Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore KALEMDEN KELAMA YOLCULUK1

KALEMDEN KELAMA YOLCULUK1

Published by bllylmz07, 2020-07-17 16:40:02

Description: KALEMDEN KELAMA YOLCULUK1

Search

Read the Text Version

… Faruk okuduğu tarih kitaplarından aldığı notları gözden geçirdi. Yine gözleri yaşararak kapattı ajandasının kapağını. ‘Atalarımız bu toprakları canlarını vererek bize emanet ettiler. Ben de onlara layık olmalıyım. Vatanımı muasır medeniyetler seviyesine taşımak için derslerime çok çalışmalıyım.’ diye düşündü. Bugün martın 10’uydu. 18 Mart’ta okulunun düzenlediği Çanakkale gezisine katılmak için şimdiden çok heyecanlıydı. En büyük idolü olan Seyit Onbaşı’nın hikayesini yerinde dinlemek istiyordu. Bu düşüncelerle kitaplarını topladı ve kütüphaneden evine uzanan yolu kurduğu mutlu hayallerle tüketmeye başladı. Faruk Karaaslan 5/A Sınıfı 45

HAYATI HAFİFE ALMA! Geçimini çiftçilikle sağlayan, sabah kalktığında sobanın üstünde buram buram tüten sıcacık çay ve mis gibi odun kokusunda pişen kızarmış ekmekle sabahın ilk vakitlerinde sofra başına toplanan bir aile. Okuyup büyük adam olmak için çalışan ama cesareti olmayan, en küçük zorlukta pes etmeye meyilli, 10- 11 yaşlarında ailesinin en küçüğü olan kahramanımız Ali. Babası dağdan getirdiği odunları kış için hazırlarken, annesi de hayvanlardan aldığı sütle peynir, çökelek, yoğurt elde edip birazını kendi ailesi için bir miktarını da satıp para kazanmak için uğraşıyordu. Ablası da bu arada okula yetişme telaşıyla annesine de yardımcı olmak istiyordu. Sonbaharın gelmesiyle birlikte sararan ağaç yaprakları toprakla buluşmuş, doğa sarı, kahverengi ve yeşile bürünen o rengârenk kıyafetlerini giymişti. Güneş, bulutların arasından göz kırpıyordu. Giden yazın yasını tutmuşçasına bulutlar toprağa gözyaşlarını döküyorlardı. Bir ısınıp bir soğuyan hava, ormandaki ağaçlardan düşen yaprakların arasına küçük küçük mantarlar gizliyordu. Bu köyde yaşayan insanlar, sonbaharın gelmesini fırsat bilip mantar aramaya çıkıyorlardı. Topladıkları mantarların birazını satıyor, birazını da kendileri için ayırıyorlardı. Ali ve ablası da sonbaharın bu maceralı masalına eşlik etmeyi çok seviyorlardı. Okuldan çıkınca heyecanla eve gelip ailesiyle birlikte hem dağda yürümek, hem de bu lezzetli mantarlardan toplamak için can atıyordu. Babası ve 46

annesi oğullarına zehirli ve zehirsiz mantarları incelikle anlatıyor, ormandaki tehlikelerin de farkında olmaları için ablası ve Ali’yi sürekli uyarıyorlardı. Ali bazı lafları kulak ardı edip pek umursamıyordu. Ali her zaman olduğu gibi o gün de akşamüstü okuldan gelip öğretmeninin ona verdiği görevlerini hızlıca bitirdi. Ailesiyle o akşam biraz muhabbet ettikten sonra ertesi gün tatil olduğu için hep beraber ormana çıkmaya karar verdiler. Ali o gece heyecandan uyuyamadı. Sabah olunca herkes uyandı, sıcak bir köy kahvaltısından sonra herkes hazırlıklarını tamamladı ve yola çıktılar. Yol çok uzundu. Köyden kalkan araçlarla gidecekleri yere kısa sürede ulaştılar. Hep beraber ormanın o mis gibi havasını soluduktan sonra mantar aramaya koyuldular. Babası ve annesi kendi yaşadıkları tecrübelerini onlara anlatarak ormanda başlarına gelebilecek tehlikeler için onları uyarıyordu aynı zamanda. Tam o sırada ablası bir çığlık attı ve heyecanla ‘’Buldum! Buldum!’’ dedi. Ablası kocaman, şapkalı, zehirsiz bir mantar bulmuştu. Annesine ve babasına gösterdikten sonra sepetine attı. Ardından babası, sonra annesi derken Ali hiç mantar bulamamıştı. Bu duruma üzüldü ve yorulduğunu hissetti, babasına ‘Ben yoruldum!’ deyince babası, Ali’yi eşyalarını bıraktıkları yere koyup kendilerini beklemesini söyledi. Bu gün Ali’nin hiç hayal ettiği gibi bir gün olmamıştı. Orada biraz dinlendi ve annesinin getirdiği yiyeceklerden birazını yiyip birazını da yanına alarak onların gittiği yöne doğru yürümeye karar verdi. Ali bu 47

sırada biraz korkuyordu. Onların seslerinin geldiği yöne doğru ilerlerken bir de ne görsün? Kocaman o aradıkları şapkalı mantarlardan. Hemen atıldı. Bir, iki, üç derken olduğu yerden uzaklaştı. Oracıkta kayboldu. Korktu, telaşlandı çünkü Ali ailesinin yanından hiç ayrılmazdı. Zor durumda kaldığında kendine güvenecek cesareti yoktu. Biraz ağladı ve annesine babasına seslendi, sesini duyuramayınca bir ağacın altına geçip orada beklemeye başladı. Gökyüzünde bulutlar toplanmaya başlamıştı. Ali ne yapacağını bilmiyordu. Yağmur mu yağacaktı! İyice panik olup bir sürü kötü düşüncenin arasında kendini kaybetti. Babasının ona verdiği nasihatleri kulak ardı ettiğine pişman olmuştu. Onun söylediklerini önemsememişti. Ailesi de Ali’nin kaybolduğunu fark etti. Babası ‘’koca ormanda nereye gider bu çocuk?’’ diye bir taraftan düşünüp bir taraftan da onu arıyordu. Ali ağlamayı bırakıp aklını başına toplaması gerektiğini düşündü ve okulda yön bulmak için oynadıkları bir oyun aklına geldi. Cesaretini toplayıp şöyle bir ağaçlara baktı, ağaçlardaki yosunların her zaman kuzey yönünü gösterdiğini derste öğrenmişlerdi. Sonra babasının ona anlattığı öğütler aklına geldi. ‘’Eğer ormanda birbirimizden ayrılırsak kuzey yönünü takip ederek işaret koyduğumuz ağaçta buluşuruz.’’ dediğini hatırladı. ‘Ben bunu yapabilirim.’ diye kendisine cesaret vererek kafasındaki yapbozları birleştirip yola koyuldu. Ailesi de Onun bunu yapamayacağını düşünerek telaşla işaretledikleri ağaca doğru gittiler. Oğullarının çalışkan ama korkak ve umursamaz tavırlarını düşündükçe korkuyorlardı. 48

Ali ormanda yalnız ilerlerken bir taraftan da düşünüyordu. Hayatında olup biten olayları biraz daha dikkate alması, ona verilen nasihatleri dinleyip vakti zamanı gelince uygulayabilmesi için hayatın inceliklerini hafife almaması gerektiğini öğrenmişti. Bu sırada da işaretli ağacın yanına geldi ve ailesini gördü. Birbirlerini sıkı sıkı kucakladıktan sonra evlerine geri döndüler. Bu gün yaşadıklarından ders çıkaran Ali, cesaretin hayatındaki önemini de anlamış oldu. Hüseyin Yeşilyurt 5/A Sınıfı 49

KAYAKÇI ORKUN Orkun altı yaşındaydı. İlkokula yeni başlamıştı. Sürekli oyun oynamak isteyen, yerinde duramayan, oradan oraya zıplayıp duran, yaramaz bir kanguru gibiydi. Bir oynayacak arkadaş ya da oyun bulamadığında canı çok sıkılırdı. Anne ve babasına: - Canım çok sıkıldı! derdi. Bir gün okulda, Uludağ’a gezi düzenleneceğini duydu, koşa koşa eve gelip annesine anlattı: - Anneciğim, okulumuz Uludağ’a gezi düzenliyor. Ben de gitmek istiyorum. Lütfen gidelim! Annesi: - Bunu babanla konuşmalıyız, dedi. Akşam babası gelince konuyu hızlı ve heyecanlı bir şekilde anlattı. Babası bu fikrin iyi bir fikir olabileceğini söyledi. Ertesi gün Orkun kendinin ve ailesinin ismini yazdırdı. Beklenen gün geldi çattı. O gece heyecandan Orkun’un gözüne uyku girmedi. Sabahın erken saatlerinde yolculuğa çıktılar. Üç saat sonra Uludağ’a vardılar. Yemyeşil çam ağaçlarının üzerindeki kar taneleri ay ışığı gibi parlıyordu. Büyük bir hızla arabadan indiler. Orkun büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla pistte kayan kayakçılara bakıyordu. ‘Ne güzel kayıyorlar!’ diye 50

söylendi. ‘Bir gün ben de kayakçı olabilir miyim acaba?” diye aklından geçirdi. O sırada annesi Orkun’a seslendi: - Oğlum sana kızak aldım. Hadi gel, birlikte kayalım. Orkun bu teklifi kabul etti ama aklı hala kayak yapmaktaydı. Annesi ve babası ile birlikte kızakla kaydılar, kartopu oynadılar, kardan adam yaptılar. Orkun o gün o kadar eğlenmişti ki yorgunluğunun farkına varamadı. Otobüse bindiği anda uyudu kaldı. Aradan bir yıl geçmişti. Orkun artık ikinci sınıfa gidiyordu. Bir gün kendi şehirlerinde kayak merkezi açıldığını duydu. Nasıl bir yerdi acaba? Neyle gidiliyordu? Burada kayak eğitimi var mıydı? Bursa’da gördüğü kayakçıları düşündü. Onlar gibi kayabilmek için ne yapması gerekiyordu? Zihninde bir sürü eni sonu belli olmayan sorular belirdi. Bir gün beden eğitimi öğretmenine şöyle sordu: - Öğretmenim ben kayak sporu yapmak istiyorum. Sizin yeni açılan kayak merkezi hakkında bilginiz var mı? Öğretmeni şöyle cevap verdi: - Murat Dağı’nda yeni kayak merkezi açıldı. Cumartesi ve Pazar günleri açık oluyor. Eğer gitmek istersen ailenle birlikte kayak eğitimi alabilirsin. Orkun eve geldiğinde akşam yemeği yediler. Yemekte babasına beden eğitimi öğretmeni ile konuştuklarını anlattı. Babası ona şöyle dedi: 51

- Bu kadar çok istiyorsan sıkı dur o zaman, cumartesi günü hep birlikte kayak öğrenmeye çıkıyoruz. Orkun: - Yaşasın! Çok teşekkür ederim babacığım, dedi. Orkun cumartesi günü saat 07.30’ da kalkıp hızlıca giyindi. Anne ve babası hala uyuyordu. Onları uyandırdı ve: - Ne zaman gideceğiz? Hadi kalkın artık, dedi. Kahvaltılarını yaptıktan sonra kıyafetlerini giyip arabaya bindiler. Yolculuk yarım saat sürdü. Sonunda Murat Dağı’na ulaştılar. Her yer bembeyazdı. Kayak evine girip kayak kiraladılar. Kayakları giyen Orkun ve babası kayak pistine doğru ilerlerken bir kayak eğitmeni onlara seslendi: - Coşkun Bey hoş geldiniz. Kayak eğitimimiz başlamak üzere lütfen beni takip ediniz. Birlikte kayak pistine geçtiler. Bir saatlik kayak eğitimi aldılar. Orkun çok eğleniyordu. Artık kayak üzerinde düşmeden durabiliyordu. Sağa sola dönüşler yaparak zirveden aşağı inebiliyordu. Orkun kayak sporunu çok sevdi. Her hafta sonu kayağa geliyordu. Bir süre sonra orada yeni arkadaşlar edindi. Onlarla arkadaş oldu. İlk arkadaşının ismi Ali Bertuğ’du. Onunla ilk kayışında tanışmıştı. O kayak eğitmeninin oğluydu ve o yüzden sürekli kayıyordu. Orkun da artık her hafta geliyordu. Her geçen gün yeni teknikler öğrenip kendini geliştiriyordu. 52

Pistten çıkıp ağaçların ve ormanın içinde kayıyorlardı artık. Kayak eğitmenleri onlara haftada iki gün özel çalışma ve program hazırlıyorlardı. Tüm teknikleri kazanmaları için birebir ilgileniyorlardı. Bu çalışmalarla daha da gelişiyor ve kendilerine güvenleri artıyordu. Aradan iki yıl daha geçtikten sonra okul ve kulüp lisansı çıkardılar. Orkun okullar arası yapılan kayak yarışmasında üst üste 2 yıl il birincisi oldu. Tüm arkadaşları ve öğretmenleri onunla gurur duyuyorlardı. Bazı arkadaşları onda kayak dersi almak istiyorlardı. Yeni hedefini belirlemişti çoktan. Kayseri’de yapılacak olan kayak yarışmalarına katılacaktı. Bunun için daha çok çalışması gerekiyordu. Profesyonel kayakçıların videolarını izliyor ve her gün uygulamaya çalışıyordu. Biliyordu çalışmalarının karşılıksız kalmayacağını. Orkun bu arada derslerini de aksatmak istemiyordu. Hafta sonları bazen etüt için okula gidiyordu. Soğuk kış günlerini çok seviyordu. Çünkü kış demek kar demekti. Kar ise kayak demekti. Havalar ısınmaya başlamıştı. Güneş yüzünü daha çok gösteriyordu. Karlar eriyordu. Orkun bu duruma üzülüyordu. Çünkü kar yoksa kayak da yoktu. Her gün dua ediyordu kar yağsın diye. Nihayet yaz geldi çattı. Yaz tatili için hazırlandılar. Antalya’ya gittiler. Yol boyunca geçit vermez sarp dağları ve ucu bucağı görünmeyen upuzun tünelleri hayretle izledi ve merakla fotoğraf çekti. Orkun otele vardıklarında 53

önce denize girdi. Her gün öğleden sonra tenis oynadı. Futbol turnuvalarına katıldı. Havuzda yüzdü. Güzel bir tatil geçirdi. Tatil bitti ve Gediz’e döndüler. Arkadaşlarını çok özlemişti. Onları aradı ve onlarla buluştu. Yaşam Parkı denilen yere gittiler. Top oynadılar, gezdiler eğlendiler. Koca bir yaz bitti, havalar soğumaya başladı. Orkun’un sevdiği havaların gelmesi yakındı. Babasından kendisine yeni kayak takımı almasını istedi. Babası internetten yeni kayak takımı aldı. Artık kendi kayakları ile kayacaktı. Kayak pantolonu kayak montu da aldılar. Hazırlıklar tamamdı. Beklenen kar yağdı. Dağa yeni pist yapılmıştı. Bir hafta sonu tekrar dağa çıktılar. Manzara bir harikaydı. Yeni pistin açıldığını duyan bir sürü insan çevre illerden Murat Dağı’na akın etmişti. Profesyonel kayakçılar ve yamaç paraşütçüleri açılış için gelmişlerdi. Çok güzel gösteriler yaptılar. Dronlarla çekimler yaptılar. Orkun’la da röportaj yaptılar. Çok güzel bir gündü. Herkes gitmişti, pistte sadece amatör kayakçılar kalmıştı artık. Bir ay sonra Kayseri’de “Türkiye Şampiyonası” vardı. Sabırla ve azimle çalıştılar. Yeni eğitimler aldılar. Çalışmalar bir ay boyunca aralıksız devam etti. Okuldan ve kaymakamlıktan izinler alındı. Kafile belirlendi. Sonunda müsabaka günü geldi çattı. Orkun ve arkadaşları otelde kaldılar. Bir gün önce pistte çalıştılar. Müsabaka günü geldi çattı. Orkun çok heyecanlıydı. İlk defa kendi şehrinin dışında bir yarışmaya 54

katılıyordu. Kahvaltısını yaptı kayak kıyafetlerini giydi piste doğru ilerledi. Yarışmaya Türkiye’nin değişik illerinden 35 sporcu katılıyordu. Hepsi birbirinden iyilerdi. Orkun 6. sırada yarışacaktı. Göğüs numarası ise 43’tü. Yarışma başladı ilk sporcular çıkışlarını yaptılar ve sürelerini tamamladılar. Sıra Orkun’a gelmişti. Kendinden önceki sporculardan en iyi derece 32 saniyeydi. Orkun ilk kez katılmasına rağmen yarışı 28 saniyede tamamladı ve Türkiye Şampiyonu oldu. Antrenörleri ve arkadaşları onu tebrik ettiler. Altın madalya kazanarak birincilik kürsüsüne çıktı. Çok mutlu olmuştu. Fotoğraflar çekildi, kutlamalar yapıldı. İlk iş olarak babasını aradı ve sevincini onunla paylaştı. Babası da onu tebrik etti. Orkun’un idealleri artık daha da büyüdü. Artık o bir şampiyondu. Kendini daha çok geliştirmeli ve bir dünya şampiyonu olarak ülkesinin bayrağını uluslararası platformda temsil etmeliydi. Kağan Orkun Coşkun 5/A Sınıfı 55

İDEALİM UĞRUNA İstanbul’da ılıman bir geceydi. 15 Temmuz Köprüsü pırıl pırıl parlıyordu. Galata Kulesi’nde büyük bir gösteri yapılıyordu. O zamanlar daha 10 yaşında olan Oğuzhan, bu gösteriyi izlerken Galata Kulesinden uçan Hezarfen Ahmet Çelebi’yi hayal ediyordu. Şu an gökyüzüne bakıp hayallere dalan Oğuzhan büyüdüğünde pilot olmayı düşündü. Ödüller kazanıp, dünyanın en iyi pilotu olma heyecanını şimdiden yaşamıştı. Nerdeyse 9 yıl sonraki mesleğini bulmuştu. Yıllar sonra, Oğuzhan 17 yaşına geldiğinde pilotluk eğitimi almaya başlamıştı. Ama annesi bunu hiç istememişti. Zaten fakirlik içinde büyümüştü. Oğuzhan çok akıllı biriydi. İstanbul Özyeğin Üniversitesi’ne gitmek istiyordu. Lise puanları da mükemmeldi ama parası yoktu. Akrabaları da buna çok tepki göstermeye başladılar. Ama sadece amcası ona karşı çıkmıyordu. Bu yüzden günün sonunda ailesini hiç ikna edemezse hayallerine kavuşmak için evden kaçıp amcasının yanına gitmeyi planlıyordu. Uzun uğraşları sonunda ailesini ikna edemedi. Artık kararını vermişti. Amcasının yanına gidecekti. O akşam, annesinin ve babasının işleri çıktığı için evden ayrılmışlardı. Ama bir şeyi unutmuşlardı, yedek anahtarı. Yedek anahtar evde olduğu için Oğuzhan kolayca evden kaçabildi ama kaçtığını belli etmemenin bir yolunu aradı ve aradığını da buldu. Eline bir kâğıt alıp bir not yazdı. Notta “Arkadaşlarıma gittim hemen dönerim” 56

yazıp bir yere koydu. Oğuzhan rahatça merdivenlerden inerken bir ses duydu. Ayak sesleriydi bunlar. Oğuzhan bu ayak seslerinin annesine ait olduğunu hemen anladı. Hemen saklanmak için bir yol aramaya başladı. Sonunda bir yol buldu. Planı eve girip kılık değiştirmekti. İnanılmaz bir hızla Oğuzhan babasının gardırobundan ne bulduysa üzerine geçirdi ve karşı dairenin kapısının önüne gelip arkası dönük bir şekilde durdu. Annesi Oğuzhan’ı tanıyamadan yanından geçip gitti. Oğuzhan rahat bir nefes aldı ve merdivenlerden inmeye başladı. Apartmandan çıktı. Sonra amcasının evinin yolunu tuttu. Oğuzhan arabaya bindi ve - ehliyeti vardı- sürmeye başladı. Hızla arabayı kullanırken bir taraftan da yapacaklarını düşünüyordu. Oğuzhanların apartmanlarının yanında bir orman vardı. Bu ormanın içinden geçip amcasının evine varıp ona yalvaracaktı. İstanbul Özyeğin Üniversitesi’ne gitmek için küçücük bir şansı bile olsa bunu değerlendirecekti. Oğuzhan yola çıktı, ormanın içine girdi ve yola devam etti. Oğuzhan’ın keyfi çok yerindeydi. Çünkü şu an, aslında hayallerine doğru yolculuk yapıyordu. Arabadaki müziği biraz açtı. O anda Oğuzhan’ın en sevdiği müzik çıktı. Ve son ses müzik dinlemeye başladı. Oğuzhan araba sürüp müzik dinlerken önüne bir inek çıktı. O anda önüne çıkan ineği gördü ve bir çığlık koparttı. Hemen direksiyonu sağa kırdı. Araba hızını alamayıp şarampolden yuvarlandı. Oğuzhan ölüme saniyeler kala kendini arabadan dışarı attı. Ayağa kalkıp hala yuvarlanan arabayı izledi. 57

Evden çok çok uzaktaydı zaten, üstelik her yeri yara bere içindeydi ve canı çok yanıyordu. Ama iş başa düşmüştü madem bu durumdan kurtulmak için bir şeyler yapmalıydı. Kahramanımızın aklına izlediği “Wild” adında bir film geldi. Filme göre ormana düşüp mahsur kaldığınızda yapacağınız ilk şey, yemek bulup barınak kurmaktı. Oğuzhan şu an bu fikrin çok işine yarayacağını düşündü ve filmde gördüklerini uygulamaya başladı. Oğuzhan için yemek kısmı kolaydı çünkü amcasının evine giderken aldığı, yolluk olsun diye çantasına koyduğu 3 gofret vardı. Sıra barınak yapmaya gelmişti. Oğuzhan ya barınak yapacak ya da bir kulübe arayacaktı. Bir kulübe bulmak çok işine gelirdi ama bu civarlarda kimse yaşamak istemezdi dolayısıyla kimse kulübe yapmış da olamazdı. Mecburen bir barınak yapacaktı. Oğuzhan’ın bir sorunu daha vardı. Bir balta bulması lazımdı. Çünkü balta olmadan ağaç kesemezdi. ‘Bir de bununla uğraşacağım!’ diye düşündü. Ama kararlıydı. Uğraştı, uğraştı… Sonunda bir barınak yaptı. Çok güzel olmasa da bu barınak artık onun eviydi. Aniden bir gök gürüldedi. Dağların arkasından koyu renkli bir sis bulutu gözüktü. Bir fırtına yaklaşıyordu. O fırtına Oğuzhan’ın barınağını yerle bir edebilirdi. Çünkü barınağı çok dayanıksızdı. Oğuzhan hemen barınağına koştu. Barınak sadece 4 dal parçası ve üzerine örtülmüş bir kumaştan ibaretti. Böyle bir barınak 5 saniyeden fazla nasıl dayanabilirdi ki? Ama Oğuzhan ümitliydi. Oğuzhan barınağının yıkılmaması için elinden geleni yapmaya hazırdı. Fırtına gelip çattı ve bizim derme çatma barınağı yerle bir ediverdi. Oğuzhan yaşadığı bu ümitsizlikten 58

sonra burada daha fazla kalmak istemedi ve yürümeye başladı. Karşısına bir patika çıktı. Bu daha önce buradan birilerinin geçtiğine işaretti. Patikayı takip etti karşısına bir göl çıktı. Gölün karşısında da bir villa vardı. Yaşasın, bu villa amcasının eviydi! Kendisine orda bulduğu ağaç dallarından bir sal yaptı ve elleriyle salı yüzdürerek amcasını evinin yolunu tuttu. Kıyıya vardığında çok yorgun düşmüştü. Zorla da olsa yürüyerek evin kapısına vardı, son bir takatle kapıyı tıklattı ve orada düşüp bayıldı. Gözlerini açtığında karşısında bir doktor gördü, yanında da amcası vardı. Amcasına olup biten her şeyi anlattı ve okumak için ondan yardım istedi. Amcası tebessüm ederek ona maddi ve manevi her türlü yardımı yapacağını söyledi ve takip eden yıllarda da sözünü layığıyla yerine getirdi. … Bugün ortalığı inleten alkışlar havada bir şahin gibi süzülen uçaksavarların yaptığı gösteri içindi. Genç pilotlar bütün hünerlerini sergiliyorlardı. İçlerinde Oğuzhan da vardı. Bu güzel mezuniyet törenini izlerken gözleri dolan anne- babalar ise oturdukları yerde duramıyor, yer yer ayakta alkışlıyorlardı çocuklarını. En çok alkış ve tezahürat sesinin geldiği yerde tarafta üç kişi vardı: Oğuzhan’ın annesi, babası ve eğitim mimarı amcası. Mehmet Berat Aslan 5/A Sınıfı 59

GERÇEK ZENGİNLİK VE MUTLULUK Sıcak bir ilkbahar güneşi gülümseyen yüzünü yeryüzündekilere dönerken, evsiz, parasız, pulsuz, yokluk içinde yaşayan Batuhan, kışın bitmesine bir süre üşümeyeceği için çok sevinmişti. O parklarda yatıp kalkan bir evsizdi. Uykudan uyanınca tüm gün mutlu bir şekilde gezerdi. O sabah, yine parkta yattığı yerden kalkmaya hazırlanırken yaşlı ve iyi giyimli bir adamın ekmekleri düşürdüğünü gördü. Batuhan düşen ekmekleri görünce hemen onları yerden alıp sahibine verdi. Ekmekleri düşüren kişi, bu üstü başı perişan kişinin, sabahın erken saatinde, parkta ne işi olduğunu merak etti. Batuhan’a teşekkür ettikten sonra onun kim olduğunu sordu. Batuhan: - Ben Batuhan, peki ya siz kimsiniz? Yaşlı adam: - Ben de Cüneyt’im. Cüneyt Bey Batuhan’ın aksine zengin, yaşlı ve huysuz biriydi ve bolluk içerisinde yaşardı ama hayattan zevk alamazdı. O mutsuz biriydi. Cüneyt Bey 'in bu hayattaki tek eğlencesi balkondan dışarıyı izlemekti. Cüneyt Bey ve Batuhan Antalya'da denize kıyısı olan güzel bir sahil kasabasında yaşamaktaydı. Cüneyt Bey, zengin olduğu için güzel bir semtte, lüks bir villada yaşardı. En pahalı ve en rahat yataklarda uyurdu. Ama mutsuz yatar ve mutsuz kalkardı. Batuhan ise evsizdi. İstediği 60

yerde yatıp kalkardı. Çünkü Batuhan'ın ev almak için parası yoktu ama mutlu bir şekilde yatar mutlu bir şekilde kalkardı. Onun zenginliği kanaati ve mutluluğuydu. Cüneyt Bey, eski karısı Elif Hanım yanındayken çok mutluydu. Hatta fakirlere bir sürü sadaka veren, yardımsever bir insandı ama bir kaç yıl önce kavga edip ayrıldılar ve Elif onu bırakıp köyüne gitti. Elif Hanım köye kaçtığı için Cüneyt Bey mutluluğunu kaybetti. O günden sonra mutlu gezen çiftlere hasetle bakmaya başladı. Balkonda oturur güzel bir şekilde gezen mutlu çiftleri hasetle izler sonra da onları küstürmeye çalışırdı. Hatta bir çift Cüneyt Bey yüzünden ayrılmıştı. Bunu gören Batuhan Cüneyt Bey'e: - Ne yapıyorsunuz? diye sordu. Cüneyt Bey: - Mutlu olan insanları kıskandığım için ayırmak istiyorum, dedi. Batuhan: - Sen kıskançlığından değil mutsuzluğundan herkesi ayırmaya çalışıyorsun. Cüneyt Bey: - Evet beni kimse sevmediği için ve bana bir şey olduğunda bana yardım edecek kimse olmadığı için mutsuzum. 61

Batuhan: - Üzülme! Sana bir şey olursa ben seni hastaneye götürürüm dedi. Cüneyt Bey: - Teşekkür ederim. Ama senin evin ve paran yok. Yardıma ihtiyacın var benimle beraber yaşamak ister misin? diye sordu. Batuhan kabul etti. Cüneyt Bey: - Eski karım Elif beni terk ettiğinden beri hiç bu kadar mutlu olmadım. Bana arkadaşlık ettiğin ve yalnızlıktan kurtardığın için çok teşekkür ederim. Dedi. Batuhan, artık kıştan asla üşümeyeceği için; Cüneyt Bey ise kendine bir şey olursa Batuhan'ın onu kurtaracağını bildiği için çok mutlu olmuştu Cüneyt Bey öldüğü zaman mirasını bırakacak bir çocuğu yoktu. Bu yüzden ölünce mirasını Batuhan’a bırakmaya karar verdi. Cüneyt Bey çok yaşlı olduğu için bir süre sonra öldü ve miras Batuhan’a kaldı. Batuhan çok üzülmüştü ama üzülmenin faydası yoktu. Cüneyt Bey’in Batuhan’a bıraktığı mirası savurmadan kullandı ve fakir insanlara sadakalar dağıttı. Sadaka dağıtırken hem çok mutlu oldu hem de fakirleri mutlu etti. Bir gün bir köyde fakir insanlara yemek dağıtırken yaşlı bir kadın gördü. Adını sordu. - Adım Elif evladım, senin adın ne? diye sordu. Batuhan: 62

- Ben Batuhan. Sen Cüneyt diye birisini tanır mısın? (Burası Cüneyt Bey’in köyüydü ve bu yaşlı kadının da onun eski karısı olabileceğinden şüphelendi.) Elif: - Evet, Cüneyt benim kocamdı. Nerden bildin? Batuhan: - Cüneyt Bey, bana anlatmıştı. Mademki siz Cüneyt Bey’in karısısınız bu paralar ve villada sizin de hakkınız var. Elif: - Teşekkür ederim. Ama kabul edemem. Biz onunla ayrıldık. Batuhan: - A o evde sizin de hatıralarınız var. Eğer benimle yaşarsanız çok memnun olurum, dedi. Elif Hanım’ı villasında kalmaya ikna etti. Eskiden bir dedesi var gibi hissediyordu şimdi bir de babaannesi olmuştu. Sokaklarda yaşarken hiçbir zaman açgözlülük etmedi Batuhan. Kimsenin parasını çalmadı. Kimseye zarar vermedi. Elindekiyle mutlu olmasını bildi. Karnını doyurduğu için Allah’a şükretti. Sonunda Allah da ona bolca mal mülk vermişti. Hem de hiç hesapta yokken. Mutluluğun insanın cebinin zenginliğinde değil kalbinin zenginliğinde olduğunu hayatının en büyük ilkesi yaparak uzun yıllar yaşadı. Mustafa Berk Yolcu 5/A Sınıfı 63

BAĞIMLILIK Şubat tatiline 1 hafta kalmıştı. Eren ve ablası Burcu her zaman olduğu gibi okula hazırlanıyorlardı. Eren: - Of, yine okula gidiyoruz, şurada kalmış 7 gün! Burcu: - Hadi ama zaten annemle babam şubat tatilinde bizi Teknoloji Kampı‘na gönderecekler unuttun mu? Eren: - Haklısın. Şimdi matematik öğretmeni çok sinirlenecek ve azar işiteceğiz. ‘Bir daha olursa velilerinizi çağırırım’ demişti! Burcu: - E o zaman ne yapacağız? Eren: - Matematik dersinden kaçacağız! Burcu: - Annemler öğrenirse! Eren: 64

- Daha iyi bir fikrin var mı? (Matematik dersi biter ve okula dönerler.) Bir de ne görsünler, anne ve babalarını, en iyi arkadaşlarını ve velilerini görünce çok şaşırdılar. Müdür ile bir süre konuştuktan sonra eve gittiler. Akşam eve geldiklerinde anneleri ve babaları onlara hiç kızmadı! *** Tatile bir gün kalmıştı, annesi ve babası konuşuyorlardı. Annesi: - Bu çocukların halini ne yapacağız? Babası: - Bir de bunları kampa göndereceğiz! Annesi: - Bir fikrim var. Onları teknoloji kampına göndermeyeceğiz. İzci kampına göndereceğiz. Babası: - Ama bunu onlara söylemeyelim. Annesi: - Tamam. 65

Babası: - Oldu bu iş! O sırada çocuklar olanlardan habersiz odalarında bilgisayar oynuyorlardı. Burcu telefonla, Eren bilgisayarla, Can tabletle oynuyordu. Ceylin ise Burcu’nun yanında olmasına rağmen Burcu ile telefondan birbirleriyle yazışıp, sesli mesaj ve video gönderiyorlardı. Tatil geldi, çattı. Çocuklar bilgisayarlarını, tabletlerini, telefonlarını toplayıp arabaya bindiler ve yola çıktılar. Yol bittikten sonra anne ve babalarıyla vedalaşıp onları kamp alanlarına götürecek ciplere bindiler. Eren: - Bu kampın düz bir alanda olması gerekmiyor mu? Dağda değil! Can: - Evet de… Burcu: - Belki de gizli bir yer olduğu için dağın üzerinde düz bir yerdir. Can: - Iıı… Olabilir. Eren: - E niye o zaman teknolojik aletlerimizi aldılar? 66

Ceylin: - Belki de orada daha iyilerini dağıtacaklardır. Eren: - Bakacağız. (Kampa giderler.) İzci şefi: - Hoş geldiniz çocuklar, burada doğa ile iç içe yaşamayı öğreneceksiniz. Aynı zamanda geleneksel çocuk oyunlarımızı, hikâyelerimizi, türkülerimizi ve el sanatlarımızı öğreneceğiz. (Herkes odasına yerleşir.) Burcu: - Biz hangi kampa geldik bilmiyorum ama telefonumu hemen versinler. Instagram’a story atmam lazım, takipçilerim beni bekliyooor! Gün boyunca çocuklar oyun oynarlar, zıplarlar, eğlenirken öğrenirler ve sonunda akşam olur; yemek sonrası şef herkesi meydana toplar ve ateş yakmayı öğretir. Ve çay zamanı gelir, közde pişen çaylarını afiyetle içerler. Ateşin başında, sıcak çay eşliğinde herkes sırayla hikâyeler anlatıp, türküler söylerler. (2 hafta sonra) Çocuklar, kamp bitince eve dönerler. Ama bu dönüşte hiçbiri eskisi gibi değildir. Teknolojik aletler 67

olmadan da güzel vakit geçirmenin tadını almış, zamanın önemini daha iyi anlamışlardır. Sohbet etmenin, yardımlaşmanın, başkasının derdini dert edinmenin hayata anlam kattığını anlamışlardır. Teknolojinin kölesi değil efendisi olmanın gerekliliğini, bilinçli kullanıldığında insana faydalı olduğunu anlamış oldular. Yiğit Özdoğan 5/A Sınıfı 68

KAHRAMAN ASKER Ilık bir ilkbahar günüydü. Ayşe ve Nurettin evleneli bir yıl olmuştu. Ankara’nın küçük bir ilçesinde eşi ile farklı okullarda öğretmenlik yapıyorlardı. Ayşe Öğretmen, okulda biraz rahatsızlanmış ve hastaneye gitmişti. Hastaneden sonra eve gelmiş akşam için hazırlık yapıyordu. Mutlu evliliklerine artık yeni bir üye daha katılacaktı. Bu mutlu haberi akşam yemeğinde kocasına söyleyecekti. Eşi Nurettin ‘e vereceği haber için içi içine sığmıyordu. Nurettin de işten çıkıp arabası ile evine giderken, karşıdan gelen araç ile kafa kafaya çarpışmışlardı. Ağır bir kaza geçirmişti. Olay yerine sağlık ekipleri ve itfaiye geldi. Nurettin’i sıkıştığı aracın içinden çıkartarak hastaneye kaldırdılar. Durumu ağırdı, hemen ameliyata alınması gerekiyordu. Ayşe geç kalan eşini merak etmiş aramaya başlamıştı. Bu sırada Nurettin’in ısrarla cep telefonu çalıyordu. Sağlık görevlisi telefonu eline aldı. Arayan eşiydi. Sağlık görevlisi telefonu açıp Ayşe ‘ye eşinin kaza yaptığını hastanede olduğunu ve acil ameliyata alınacağını söyledi. Ayşe‘ nin o an dünyası başına yıkıldı. Hemen hastaneye koşturdu. Hastaneye geldiğinde kocasını ameliyata almışlardı. Ameliyathanenin kapısında çaresizce bekliyordu. Saatler sonra ameliyathane kapısı açıldı ve çıkan hekim, kötü haberi verdi. Ayşe’ ye eşini kaybettiklerini söyledi. 69

Ayşe eşini kaybettiğinden çok üzgündü. Hamile olduğu eşine söyleyemeden eşini kaybetti. Bebeği için güçlü olması gerekiyordu. Bir süre sonra oğlu olacağını öğrendi. Bir oğlu doğdu, adına Şener ismini verdi. Oğluna hem annelik hem de babalık yapıyordu. Babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu. Ama Şener babası olmadığı için çok üzülüyordu. Şener’ in öğretmenleri babasının olmadığını bildikleri için çok hassas davranıyorlardı. Ama sınıf arkadaşları bu konuda çok acımasızlardı. Ona babasını olmadığını hatırlatıp üzüyorlardı. Şener çalışkan bir çocuktu. Liseden sonra Harp Akademisini başarılı bir şekilde bitirdi. İlk görev yeri olarak Şırnak’ a gitti. Şener arkadaşlarıyla çok iyi geçiniyordu. Şener ve arkadaşları sürekli dağlara operasyona çıkıyorlardı. Bir gece Şener’ in bulunduğu karakola teröristler tarafından saldırı düzenlediler. Şener ve arkadaşları kendilerini kahramanca savundular. Çok sayıda yaralı ve şehit vardı Şener de yaralılar arasındaydı. Uzun bir süre tedavi gördü sonunda iyileşti. Tedavi gördüğü hastanede bir hemşire ile tanıştı ve onunla evlenmeye karar verdi. Hastaneden taburcu olduktan sonra tekrar görev yerine döndü. Annesine evlenmek istediğini söyledi. Tanıştığı kızı annesine anlattı. Kızın adının Elif olduğunu ve hemşire olduğunu hastanede tanıştığını söyledi. Ayşe Hanım bu mutlu habere çok sevindi. Bu sırada oğlunun tayini Ankara‘ ya çıkmıştı. Şener Elif’e evlenme teklifi yaptı. Elif, Şener’ in evlenme teklifini kabul etti. Şener annesi ve aile büyükleri 70

ile Elif‘ i ailesinden istediler. Aralarında küçük bir nişan yapıldı. 6 ay sonra evlenip mutlu bir yuva kurdular. Ayşe Hanım hem çok mutlu hem de çok üzgündü. Kocasının da evladının bu anların görmesini isterdi ama nasip olmamıştı. Şener ve Elif’in çocukları olmuştu. Ayşe artık torununa bakıyordu. Böylece canı da sıkılmıyordu. Bütün vaktini torunuyla geçiriyordu. Şener' in tekrar doğu görevi çıktı ve Hakkâri’ ye gittiler. Ayşe de onlar ile birlikte gitti. Şener göreve çıktığında haftalarca eve dönmüyordu. Ayşe gelini ve torununu tek başına bırakmamak için gelmişti. Şener teröristlerin yoğun olduğu bir bölgede görev yapıyordu. Teröristlerle çıkan çatışmada teröristlerin eline esir düşmüşlerdi. Teröristler ona ve arkadaşlarına çok eziyet ediyorlardı. Uzun bir süre bu eziyetlere dayandılar ama artık dayanacak güçleri kalmadı. Şener' in dayanacak gücü kalmadı ve arkadaşına ‘Eğer ben şehit olursam, sen anneme ve eşime söyle. ‘Oğlumu onlara emanet ediyorum.’ dedi ve oracıkta şehit oldu. Bir süre sonra askerleri kurtarmaya geldiler ama Şener için çok geçti. Şener ile birlikte 3 arkadaşı şehit düşmüştü. Diğer arkadaşlarını kurtardılar. Yaralılar, hastaneye kaldırıldı. Ayşe Hanım ve gelinine Şener’in şehit haberini verdiler. Çok üzüldüler Elif oracıkta bayıldı. Şener'in arkadaşı iyileşince Şener’in ailesini ziyarete geldi. Şener'in çok kahraman bir asker olduğunu söyledi. Şener'in oğlunu annesine ve eşine emanet ettiğini söyledi. 71

Şener de babası gibi oğlunu yetim bırakmıştı. Oğlu annesi ve babaannesine emanetti. Ayşe Hanım torununa babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışsa da asla babasının yerini dolduramayacaktı elbette ama onu iyi, dürüst, çalışkan ve vatanperver bir çocuk olarak yetiştirmek için elinden geleni yapacaktı. Yunus Emre Gür 5/A Sınıfı 72

YUKARILARDA BİR MACERA Kağan ve ordusu savaşın ortasındaydı ve yeniliyorlardı. Orta çağın sonlarıydı. Zaman, iki ordu arasındaki büyük mücadeleye tanıklık ediyordu. Kağan’ın kafasına bir anda ağır bir darbe indi. Kağan acıyla yere yığıldı. Sürüklendiğini fark etti Kağan fakat nereye götürüldüğünü bilmiyordu. Karşılarındaki orduyla hiç karşılaşmamıştı daha önce. Kağan gözlerini açtığında etrafında bulutlar vardı ve bir gemiden indiriliyordu. Kağan’ın ordusu esir alınmıştı. Kağan’ın komutasındaki ordu, Büyük Çınar ordusuydu. Kağan’ın yanında en yakın arkadaşı aynı zamanda ordunun kurmaylarından biri olan Demir vardı. Kağan baltalı bir savaşçıydı, hem ordusuna kumanda ediyor hem de en ön safta baltasıyla savaşıyordu. Baltanın ağırlığından dolayı başkalarına göre daha yavaş hareket ediyordu. Kağan ve Demir esirdi şimdi, zindana atılmışlardı. Demir güçlüydü, her zamanki gibi moralini bozmadı ve Kağan’a: - Gökyüzü şehrindeyiz komutanım, dedi. Kağan şaşkınlığını belli ederek: - O sadece basit bir efsane değil miydi? dedi. Demir: - Şu an tam da o efsanenin yeraltı zindanlarından birindeyiz, dedi. 73

Kağan parmaklıklı pencereden etrafa göz gezdirdi ve zihninden buradan kaçabilmenin bir yolunu aramaya başladı. Onu burada tek sevindiren şey can arkadaşının yanında olmasıydı. Nöbetçi gardiyan koridordan geçerken yanına çağırdı ve ona bir şeyler sorma numarasıyla çaktırmadan belindeki anahtarlığı aldı. Kağan kaçıp şehrin zayıf noktalarını aramak istiyordu ve kaçtı da ama 10 saniye içerisinde yakalandı. Kağan hücresine geri döndüğünde önce sessiz bir şekilde oturdu sonra yerinden fırlayıp parmaklıkları elleriyle açmaya çalıştı. Sinirli bir şekilde Demir’ a döndü ve: - Demir! Bana yardım edecek misin? dedi - İstemen yeter! dedi. Kağan: - İstemem mi? Sence durum yeterince açık değil mi? diye bağırdı. Demir böyleydi işte. Çok iyi bir dost olsa da bazen onu yerinden kıpırdatmak için illa bir şey söylemek gerekiyordu. Demir Kağan’ın yanına geldi ve bir çöp büker gibi emir parmaklıkları büktü, sonra dışarı çıktı. Kağan şaşırarak peşinden gitti. Karşılarında bir savaşçı vardı ve flüt çalıyordu. Demir: - Hadi şu cılızı halledelim! dedi. Bunu duyan rakibi Yağıztekin: - Bu laflar bana sökmez! dedi. 74

Demir: - Az sonra baltamı vücudundan sökmek isteyeceksin dostum! Dedi ve üzerine atıldı Yağıztekin kaybolmuş gibi arkasına sıçradı. Tam kılıcını savuracakken Kağan Demir’i korudu. Yağıztekin kılıcını çıkartıp orta büyüklükte bir hortum yolladı. Özel güçleri olan bir kılıçtı bu. Kağan ve Demir havaya savruldu. Yağıztekin havaya zıplayıp kılıç darbeleri indirdi. Demir yere inip bir şey olmadığını düşünüp - Hah işte! Bir şey olmadı, dedi. O anda zırhlarının parçalanıp yere düştüğünü gördü. Yağıztekin’in arkasından gelen bir asker ona ateş etti ve etkisiz hale getirdi. Bu Kağan’ın askerlerinden biriydi. Demek ki onlar da kaçmıştı. Diğer esirlerin de zincirlerini çözerek ilerlediler. Yağıztekin’in şimşek, fırtına ve gök gürültüsü çıkarabilen kılıcını da alıp koştular. Kağan ve Demir gökyüzünde asıl duran gemiye varmak üzereydiler, karşılarına kim çıkarsa çıksın herkesi yenerek ilerliyorlardı. Geminin hizasına gelince Yağıztekin’in kılıcıyla bir fırtına çıkardı. Bu fırtına onu ve diğer kaçakları yükselterek gemiye bindirdi. Hepsi gemiye bindiklerinde adamlarını toparlayıp sayım yaptı Kağan. Tam hareket edecekti ki gökyüzü ordusun geldiğini gördüler. Gemideki silahları kullanarak onlarla çarpıştılar. Bir süre sonra galip geldiler. Artık zafer onların olmuştu. Gökyüzü şehrini fethettiklerini anladılar. Yusuf İslam Taner 5/A Sınıfı 75

6. Sınıf



KORKTUNUZ MU? Şimdi anlatacağım hikâye, size korkunç gelmese de hatta sıkıcı ve saçma bile gelse; ben ve arkadaşlarımın korkup, her aklımıza geldiği zaman yüzümüzü gülümseten bir çocukluk hatıramızdır. Evet, başlayalım hikâyemize. Okuldayız, dersimiz fen bilgisi, konumuz ‘Tutulmalar’. Öğretmenimiz Güneş ve Ay tutulmasının maketini yapmamızı istedi. Ödev grubumuzla okul çıkışı Ecrin’in evinde toplanıp getirdiğimiz yiyecekler eşliğinde ödevimizi yapmaya başladık. Kartonları kesip birleştirmeye çalıştık ama bir türlü beceremedik. Bize başta çok kolay gibi görünen ödevimizin aslında göründüğü kadar kolay olmadığının farkına vardık. Üstüne üstlük bitirmek üzere olduğumuz maketlerin üstüne bir de su döküldü. Her şey alt üst oldu, bıraktık biz de. Bir yemek molası verdik. Sonra yine işe koyulduk. Bu sefer daha ciddiyetle çalıştık ve projemizi tamamladık. En sonunda başarmıştık. Ama biraz kuruması gerekiyordu. Bir gün bekleyecekti Ecrinlerin evinde. Eşyalarımızı toparlıyorduk artık evlerimize dağılacaktık. O sırada Hilal şakalaşırken silikon tabancasıyla Ecrin'in kardeşinin elini yaktı yanlışlıkla. Bu küçük ev kazası o akşamki talihsizliklerin başlangıcı oldu. Ecrin’in annesi olaya anında müdahele etti fakat yanık biraz derindi. O yüzden aldı çocuğu hastaneye götürdü. Evde yalnız kalmıştık. Onlar çıkar çıkmaz bir anda elektrikler kesildi. Hepimiz çok korktuk. Ecrin birkaç mum getirdi. Mum ışığında oturup sohbet etmeye başladık. 76

Aksi gibi Hilal korkunç bir hikâye anlatmaya başlamıştı. Perdeyi açıp karşıdaki içinde kimsenin yaşamadığı, bakımsızlıktan her yeri yabani sarmaşıkların kapladığı evi gösterdi. Bu evin lanetli olduğunu ve geçen akşam bu evde saçı başı dağınık meczup bir adamın pencereden kendisine baktığını söyledi. Ecrinin ona baktığını görünce saklanmış. Aslında gündüz gözü duyduğumuzda bizi sadece meraklandıracak şu olay içinde bulunduğumuz şartların atmosferinde korku duyumuzu tetikliyordu. Ya o adam şu an buraya gelirse diye hepimiz çok korkuyorduk. Tam o sırada kapıyı biri vurmasın mı? Herkes yerinden sıçramıştı korkudan. Kimimizin elinde vazo, kimimizin elinde sürahi; hepimiz o an elimize geçen ne varsa alıp kendimizi korumak için bir yere siper almıştık. O an herkes iç âleminde ayet okumakla, salavat çekmekle meşguldü. Ecrin kapıya yaklaşıp ‘Kim o?’ diye sordu. Naif bir kadın sesi cevap verdi bu soruya: ‘Karşı komşunuz!’. Ecrin temkinli bir şekilde kapıyı açtı. Karşısında Ayşe teyzeyi görünce rahatladı. Ayşe teyze: - Bizde hiç mum kalmadı da evladım, fazladan mumunuz var mı? diye sordu. Ecrin: - Bir saniye bekle Ayşe teyze, mutfakta olacaktı. Onları getireyim sana. Ecrin mumları Ayşe teyzeye verdi. Ayşe teyze evine gitti. Onun arkasından Ecrin’in annesi geldi. Onu da elektrikler takip etti. Işıklar yanınca korkumuz biraz daha yatışmıştı. Her şeyi anlattık. Gülmeye başladı. ‘Korktunuz mu? Tamam, hadi ben size biraz mısır patlatayım da bu korku dolu geceniz biraz şenlensin!’ dedi. O an Ferhan 77

teyzenin dalga geçmesine aldırmayıp teşekkür ettik ve bir güzel mısırımızı yedik. İşimiz bittiğinde herkes ailesini aradı ve güvenli bir şekilde evimizin yolunu tuttuk. O gün yatağa yatarken bütün korkularımın yersiz çımasına çok sevinmiştim. ‘Şükür Ya Rabbi!’ dedim ve huzurla uykuya daldım. Tatlı Gediz’imde yaşamaktan ve hemşerilerime güvenebilmekten çok mutluydum. Ayşenaz Yeşilyurt 6/A Sınıfı 78

ÇİÇEKLERİ KİM KOPARTTI? Merhaba, ben Bedirhan. Arkadaşlarımla ve ailemle beraber vakit geçirmekten çok mutlu olurum. Her çocuk gibi oyun oynamayı çok severim. Evimizin yakınında sürekli arkadaşlarımla buluşup oyun oynadığımız bir park ve yanında da kamu arazisi olduğunu bildiğimiz kocaman bir arsa var. Bir gün yine her zamanki gibi arkadaşlarımla beraber parkta oyun oynarken devletin arsasına belediye çalışanlarının çok güzel çiçekler diktiğini gördük ve arkadaşlarımla birlikte onlara yardım etmek için yanlarına gittik ve onlara: - Biz de yardım edebilir miyiz? dedik. İşçi abi: - Olur ama biriniz su getirecek biriniz çiçekleri dikecek, dedi. Biz: - Tamam, olur. Hep beraber çalışmaya başladık. Aradan bir saat geçtikten sonra: - Biz yorulduk artık evimize dağılabilir miyiz? dedik. İşçi abiler: - Tamam çocuklar, çok teşekkür ederiz. Haydi 79

görüşürüz! Akşam oldu, pencereden güneşin batışını izliyorduk. Bir de ne göreyim? Birisi bugün diktiğimiz çiçekleri kopartıyordu. Çok sinirlendim. Abime sordum: - Abi birisi diktiğimiz çiçekleri koparttı ve ormana doğru gitti onun arkasından gidelim mi? Ona bu yaptığının kötü bir şey olduğunu söylemeliyiz. - Tamam, dedi abim. Evden çıktık, adamın arkasından gitmeye başladık. Tam yetişecekken bir arabaya binip uzaklaştı adam. Adamı kaçırdık diye üzülüyordum ki bindiği arabanın üstünde bildiğim bir mağazanın reklam pankartını gördüm. Büyük ihtimalle oraya gidecektir diye düşündüm. Muhakkak o iş yeriyle bir ilgisi vardı, ya bir çalışan ya da oranın sahibinin bir tanıdığı. - Bu iş yerini biliyor musun abi? dedim. - Evet biliyorum. Komşumuzun çalıştığı yer. - Peki yarın oraya gitmeye ne dersin? - Olur, gidelim ama nasıl? Biz abimle plan kuramaya başladık ve yarım saat sonra şöyle bir plan hazırladık: Sabah ilk iş olarak zabıtaya haber vereceğiz ve komşumuz iş yerine giderken çaktırmadan arabanın arkasına bineceğiz ve dün gittiğimiz mağazanın önünde inip olanlara yakından tanıklık edebileceğiz. Hazırladığımız bu planın mükemmelliğine hayran kalarak evin yolunu tuttuk. Yarın olacakları düşünmekten gözüme uyku girmemişti. 80

Sabahleyin gözlerimi açar açmaz planı uygulamaya geçtik. Gizlice zabıtaya haber verdik. Alelacele kahvaltımızı yapıp annemize parka gidiyoruz diye çıktık evden. Planladığımız gibi komşunun arabasına saklanarak iş yerinin önüne kadar geldik ve beklemeye başladık. Az sonra zabıtalar da geldi. - Çiçekleri koparan adamın buraya geldiğine emin misiniz? dediler. - Tabi ki, eminim onu aramaya çıkalım, dedim. Zabıta ekibiyle beraber yukarı çıktık. Dünkü adam bir odada masa başında oturuyordu. Cam bölmeden onu gördüm ve zabıtalara gösterdim. Zabıtalar içeri girdi. Onlar içerde konuşurlarken biz de abimle dışarda konuşuyorduk: - Abi adam kendini nasıl savunacak sence? - Ben yapmak istemedim aslında patron zorla yaptırdı. ‘Sana karşılığında 6500 TL vereceğim. Bugün belediye Uluoymak Mahallesi’ne yeni çiçekler dikti, parka çevirdi. Ben o arsayı alacaktım ve iş kuracaktım parama para katacaktım. Hemen o çiçekleri kopart ve orayı eski haline getir. Ben bu arsayı almak istiyorum.’ falan diyordur herhalde şimdi, dedi. - Amma da hikâye yazdın be abi, dedim ve kahkahalarla gülüştük. - Sence patronu da yakalarlar mı? - Kesin o da yakalanır. Sorguya alınır. - Acaba nasıl cevap verir? 81

- Belki inkâr eder belki de yaptığını kabul edip ‘Ben sana yap dedim ama yakalan demedim ahmak herif’ diye kızar çiçekleri koparan adama? Tıpkı filmlerdeki gibi. Biz gülüşerek bunları konuşurken zabıtalar odadan çıktı ve dünkü adamın hürmetle elini sıkıp, gülümseyerek vedalaştılar ve bize doğru hafif suratları asık bir şekilde yürümeye başladılar. Az önceki gülüşmelerimiz yerini şaşkınlığa ve korkuya bırakmıştı. Ne olduğunu anlamadan sessizce bekledik, adeta donakalmıştık. Zabıta amiri: - Çocuklar nasıl bir yanlışlığa sebep olduğunuzun farkında mısınız? Beyefendi belediyemizin çevre mühendisidir. Çiçekleri köklerinde bir hastalık var mı diye inceleme yapmak ve yenilerini dikmek için koparmış. Bizi de mahcup ettiniz. Lütfen bir daha iyice araştırmadan kimse hakkında şikâyetçi olmayın dediler ve bizi eve bırakıp babamızla konuştular. İkimizde hem bir insana anlayıp dinlemeden kötü zanda bulunmaktan hem de zabıta abileri meşgul etmekten çok utanmıştık. Üstüne üstlük babam da şimdi bir sürü kızacak diye düşünüyorduk. Ama babam bize kızmadı. Aksine bizi dinleyip şöyle bir konuşma yaptı: - Çocuklar başta niyetiniz ne kadar da güzel, çiçekleri ve insanların dünyayı güzelleştirmek için harcadığı emeği korumak istediniz. Bu çok güzel. Ama öte yandan bir insanı tanımadan ona ön yargıyla yaklaşmak da bir o kadar yanlış. Kötü zanda bulunmak dinimizin de yasakladığı bir şeydir ve çok tehlikelidir. Masum insanların zarar görmesine sebep olabilir. Sizin bu yaşadığınız 82

olaydan iyi bir ders çıkardığınızı görüyorum. Hepimiz tatsız tecrübeler yaşayabiliriz. Hayatın öğretme tarzı böyledir bazen, dedi ve ikimizi de kucakladı. O gün hiç unutamayacağımız anılar listesine birini daha ekledik ve babamıza teşekkür edip yine parka oynamaya gittik. Bedirhan Yürük 6/A Sınıfı 83

İHTİYAR ADAM VE ATI Eşinin ölümünden sonra Halil Amca’yı hayata bağlayan, sevinç kaynağı olan ahırındaki kar beyaz renkli atıydı. Her gün atını tımar eder, atın tüylerinin üzerindeki kirleri temizlerdi. Yaşının bir hayli ileri olmasına aldırmadan atıyla gezmeye çıkar ve sanki atıyla beyaz bir bulutun üzerinde tüm dünyayı dolaşıyor hissine kapılırdı. Çevresindeki herkes hayranlıkla Halil Amca’yı ve atını izlerdi. Köydeki herkesin sevip hürmet ettiği yaşlı amcalarıydı. Halil Amca’nın dünya ile bağlantısını sağlayan tek varlık işte bu kar beyaz atıydı. Alaçam Yaylası’nda her sene geleneksel olarak düzenlenen bağbozumu festivalinde yapılan at yarışlarında Halil Amca’nın atı hep birinci gelmiştir. Öyle ki yarışmaya katılan herkes birincilik için değil ikinciliği elde etmek için yarışırdı. Başka yerlerden gelip Halil Amca’nın atıyla yarışmak ve onu yenmek isteyenler de olurdu. Ancak onlar da boyunları bükük bir şekilde geri dönerlerdi. Halil Amca’nın atı sadece yarışmalarda değil gönüllerde de zirvedeki yerini almıştı. Bu atın namı hükümdara kadar gitmişti. Hükümdar ilk duyduğunda hiç oralı olmamıştı. Çünkü sarayında birbirinden güzel, hızlı ve yürürken etrafındaki insanları etkileyen birçok atı vardı. Ama sarayındaki herkes Halil Amca’nın atının güzelliğinden, endamlı yürüyüşünden ve hızından bahsettikçe merakı artmaya başladı. Hükümdar merakını 84

gidermek için Halil Amca’nın atını saraya davet etmeye karar verdi. Ulağını çağırdı ve: - Ulak! Yanına asker al, Alaçam’a gidin! Civarın en hızlı ve en güzel atı olarak bilinen Halil Amca’nın atını tez zamanda buraya getirin. Alaçam köylülerine hediyelerimi takdim edin ve atıyla beraber misafirim olsun, der. Ulak (Haberci): - Ferman hükümdarımızındır. Derhal efendim! dedi ve dışarı çıktı. Ulak yolculuk için yanına askerlerini aldı. Hükümdar çoktan hediyeleri hazırlatmış ve at arabalarına yükletmişti. Alaçam yolculuğunun uzun süreceğini bilen ulak, hiç vakit kaybetmeden yola çıktı. Bu durumdan habersiz Halil Amca gündelik hayatına devam etmektedir. Akşamları evine gelen küçük çocuklara atı ile yaşadığı maceraları anlatmaktadır. Gündüzleri de atına binmek isteyen çocuklara atını bindirirdi. Yalnız yetişkinlere atını bindirmezdi. Çünkü Halil Amca’nın atı küçük çocukların ve Halil Amca’nın haricinde kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Yaklaşan olursa da at çok hırçınlaşırdı. Alaçam’da bahar ayı tüm güzelliğiyle kendini göstermişti. Ağaçlar rengârenk çiçek açmış ve her yer yemyeşil olmuştu. Alaçam köylüleri sabahın erken saatinde kalkıp tarlalarına doğru yol almışlardı. 85

Halil Amca da komşularıyla beraber tarlada çalışıyordu. Halil Amca’nın komşularının çocukları yemyeşil tarlalarının içinde oynuyorlar, uçuşan kelebekleri yakalamaya çalışıyorlardı. İşlerine bağlı olan Alaçam köylüleri yine bir günü daha bitirmişlerdi. Akşam karanlığı çökmeden yola koyuldular. Çünkü evde yapılması gereken işler ve ahırlarındaki hayvanları onları bekliyordu. Küçük çocuk gibi ilgi bekleyen hayvanlar, her köylünün evine girmesi ile birer birer ses veriyor, adeta karınlarını doyurmak için yardım istiyordu. Halil Amca atını doyurdu. Yalnız yaşamanın tüm zorluklarını içinde hissederek ev işlerini gördü. Yorgunluğunu atmak için köylülerin akşamları toplanarak oturduğu köy odasına gitti. Köylüler çoktan toplanmış ve muhabbet etmeye başlamışlardı. Küçük çocuklar Halil Amca’nın içeri girdiğini görünce yanına toplandılar. Halil Amca cebinden şeker çıkarıp çocuklara dağıttı. Şekeri alan çocuklar sevinçle babalarının yanına gitti. Halil Amca da kendisi için ayrılan yerine oturdu, konuşan köylüleri dinlemeye başladı. Sırası geldikçe o da konuşuyordu. Vakit hayli ilerlemişti. Çocuklar çoktan babalarının yanında uyuyakalmıştı. Birer birer köylüler evine gitmeye başladı. Nihayet en son Halil Amca da gaz lambasının ateşini üfleyip söndürerek odadan çıktı. Köy bir anda sessizliğe gömüldü. Havlayan köpek sesleri olmasa köyde hiç kimse yaşamıyor gibiydi. 86

Köyün sessizliğini sabahın erken saatlerinde at arabalarının gürültüsü bozdu. Gürültüyle birlikte evler birer birer gaz lambalarıyla aydınlanmaya başlandı. Köy muhtarının kapısı hızlı hızlı vuruldu. Büyük bir merakla gözlerini ovalaya ovalaya gelen muhtar kapıyı açınca karşısında bekçiyi gördü. - Hayırdır Salih Efendi. Acelen ne bu saatte, hızlı hızlı kapıyı vurdun? Bekçi telaşlı bir şekilde: - Muhtar Efendi, az önce bir atlı grubu geldi. Hükümdarın askerleri ve habercisi var. Seninle konuşmak istiyorlar. Muhtar: - Sen ne dersin Bekçi Salih. Hükümdarın askerlerinin, habercisinin bu saatte ve de bizim gibi hiç tanımadığı, görmediği bir köylüyle ne işi var? Bekçi: - Bilmiyorum ama köy meydanında, çınar altında seni bekliyorlar. Telaşlanan ve korkuya kapılan muhtar hemen giyinip köy meydanına, çınar altına gitti. Bu arada sabah ezanı okunmaya başladı. Muhtar sabah ezanının bitmesiyle birlikte çınarın altına geldi. Bekçi haklıydı. Büyük bir asker grubu ve yanlarında değişik giyimli, uzun 87

elbiseli bir adam beklemekteydi. Değişik giyimli adam muhtara seslendi. - Köyün muhtarı sen misin? - Evet, benim. Buyurun, sizi dinliyorum. ‘Hükümdarımızın selamı var. Şu arkadaki at arabasında bulunan hediyeleri hükümdarımız köyünüze verdi.’ diyerek güzel bir takdim ve selamlama yapan askeri şaşkınlıkla izleyen muhtar, at arabasından gözlerini ayıramadan: - Ferman hükümdarımızındır. Allah kendilerinden razı olsun. Allah hükümdarımızı başımızdan eksik etmesin. Peki, biz bu hediyeleri hak edecek ne yaptık ve bu kadar yolu hediyeleri vermek için mi geldiniz? dedi. Ulak: - Hediyeleri vermek için de geldik ama asıl gayemiz başka. Sizin köyünüzde yaşayan Halil isminde yaşlı biri varmış. Onu görmek için geldik. Merakı iyice artan muhtar başka soru sormadan askerlerin önüne düşerek onları Halil Amca’nın evine götürür. Halil Amca çoktan kalkmış ve evinde kahvaltısına başlamıştır. Kapısı vurulmaya başlar. Kendi kendine ‘Kim ki bu saatte?’ diye mırıldanarak kapıya doğru yürür. Kapıyı açınca karşısında muhtarı, asker grubunu ve hükümdarın habercisini görünce merakla ve korkuyla sorar: 88

- Hayırdır muhtar, sabahın bu saatinde ve bu askerlerle ne işin var? Muhtar: - Bunlar hükümdarın askerleri ve habercisi. Seninle görüşmek istiyorlarmış. Halil Amca şaşkınlıkla: - Buyurun! dedi. Ulak: - Bizi içeri almayacak mısın, Halil Efendi? Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Halil Amca: - Tabi, buyurun, içeri girin. Yalnız evim dağınık, yaşlı ve yalnız yaşayan bir adamın evi ancak bu kadar düzgün ve temiz oluyor, dedi. Askerler dışarıda bekledi. Hükümdarın habercisi ve muhtar, Halil Amca’nın arkasından içeri girdiler. Halil Amca onları kahvaltıya davet etti. Beraberce kahvaltıya oturdular. Hükümdarın habercisi hemen konuya girdi: - Hükümdarımızın size selamı var. Atınızın namı hükümdarımızın sarayına kadar geldi. Atlara ayrı bir merakı olan hükümdarımızın yüzlerce atı bulunmasına rağmen zatıâlleri senin atını merak etmekte ve hükümdarımız seni atınla beraber misafir olarak ağırlamak istemektedir. Yarından tezi yok seni atınla beraber buradan alıp hükümdarımızın sarayına götürmek 89

için geldik. Senden hemen hazırlanmanı ve yola koyulmanı istiyoruz. Bu teklif karşısında şaşıran Halil Amca bir müddet sessiz kaldıktan sonra: - Tamam, dedi. Hep birlikte hemen yola çıktılar. Haber köyde hızlıca yayılmıştı. Herkes heyecan ve merakla bu meseleyi konuşmaktaydı. Uzunca bir yolculuktan sonra hükümdarın yanına vardılar. Yolculuk sırasında hükümdarın habercisi, Halil Amca’nın atının ne kadar güzel, hızlı ve yürüyüşü ile insanları büyülediğini fark etmişti. Halil Amca’yı hemen hükümdarın huzuruna çıkardılar. Hükümdar Halil Amcaya dinlenmesi için oda hazırlattı ve birkaç saat dinlenmesini söyledi. Hükümdar akşam yemeğinde Halil Amca’yı yanına çağırttı. Halil Amca, cömertliği ve adaleti ile nam salmış hükümdarın sofrasına davet edildi. Halil Amca hayatı boyunca hiç görmediği kadar güzel yemekler ve içecekler gördü. Afiyetle yemeklerden yedi, içeceklerden içti. Yediği yemeklerin neredeyse hiçbirinin adını bilmiyordu ama tatları çok güzeldi. Hükümdar, Halil Amca’nın yemeklerden memnun olup karnının doyduğunu görünce konuya girdi. - Halil Efendi, benim atlara karşı aşırı merakım 90

ve ilgim var. Bu ülkenin en güzel atları benim sarayımda bulunuyor. Yüzlerce birbirinden güzel ve hızlı atlarım var. Senin atının namı benim sarayıma kadar geldi. Benim atlarımdan daha güzel ve hızlı olduğunu düşünmüyorum ama senin atını da merak ettim. Seni de o yüzden sarayıma çağırttım. Şimdi ahıra inip senin atına bakalım ve benim atlarımdan birkaçıyla yarıştıralım. Halil Amca atına güvenmektedir ancak hükümdarın nasıl bir yarış yapacağını bilmemekten huzursuzdu fakat çaresiz kabul etti, ahıra indi. Hükümdar, Halil Amca’nın atını daha ilk görüşte çok beğendi kendi atlarından en hızlılarıyla yarıştırdı. Tüm yarışlarda Halil Amca’nın atı büyük farkla birinci geldi. Hükümdar her defasında farklı bir atla yarıştırdı ama yine de Halil Amca’nın atı birinci geldi. Üstelik Halil Amca’nın atında bir yorgunluk belirtisi bile yoktu. Hükümdar ata hayran kaldı, kendi atlarını gözü görmez oldu. Hükümdar, Halil Amca’nın bu atına sahip olmayı istedi ve Halil Amca’ya: - Halil Efendi, ben senin atını çok beğendim. Atının ağırlığınca sana altın vereyim, istersen benim atlarımdan dilediğin kadar alabilirsin. Ama yeter ki atını bana ver. Hükümdar istese zorbalıkla atı alabilirdi. Fakat kendisi cömertliği ve adaleti ile ün yapmış birisi idi. O yüzden kendine zorbalıkla almayı yakıştıramıyordu. Halil 91

Amca’nın da gönlünü alıp rızasıyla atına sahip olmak istiyordu. Halil Amca: - Bu at, eşimden sonra beni hayata bağlayan tek şey. Yalnızlığımı bu at ile gideriyorum. O benim en değerli arkadaşım. Hem o at benim dışımda başka birisini yanına yaklaştırmaz, başka birisi onun sırtına binemez. Kusura bakmayın hükümdarım ama onu size veremem. Hükümdar biraz üzgün, biraz kızgın bir şekilde saraya geri döndü. Halil Amca’nın gitmesine de müsaade etmedi ve birkaç gün daha böyle geçti. Hükümdarın ata olan merakı artık sahip olma hırsına dönüşmüştü. Halil Amca’yı yanına çağırtıp: - Halil Efendi, şu gördüğün önündeki sandık dolusu altın senindir. Ben senin atını alıyorum. Atının değerinden daha fazlasını sana veriyorum. Bu sandık dolusu altın ile istediğin kadar at alabilirsin, kalanı ile de ömrünün sonuna kadar zengin bir şekilde yaşarsın. Halil Amca: - Hükümdarım, cömertliğiniz için Allah razı olsun ama ben daha önce atı size satmayacağımı söylemiştim. Kararımı da değiştirmedim. Bırakın beni memleketime döneyim. Hayatımın geri kalan kısmını memleketimde atımla devam edeyim. Ben öldükten sonra atımı size hediye edeyim ama en azından şimdi almayın. 92


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook