygın olarak yatan Yasemin Hanım’ı gördü. Hemen Yasemin Hanım’ın yanına gitti ve onu dürtükledi. Yasemin Hanım yavaşça kalktı ve gözünü ovaladı. Kalktıktan sonra aralarında konuşmaya başladılar. Yasemin Hanım sürekli soru soruyordu. Bunun ardı arkası yoktu. Faruk Bey “Artık yeter” dedi ve Yasemin Hanım sustu. Aniden önlerindeki duvar hareket etmeye başladı ve duvar bir kapı gibi açılıverdi. Karşılarında o hizmetçi belirdi ve yanında da 2 kişi vardı. Sebepsizce gülüyorlardı. Yasemin Hanım ve Hizmetçi arasında şu dialog geçti: - Ne istiyorsunuz bizden? - Canınızı. - Biz size n’aptık? Bırakın bizi! - O eve girmekle hata ettiniz! deyip gülerek gitti ve duvar kapanıverdi. Faruk Bey’in aklına o kadının dediği geldi ve içinden bir “Of” dedi. Yasemin Hanım ise ağlarken tabandan biri vuruyordu sanki. Bir anda yan taraftan taşlar kırılmaya başladı ve kırılan taşların arasından bir adam çıktı. ”Benimle gelin” dedi. Onu takip edip delikten girdiler ve deliği takip ederlerken bir koşma sesi geldi. Adam hemen açtığı deliği kapattı ve tam kapandığı anda o asık suratlı adam geldi. Odada Yasemin Hanım ve Faruk Bey’i göremeyince şeytanice bir çığlık koparttı ve odadan 182
çıkıp gitti. Faruk Bey ve Yasemin Hanım deliğin açıldığı lâbirenti takip ettiler ve sonunda bir odaya çıktılar. Odada bir kadın ve adam oturmuş bekliyorlardı. Kadın Yasemin Hanım ve Faruk Bey’i görünce hemen yerinden fırlayıverdi. Kadın: - Buyurun, oturun şöyle! dedi. Faruk Bey ve Yasemin Hanım içeri girdiler ve konuşmaya başladılar. Faruk Bey’ in aklına bir şey takıldı ve: - Yoksa siz o kaybolan kişiler misiniz? dedi. Kadın da: - Evet! dedi. Konuşmaya dalmış giderlerken adam: - Susun artık, buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyız! dedi. Ortamda bir sessizlik oldu. Hemen hazırlıklarını yapıp odadan çıktılar. Etrafı araştırdılar ama hiçbir çıkışa ulaşamadılar. Çünkü burası bir lâbirentti. BÖLÜM 3 LABİRENT Herkes buranın bir lâbirent olduğunun farkına varmıştı. Arkalarındaki duvarda değişik eşya koyma yerleri vardı. Yüzük, şalter bir de baston koymak için bir yer vardı. Bu yerden çıkmak için eşyaları bulmak zorundaydılar. Yasemin Hanım ve kadın bir tarafa, Faruk 183
Bey ile adam ise diğer tarafa gitmişlerdi. Karşılarına değişik akıl oyunları çıkmıştı ama bizimkiler yılmayıp bu oyunları başarabilmişlerdi. Oyunları tamamladıktan sonra bir yerde buluştular. Yasemin Hanım ve kadın yüzüğü, Faruk Bey ile adam ise bastonu bulmuşlardı. Hemen yüzük ve bastonu yerlerine koydular. Fakat şalter eksikti. Bir anda cepleri parıldamaya başladı. O oyunları oynarlarken hepsine de tılsım verilmişti. Hemen tılsımları çıkardılar. Hepsinin de tılsımları farklı renklerde ışık saçıyordu. Hemen tılsımları koyulacak yerlere koydular ve yukardan karşılarına bir şalter düştü. Şalteri de yerine koydular ve önlerindeki duvar açıldı. Hemen dışarı çıkıp etrafı kontrol ettiler. Her taraf su ile kaplıydı. Burası köşkün eskiden su deposu olarak kullandığı sarnıç olmalıydı. Sağ taraftan hafif bir rüzgâr esintisi geldi. Bir çıkış bulma umuduyla o tarafa yürüdüler. Çatlak bir duvara geldiler. Erkekler yerde buldukları taşlarla duvara vurmaya başladılar. Nihayet duvar yıkıldı ve dışarı çıktılar. Dünyada her şey belki çok kıymetliydi ama özgürlük paha biçilemezdi. Tarık Eren Algül 7/A Sınıfı 184
MACERALI DÜŞ O akşam her zaman yaptığım gibi deney masamın başına geçtim. Kimyasal yöntemlerle oluşturduğum karışımın baloncuk özelliği gösterip göstermediğini anlamak istiyordum. Gözlerim kardeşimin dün içtiği çikolatalı sütün henüz çöpe atmadığı kaba takıldı. Hemen pipetini çıkardım ve yıkayıp deney tüpünün içine daldırdım. Üflemeye başladım. Pipeti geri çıkardığımda baloncuğun daha ben üflemeden büyümeye başladığını gördüm. İçine kattığım maddelerden birinin miktarını ayarlayamamış olmalıydım. Bu dikkatsizliğim, orantısız büyümeye sebep olmuş olabilirdi. Baloncuğu elime alıp incelemeye başladım. Ayaklarımın yerden kesilmeye başladığını fark ettiğimde çok eğlenceli olduğunu düşündüm. Kahkahalar atarken birden bilim odamın açık tavanından gökyüzüne doğru yükselmeye başladım. Neredeyse atmosfer tabakasını aşmıştım ama içimdeki korkunun pekiştirdiği adrenalin beni hala çok eğlendiriyordu. Uzay boşluğuna ulaştığımda Ay ile karşı karşıya geldim ve hayret dolu bakışlarına karşılık sevgiyle gülümsedim ona. Soğuk hava tabakası ve oksijensizlik beni ve hayal balonumu zorluyordu. Ruhumu sarmaya başlayan korkunun beynine fısıldadığı felaket birden gerçek oldu ve maceracı hayal balonum birden patladı. Çok hızlı bir şekilde düşmeye başladım. Uçsuz bucaksız bir okyanusa doğru baş aşağı bir roket gibi çakılacaktım 185
neredeyse. Bir şeyler yapmaya çalışıyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Artık sonumun geldiğini düşünerek son duamı etmeye başladım. Tam suyun üstüne düşecekken aniden sıçrayarak uyandım. Yatağımın üstündeydim. Deney malzemelerime baktım hemen. Çalışma masamın üzerinde uslu uslu beni bekliyorlardı. Demek bu mükemmel şey sadece bir rüyaydı. Saat daha gece yarısıydı hafif bir tebessümle tekrar uykuya daldım. Uyku gözlerimin üstünü örterken yeni maceraların kapısını aralamıştı bile. Zeynep Gülay Yıldız 7/A Sınıfı 186
KAYBOLANLAR Yıl 2012 idi. Bir kayıp vakası üzerinde çalışıyordum. Kayıp bir çocuk. İsmi Mert Can. Daha küçücük. Belki de bu yüzden onun davasına yoğunlaştım. Önce onunla ilgili bütün dosyaları araştırdım. Mert’in abisi de 1990 yılında kaybolmuştu. Acaba onunla bir bağlantısı var mıydı? İkisi de 5 aylıkken kaybolmuştu. Onun ismi de Salih’ti. Ailesi için ne acı verici olmalıydı. İki çocukları da kayıptı. En sonunda saatlerdir oturduğum sandalyeden kalktım. Dışarı çıktım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Ama ben hiç aldırmadan eve doğru yürüyordum. Çok ıslanmıştım. Ama bu umurumda değildi. Aklımda sadece Mert bebek vardı. Sonunda eve varmıştım. Sırılsıklam ıslanmıştım. Üzerimi değiştirdikten sonra hiç vakit kaybetmeden çalışma odama gittim. Kafamda iki şey vardı. Biri Mert bebek, diğeri ise geçen yıl üzerinde çalıştığım ve ölü olarak bulunan Semih. Benim ismim de Semih’ti. Belki de bu yüzden unutamamıştım onu. Kafamda sorularla oturup dosyaları karıştırırken kızımın ağlama sesiyle bir anda irkildim. Kafamdaki soruları odada bırakıp kızımın yanına gittim. Kızım daha 8 aylıktı. İsmi Gülsu’ydu. Çok tatlı bir bebekti. Onu da yanıma alarak mutfağa gittim. Eşim avukattı. Bazı dosyalar üzerinde beraber çalışırdık. Yemek yerken bana yeni bir dava aldığını bu davanın kayıp bir bebek olduğunu söyledi. Hemen 187
bebeğin ismini sordum. Mert Can deyince heyecana kapılıp ‘Ben de o davaya bakıyorum!’ dedim. Beraber çalışınca daha verimli sonuçlar alabiliyorduk. Yemeğimizi yedikten sonra Mert Can bebek üzerine yoğunlaştık. Bu vakayı yeni aldığımız için çok az bilgimiz vardı. Tek bildiğimiz Mert bebeğin abisinin de kaybolmuş olmasıydı. Bu bilginin işe yarayıp yaramayacağını bilmeden Mert’in abisinin dosyasına baktık. Dosyada sadece bir gazete sayfası vardı. Gazetede Salih’in kayıp haberi vardı. Bu kayıp haberini Salih’in anne babası değil başka biri yayınlatmıştı. Bu çok garipti. Salih’i bulmak için bir avukat bile tutulmamıştı. Sonra Mert’in ailesiyle buluşma ayarladık. Ertesi gün saat ikide buluşacaktık. Uzun saatler çalıştıktan sonra uyuduk. Ne de olsa uykuya ihtiyacımız vardı. Başımı yastığa koyar koymaz uyudum. Rüyamda Mert’i gördüm. ‘Beni kurtarın!’ dercesine ağlıyordu. Sabah olunca erkenden kalktık ve benim büroma geçtik. Çok heyecanlıydım. Saatler ilerledikçe daha da heyecanlanıyordum. Sonunda beklenen saat geldi. Buluşacağımız yere gittiğimiz zaman Mert’in ailesinin orada beklediğini gördük. Hemen yanlarına gittik. Sanki Salih’i unutmak istiyorlardı. Salih konusunu açınca ürperiyorlardı. Bu konunun üzerinde çok fazla durmadım. İki saatlik sohbetten sonra ayrıldık. Kafamdaki sorular cevap bulmamış, daha da artmıştı. Ertesi gün sabah bize gelen bir telefonla uyandık. Çok korkmuştuk. Çünkü genelde sabahları gelen haberler pek hayra alamet olmuyordu. Telefonu açtığımızda 188
arayanın Mert’in annesi olduğunu anladık. En kısa zamanda buluşmak istiyordu. Hemen bir saat sonrası için buluşma ayarladık. Hemen apar topar hazırlanıp çıktık. Ne söyleyeceğini çok merak ediyorduk. Buluşma yerine gittiğimiz zaman Mert’in annesi ağlıyordu. Çok şaşırmıştık. Acaba ne olmuştu. Hemen yanına gittik ve ne olduğunu sorduk. Bu sefer daha çok ağlamaya başladı. Onu sakinleştirdik. Sonra bize çok şaşırdığımız bir itirafta bulundu. Aslında Salih kaybolmamıştı. Onu çocuk yuvasına bırakmışlardı. Kimseye de söyleyememişlerdi. Hiç vakit kaybetmeden sosyal medya hesaplarından Salih’e ulaşmaya çalıştık. İki günlük araştırmadan sonra Salih’e ulaştık. Yıllar süren ayrılık bitmişti. Hemen bir buluşma ayarladık. Saat dörtte buluşacaktık. Mert’in ailesi ile birlikte buluşma yerine bir saat önceden gittik. Çok heyecanlılardı. Nasıl bir Salih’le karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Belki nefretle, kinle dolmuş bir Salih’le karşılaşacaktık belki de daha farklı bir Salih’le. Bunu hiçbirimiz bilmiyorduk. Saatler saatleri kovaladı ama hala Salih gelmemişti. Sonra bir telefon geldi ve Salih gelemeyeceğini söyledi. Salih’in ailesi çok üzülmüştü. Yıllardır bekliyorlardı. Sadece bir gün daha beklemeleri lazımdı. Ertesi günün sonunda Salih ve ailesini buluşturabildik. Salih çok farklı bir tavır gösterdi. Biraz kızgındı ailesine. Yine de bir şey diyemedi. Ne de olsa ailesiydi. Salih’te gizemli bir hal seziyordum. Çok garip bakıyordu. Ne olduğunu soramadım. Ama en kısa 189
zamanda konuşmam lazımdı. Bir iki saat konuştuktan sonra ‘Hadi evimize gidelim!’, dedi Salih’in annesi. Salih paniklemiş bir halde ‘Hayır hayır, gelemem!’ dedi. Salih’in ailesi üzülseler bile bir şey diyemediler. Salih olayı da çözüldüğüne göre artık Mert’i bulmaya odaklanabilecektik. Aramalara ara vermeden devam ediyorduk. Sanki yer yarılmış içine girmişti Mert bebek. Tam bir aydır Mert bebeği arıyorduk. Yirmi yıl önce kaybolan abisini dahi bulmuştuk ama Mert hala ortalıklarda yoktu. Ertesi hafta yine büromda çalışırken Salih benimle görüşmek istediğini söyledi. İki saat sonra kafede buluşalım dedim ama o bunu kabul etmedi. Hemen görüşmek istediğini söyledi. Ben de benim ofisime gelebilirsin dedim. O da bunu kabul etti. Aradan yarım saat geçmişti ki camdan Salih’in geldiğini gördüm. Elinde bir puset vardı. Odamda onu beklemeye başladım. Aradan bir saat geçmesine rağmen Salih hala gelmemişti. Meraklanmaya başlıyordum. Tam o sırada dışarıdan bir ses geldi. Hemen dışarı çıktım. Ne olduğunu sorduğum zaman görevlilerden biri bana içeride bir adam ve bebeğin asansörde kaldığını söyledi. Çok üzülmüştüm. Elim ayağım titremeye başlamıştı. En sonunda Salih’i asansörden çıkarmışlardı. Hemen ofisime geçtik. Önce Salih’i sakinleştirdim. Çok korkmuştu. Sonra ağlamaklı bir sesle ‘Bu çocuk Mert Can.’ dedi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Öylece kalakalmıştım. Bu bebek gerçekten Mert Can mıydı? Salih kendini toparladıktan sonra: 190
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208