1
Hikmet Özdemir (Eğitimci,Şair,Yazar) Hikmet Özdemir,1946 Yılında ,Afyonkarahisar’ın Bolvadin ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Bolvadin’de okudu. Ortaöğrenimini Akşehir Lisesi’nde tamamladı. Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü bitirdi.(1968) Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi, “Eğitim Yönetimi Teftişi ve Planlama Bölümü’nde” lisans tamamladı.(1980) Aynı üniversitede, “Hizmet İçi Eğitimi” alanında, lisansüstü programına devam etti. 1968 -2007 Yıllarında,MEB’nin resmi ve özel okullarında Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve yöneticilik görevlerinde bulundu Hikmet Özdemir, şiir ve yazılarının çoğunluğunu kitaplaştırmaktadır.İlesamlı İlim Adamı, Şair, Yazar ve Sanatçılar Ansiklopedisi’nde, özgeçmişi yer aldı.(S.333) Ayrıca şiir ve yazılarını, Pervasız Gazetesi , Akşehir Postası, Bolvadin 24 Eylül Gazetesi, Akşehir İstasyon Gazetesi ve Aksevder Bülteninde ;ayrıca ulusal yayınlardan Gülpınar, Türk Yurdu, Türkiye ,İlkyaz, Ortanca,, Üslûp, Nevzuhur, Güncel Sanat dergilerinde yayınlanmıştır. Yeni şiir ve yazıları; “İlesam- İlim ve Edebiyat Dergisi “,İmbik- Edebiyat dergisi” ve “4 Dört Mevsim Âlaiye” dergilerinde yayınlanmaya devam etmektedir.Bazı şiir ve yazıları, internet ortamından “İnstagram” ve “Blog sayfasında” yer almaktadır.TYB (Türkiye Yazarlar Birliği )ve İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) üyesidir. Ankara'da ikamet etmekte olup evli ve iki çocuk sahibidir. * Yayınlanmış Kitapları .Ortaokullar İçin Türkçe-Yardımcı Ders Kitabı----- (1989) .Mavinin Damıtımı ----------- Şiirler ------------------- (1995) ,Kalem Mevzuatı --------Ad.Mesl.Lis.Ders Kitabı----(1998) (Ank.C.Savcısı Ali Turhan’la ). .Deniz Güneşi -----------------Şiirler----------------------(1999) .Aşina Aşklar------------------ Şiirler-----------------------(2014) .Sağır Kuş—--------------------Öyküler--------------------(2019) .Ekol Olmak--------------------Anılar---------------------- ( 2022) Basımda * Araştırma- İnceleme ve Bildirileri .Alsav, XIII.Kültür Semineri’nde “Şiirlerde Alanya”Bildirisi. -------(Ekim-2015) .Sarıveliler (Karaman) “Karacaoğlan ve Yayla Şenliği” Bildirisi.(Temmuz -2016) *Kitap İncelemeleri *Deneme Yazıları 2
İçindekiler 1-DEDEM YÖRÜKZÂDE AHMET FEVZİ...................................................................................................... 5 2-BİR DEPREM HİKAYEMİZ ............................................................................................................. 20 3-İLKOKUL-ORTAOKUL- LİSE YILLARIM ................................................................................................. 24 4-SELÇUK EĞİTİM................................................................................................................................... 34 5-ÖĞRETMENLİK YILLARIM.................................................................................................................... 45 6-EKOL OLMAK ...................................................................................................................................... 76 7-EMEKLİLİK DÖNEMLERİ .................................................................................................................... 125 8-BİR MEMLEKET SEVDALISI................................................................................................................ 133 9-DAMLAMAYAN BOYA .................................................................................................................. 138 10- HOCA NASREDDİN ŞEHRİ AKŞEHİR................................................................................................ 144 11- ALSAV’ın BAHAR KONSERİ ............................................................................................................ 147 12- SARIVELİLER KARACAOĞLAN VE YAYLA ŞENLİĞİ ........................................................................... 151 13-COVİD 19’ DAN MESAJ VAR! ..................................................................................................... 155 14-HAVUZ BAŞINDA ...................................................................................................... 159 Söze Başlamak ‘Söze nereden başlayayım acaba? Dünya çok büyük, En çok bildiğim ülkeyle, Kendi ülkemle söze başlayacağım. xxxxxx Ama benim ülkem de çok büyük. Kentimi anlatarak başlayayım. Ama benim kentim de çok büyük. xxxxxx Sokağımızdan başlasam iyi olacak, Yok yok .. Kendi evimizden, Yok, hayır, ailemden söze başlayayım. Xxxxxx Neyse bütün bunları unutun. Kendimi anlatarak söze başlamalıyım.” 3
ÖNSÖZ *Anı, yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türüdür.(TDK). Anı, gezi, biyoğrafi, günlük ve mektup gibi yazı türlerinden farklıdır. Çünkü yaşanmakta olaylar değil; yaşanmış olaylardan belleğimizde kalan izlerinin , objektif biçimde anlatılmasıdır. Anılar edebi, siyasi, askeri, sosyal nitelikler taşıyabilir. Bu eserler, kendine özgü üslup ile kaleme alındığında, sanat değeri taşır. Böylece yazı türleri arasındaki kendi yerini alır. *Kişinin ‘hayat tarihine’ anı veya hatıra denebilir. Ancak, anılar tarih değildir, fakat tarihe yardımcı olacak bir kaynak olabilir. Bu anılar, tanınmış yazar, sanatçı, devlet adamları gibi ünlü ve medyatik olan kişi /kişilere aitse; eserin önem ve değerini bir kat daha artırır *Anılara geniş açıdan baktığımızda, sadece yaşanmışlıklardan söz etmek, yetmeyebilir. Ayrıca yazarın gözlem, deneyim, duygu ve düşüncelerini kapsayan bir yaşam alanını yansıtabilir. Bilim- sanat alanındaki araştırmalarla öğrenilen bilgiler çok değerlidir. Fakat usta-çırak ilişkisiyle kazanılan bilgi, beceri ve deneyimleri ortaya çıkaran anılara ‘hayatın tecrübe reçetesidir.’ denebilir * Her insanın anı yazma hakkı vardır. Ancak anı yazarı, olayların içinde yaşamış veya olayın tanığı olması gerekir. Anılar, sonradan kalem alındığından, bellek yanılmasına uğrayabilirler. Bu yanılgıları önlemek için; günlüklerden, mektuplardan, görgü tanıklarından ve o döneme ait belgelerden yararlanmalıdır. Anıların anlatımlarında ; gerçeklik, nesnellik , tarafsızlık ve objektiflik olmazsa olmazlardandır. İnsanın nefsi, egosu durmaz; hep kendini ortaya çıkarmak ister. Bu nedenle anı yazarı samimiyetini , inandırıcı biçimde yansıtmalıdır. Yazar ,okuyucuya güven vermelidir. * Anılarda anlatılan olaylar ve kişiler, bize tanıdık geldiğinde; hoşumuza gider, beğenir, zevkle okuruz. Tanımadığımız kişilerin anılarını da okuyabiliriz. Bu anılar, bizim ilgimiz çekmeli, düşünce dünyamızı zenginleştirmeli ve bize yeni görüş ufukları açabilmelidir. *Anıları sadece basılı kaynaklara aktarıp yaymak yetmeyebilir. İçinde bulunduğumuz internet ortamının teknik olanaklarından; google, whatsapp, instagram, facabook… gibi iletişim çeşitlerinden yararlanabiliriz. Bu araçlar anılarımızın kaynaklarını çeşitlendirebilir. Bu zengin kaynaklar; bizi her zaman değişime yönlendirir, bize kalıcı bir belge özelliğini sağlar. Saygılarımla. Ekim 2022 Hikmet Özdemir 4
1-DEDEM YÖRÜKZÂDE AHMET FEVZİ GİRİŞ - 1955-1957 Herkesin atası, kendine kıymetlidir, değerlidir. Bu düşünce doğal ve göreceli bir duygudur. Kime sorsanız; annesinin, babasının çok iyi insanlar olduğundan söz eder. Ben de dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir’in birkaç özelliklerini ,öne çıkarmak istedim .Bu değerlendirmelerimi hatıralarımdan yola çıkarak yapmaya çalıştım. Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir ailesine, çevresine ,topluma faydası dokunan insandı. Seksen üç yıllık ömründe; iyi huyları kendinde toplayan dürüst, sevilen ,sayılan iyi bir kişidir derim. Bolvadinli Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir, Allah korkusunu ve Allah sevgisini önceleyen Müslüman bir kişidir. Gönül dostu, İslam alimi, tasavvuf çınarı, güzel ahlak ve takva sahibi dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir için “ iyi insandı, Allah rahmet etsin. ”demek, bana düşen en önemli görevdir. Soyundan gelenler olarak bizler, kendinin bize yüklediği İslami değerler çizgisindeki sorumluluklarımızı ,ne derece yerine getirebildik, getirebiliyoruz? O değerlendirmeyi çevremize bırakarak; kendisiyle yaşadığım birkaç hatırasından söz ederek yola çıkacağım. Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir’in sağlığında, 12 yaşıma kadar geçen zaman dilimi içerisinde, aynı çatı altında yaşadım. Çocukluk yıllarımdaki kıymetli hatıralarımın manevi değerini, zamanla fark edebilmiş ve öğrenebilmiştim. Kendisinin bize bıraktığı kitaplar ve bazı mekan ve eşyalar aracılıyla ,bu öğrenme sürecine katkıda bulunabiliyor. Hayatın anlayamadığım çocukluk ve gençlik çağlarında geçen olayları; anamın babamın aktardıklarından öğrendim. Daha sonraki zaman diliminde, en küçük amcam emekli Yargıtay üyesi H.Hilmi Özdemir’in yazdığı “Bir Allah Dostu Bolvadinli Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir” kitabından yararlandım.(Afyonkarahisar Belediyesi Kültür ve sosyal İşler Müdürlüğü yayınları,no:46,Isnbn:978-605-66970-4-4,Salmat basım Ankara,2017) Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir’in Özgeçmişi Eskilerin “Tercüme-i hal,” şimdi ise ,“Özgeçmiş” dediğimiz tanıtım sözlerine, kendi anlatımlarından okuyalım: “İsmim Ahmed, mahlasım Fevzi ve lakabım Kayhan Yörüklerine nisbetle” Yörükzâdedir. Babam, zamanın ulemâsından Hafız Mehmed Efendi, anam Nefise Hanım’dır. Nüfus kayıtlarında 16 Cemaziyelevvel (Aralık ayı) 1291/diye kayıtlardadır. Ama 1 Temmuz 1874 tarihinde , Afyon ili Bolvadin ilçesi, Hacı Halife mahallesinde doğdum. Hanefi mezhebindenim.” 5
“Bolvadin’de dört yaşında Kur’anı ezberledim. İlk tahsilimi, Bolvadin’de tamamladım. Konya’da Mehmet Vehbi Efendi’den, daha sonra da Musa Kâzım Efendi’den zahiri ilimleri veya şeriat ilmi(Kelam, tefsir, hadis, fıkıh, usül ) tahsil ettim(ehl-i kal ). İstanbul’da, Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddün Efendi’nin irşat görevini üstlenen Hasan Hilmi Efendiye, bağlandım. Batini ilimleri ve hakiki ilmimi Hasan Hilmi Hazretlerinden sonra, İsmail Necati Efendi’den aldım. (ehl- i hal) Ehli-Süluk olup gönül yolcusu oldum. Bu arada Mehmed Zahid Efendi, Abdül Aziz Efendi ve Hasip Efendi ile dostlukları ilerletip, Bolvadin’de kendi maaşımdan biriktirip aldığım tarlayı satarak, Alaca Camisi’nin bitişiğindeki Hilmiye Kütüphanesini kurdum.” *Allahın Hikmeti Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir Hazretlerinin çocuklar hakkında, ibretlik sözlerini ,annemden dinlerdik. Annem, dünyaya getirdiği çocuklarına isim koydurmak için, dedemin günlerini geçirdiği büyük odaya inmiş. İkiz olan kardeşimle beni, kucağına alarak, dedemin yakınına kadar getirmiş. Kundaktaki halimizle bizi kucağına alan dedem, ikimizi gülümsemeyle seyrederek, şu cümleleri kurmuş: “Allah Allah! Bunda bir hikmet var.”deyip benim adımı, Hikmet koymuş. Öbür ikiz kardeşime de “Bu masum yavru da çok zayıf kalmış, herhalde ref ref olup göğe yükselecek. Yüksek mertebeye ulaşacak kızım. Size şefaat edecek inşallah, seni bekleyecek gerçek âlemde.” diye ikiz kardeşime “Rifat” adını vermiş. Çok zayıf doğan ikiz kardeşim, altı ayını doldurmadan vefat etmiş. Anama, ‘ ben hangi ayda doğdum.’ diye sorduğumda; “Ekim ayı sonuydu herhalde, karşıdaki ilkokuldan ,trampet sesleri geliyordu oğlum.” demişti. Cumhuriyet Bayramı zamanına yakın olduğu anlaşılıyordu. Kuran’ı Kerim’in arkasına ,kime ait olduğu belli olamayan bir doğum tarihim, 26 Ekim 1946 olarak yazılmış. Altına da süslüce, uzun bir imza atılarak, sayfanın ortasına kadar adımın “Hikmet” olduğu belirtilen bir cümle vardı. Rahmetli Hoca dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi’nin odasına ne zaman girdiysem, hep kitap okurdu. Yanında çok sessiz dururduk Gündüz ,okumaktan yorulan gözlerini dinlendirmek için bahçeyi seyrettiğini gözlerdim. Kendisini rahatsız etmemek için hiç ses etmeden, yukarıdaki odamıza çıkardık. Dedemin okumaya karşı tutkusu vardı. Okuma alışkanlığımı dedemden kapmışım. Çocuk yaşımızda anlayamadığımız hareketlerinin Kur’an ve sünnete uygunluğunu, yıllar sonra anlamıştık. En çok sevdiği şu mısraları sık sık okurdu: “Kulun hakkı çalışmaktır, Cefa ile alışmaktır, Bu korkudan savuşmaktır. Birader dersine çalış” * “Alem yahşi, ben yaman. Alem buğday ben saman.” * “Sofilik toprak gibidir. Gönül alçak olmalıdır.” Giyimi kuşamı, yemesi, içmesi, konuşması ,şakaları ;islami ölçülerdeydi. Bolvadinlilere örnek olmak ve halkının yaşantısında gördüğü yanlışlıkları düzeltmek için, yaptığı öğütleri ,İslami 6
bilgilere göreydi. Daima güler yüzlüydü. Kimseyi hor görmezdi. Karşısındaki kişinin sosyal ve kültürel yapısı ne olursa olsun; hiçbir kişiye, bilgiçlik yapmadan cevap verirdi. “Bu sualinize cevap bulmak için ; “ Birlikte öğrenelim. Kitabımıza bakalım, ben de onu hatırlamış olurum .” diye,o soruya cevap verirdi. Daima herkese karşı alçak gönüllü davranırdı. Gösterişi ve kibri sevmezdi, konuyla ilgili ayet ve hadisleri yanındakilere hatırlatırdı: Kimseyi küçümsemeden, karşısındaki kişilere yüz çevirmezdi. Böbürlenerek yürümezdi. Zira “Allah, kendini beğenmiş olanları, övünüp duran kimseleri asla sevmez. –(Lokman/19)”ayetine göre hareket ederdi. “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, unutma ki; seslerin en çirkini merkeplerin sesidir. – Lokman/19” derdi.(*Bir Allah Dostu Yörük zade Ahmet Fevzi Özdemir, H.Hilmi Özdemir,1. Baskı 2007,Ankara) *Bayramlarda ve Kandil Günlerinde - Ağustos 1954 Dedem rahmetli Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir ile çocukluk dönemlerimde kendisiyle hep bir arada olmak için, ona karşı hizmet yarışına girerdik. Bu yarış içerisinde olmak, biz torunlarının büyük zevkiydi. Bizim itişip kakışmamız karşısında, başını sağa sola çevirip hoş tebessümler içerisinde, sabırla, bizi seyrederdi. Kendisine yapacağımız hizmet yarışımıza engel olmazdı. O andaki küçük yaramazlıklarımızın sona ermesini biraz bekler, sonra bizi muhatap alırdı. Karşısında diz çöküp oturmamızı işaret ederek, göz hizamızda olmamıza çaba gösterirdi. Bu karşılıklı oturuş biçiminin, yıllar sonra, ‘çocuklarla göz hizasından konuşulursa, onların önemsenmiş olma’ bilgisiyle karşılaşmıştım. Bu davranış, çocuklara etki etmek yönünden olumlu ve eğitici olduğunu öğrenmiştim. Çocuklara karşı yaklaşımı hep eğitici yönde olup, az konuşup örnek olmaya çalışırdı. Evinin kışa hazırlığı sırasında, düzgün kesilmiş meşe odunlarını, depoya taşımak çocukların işiydi. Taşıma işimiz bitince, ücretlerimizi vermek için tek sıraya geçmemizi söylerdi. İple bağlanmış küçük bezden para kesesinin ağzını çözerek açar, bakmadan elini içine atardı. İçimizden büyük olanlara fazla vermek isterdi. Ama küçüklere daha fazla para gelirdi. “Ne yapalım, onların nasibi buymuş. Allahü âlem bu küçüklerden bazıları daha zengin olacak demek. Fekat, gerçek ve mühim olan zenginliğin, hem maddi hem manevi yönden ikisinin birden olması iyidir.” derdi. (Önceleri, biz pek bir şey anlamazdık. Bu sözlerin ,dünya ve ahiret zenginliği demek olduğunu sonraki zamanlarda anlamıştık. İleri yaşlarımızda, o an içimizden çok ücret alanların daha sonraları, maddi zenginliğe kavuşanlara şahit olmuştuk. Özellikle kandil günleri, Yörükzâde Hoca dedemiz, bizzat çocuklarla ilgilenirdi. Okulun son bitiş zili çalınca, ikindi ile akşam vakti arasında, avluya bakan evlerden çıkan sekiz on çocuk; bir araya gelir, hoca dedemizin kapısının önünde sözleşmiş gibi toplanırdık. “Çocuklar, tamam mısınız? Hepiniz geldi mi?” Diye sorular sorardı. Gelmeyen olursa ;eksik olanı birkaç dakika beklerdik. Sonra yanındaki bir kutudan, bazen büyükçe torbadan dağıtacağı şeye bakardık. “ Derslerinize çalışıyor mısınız? Ananıza, babanıza itaat ediyor musunuz? İçinizde namaz kılan var mı? Dua etmeyi biliyorsunuz değil mi? Abdest almayı eğer bilmeyen varsa öğrensin.” Keseyi açar ;içinden ,kırık leblebi, kurumuş kara üzüm, bazen de iğdeli olan çerezlerden, birer avuç hazırlardı. Yanına gider beklerdik. Daha çok erkek çocuklar gelirdi. Biraz uzak duran kız 7
çocuklarını, yakınına çağırır, onlara da verirdi. Ne fazla, ne eksikti. Herkese, avucunu doldurarak, aynı büyüklüğündeki ölçüsüyle teker teker dağıtırdı. Ödüllerimizi, ceplerimize doldururduk. “Şimdi doğru evlerinize !”sözünü duyunca evlere koşardık. Kandil günleri evlerimizde sevinç olurdu. Yüksek sesle ilahiler okunur, dualar yapılırdı. Ailecek neşe yaşanırdı evlerde. Anamız bazen un helvası yapardı. Bazen “pişi” yapardı. Çok sevinirdik. Babam özellikle yüksek sesle salavat getirirdi. Dedem, akşam namazının arkasından ,yatsı namazını da camideki imamlık görevini tamamlar gelirdi. Geldiğinden pek haberimiz olmazdı. Bayramlarda ,büyükler hoca dedemi ziyarete geldikleri için bize vakit ayıramazdı. Ama kandil günleri, misafiri az olduğundan, çevresi biraz tenha olurdu. Bu yüzden, bizde kendisine yaklaşmanın yolunu arardık. Çünkü Hoca dedemizin bizimle tek tek ilgilenmesi çok hoşumuza giderdi. *Muallime Hanımların Danışması - Eylül 1955 Kendisinin dini konuda fikrini öğrenmek ve danışmak amacıyla soru yöneltenleri, kabul ederdi.Bu yüzden Bolvadinli hemşerilerini İslami yönden doğru bilgilendirmek için memleketinde kalmayı kendisi tercih etmiş. Çünkü birkaç defa ,İstanbul’da kendisine uygun ortam hazırlayıp çağrıldığı halde gitmemiş. Bolvadin’de kalarak hemşerilerini yönlendirmeyi seçmiş. Doğru bildiklerini yumuşak bir dille, anlatarak tavsiyelerde bulunurdu. Siyasi tartışma yaratabilecek düşüncelerini söylemekten çekinerek, her zaman Kur’an ve sünnete başvurulmasına dikkatleri çekerdi. “Karışma Hakk’ın işine Düşme vükelâ peşine *Münacaatta kusur etme Devam et kendi işine” Örnek: 12 Aralık !922 yılında Kurtuluş Savaşı sırasında, kendisiyle istişare yapan komutanlara, destek vermek amacıyla, vatanın kurtuluşu yönünde çalışmalarını, teşvik etmiştir. Vatan savunmasına destek ve barıştan yana olmak gerektiğini savunmuş ,fitneye karşı tavır almış. Kuvayı Milliye temsilcisi olduğunu, sohbetlerinde dile getirirmiş.2013 yılında yayınlanan mektuplarında, bu bilgilere ulaşılmıştır.(Yüz bin sayfalık bu kaynak eser,2013 yılında Konya Kültür müdürlüğünce, bilgisayar ortamında çevrilerek, araştırmacıların hizmetine sunulmuştur. Evimizin karşında bulunan ve adı üç defa değişen Savaş ilkokulumda, görev yapan bayan öğretmenler, öğle arasında dedemi ziyaret ederlerdi. İlkokul öğretmenim Bediha öğretmenim ve diğer öğretmene önceden izin alırdım. Dedem Yörükzâde, evde olduğu zamanlarda, Bediha ve Zarife öğretmenlerime hemen gelebileceklerini bildirirdim. Ben kendilerine yol gösterirdim. Bayan öğretmenler, kollu giysiler ve uzun etekleriyle; başları örtülü biçimde dedemin yanına girerlerdi. Bu kapalı denebilecek hazırlıklarını bilerek, öğretmenlerime çok kibar davranırdı. “Gelin bakalım muallime hanımlar. Buyurun, geçin, şöyle oturun!” diye karşılardı. Bayan öğretmenlerimin yüzlerine pek bakmadan, başı önüne eğik durumda, hafifçe gülümseyerek, 8
önce ,hal ve hatırlarını sorardı. Sonra dedeme, öğrenmek istediklerini sorarlardı. Misafir olarak gelen öğretmenlere de bazı öğütlerde bulunurdu. Yanından hiç eksik etmediği bazı küçük ikramları vardı. Babaannem önceden, çukur kâse tasın içine hazırladığı lokum, siyah üzüm, leblebi ve iğdeyi bana dağıtmak için işaret ederdi. Ben de bu görevi, seve seve yerine getirirdim. Öğretmenimin birisinin eşi, ilkokul müdürü olduğunu öğrenince, soruları daha çok öğrencilerin durumları hakkında olurdu. Öğretmenlerimden birisi, bir soru sormak istemişti: “Biz mektebe, temizlik yapacak bir elaman alacağız, ama karar veremedik hocam.? Hoca dedem; “Eğer o şahıs, işinin ehliyse, o kişinin ahlakını sorup soruşturun, onu alın .” derdi. Sözlerini şu şekilde tamamlardı: “Yarım fâkîh din yıkar, bütün fâkîh din yapar. Burada ehliyete, yeni kavramla kişinin ‘liyakat sahibi’ olmasına ,çok önem verdiğini gösterirdi. “Çocuklarınıza Kur’an yazısını da öğretiniz. Çocuklar nûrdur, onlar melekler tarafından korunur. Onları incitmeyin, onlara el kaldırmayın. Onlarla güler yüzle ve tatlı dille konuşun. Onları inciteni, Allah da bir gün sizleri, bir belâ ile incitir.” “Evlatlarınıza iş sahibi olmanın faydalarını aşılayın. Tüccar, çiftçi veya sanatkâr gibi meslek sahibi olması için sevkedin. İnsanlar bir meslek sahibi olsunlar. Çalışarak helal kazançlarıyla evlerinin geçimini temin etsinler. Bütün bunları ibadetin içerisinde gibi görün hoca hanımlar. İlim sahibi olmanın güzelliklerini anlatın çocuklara. Dinimizin kolaylıklarını tanıtın. Peygamberimizin hadisinde, ‘Dini kolaylaştırın.’ Sözüne uymuş olursunuz. Çocuklarımız İslâmı sevsinler.” “Her gün birkaç fakiri sofranızda bulundurun. Onları iştahlandırmak için onların karşısında sürekli yer gibi görünün.” “Düğünleri gayet sade yapın. Kızlarınızı evlendirirken; onları aşırı ziynetlerle iltifat etmeyin. Bu malumatlarımızı ,talebelerinizin analarına – babalarına , sizler de söyleyin muallime hanımlar!” Bir keresinde odadaki öğretmenlerime; “Muallime hanımlar, biliyor musunuz? Benim de şahadetnamem(diplomam) var. Ya işte böyle! Arkadaşlarla birlikte, mektepte açtığınız “Yeni Harfleri Öğrenme Kursu’na giderek aldık.” Dediğini, duymuştum. Ben odada kısa süre durur, sonra dışarıya çıkartılırdım. Kapının önünde öğretmenlerimi beklerdim. Öğretmenlerim memnun olarak çıkarken, yüzlerinde saygılı gülümsemeler görürdüm. Ben de iyi bir görev yapmanın gururunu yaşardım. *Ağır Misafir Sadi Nursi Hz. - Temmuz 1957 Dedem Yörükzâde, önündeki kitaptan okumaya başlamıştı: “Ulema, ibadeti on kısma ayırırmış. Onda dokuzunun helâlden yemek olduğunu buyurmuşlardır. Peygamber efendimizin bir hadisi şeriflerinde; Bir kimse rızkına (yediklerine) hiç haram karıştırmadan, kırk gün helal yerse, Allah onun kalbini nûr ile doldurur, kalbine nehirler gibi hikmetler akıtır, dünyayı lüzumundan fazla önemseyen muhabbet şeklini kalbinden giderir.(Dil ile inandım demek yeterli değildir, ibadetleri ve tavırlarıyla Allah’ın ve Resulünün hükmü ne ise ,ona razı olması ve gönül hoşluğu ile ona uymasıdır.) –Nur/47” 9
Tam bu cümlelerin bitiminden sonra durakladı. Okuduğu kitabın kapağını kapatmıştı. Dışarıdan otomobil gürültüsü duyuldu. Benden küçük çocuklardan birkaçı , koşa koşa hanaya kadar gelip ;“Taksili bir adam geldi. Hoca babamızı ziyaret edecekmiş.” dediler. 1955 Yılında ilkokul üçüncü sınıftaydım. Ben de dışarı çıktım ki; sanki kanatlı bir taksi duruyordu kapının önünde. Otomobilden ,önce genç bir şoför indi ve arka sağ kapıyı açtı. İçinden, omzunda sarı- beyaz çizgili ipek gibi poşulu, sarıklı ve cübbemsi geniş bir elbise içinde; orta boylu, beyaz saçlı , kısa bıyıklı ,yemeniden ayakkabısı olan bir şahıs indi. Yavaş yavaş yürüyerek , koca kapılı evimize yönelmişti. Avluya bakan binalardan, bize ait olan evin açık olan kapıdan girip; içerideki hanayda, yürümeye başlamıştı. Daha önceden evimize gelmiş gibiydi. Yanımda durdu, bana gülümseyip başımı sıvazladı. Sonra hiç sağa sola bakmadan, emin adımlarla dedemin oturduğu büyük odaya değil de sağ taraftaki küçük odaya girdi. Birlikte geldiği şoför ve iki kişi , ellerini önlerinde el pençe bağlamış ,gerisinde bekliyorlardı. O zatı takip ediyorlardı. Birkaç dakika önceden, küçük odayı hazırlayan küçük amcam Bedrettin, içerden çıkarak misafire buyur etmişti. Dedem de büyük odadan çıkmış, o zatın girdiği küçük odaya girmişti. Kapıyı sıkıca kapatmıştı. Herkes dışarıda kalmıştı. Ben de dışarıda bulunan taksinin üzerinde kabartmalı olarak metal harflerle yapıştırılmış yazıyı, okumaya çalışıyordum. Yazıyı hecele heceleye okudum: “Cı-hev- ro-let. Otomobil pırıl pırıldı. Çevresinde garip bakışlarla merak içinde koşuşturan küçük çocukları, otomobilden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Misafir bizim eve geldiğine göre “O kişinin otomobilini korumak bana düşerdi.” Koşuşturma bitmiş, içeriden sesler geliyordu. Bedrettin amcam, kıpkırmızı yüzündeki terlerini büyük mendille, ikide bir siliyordu. Çabuk çabuk küçük odaya girip çıkarak, ikisine ,ıhlamur çayı ve yanlarında, ‘kırtlama şekerleri’ götürüyordu. ilerlemişti. Babaannem de misafirin şoförünü ve diğer kişiyi unutmamış, onlara da çaylı küçük bir kahvaltı sofrası kurmuştu. Dedem, misafir ile ikisi, bir süre içerde kalmıştı. Sohbetleri ne üzerineydi? Neler konuştular? Bizce bilinmiyordu. Ama dini ilim üzerine olduğu muhakkaktı. Misafir içeride ne kadar kaldığını pek bilemedim. Tahminen en az iki saatti. Kapının yanına kadar gelip kapıyı yavaşça aralayan şoför, başını hafifçe öne eğerek, “Akşam karanlığı çökmeden bir an evvel Isparta’ya gitmemiz lazım efendim.” Diyerek geriye çekilmişti. Bu duruma biraz müdahale etmek isteyen Bedrettin amcama ilk müdahale gelmişti. İçerden yavaşça dışarıya çıkan dedem, eliyle “tamam” dercesine işaret etmişti. Ben hanayda koşuştururken Said Nursi Hz. olduğunu öğrenmiştim. Odanın kapısı açıldı, ikisi de hanayın ortasına kadar gelmişlerdi. Birbirinin ellerini sıkı sıkıya tutup salavat getirerek, ayrılıyorlardı. Dedemin misafirin kulağına eğilerek söylediği şu cümleyi hiç unutmuyordum. ”Efendi O mevzu tamam. Ben hakim Saffet beye söyleyip işi mahkeme kararına bağladık. İnşallah bundan sonra Medreseye gelirsiniz, orada görüşürüz. ”Birbirlerine derin derin baktıklarına şahit olmuştum. Sanki bundan sonra, hiç görüşemeyeceklermiş gibiydi. Yavaş yavaş, hafif bir hüzün içinde , anlamlı bir vedalaşmayı görmüştüm. Nitekim bu karşılaşma 1955 yılındaydı. Dedem de 10
1957 yılı kasım ayında vefat etmişti. Sonradan araştırdığıma göre, Saidi Nursi hazretleri de dedemden, üç yıl sonra vefat etmiş. Bu konuşmayı, eksik gedik haliyle birkaç gün sonra, babama anlatmıştım. “ Deden bana o meseleyi anlattı” diyerek, babam da, bana şunları, anlattı: “Medrese’yi vakıf haline getirerek mahkeme kayıtlarına geçirtmiş. Kendi parasıyla satın aldığı tarlayı satıp, caminin bitiştiğindeki Medrese’yi yaptırmış. O binanın elektrik ,su ve tamirat gibi küçük giderlerinin karşılanması için “Gemicilerin” yanındaki küçük dükkanı da satın almış. Gayesi, bu küçük dükkanın kira geliriyle Medrese’nin tüm masrafları karşılanacakmış. Her şeyi hazırlamış. Anladın mı şimdi oğlum.” *İstanbullu Hoca Babam Mehmet Ruhi Özdemir ,1936 yılında ,anam Hatice Helvacı ile evlenmiş. Babam evlendikten sonra, dedem ve babaannem ile aynı evin üst katta ayrılan odada kalmışlar. Annem, babam ve çocuklarıyla, evin ilk gelini olarak ,büyük evin üst katındaki odasında on yıl yaşamışlar. Babamın, bir sorunu olunca, dedeme danışır; onun bilgisinden, tecrübesinden faydalanırmış. Sorunu çözüme kavuşunca içi rahatlarmış. Annemin babası dedem Mustafa Helvacı da Hoca dedem Yörükzâde’nin talebesi olduğunu söylerdi. Gelin çıktığı gün, anama; “ Hoca efendiye hiç kusur etme kızım.” diye uyarısını yaparmış. Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi’nin büyük oğlu Halit amcamız vefat etmiş. Sonra Nefise babaannemiz üzüntüden vefat etmiş. Şerife babaannem ikinci hanımıydı. Afyonkarahisar İmaret Mahallesi’nde iyi bir ailede yetişmiş, çalışkan ve dedemin her istediğini büyük bir saygı içerisinde yerine getiren titiz bir hanımdı. Şerife baba annem, en küçük amcamız Hilmi’yi ı dünyaya getirdiğinde, anam birkaç aylık gelinmiş. Anamda bir yıl sonra dünyaya getirdiği ilk çocuğuna Kutsi adı konmuş. Gelin geldiğinde, evde babaannemin altı aylık çocuğu olan en küçük amcama da yakından ilgi göstermiş. Sanki iki çocuğu varmış gibi küçük amcamın bakımına yardımcı olmuş. “Küçük amcanıza, elimde sarı kumaştan gömlek diktim.” derdi. Devamlı dedemin yanında duran Bedir amcam, her türlü çarşı işlerini yapar, misafirlerle ilgilenirdi. Bayramlarda dedemin yanına girip çıkanları düzene sokmak, çocukların giriş ve çıkışlarını düzenlemek Bedrettin amcamın en önemli işiydi. Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi, Akşehir’de hafız yetiştiren İstanbullu Hoca ile sohbet ettiklerinden bahsedilirdi. Bu zat, önce Bolvadin’de bir süre imamlık yapmış ve çok hafız yetiştirmiş . Akşehir’e göç ettikten sonra da hafız yetiştirmeye devam etmiş. Bedrettin amcam , Akşehir’de ,hafız olmak için yatılı eğitim görerek, İstanbullu Hoca’dan hafızlık eğitimi almış. ‘ Hafta sonları, -Bedir amcanız bekar olduğu için- kirli çamaşırlarını getirince yıkardım. Bu kişi, ‘ Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanında adı geçen İstanbullu Hoca’dır. *Turşu Ödülü - Şubat 1953 Sanırım aylardan Şubattı. Kapıya yakınındaki kocaman sobamız, bizi zar zor ısıtıyordu Çok sayıda pencerenin aydınlattığı sınıfımızın güzelliğini ,kış mevsiminde yaşadığımız kuvvetli soğuk bize ödetirdi. Yine diz boyu karlarla yolların kapandığı kış gününde, öğretmenimiz, içimizi ısıtan öyküler anlatarak bizi oyalıyordu. Bu öykülerden aklımızda kalan birini öğretmenimiz anlatmıştı: 11
“ Çocuklar, bu soğuklardan birinde, İstanbul Boğazı’nı buzlar kaplamış, gemiler birkaç gün geçemez olmuş. Biliyor musunuz ? Sebzeci Çomak amca İstanbul’dan yeni gelmiş. Bu olayı kahvehanede anlatmış. Kaç günde gidip geldiğini bilmeyiz. Bu sebzeci esnaf Çomak amcamız, İstanbul’a kravat takarak gidermiş. ‘Bana çok itibar etsinler, beni çok zengin zannetsinler, istediğim malları, istediğim fiyata seçip alayım .’dermiş. Kravatımı bir daha bağlayamam, diyerek, kravatını hiç çözmeden üç- dört gün kravatlı halde gömleğiyle otelde yatmış, diyorlar.” Diz boyu karların yolları kapattığı çok soğuk geçen kış mevsimini yaşıyorduk. Hanaydan dik merdivenleri ses çıkarmadan, yukarıdaki odamıza çıkıp, aynı hızla tekrar aşağıya inmiştim. Cumartesi günleri yarım gündü. Beyaz yakalıklı siyah önlüğümü, aceleyle çıkarttım. Arkadaşlarla kartopu oynamak için sözleşmiştik. Kalınca giyinip sarınarak, odaların açıldığı birinci kattaki hanay kapısından sessizce çıkacaktım ki; Babaannem, beni bekliyormuş. “ Bak baken Hekmet! Gel hele kuzum, çarşıya gidiverin mi şincik?” İçimden “yakalandım.” demiştim. Tamam diye sessizce, evet anlamında başımı önüme eğerek, loş mutfağa girdim. Girer girmez, odadaki ocağa ilişti gözüm. Odun ateşinin üstünde kalaylı demir bir tencere vardı. Küçük boy bakır kovayı elime tutuşturdu : “Hocaefendi deden turşu istedi. Helvacı Lomenden (Numan) turşu getiriversen pek eyi olur çocuğum? ”Ben de “Olur” demekten geri kalmazdım. Babaannemin “Aşhane” dediği mutfaktan hemen çıktım. Helvacı Numan, dedemin sadık “İhvanlarındandı.”(aynı tarikata bağlı kişi) Temizliğe çok dikkat ederdi. Hem de terazisi çok hassastı. “Helal rızık çok önemli çocuk” derdi. Dükkanı, çarşının ortasındaki sıralı çeşmelerin karşısındaki sokaktaydı. Karlı yolda ceketimin kolunu sündürüp eldiven yaparak, küçük kalaylı bakır boş kovayı, el değiştire değiştire getirmiştim. Biraz loş dükkanındaki mermer helva tezgahı sağında, topraktan turşu küpleri biraz uzağındaydı. Elinden temizlik bezini hiç eksik etmeyen Helvacı Numan usta, içeriye girer girmez; bana hiçbir şey sormadan, kapaklı küçük kovayı hızlıca elimden alıp, içerdeki çeşmede yıkadı, sildi, arkadaki sıcak helvacı ocağının ateşine, uzaktan tutarak kuruttu. Ben de etrafıma bakınırken, kovayı turşu ile doldurmuş, kapağı kapatılmış halde, elime tutuşturmuştu. İki dükkan çaprazındaki Mustafa dedemin helvacı dükkanına girmek istedim. Görünsem, mutlaka anama götürmem için helva, sucuk verirdi. Ama ayaklarım varmadı. Dükkana girince, hiç görmediğim Mahmut dayımın acısı geliyordu aklıma. Havacı olarak Eskişehir’de vatani görevini yaparken, komutandan yediği tokatla hastalanıp şehit olmuş. Olayın böyle olup olmadığı kesin bilinmiyordu. Dayımın cenazesini, memlekete getirmişler. Dayımla Mustafa dedem, dayımla birlikte çalıştırdığı bu dükkana, bu olaydan sonra hiç girmek istememiş. Bunu bahane ederek, Hac ‘ca gitmeye karar vermiş. Ninem gitmek istemediği için Mustafa dedem, tek başına ,üç ay süren gemi yolcuğu yaparak, Hac ibadetini yapmış.Helvacı dükkanını , teyzemin kocası eniştemize bırakmış. Dayımın ölümünden sonra, evimize düşen 12
bu ateş, yıllarca devam etmiş, bir türlü sönmemişti. Mustafa dedem ve Rahime ninem bu yasın altında kalmışlardı. Biz de ailecek kederli olduğumuzdan, sahipsiz kalan bu dükkana girmeyi hiç istemezdik. Bu olay, evimizde pek konuşulmazdı. Ne zaman Mustafa dedemin helvacı dükkanının önünden geçersem, bu acıyı hatırladığımdan, içeriye giremezdim. Anneannem üzüntüsünden sabahlara kadar uyuyamazmış. Sabah namazını kıldıktan sonra, “Yüklük” dediğimiz yataklı dolabına girerek, uyumaya çalışırmış .Ancak ikindi zamanı uyanırmış. Sıralı çeşmenin karşısındaki yolun kaldırımlarından, karlara bata çıka eve gelmiştim. Yolda yürürken, kartopu oynayacağım arkadaşlarımı görmemiştim. Ellerim ,yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Sırtım buz tutmuştu. Yeni aldığımız şayak kumaş pantolonumdan dolayı, bacaklarım üşümüyordu. Ama “Tellilerin” lastik fabrikasından aldığımız lastik ayakkabıma su girmişti. Babaannem, hemen elimden turşu kovasını aldı, beni ocağın başına oturttu. Karlı avuçlarımı, birbirine sürterek ısınmaya başlamıştım . Babaannemin sırdaşı gibiydim. Kendisi temizlikten yana titiz olduğundan, Hoca Dedeme ziyarete gelen misafirlerin, yeteri kadar temizliğe dikkat etmediklerinden şikayet ederdi. Misafirlerin hem kalabalık olmaları, hem de hediye diye getirdikleri bazı ufak tefek yiyeceklerin temiz olmadıklarından söz ederdi. “ Hoca Deden, Peygamberimizin ‘Aranızda hediyeleşiniz.’ Hadisine uyarak, küçük “hedayileri” kabul ederdi. Yoksa, parasını almadan köyden gelen yumurtaların kokup bahçeye atıldığını hatırlıyordum. Babaannem, bana dert yanmaya başlamıştı. “Kabak yemeğinden, biraz peynirden, biraz zeytinden ve gece gündüz apaçık çaydan başka; yediği, içtiği bir şey yok ki çocuğum. Çok şükür imam maaşı bize yetiyor.” diyordu. Bu konuşması bitince, arada bir bana tembih ederdi: “Sakın Hoca dedene bir şey söyleme ha!” Babaannemin pişirdiği bulgur pilavını, küçük sofrada görünce, sevinecektim ki beni takip ettiğini görüp, yakalanmıştım. Utandığımdan değil , soğuktan yanaklarımın kızardığını sansın diye, ellerimi yüzümde dolaştırıyordum. İçinde bulunduğum bu utangaç durumumu çok iyi anlayan babaannem, çok az konuşarak anlaştığımız için , bana doğru gülümsedi: “Hadi baken sofraya. Yaptığım bulgur pilavını çok sevdiğin için sana da ayırdım. Getirdiğin turşudan da koydum. Ye baken çocuğum.” Yanında, kuru soğan, mahalle fırından pişirilmiş ekmek, naneli, maydanozlu kekik kokulu mis gibi bulgur pilavına kaşık sallıyordum. Tahta kaşığıma doldurduğum “Bulgur pilavı ziyafeti” sonunda,Hoca Dedem için getirdiğim turşudan da ‘mükafatımı ‘ almıştım. Yorgunluğum gitmiş, bir an önce mahalledeki arkadaşlarımla kar topu savaşına gitme zamanı gelmişti. Sofrayı, mutfağı istediği gibi temizleyip silip ayrılırdım. Babaannemin dikkat ettiği temizliğine uyduğum için o da beni, hem işe hem de yemeğe çağırırdı. Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi’nin yanına çok girip çıkmak istiyordum. Dedeme yakın olmanın yolu, babaannemden geçtiği için yanına sık sık uğrardım. Hoca dedemin istediği bir şey olup olmadığını sorardım. Ama Bedir amcamın her zamanki hırçınlığından, bütün çocukları hemen yanından kovardı. Biz de çok korkardık. Bu yüzden çocuklar, Hoca Dedeme yaklaşamazlardı. Ben bu duruma alıştığımdan, sert davranışlarını fazla önemsemeden, girip çıkar dururdum. *Anamın Dedeme Şikayeti Kaldığımız oda, Çardaklı Mezarlığı’na bakıyordu. Annem, gelin geldiği ilk yıllarda, pencereden gördüğü mezarlıktan çok korkarmış. Sonra alışmış. Bu odada, dört çocuk dünyaya getirmiş. 13
Aşağıda kalan kayınbabası Yörükzâde Ahmet Fevzi’ye hizmet etmek için çok gayret sarf edermiş. Seksen yaşını geçtiği son zamanlarında, “kaç çocuğun var teyze,?” diye sorduklarında; “On bir çocuktan yedisi telef.” derdi .İlk çocuğuna Kudsi ismi koyulduktan sonra, yedi çocuğu çok küçük yaşlarında ölmüş. Vefat eden çocuklarını, sarıp sarmalayıp kucaklarında mezarlığa götürüp ,Çardaklı Mezarlığı’na gömerlermiş. Babam Ruhi, Bolvadin Taşhan’daki kiralık dükkanında terzilik yapıyormuş .Kendisinin diktiği erkek giyim giysileri dışında, hazır kesilmiş olan parçaları(fasonları) da dikerek, ayrıca gelir sağlıyormuş. Bolvadin’de terzi çokmuş. Bunu kavrayan bazı tüccar terziler, Türkiye’nin çeşitli illerindeki resmi giysilerin ihalesine katılarak, ilçedeki terzilere iş getirirlermiş. Zabıtaların, cezaevi infaz memurlarının, sağlıkçıların, itfaiye teşkilatındaki görevlilerin ve bazı kurumların kullandıkları tek tip kıyafetlerin dikimi gibi. Bu işlerin zamanında teslim edilmesi gerektiğinden, kesimi yapılan işlerin dağıtılması, dikildikten sonra toplanıp teslim edilmesi gerekirmiş. İhaleye ,maddi durumu iyi olan birkaç tüccar -terzi girermiş. Çünkü ihale öncesinde yatırılacak teminat parası yüksek miktarlarda olduğu için her terzi giremezmiş. Müteahhitlik şeklinde yürütülen bu faaliyetler, Bolvadin’de uzun süre devam etmiş. Böylece, terzilerin devamlı işi olmuş. Herkes durumdan memnunmuş. Babam da elindeki tarlayı teminat göstererek, bu şekilde yapmaya başlamış. Diğer illerden aldıkları dikim işlerini, ihale ile alıp dikince, zamanında teslim ederek, para kazanmaya başlamış. Bunu daha da büyüterek hazır elbisecilik yapmaya kadar götürmüş. İstanbul’a gidip kumaşlar alıp dikerek, dükkanını ,hazır elbise mağazası şekline dönüştürmüş. Ayrıca hep erkeklere ait diktiği bu giysileri, pazarlara götürerek kendisi satmaya başlamış. Çevredeki pazarlardan; Akşehir’e Perşembe ,Emirdağı’na Salı ve Sultandağı’na (İshaklı) cumartesi gününde , satış yaparmış. Diğer günlerinde sergiye hazır edeceği dikimlerini ,Bolvadin’deki dükkanında hazırlarmış. Pazarlara gittiği yerlerden geç saatlerde, evine yorgun argın dönerek, çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenemezmiş. Ayrıca aktif siyasetin içine girerek, il encümen üyeliği yapmış. Yeni adıyla bu İl Genel Meclisi üyeliğini üç yıl yapmış. İşini takip edemez olduğundan ,siyasete ağırlık vermeye başlamış. Toplantı başına aldığı huzur hakkı ücreti yeterli gelir sağlamadığından, ikinci dönemi de kazanırsa, aylık ücrete sahip olmak istemiş. Bu yüzden için ikinci dönemi mutlaka kazanması gerektiği için siyasi çalışmalar yapmaya başlamış. Bu arada tüccar terzilik işlerini de aksatır olmuş. İkinci dönemde, Afyon valisinin başkanlığındaki toplantılara katıldığından, evine yeteri kadar vakit ayıramazmış. Bu toplantılardan sonra eve geldiği akşamlarda, Toplantıda , ‘Ben de takrir verdim (Konuşma yaptım.),’ dermiş. Tüm yaptıklarını, övünerek anlattığından annem hiç memnun kalmazmış. Annem, son seçimlerde aday olmamasını istemiş. Ama babam siyasetten ayrılmak istemiyormuş. Babamın kendi işinin yanında, siyasete girmesi anamı çok yormuş. Anam, bu sorunu, çözmek için Yörükzâde Ahmet Fevzi Dedeme şikayet etmekte aramış: “Hoca baba, Ruhi siyasette koşturuyor. Evine fazla vakit ayırmıyor. Namazlarını da aksatıyor. Hele Afyon’da toplantısı olduğu zamanlarda, evine çok geç geliyor. Biliyorsunuz üç çocuğum üst üste öldü. Şimdi bir ikizim var, büyük çocuğum da kız. Çocuklarla alakadar olması lazım.” diyerek, dedeme dert yanmış. Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir, annemi yanına çağırarak; 14
“Gel bakalım yanıma kızım. Şimdi Koca Ruhi, seçime tekrar girmek için Afyon’a gitti, değil mi? Tamam! Seçimi kazanacak olan bir kişiymiş .Bu kişi, bu vazifeye, dört yıl daha devam edecekmiş. Diğerleri kendi işlerine dönecek. Önce hayırlısı için dua edelim bakalım. Birlikte yapacağımız “Hayırlı dua ”yerini bulacak inşallah! Sen ikindi namazını kıldığına göre ,haydi birlikte dua edelim. Ben öyle seziyorum ki; bu sefer seçimi kaybedip; arkasına baka baka gelecek, Allahüâlem!. Haydi şimdi odana çık, merak etme sen!” Ertesi günü, akşama yakın öfkeli şekilde eve gelen Babam, Afyon’dan geldiğini bildirmek için her zamanki gibi dedemin yanına uğramış. Bu sefer de öyle yapmış. O zamanlarda, erkeğin karısına olayları ,önceden anlatması gurur meselesi olduğu için anamın bilgisi yokmuş. Anam durumu sezmiş. Hemen yanlarına gelmiş. Babam, seçimi kaybettiğini daha dedeme anlatmadan, diz çöküp oturmuş. Dedemden ve annemden beklediği teselliyi göremeyen babam, bir gariplik olduğunu sezmiş. Yan gözle bir anama, bir de dedeme bakarak konuşmasına başlamış: “Tahmin ediyorum, babamla birlik olup benim seçimi kaybetmem için dua ettiniz. ‘Haydi ikinizin de gözü aydın!’ demiş. Babasının yanında ,bu kadar bile hafif bir şiddette karşı gelebilecek ilk tepkiyi, ilk defa nasıl yaptığının farkına varamayan babam utanmış, susmuş. Dedem, bu manzara karşısında, oğlunun üzüntüsünü anlayışla karşılayıp ,sadece bıyık altından gülümsemiş. “Geçmiş olsun oğlum, Hakkında hayırlısı böyledir inşallah.” diyerek sohbeti kapatmış. Herkes, kendi evine geçmiş. *Ot Balyası Birkaç gün sonra babam, her zamanki gibi dedemin huzuruna çıkarak, neler yapması gerektiği hakkında danışmak istemiş: “ Baba, durumumu biliyorsun. Siyasete atılmak için son zamanlarda, terzi dükkanımı kapattım ve müşterilerimi dağıttım. Sonunda , ben şimdi işsiz kaldım.” Demiş. Dedem de: “Oğlum, her şey Allah’tan. Bir düşün, tefekkür et, ‘ ben nerde hata yaptım’ diye kendini yokla bakalım. Biz dua etmekten geri kalmayalım. Sen de icap edeni yapmalısın. Önce Allah’tan af dile, sonra ne icap ediyorsa onu yap. Namazını hiç bırakma. Allah’a şükret. Sen Allah’ın ipine sarılırsan, Allah yardım eder inşallah! Rızk sahibi Allah’tır. Allah, Çocuklarının rızkını verir. Ümitsizliğe düşme. Allah’tan umudunu hiçbir zaman yitirme. Allah sıkışan kuluna yardım eder. Yeter ki sebebine sarıl.” “Her işin faili Hak’tır, Kul eli ile işlenir. Emr-i Hak’sız sanma ki, Âlemde bir çöp deprenir.” Sözüme tekrar kulak vermelisin oğlum. Şimdi kolları sıva ,çocuklarının rızkını ara .” “Oğlum şimdi dışarıya çık bakalım. Harman yeni bitti. Belki sana göre bir iş bulunur, inşallah. Bu aralar , hayvan yemi arayanlar oluyormuş. Tarladan ot toplayacak kişiler çıkar. Onlara yön verecek kişiler lazımdır. Sen esnaf adamsın ,bu işleri çekip çevirecek yapın var. Şimdi ot balyalama işi için yeni makineler çıkmış, beni ziyarete gelen misafirlerden duymuştum. İnşallah bir iş bulursun.” 15
Babam yukarıdaki odasına çıkar. Dedemden duyduğu ot balyama işine kafası takılır. “ Babam neden bahsediyor. Ne otu, ne balyası?” “Ben ne anlarım ottan, balyadan. Allah Allah!” diyerek anama bütün olanları kısaca anlatır. Çamaşırlarını değiştirip aşağıya iner. Eüzü besmele getirerek evinden dışarıya çıkar. Kapının önünde dururken, Afyon’dan gelen Hıfsıların (Gündayların) otobüsü, babamın tam önünde durur. Otobüsten, eli çantalı , takım elbiseli, gözlüklü bir kişi iner. Bu şahıs, önce bir etrafına bakınır. Babamı karşısında gören yabancı kişi: “Selamünaleyküm! “ der. Babam da: “Aleykümselam! Diye karşılık verince, yabancı kişi konuşmasını sürdürür: “Bak hemşerim! Ben buranın yabancısıyım. Bana, beslediğim hayvanlar için iki bin kadar balyalanmış ot lazım. Senin anlayacağın, hayvan yemine ihtiyacım var hemşerim. Sen esnaf birine benziyorsun. Acaba bana bu işleri yapabilecek kişileri bulabilir misin? Sen de yapabilir misin?” der. Önce şaşkın şaşkın bakar, sonra toparlanır. Kendinden emin şekilde konuşan tok sözlü bu adamı ,şöyle bir baştan aşağıya süzer: “Olur. Ben size balyalanmış ot bulurum. İstediğiniz kadar hayvan yemi tedarik ederim.” der. İkisi birlikte, terzi dükkanına giderler. Aralarında anlaşma yaparak, yabancı kişiyi otobüse bindirip uğurlar. Babam hemen işe koyulur. Babam eve geri döner, biraz önce yaşadığı olayı anneme anlatınca, ikisi de donakalır. Allah’a şükrederek, bir süre bu olayı kimseye anlatmazlar. Babam bir hafta sonra dedemin yanına uğrayınca, olayı kısaca anlatır. Bunları dinleyen dedem başını sağ tarafa doğru eğerek; “Bak oğlum, dualarımızı Allah kabul etti. Allah çocuklarının rızkını verdi. Allah, Esma’ül Hüsna’da geçen 99 isminden benzer vasıfları olan birini, senin karşına çıkarmış! Yani, Er- Rezzak Allah! Sen şimdi çık odana, vakit namazını kıldıktan sonra, şükür namazını kıl, Allah’ hamdet, şükret oğlum. Bu yeni işine hemen sarıl.” der. Ekim ayı sonuna kadar babam, ot balyalama işini yaparak çok para kazandığını söylerdi. *Yunus Emre Şiiri Ve İlahiler Okumak Rahmetli Allah dostu Yörükzade Ahmet Fevzi Özdemir dedem, gösterişi hiç sevmezmiş. Bu yüzden tevazuya (alçak gönüllü olmaya) çok önem verirmiş. Sağlığında ve vefatından sonra da kendisinin olumsuz şekilde anılmasını istemediği için hep aydınlık işlerle uğraşırmış. Çocuklarını da bu konuda uyarırmış. “Ben Yörükzâde’nin oğluyum, Yörükzâde’nin torunuyum,” şekilde adının kullanılmasına tepki gösterirmiş. Her zaman çocuklarına bu meselede dikkatli davranmaları için ihtar edermiş. Bu uyarılarını, yaparken o halim- selim kişi gider; yerine sert kişi gelirmiş. Daha sonra, kaşlarını aşağıya indirerek ,karşısındakinin yüzüne bile bakmadan, o hatayı, bir daha yapmamasına yönelik, davranış içine girer, yüksek sesle konuşarak, uyarılarda bulunurmuş. “İşin mühim tarafı, sizler benden görüp öğrendiklerinizin üstüne ne gibi hayırlı işler ekliyorsunuz.? Mesele, bu ahlaki davranışlarınız, hayatınıza ne kadar giriyor? Yoksa İnsanların soyu ve atasıyla boşu boşuna övünmesi yetmez.” 16
“Bunları anlamak için kendinizi muhasebeye çekin. Kıldığınız beş vakit namazlarınızın arkasından sonra tefekkür edin.” dermiş. Bu durumu babam rahmetli sık sık anlatırdı. Anam, çoğunlukla, dedem Yörükzâde ‘yi ibadet ederek geçirdiğini ve kitap okumayı hiç ihmal etmediğini söylerdi. Ama sessizce yanına oturunca, dedem de rahmetli anama, önünden eksik olmayan mangal külünde gömülü duran porselen çaydanlıktaki hazır olan çayı, ikram edermiş. Annem, dedemin ağzından düşürmediği Yunus Emre ilahilerini çok severdi. Neziha Araz’ın “Dertli Dolap” kitabını, okumaya başlayınca ,gözlerinden yaşlar döküldüğünü görünce: “Niye ağlıyorsun?” diye sormuştum. Anam göz yaşlarını silmeye çalışarak şu cevabı vermişti: “Hoca babanız da gözleri yaşlı şekilde bunları hep ezberden okurdu, bizler onun feyzinden, ilminden istenen miktarda istifade edemedik.” derdi. Dedem, “Kur’an ‘Oku !’ emri ile başlıyor. ‘Öyleyse, ibadet okumakla başlıyor,” derdi. Her işin başında Allah rızasına önem verirdi. Yetmez, diye devam ederdi. “Allah rızası için yaptığınız işi, Allah’ın emrettiği şekilde yapmalısınız.” diye tamamlardı. Anam, hep yakınında bulundurduğu Dertli Dolap kitabındaki şu dizeleri ağlaya ağlaya okumaya başlamıştı. “Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül. Bir küçük meyve için, dalı incitme gönül. Başın olsa da yüksek, gözün enginde gerek, Kibirle yürüyerek yolu incitme gönül.. ** Mevla verince azma, geri alınca kızma, Tüten ocağı bozma, külü incitme gönül. Dokunur gayretine, karışma hikmetine. Sahibi hürmetine, kulu incitme gönül. Sevmekten geri kalma, yapan ol yıkan olma. Sevene diken olma, gülü incitme gönül. Konuşmak bize mahsus, olsa da bir güzel söz, Ya hayır de, ya da sus dili incitme gönül..” “Yörükzade Hocababanız, Yunus Emre’nin bu manzumesini, hep ezberinden okur dururdu.” Anam, vefatına kadar bu Yunus Emre kitabını en az beş defa okumuştur.Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi Özdemir’in sürekli oturduğu büyük odadan, bazen ilahi sesleri gelirdi. Yanına girmek için fırsat kollarken, açık kapıdan sesler duyardım. Babaannem, mutfak kapısından çıkıp büyük odaya geçmeye çalışırken beni görünce; bak çocuğum, Hoca Deden, yine ilahi söylemeye başladı, diye dert yandı. İkimiz de dinlemeye geçmiştik. En çok sevdiği Yunus Emre ilâhisini okuyordu. Babaannem bıyık altından gülümseyerek, “Ne olcek şimdi, manzume okumeye başladı yine hocaefendi, çocuğum.” “Neymiş derviş sözünü böyle söylermiş ,benim aklım ermez bu işlere. Ben de aklıma gelen bir türküyü, mırıldanmaya başlayınca, “Sen de hoca dedene mi heves ediyon?” diyerek bir çıkış yaptı bana .Ama ben türkü söylemeye devam ediyordum. 17
Babaannem: “ Bizim Afyon İmaret Mahallesi’nde bi Mıstık vardı. Hep sokaklarda şarkı mırıldanır yürürdü. Dinleyenler de gülerdi buna. Bazen bağırarak türkü çığırırdı çocuğum. Ona mı heves edersin sen.” “Dinle baken” deyince ,konuşmayı kesip dinlemeye başlamıştık. Daha sonraları, Hasan Hilmi Özdemir amcamın kitabından okuduğum şu ilahinin sözlerini duymuştuk: “Döğene, elsiz gerek, Sövene dilsiz gerek. Derviş gönülsüz gerek, Sen derviş olamazsın. Sen Hakkı bulamazsın.” ** “Derviş bağrı boş olur, Gözü dolu yaş olur. Koyundan yavaş olur, Sen derviş olamazsın. Sen Hakkı bulamazsın.” ** “Muhammed darılmazdı , Sen yine darılırsın. Bu darılmak sende var, Sen derviş olamazsın. Sen Hakkı bulamazsın.” ** Dedem Yörükzâde Ahmet Fevzi, ilahisi bitince bahçeye iner, elleriyle ektiği Gülhatmi çiçeklerinin suyunu kendisi verirdi. Kuruduğu zamanlarda tohumlarını tek tek toplar eve getirir, gelecek yıla ekmek için saklardı. Öksürüğe iyi geldiğini söyler, birkaç tanesini sütle kaynatarak, içilmesi için bizlere de verirdi. *Ezan Okutmak - 11 Kasım1957 İlkokul son sınıftaydım. Yörükzâde Hoca Dedem hastalanmıştı. İlçenin doktorlarından önce Ömer Özülkü, muayeneye gelip gitmiş, kendisiyle samimi konuşmalar yapmış, biraz rahatlamıştı. Ben de okuldan gelince ,odasının önünde konuşulanları dinlemeye çalışıyordum. Başka doktorların çağrılması gereği üzerine konuşuluyordu. Bu arada, evin ihtiyacı olan kibrit ve yoğurt gibi şeyleri aldırmak için beni gönderiyorlardı. Babaannemin anlattığına göre, akşam yemeğini yemişler. Abdestini alıp ibadetini yerine getirmiş, yatsı namazından sonra, Bedrettin amcama seslenerek: “Bedri oğlum, yarın sabah namazında, yukarı kattaki sofaya çık ,önce, saba makamında bir sala ver, sonra da sabah ezanını oku” deyince, rahmetli babaannem: “A !Hocaefendi olur mu? Elalem ne der? Hem bitişikte kaymakam evi var. Heyecanlanırlar.” demiş. Rahmetli Yörükzâde Ahmet Fevzi de: “Ben ne diyorum, bunlar nasıl anlıyorlar. 18
Benim işim ‘Hak’ ile, bunların işi ‘Halk’ ile sözlerini buyurmuş. ”O anda ikisi de bir şey anlayamamış. Akşamın ilerleyen saatlerinde karı –koca olan Necdet bey ve Nedret hanım adındaki hükümet doktorlarının evlerine gönderip, çağırmam için beni göndermişlerdi. Çağırdığım bu iki doktorla birlikte, odaya girmiş, konuşulanları dinliyordum. Bedir amcam benim dinlediğimi fark ettikçe, her zamanki öfkeli haliyle beni dışarıya çıkartıyordu. Ben, kapı açılınca, yine içeriye giriyordum. Necdet bey , kulağına taktığı aletle sırtını ve kalbini inledi. Kalbini dinlerken, bileğinden tutup nabzını sayıyordu. Aynı şekilde, eşi Nedret hanım da yapmıştı. Birbirlerine bakarak, tıp dilince konuştular. Doktor: “Efendim, size kalp takviyesi için bir iğne yapacağız.” deyince hoca babam: “Tamam muhterem doktorlar, siz icab edeni yapın. Ama Allahüalem, biz çağrıldık yüksek makamdan.” Demişti. Ben, kulaklarımla duyduğum bu cümlelerin anlamını tam olarak bilmiyordum. Karı- koca olan bu iki doktor, gerekeni yapmışlardı. Ben de arkalarından odadan dışarıya çıkmıştım. Yörük zade Hoca Dedemin vefat zaman geldiği hakkındaki sakinliğine şahit olmuştum. Annem de odaya girmeye çalışarak durumu öğrenmek istiyordu. Odaya girmesi ile çıkması bir olmuş, anamın çığlığını duymuştum. Gecenin geç saatlerinde, artan çığlıkların sesi, kısa zamanda çevreye yayılmıştı. Sonra da babaannemin sessizce , gözyaşlarını görünce, anladım ki ;Allah’ın sevgili kulu, “Sevgilisine” kavuşmuştu. O gece rahmeti rahmana kavuşmuştu.(1957 yılı 12 Aralık Çarşamba İlkokul öğretmenimden, dedemin cenazesine katılmak için izin almıştım. Defnedilmesi için hep ortalarda dolaşıyordum. Kimler gelmiş, kimler cenazeye katılmıştı. Hepsini izlemek için koşuşturuyordum. Gözlerimle gördüğüm acı dolu anamı, babamı ve kadınların ağıtlarını duydukça, ben de ağlıyordum. Hem geziniyor, hem de hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordum. Cenazedeki ağlamalarımı kimse garipsemiyordu, niye ağlıyorsun diye soran yoktu. Çünkü mahşeri bir kalabalıkta herkes biri birinin ağlamalarına destek verircesine ;başlarını öne eğerek, olanları saygıyla tasdik ediyorlardı. Kabri için hazırlanmış mezar toprağının üzerine çıkmış ,yüksekten bakıyordum. İstasyon caddesinin sağı -solu insanlarla dolmuş, yoğun kalabalığı hayretle izliyordum. Üzerine çıktığım toprak tepesi yok olmuştu sanki. İnanç gereği cenazeye toprak atmak için ellerindeki mendillere doldurdukları topraklarla bekliyorlardı. Dedem mezara indirildikten sonra, üzerine rengarenk mendiller dolusu topraklar atılmıştı. Mezar çabucak kapatılmıştı. Yörükzâde Dedem Yörük zade Ahmet Fevzi Özdemir ,evinin bahçesi içerisindeki küçük aile mezarlığına defnedilmişti. Bu açık mezarlıkta, Hacı Kalfalı adındaki gezgin derviş, ilk eşi Nefise babaannemiz ve genç yaşta vefat eden oğlu Halit amcamız vardı. Daha sonra Şerife babaannemiz de bu mezara defnedildi. Hepsine Allah’tan rahmet dilerim. Mekanları cennet olsun. Günlerce evimize başsağlığına gelen- gidenlere yol göstermeyi görev bilerek koşuşturuyordum. Alaca Camisi bitişiğindeki dedemin bulunduğu “Medrese” dediğimiz yerde, durmadan Kur’an’ı Kerim okunuyordu. Dışarıdan gelenleri, evlerinde ağırlamak isteyenler, medresede buluşup misafir etmek için evlerine götürüyorlardı. 19
2-BİR DEPREM HİKAYEMİZ 3 Şubat 2002 Afyonkarahisar * Hepimiz deprem uzmanı olalım, bir defasında Türkiye’de. İki lafın arasında; “Japonya’da her gün, 6- 7 şiddetinde depremler oluyor, Tusunamiler yaşanıyor .Ama bu milletler, bana mısın demeden yaşadıkları deprem felaketlerin üstesinden geliyorlar.” Diye söze başlanır. Ama biz kendimize dönelim dedik: İşi baştan alalım, şöyle bir kurgulama yapalım, yaşadıklarımıza dayanarak. Kendimiz yazıp kendimiz oynayalım bu yaşanmışlıkları. Yaşadıklarımız hem gerçek, hem gerçekliklerdir. Ne dersiniz bu işe ?Filmi baştan sarıp yazalım, yaşadığımız şu senaryoyu. “Başımız sokacak bir ev yapmaya başladık diyelim. “Geldik Kars’a, alalım bir arsa.” diye başlamayalım söze. Hatta Kars’a kadar gitmeye de gerek yok. Yaşadığımız yerde, aldık bir arsa, diyelim. İsterse altı kumluk, üstü çöplük olsun, fark etmez .Ucuzundan olursa çok tatlı olur. Kaymaklı ekmek kadayıfı gibi mesela. Arsanın biraz mayalanması için ‘pardon,’ değerlenmesi için yapalım ense. Bekleyelim üç- beş sene.” “Bulunca iyi bir müteahhidi, şöyle ucuza getirmeli evimizi. Ayrıca çabuk bitirmeli inşaatımızı. Kavuşmalıyız tez elden evimize. Ev sahibi olmak kolay mı? Temel atma sırası gelince, vuracağız toprağa ilk kazmayı. Vurdukça kazmayı derinlere, ulaşırsak bir tünele. Tünelin ucu çıkarmış mezarımıza. Ne gam! Ev sahibi olunca, rahata kavuşacağız ya ,şu ahir zamanımızda. Artık öğünmek kalır bizim “mühendisliğimizle.” “Devlet memurlarından birkaçı, kontrole gelip durursa inşaatımıza; kızarız devlete ,millete. Başlarız avaz avaz bağırmaya: ‘Nerde devlet? Nerde millet ? diye. Zor sorular karşısında ;“Ben bilmem eşim bilir, affedersiniz devlet bilir!” Deyip kaçarız ortalıktan.” “Yükseldikçe inşaatımız ,keyfimizden mangal yakarız, hafta sonları bahçemizde. Tekrar tekrar kontrole gelen ‘kontrol memurlarımıza’ da ikram ederiz, şiş kebaptan. Her Pazar mesire yerimiz olur, inşaat sahamız. Bazen, kum tepelerinin ardından çıkıp gelen bir bekçinin avuçlarına doldururuz leblebileri. Devlet dairesinden emekli olmuş bu bekçiyle , ilerler sohbetimiz, en kallavisinden. Sonra sırtını sıvazlarız , “Hemşerim!” diye. Nasılsa kimse sormaz, nereden hemşerisiniz diye.” “Artık evler bitmiş, kuralar çekilme zamanı gelmiştir. Heyecanlar dorukta ,ev halkı başka 20
kılıkta. Abdestler alınır, dualar için. Dairelerin yerleri öğrenilecektir. Akşamdan yapılan hatimlere, Yasinlere yüklerler, üçüncü kattaki köşe dairenin şansını. Ne biliyorlarsa, okurlar Kur’an’dan ayetleri, sureleri. Dualar iyidir de “Hayırlısı olsun, hakkımıza razıyız.” demek gelmez aklımıza. ‘Acaba inkara mı kayıyoruz hafiften, yoksa ‘inancımıza gelir mi zarar’ deseler de? Ne gam! Altı ay geçmeden, yerleşiriz yeni evimize. “Doğal gazı yok .” “Eski evimiz, zaten sobalı değil miydi?” “Olsun ne çıkar.” “Yeter ki fayansları janjanlı olsun. Ayrı çocuk odası olsun. Mutlaka çift tuvaleti olsun! Sıra beklemekten yorulduk diye. Davlumbaz olsun mutfaklarımızda, kırmızılı yeşilli düğmelisinden” “ Aynası olsun banyonun, tuvaletlerin!” Saçımızı da mı taramayalım kemik taraklısından.” “Evin temeli nasıldır, deyip sormazlar kimselere. Taşı, kumu, çimentosu, kolonu…Ne üstümüze vazife.Biz mühendis miyiz, yoksa müteahhit mi? Yeter ki boyası, badanası, rengarenk olsun duvarları.” Bir hafta geçmeden, misafir üstüne misafir gelmeye başlar.” “Hayırlı olsun, güle güle oturun!” “Çok ucuz olmuş. Eksikler mühim değil.” “Yörük göçü gide gide düzelir.” “Oturma ruhsatı, tapusu olmasa da olur, mühim değil.” “Hele bir oturun, evinize alışın ,arkası gelir her şeyin.” Dolup dolup boşalır, yeni apartman daireleri, misafirlerden. Misafirlerin arkasından, gelen hediyelere bakılır gizliden. Sabahın köründe gider, baba işine. Hafta sonları de ikinci işine. ‘Haydi sen de gel benimle der, eşine.’ ‘Ev taksitleri ödenecek.’ Denir, soran elâleme.” “Çok şükür sağ- salim oturuyorlardı üç yıldır evlerinde. Yıllar yıllarını kovalaması beklenirken, zaman akıp gider hızla. Evlerinin yaşıyla küçük kızlarının yaşı, denk düşmüştü kutlama zamanına. Çifte kutlama yapacaklardı anlaşılan .Ufak- tefek çerez hazırlıkları yapılıp şenlenmişti, sıcak yuvaları. Herkes memnundu bu kutlamadan .Huzurlu ve de mutlu halde, erkenden çekildiler odalarına. Kısa sürede dalmışlardı derin uykularına.” Renkli rüyalarda gezerken, bir gümbürtü ile uyandılar, derin uykularından.“ Beş on dakika mıdır, beş on saniye mi ? Bilinmez bir zaman sonra, bir gümbürtü koptu ortalıkta. Bir patırtı, bir çatırtı duyulmuştu her taraftan. Acayip sesler içinde uyandılar, tatlı rüyalarından. Ortalık zifiri karanlık .Tüm ev halkı, toz -duman içinde….Çığlıklar, feryatlara karışmıştı beton kumlukların içine. Gözünü açanlar, kendilerini yıkıntılar içinde bulmuşlardı. Moloz yığınlarının altında- üstünde, çoluk-çocuk dolaşıyordu. Yardım çığlıkları yükselmişti ,aşağılardan yukarılara. Üçüncü kattaki manzaralı evleri değildi sanki burası. Cehennem miydi bu yerin altı. Yanlarına düşmüştü, janjanlı fayansları, kırık ayna parçaları. Yanına düşmüş dişleri kırılmış tarakları... Duvarların içinde kalmışlardı tel gibi demirlerin tutturulduğu kırık aynalar….Kan revan içinde kaybolmuştu; yüzleri, kolları, ayakları… Umut sesleri geldi kulaklarına : “AFAD” yetişti. Kızılay geldi !.” “Bir AFAD eri, ince bir ışık sızıntısı içerisinde sesleniyordu, cana can katan sesiyle: “Korkmayın! Ses verin bize! Kurtulacaksınız şimdi!...” “ Mavi boncuklu emziği sallanıyordu, küçük kızın boynunda. 21
Ambulansların siren sesleri, kulakları yırtıyordu. Uçaklar ,Dronlar uçmuştu havada. Janjanlı emzik, sallanmaya devam ediyordu küçük kızın boynunda…Derken… Sesler geliyordu yukarılardan: ‘Bizi duyuyor musunuz ! ‘Uyumayın! Konuşun!’ ‘Biz sizi kurtaracağız! Merak etmeyin!’ ‘ Soluk alıyorlar mıydı?’ “Neredeydiler ? Hani nerede misafirlere çay getirdiği gümüş tepsi? Duvarlara astıkları güzelim meyve tabloları? Hepsi kaybolmuştu birden. Neden arada bir sessizlik yayılıyordu ortalığa. Gelenler, gidenler, geçmiş olsun diyenler ,devlet erkanı kişiler …” “Millet evlatları hizmet yarışındaydılar. Enkazın altındaki çocuğun janjanlı emziği ,lokumla değil; tozla dolmuştu. Ninesi, dedesi ,anası, babası ve de kardeşleri … derken yerin altında , kurtarılmayı bekliyorlardı. Toz- toprak yapışmıştı, vicdansızların paslı demirlerine. İnşaat denmiş adına. Canlar yitmiş, ahlaksızların çıkarları uğruna. Akıllar nasır tutmuş, yürekler taşlaşmış, gözler buğulanmış, eller- ayaklar buz kesilmişti. Dışarısı ayaz….Başka bir ad bulunmaya çalışılıyordu bu depreme de. Suçlanırdı, her depremde “günah keçileri” “Erken uyanınca, açık kalmış televizyondan gelen sesler ,artarak yükseliyordu acı acı…Dikkat kesilmişti olan bitene vatandaş. Paylaşmak için acıları telefonlara sarılıyorlardı vicdan sahibi vefakar milletin fertleri.” “Seyrederken televizyonlarda ,gördüklerine yardım eli uzatmaya hazır olduklarını anlatıyorlardı birbirlerine.” “Yıkıntıların üstüne çıkmış, başları miğferli, kırmızı elbiseli kahramanlardan birkaçı, molozların arasında, aşağıya doğru eğilmişlerdi: ‘kurtaran yok mu?’ seslerini dinliyorlardı.” “Artan siren sesleri, yırtıyordu kulakları. Hayatın tadı buruk gelmişti ağızlara. Ne gördüyse aynaların riyasından, yalandan bıkmışlardı.” “AFAD dedi ki ; ‘Tamam bizler görevimizi yapıyoruz .Kaybettiklerimize Allah rahmet etsin.. Dağılın, gidin şimdi evlerinize. Biz buradayız bu köy meydanında.” Yaraları sararız biz “AFAD’” biz “KIZILAY.” Adında yardım kuruluşlarıyız. Ve de olmuştu herkes :Tek yürek!” “Cenazeleri sıraladılar musalla üstüne. Hoca sordu: “Nasıl bilirdiniz merhumları ve de merhumeleri?” El cevap: “Eyi biliriz !” “Hakkınızı helâl eder misiniz ?” “Helal ederiz!” Üç kere tekrarlandı, cevaplarıyla bu son görev konuşmaları. Rahmetlilerin canları bizlere ders olmalı diye.” “Biz helâl ederiz de o musalladaki mevtaya da sormalı bir.Canlı olsaydı ne diyeceklerdi acaba? diye geldi bazılarının aklına: Tamam! Felaketler Allah’tan geliyor da. Allah’ın kullarına verdiği bu akılları, neden yerinde kullanmıyorsunuz? Diye cevap gelse semadan. Ne dersiniz dense, yeridir şimdi. O anda cevap yok kimsede. Boyunlar bükük, yüzler mahcup!” “Gelin, yapalım hesabı yeni baştan dediler. Ellerinde kalem, başladılar hesaba: “Ey insanoğlu !Arsan fay hattında mı?” “Bilmiyorum!” “İnşaatın sağlam mı ?” 22
“Devletin mi suçlu, yoksa sen mi?” “Kontrol memurun mu?” “ Sarı çizmeli Mehmet mi?” “Yok bilmem!” “Yoksa ,müteahhidin demiri, kömürü, suyu ,çimentosu mu suçlu?” “Yoksa arsanın bahçesinde yaptığın kebabın mı tuzluydu?” “Yok bilmem!” “Yoksa janjanlı fayansları satan hırdavatçı mı suçlu?” “Acaba, minik çocuğuna aldığın janjanlı emzik mi suçlu ?” “Yok, onları da bilmezsin!” “Neyi bilirsin sen ya sen arkadaş! Ey vatandaş!” Yaptın mı sen ömründe “bir tatbikat-ı deprem.” Şöyle manalısından, üniformalısından. Süslü püslü giyimlisinden ... “Yok yapmadım!” “Evinde, işyerinde, okulunda…” Gülerler mi sandın, konu komşu sana. Burun kıvırdın, bu o tatbikatlara her hal. Şimdi senin Deprem çantan da yoktur. İçinde düdük, ayna ,tarak, mendil, bir de rujun…” “Bilmem!” “Eh, sen neyi bilirsin be arkadaş.?” “Hesap sormayı da mı bilemezsin.” “ Kimden mi?” “Önce kendinden!” İki elini başının arasına alıp, düşünmelisin sen: “Ben nerede hata yaptım!” diye. On defa, bin defa….” “Başlamalısın sorguya suale. Sonra ,başucunda, karşına geçip el bağlayan sorumlulardan…Kendi sorumluluğunu unutmadan. Görevini yapanla, yapmayanı ayırt edebilmelisin artık…Acil, hem de çok acil planlar yapılmalısın, hazırlıklı olmalısın depreme karşı.” “Bütün bunların cevabını vermek için kara kara düşünen cemaat; unutmuştu, musallada yatan mevtaları. Ninesi, dedesi ,anası, babası ve de janjanlı emzikli bebelerini…. --------------------------------------------------- (*)Bir deprem “Hikâyemiz Var” adıyla Açıkkara dergisinde yayınlandı. *3Şubat 2oo2 Afyonkarahisar Sultandağı, çay depreminde bir ailenin yaşadığı dramı anlatılmıştır. 23
3-İLKOKUL-ORTAOKUL- LİSE YILLARIM *İlkokul - 1952-1957 Okuma yazma öğrenmeden önce harflerin ve rakamların benim için hiçbir özelliği yoktu. ilkokula gittiğim zamanlarda; tüm çizgiler , bende bir anlam taşımaya başlamıştı. Karşımdaki işaretler, canlanıyor, konuşuyordu. Ben de çok heyecanlanıyordum. Her öğrendiğim yeni bir şeyden mutlu oluyor, çok seviniyordum. Rüyalarımda, rakamlarla şekillerle uğraşıyordum. Bazen ter basmış biçimde uyanıyordum. Hem seviniyor, hem de kafam karışık olarak çevremi kontrol ediyordum. İlkokula gittiğimden bu yana kendimi çok bilgili, üstün bir kişi görmeye başlamıştım. Hatırladığıma göre, önce harflerin seslerini çıkarıyorduk. Daha sonra öğretmenimizin tahtaya yazdığı çizgilerin aynısını yapmaya çalışıyorduk. ”S” Harfinin sesini hep birlikte ; “Sssssss…” diye ,çıkarmaya başladığımızda, sınıfın içinde yılanlar geziyordu sanki. Bu sessiz harflerin yanına , “e” sesli harfi sonra diğer sesli harfleri getirerek, hece oluşturup okumaya çalışıyorduk. Kasım ayının son haftasında okumaya başladığımı hatırlıyordum. 12 Aralık’ta “Yerli Malları Haftası” düzenleyecektik sınıfımızda. Herkes evinden getirdiği; meyveyi, çerezleri masalarımıza serip ortaklaşa yiyecektik. Gölle(kaynatılarak pişirilmiş buğday ) getiren çoktu. Elma, kayısı kurusu, leblebi, kabuklu fıstık, kuru üzüm, iğde ,zeytin ,peynir gibi yiyecekleri masalarımıza açıyorduk. Çoğumuz analarımızın mahalle fırınında pişirdiği ev ekmeği getirmiştik. Birkaç arkadaşımız, ekmek yerine yufka getirmişti. Herkes kendi evlerinde ne varsa, getirmişti. Masanın görünüşü çok güzelleşiyordu. Öğretmenimiz masaları dolaşıp, bazen içinden bir iki tane alıyordu. Hep bir ağızdan “Buyur öğretmenim!” diyerek, bağırış çığırış yarışı yapıyorduk. Bu benim “İlk Yerli Malları Haftasıydı.” Okumaya başlayanların sayısı, her gün artıyorken, tavadan fırlayan mısır patlağı gibi çoğalıyordu. Sınıfımızın tamamı ocak ayında okumuştu. Çünkü hepimiz ,yılbaşı tebriği yazma yarışına girmiştik. Ana kaynağımız olan “Alfabe” kitabımızdaki sayfaları, okuyup yazmamız için öğretmenimiz ev ödevi veriyordu. Evde çalışıp, sınıfta okuyorduk. Daha sonraları, aylık ünite dergileriyle tanıştık. Haftada bir gün, dergiden bir ünite öğreniyorduk. Üç kişiye bir dergi düşüyordu. Dergileri gözümüz gibi korur, sırayla evlerimize götürüp, ödevlerimizi defterimize yazıyorduk. Daha sonraları, kendimize ait aylık ünite dergilerimiz oldu. Ünite dergilerin içindeki renkli denebilecek resimlerin başında, saatlerce düşünür, hayaller kurardım. Nereden nasıl geldiğini bilmediğimiz ünite dergilerini getiren, parasını toplayan müfettişler, olduğunu duymuştuk. 24
Motosikletle coğrafya dersimizde sınıfımıza gelen erkek bir müfettiş, bizim grubun yaptığı duvardaki haritaya baktı. Kim yaptı bunu deyince, ben hemen gururlanarak öne atılmıştım. Müfettiş bey duvardaki “Fıransa” kelimesinin yanlış olduğunu söyledi. “Evladım Fıransa yanlış, Doğrusu “Fransa “ dedi. İlkokulda üç öğretmenimiz değişmişti. Bediha öğretmenim, üçüncü sınıfa kadar okutmuş, tayini çıkınca, arkasından bütün sınıf, günlerce ağlamıştı. Dördüncü sınıfta öğretmenimize alışmak zor olmuştu. Halis Özdemir öğretmenimizin müzik yeteneği olduğundan, hem saz çalıyor, hem şarkı, türkü ve marş öğretiyordu. Bediha öğretmenin resim, müzik derslerinde bile ,matematik yaptırmasından çok sıkıldığımızdan, bu yeni öğretmeni çok sevmiştik. İlkokul beşinci sınıfa gelmiş, artık okulun en bilgili öğrencileri olmuştuk. Okulun açıldığı eylül ayından itibaren bitirme sınavlarına hazırlanıyorduk. Yine öğretmenimiz değişmişti. Beşinci sınıfta gelen Fikri Ünal öğretmenimiz, bize karşı sempatik, cana yakın davranıyordu. Ankara Hukuk fakültesine devam ettiğinden bahsederdi. Şiir ezberletmeyi sevdiğinden kahramanlık şiirlerine öncelik vermişti. Bu şiirler, bizim milli duygularımızı güçlendirmişti. İlkokul son sınıfta mezuniyet sınavlarımız vardı. Ayrıca sözlü sınavda başarılı olursak, diploma alabilirdik. Aile Bilgisi dersi sözlü sınavında, makarna nasıl pişirilir, iyi salata nasıl yapılır diye, bana bir soru yöneltilmişti .Karnemizde temizlik, hal ve gidiş, diş koruma, intizam gibi sütunların karşısına yazılanlar da önemliydi. Dördüncü sınıf karnemi, Dedem Yörükzâdeye gösterdiğimde, karneyi eline alınca, “Evladım, karnedeki ders notların iyi. Fekat sen şu yan taraftaki yazıların da müsbet olması, çok önemli. Bu kısma dikkat et .“Ben bu sözleri beğendim, devam et.” demişti. *Öğretmenime Mektup - 1957 Yıl, 1957 Ekim ayının soğuk rüzgarları, sokaklara hakim olduğu günleriydi. Adı birkaç defa değişen ilkokulumuzda, beşinci sınıfa geçmiş mezun olacaktık. İlkokuldan mezuniyet sonrası, gideceğimiz ortaokul da iki yüz metre uzaklıktaydı. Soba başlarında yerlerimizi almıştık. Soğuk havaya rağmen, derslerin bitiminde ,okulumuzun duvarları üstüne sıralanıp günün değerlendirmesine geçmiştik. Okul kooperatifinde çalıştığımdan, küçük sınıflardan beni tanıyan çoktu. Her teneffüste kooperatif odasını açar, okulun dışarıya açılan yuvarlak penceresinden ,iki arkadaş, satış yapardık. İhsan arkadaşımla birlikte, günlük satış hesabını tutuyorduk. Birimiz, sattığımızın parasını alır, eşyayı teslim eder; diğerimiz satışı takip ederek, deftere işlerdi. En zor olanı sattığımızın geriye gelmesiydi. Sağlam verip sağlam almak yanında, beğenilmeyeni de kabul etmemiz şarttı. Yoksa bizi okul müdür yardımcısına hemen şikayet ederlerdi. Özellikle küçük sınıflara satış yaparken yanında bir arkadaşı olmasını şart koşardık. Son dersten sonra ,yaptığımız satışların parasını, kooperatif defterine geçirip, imzalarımız karşılığında ,müdür yardımcısı öğretmene teslim ederek okuldan ayrılırdık. Malların sayımını, müdür yardımcımızın yanında, her ayın sonunda yapardık. Fikri öğretmenimiz, ekim ayının artan soğuk günlerini hissettirmeyen güler yüzle sınıfa girmişti. “Günaydın çocuklar !” der demez; hep bir ağızdan, ayağa kalkıp; “Sağol!” derdik. Öğretmenimiz, önce hafif peltek konuşmasıyla konumuzu ,sınıfa hatırlatırdı. Her zamanki sempatik duruşunu, tombul yanaklarının üstündeki gözlüklerini düzeltmekle tamamlardı. Önceden bize verilen “Bu Vatan Kimin “şiirini ezberleme ödevimizi hazırlamıştık. Bu şiir, Cumhuriyet Bayramı töreninde okunacaktı. Sınıfımız adına, bu şiiri kim ezberden ve en güzel biçimde okursa; okulda düzenlenen törende, o arkadaşımız okuyacaktı. Öğretmenimiz: “Çocuklar bu anlamlı şiir, vatan sevgisini ve vatana bağlılık duygumuzu çok iyi anlatıyor. 25
Savaşta, barışta, hepimizin bu vatana karşı borcu vardır. Biz Türk Milletinin bir evladı olarak; bayrağımıza, vatanımıza bağlı ve çalışkan bireyler olmalıyız. Milletimize hizmet yarışında, en önemli bir görevdir. O zaman vatanı bize bırakan şehitlerimizi memnun etmiş oluruz.” diyerek kısa bir konuşma yapmıştı. Yarış başlamıştı. Şiirin her türlü okunuşu, herkesin ağzında dolaşıyordu. Kağıttan okumak yoktu, herkes ezberlemişti. Sınıfta birinci, ikinci, üçüncü seçilecekti. Birinci olan kız arkadaşımız, ikinciliği ben, üçüncülüğü de İlkokul müdürümüzün oğlu kazanmıştı. Ama sınıfta gizli bir oylama daha yapılacaktı. Tekrar üçümüz de kendimizden geçercesine, çeşitli artistik hareketler yaparak, güneşin yedi rengini alan mosmor suratlarımızla ,ezberden okuyup yerlerimize oturmuştuk. Küçük yüreklerimiz iyi dayanmıştı bu yarışma hırsına. Öğretmenimiz, arkadaşlarımız ve kendimiz de gizli oy kullanarak, derecelendirmeyi tekrar belirlemiştik. Sıra değişmemişti. Herkes hakkına razı olmuştu. Birincinin yanı sıra ,biz de her ihtimale karşı, hazırlanıp yedekte bekleyecektik. Birinci olan kız arkadaşımız şiiri okudu. İkinci ve üçüncüler sırayla okuduk. Ben de şiirimi heyecanımdan, nasıl okuduğumu bile hatırlamıyordum. Ben yedekte beklerken, yanlışlık yapılırsa kutlama töreninde ben okuyacaktım. Arkadaşımız, güzel okuduğundan ,okuma sırası bana gelmemişti. Ertesi günü öğretmenimiz, sınıfa girince, “Sevgili çocuklarım, sınıfça, Cumhuriyet Bayramına, Türk çocuğuna yakışır şekilde katıldığınız için size teşekkür ederim.” dedi. “Ayrıca, bizi temsil eden arkadaşımız da şiiri güzel okuduğu için sınıfın huzurunda, kendisini tebrik ederim. İkinci ve üçüncü yarışmacı olarak , hazırda bekleyen arkadaşlarınıza da teşekkür ederim.” demişti. Ben de payıma düşen teşekkür ve takdire layık sözlerden memnun olmuş, çok sevinmiştim. Eve gittiğimde, bu şiiri tekrar ezberden, defalarca okumaya başlamıştım. Çok sevdiğim bu şiirin şairi Orhan Şaik Gökyay’ın idealist bir öğretmen olduğunu da öğrenmiştik. Yıllar sonra “Öğretmenler Günü”anılacaktı.1981 yıllından sonra,“24 Kasım Öğretmenler Günü” kutlanmaya başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Millet Mektepleri Baş öğretmenliği unvanını aldığı günü, öğretmenler günü ilan edilmiştir. O tarihten bu yana, yasalaşarak kutlanmaya başlanmıştır. Ben 24 Kasım gününün anlamına uyan bir yazımı öğretmenime yazmıştım. Ama bir fırsatını bulup kendisine sunamamıştım. Hep aklımdaydı. İlkokul öğretmenim emekli olmuştu. Dışarıdan devam ettiği hukuk fakültesini bitirmiş ,avukatlık yapıyordu. Bunu öğrendiğimde, kendisini, Ankara, Kızılay semtindeki Onur İşhanı’ndaki bürosunda ,ziyarette bulundum. Yaklaşık yirmi beş yıl sonra, yeni çıkmış şiir kitabımı imzalayıp ve “Öğretmen” konulu yazımı da bir zarfa koyup kendisine takdim ettim. Gözlerimin içine bakarak bana teşekkür etti. Gözlüklerinin üstünden bir bana, bir de elindeki yazıya bakıyordu. Durakladı. Şiir kitabımı masasına koydu. “Hikmet! Sen beni yıllar önceki öğretmenlik yıllarıma götürdün. Karşımdaki bu kişinin; “Bu Vatan Kimin” Şiirini ezberinden okuyan beşinci sınıf öğrencimin en büyük armağanı oldu bana. Çok mutlu oldum. Öğretmenim, merakla zarfın içindeki bu yazıyı, yüksek sesle okumaya başlamıştı: *Ben Seni Hiç Unutmadım ki Öğretmenim “Ne büyük ayrıcalıktır öğretmen olmak. Adına mucize yaratılmışlığın ayrıcalığıdır dense yeridir.” Sözünden güç alarak, her zaman cehalet savaşçısı ,meçhul askerisin sen öğretmenim! Gazan mübarek olsun! “Sen İnsanlığı; sevgi, şefkat, ümit ve inanç hamurunda sabırla yoğuran değerli bir sanatkârsın öğretmenim! Hayatın tüm renklerini görür ve öğretirsin bize öğretmenim! Fedakârlıkların en 26
güzel örneği sensin öğretmenim ! Karanlıkların çığlığını duyar, yardım isteyenlerin çığlıklarına ümit olursun. Öğretmenim! Sınıfa aç gelen çocuklar, senin içini burkar. Teneffüsteki yalnızlıklar ,umudunu karartır. Yoksulluklar ve kimsesizlikler yüreğine saplanır. Ama bütün güçlükler karşısında, sen yine bir çözüm üretirsin öğretmenim !Yoksulu, zengini aynı sevgiyle ısıtırsın sen öğretmenim! Öğrencilerine güç veren şefkatli ellerinle ,başlarını sıvazlarsın öğretmenim ! O küçümen yüreklerdeki ulaşılmaz sanılan hayallere ümit aşılarsın öğretmenim! Kocaman dünyalarını ancak sen anlarsın öğretmenim! Senin ellerin gül devşirir, başarıların elmasları parlatır. Gülümseyen gamzelerinle mis kokular yayarsın. Senin yüreklerde açtığın sevgi çiçeklerin, cennet bahçelerini kıskandırır öğretmenim !Ardıç çırası dinamik gözlerin parlaklığına sakladığın aydınlık gelecekleri ,hedef gösterirsin bize sen öğretmenim. “Gezdiğin âlemleri , yeniden keşfettirirsin öğrencilerine sen öğretmenim! Atalar yadigarı aziz Türkiye’mizin dağları, bulutları ve ovalarının arasından, kainatın yıldızlarında gezersin sen öğretmenim! Yeni buluşların peşinden koşarsın öğretmenim .Köylerde, kentlerde seni bekleyen tertemiz “çocuklarınla” tek yüreksin olursun öğretmenim! Canın kadar sevdiğin öğrencilerini her daim takiptesin öğretmenim! Sıcacık yüreğinle herkesi sarar ,gözlerinle kucaklarsın sen öğretmenim ! Yanlışlıkların karşısında, yükselttiğin gür sesinde “ Uyanır,” senin öğrencilerin öğretmenim! Sorunlar karşısında, hiçbir zaman çaresiz kalmazsın sen öğretmenim ! Çözüm anahtarınla sorunların kilidini açarsın, hep sen, öğretmenim ! “Tahtalara değil; gönüllerine, akıllarına çizersin ‘mutluluğun resimlerini .’ sen öğretmenim! Erdemlerin kaynağısın sen öğretmenim! Doğruyu, güzeli, adaleti, inancı, ümidi, dostluğu, barışı, özgürlüğü ve mutluluğu öğütlersin bize öğretmenim ! Demire su verircesine; haksızlıklara karşı direnip çelikleşmeyi öğretirsin sen öğretmenim! Yılmadan; onurlu ve gururlu olmayı sen öğretirsin bize öğretmenim!” Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e gösterdiğin bağımsızlık yolunun önderisin öğretmenim! Şefkat, sevgi ve cesaret izlerini, sen çizdin akıllara öğretmenim! Türk milletinin birliğini öğrettin bize sen öğretmenim! Sakarya’da düşmana atılan mermisin, İstiklal savaşında şehitlere vatan aşkını öğreten anamsın, babamsın sen öğretmenim! Itri’de beste, Yunus ilahisinde barış nağmesindesin sen öğretmenim! Malazgirt’te kılıçsın. Bilimde “En hakiki mürşitsin” sen öğretmenim! Uzayın gizemli alemindeki lazer ışığı gibi uygarlığa hızla koşarsın öğretmenim! Sonra da, vatanı için al bayrağı, kefen yapan şehitlerden seslenirsin bize öğretmenim .Gazilerimizin bağrında, onur madalyası olursun öğretmenim.! Sen cehalet savaşçısı, meçhul askerisin öğretmenim! “Selimiye Camisi’nde yükselen ezanların gür sesindesin sen öğretmenim!” ”Gökyüzünü süsleyen barış kartalları gibi yükseklerde uçan barış güvercinisin sen öğretmenim ! “Milli kültürümüzü su gibi içen, evrensel düşünceyi hamurumuza katansın sen öğretmenim! Uygarlık ışığı, sanat aşığı sazların tellerinde, yüreklerimizi titretirsin sen öğretmenim! “Şehitler yuvası vatanımızın dağlarında, ovalarında özgürlük yolu çizersin sen öğretmenim Can dostlarımız hayvanlara; doğal dünyanın ormanlarına, çiçeklerine, börtü- böceklere sahip çıkarsın sen öğretmenim! Mavi vatanımızda çelik zırhlısın. Toroslar’da dostluk türküleri 27
okursun. Erzurum yaylasında ,kar topu gibi bembeyaz “Dadaşlar “içindesin, sen öğretmenim! ‘Ayırmayın! Ayrılmayın! Ayrışmayın! Ayrıştırmayın! ‘dersin sen bize öğretmenim! Uygarlık aşığı cennet ülkemizin ümit meşalesini yakarsın sen öğretmenim! Şimdi benim adımı hatırlıyor musun ÖĞRETMENİM? Yine gözlerin buğulandı değil mi? Önce hafızanı yokladın. İnceden inceye şöyle bir düşündün .Her zamanki ağırbaşlı halinle, beni baştan ayağa süzdün. Zenginlik kaynağı yüreğinle bana doğru çağlayanlar gibi aktın öğretmenim! Yeni bir hazine bulmuş gibi parladı gözlerin .Sonra, oturduğun yerden ayağa kalkıp , buğulu gözlüğünün camlarını sildin, biliyorum. Beni hatırlamak için durakladın. Şimdi sen ,ak saçlarını yanaklarıma dökerek eğilip bana, tekrar adımı soracaksın. Hiç yorulma sen öğretmenim! Ben seni hiç unutmadım ki!” Saygıyla ellerinden öperim öğretmenim.! Ellerinden öperim öğretmenim.!” Bu yazımı ilkokul öğretmenim Fikri Ünal, yüksek sesle okuduğu kağıdı, ikiye katladı. Bana doğru baktı. Ayağa kalktı. Gözlerinden akan küçük damlacıkları, tombul yanaklarından çenesine dökülmeye başlarken ,yavaş yavaş siliyordu .Gözlerimin içine baka baka ; ‘Çok beğendim çocuk!’ Dedi ve beni sıkıca kucakladı.. ------------------------------------------------------------------------ (İlesama(imbik), Bolvadin 24 eylül gazetesine, Boldav’a gönderildi *İlkokul öğretmeni Fikri Ünal hatırası, 1990 Ankara. *Ortaokul - 1958-1960 Ortaokul birinci sınıfta, Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okuyordum. Hem değişik kitaplar okuyor, hem de okuduklarımın özetini çıkarmaya çalışarak, yazmaya çalışıyordum. Kitapların türü ne olursa olsun ,okuyordum. Öğretmenlerimiz yasakladıkları halde, siyah-beyaz resimli Tommiks-Teksas adındaki çizgi romanlarını, okuyordum. Mahallede, arkadaşlarımızla kendi aramızda, bu çizgi film kahramanların yaptıklarının aynısını yapıyorduk. Bu resimli kitaplarda geçen ‘Smaç! Tomaks!’ gibi sesleri çıkararak; sokak arasında , kitapta dövüşen insanları taklit edip, tiyatro gibi birbirimize gösteride bulunuyorduk. Sadece resimlerine bakmıyor, bütün sayfalardaki cümleleri, satır satır okuyordum. Mahalle arkadaşlarımızla ,ortaklaşa aldığımız bu tür kitaplarımızı, değişerek okuyorduk. Bazı arkadaşların harçlıklarıyla aldıkları yeni çıkanları , bize parayla okutuyorlardı. Yağmurlu havalarda, ıslanmamak için evlerin saçakları altında, bu kitapları heyecanla okuyup değişiyorduk.50 veya 75 kuruşa alınan bu resimli çizgi romanlarını beş kuruşa okuyorduk. On kişi okuyunca ,parasını çıkartmış oluyordu. Ailemizden gizlice, resimli romanları okuma hevesimizi gerçekleştirmek için kalınca kitabımızın ortasına Tommiks, Teksas, Zagor kitaplarını , evde de rahatça okuyabiliyorduk. Ailemiz de ;“Oğlumuz ders çalışıyor,” sanırdı. Saman kağıda basılmış “Bütün Dünya “ adındaki bir dergiyi, kitapçı Süreyya amcada bulmuştum. Dini kitapların arasından çıkma ihtimali olmayan bu kitapta, çok çeşitli bilgiler vardı. Adı üzerinde, sanki dünyaya açılan pencerem gibiydi. Ciddi yazılar, yaşanmış hayat öyküleri, atasözleri, ünlü kişilerin sözleri, fıkralar, bilmeceler ve bulmacalar vardı. Dünyada yapılan buluşlar, ilk işler, rekorlar çok hoşuma gidiyordu. İlk defa Ay’a seyahat, Dünya ve Gezgenler nedir? Başlıklar bana ufuk açıyordu. Bu dergiden aklımda kalan cümleleri, arkadaşlarıma aktarırken, bana imrenerek bakıyorlardı. Okuduğum bu dergiyi okula getiremezdim. Çünkü, bir keresinde, babama Afyonkarahisar valisinin hediye ettiği tükenmez kalemi ,sınıfta göstermek için getirdiğimde, kalemim defterim arasında yoktu. Bundan sonra , daha değişik bir eşyayı, sınıfa getirmemiştim. 28
*Günlük Tutmak Boş sayfaları yırtıp birleştiriyor, ortasından yorgan iğnesiyle dikip kendime ,“Günlük Defteri “yapmıştım. Her gün yazmasam da tarih atarak; o gün neler yaşadıysam, ne gördüysem bu defterime yazıyordum. Ayrıca beğendiğim şiirleri, hikayeleri, fıkraları ve ilginç bulduğum yazıları defterime kaydediyordum. Gözlemlerim ,okuduklarım ve duygularım bende bir fikir oluşturmuştu. Kendime ait düşüncelerim olmuştu. Bu düşüncelerimle, bazı konular hakkında, küçük yorumlar yapabiliyordum. Bu defter, benim sırdaşımdı. Aklıma gelen her şeyi yazıyordum. Bu defterimi, çok gizli bir yerde saklıyordum. Kimse bulamazdı. Şimdiye kadar öğrendiğim yazma usullerini taklit ederek, bu deftere kısa yazılar, yazıyordum. Bendeki bu yazma isteği, hiç eksilmeden sürüyordu. Okuduğum bazı şiirlere benzeterek, ben de yeni şiirler yazmaya başlamıştım. Türkçe öğretmenimiz, sınıfta Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Üç şehitler Destanı” şiirinden, bazı bölümler okuyordu. Bazı arkadaşlarım, hep aynı şiiri okuyor diyerek, dinlemek istemiyorlardı. Öğretmenim şiiri, çok güzel okuduğundan beni çok etkilediği için ben ,her defasında, sıkılmadan, dinliyordum. Ortaokul son sınıfta Fen Bilgisi dersi bitirme sınavına gireceğimiz 27 mayıs 1960 tarihinde, okul müdürümüz İsmail Toker, “Çocuklar, bugün imtihanınız iptal edildi,” diyerek bizi okulun önünden dağıtmıştı. Sınavlarımız eylül ayına ertelenmişti. *Ailenin Başka İlçeye Göçü Doğduğum ve on altı yaşıma kadar yaşadığım Bolvadin ilçesinden, yakın bir ilçe olan Akşehir’e ailecek göç etmiştik. Babam daha önceki yıllarda, Akşehir pazarlarına gidip hazır elbise sattığından, çevreyi çok iyi tanıyordu. Yaz tatillerinde, beni de pazarlara götürüp getirirdi. İlkokul çağlarımdan Akşehir’de etli pide yerdik. Eve gelince anlatınca kardeşlerim ve anam çok merak ederlerdi. Anamın, gelin geldiği odadan çıkıp bahçeye yapılan iki odalı yere inmiştik. Dedemin vefatından sonra daha bağımsız yaşıyorduk. Babam sık sık şehir dışındaki pazarlara gittiğinden, anam, çocuklara yetişemediğini söylemeye başlamıştı. Ortaokul son sınıftaydım. Bir gece pazardan gelen babam anama ,”Tamam Akşehir’den ev kiraladım. Gidiyoruz artık.” diye müjde verince, sevinçten geç vakitlere kadar hiç uyumamıştık. Cebinden çıkardığı kiraladığı evin anahtarını bacanın üstündeki rafa koyduk. Kısa zaman toparlanmıştık. Doğduğum ve on altı yaşıma kadar yaşadığım Bolvadin ilçesinden, yakın bir ilçe olan Akşehir’e ailecek göç etmiştik. İlk girdiğimiz evde büyükleri erkek ve üç kız kardeştiler. Biz de üç erkekdik. Ablamızı iki yıl önce evlendirmiştik. Çarşıya ve Yoğurt pazarına yakın evdeki küçük kız , ilerde eşim olmuştu. Ben eğitim Enstitüsünü kazanıp gidince, eşim de öğretmen okulundaydı. Okuyup yazmaya devam ediyordum. Bu yeni taşındığımız ilçe, çok güzeldi. Burası Bolvadin gibi akraba insanlardan oluşmamıştı. Türkiye’nin ve çevre köy kasaba ve ilçelerinden her türlü yerden gelen aileler vardı. Yerlisi yabancısı bir arada yaşıyordu. Daha sonraları, yabancısı çoğalmıştı. Değişik kültürler, değişik aile yapıları bana ilgi çekici geliyordu. Kent kültürü gibi farklı insanların bulunduğu bun ilçenin ekonomisi de zengin görünüyordu. Burası da bir ilçe 29
olmasına rağmen ,caddeler, sokaklar çok canlıydı. Henüz insanlar birbirlerini çok iyi tanımadıklarından, ticarette alım satımlar peşin para üzerine yapılıyordu. Akşam olunca, hemen herkes evlerine erkenden uykuya dalıyor, sokaklar sessizliğe bürünüyordu. Çünkü günlük hayat çok erken başlıyordu. Bu şehrin canlılığı beni de sosyalleştirmişti. Okumaya devam ettiğim kitaplardan, Dale Karnin’den “Dost Kazanmanın Yolları” kitabını okumuştum Bu kitap ufkumu açmıştı. Kitapta geçen sözlerden bazılarını, uygulamaya geçmiştim. Yardımsever olmak, güler yüzlü olmak kuralını, zaten Hoca dedemden duymuştum. Ali Fuat Başgil’in “Gençlerle Başbaşa” kitabını daha sonraları okumuştum. En çok ilgimi çeken takvim yapraklarının arkasındaki yazıları, okuyup saklamayı seviyordum. Lokomotiflerin, buharlı trenlerin ve elektrikli trenlerin hayatımıza girmesi, bizim baş döndürücü bir dünyada olduğumuzu ortaya çıkartıyordu. *Kütüphane Günlerim Yeni göç ettiğimiz ilçenin kütüphanesinin kitaplarıyla iç içeydim. Şehrin belediyesine ait hal binasının üstündeki iki odalı kütüphanesine, Cumartesi –Pazar günleri erkenden gidiyordum. Kış mevsiminde, sobayı yakan görevli Hakkı amcaya yardım ediyordum. Lise çağlarımda, parayla kitap alamadığım için, Milli Eğitimin klasiklerini, okulun başmüdür yardımcısı ,matematik öğretmeni Cevdet beyin odasında, görüp istediğimde, “Onlar, bana zimmetli oğlum, camlı dolaptan çıkarıp veremem. Hem bu kitaplar, sizin boyunuzu aşar.” diye camlı dolaptan kitap vermezdi. Ama şehir kütüphanesinden, her türlü emanet kitaplar alıyor, okuyunca geri getiriyordum. Çok kitap okumaya başlamıştım. Görevli Hakkı amca, kitabı bana rastgele verirken, kendisine teslim ettiğimde, sayfaların yırtığını kontrol ederek teslim alıyordu. Bir keresinde, kütüphane müdürü Bedri Ulukan amca görmüş: “Hakkı sen kitabı verirken bu kadar dikkat ederek veriyor musun da bu delikanlıdan teslim alırken ;kontrol edip inceliyorsun ,zorluk çıkartıyorsun ? Okunan kitap eskiyecek tabii, yeter ki çocuklar okusun Hakkı! Bu zamanda kitap okuyan çocuğa eziyet etme !”diye uyarınca ,artık Hakkı amca, bana karşı daha yumuşak davranmaya başlamıştı. Daha sonraki yıllarda , ilçenin gazetelerinden; Pervasız ve İstasyon gazetesinde, güncel konuları içeren şiirlerim ve hikayelerim yayınlanmaya başlamıştı. Pervasız Gazetesi sahibi Ahmet Şener amca, yazı götürünce, bana yol gösteriyordu: “Koçum yazını şöyle yaz, alaka çekici başlık koy.” diyerek yönlendiriyordu. İki bin yıllarının çocuklarına ,çok kitap okumalarını öğütleyebilirsiniz ,ama bu çağımızın çocukları, bilgisayar çocukları oldukları için pek kulak asmazlar. “Bu zamane çocukları,” cep telefonu ustaları olduğunu düşünürsek; bilim ve teknik alanda kısa zamanda ne kadar hızlı ilerlediklerini görmek mümkündür. Şimdi içinde bulunduğumuz Bilgisayar Çağı’nda, bilgiye ulaşmak çok kolay. İstediğimiz bilgi elimizin altında. Bilgisayarlardan, cep telefonlarından, ‘Gogul amcaya sor, o hemen cevap versin.’ *Lise Yıllarım Dokuzuncu sınıfta, çok zorluk çekiyordum. Müzik bölümünü seçmiştim. Bir yıl boyunca, İstiklal Marşı’nın notalarıyla okumaktan başka doğru dürüst bir şey öğrenememiştim. Bayan müzik öğretmenimizin ücretsiz saz kursuna katıldım, ama onu da öğrenemedim. Birinci dönem karnemde dokuz zayıf vardı. Beden Eğitimi , tarih ve coğrafya derslerim hariç, hepsi zayıftı. Ama ikinci dönem öyle sıkı çalıştım ki; bir dersten eylül bütünleme sınavına kaldım, onu da sınavda başarıp, ikici sınıfta Fen Bölümü’nde okumaya başlamıştım. 30
*Kıbrıs Mitingi 26 Ocak 1964 yılında, Rumların Kıbrıs Erenköy saldırısında, 150 masum Türk vatandaşını katletmişti. Bu elim olayda, Türkiye ayağa kalkmıştı. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Türkiye, Kıbrıs’a asker çıkaracaktı. Türkiye’nin her yerinde miting yapılıyordu. İlçe düzeyinde, Kıbrıs Mitingi’nde konuşma yapmam için, edebiyat öğretmenim beni görevlendirmişti.10 Kasım Anma programındaki çok güzel şiir okuma başarımdan sonra, öğretmenim beni seçtiği için memnun olmuştum. Ama görev zordu. Miting, şehrin Atatürk anıtı önünde yapılacaktı. Mitinge dört beş gün vardı. Kıbrıs ile ilgili konuşma metni hazırlamak için durmadan araştırıyordum. İlçe ortaokulunda bir Türkçe öğretmeninden yardım istemiştim. Evine kadar giderek, hazırlıklarımı gösterdim. M.Emin Yurdakul’un “Vur !” şiirini, konuşmamın en sonunda okuyacağımı söyleyince, danıştığım öğretmen; “ İyi hazırlık yapmışsın. Yazdıklarını düzgün ve okunaklı bir şekilde, yeniden büyükçe temiz bir kağıda geç, evde birkaç defa yüksek sesle okuyup hazırlan. Arkadaşlarından birkaçı, seni dinlesin. Onların uyarıları doğrultusunda hatalarını düzelt. İyi bir uykudan sonra, kürsüde konuşmanı yaparsın. Bak sana bir olayı anlatacağım: ‘Namık Kemal’e sormuşlar: Sen nasıl böyle güzel şiir okuyabiliyorsun, hiç heyecanlanmıyor musun? .’demişler. O şu cevabı vermiş. ‘Ben şiir okurken, karşımdaki dinleyenleri, birer mezar taşı gibi, cansız varlıklar olarak kabul ederim. O zaman rahat rahat şiirimi okurum.’ demiş. Sen de hiç heyecanlanma. Zaten iyi hazırlanmışsın. “Bu konuyu, senden daha iyi bilen yoktur,” öyle düşün. İçin rahat olsun. Seçtiğin bu şiiri, konuşmanın en sonunda, yüksek sesle, yavaş yavaş, tonlama ve vurgulara dikkat ederek oku.” Demişti. Yazdıklarımın içinde M.Emin Yurdakul’un “Vur !” başlıklı şiiri, öğrenciyken, bir kitapçıktan almış, defterime önceden yazmıştım. Bu şiiri konuşmamın sonuna ekledim, akşamdan her şeyimi hazırlayıp, erkenden yattım.“ Atatürk Anıt Meydanı’nda” büyük bir kalabalık oluşmuştu. Kar serpiştiriyordu. Hava hafif soğuktu, ama herkes heyecanın verdiği “yüksek ateşten” dolayı kimse üşümüyordu herhalde. Halk ve ilçedeki tüm okullardan gelen temsilci öğrenciler, alanı doldurmuştu. Meydanda “Plevne Türküsü” söyleniyordu. Türk bayrakları sallanıyor, bağırış- çığırış artıyordu. Arada bir, “Ordu Kıbrıs’a!” diye bağıranlar oluyordu. Küçük çocuklara asker kıyafeti giydirmiş kadınlar da çığlık atıyorlardı. “Kahrolsun Rumlar!” sesleri yankılanıyordu. Bende heyecan azdı, çevreme bakıyordum. Artık ben hazırdım. Çok rahattım. Coşkulu bir şekilde hep bir ağızda yüksek sesle İstiklal Marşı okundu. Program gereği, önce bir okul müdürü konuştu. Ortaokuldan bir öğrenci ve liseden ben çıkmıştım kürsüye. Öyle heyecanla bağırıp çağırıyordum ki ne söylesem, sözümü kesip liseli arkadaşlarım beni alkışlıyorlardı. M.Emin Yurdakul’un şiirinde seçtiğim şu iki kıtasını, yüksek sesle ,vurgu ve tonlamayı doğru yapmaya çalışarak, okumaya çalışıyordum: “Ey Türk vur vatanın bakirlerine! Günahkâr gömleği biçenleri vur! Kemikten taslarla şarap yerine Şehitler kanını içenleri vur!” ** “Vur !Aşkın ve hakkın zaferi için. Vur! Dünya bak senden bunu istiyor Vur !Bak yerde tarih senin seyircin Vur !Gökten bak Allah sana vur! Diyor.” Ben M. Emin Yurdakul’un “Vur!” şiirini öyle kendimden geçerek okuyordum ki; gittikçe artarak 31
yağan kara rağmen ,alkış tufanı bitmiyordu. Ben “Vur! Dedikçe, miting alanındakilerin tamamı, hep bir ağızdan, “Vur !” diyerek, tekrar ediyorlardı. Bağırdıkça, yumruklarını havaya kaldırıp, indiriyorlardı. Ben de coşmuştum. Kar şiddetini artırmaya başlamıştı. Konuşmam ve şiirim bitmişti ki; liseli arkadaşlarım, beni omuzlarına alıp, coşku ve heyecan içinde bağırıyorlardı. Beş yüz metre kadar uzaklıktaki Selçuklu eserlerinin bulunduğu açık hava Taş Medrese Müzesi’nin karşısındaki ,Askerlik Şubesi’nin önüne gelmiştik. Kalabalıktan bazı sesler yükseliyordu. Ben omuzlardan inmiştim. “Komutanım biz Kıbrıs’a savaşmaya gideceğiz! “Alın bizi askere!” “Kıbrıs bizim canımız, kanımız!” “Kahrolsun Makaryos!” “ Kahrolsun Yunan !” “Kıbrıs Türktür! Türk Kalacaktır!” sesleri duyuluyordu. Bizim de Milli Güvenlik Bilgisi dersimize giren Albay İbrahim öğretmenimiz, Askerlik Şubesinden dışarıya çıkarak, sakinleştirici kısa bir konuşma yaptı: “Heyecanınızı anlıyorum gençler! Milli duygularınızı dile getirdiğiniz için sizinle gurur duyuyorum. Mehmetçik çok ! Hiç kaygınız olmasın! Türk ordusu, çok güçlüdür., hiç merak etmeyin, düşmanı bir kaşık suda boğar. Sizin gibi vatansever gençler oldukça, hiçbir güç bizim karşımızda duramaz. İçiniz rahat olsun. Her Türk genci doğuştan askerdir. Hepinizin gözlerinden öpüyorum. Sağ olun. Türk ordusuna güç verdiniz. Şimdi evlerinize dağılabilirsiniz..” Ertesi gün Milli Güvenlik Bilgisi dersimize giren Albay İbrahim komutan, yaptığım konuşmam için beni, sınıfta tebrik etti. Komutanımız, o günkü dersinde, Kıbrıs’ın jeopolitik ve askeri yönden öneminden bahsederek, bize çok önemli bilgiler öğretmişti. Duyduğumuz yeni bilgilerle karşısında, ağzımız açık kalmıştı. Albayımızı çok iyi dinlemiştik. Türkiye’nin dünyadaki yerini, önemini daha çok iyi kavramıştık. Milliyetçi duygularımız kabarmış ve güçlenmişti. *Münazara 1967 Yılı lise son sınıftaydım. Okulda münazara düzenlenmişti. İki son sınıf arasında yapılacak münazaraya ,iki sınıftan beşer kişi, konuşmacı olarak seçilmişti .Kıbrıs mitinginde gösterdiğim performanstan dolayı, edebiyat öğretmenim, bu münazarada bana görev vermişti. Atatürk’ün “….Gerçek fetihler, kılıçla değil, sabanla yapılandır.” Münazara cümlesi olarak belirlenmişti. Bu cümlede geçen düşünce, iki ayrı teze olarak saptanmıştı. Birincisi, “Kılıç Üstündür”, ikincisi, “Saban Üstündür.” Cümlesiydi. Bu iki düşünce , iki gruba, kura yoluyla dağıtılmıştı. Zayıf görünen “Kılıç üstündür” fikrini, bizim grup savunacaktı. “Saban üstündür.” fikrini, karşı gruba çıkmıştı. Belediyenin nikah salonunu, iki kısma ayrılmış, dinleyici olarak gelen liseli arkadaşlar, salonda yer almışlardı. Biz sahnede beşer kişilik iki grup olmuştuk. Her grupta bir veya iki kız arkadaşımız vardı. En son ben konuşacaktım. Hepimizin eli ayağı titriyordu. Konuşmaya başlamıştık. Öğretmenlerimiz, sık sık salondaki arkadaşlarımızı gürültü etmemeleri için uyarıyorlardı. Ancak Beden Eğitimi öğretmenimizin salonu, çaldığı düdük sesiyle sessizlik sağlanıyordu. En son ben konuşacaktım. Salonda gürültü, ıslık sesleri ayyuka çıkmıştı. Dinleyiciler, çok önceden bağırmaya başlamışlardı. Ortadaki masada puanlama yapacak ve konuşma süresini takip edecek öğretmenlerimiz vardı. İki yandaki masalarda, beşer kişi oturarak heyecandan birbirimize taktik veriyorduk. Lisedeki arkadaşlarımız, salonu doldurmuş, her grup, kendi tarafları lehinde tezahürat yapıyorlardı. Karşı grup; bilim, fen ve 32
tekniğin yardımıyla tarımın üstünlüğünü savunacaklardı. Karşı grup arkadaşlarımızın önceden çok iyi hazırlandıklarını gözlemiştik. Çok iyi örnekleri anlatacaklardı. Ben ,savaşlarda kullanılan teknik araçlarının üstünlüğünü savunuyordum. O sıralarda atom bombası hakkında ,epey bilgi toplayıp etkili bir konuşma yapıyordum. Konuşmamda bir ara, “Atom” kelimesini vurgulamıştım. Bu çıkışım salonda karşılık bulmuştu. Beni alkışlayanlar, hep bir ağızdan ”Atom!” diye bağırınca, salondan gerekli destek cevabını almıştım. Her cümlemin sonunda “Atom!” diye vurgu yapınca, salon benim sözümü tekrar ediyordu. Bu kelime güçlü bir slogan olmuştu artık. Arkasından alkış tufanı kopuyordu. Konuşmalar bitmiş ,puanlama sonucunu bekliyorduk. Biz ne kadar yaygara yaptıysak da kazanacağımızdan ümidimiz yoktu. Salonda çıt yoktu, heyecan doruktaydı. Sonuçlar, açıklandığında münazarayı kazandığımız duyurulmuştu. Sevinçten birbirimize sarılıp kutlamıştık. Kısa bir konuşma yapan, lise müdür yardımcımız, sert davranışları olan arkadaşlarımızı uyardı. İki düşünce de birbirini tamamladığını söyleyip şu şekilde konuştu: “Okulumuzun kültürel ve sosyal bir çalışmalardan, “Münazarayı “birlikte yaşadık. Arkadaşlarımız, seviyeli bir fikir tartışması örneğini verdiler. İki gurubu da kutlarım. Kazanan okulumuz oldu. Kazanan hepimiz olduk.” Bu kısa konuşma salondaki tansiyonu düşürmüştü. Yarışmadaki konuşmacılara, armağanı olarak, İş Bankası defterlerden birer adet dağıtıldı. O mavi plastik kaplı defteri kullanmaya kıyamayarak, yıllarca saklamıştım. Münazarada en çok kullandığım “Atom” kelimesinden dolayı, arkadaşlar, adımı Atom koymuşlardı. Küçük sınıflar, okul bahçesinde bana, “Atom ağbi “ diye çağırıyorlardı. *Babamın Vefatı – 11 Kasım 1966 1966 Yılı 10 Kasım akşamı, o zamanki adı “Hazır Elbise,” şimdiki adıyla “Konfeksiyon” dükkanımızı, Perşembe pazarı sonunda kapatmış eve dönüyorduk. Babam, o gün çok yorulmuş, yolda yavaş yürüyordu. Akşam yemeğini kardeşlerimle birlikte yedikten sonra, yan odada kimya dersinin yazılı sınavına hazırlanıyordum. Odanın ortasına getirdiğim yuvarlak sofrayı ,masa gibi kullanarak ders çalışıyordum ki ; annemin çığlığını duyunca, babamın nefes almakta güçlük çektiğini görmüştüm. Hemen yan odaya koştum. Oturduğu yerden arkasına geçerek, kolay nefes almasına yardım ediyordum. Ne yazık birkaç dakikada babam, yana yığılıp kalmıştı. Annem çığlık atarak komşulara haber verince, ben de yakınımızdaki Doktor Rahmi Şırvancı’nın evine yalınayak koşarak gitmiştim. Doktor , bize lise birinci sınıfta, fizik dersimize girdiği için beni tanımıştı. Bekletmeden eve birlikte gelmiştik . Ama babam, yan yatmış durumdaydı. Muayene yapan doktor, “Tamam ben kalp takviyesi bir iğne yaptım. Sabaha kendine gelir.” Deyip ayrılmıştı. Çıkmaz sokaktaki evimizden çıkarken, yan komşumuzdaki Ali Kocababa ailesine , ‘Yardımcı olunması’ için haber verip gitmiş. Biz ise sabah ezanlarına kadar babamızın uyanacağını bekliyorduk. Ama ne çare babamız vefat etmişti. Doktor durumu bildiğinden; komşumuzdan, bize yardım etmesini söylemesi, bundanmış. 33
4-SELÇUK EĞİTİM *Selçuk Eğitim Enstitüsü 1966 yılında, liseden mezun olmuştum. Yazılı test sınavlarını, arkasından sözlü sınavlarda başarı göstererek; Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nü dokuzuncu olarak kazanmış, ekim ayında kaydımı yaptırmıştım. Okulun ambar memurundan teslim aldığım nevresim takımını, en köşedeki ranzanın üstüne koymuş bakınıyordum. Yeni tanıştığım İsmail, garip ve kararsız davranışlarımı anlayıp, yanıma geldi. Öğretmen okulunu yatılı okuduğunu anlatarak, birlikte yatağımı yapmıştık. Odadaki plana göre, köşedeki ranzanın üstünde ben yatacaktım. İlk gece bana çok dokundu. Yatakhane karanlık olmuş, herkes uykuya geçmeye yüz tutmuşken, nevresimi başıma çekip, içinde, sessizce ağlamıştım. Sonra uyuyakalmışım. Konya’nın Meram semtinde bulunan öğrenci kampüsündeki, yeni binasında öğrenim görüyorduk. Okulun yerleşkesinde yatakhane, yemekhane ve dershane olmak üzere; bağlantılı üç büyük binasında, öğrenim görüyorduk. Babamın vefatı bir yıl olmamıştı ki; annemden ve kardeşlerimden ayrı kalmıştım. Ablamızı iki yıl önce evlendirdiğimizden, üç erkek çocuktan evin en büyük kişisi olarak, evin idaresi bana kalmıştı. Ben, babamın hazır elbise dükkanını devam ettirme sorumluluğumu üstlenmek istemiştim. Bu duruma annem karşı gelerek; yatılı okulu kazanmamı fırsat bilip yüksek öğrenime devam etmemi istemişti. İki küçük erkek kardeşim, Erkek Sanat Enstitüsü orta kısımda okuyorlardı. Kendi aramızda yaptığımız değerlendirmelerden sonra, babamın ani vefatından sonra, ortanca kardeşim, okuldan ayrılarak, evin geçimini üstüne almıştı. Hazır elbise yani konfeksiyon dükkanımızı, işletmeye başlamıştı. Askerlik zamanına kadar evimizin geçimini sağlıyordu. Ben de Sanat Enstitüsü’nde okumaya devam eden en küçük erkek kardeşimle birlikte, yaz aylarında dükkanda çalışarak, evimizin geçimine destek veriyorduk. Ortanca kardeşim, askerlik zamanına kadar evimizin geçimini sağlıyordu. Baba mesleği terzilikten dolayı, ütü yapmayı biliyordum. Baba mesleği terzilikten dolayı, ütü yapmayı bildiğimden, Selçuk Eğitim Enstitüsü yatılı okulunda, arkadaşlarımın elbiselerini ütüleyip harçlığımı çıkarıyordum. Girdiğimde Selçuk Eğitim Enstitüsü iki yıldı. Üç yıla çıkarılmasını duyunca üzülmüştük. Okul öğrenci birliğinin itiraz başvurusu olumlu sonuç vermişti. Öğrenim süresi iki yıl olarak kalmıştı. Bu karara çok sevinmiştim. Çünkü bir yıl önce maaş alacaktım. *Türkçe Bölümü Sınıfım Eğitim Enstitüsü’ne girince, ayaklarımız yerden kesilip, kendimizi “Üniversiteli” görmeye başlamıştık. İlk günlerin tanışma ortamından sonra, birbirimize karşı; “ fikri el ense çekip,” düşünce yapılarımızı öğrenmeye çalışıyorduk. Gazete, kitap okuma alışkanlığımızın dışında, bir alışkanlığımız yoktu .Hafta sonlarında parası olan bazı arkadaşlarımız, Konya’da yüksek okul 34
gençlerinin çıktığı Torunoğlu Pastanesi’ne gidip kızı arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı. Başka bölümlerdeki arkadaşlarımızın kız arkadaşlarıyla bu pastanede sohbet ettiklerini ballandıra ballandıra anlatanlar oluyordu. Sosyal Bilgiler bölümündeki bir arkadaşımızın, kız arkadaşıyla pastanede gören Ölçme Değerlendirme öğretmenimizin hışmına uğrayarak; bütünlemeye kalmış. Bu konuya dikkat etmek gerektiğinden, sınıfı korkutuyordu. Olanakları kıt ve sınırlı bir grup genç kuşakların yatılı okul çatısında buluşması önemliydi. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine bağlı Türk gençleri olmanın bilinceydik. Bu okuldan mezun olup ,ülkesine hizmet etmek isteyen idealist öğretmenler, olmak istiyorduk. Okul şehirden uzakta, mesire yeri olan Meram semtindeydi. Hafta sonları, defterlerimizi, kitaplarımızı koltuğumuza alıp; Meram Bağları denen ağaçlıkların altında, ders çalışmaya giderdik. Ağaçların arasında, bulabildiğimiz gölgelikler ve bağlık alanlarda, yıl sonu sınavlarına hazırlanırdık. Belediye otobüsü ile şehre gittiğimizde; duraklarda çıkan ufak- tefek çatışmalara katılmadan, gidip gelmek ,bizim için önemli bir başarıydı. Ayrıca akşam etütlerinde bulunmak zorundaydık. Bizim gibi okula yeni kaydolmuş “Toy öğrencilere” güler yüzle yaklaşıp ,onları kazanmaya çalışan üst sınıf ağabeylerimiz, kendi görüşünde olup olamadığımızı anlayıp, ona göre davranıyorlardı. Şehirde gezerken sağcılar; güzel yerleri gezdiriyorlar, güzel yemekler ikram ediyorlardı. Bazen Konya’nın -öğrenci için ziyafet değerinde- meşhur ‘Düğün Yemekleri ’ne götürüyorlardı. Ramazan ayında, hafta sonları okula gelerek, isteyenleri, iftara davet edenler oluyordu. Bir keresinde, ben de İçeri Çumralı Musa Esenboğa arkadaşımın hemşerisi “Koyuncu” ailesinin iftar yemeğine, sonunda teravih namazına gitmiştik. Güzel bir yemek ziyafetine konunca, biz çok memnun olmuştuk. Ama durmadan siyasi konuşmalarıyla adeta bizi “esir alıyorlardı.” Yediğimiz yemeklerin ücretini, konuşmalarını bize dinletmeye zorunlu kılarak, sanki diyet ödetiyorlardı. Bilgi ve kültür yönünden, bize üstünlük sağlayamadıklarını, birkaç soru yöneltince anlıyorlardı. Ancak o zaman ,bizim “Yakamızı bırakıyorlardı.” Okuldan tanıştığımız sosyal demokrat arkadaşlarımızın işi- gücü ;doktrin, felsefe ve halkın kurtuluşu üzerineydi. Onca yorgunluğumuz arasında, bir çay bile ısmarlamazlardı. Belki paraları yoktu. Belki prensiplerine aykırıydı. “Önce mülkiye, sonra Türkiye.” Söylentisi sol düşüncenin ilkesi söylentisine özendiklerindi. Halbuki dünyanın her tarafında geçerli düşünce, tam tersiydi. Lisedeki Fransızca öğretmenimden duyduğum şu cümleyi hatırlamıştım: ‘Bir Fransız Koministi bile; “Ben önce Fransa için ,sonra dünya düzeni için Kominizm düşüncesini savunurum.” cümlesi aklıma gelmişti. Yani hangi siyasi düşünceye sahip olursak olalım; Mutlaka Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk Milleti’nin değerlerinin bekasını savunmak esas olmalıydı. Bu düşünceye ,sağcı-solcu kim olursa olsun, sahip çıkmalıydık. Bu idealist düşünceleri yatakhanelerimizde çokça konuşuyorduk. Ayrıca yatılı okul öğrencileri olarak, devletin sağladığı bu olanaklardan yararlanıp, bir an önce, öğretmen olmak ve maaşa geçmekten başka amacımız yoktu. Hemen hepimiz Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen orta halli ailenin çocukları olarak, öğretmenlik idealini yaşatmak için aynı sınıfta buluşan gençlerdik . Bu yüzden, öğrenci siyasi olaylarına katılmaktan çekinirdik. Okuyabildiğimiz kadar çok kitap okuyup, kendimizi, fikren donatmaktan başka düşüncemiz olamazdı. Çünkü bir an önce, hayata atılıp, Türk Milletine olan borcumuzu ödemek istiyorduk. Fikir üretmek ve özgür düşünmekten de vazgeçmiyorduk. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş değerlerine sıkı sıkı bağlıydık. Sınıfımızda, renkli kişilikte ve farklı düşüncede arkadaşlarımız vardı. İlk tanıştığım İsmail Şenel arkadaşımız, kuvvetli ülkücü fikirleri taşıdığını, her fırsatta , sınıfta yüksek sesle dillendiriyordu. Her zaman sosyal demokrat düşünceli arkadaşlara karşı, cevap verme hakkını kendinden buluyordu. 35
Okulda en uzun süre , birlikte oturduğum sıra arkadaşım Musa Esenboğa, Konya Şeker fabrikasında memurluk yaptıktan sonra, Selçuk Eğitim Enstitüsü’nü kazanarak öğretmenliği seçmişti. Son derece temiz kalpli, hiç kimseye karşı kötü niyeti bulunmayan, Konya İçeri Çumra’dan gelip, Konya’da oturan arkadaşımdı. Gözlerini büyüterek karşısındakini dinlemeye başlayınca ,anlarız ki kafasında, onu çok meşgul eden bir sorun vardır. Biz de hemen sorununa çare aramaya koyulurduk. En çok takılıp şakalaştığımız Musa Esenboğa, hiç devamsızlık yapmayan, çok çalışan sınıfımızın “iyi talebesi” seçilirdi. Yıllar sonra birkaç defa karşılaştım. Çoluk çocuğa karışmış durumda, karşılıklı aile ziyaretlerinde bulunarak, yakınlık kurmuştuk. Erken denebilecek zamanda vefatı bizi üzmüştü. Tartışmalarımız hangi düzeyde nasıl olursa, olsun; birbirimize karşı, kırıcı davranışlarda bulunmuyorduk. Yirmi dört saat bir aradaydık. Aile bireyleri gibi olmuştuk. Herkesin daha fazla birlikte olduğu arkadaşı vardı, ama kimse kimseye yan gözle bakmazdı. Çünkü her zaman birbirimize muhtaçtık. Yüksek okulda olmanın sevinci ve gururunu yaşıyor; okulu, çevreyi ve arkadaşlarımı tanımaya çalışıyordum. Türkçe bölümünde 25 kişiydik. İkisi kız olmak üzere; 6 arkadaşımız gündüzlü, diğerleri yatılıydı. Babası albay olan gündüzlü kız arkadaşımız, çoğu zaman babasının özel otomobiliyle geliyordu. Sınıfımızda bulunan iki kız arkadaşımızdan zengin bir ailenin birisi, bir ay sonra İstanbul’a nakil yoluyla ayrılmıştı. Diğer arkadaşımız Dilek, ağırbaşlı davranışlarıyla bütün sınıfın saygısını kazanmıştı. Dilek arkadaşımızın, albay babası vasıtasıyla bize alıverdiği Orduevi sinema biletlerinden yararlanıyorduk. Gündüzlü arkadaşlarımızdan, Mustafa Karaduman, Mustafa Uğur, Amasyalı İbrahim Güney ve Mersinli İsa Ersöz adındaki arkadaşlarımız, yatılı olmadıkları için sınıfta yaşanan olaylardan pek bilgileri olmazdı. Ama Amasyalı İbrahim Güney’in, konuların işlenişindeki itirazlarına karşı, öğretmenlerin sabırları, sınıfı gülümsetirdi. Farklı lise ve dengi okullardan gelmiştik. Benim gibi klasik liseden yeni mezunu olanlar , öğretmen okulu çıkışlılar vardı. Bizden yaşça büyük ve beş altı yıl ilkokul öğretmenliği yapanlar ile memurluktan gelenler de vardı. Bu arkadaşlarımızın çoğu evliydi. Hangi okullardan gelirsek gelelim; hepimiz kitap sevdalısıydık. Ben kendimi, çok kitap okuduğumu sanıyordum. Sınıfın ortalarındaydım. Eksiklerimi, fark etmiştim. Hemen farkı kapatmak için, okumak gereğini duyduğum kitapların listesini yapmıştım. Okulumuzun garip bir özelliği aha vardı. Yatılı bir yüksek okuldu ;ama sabah - akşam , iki etüt (mütalaa) yapılıyordu. Derslerde lise gibi yoklama yapıldığından, devam zorunluluğu vardı. Devletin verdiği dört bölümlü çelik tabaklarda sunulan yemeklere şükrediyorduk. Çoğumuzun evinde, aynısına sahip olmadığının bilincindeydik. Sınıftaki gündüzlü arkadaşlarımız, pazartesi günleri, ‘dışarıdan’ getirdikleri haberleri, Konya üzerine olduğu için bizim ilgimizi çekmezdi. Farklı kişilikler, zamanla ortaya çıkıyordu. Muğla Köyceğizli Şükrü Özak arkadaşımız; şakacı, sempatik ve yardımsever yaklaşımlarıyla sınıfta, renkli bir kişiliğe sahipti. Başta bana ve Musa Esenboğa arkadaşımıza çok takılırdı. Yıllar sonra ,ben gibi torun torba sahibi olarak karşılaşma fırsatım doğmuştu. Bir araya geldiğimizde, yatılı okul anılarımızdan bahsederek; kendimizden geçmiş, biraz hasret gidermişti. Bu duruma şahitlik yapan eşlerimiz, bizi hayretler içinde dinlemişlerdi. Muğla Köyceğiz Lisesi öğretmenliğinden sonra, emekli olup yine memleketi olan Köyceğiz’e yerleşmiş. Ağır ağabeylerden Muharrem Coşkun, ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra eğitim enstitüsüne yatılı olarak gelmişti. Evliydi. İlkeli, sosyal demokrat kişiliği sahipti. Ramazan aylarında, oruçlu durumlarımıza pek sıcak bakmadığı halde ,bize karşı son derece saygılı ve kibardı. Daha sonraki yıllarda, mezun olduğumuz Selçuk Eğitim Enstitüsü’nde bir süre öğretmenlik yapmış. Emeklilik döneminde, dershaneler için kaynak test kitabı yazmış. Ben de kendisine yayınladığım şiir ve öykü kitaplarımı imzalamıştım. Cep telefonları yardımıyla birbirimizi bulunca, Ankara Kızılay semtinde, buluşup okulda yaşadığımız günlerin anılarını 36
tazelemiştik. Aynı sırada oturan Güneydoğulu asabi arkadaşımız M.Emin Lebe, ileri derecede Kürt kimliğini korumaya çalışan ağır ağabeylerdendi. Kitap kurdu bu arkadaşımızın mücadeleci ruhunu, her zaman takdir ederdik. Daha sonraları hukuk fakültesini bitirmiş, bu düşüncelerini, siyasi ortamda gerçekleştirmek için, siyasi hayatın içinde olmuş. Akşehirli hemşerim İbrahim Çelebi, tıp fakültesini kazandığını, sınıfta sık sık dile getirerek, zekasının üstünlüğünü bize ‘hatırlatırdı.’ Kısa yoldan okuyup biran ‘önce evlenmek için ‘ Selçuk Eğitim Enstitüsü’ne isteyerek geldiğini söylerdi. Ailesinden öğrenim gören ilk Yörük çocuğu olduğuyla övünen bu arkadaşımız, ağabeylerinin maddi -manevi desteklerini dile getirmekten çekinmezdi. Bafra Lisesi Edebiyat öğretmenliğine atanmış. MEB sınavını kazanarak, Almanya’da beş yıl, öğretmenlik yapıp, Türkiye’ye dönmüş. Akşehir’de buluştuğumuzda, okul anılarımız üzerine epeyce sohbet etmiştik. Mustafa Kaya arkadaşımı, ilk kurada Silifke Lisesi Türkçe öğretmenliğini çekmişti. Sınıfımızın “Vav ustası” renkli kişilikli arkadaşımızı unutmak mümkün değildi. Sık sık tahtaya çıkarak, Vasıf’ın Vavı’nı çizmesi, alıştığımız günlük olaylardandı. Tahtaya çizilen “Vav” harfi ile anne karnındaki cenin halindeki çocuk resmi arasında ilişki kurmamak mümkün değildi. Mustafa Kaya ,boylu –poslu, heybetli görünüşü ve kırk beş numara ayakkabılarıyla ,biz yanında yavru gibi kalırdık. Birlikte görünmeye çekinirdik. Mustafa Kaya arkadaşımız, sosyal demokrat görüşlerini, siyasi ortamda sürdürmek istemiş. Bu yüzden öğretmenliğin ilk yıllarında ,meslekten ayrılmak zorunda kaldığını, bir telefon konuşmasından öğrenmiştim. Memuriyetten ayrılarak turizm alanına yönelmesi kolay olmuş. Çünkü Ürgüplü olması avantajını kullanarak, ticari alanda başarılı bir yol çizdiği duyumları kulaklarımıza geliyordu. Sıra arkadaşının “Vav”larına her zaman destek veren Muttalip Gözen arkadaşımızın konuşmasındaki heyecanın şiddetini, kollarını öne arkaya getirerek destek verdiğinden anlardık. Kendisinin Kırşehirli olmasıyla Nevşehirli Mustafa Kaya ile yakın ilden dolayı ,hemşerilik bağının olduğunu savunurdu. Sınıfımızın sağ düşünce temsilcisi olduğunu öne süren Ayhan Aras arkadaşımız, atak ve cesur davranışlarıyla hepimizin dikkatini çekerdi. Bu arkadaşımız, doğum yerinin Kırım olduğunu vurgulamasıyla, ülkücülük düşüncesini öne çıkartıyordu. Babacan davranışlarıyla okulda tanınmış bir lider konumundaydı. Okulun öğrenci birliği temsilcilik görevine seçilerek, fikirlerini savunup gerçekleştirebilme şansını yakalamıştı. Daha sonraki yıllarda internet ortamında kendisiyle iletişim kurmuştum. Edirne’de çiftlik hayatını seçerek, emeklilik dönemini sürdürdüğünden söz etmişti. Sosyal demokrat, teorisyen, “Öz Türkçeci” Mersinli İsa Özgürdeniz arkadaşımızın ortaya attığı yeni kavramları, can kulağıyla dinlemek “zorundaydık.” İsa Özgürdeniz arkadaşımız, sınıfımızın düşüncesinden hiç ödün vermeyen en renkli kişisiydi. Arapça ve Farsça kökenli tüm kelimelere karşı duruşundaki ,ısrarcı davranışına karşı koymak zordu. Her zaman hararetle savunduğu “ Öz Türkçe’den” taviz, pardon “ ödün” vermezdi. Sadece, kendisinin en büyük destekleyicisi, dilbilgisi ustası Aydın Balcı’nın, arada, karşı çıkışına boyu eğerdi. Aydın Balcı arkadaşımızın, kalın gözlük numarasının değiştirmesi gerektiği üzerine; yapılan şakaları, uzun süre konuşulurdu. Van’ın bir ilçesine, kura çekerek göreve başlayan Aydın Balcı, kaldığı otelde, ilk gün küçük radyosunun çalınması, ‘hesapçı Aydın’a bir ders vermek isteyen birisinin oyununa geldiğini ilk mektubu dillerde dolaşır olmuştu. Daha sonraki yıllarda haberleştiğimizde, çocuk kitapları üzerine yaptığı başarılı çalışmalarından bilgim olmuştu. Konya ,Karaman(o zaman ilçesiydi) ilçesinden gelen İsmail Şenel arkadaşımızın Mehmet Akif Ersoy hayranlığına kimse karşı gelemezdi. Bu konuda İsmail arkadaşımıza karşı sesini yükselten olursa ,karşılığını yüksek ‘Desibelle’ 37
alırdı.Ama arkadaşımızın konuşma aralarında, bu konuyu sıkça gündeme getirme isteği, bazen hoş karşılanmazdı. İçimizde yaşı en küçük olarak bilinen Aydın’ın Çine ilçesinden Abdullah arkadaşımızdı. Beyaz tenli lise öğrencisi gibi uzun boylu ,yakışıklı bir arkadaşımızın daha sonra İktisat Fakültesini okuyarak, öğretmenliğin dışındaki bir iş hayatında yerini almış. Memur bir aile çocuğu olan bu arkadaşımız, her zaman gençlik heyecan ve coşkusunu koruyordu. Diğer Egeli Abdullah Önder arkadaşımız, etütlerdeki “derin sohbetler” sırasında; parmaklarına doladığı kıvırcık sarı saçlarına takılırdı gözümüz. Ayrıca ,beyaz kağıda karaladığı arapsaçı çizgileriyle, hepimizin dikkatini çekme ustalığını gösterirdi. Zaman içerisinde, anlatacağı bir konuya giriş yapınca, sadece elinden kalemi kapabilen İbrahim Çelebi’ye tepki vermezdi. Bu küçük kapışma, beyaz sayfadaki “Arap saçı çizgilerinden kurtarılan desen yarışıyla , son bulurdu. Ancak dersimize dönme zamanının geldiğinin anlardık. Ağzında ,emzik görüntüsü veren sigarasından ayrılamayan Mehmet Tanış ağabeyimize, daima saygılıydık. Cebindeki sigaraları, kurumuş dudaklarına kavuşturmasındaki sabrı ,herkesçe bilinen bir replikti. Etütlerdeki bu hali, teneffüse çıkış ziline kadar beklemesine alışmıştık. Sigaradan destek gören diğer ağır ağabeylerimizden Cahit Armağan, sınıfın ikinci sigara tiryakisiyle tanınmıştı. Derin fikirlerini, sessiz ve iddialı bir şekilde savunurdu. Bu düşüncelerini, karşısındakine büyük bir ciddiyetle açıklamaktan hiç üşenmezdi. Derin düşüncelerini, derin araştırmalarını kitaplaştırdığını duyuyorduk. Bu dumanlı ortama en çok tepki veren sigara düşmanı Ispartalı Uğur Yorgancı arkadaşımız, tartışmaları hep uzaktan dinlerdi. Uğur Yorgancı arkadaşımızın eksilmeyen öğütlerini dinlerken, saygıda bir kusur işlememek için kulak kesilmeye çaba gösterirdik. Edebiyat Fakültesinden ayrılıp Osmanlıcasıyla “bizi aydınlatan” Şükrü Özdoğru arkadaşımız; temiz ve titiz giyimiyle her zaman, gündemde kalmak isterdi. Hele hafta sonları, çarşı çıkışları sırasında, sınıfın güzel giyinenleri içinde, en yüksek notunu almak istediğini ima ederdi. Bu arkadaşımızın “Bir kız arkadaşıyla buluşma soruşturmasına ” muhatap olması, sıkça görülen bir haftalık sınıf vakasıydı. Bu söz karşısında yanakları hemen pembeleşince ,fazla üzerine gidilmemesinde karar kılardık. Çanakkaleli Ahmet Gürses arkadaşımız, konuları özetlemek gibi takıntısını, bize hissettirmekten geri kalmazdı. Söz aldığında, başlarımızı öne eğer, konuşmasının her an ilginç bir cümleyle sona erebileceğini tahmin ederek, sabırla dinlemeye devam ederdik. Kayserili Yılmaz Özkan’ın karşısına Çanakkaleli Ahmet Gürses’in dikilmesiyle ;yeni bir “Özet çıkarma “ yarışının başlanacağına, kendimizi hazırlardık. Arada bir ortaya çıkan bu tiyatral gösteri, sınıfımızda yaşanan neşemizin kaynağını oluşturuyordu. Tartışma sonunda; Kayserili Yılmaz Özkan, isteksizce yerine otururken, Çanakkaleli Ahmet Gürses arkadaşımızın hala ayakta olduğunu görmeğe alışmıştık. Ama sıra arkadaşının oturması için ceketinden asılması, tartışmanın son perdesini indirmesi demekti. Sarı ciltli ,küçük Türkçe- İngilizce sözlüğünü, yemekhane masasında görenler, İngilizce tutkunu Gaziantepli Mecid Yalman arkadaşımızın, masa nöbetçisi olduğunu anlardık. Bu demektir ki; arkadaşımızın yemekhanede, “nöbetçilik hakkının gereği” olarak, tulumba tatlısının en büyüklerinin seçilmesi anlamını taşımasıydı. Türk Tarihi dersi hocamız Fuat Altan, uzunca ders notları tutturdu. Arada bir yaptığı sözlü sınav yoklamasının birinde, Bekir Er arkadaşımızı tahtaya kaldırmıştı. Malazgirt Savaşı’nda Selçuklu hükümdarı Alpaslan‘ın, Romen Diyojen karşısındaki galibiyetini, anlatmaya başlamıştı. Tarih öğretmenimiz, arkadaşımıza savaşın sonucu hakkında yorumunu sormuştu. Arkadaşımız, “Alpaslan maalesef yenmiştir hocam” diye cevap verince, sınıf buz kesmişti. Hocamızın tepkisi bekleniyordu. Tarih hocası, “Oğlum, Alpaslan’ın yendiğine üzüldün mü? 38
Neden maalesef diyorsun? Sevinmedin mi yoksa ?” deyince, sınıfta bir kahkaha kopmuştu. Arkadaşımız maalesef kelimesini kaldırarak yeniden bir cümle kurunca, sınıf sakinleşti. Yıllar sonra, yazar Alev Alatlı’nın yazdığı Türk Tarihi kitabının arka yüzünde ; “ Malazgirt Savaşı’nın çok erken olduğu iddiasına” Bekir Er arkadaşımızın ,bu çıkışı arasında nasıl bir bağlantı. Araştırmaya değer bir düşünce çıkmıştı ortaya. Adları Mehmet olan iki öğretmenimiz, etütlerin sohbet konusuydu. Uzun boylu, gür saçlı, gözlüklerinin içinde, göçmen mavili gözlü Eskişehirli öğretmenimiz Mehmet Aydın; Yeni Türk Edebiyat dersine geliyordu. Sağ elinin parmaklarını alnında birleştirip, şu tiradını unutmak mümkün değildi : “Büyük şair Abdülhak Hamit Tarhan; ‘Eyvah !Yılan mı yuttum ,kurbağa mı yuttum. Bilmiyorum!’ satırlarına da şiir deniyor. Büyük şairler de bazen böyle saçma sapan dizeler yazabilir.” Diyerek ilginç örnekler veriyordu. Eski Türk Edebiyatı öğretmenimiz “ikinci” Mehmet ,hafif kambur haliyle kürsüden fazla uzaklaşmazdı. Kompozisyon kağıtlarımızı düzeltmelerini yaparken, hoşuna giden cümleleri anlamak için küçük siyah gözlerinin yuvarlandığından anlardık. Bir keresinde, sınıfta benim kompozisyon kağıdım üzerine konuştuğunda ,bir cümlemin ne anlama geldiğini bana sormuştu. “Oğlum, yazında sevgiline diyorsun ki; ‘Biz ayrı dünyaların insanlarıyız.’ Bu ne demek?” Diye sorunca, ben de elimi kolumu sallayarak, kendimden geçercesine açıklamaya başlamıştım ki, sınıfı bir gülmeye başlamıştı. Hocamız da gülüşmelere katılarak; “Tamam evladım, anladım, inandım .”demesiyle hızımı kesmişti. Gülümsediği sırada, ağzının gerisindeki tek altın dişini görünce, susup yerime oturmuştum. Meslek dersi öğretmenlerimizden Hami Köse öğretmenimiz, Metot Bilgisi ders notlarını ,saman kağıtlara teksir ettirip kitaplaştırmıştık. Öğretmenlik formasyonu üzerine hazırlanan bu kaynak kitabı uzun süre saklamıştım. Okuldaki sınıfların saygısını kazanan “Metot Bilgisi” ders öğretmenimiz, yerinde kullandığı deyim ve terimleriyle dersi canlı tutabiliyordu. Test kitabı yazarı olan Mersinli Ömer Er öğretmenimizin, dersteki istatistiki hesaplamaları anlatan kısacık ders notlarından çekinmiyorduk. Ama içimize korku salan davranışı, öğrencilerin sosyal yaşantısına müdahalesinden kaynaklanıyordu. Erkek arkadaşlarımızın kız arkadaşlarıyla ilgilenmesine sıcak bakmadığına yönelik üst sınıflardaki ağabeylerimizin uyarılarını duyuyorduk. Eğer, bunlara kulak kabartmazsak, diplomalarımıza kavuşmak, bizim için hayalmiş. Birkaç eylül sınavına ertelenebilirmiş. Dersinin son anlarında, beni yanına çağırdı. Elime körüklü bir siyah çantayı tutuşturarak, Anadolu’ya sattığı test kitaplarının, PTT havalesinden takip etmemi istemişti. Adıma noterden düzenlediği vekalet ile yaklaşık iki yıl, test kitaplarının havale ücretlerini almıştım. Ödemelerini daha sonraları, kendisine teslim etmiştim. Mezun olduktan sonra da bana gönderdiği, ortaokul son sınıf öğrencilerine yönelik test kitaplarını, çalıştığım okullarda, öğrencilere yüzde kırk indirimle satarak, parasını gönderiyordum.1973 yılında, beş yüz elli lirasını gönderememiştim. Birkaç ay sonra gönderebileceğimi söyleyerek, mektup yazmıştım. Cevabı çabuk gelmişti: “Hakikatli Hikmet, dört yüz elli lira olsun, şimdi olsun.” Ben de hemen paranın birazını, borç bulup kendisine, göndermiştim. O mektubu ve Ptt gönderisini birkaç yıl sakladım. Ama her zaman karşılaştığı öğrencileriyle bana selamını gönderirdi. Test nedir bilmeyen kasaba ortaokulu öğrencilerimin büyük kısmı, test kitabı yardımıyla yatılı okulların sınavlarını kazanmışlardı. Meslek liselerine, astsubay okullarına giderek, kıs yoldan hayata atılmışlardı. Daha sonraki zaman içerisinde karşılaşma fırsatını yaşadığım 39
öğrencilerimden, teşekkür alınca, çok mutlu oluyordum. Sanat Tarihi öğretmenimiz Erdoğan Munis Hocamızın engin sanatçı görüşleri ve hoşgörülü yaklaşımları, bizi çok onurlandırırdı. Bu öğretmenimiz, sanat -kültür dünyasına açılan penceremizdi. Yatılı okul öğrencilerinin ufkunu açan entelektüel bir kişiydi. Bu öğretmenimin yirmi adet “Yazı” kitabını öğrencilerime indirimli olarak satmıştım. Tapu kadastro mühendisi olan bir öğrencimin bu yazı kitabından çok yararlandığından söz edince, Erdoğan Munis Hocamızı bir daha takdir etmiştim. Akşehir’de görev yaparken, Konya Milli Eğitim Müdürlüğü salonunda, Erdoğan Munis öğretmenimle karşılaşıp hatırını sormuştum. Henüz adımı söylemeden ,ayaküstü sohbet sırasında, “Benim Hikmet Özdemir adında bir öğrencim vardı. Tanıyorsan selamımı söyle ve teşekkürümü ilet , sevgili öğretmenim!” demişti. “ O sorduğunuz öğrenciniz , benim öğretmenim.” dedim ve hemen ellerine sarıldım. Bu konuşmasından, beni tanıyamadığını anlamıştım. Fakat öğretmenimin belleğinde yer ettiğimden dolayı sevindim .Bu güzel karşılaşmadan, ikimiz de mutlu olmuştuk. Çok sevinmiş ve duygulanmıştık. Ruh Sağlığı öğretmenimiz Burhanettin Canatan ,ilk dersinde, hiç konuşmadan tahtaya iki ayakkabı altını çizdi. Sonra baştan ve topuktan deliklerden şekil yapıp, bize döndü: “Gençler, biz böyle, içi su dolu lastik ayakkabılarla okula gelirdik. Size ne var? Her şeyiniz güzel. “Yatılı okuyorsunuz. Devlet size bakıyor. Bu nimetin değerini bilin .İşte bu yüzden milletimiz için çok çalışmalısınız. Tamam mı ?” Diyerek derse girmişti. İlk dersinde yaptığı bu gösteri, hepimizi etkilemişti. İkinci gösteriye geçti: Elinde getirdiği bir metrelik tahta cetvel ile10 santimetrelik küçük cetveli, masadan aldı. Sağ tarafına sınıfımızın tek kız öğrencisi Niğdeli Dilek Oğuz arkadaşımızı aldı. Sol tarafına, sınıftan erkek arkadaşlarımızdan birisini ararken, öğretmenlerin can simidi olan Ispartalı Uğur Yorgancı arkadaşımız, yanında bitivermişti. Burhanettin Hocamız: “Bakın çocuklar, insan ilişkilerindeki yakınlığımız, kişilere karşı koyduğumuz mesafeye göre olmalıdır. Farzedin ki, Dilek Oğuz arkadaşınız benim gerçek kızım. Bakın gençler, aramızda 10 cm.lik “mesafe” var. Ama Uğur arkadaşımız benim öğrencim, aramızda bir metrelik “ara” var. Durumu fazla açıklamama gerek yok sanırım. Öyleyse karşımızdaki kişilerle olan yakınlığımız, dostluğumuz veya iş arkadaşlığımızın mesafesini , dengeli biçimde koruyarak, ilkeli yürütmeliyiz. Her bireyin kendine özgü gizli( mahrem) alanı vardır. Bu alanı mümkünse önceden, kendimiz belirleyip korumalıyız. Yoksa o kişilerle problem yaşarız, hayal kırklığına uğrarız.” diyerek, sözlerini tamamlamıştı. Ruh Sağlığı öğretmenimizin bu gösterisi ilk ve son olmuştu. Çünkü Ruh Sağlığı dersi, bizim bölümden kaldırılmıştı. Biz çok üzülmüştük. *Selçuk Eğitim Enstitüsü ikinci sınıfına geçmiştim. Bu kez, okul açılır açılmaz, gelmiştim. Yaz tatilinde, birkaç öğrenciye kurs vererek, kazandığımı biriktirmiştim. Türkiye şartlarında, üniversite eğitim çağında olanların %8 oranı içindeydik. Mutlu azınlık denebilirdi. Bu önemli bir kazanımdan yararlanmak gerektiğinin bilincindeydik. * Okula Deniz Gezmiş Geliyor Sağ- sol denen siyasi olaylar, Türkiye’de yine yaşanmaya devam ediyordu. Bu harekete, kimisi “Altmış sekizlerin tarihi” der, kimisi gençlik hareketi adını koyar. Bazıları, “Üniversitelilerin veya Türk gençliğinin düzene karşı duruşları” derdi. “Deniz Gezmiş okula geliyor.” Sözü dolaşıyordu ortalıkta. Ne zaman ,nereye gelecekti? Bilen yoktu. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Birliği başkanı olduğunu duyduğumuzda, bayağı heyecanlanmıştık. ABD’nin deniz filosuna karşı yapılan eylemleri sırasında, öğrenci direniş hareketlerinin provaları yapılmıştı İstanbul’da. Duyumlardan öteye gitmeyen bir bilgimiz vardı. Selçuk Eğitim 40
Enstitüsü’nün bu olaylardan, ilgisi yoktu. Konya ,zaten bu olaylara çok uzaktı. Deniz Gezmiş’i dinlemek ve yakından görmek için yanımızdaki, spor salonu inşaatında toplanmıştık. Sağcı - solcu karışıktık. İnşaatın bir köşesinde siper almış, birkaç arkadaşımla bekliyorduk. Beş-on dakika sonra, acı bir siren sesini duyunca, panik içerisinde kaçmaya başlamıştık. Birkaç arkadaşımla ,çıkışa doğru koşarak, spor salonundan kolayca çıkmayı başarmıştık. Arkamıza bile bakmadan, ayrı yollardan giderek, uzaklaştık. Karanlıkta, koşa koşa şeker fabrikasının yakınındaki bir mezarlıkta bulmuştum kendimi. Sağıma- soluma bakıp büyük ağaçların bulunduğu mezarların arasında kendime uygun bir yer seçmiştim. Çevremde kimse yoktu. Gece boyunca, gelen giden de olmamıştı. Hava soğuk değildi. Çevremin güvenli olduğuna emin olduktan sonra uygun bir yere yatıp, geceyi mezarlıkta geçirmeye karar vermiştim. Hafif bir uykudan sonra ,sabah ezanları okunduğunda, yavaşça mezarlıktan çıkmış, bir kahvehaneye girmiştim. Yeni demlenmiş çok güzel bir bardak çay gelmişti, oturduğum tahta masama. Ocakçı, kendiliğinden getirse de camiden çıkanlardan birisinin ısmarladığı anlaşılmıştı. Yanına da bir simit ve büyükçe parça peynir geldi sonradan. Üzerimde parka olsa solcu diyecekler, hafif sakallı olsam sağcı diyeceklerdi. Ben, sokakta gezen bir esnaf çırağı gibiydim. Kahveciye ‘Sağolasın!” dedim. Para vermek için elimi pantolonumun cebine atınca, orta yaşlı kahveci, hemen müdahale ederek; “Sok o parayı cebine genç! Bak karşıdaki insanlar ısmarladı. Şimdi onların içtikleri çayın üstüne eklerim ben, tamam mı koçum! Kimse vermezse demliğin altına çizerim. Bizim mahalleye düşen misafir bir delikanlıya, kim olsa çay ısmarlar. Haydi işin rast gelsin, ‘okul talebesi’ kardeşim.” Dedi. Gitmek için ayağa kalktığımda, “Çay güzelmiş, elinize sağlık, teşekkür ederim, amca!” dedim, kahvecinin bana çay ısmarladığını işaret ettiği masaya doğru, hafifçe selam verip yavaşça yürüdüm. Otogarın yoluna koyulup memlekete gitmek istiyordum. Yürüye yürüye ,Konya şehir merkezine geldiğimi fark edince, ‘Kayalar Parkı yakınındaki, belediye otobüs duraklarına yönelerek, okuluma gitmeye karar vermiştim. Yoklama alırlar mı, bilemezdim. Aksilikler çıkabilir diye düşünmüştüm. Şehirdeki caddelerde bir tuhaflık görünmüyordu. Herkes işinde- gücündeydi. Okulun dış duvarına bitişik kulübedeki nöbetçi öğrenci, benden kimlik istedi, verdiğim geçen yılın kimliğimi ,çok dikkatli biçimde inceledi. ‘Tamam arkadaş, girebilirsin!’ dedi. Sınıfımız tamdı .Kimsede bir tedirginlik yoktu. Sınıfta tuhaf hareketler de görmemiştim. Demek ki ben gibi bazı arkadaşlar, siren sesini duyunca “topuk yapmıştı.” Kimse bu olayı dile getirmemişti. Sonradan anlaşıldığına göre ,biraz kargaşa olmuş, gürültü sona ermişti. Spor salonuna herkes gelmemişti anlaşılan. Deniz Gezmiş ve arkadaşları geldi mi ?Yoksa gelmedi mi? Bilen yoktu. Sadece yakalananlardan birkaç kişinin bir hafta, emniyette sorguları yapıldığı söylentileri yayılmıştı. Sınıfımız sakindi. İçim rahatlamış, yerime oturmuştum. Hafta sonları bazen yoklama almadıkları için hafta başında, kimse kimseyi merak etmemişti. Hala bu duruma akıl erdiremediğimden dolayı, bir iki arkadaşım dışında kimseyle paylaşmadım. Sınıfımızda, farklı düşünceler tartışılıp konuşulurdu. Hatta Mevlana’nın Şemsi Tebriz -i ile nasıl “Halvet oldukları” hikayesi dışında, ciddi bir tartışma yaşanmamıştı. 41
*Osman Bölükbaşı’nın Konya Mitingi Yaklaşık bir ay sonra, milletvekili seçimleri dolayısıyla Konya’ya gelen siyasi parti başkanlarından Osman Bölükbaşı, Konya Hükümet Konağı meydanında konuşma yapacaktı. Osman Bölükbaşı’nın hitabet gücünün üstünlüğünü takdir eden halk, Konya’daki konuşmasını severek dinliyordu. Kırşehir milletvekili Osman Bölükbaşı’nın konuşmalarını, tam olarak yayınlamayan Türkiye Radyo Kurumunu sürekli eleştirdiği için “Tırt Osman “adını koymuşlardı. İktidar yanlısı basın yayın organlarında ,yeterince yer verilmiyordu. Bu siyasi lider, yeterli oy alamadığı yerlerde sıkça söylediği şu cümleyi Konya’da tekrar etmişti :“Ey Konyalılar, beni ne güzel dinliyorsunuz, ‘Haklısın!’ diyorsunuz ,ama oy vermiyorsunuz! Tınazınız bol ,ama deneniz çıkmıyor!” diyerek serzenişlerde bulunuyordu. Hafta sonu olduğu için Osman Bölükbaşı’nın konuşmasını birkaç arkadaşımla birlikte dinlemeye gitmiştim. Konuşmayı sonuna kadar dinlemek için, uygun bir yer seçmiştik. Başımıza gazeteden şapka, ellerimize peynirli ekmek arası alarak, hükümet Konağı meydanında yerimizi almıştık. Biraz ilerdeki Kayalı Park’taki çeşmeden su içmeye gidiyorduk. Bir ara dinlenmek için oturacak yer aradık, konuşmayı kaçırmak istemediğimizden, Hükümet Meydanına tekrar geliyorduk. Öğlen sıcağında başlayan konuşma, akşamın altısına kadar sürmüş, biz konuşmayı ayakta dinlemiştik. Bu derece güçlü bir hatibi, dinlemekten zevk almıştık. Oğlu Deniz Bölükbaşı’nı kürsüye çıkartıp halka tanıtıyordu: “Gel oğlum Deniz, benim iktidara gelmek için ömrüm yetmeyecek anlaşılan. Senin bari ömrün yeter de iktidar olursun “ dedi. İkinci sınıfta dersler giderek ağırlaşıyordu. Etütlerde yeteri kadar ders çalışmayanlar, yıl sonunda acısını çekecekti. Haziran ayında tek bir sınavdaki geçer notumuzla mezun olacaktık. Aksi takdirde bütünlemeye kalıyorduk. Yatılılık hakkımız kalkacağı için bütünleme sınavına gelince bile, okulda kalmamız mümkün değildi. Bütün bunlar ile bizim gibi öğrenciler için, maddi bir yüktü. Tek çare, sınıfta kalmadan mezun olmaktı. *Okulda Boykot Var Okul müdürümüz Hüseyin Köroğlu, fizik ders kitapları yazan tanınmış birisiydi. Fizik alanındaki başarıları kulaktan kulağa duyuluyordu. Bu rivayete göre, Konya’nın Zafer çarşısındaki on katlı binayı, üç bilye üzerinde durduğu söylentisi yayılmıştı. Ama okul yönetiminde, öğrencilere karşı ,hiç de hoş olmayan yaklaşımlarda bulunuyordu. Bunlar yetmezmiş gibi sosyal bölüm öğrencilerini devamlı küçümsemesi, herkesi kızdırıyordu. Ama öğrenciler çaresizdi. İdari yöndeki yetersizliğini, fizik alanındaki başarılarıyla örtmeye çalıştığını görüyorduk. Okulda hazırlanan yemekler pek iyi çıkmıyordu. Öğrenciler arasında homurtu fazlalaşıyordu. Okul müdürü, yemekhanede dolaşırken, Sosyal Bilgiler ve Türkçe bölümü öğrencilerinin bizzat masalarına gelerek ince sesiyle. “Sizin yemek hakkınız yok casuslar.” Diye, yarı şaka, yarı alaycı konuşması ,hiç hoşumuza gitmiyordu. Aslında hiçbir öğrenci bu sözleri hakketmediği için benimsemiyor ve müdüre kızıyordu. Bazı ateşli öğrenciler, yüksek sesle tepkilerini, dile getirmeye çalışıyorlardı. Ama ne de olsa, herkes korkuyordu. Ceza alarak ,okuldan atılmak , öğrencilik hayatının son bulması demekti. Okulumuz ; üniversite veya akademi değildi. Yönetmeliği okuduğumuzda görüyorduk ki ;özlük haklarımız yetersizdi. Birçok konuda, itiraz haklarımız yoktu. Yoksul, sahipsiz Anadolu çocuklarına istediklerini yaptırabileceklerini, her zaman dile getiriliyordu. 42
Okulumuz yüksek okul değil, lise gibiydi. Çünkü ilk yılda bize dağıtılan öğrenci yönetmeliğine göre, öğrencilerin uyması gereken kurallar ve suç işleyenlerin alacakları cezalar, çok ağır ve kesindi. Bu kurallar, disiplin kitapçığında, açık bir şekilde yazılmıştı. İlk haftalarda, bu yönetmelik yüzümüze okunmuştu. İlk yıl donatım parası denen yıllık 400 tl. öğrenci harçlığını, ekim ayında verilmesi gerekirken; takip eden yılın ocak ayında ancak alabilmiştik. Hatta mütalaa da nöbetçi müdür yardımcısına bir arkadaşımız, okulun her yıl verdiği “Donatım parasını” şöyle sormuştu. “Hocam, donatım paralarımızı alamadık, zor durumdayız, benim borcum var. Ödeyemedim diye sormuştu. Hocamız, “Oğlum, alacakla borç ödenmez.” Diyerek, kinayeli bir cevap gelmişti. Hepimizi güldüren ve düşündüren bu hayat dersi karşısında sus pus olmuştuk. Gazi Eğitim Enstitüsünde, öğrencilere tanınan hak ve özgürlüklerin çok geniş olduğu hakkındaki duyumlarımız, bizi daha çok üzüyordu. Bu nedenle, Selçuk Eğitim Enstitüsü’ndeki disiplinli hayatımız, bizi daha çok sıkıyordu. Öğrencilerin bir tepki gösterebileceği ortamı oluşmuştu. Bir de yemekler iyi çıkmıyordu .Bir akşam yemeği sırasında, Okul Öğrenci Birlik başkanı, patlıcan yemek karavanasını idareci ve öğretmenlerin yemek masasının ortasına koyarak ; Patlıcan yemek karavanasının içinden; fare ölüsünün çıktığının söylenmesi, bardağı taşıran son damla olmuştu. “Biz bu yemeği yemeğiz!” Cümlesi, denir denmez ,salondan “Boykot! Boykot arkadaşlar !” sesleri yükselmişti. Bütün öğrenciler, “Müdür istifa!” diye bağırarak, yemekhaneyi boşaltmıştı. Çok zor günler yaşıyorduk. Çok tedirgindik. Hepimizi okuldan atacaklarını duyuyor ve korkuyorduk. Bütün bölümlerde toplamı üç yüz öğrenci vardı. Gece saatlerinde yatakhanelerin değişik alanlarındaki birinci katların camlı çarpma kapılarında, “Boykota devam yazısını” okuyunca, boykotu devam ettiriyorduk. Boykot emrini, kimler veriyor, kimler yönetiyordu, bilemiyorduk, fakat direnebileceğimiz kadar direniyorduk. Boykot, bir haftayı geçmiş öğrencilerin parası bitmeye başlamıştı. Yemekhanede yemek pişmiyordu. Daha önce, okul bahçesine gelen gazetecilere, ellerimizde simitlerle pozlar veriyor, fotoğraflarımızın yerel gazetelerde yayımlanmasını istiyorduk. Gazeteci sayısı arttıkça, okul yönetimi rahatsız oluyor, bekçiler tarafından gazeteciler, bahçeye alınmıyordu. Boykot bir haftayı geçmiş, çoğumuzun parası bitmişti. İçimizde, boykota karşı ufak -tefek tepkiler oluyordu. Dayanma gücümüz kaybolmaya başlamıştı. Öğrenci boykotunun 9. günüydü. Okul nöbetçisiydim. Nöbetçi öğrencilik sistemine göre , okul girişindeki kapıda; gireni- çıkanı kontrol edip, içeriye girilmesine izin verebiliyordu. Gerekirse, masadaki telefon ile gelen ziyaretçinin istediği kişiyle telefon görüşmesini yapabiliyordu. Saat on bir sıralarında, ellerinde çantalarıyla güzel giyimli, güzel konuşan üç yaşlı erkek kişi, gelmişti. Ben hemen ceketimin önünü düğmeledim, gelen misafirleri çok iyi karşıladım. Müfettiş olabileceklerini tahmin etmiştim. Tahmin ettiğim gibi çıktı. MEB müfettişi olduklarını söyleyip kendilerini, okul müdürüne götürmemi istediler. Ben hemen önlerine düşüp, ikinci kattaki müdür odasına götürdüm. Kapı açıktı. İçerde kimse yoktu. İçeriye girerek ayrı koltuklara oturdular. İçlerinden birisi, kendisini Emin Oktay(Tarih ders kitapları yazarı) diye tanıtan müfettiş bey, “Evladım susadık ,bize kantinden, soğuk içecek, gazoz veya bir kola vs… Ne varsa getirsinler.” Ben hızlıca aşağıdaki kantine indim. Kantinci ,boykot dolayısıyla öğrenciler gelmediği için yanındaki garsonu çıkarmış, çay bile hazırlamamıştı. “İsterlerse çay demleyeyim.” dedi. Ben bodrumdaki kantinden yukarıya çıkıp, durumu söyleyince, “Öğrenciler haklı arkadaş, kantinde hiçbir şey yokmuş.” diye kızdılar. Biz bunları konuşurken, gözlüklerini silerek lavabodan geldiği belli olan beyaz gömlekli okul müdürü, şaşırmış, biraz 43
heyecanlanmıştı. Misafirlere bile fırsat vermeden, ben atıldım: “Müdür bey, bu hocalarım, bakanlıktan gelmişler efendim, müfettiş beylermiş.” Deyince, hemen askıdaki ceketini giyip önünü düğmeleyerek, tek tek “Hoş geldiniz!” dedi. Bana dönerek, ‘Tamam evladım!’ deyip kapıyı dışarıdan kapatmamı söyledi. Ben hemen dış kapıdaki nöbet yerime gitmiş, oturmuştum. Ben aşağıya inince, birkaç arkadaşıma söylemiştim. Olay ,kısa zamanda duyulmuştu. Daha sonra öğrenci birliği başkanı, birkaç arkadaşımızla birlikte, müfettiş beylerle görüştüler. Müfettiş beyler, okul müdürüyle odadan çıkmış sınıfları geziyorlardı. Dokuz gün, herkes cebinden yemişti. Gece vakti, yatakhanenin birinci katındaki kapının camlı kısmında, “Boykot sona ermiştir.” Yazısını okuyunca, herkes rahatlamıştı. Ertesi günü dokuz günlük boykot bitmişti .Bütün öğrenciler yemekhaneye girmişti. Bir, iki gün sonra, okul müdürü ve idarecilerin hepsi değişmişti. Okul kadrosundan seçilen yeni yöneticiler, öğrencilere çok iyi davranıyorlardı. Bir hafta içerisinde, yemekler çok iyi çıkmaya başladı. Artık, pilavlardan kurt çıkmıyordu. Karavanalardan fare çıkmıyordu. Bizim dönem mezun olduktan dört beş ay sonra, okulda, yeniden başka idareciler göreve başlamış. 44
5-ÖĞRETMENLİK YILLARIM *Öğretmenlik Kurası Selçuk Eğitim Enstitüsü son sınıfında, bir dersten bütünlemeye kalmıştım. Sınavı başarmış eylül ayında mezun olmuştum. Sonucu hemen öğrenince, memlekete değil, 19 eylül 1968 günü Ankara’ya kura çekmeye gittim. Yatılı okula kaydımızı yaptırırken okul süresini bir buçuk katı süreli mecburi hizmetimiz vardı. En az üç yıl öğretmenlik yapacaktık veya karşılığını para olarak devlete ödeyecektik. Şimdiki şartlardaki gibi iş arama sorunumuz yoktu, öğretmenliğimiz hazırdı. Anadolu’nun her köşesinde çocuklar bizi bekliyordu. Karamanlı arkadaşım İsmail Şenel ile aynı otelde kalıyorduk. O gün sabaha karşı erkenden uyanmıştım. İsmail’in sağa sola döndüğünü görünce, onun da uyanık olduğunu sandım. Gördüğüm rüyayı anlatmak isteyince, İsmail “Yat arkadaş, benim uykum var daha.” diye cevap verdi. Ama ben rüyamı anlatmaya devam ediyordum: “İsmail, başbakan Süleyman Demirel’i rüyamda gördüm, “Elazığ’a git baken sen” dedi. Ben uyanık olduğumdan, otelin aşağıdaki salonuna inip, arkadaşımı beklemeye başlamıştım. Giyinip yanıma gelince ,kura için Kızılay semtine gittik. İsmail arkadaşımla Ticaret Bakanlığı’na ait taş binanın içine girince, aklına gelip sordu nihayet. Ben de rüyamı tekrar anlattım, üşenmeden. ‘Rüyam çıkmasa bari.’ demiştim. Salon çok kalabalık, ana -baba günüydü.1968 yılı 23 eylül pazartesi günü olabilirdi. Kura için sahnede, MEB yetkililerin oturduğu uzun masanın önündeki torbadan çektim. “Elazığ Maden Lisesi Türkçe öğretmenliği” yazısını kağıttan okuyup, gülümseyerek kağıdı görevlilere verdim. ”Ne oldu evladım.! Çok sakin karşıladın, memleketin mi yoksa?” “Yok efendim, ben Afyonluyum, rüyamda görmüştüm.” Deyince, bakanlık görevlisi dudaklarını büktü, inanmadı. Hemen benimle konuşmasını keserek, kura kağıdındaki okul adını, listesine yazmak için başını önüne eğmişti. Sahneden inerken ,benden sonra kurasını çeken Gazi Eğitim Enstitüsü mezunu bir kız arkadaş, Şile –Ağva ortaokul Türkçe öğretmenliğini çekmişti. Eğitim Enstitüsü mezunlarının kura çekiminde, salondaki gürültüden dolayı, mikrofonları olduğu halde, yetkililerin konuşmaları tam anlaşılmıyordu. Kurada iyi yeri çekenler yuhalanıyordu. “Olur mu yahu!. İyi yerler bitti. Bize neresi kaldı!” gibi cümlelerin yanında, Doğuda en ücra köşedeki yerleri çekenler alkışlanıyordu. Ben de bir an önce, otobüs terminaline giderek, yola koyulmayı düşünüyordum. Tahta bavulum, kaldığım otelde hazırdı. İsmail arkadaşım yanıma geldi. “Ben de Konya’ya yakın bir yeri, Kâzım Karabekir kasabasını çektim. Şansım varmış.” Dedi yürüyüp gidiyordu. Sonra geri dönüp geldi. ”Vedalaşmadık seninle.” diyerek ,kucaklaştık, birbirimize başarılar dileyip ayrıldık. Ağva’yı çeken kız arkadaş ve orta yaşlı efendi görünüşlü bir kişiyle 45
yanıma geldi. Babası olduğunu söyleyen beyefendi birisi, “Evladım, kura yerinizi bizimle değiştirmek(becayiş) etmek ister misin?” Diye sorunca, ben şaşırmıştım. “Nasıl olur? Sizin kura yeri Batı’da, hem de İstanbul’un bir ilçesi. Şile’nin kasabası veya köyü .Ağva , mahrum bir yer değildir. Benim kura çektiğim yer ,Doğu’da hem küçük bir ilçe. Neden değiştirmek istiyorsunuz?” deyince, “İki sebep var.” dedi: “Birincisi, kızımın dayısı maden mühendisi, buraya yakın yerde görev yapıyor, kendisiyle ilgilenebilir. İkincisi, kızım mezun olunca, Doğu’da çalışmak istediğini söylüyordu. O yüzden becayiş teklifini, sana biz getirdik. Ben hem şaşırdım, hem de içime kuşku düşmüştü. Kısaca birbirimizi tanımaya çalışarak, kısa bir sohbet etmiştik. Kendilerinin Yalova’da oturduklarını söz edince, ben iyice telaşlanmıştım. Ailenin tek çocuğu olduğunu da duyunca, acaba kan davası, vs. gibi sorunları mı vardı, diye aklımdan geçiyordu. Beni, Kızılay’da lüks bir pastaneye götürdüler. Dondurma ısmarladılar, sohbet ediyorduk. Kızın babası; “Becayiş gerçekleştirme süresi üç günmüş. Evladım, sen düşün, yarın burada, Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu kapısında buluşalım,” diyerek ayrıldık. Aklıma Ankara’ya yeni tayin olan liseden matematik öğretmenimiz Numan Koç, gelmişti. Ayrılırken, Çankaya lisesine tayin olduğunu söylemişti. Ertesi gün, Ulus semtindeki kaldığım otelden erkenden kalkıp, Kızılay’dan minibüse binip Çankaya Lisesi öğretmenler odasında ,öğretmenimi bulmuştum. Durumu anlatınca, garip garip dinledi. “Evladım sen niye becayiş etmedin? Senin kura yerin Doğu, onların sana verecekleri yer Türkiye’nin Batısında, hem de İstanbul. Git hemen işlemleri yap, ver dilekçeyi, değişin. Erkenden buluşma yerine git! Caymasınlar, başka bir yakın yerle değiştirebilirler. Para bile isteseler ver, diyeceğim, ama sende o imkan olmadığını biliyorum.” deyince ,ısmarladığı çayı gelmesini beklemeden, çıkmak için hazırlandım. Numan öğretmenim, “Tamam, çayını iç de git, saat şimdi on iki. Öğleden önce MEB, ilgili birimine gider ,aynı anda dilekçeleriniz vererek, işlemleri yaparsınız. “Ben çayımı çabuk çabuk içtim. İşin garibi becayiş dilekçelerimizin ikisi de benim cebimde olduğunu bile söyleyememiştim. Öğretmenler odasının kapısından çıkarken, “Evladım, dondurma parasını sen vermemişsin, şimdi gidince, beyefendiye ve kızına pasta ısmarla bari..” diye, gülerek beni uyarmıştı. Becayiş işlemlerimi yaptırıp İstanbul’daki görev yerime gitmek için Ankara’nın, Etlik semtindeki otobüs terminaline gittim. Memleketteki terzi Halis’e koyu yeşil üzerine ,ince çizgili kumaştan diktirdiğim takım elbisem ve kitaplarım yanımdaydı. Eşyamı tahta bavuluma yerleştirmiş yola çıkmıştım. En geç 30 Eylül 1968 tarihinde, Ağva’da olmam gerekirmiş. Daha birkaç gün vardı. *Ankara’dan İstanbul’a - 28 Eylül 1968 Gece yolculundan sonra, sabah saatlerinde ,İstanbul’un Üsküdar semtine gelmiştim. Gittikçe ağırlaşan tahta bavulumu, kaldırıma koyup, Şile otobüslerin kalktığı sokağı sordum. Eğri büğrü olmuş Arnavut kaldırımların arasında, ikide bir sıkışan ayakkabılarımı kurtarmaya çalışırken, güçlükle yürümeye çalışıyordum. Bir yazıhanenin camında, “Şile” yazısını görünce, hemen iki basamaklı bilet satış bürosuna girdim. Ağva’ya gitmek istediğimi söyledim. Mavi gözlü, göbekli, tombul birisi, bilet kesmek için kısacık kollarıyla sağındaki ,solundaki defterlerin arasından, bir bilet koçanını bulup önüne koydu. Sonra, kağıtların altından bulabildiği kalemi, eline aldı. Başını yukarıya kaldırıp bana doğru baktı. “Saat 13’de otobüs var. Yarım saat sonra kalkacak. Kaç kişisin, bu otobüse bilet keseyim mi” diye sorunca, ben de “Olur, bir kişiyim, ama ben Ağva’ya gideceğim.” Dedim bileti kesip parasını isteyince, yanlış olmasın ,Şile’de inmeyeceğim, 46
Ağva’da ineceğim , deyince, “ ikisi de aynı para. Sen istediğin yerde in, bey kardeşim deyip paramın üzerini verdi. Ben de yazıhanedeki boş sandalyeye oturdum. Yorulmuştum. Bilet keserken, parmağıyla gösterdiği kalkacak otobüsü, görüş açımdan ayırmadan dışarıya bakıyordum. Bir ara, yazıhanenin bitişiğindeki dükkana girip, içerde yaptırdığım paketi, bavuluma düzgünce koydum, sıkıca kilitledim. Burnu da kendi gibi kocaman yaşlı otobüsü, tam karşıma almıştım, arada bir kontrol ediyordum. Yüzünden kan damlayan orta yaşlı, bu göbekli kişi ;mavi gözleriyle geleni ,gideni devamlı takip ediyordu. İşlerini aceleyle bitirmeyi huy edinen bu sempatik bilet görevlisi, önce durakladı ve tekrar etrafına göz gezdirip yolcuların son yoklamasını yaptı. İşini bitirmiş, rahatlamıştı. Kısacık döner koltuğuna yaslandı. Bekleyen yolculara doğru, tekrar göz gezdirerek ayağa kalkıp seslendi: “Şile 13 yolcuları, otobüse binsin, haydi! Haydi!” Sempatik Mavi gözlü, sempatik biletçi ,içeriye gelen otobüs şoförüyle hesap kitap işine koyulmuşlardı. Ben ikisini, baş başa bırakıp otobüse bindim. Otobüste yolcu azdı. İçeride, çok farklı yolcular vardı: Kucağında küçük çocuklu genç bir kadın, orta yaşlı, kareli gömlekli ve şapkalı bir erkek yolcu oturuyordu. En arkada üç -dört genç, şakalaşarak koltuklarda yer değiştiriyorlardı. Otobüsümüzün, tam kapısı kapanmak üzereyken; bu gençler, arka kapıdan içtikleri sigara izmaritlerini, dışarıya atma yarışındaydılar. Gençlerin bu davranışlarına ,ters ters bakan otobüs muavini, kapıyı kapattı. “Tamam Seyfi abi!” diyerek seslenince, otobüsümüz hareket etmeye başladı. Otobüsümüz homurdanarak ,Çamlıca , Dudullu levhalarını okuyarak, İstanbul’un bazı semtlerinden çıkmış, Şile yoluna doğru yönelmişti. Yolda binenlerle otobüs dolmuştu. İki tarafı yemyeşil ormanın arasından, virajlı yolların saklandığı dağ eteklerinden, kendimize yol aça aça gidiyorduk. İçine alıştığımız koca burunlu, yaşlı otobüsümüzün, kıvrımlı, tozlu patika yollarından kurtulup ;deniz kıyısındaki sahil bir köye ulaşacağını ,hiç tahmin etmiyordum. En öne geçip, şoföre sık sık, “Bu yol nereye çıkacak ?” diye soruyordum. Sorularım canını sıkmıştı anlaşılan. Şoför, kendisiyle sohbet etmek istediğimi sanarak, sorduklarımı pek önemsemiyordu. İnce uzun bıyıklarının dolaman parmaklarıyla ütülemesini yapıp, dikkatle sağa-sola başını çeviriyordu. Şoföre ne sorsam, kesin bir cevap alamıyordum. Artık ben de soru sormaktan vazgeçmiştim. Her taraf İstanbul’du. Şehir mi ,köy mü ,kasaba mı ?Ayırt etmek mümkün değildi. Evlerin bulunduğu bir mahallenin içinden geçip yemyeşil bahçeler başlıyor ,sonra küçüklü- büyüklü köyleri geçiyorduk. Oyunlarını böldüğümüz yol kenarına sıralanmış çocukların, koltuklarına sakladığı toplarıyla bizim çabuk geçmemiz için ıslık çalıyorlardı. Bazen sincap, yılan ve tavşanların , ağaçlıklar arasından fırlayıp önümüzden kaçtığını görüyorduk. 47
Yokuşlu daracık sokaklardan kurtulunca , arada bir denizi görüyorduk. Ormanların içine girince, deniz kayboluyordu. Deniz ve orman arasında saklambaç oynuyorduk. Orman ve denizi tüketip yemyeşil bahçeler arasına girerek; Şile’ye gelmiştik. Otobüsümüz yorgunluktan, homurtusunu kesmiş, dinlenmeye geçmişti. Şoför, atik bir hareketle aşağıya inmiş, yazıhaneye hızlıca girmişti. Yere inince, hemen sigarasını yakmış, yeni müşterilerinin sayısını öğrenmeye çalışıyordu. Otobüsten de inenler oldu. Ben de aşağıya inip çevremi gözlemeye başladım. Küçükçe bir Atatürk Anıtı’nın bulunduğu meydanında durmuşuz. Otobüsün mola verdiği sırada, hemen lavaboya gidip gelmiştim. Şile’de gördüğümüz Atatürk Anıtı da bu meydana göre, minyatür gibi küçük kalıyordu. Ancak yakından görülebilirdi. Bazı kentlerin büyük meydanlarına, Atatürk anıtı yapmamak için, büst yaparak geçiştirmek adetten olmuştu. Ama kentin önemli alanlarına Atatürk anıtının yapılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Atatürk’ün unutulmamasını sağlayabilirdi. Bu anıtların uygun alana ve uygun biçimde yapılması gerekir. Sonuçta, şehir görünümüne damgasını vurması bakımdan önem taşır. Ayrıca o kentin uygun alanlarına; tarihi, kültürel ve turistik özelliğini yansıtan başka anıtların yapılmasında bir sakınca yoktur. Örneğin; Denizli’ye horoz, Konya’ya buğday başağı ,Afyonkarahisar’a haşhaş çiçeği, Ankara’ya beyaz tiftik keçisinin yapılması gibi… “Seksen Askeri ihtilalinden sonra da olmadık yerlere, çok sayıda yapılan Atatürk ve arkasına ,beş kişilik büstünün, fon olarak yapılması da çok eleştirilere konu olmuştu. Bu düşüncelerime takılıp dalmadan, çevreye göz gezdirmeye devam ediyordum. Tepedeydik. Yanından geçtiğimiz deniz fenerini ararken, hırçın dalgaların uğultulu seslerini duyuyordum. Deniz kıyısındaki, harabe gibi bir yapının, “Ağlayan Gelin Kayası” olduğunu yanımdaki kişilerden öğrenmiştim. Bunun da mutlaka bir efsanesi olduğu düşüncesindeydim. “Haydi Ağva yolcuları, binin otobüse !” diyen şoför Seyfi’nin bağırmasıyla ,hemen otobüse yönelmiştim. Tozlu orman yoldan geçerek ,denize karşı yol alacaktık. Ormanın sarmaladığı, yeşillikler koridorunda ilerliyor, köylerin içinden geçiyorduk. Artık kısa bir şose yoldan sonra, kasabaya gelmiştik. Şoför, “Tamam geldik, işte burası Ağva.! İster Ağva dersiniz, ister Yeşilçay! Biz Ağva deriz. Devlet erkanından beyler, ‘Yeşilçay’ diyeceklermiş, desinler bakem!” “Tamam inebilirsin delikanlı. Köyümüze yeni tayin olan öğretmenlerden birisi sensin herhal. Senin gibi başka genç bir öğretmeni, daha bir hafta önce getirdim. Sen geç kalmışsın, talebelerin seni bekler, haydi bakem , kolay gelsin.” *Ağva’ya İlk Geliş Ağva, Karadeniz dağlarının İstanbul’a doğru, uzantısında yer almış bir kasaba. Evleri ve yollarıyla denize kucak açmış bir yerleşim yeriydi. Önce seyre dalmıştım. Sağ yönünden, ağı ağır akan ırmak, yeşilliklerin arasından süzülüyordu. Dağın burnunda, engin deniz ve ırmak birleşmişti. Irmağın ötesinde Melen Çayı’nın seslerini duyabiliyorsunuz. Tüm doğa, parlayan güneş altında Ağva kasabasına bakıyordu. Sahil boyunca ince tozlu yolların kenarına bağlı yer yer sıralanmış köyler, küçük sahilde son bulmuştu. Kumsalın gerisinde, birkaç turistik otel ve moteli görmek de mümkündü. Öyle şirin ortamda buldum ki kendimi; köy mü desem, kasaba mı desem, bilemedim. Küçük bir kent gibiydi burası. Çevremi, hayretler içinde seyrediyordum. Etrafıma baktıkça ,içim açılıyordu. Denize uzanan ormanlık bir dağ ve eteklerini yalayan yeşil dere. Parlak güneş 48
altındaki rıhtımda buluşan, küçük bir doğa parçasıydı Ağva. Bu derece güzel, çekici , küçücük turistik bir şehre geldiğime kuşkum kalmamıştı. Temiz sokaklarının kesiştiği Ağva meydanındaydım. Islak bir eylül akşamında, gelmiştim bu kasabaya. Otobüs yolcularını karşılayan kişilerin içerisinden; kıvırcık saçlı, mavi gözlü, orta yaşta gürbüz bedenli ,sarışın birisi bana doğru geldi. “Ben muhtar Hüsamettin, Hoş geldiniz !” Dedi. “Bizim köyün orta okuluna, yeni tayin olan öğretmen, sizsiniz herhalde ?”Deyince, çok hoşuma gitmişti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk’ün öğretmene verdiği değerini hatırlamıştım. Atatürk ‘ün Milli Eğitim bakanlarından Mustafa Necati‘nin, köye tayin olan öğretmenlerin muhtarlar tarafından karşılanması emrini ,telgrafla bildirdiği aklıma gelmişti. Kendimi buna benzetmiş, karşılanma törenindeki öğretmen olduğumu sanmıştım. Çok hoşuma gitmişti. *Ağva’da Misafirlik Güler yüzlü Muhtar Hüsamettin, ‘Tekrar hoş geldiniz’ diyerek yanıma geldi. Koluma girip kalacağım yerin hazırlandığından söz etti. Sırtımızı denize ve güneşe vermiş köyün girişine doğru yönelmiştik. Muhtar Hüsamettin’inin tatlı bir Karadeniz şivesiyle kasabasını tanıtmaya başlıyordu. Samimi sohbet ortamında, yavaş yavaş yürüyorduk. Tek katlı bir evin önünde durduk. Açık kapısında, bizi bekleyen yaşlı teyzenin karşındaydık. Muhtar Hüsamettin, daha önceden benden söz ettiği için uzun konuşma yapmadan, kalabileceğim yerin burası olduğunu söyledi. Yaşlı teyze, huzur veren bir gülümsemesiyle bana doğru yöneldi: “Hoş geldin çocuğum!” dedi. Muhtar Hüsamettin, “Kadriye teyze, ben misafiri bırakıp sizden izin isteyeyim.” diyerek ayrıldı. Kadriye hanım, eşarbını düzeltti. Zayıf, narin, sade giyimli, sakin davranışlı haliyle, tahta bavulumu almak istedi. Ben vermedim. Hem saygımdan, hem de içindeki kitapların ağır olmasından dolayı, aniden tahta bavuluma sarılmıştım. Elimi yüzümü yıkayıp evin girişteki orta boşluğa taşıdığım tahta bavulumu açtım. İçinden, daha önce Şile yazıhanesinde beklerken aldığım hediyeliği çıkarıp, Kadriye teyzeye sundum. Kadriye teyze; “Ne zahmet etmişsin, çocuğum, gerek yoktu. Madem getirmişsin, sağ ol evladım, teşekkür ederim.” diyerek hediyemi kabul etti. Çok az konuşan Kadriye teyze, hazırladığı çift kişilik demir karyolalı odanın kapısını açıp, sessizce ayrıldı. Geri dönüp yanıma geldi. “Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim. Haydi şimdi istirahat edin evladım.” “Ha! Karnın aç mı? Öğretmen bey evladım!” Karnımın aç olduğunu mı sordu yoksa, yolculuğumun nasıl geçtiği hakkında bilgi mi almak istiyordu. Benim bunlara hiç cevap verecek halim olmadığından, sessizce her söze ‘ sağol’ deyip odama kapanmıştım. Oda hiç alışık olmadığım bir nem kokusu içindeydi. Odaya nasıl girdim, pijamalarımı ne zaman giydim, yatağa nasıl yattım, hiç hatırlamıyordum. Bir uyumuşum ki ,sabaha kadar hiç kıpırdamadan. 49
*Ağva Ortaokulu’nun Açılışı Sabah erkenden uyandım. Artık benim de öğrencilerim olacaktı. Artık öğretmen olmuştum. Okul bahçesinde, çevremi sarıp sorular yönelteceklerdi “Öğretmenim! Öğretmenim! Şurası nasıl?” diyecekler. Bu duygu ve düşünlerime kendimi kaptırıp, hızlı hızlı sakal tıraşımı olup bir an önce çıkmak için hazırlık yapıyordum. Ellerimi, yüzümü soğuk suyla tekrar yıkayıp orta alana gelmiştim. Kadriye Teyze, kızarmış ekmeklerin kokusunu masaya dizmiş, haşlanmış yumurtayı, küçük tabaklara bölmüş, kahvaltılıkları sıralamıştı. Zeytini, peyniri ve reçeli kâselere bölüştürmüş önüme sermişti. Dumanı üstünde getirdiği ince cam bardakta kıpkırmızı mis gibi çayı, hemen masaya sessizce koydu. Tertemiz , sade , huzur dolu bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Evimde sandım kendimi. Anamın sabah namazında kalkıp, öğrencilik zamanında okuluma gitmeden önce hazırladığı, o sımsıcak, huzur kokan sade, tertemiz duygularla bezenmiş kahvaltıyı hatırlamıştım. Hemen kahvaltımı yaptım. Kadriye teyze, elinden tutup, karşıma getirdiği, iki örgülü saçlarıyla sevimli torununu, bana tanıtmak istedi: “Bu benim Torunum Tülay. Sana göstereyim öğretmen bey. Biz de bu yıl torunumu, orta okula yazdırdık .” Ayağa kalkıp, tahta bavulumda sakladığım, küçük hediyelerden ,torununa uygun olan birisini seçerek verdim. Tülay, “Sağ olun öğretmenim!” diyerek, yavaşça aldı. Kadriye teyzenin misafirperverliği için teşekkür edip elini öperek, “ Çok zahmet verdim, hakkını helal et.! Allaha ısmarladık .”diyerek, dışarıya çıktım. Kollarını kavuşturup kapıdan şu sözleriyle uğurladı beni: “Çocuğum ne olcak, helal olsun, hiç utanma yine gel. Biz öğretmenleri çok severiz ,sen de iyi bir çocuğa benzersin. Biz misafir severiz. Allah kolaylık versin sizlere. Çocuklarımızı okutun baken. Biz, Ağvamıza ortaokul açıldığına çok sevindik. Haydi güle güle!” Biraz yürüyünce, karşımdaki bisikletçi amcaya, ‘Yeni açılacak ortaokul nerede?’ diye sormak bahanesiyle, söz attım. Elindeki tornavidayı, iş elbisesinin cebine koydu. Sağ kolunu havaya kaldırıp,işaret parmağını sahile doğru yönelterek, durdu, bana bakıp: “Sen de mi öğretmensin, delikanlı. Ağva’ya Hoş geldin, denize doğru git, bulursun. Benim uşağu yazdirdum. Adı Zihni. Haydi kolay gelsin size. Bizum yaramazları okutun bakayim.” İki yüz adım gider gitmez ,sahile bakan tek katlı bir binanın önündeydim. Sahile bakan bahçenin ortasında, Türk bayrağının dalgalandığını görünce, durdum. Kalabalık yavaş yavaş artıyordu. Muhtar Hüsamettin koşturarak yanıma geldi. “Öğretmenim, dinlenebildin mi? Rahat ettin mi kasabamızda. Bak burası ortaokul binamız, müdür bey ve diğer genç öğretmenimiz de içerdeler. Haydi buyur girelim.” deyince, barakaların ortasındaki genişçe bir odaya girdim. Muhtar Hüsamettin, kravatlı birisini müdür bey, diye tanıtınca, yanına gidip, kendimi tanıttım. “Hoş geldin öğretmenim !”diye elimi kuvvetlice sıktı. Orta boylu, tıknazca , pehlivan yapılı ,saçlarının bir kısmı beyazlaşmış, dinç ve kıdemli bir okul müdürünün karşındaydım. Resim öğretmeni olduğunu söyledi. Ben gibi yeni mezun olan Fen Bilgisi öğretmeni Hüsamettin Balan arkadaşımla da tanıştım. Yeni açılan Ağva Ortaokulu’na; bir müdür ve benimle birlikte iki stajyer öğretmen atanmıştı. 50
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161